Print Friendly and PDF

ŞAİRLERİN ÖN VE ARKA BAHÇELERİ




Cumhuriyet dönemi şair portreleri
Edebiyatımızın karşı sesi Ece Ayhan, Cumhuriyet dönemi şairlerini kapsayan farklı bir antoloji hazırlıyor.
Mehmet Atak

Türk şiirinin belki de en özgün ismi Ece Ayhan. 1931, Datça doğumlu. Ankara Siyasal Bilgiler fakültesi mezunu. ilk şiiri 1954'te Türk Dili dergisinde basılmış. Kınar Hanınım Denizleri, Bakışsız Bir Kedi Kara, Ortodokslular, Devlet ve Tabiat, Yort Savul (bütün şiirleri), Zambaklı Padişah, Çok Eski Adıyladır Ece Ayhan'ın şiir kitapları. Bugün her ne kadar cici çocukların da hit'leri arasındaysa da, bu aslında maddenin tabiatına aykırı bir şey, çünkü Ece Ayhan ebedi kaka çocuktur ve her daim kaka çocuk söylemindedir. Egemen söylemin dışına çıkmadığı sürece o söylemin o ya da bu şekilde kaçışsız maşası olacağının fazlasıyla farkındadır çünkü. Ece Ayhan, yaygın adıyla İkinci Yeni'nin ya da daha doğru bir isimlendirmeyle Sivil Şiir'in içinde bir şairdir. Aydın olmak devlete karşı olmayı da gerektirir, bizde de bu geçerlidir. Lâkin bu geçerlilik teori düzlemini aşmaz. Olsa olsa bir ölçüde devletin dışında kalmayı becerenler vardır. İsmet Özel, Sezai Karakoç, Cemal Süreya, Süreyya Berfe gibi. Ece Ayhan'ın karşılığı ise teori düzlemini aşıp pratik düzleme ulaşmış bir karşılıktır. Yapı Kredi Bankası şu sıralar Ece Ayhan'ın Başıbozuk Günceler adıyla 'Bütün Defterlerini basacak. On yıl sonra çıkacak yeni şiir kitabı da yolda. Bir de (dergimizde ilk kez küçük bir bölümü yayımlanmakta olan)
Cumhuriyet dönemi şairlerini devletle ilişkilerini de kapsayacak biçimde, bilinen antoloji kalıplarının dışında zaman ve mekân içinde yerlerine oturtmaya yönelik bir değerlendirme-inceleme. Bunun haberi bile pek çok kişinin şimdiden korkmasına yetebilir. Dediğimiz gibi Ece Ayhan kaka çocuktur ve pratik yaşamını her türlü gebeliğin dışında sürdürür. Fakat korkuya mahal yok, dilenci dilencinin, hırsız hırsızın, şair şairin düşmanıdır mantığının bir ürünü değil bu. Yani korkuyu sadece yarası olan gevşek şairler duysun, kâfi. İşte birkaç örnek:
Bir "Devlet Şairi". 1912 Paris'ten geldiğinden beri önce yavaş yavaş, sonra da hızla "Devlet Şairi" oldu. Taksim'de Park Otel'in balkonunda Adalar'a ve Marmara Denizi'ne karşı otururken şunu düşünürmüş zaman zaman: Osmanlı İmparatorluğu'nun başlarında, Fatih Sultan Mehmet 1481'de ölür. Bir sefere çıkıyormuş. Nereye gideceği bilinmiyor. Gebze ile Kartal arasında bir yerde birdenbire ölür. Fatih ölür, üzerine hemen bir otağ çatarlar. Özellikle, Yeniçeriler ayaklanmasın diye. Küçük oğlu Cem Sultan Konya'da; büyük oğlu Sarı Beyazıt ("Sarı" olmak zaten biraz sofu, yobaz olmak demektir; zaten Sarı Beyazıt'ın bir adı da tarihte Sofu Beyazıt'tır) Amasya'da validir. Kısacası ikisine de haber gönderiliyor. Hangisi İstanbul'a varırsa o babası Fatih'in yerine tahta, iktidara geçecektir. Cem Sultan'a gönderilen altı haberci bir menzil konağında ya da yolda öldürülür. Sarı ya da Sofu Beyazıt tam 12 gün sonra Amasya'dan İstanbul'a gelip tahta çıkıyor. Bizim "Devlet Şairi" Yahya Kemal balkonda şöyle düşünürmüş: "Acaba bu 12 gün içinde Fatih Sultan Mehmet kokmadı mı?" Şimdi şunu eklemem gerekir. Bir kez her tarihte kesinlikle padişahlar kokmazlar! Ayrıca: Osmanlılar, hele başlangıçtaki Osmanlı Beyliği Domaniç'te, Söğüt'te, Yarhisar'da bulunurken açık bir biçimde bildikleri en güzel zenaat dericilik, debbağlık ya da sepicilikti. Sürüleriyle geçinen ve hayvana bir kabile olan Osmanlı Beyliği ilk kez tarihe bu özelliğiyle geçer, geçmiştir. Yahya Kemal'in serin balkonda bunu bile düşünmemesi, bunu bile bilmemesi beni çok yadırgatmıştı. Kuşkuya düşmüştüm. Ki harcıalem ve pek de gerçekleri yansıtmayan edebiyat tarihleri kendisini Osmanlı tarihini çok iyi bilen şairlerden biri ya da başlıcası olarak tanıtmıştı. Burdan anlaşılıyor ki işin künhünü, işin çekirdeğini yani işin özünü pek de bilmiyormuş. Sonradan öğreniyorum ki, Yahya Kemal yalnızca çok sayıda Osmanlı fıkraları biliyormuş. O da tarih bilgisi sayılırmış. Oysa gerçek tarih bilgisi ve de tarih bilinci çok başka boyutlu bir şey.
DENİZ KIYISINDA BİR OTAĞ
1.         Ordu bir sefere çıkıyor. Bilinmiyor nereye gittikleri. Kocalmış bir boğa çökmüş.
2.         Ölümün üzerine bir otağ çatar Osmanlılar.
3.         Üç oğlu vardır; en küçüğü Cem, Beyazıt en sarı. Haberler salınır taht'a ulaşamayana vay!
4.         On iki gün ve gece kalır bir otağ, kök boya, Gebze.
5.         "Fatih kokmadı mı?" diyedir düşünürmüş sepici Kemal, Şehzade Adaları'na karşı.
Çok Eski Adıyladır minyatürleri'nden, 1982
Genişçe bir perspektif içinde düşünürsek; Nâzım Hikmet'in kendisi ve şiirleri doğrudan doğruya Kemalist söylem içinde ele alınabilir.
Ayrıca; cumhuriyetle, dipte, hiçbir sorunu da olmamıştır. Oysa şu ya da bu biçimde, kimi şairler "cumhuriyetle yaralanmışlardır". Hem uzak, hem yakın tarihimizde. Stigmalar, çentikler bile var.
Nâzım Hikmet'in zaman zaman hapislerde yatışı; Kemalistler arası bir "iktidar kavgası"dır sonuçta. Programlar kapışıyordu. Ve Nâzım Hikmet, rahatlık ve kolaylıkla cumhurbaşkanı olabilirdi. İsmet İnönü de hapislerde yatabilirdi, tersine. Sözgelimi; İsmet İnönü, hasbelkader, bir şair olsaydı; 1951'de o da kendi öz dilinden "koparılabilirdi". Bir büyük ve önemli şairin dilinden "koparılması" korkunç ve ürkütücü bir olgudur! İşin neresinden bakarsak bakalım.
Yine kimileri küplere binecek ama Türkiye'deyken benzersiz bir şair olan Nâzım Hikmet'in, 1951'de "koparıldıktan" sonra yazdığı hemen hemen bütün şiirleri "kartpostal" şiirleridir. Kimse bunun aksini bana söyleyemez.
Attilâ İlhan, bilinir ki, İzmir'in "medarı iftiharıdır". Bu yüzden, bütün Türkiye'nin değil ama, daha yerel bir şair sayılabilir. Sözgelimi; İzmir'de Karşıyaka'da bir parka heykelinin dikilmesi yerinde olur.
Yine, tabu bence, giderek şiirden çok uzaklaştı gibime geliyor. Sanki temelde "arabesk bir şarkı şairi" oldu. Ne yapalım eskiden beri "romantikliği" o biçimde ve öyle sandı. Şimdi yapacak bir şey yok tabu. Hırçın ve huysuz bir şair olarak ve kendisini deneye sınaya düşünce bakımından gerçekten çok sıkı bir konuma geldi. (Özellikle yeni kuşaklara "sabun köpüğü çocukları" demesi ve oraya varması beni şaşırttı hem de sevindirdi.) Onu bu erdiği noktadan kimse koparamaz artık. (Pek zorunda değilim, ama özel olarak, Attilâ İlhan'm şiirlerinden biraz uzağım. Ama Sivil Şairler'den Cemal Süreya, hele gençken, Attilâ İlhan'm şiirlerinden etkilendiğini bana söylemişti.)
Yıllar önce aldığı Halk Partisi şiir ödülü kendisi için elbet bir handikap. Bir çelişki, hatta bence bir leke! Bunu için için kendine yediremiyor gibime geliyor. Ve de kesinlikle "Sivil Şair" falan değil. Belki de kendisine yarı-askeri şair denebilir. Kemalist oluşu ise apaçık.
Gerçekten ve her alanda "cumhuriyetle yaralanmış" olan bu "cins ve özgün şair" ve sıkı düşünürün İslama girişi ya da "iyiler taifesi"ne geçişi o kadar da önemli değildir (Bir bakıma her biri ayrı ayrı nedenlerle İlhan Berk de, Cemal Süreya da, Sezai Karakoç da "cumhuriyetten yaralanmışlar"dır ayrıca ve bence).
Sözgelimi, uçbeyi ve düşünür İdris Küçükömer'in, o garip ve inatçı düşünürün açısından düşünürsek: Pekâlâ ve pek de zorlukla değil, Mehmet Ali Ağca ile Yılmaz Güney yer ve konum değiştirebilirler özde. M.A. Ağca solda olabilir, Y. Güney de sağda! Çünkü 'masa'nın bir yanıyla öteki yanı arasında ayrım yoktur. Hele şimdi, 1992'de çok kimsenin nasıl savrulduğunu gözlerimle görüyorum! Ayrıca, düşünür İdris Küçükömer, yıllar önce "Türkiye'de, dipte sol sağdır, sağ da soldur" derdi. Böylesi bir 'kötülük toplumu'nda maalesef her şey olabiliyor. Fransız felsefecisi, çok ilginç ve özgün Louis Althusser de "İnsanın temel niteliği, tahmin edilemeyiş oluşudur" derdi. Böylesi bir yargıya varması beni çok ve uzun uzun düşündürmüştü. Hâlâ da bu sözü enine boyuna düşünüyorum. Bu bakış aslında ortalığı karıştıran, kimi insanları ise küplere bindiren bir görüş de olabilir. Ben sivri, aykırı, daha önce hiç söylenmemiş 'ilk kez düşünceler'den hiç korkmuyorum. Gerçekte hiç kimseden ve hiçbir kurumdan da korkmam. Ama ne yapalım olgu olarak durum böyle. Ve maalesef her alanda ve her konuda da böyle.
Şerif Mardin gibi büyük bir düşünürün, İsmet Özel'i yakalamış olmasına, Dergâh dergisindeki araştırmasında ve yazısında meramım İsmet Özel'i vesile kılarak, ondan yola çıkarak anlatmış olmasına, gerçekten çok sevindim. Şerif Mardin gibi bütün Türkiye'nin büyük bir sosyologunun ve yine Türkiye'nin bir siyaset bilimcisinin.
Nilgün Marmara'nın "dünyanın arka bahçesini görüşü", çılgın aşkı, garip bir kız oluşu ve kimselere benzemezliği başlangıçta pek farkedilmemiştir. Yalnız ve yalnız kendisinin 'marjinal' oluşuna baktılardı. Üstelik yanlış bir bakışla, 'marjinallik'i; 'ilginç' olmakla, 'özgün' olmakla karıştırdılar bilerek ya da bilmeyerek! Evet Nilgün Marmara hem ilginç, hem de çok ilginç, hem de özgün ve de kimseciklere, hiçbir arkadaşına hiç benzemeyen bir kızdı. Ve yukarda dediğim gibi "dünyanın binbir renkli ve bin- bir çiçekli arka bahçesini de görmüştü". Bunlar doğrudur. Ama Nilgün Marmara yalnız bunlardan oluşmuş ve oluşan bir insan değildi. İşte benim yanlış anlaşılmıştır dediğim budur!
Tekrar ediyorum! Evet, "bu dünyanın renkleri solmuş arka bahçesini de görmüştü ayrıca". Ve bir kez, alabildiğine ve görülmemiş bir biçimde "sahiciydi". "Sahicilik" konusunda ender biriydi. Zaten "Sen alçakgönüllü davranırsan, kendiliğinden özgünlük ortaya çıkar". Bunu bile yanlış algıladılar; hınzırlıkla ve saflıkla. Doğrusu ne olursa olsun. İş yanlışlıktaydı. Fiziksel olarak değil ama, kendisi yalnız güzel bir kız değil, aslında (mecazi anlamda) tam bir erkekti. Ona Turgut Uyar'ın öldüğü 1985 yılında yazardım: "Şiir yalnız dallara özgü bir olgudur". Nilgün Marmara erkek ya; mektuplarıyla birlikte bana ilginç ve değişik şiirlerini gönderdi postayla ve de ısrarla. Bence şiirlerinin bütünü, sonradan bulunan, şiirlerle birlikte, yeniden basılması gerekir. Bir dolu kimi yeni şairden, özellikle sahicilik ve kimseye benzemezlik açısından bin kat daha iyidir. Nilgün Marmara'nın şiiri, o iki kitabı da, varsın Anglosakson şiirinin etkisinde olsun! Bundan ne çıkar. Biraz Sylvia Plath'a yakınmış filan! Ama kesinlikle bir arayış ya da arama içinde filan değildi. Şiiri bulduğu yerde: Libya'da, Avusturya'da, Bodrum'da, Marmaris'te ve İstanbul'da da deşiyor ve derinleştiriyordu durmadan.
Küçük İskender'in ilk adı gerçekten 'küçük' ama kendisi bir büyük şair bence. (Adam Sanat'ın bu son Haziran sayısında belki de en güzel ve en yetkin ve en önemli şiiri var. Bu noktaya nasıl vardığım kendisine sordum; akla yatkın bir karşılık alamadım. Mustafa Irgat'ın da Beyaz dergisinin 18. sayısında Osiris Merdiveni adlı şiiri beni şaşırtmıştı ve çok başarılı bir şiire nasıl eriştiğini, vardığını da sormuştum.)
Küçük İskender bence hagaragort şairlerden biri. Elele dergisinde geçmişti, bu Haziran sayısında Gösteri dergisinde de korkusuz yazılarım ve açıklamalarım okudum. Türkiye'de böylesine pervasız ve cesaretli şair yok gibi geliyor bana. Bütün Türk şiirinde birçok şeyi ya da hiç değilse çok şeyi göze alamazsan hiçbir şey yapamazsın! Bir büyük atılım ve yırtıklık gerekiyor bence. Kopuş. Hatta zorunludur da belirli bir açılış ve atılım için. Küçük İskender birtakım şeyleri tasarladığı gibi ya da olduğu gibi çekinmeden söyleyebiliyor. (Sözgelimi "Benimki 12 santim doktor bey. Sunay Akın'ın şiirleri ise daha kısa. Hem de çok kısa." diyebiliyor.) Ben hayatımda insan olmuş bir doktora rastlamadım şiirde! "Dünyada şiirden başka ne var"  mıdır ki? Sorarım size!
Bir doktor şu ya da bu biçimde kirli ve çarpık mekanizmaya doğrudan doğruya girer. Hem devletin tam da kendisidir doktor. (Hiçbir doktor kendisini aldatmasın! Tersini söylerler ama bütün doktorlar devletten ve iktidardan korkarlar ve hem devletin, hem de devletle iç içe iki kaşık gibi geçmiş olan, iktidarın adamlarıdırlar. Doktorların çaktırarak ya da çaktırmadan iktidarla işbirliklerini Foucault enine boyuna çok iyi anlatır.)
1992, Nokta
Sh: 54-60

Kaynak: ECE AYHAN ,Aynalı Denemeler, Ya Da Yalyanak Bir Türkçeyledir , Yeni Denemeler, Yapı Kredi Yayınları, 4. baskı: Mart 2012 , İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar