Print Friendly and PDF

ŞÂİR-İ MÂDER-ZÂD İSMAİL SAFA

Bunlarada Bakarsınız



Şâir-İ Mâder-Zâd (Anadan doğma Şair)
Şair-i kavâfi-pîrâ" (Kafiyeleri süsleyen şair)
İsmail Safa (21 Mart 1867, Mekke - 24 Mart 1901, Sivas), Türk şair, yazar, eleştirmen. Yazar Peyami Safa'nın babasıdır. Zaman zaman "Kâmil" takma adıyla da şiir ve yazılar yazmıştır.
19. yüzyıl şairlerinden olan İsmail Safa, Türk edebiyat tarihindeki "Tanzimat" ile "Servet-i Fünûn" dönemleri arasındaki kuşaktandır. Dedesi Trabzonlu bir tacir olan İsmail Efendi, babası ise şiirler de yazmış olan Mehmed Behçet Efendi'dir. Anne tarafından aile soyu Fatih Sultan Mehmet'in hocası Akşemseddin'e kadar ulaşan İsmail Safa, babasının görevi sırasında 1867'de Mekke'de dünyaya geldi.
Annesini altı yaşında, babasını ise on bir yaşında kaybetti. 1878'de kardeşleri ile birlikte Mekke'den İstanbul'a geldi. Aile büyüklerinin yardımıyla, erkek kardeşleri Ahmed Vefa (1869-1901) ve Ali Kâmi Akyüz (1871-1945) ile Darüşşafaka'ya kaydedildiler. Okulda başarılı bir öğrenci olmasına rağmen, bir yandan öksüz olmanın getirdiği hüzün, diğer yandan kardeşlerinin kendisine yüklediği sorumluluk, o yılların sıkıntılar içinde geçmesine neden oldu.
1886 yılında Darüşşafaka'yı bitirerek Evkaf Nezareti'nde bir memuriyete girdi. Az bir zaman sonra da İstanbul Telgrafhanesi muhabere memuru oldu, 1887 yılında da 'Mekteb-i İdâdî-i Mülkî' son sınıf edebiyat öğretmenliğine getirildi. Ardından 1890 yılında Meclis kaleminde göreve başladı. Bu arada 1893 yılında veremden ölen ilk eşi Refia Hanım'ın kaybı, şairi derinden etkiledi.
İkinci evliliğinin hemen sonrasında, 1895'te bu defa kendisi verem hastalığına yakalandı. Doktorların önerisi ile Midilli'ye hava değişimine gitti. İstanbul'a dönüşünde hastalığının iyileştiği düşüncesindeydi.
İsmail Safa, II. Abdülhamid baskısına cephe alan o dönemin aydınlarındandır. Kendi görüşünde olan Ubeydullah Bey, Hüseyin Siret, Tevfik Fikret, Abdullah Cevdet gibi arkadaşlarıyla sık sık toplantılar yapıyordu. O günlerde yazdığı "Ey Halk Uyan" ve "Sultan Hamid'e" adlı şiirleri büyük ilgi, bir o kadar da tepki uyandırdı. Diğer arkadaşları gibi o da, devlet yönetimi tarafından devamlı gözaltında tutuldu.
Sonunda 29 Nisan 1900 tarihinde Sivas'ta bir anlamda sürgün olarak bir göreve atandı. Bu yaşamın getirdiği sıkıntıların üzerine şair, o tarihlerde kızları Selma ve Ulya'yı kısa aralıklarla kaybeder. Acılarını ilk eşinden dünyaya gelen Selâmi, ikinci eşinden dünyaya gelen İlhami ve Peyami ile dindirmeye çalışır.
Bu sıkıntılar üzerine hastalığı yeniden ortaya çıkar ve 24 Mart 1901 tarihinde Sivas'ta vefat eder. "Garipler Mezarlığı"'na gömülür. Ancak, sonraki yıllarda, bir dönem Sivas milletvekilliği yapmış olan Ziya Başar'ın çabalarıyla cenazesi Garipler Mezarlığı'ndan alınarak, Paşa Camisi Mezarlığı'na aktarılır. Bir süre sonra bu defa Paşa Camisi'nin yıkımına karar verilmesiye, aynı yıllarda Sivas Lisesi'nde öğretmenlik yapmakta olan, halkbilimci Eflatun Cem Güney'in çabaları ile cenazenin yeri ikinci defa değiştirilerek Ali Ağa Camisi Mezarlığı'na gömülür.
Muallim Naci’nin “Şair-i maderzad” (anadan doğma şair) dediği İsmail Safa içli şiirleriyle  Tanzimat’tan Servet-i Fünûn dönemine geçiş dönemi şairlerinden sayıldı.
 “Zamanın, her yerde, şöhretlerin unutulmasına az çok tesiri vardır. Memleketimizde ise asırların değil, sadece yılların, kıymetlerin yıpranışında nasıl korkunç bir âmil olduğunu hesaba katarsak, İsmail Safa’nın adı ve eseri üzerine yarım asrın çökelttiği ihmal ve kayıtsızlık yığınının cismini örten topraktan daha korkunç olduğunu anlarız. Bu kayıtsızlıktan silkinerek uyanmak, bu günkü edebiyatın yapısında temel harcını taşımış olanları ve bu arada İsmail Safa’yı hatırlamak, 50 sene gecikerek de olsa, kendi hesabımıza bir kazançtır.
“İsmail Safa, bir intikal devrinde gelmiş olmaktan başka, eskiyi yeniye bağlayan köprünün öte tarafına geçmesine yetecek kadar zamanı bile kendisinden esirgeyen kısa bir ömrün de mağdurudur. Çocukluktan olgunluğa götüren gençlik çağını dahi aşmadan 35 yaşında hayata gözlerini kapadı. O, birçoklarımız için sadece edebiyat tarihinde geçen bir ad, bazılarımız için şiirimizin yeniliğe çevrilişinde köprü hizmeti gören şairlerden herhangi biri, ancak bir kaçımız için, kısa bir ömür içinde bırakabildiği bir kaç eserin ardında sezilen şahsiyeti ile, gerçek bir kıymettir. Ben de böyle düşünenlerdenim.
“İsmail Safa’nın bize bıraktığı eserler, devrinin ölçüsü ile, edebiyat tarihindeki yerini hak ettiren kıymettedir. Fakat onun hakikî değerini ölçerken, Sivas menfasının, bugün bol bol teneffüs edebildiğimiz hürriyet havasına hasret çeken, onun bir nefeslik hazzına hayatını değişmekten çekinmeyen İsmail Safa’nın vücudu ile birlikte şiirimizden neler yok ettiğini de hesaba katmalıyız. Bunu teyit için çok söze lüzum görmüyorum. Şairin içinde gömülü kalan fikir ve his kudretinin, edebiyatımızda canlı bir delili var: Peyami Safa. Babasının şair ruhundan çok şey tevarüs eden bu kudretli edip, yıllardan beri edebiyatın her vadisinde çalışarak üstadın eserine başka yollarda devam ve onu itmam etmektedir.” (Munis Faik Ozansoy)
“İsmail Safa, hiçbir eskilik ve yenilik iddiası taşımadan, bu hususta esaslı bir fark gözetmeden eserler meydana getirmiş olan bir şâirdir. Bunun içindir ki şiirlerinde hem eskilik, hem de yenilik tarafdârlarının memnûn kalabilecekleri özellikler görülür, ilk yazıları, Tanzîmât edebiyâtının son dönemine rastlar. Bu dönemin eskilik - yenilik kavgalarına - iki tarafı da kırmayacak şekilde - hafif dokunmalarla karışmış, her iki tarafın da iyi yönlerini görmeğe çalışmıştır. Çok hisli, nâzik ve alçak gönüllü oluşu da başka hareket etmesine zâten engeldi. Vezine, kafiyeye ve dilin kaidelerine gösterdiği bağlılıkla o devrin eskilik tarafdârlarına temayül ettiği hâlde, ye anlayışça yeni şiiri tercîh etmiş gibidir. Esasen yakın dostluklarını da çok, yeni edebiyatın genç mensubları ile kurmuş bulunuyordu.” (Kenan Akyüz)
Şiir kitapları
  • Sünühat (1889)
  • Huz mâ Safâ (1891)
  • Mağdûre-i Sevdâ (1891)
  • Mevlid-i Peder-i Ziyâret (1895)
  • Mensiyyât (1896)
  • Hissiyât (Ölümünden sonra, 1912)
  • İntâk-ı Hakk'ın Tahmisi (Ölümünden sonra, 1912)
Edebi eleştiri kitapları
  • Mülâhazat-ı Edebiyye (1897)
  • Muhâkemât-ı Edebiyye (Ölümünden sonra, 1913)
Çeviri kitabı
  • Vehâmetli Sevdâlar (Kardeşi Ahmed Vefa ile birlikte, Emmanuel Gonzales'ten çeviri)

1. Sünûhât (İstanbul 1306, 1328). Terciibend şeklindeki eser on bendden meydana gelmektedir. Dağınık hâtıra, üzüntü ve özlemlerle tabiat-insan, Allah-tabiat, çalışkanlık, sıhhat, aklın âcizliği ve hayat gibi temaların işlendiği eserde güzel mısra yok denecek kadar azdır. Bu yüzden şair tenkit edilmiştir.
2. Huz Mâ-Safâ (İstanbul 1308). İki bölümden oluşan eserin ilk bölümünde babası Mehmed Behçet Efendi’nin, II. bölümde kendisinin şiirleri yer almaktadır. Kitabın mukaddimesinde Mehmed Behçet Efendi’nin şairliği ve şahsiyeti hakkında bilgi verilmiştir. Eser düzenlenişi bakımından bir divançeyi andırır. Dinî şiirlerle çocukluk yıllarını ve Mekke topraklarına hasretini dile getiren şiirlerin yanı sıra aşk, tabiat ve fânilik temalarının işlendiği manzumelerden oluşan Huz Mâ-Safâ Muallim Nâci tarafından övülmüştür.
3. Mağdûre-i Sevdâ (İstanbul 1308, 1328). 274 beyitlik manzume 34. sayfaya kadar mesnevi, daha sonra gazel şeklindedir. Abdülhak Hâmid’in Kahbe yahud Bir Sefîlenin Hasbıhâli’ne nazîre olan ve monolog tarzında yazılan eserde sevdiği erkek tarafından aldatılan bir kadının acıları dile getirilmektedir.
4. Mevlid-i Pederi Ziyâret (İstanbul 1312). Şairin, kardeşi Ahmed Vefâ ile birlikte babasının doğum yeri olan Trabzon’a yaptıkları seyahati anlatan eserde babasının hayatına ait bilgiler de bulunmaktadır.
5. Mensiyyât (İstanbul 1312, 1328). Tevfik Fikret’e ithaf edilen eserde şairin 1890-1896 yılları arasında çeşitli dergilerde yayımladığı şiirler yer almaktadır.
6. Mülâhazât-ı Edebiyye (İstanbul 1314). Eserde sanatın menşei, sanat ve güzellik, sanatçının özellikleri, üslûp kuralları, hitabetin unsurları vb. konular ele alınmıştır. Düzenlenişi ve ihtiva ettiği fikirler bakımından Recâizâde Ekrem’in Ta‘lîm-i Edebiyyât’ına benzer.
7. Hissiyât (İstanbul 1328). Şairin ölümünden sonra bastırılan eserin başında Ali Kâmi’nin “Merhum İsmâil Safâ Bey’in Tercüme-i Hâli” başlıklı bir makalesi bulunmaktadır. Çoğu 1896 yılından sonra yazılan şiirlerden oluşan Hissiyât’ta dinî ve 1897 Türk-Yunan savaşıyla ilgili millî şiirlere de yer verilmiştir.
8. İntâk-ı Hakk’ın Tahmîsi (İstanbul 1328). Damad Mahmud Celâleddin Paşa’nın İntâk-ı Hak adlı hiciv manzumesinin tahmîsidir.
9. Muhâkemât-ı Edebiyye (İstanbul 1329). Şairin ölümünden sonra yayımlanan kitapta on sekiz makale mevcuttur. Bu makalelerde daha çok şiirle ilgili konulara temas edilmekte ve devrin muhtelif şairlerinin şiirleri eleştirilmektedir.
**
İsmail Safa, sanat ve edebiyatla ilgili makalelerinde şiire ayrı bir önem verir ve edebiyatın bu türü hakkında ayrıntılı açıklamalar yapar.
O, şiir üzerinde dururken özellikle "Şiir nedir?" sorusuna cevap arar.
Şiiri tarif etmekten ziyade, kendince bu türde bulunması gereken va­sıfları sayar, neticede şairin şiir hakkındaki fikirleri ortaya çıkar.
Öncelikle yazar, "Şi'iri bir kerre kat'iyyen nazımdan ayırmalı’’([1]) diyerek şiiri nazımdan ayırır. Ona göre, "Bir ifâde-i ayniyye (Bir şeyi aynen ifade etmek) ise şi'ir olamaz. Hakikat başka şi'ir başkadır."
Sözün şiir sayılması için gerekli unsurlardan biri "hayal"dir. Şair, hakikatleri olduğu gibi tasvir etmek yerine hayal süzgecinden geçire­rek ifade etmelidir.
"Tasvir bı-zâtihî şi'ir olmak için şâ'ir (...) sermâye-i şâ'iriyyeti olan hayâlinden bir şey ilâve etmelidir.’([2])
Şiirin kaynağı, esası hayaldir, hayal unsurunu sağlamak için teş­bih, istiare gibi edebî sanatlara gerek vardır. Safa’ya göre en âdi hayal sanattan bile sözü şiir yapmaya yeter; ama sanatlar alelade olduğu için böyle bir şiire güzel denilemez;
“En âdî bir teşbih, en mübtezel (bayağı) bir isti'âre yahut bir mecâz-ı mürsel bile bendenizce bir eserin şi'riyyetini te'mîn eder. An­cak buna pek hâyîde, pek bayağı bir şi’ir derim.”([3])
Safa’ya göre sözün şiir olması için gerekli bir diğer unsur da "teessür"dür. Hatta şair, şiiri; "Te’essürün (etkilenme, duygulanma) gözler­den tuğyânına (boşalmasına) yaş, nâtıkadan sudûruna (söz ile ifade edilmesine) şi’ir derler. ” şeklinde tarif eder. Fakat o, şiirde "tesir ve tessürü" gerekli görmekle beraber sadece bu unsurun da sözü şiir yapmaya yetmeyeceğini belirtmektedir.
Şair, daha sonra şiirde "mana" konusuna değinir. Ona göre, "Şi'ir lâfzı değil ma'nâyı şâmildir."([4]) Safa, bu meseleye değinirken özel­likle, şiirde mananın açık olması gerektiğine işaret eder vc bu nokta­nın önemini şu mısralarıyla vurgular:
"Eğer şi'rin olmazsa ma nâsı zâfıir
Arab der ki: "Ma'nâhü fi-batn-ı şâ'ir
Niçin yazmalı öyle ma'nâsız eş'âr
Yazar onlan şâ'ir ammâ kim anlar.”([5])
Şair, şiirin manalı olmasını savunmakla beraber, şiirin basit ve alelade manaları değil yüce manalan ihtiva etmesi gerektiğini belirtir.
O, bu konudaki görüşünü şöyle ifade ediyor:
"Fi'l-hakîka meselâ: 'Güneş doğuyor, bulutlar çekiliyor, kuşlar ötü­yor, dereler akıyor.’ ibâresinin ifâde ettiği me'âli ne kadar fasih (açık), ne kadar şa'şaah ta'bîrlerle söylesek, hangi vezne tevfik eylesek (uydursak) bu me"âl (anlam) çobanların bile kendi şiveleriyle söyleyebi­lecekleri kadar sâdedir; öyle bir manzûmeye şi'ir demek nasıl câ’iz ola­cağım bilemem."([6])
Şairin şiirde bulunmasını gerekli gördüğü unsurlardan biri de "il­ham ve tefekkür"dür. Ona göre sadece şiirde değil bütün sanat eserle­rinin teşekkülünde ilhamın rolü vardır. Safa, ilham ve tefekkürün şiir­deki yerini belirtirken şu görüşleri ileri sürer: ilham, şiirin ortaya çık­ması için ilk vasıtadır denilebilir; bir bakıma şair ilham sayesinde ham şiiri yakalar; ham ve işlenmemiş şiir ise tefekkür vasıtasıyla işlenir, bir nizam içine konur
”... mükemmel şi’ir söylemiş olmak için muhtâc olduğumuz kuvvet yalnız ilhâm değilmiş, bir de tefekküre mecbûr imişiz. Evet bunlardan biri îcâda hizmet ediyorsa Öteki ıslâh ve ta'dîl (düzenleme) vazifesini îfâ eyliyor. Biri ham eşya vücûda getirmekte ise öteki bu eşyâyı câlib-i istihsân olacak (beğeni kazanacak) şekillere ifrâğ etmektedir (ulaştır­maktadır).'([7])
Safa, şiirde ilham ve tefekkürün önemine değindikten sonra bu iki unsurun manzumede dengeli bir şekilde yer alması gerektiğine işaret eder. Ona göre, "...İlhâm haddini geçerse eserde mantık muhakeme kalmaz. Tefekkürde ifrat edilince (aşırıya kaçılınca) tabi'iyyete halci verilmiş (tabiîlik bozulmuş), mûcib-i kelâl (sıkıcı) bir eser vücûda ge­tirilmiş oIur."([8])
Yazara göre, şiirde bulunması gereken unsurlardan biri de "âhenk"tir. Nitekim şair, şiiri, "Mûsikî âhenkli ses, şi'ir ahenkli söz demektir." ([9]) şeklinde tarif eder. Ahengi sağlayan unsurlar ise, vezin ve kafiyedir. Safa, âhenk konusuna değinirken kafiye üzerinde daha detaylı açıklamalar yapar.
Şair-i mâder-zâd, 1314 (1898) yılında kafiye üzerinde yapılan mü­nakaşalara katılır ve kafiye konusundaki görüşlerini çeşitli makalele­riyle belirtir. O, "Muhyiddin ve Andelib Beylerin Eserleri Hakkında" başlıklı makalesinde Muhyiddin'in 149 numaralı Malumât'ta ya­yımlanan iki şiirini tenkit ederek- "handân" ile "giryân" kelimelerin­deki "ân" eki aynı olduğu için kafiye yapılamaz- der.
Bu tenkide Muhyiddin, "Şâir-i Şehîr-i Mâder-zâd İzzetli İsmail Beyefendiye''([10]) başlıklı makale ile karşılık verir; kelimelerde harf değil ses uyumunun önemli olduğunu, "handân" ile "giryân" kelimele­rindeki "ân" ekleri sesçe birbirine uyduğu için kafiyelenebileceğini söyler.
Bu münakaşa sonucu, İsmail Safa, "Kâfiye Hakkında Ba'zı Müdâfa'ât"([11]), "Diğer Müdâfa'a" ve "Mukabele ve Takdîr" adlı makalelerini yazar ve kafiye meselesini derinlemesine ele alır.
Ona göre, vezin ve kafiye şiirde gereklidir, ancak bu unsurlar sözü şiir yapmaya yetmez. Şaire göre, şiir kafiyesiz de yazılabilir. Eğer şiir, mana ve ifade bakımından kafiyeyi unutturacak kadar güzelse bu du­rumda kafiyeye gerek yoktur.([12])
Safa, kafiyenin şiirdeki yerini ve önemini belirttikten sonra, ko­nuyu bir de kavram olarak ele alır ve kafiyeyi şöyle tarif eder:
"Mısrâ'ların nihâyetinde mevzû'u (konumu) muhtelif lâ-akall (en azından) birer harfin savuyla (sesiyle) iki harekenin mütekâbilen (kar­şılıklı olarak) tevâfukudur (uyumudur).”([13])
Bu tarif, "kafiye kulak içindir" anlayışına uygundur. Nitekim İs­mail Safa da kafiyenin göz için değil kulak için olduğunu savunur:
"Sem içindir hep kavâfi şüphesiz
Etmeyin kat'â tereddüd bunda siz.”([14])
Şair, kafiye kulak içindir anlayışım savunmasına rağmen kelimele­rin sonundaki ekler aynı olursa bunların kafiyelenemeyeceğini iddia eder:
"Kâfiye olmaz fakat ayn-ı edât
Bunda pek zâ'id müsteşhedât"([15])
Bu değerlendirmelerden anlaşılıyor ki Safa, kafiye konusuna ayrı bir değer vermekte ve bu meselede Servet-i Fünûncuların anlayışını savunmaktadır.
O, şiir üzerinde dururken bir de "Şiir dili nasıl olmalıdır?" soru­suna cevap arar ve şiirin kendine has bir dili olduğunu kabul eder. Safa,
"Ey hâce lisân-ı şu’ara başka lisândır
demekte Avnî Bey merhûm ile hem-zebânız. Şi'ir öyle herkesin anla­yacağı gibi yazılmak iktizâ etmez."([16]) diyerek, şairlerin herkesin anlayacağı bir dille yazmak zorunda olma­dıklarını belirtir.
O şiir üzerindeki görüşlerini açıklarken bu türün amacının ne ol­duğu meselesine değinir. Safa'ya göre şiirin amacı, ahlâka hizmet et­mek değildir. Şair, bunu şöyle ifade eder:
"Şi'rin vazifesi ahlâka hizmet değildir."
Bu değerlendirmelerin ışığı altında İsmail Safa'nın şiir anlayışını şu şekilde özetlemek mümkündür:
·  Şiir gerçeği olduğu gibi taklit etmemelidir. Bu bakımdan şiirde "hayal" unsuru ön plândadır. Nazımla şiiri birbirinden ayırmak gere­kir.
·   Şiir, bir yönüyle "tesir ve teessür" işidir; yani duygunun şiirde önemli bir yeri vardır.
·  Şiir manalı olmalı fakat basit değil yüce manaları ihtiva etmeli­dir.
·  Şiirde "ilham ve tefekkür"ün ayn ayn önemi vardır.
· Şiirde ahenk olmalıdır. Âhenk ise, vezin ve kafiye ile sağlanır.
·  Şiirin kendine has bir dili vardır.
·  Şiirin amacı ahlâka hizmet etmek değildir.

Sh:52-57

1          Ey Kabe matâf-ı enbiyâsın! Ey Kabe medar-ı evliyâsın!
Ey Kabe matâfsın yegâne
Sükkân-ı zemîn ü âsmâne
Zahirde eğerçi bir binâsın. Reşk-âver-i Cennet-i alasın
Kudsiyyetine olur mu pâyân?
Bir beyt-i muazzam-ı Hudâsın
2          Bir beyl-i Hudâ'dır ol hafâ-gâh. Esrârına kimse olmaz agâh
Mahkûk hayâli, şekli kalbe
Mersûm bu Kabe’ye o Kabe
Hep nûr -ı siyeh midir nedir âh!.. Ol şekl-i mehîb-i Kabetullâh
Mehcûr olalı dokuz yıl oldu
Sad hayf!. Hezâr kene eyvah!
3          Ey hayme-nişîn kabileler siz. Olmuşsunuz öyle derbeder siz.
Tenhâ dereler, garîb çöller
Elbette size kifayet eyler
Hep olduğunuz cihetle yersiz. Mahzun oluyorsanız eğer siz
Mesudsunuz şunu bilin âh
İndimde benim cihan değersiz
4          Üftâde-i şûriş-i gavâil, âlâyiş-i dünyevîye mâil
Olmak medeni yy etin esâsı!
Hayfâ ki esîr eder bu nâsı;
îcâd olunur nice rezâil. Olmaz bedevî o hâle kâil
Malûm değil o zümreye hiç
Arz eylediğim gibi mesâıl

5          Ey cilvegah-i ilâh Mekke... Ey âleme kıble-gâh Mekke...
Oldum gam-ı firkatinle pür-ye's
Oldun bana çünkü maskat-ı re's
Gelmekde hayâle gâh Mekke. Tütmekde gözümde âh Mekke
Ümmîd ederim olaydı bari
Son demde bana penâh Mekke
6          Bilmem nedendir ihtirâzım. Olsam ne olur Hicaz'a âzim
Bedbaht! Hemen bu çille dolmaz
Kısmet yok ise o mümkin olmaz
Pek doğru sözüm yalan ne lâzım. Müştâk-ı arâzî-i Hicazım
Ben Mekke’ye gitmek isterim ben
ya Rab buna münhasır niyâzım
7          Mehdimdir o bence mu’teberdir. Her makberi câlib-i iberdir
Bir  yer ki o hâtırımda hâlâ
Bir yer ki o: Cennet-i Muallâ.
Bir yerki o mevlidim o yerdir. Bir yer ki o: Medfen-i pederdir,
Şimdi şu benim tahassürümden
Şerhtim demem ki bî-haberdir.
8          Gözler nihânî? Giryân görüyorsunuz cihanı
Bir ebr-i bahar gördü müydü
Kalbin yine canlanır ümîdi
Guya kı Hicaz iken mekânı. Tayyetmiş o dûd-ı âsmânî
Sen Mekke'de kaldın ey peder âh
Sen hâksin ey cihân-ı fâni
9          Hülyama gelir hayâl-i Mekke. Ruyâma girer misâl-i Mekke
Ey Mekke'de gezdiğim o feyfâ
Yakdın beni hasretinle hayfâ
Âlîsiniz ey cibâl-i Mekke. Kudsîsiniz ey mahall-i Mekke
Âciz kalacaksın ey Safâ sen
Tasvir olunur mu hâl-i Mekke
10        Gâhî geliyor hayâle Tâif. Pek hoşdur o mecma’-i letâif
Çıkmaz hele hatırımdan asla
Ol Şûbre, Selâme, Leyye, Mesnâ
Elbette olur bu hâle vâkıf. Koynunda yatan o zât-ı ârif
Ey Medfen-i pâk-i İbn-i Abbâs!
Ey mesken-i câmiü'l ma'ârif!
11        Eyvah ki bilmiyor idim ben. Mes'ûd imişim meğer sabiyken
Şen geçdi o devre-i hayâtım
Ruşen görünürdü kâinatım
Geçmez mi hayât bence pek şen? Olmaz mı bu kâinât rûşen?
Mevcûd idin ey peder cihanda
Bir vakt idi ber-hayât idin sen!
12        Geçmişlerimi tezekkür etsem. Mâzîyi biraz tefekkür etsem
Hep karşıma sen gelir gidersin
Bâlâlara yükselir gidersin
Her hâlini tek tahattur etsem. Andıkça seni teessür etsem
Her şeb bana hâbda görünsen
Ta’dîl-i gam-ı tahassür etsem.
(Huz Mâ Safâ, s.87-92.)
1.         Ey Kabe, peygamberlerin tavaf etliği yersin. Ey Kâbe, evliyaların tavaf ettiği yersin. Ey Kâbe, gökyüzü ve yeryüzü sakinlerinin tavaf ettiği tek yersin. Gerçi görünürde bir binasın. Cennet-i âlâyı kıskandıracak (kadar güzel bir yersin). Kutsallığına son olur mu? Tanrının ulu bir evisin.
2.         O gizlenme yeri, bir Tanrı evidir. Sırlarını kimse bilemez. (Kabe'nin) hayali ve şekli kalbe çizilerek kazınmıştır. Bu Kâbe'ye (kalbe) o Kâbe resmedilmiştir. Kâbetullah'ın o heybetli şekli hep siyah nur mudur nedir âh!.. Ayrılalı dokuz yıl oldu yüzlerce binlerce eyvah.
3.         Ey çadırda oturan kabileler, siz öylece derbeder olmuşsunuz. Tenha dereler, garip çöller size yeter. (Eğer siz), hep yersiz (yurtsuz) olduğunuz için hüzünleniyorsanız şunu bilin ki, siz mutlusunuz. Bana göre dünyanın hiç bir değeri yoktur.
4.         Dertlerin, sıkıntıların keşmekeşliğine düşmek ve dünyaya ait gösterişlere meyletmek medeniyetin esası olmuştur. Ne yazık ki, bu (durum), insanları köle yapar. Birçok rezillikler, icad edilir, bedevi o durumlara boyun eğmez (razı olmaz). Anlattığım meselelerin hiçbirini arz ettiğim şekliyle bedeviler bilmezler (onlar bu tür meselelerden haberdar bile değillerdir).
5.         Ey Tanrının tecelli ediği (yer olan) Mekke! Ey âleme kıble olan Mekke! Senin ayrılığının üzüntüsüyle ümitsizliğe düştüm çünkü sen benim doğduğum yersin. Mekke, bazen hayalime gelmekte. Ah! Mekke, gözümde tütmekte. Ümit ederim ki, Mekke son anımda bari bana sığınacak yer olsun.
6.         Bilmem ki çekinmem nedendir? Hicaz'a gitsem ne olur. Bedbaht, bu çile hemen dolmaz. Kısmet yok ise Hicaz'a gitmek mümkün olmaz. Yalana ne gerek var, sözüm pek doğrudur ve ben Hicaz topraklarının âşığıyım. Ben Mekke'ye gitmek isterim. Ya Rab, özellikle bu dileğimin gerçekleşmesini niyaz ediyorum.
7.         O (Mekke), doğduğum yerdir (beşiğimdir) ve bence değerlidir. Hrı. Orası Cennet-i Muallâ'dır. Bir yer ki, orası doğduğum yerdir. Orası (Mekke), babamın mezarının bulunduğu yerdir. Şu benim özlemimden merhum (peder) habersizdir diyemem.
8.         Gözler! Bu gizliden gizliye ağlayış nedir? Cihanı ağlayarak (ağlayan gözlerle) görüyorsunuz. Bir bahar bulutu görünce kalbin ümidi yine canlanır. Gûya, o dumanın (pederin ruhu) mekânı Hicaz iken gökyüzünü dolaşıp (buraya gelmiş). Ey baba, sen Mekke'de kaldın âh. Ey fani dünya sen de topraktan ibaretsin.
9.         Mekke'nin hayali hülyama gelir. Mekke'nin misali rüyama girer.
Ey Mekke'de gezdiğim o çöller, eyvah beni hasretinizle yaktınız.
Ey Mekke’nin dağlan yücesiniz. Ey Mekke'nin semtleri kutsalsınız.
Ey Safa, sen (Mekke'yi tasvir etmekle) aciz kalacaksın; hiç Mekke'nin
hâli tasvir olunur mu?
10.       Bazen Taif hayale geliyor. O güzelliklerin toplandığı yer pek hoştur. Hele Şûbre, Selâme, Leyye ve Mesnâ asla hatırımdan çıkmaz.
Koynunda yatan o irfan sahibi (muhterem) kişi elbette bu durumu anlar. Ey ibn-i Abbas'ın temiz mezarı! Ey bilgilerin toplandığı ev!
11.       Meğer ben çocukken mutluymuşum; ne yazık (o zamanlar) bunun farkında değildim. Hayatımın o dönemi (çocukluk yılları) şen geçti. Kâinat bana parlak görünürdü. Hayatım (yeniden) şen, şakrak geçmez mi? Kâinat (bana yine) parlak görünmez mi? Ey baba, sen bir zamanlar hayatta idin, dünyada yaşıyordun.
12.       Geçmişlerimi ansam, geçmişimi biraz düşünsem, karşıma hep sen gelir gidersin, yükseklere çıkar kaybolur gidersin. Tek (hiç ol-
mazsa), her hâlini hatırlasam ve seni andıkça üziüsem, her gece bana rüyada görünsen de senin özlemin sebebiyle duyduğum üzüntüyü (bir an) gidersem.        
ÂH!
1          Hudâ bilir ki aşkının cehennemi azabı var
Yakar, yıkar gönülleri belâlı ızürâbı var
2          Güneşde varsa câzibe senin yüzünde yok mudur
Cemâline gönül gibi cihanın incizâbı var
3          Seherde kalbime doğan cemâlinin hayâlidir
Cihân-ı kalbimin aman ne parlak âftâbı var
4          Ziyâ-yı mihri setr eden siyâh sehâbı andırır
Cemâl-ı tâb-dânnın bir incecik nikâbı var
5          Leyâli uykusuz geçen zavallı sâde ben miyim?
Felekde hangi âşıkın Safâ, huzûr u hâbı var?
ÂH!
1.         Tanrı bilir ki aşkının cehennemi azabı var, gönülleri yakar, yıkar belâlı ıstırabı var.
2.         Güneşte çekicilik varsa senin yüzünde yok mudur? Güzelliğin gönüle nasıl cazib geliyorsa, cihana da çekici gelmektedir.
3.         Seher vaktinde kalbime doğan güzel yüzünün hayalidir. Kalbimin cihanının aman ne (kadar) parlak güneşi var.
4.         Parlayan güzel yüzünün güneş ışıklarını örten siyah bulutu andıran incecik bir peçesi var.
5.         Geceleri uykusuz geçen zavallı yalnız ben miyim? Ey Safa, dünyada hangi âşığın huzuru ve uykusu vardır?
1          Her dem sözüm efsûs ile eyvah olacakdır;
Dünyada benim son nefesim âh olacakdır!
Derdimden -emînim- o da agâh olacakdır:
Dünyada benim son nefesim âh olacakdır!
2          Pür-girye olan gözlerimi bağlayacaksın,
Kurbân edeceksin de beni ağlayacaksın!
Ahin ne demek olduğunu anlayacaksın:
Dünyada benim son nefesim âh olacakdır!
3          Sağlıkda, Safâ! Böyle gider nâle vü zârım;
Hâk-i siyehe düşdüğü dem cism-i nizârım
Ah olmalıdır Fatiha-i seng-i mezârım:
Dünyâda benim son nefesim âh olacakdır!
4          Şubat 1307
(Mensiyyât, s.35.)



Düşdü gönlüm hevâ-yı dildâra
Âkibet nâra yandı bî-çâre!
Çare yok sûziş-i dil-i zâra
Âkibet nâra yandj bî-çâre

Çillesi gerçi doldu gitdikçe,
Gül ümîdi soldu gitdikçe;
Beti, benzi kül oldu gitdikçe..
Âkibet nâra yandı bî-çâre!

Âteş-i aşka yok tahammül eden,
Belki şiddetlidir cehennemden
Yanarım gönlümün bu hâline ben.
Âkibet nâra yandı bî-çâre!
30 Ağustos 1311
(Mensiyyât, s.86.)
Çaldırıp çalgıyı rakkaseleri oynatalım;
Okuyup tatlı gazeller sözü saza katalım;
Dehre cennet diyelim, kendimizi aldatalım;

Çekelim şişeyi, endişeyi başdan atalım;
Gülelim, eğlenelim, bezmimizi parlatalım!

Yok bu âlemde Safâ gâilesiz bir kimse;
Herkesin mihneti müncer oluyor son nefese...
Şu tükenmez elem-i âlemi çekmekden ise
Çekelim şişeyi, endişeyi başdan atalım;
Gülelim, eğlenelim, bezmimizi parlatalım!
10 Kânûn-ı sânı 1311
(Mensiyyât, s.84 - 85.)
1          Anarım ismini, ağlar yanarım, sızlanırım
Dem olur kendi gözümden seni ben kıskanırım.
Görecekler, sevecekler, kapacaklar sanırım
Dem olur kendi gözümden seni ben kıskanırım.
2          Âh gördüm, hele gördüm yine rüyada seni
Görebilsem ne olur böyle alelâde seni
Görmesin kimse derim ben göreyim sâde seni
Dem olur kendi gözümden seni ben kıskanırım
3          Seni gördüm de hayatımda safâlar gördüm
Senden ayRI yaşamakdan iyidir bence ölüm
Başkasıyla seni görmek ölümümdür ölümüm
Dem olur kendi gözümden seni ben kıskanırım.
27        Mayıs 1314
(Hissiyât, s. 108 - 109.)
Ben karşı gelirsem sana isyândır bu
Can yakma fakat sabredemem candır bu!
Kırk yılda bir oldu şu kusurum afv et
Elbette kabâhat eder insandır bu!..
(Huz Mâ Safâ, s.220.)

BİBLİYOGRAFYA:
İsmail Hikmet [Ertaylan], Türk Edebiyatı Tarihi, Bakü 1925, s. 605-629; a.mlf., İsmail Sefa, İstanbul 1933; İbnülemin, Son Asır Türk Şairleri, İstanbul 1988, III, 1577-1582; Kenan Akyüz, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, İstanbul 1958, s. 177-178; Halit Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl, İstanbul 1969, s. 421, 457-459; Hüseyin Cahit Yalçın, Edebiyat Anıları (haz. Rauf Mutluay), İstanbul 1975, s. 49-51, 131-134; Peyami Safa, Objektif: 6-Yazarlar, Sanatçılar, Meşhurlar, İstanbul 1980, s. 129-130, 165-166; M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük (1889-1902), İstanbul 1989, I, 336, 573, 575; Murat Yüksel, Trabzonlu Şair İsmail Safa, Trabzon 1989; Alâattin Karaca, Şâir-i Mâderzâd İsmail Safa, Ankara 1990; a.mlf., “İsmail Safa’nın Sivas’a Sürülmesi ve Bunun Ortaya Çıkardığı Bazı Gerçekler”, İlim ve Sanat, IV/21, İstanbul 1988, s. 60-62; Ali Ekrem Bolayır’ın Hâtıraları (haz. Metin Kayahan Özgül), Ankara 1991, s. 435-436; Hakkı Süha, “Edebî Portreler: İsmail Safa”, Yeni Mecmua, sy. 33, İstanbul 1939, s. 5; Ali Kâmi Akyüz, “Ölümünün Kırkıncı Yıldönümü Münasebetiyle İsmail Safa”, Türklük, sy. 12, İstanbul 1940, s. 389-393; a.mlf., “İsmail Safa”, a.e., sy. 13 (1940), s. 391-393; Ercüment Ekrem Talu, “Tanıdığım İsmail Sefa”, Edebiyat Âlemi, sy. 4, İstanbul 1949, s. 1, 7; Türk Düşüncesi (İsmail Safa Özel Sayısı), I/5, İstanbul 1954, s. 221-351; Nurettin Artam, “İsmail Safa”, TDl., sy. 32 (1954), s. 504 vd.; Adnan Akgün, “İsmail Safa Bey”, Yedi İklim, V/38, İstanbul 1993, s. 50; Süheyla Seçkin, “İsmail Safa’nın Mezarına Dair”, a.e., IX/66 (1995), s. 116-117; Fahir İz, “IsmāǾīl Śafā”, EI² (İng.), IV, 195-196; Fevziye Abdullah Tansel, “İsmail Safa”, TA, XX, 310-313; Mustafa Kutlu, “İsmail Safa”, TDEA, V, 7-8.
Kaynak: Alâattin KARACA,  ŞÂİR-İ MÂDER-ZÂD İSMAİL SAFA, Kültür Bakanlığı, 1990, Ankara

“İsmail SAFA”
Anarım ismini, ağlar yanarım, sızlanırım
Dem olur kendi gözümden seni ben kıskanırım.
Görecekler, sevecekler, kapacaklar sanırım
Dem olur kendi gözümden seni ben kıskanırım.

Âh gördüm, hele gördüm yine rüyada seni
Görebilsem ne olur böyle alelade seni
Görmesin kimse derim ben göreyim sâde seni
Dem olur kendi gözümden seni ben kıskanırım

Seni gördüm de hayatımda safâlar gördüm
Senden ayrı yaşamaktan iyidir bence ölüm
Başkasıyla seni görmek ölümümdür ölümüm
Dem olur kendi gözümden seni ben kıskanırım.




[1]   Muhâkemât-ı Edebiyye, s22.
[2]   A.g.e., s.21 22.
[3]   A.g.e., s.22.
[4]   Mülâhazât-ı Edebiyye, s.10.
[5]   Huz Mâ Sa/â, s.175.
[6]   Mulâhazât-ı Edebiyye, s.8.
[7]   Muhâkemât-ı Edebiyye, s.131.
[8]   A.g e., s.132.
[9]   A g.e., s.9.
[10]  Malumât, C.7,No: 153, 24 Eylül 131416 Ekim 1898.
[11]  Pul Mecmuası, No: 20,17 Eylül 1314/29 Eylül 1898.
[12]  Muhâkemât-ı Edebiyye, s. 18.
[13]  A.ge.,1.12.
[14] A.g.e., s.114.
[15]  A.g.e., s.lll. (Bu beytin II. mısraının vezni bozuk)
[16]  A.g.e., s.70.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar