Print Friendly and PDF

SCHOPENHAUER’IN AHLAK FELSEFESİ



[Schopenhauer, düşünce ve edebiyat dün­yasında, en fazla ahlak öğretisiyle etkili ol­muş ve ün kazanmıştır. Bu öğretinin dayan­dığı temel düşünceleri şöyle özetleyebiliriz:
İrade, genel olarak bir yaşama iradesi, var olma iradesidir (isteğidir); sürekli ola­rak «yaşamaya yönelir ve akar». Çünkü ya­şama isteği ve iradesi, özü gereği, kendini nesneleştirmeye yönelir. Gölge, insanın bedeni­ni nasıl izliyorsa, fenomenler dünyası da ira­deyi öyle izler. Var olmak için birbiriyle mü­cadele edip duran sayısız varlık da böylece ortaya çıkar. Bu varlıkların her biri, kendi İdeasını gerçekleştirmek, somutlaştırmak zo­rundadır. Ama onun bu amaç doğrultusunda­ki çabaları, bütün öteki varlıkların aynı tür çabalarıyla engellenir ve sınırlanır. Bundan ötürü İdealar, tam anlamıyla, kusursuz bir biçimde hiçbir zaman gerçekleşemez. Yine bundan ötürü her yanda kusur ve eksiklik, sınırlama ve yok etme görürüz. Başka bir de­yişle, her yanda, sürekli bir ortaya çıkış ve yok oluş gerçekleşmektedir. Doğadaki bu sü­rekli hareket ve kaynaşmanın benzerini bi­linçte de buluruz. Bilinçli istekler, dürtüler, içtepiler, bu sürekli kaynaşmaya yol açar. Bi­linçli isteğin amacı, bireyin isteklerini ve dür­tülerini doyuma ulaştırmaktır. Başka bir de­yişle, düşman doğa güçleri ve öteki bireyle­rin sınırlayıcı ya da yıkıcı etkileri karşısında, bir bireyin kendisini koruması ve varlığını sürdürmesi söz konusudur burada. Bundan ötürü, bilinçli irade tam anlamıyla bencildir; bende başlar ve bende biter. İsteğin doyuma ulaştırılması ve sona ermesi ise, mutluluktur.
Ama mutluluğa ulaşılabilir mi?
Schopenhauer, bu soruya olumsuz cevap veriyor. Çünkü irade, yöneldiği amaçlara ulaşmış olsaydı, tam bir hareketsizlik haline girecek; dürtü, içtepi (tepki), istek ortadan kalkacak ve böylece ira­de, yaşama iradesi olarak ortadan silinip gi­decekti. Demek ki, doyuma ulaşmanın imkânsızlığının, yaşama iradesinin doğasında ve özünde bulunması gerekir.
Schopenhauer’m kötümserliği, işte bu temele dayanır. Tedir­ginlik ve iç rahatlığının bulunmayışı acı du­yurur bize; mutluluk ise, iç rahatlığı ve din­ginliktir. Ama iradenin hiçbir zaman dingin­lik içinde bulunmaması, sürekli olarak hare­ket etmesi, bütün varlıkların temelidir; varo­lanların hepsi bu kaynaşmadan doğmuştur.
Mutluluk ulaşılması imkânsız bir amaçtır, ama insanoğlunu sürekli olarak peşinde koş­turur. Bundan ötürü de dünya, çok kötü bir dünyadır; hatta kötülerin kötüsüdür. Ama dış etkilerden ve güdülenmelerden sıyrılarak bu kötülükten kurtulmanın bir yolu vardır. Bu tür bir özgürlüğe ise ancak «iradenin olumsuzlanmasıyla» ulaşabiliriz. Yani bütün isteklerin, içtepilerin, dürtülerin ortadan kaldırılması özgürlüğe ulaştırır bizi ve bu dün­yadan sıyırır. (Terk, Terk-i terk) İnsanoğlunun iradesi, tam an­lamıyla güdülenmelerin nedenselliğine bağlı olduğuna göre, isteğin olumsuzlanması (orta­dan kaldırılması), felsefî ve estetik sezgiye benzeyen bir edimle (zeminle) olanaklıdır ancak. Böy­le bir edim (yüzle), sonlu dünyayı, yani fenomenler (görünüşler) dünyasını aşacak ve özneye, mutlaktaki özgürlüğü ve huzuru kazandıra­caktır.
Yaşama iradesinin olumsuzlanmasının birinci aşaması, başkalarına merhamet ve şef­kat duymaktır. Bu duygular, insanın, kendi bencil bireyselliğini unutmasına ve genel ya­rar doğrultusunda davranmasına yol açar. Schopenhauer’a göre “Toplumsal ahlaklılığın ve adaletin temeli mer­hamettir”.
Yaşama irade­sinin olumsuzlanmasının ikinci aşaması ise, bütün isteklerin sona ermesi; her çeşit kişisel ve toplumsal yarar düşüncesinin ortadan kalkması ve öznenin tam bir iç rahatlığına ve dinginliğe kavuşmasıdır. İntihar, iradenin kendisini, özünü ortadan kaldırmadığı ve an­cak bir görünüşünü, yani bireyi yok ettiği için bir çıkış yolu değildir. Demek ki, gerçek ah­laklılık dünyadan el etek çekmek, her türlü istek ve hazdan yüz çevirmektir. Bu görüş, Buddha’cılığın Nirvana kuramının işlenip ge­liştirilmesinden başka şey değildir.
Demek ki, Schopenhauer’ın felsefesi, Kant ve Fichte’nin transandantal felsefesi­nin [Deneyle kazanılması imkânsız, akılla ilgili olan], Locke’un ampirizminin, Spinoza ve Schelling’in tümtanrıcılığının, Platon’un idea­lizminin ve Buddha’cılığın karamsarlığının birleştirilmesidir. Özgün yanı ise, özne ile ira­deyi özdeşleştirmesidir.] Kaynak: A. Schwegler, A History of Philosophy, New York, 1899, s. 427-443.

Kaynak:
Schopenhauer’ın Felsefesi Ve Aşkın Metafiziği, trc: Selâhattin Hilâv, Yazko, 1983, İstanbul, sh: 30-33
Tıpkı deha gibi, erdem de öğretilemez. Erdem konusunda edinilen bilgi kısırdır; sa­nat konusundaki teknik yanlar gibi, sadece bir araç olarak kullanılabilir. Ahlak felsefe­lerimizin ve ahlak sistemlerimizin, erdemli, yüce ve ermiş insanlar yaratacağını sanmak, estetik üzerine yazdığımız kitapların, şairler, heykeltraşlar, ressamlar ve müzisyenler yara­tacağını sanmak kadar saçmadır.
İnsanların hareketleri, üç temelden kay­naklanır. Bu temellere dayanmaksızın üzeri­mizde etkili olabilecek bir güç düşünülemez.
Bunların birincisi bencillik (kendi iyiliğinden başka şey düşünmez ve sınırsızdır), İkincisi kötü ruhluluk (başkasının kötülüğünü ister ve gaddarlığa kadar varabilir), üçüncüsü de acımadır. Acıma, başkasının iyiliğini istemek­tir ve iyilikseverliğe, ruh yüceliğine kadar ulaşabilir. İnsan davranışlarının hepsi, bu üç temelden birine ya da aynı zamanda ikisine bağlanabilir.
Bencillik öylesine tiksindiricidir ki, bu utanç verici hali saklamak için nezaket dedi­ğimiz şeyi icat etmişizdir. Ama yine de bu ko­nuda başarıya ulaştığımız söylenemez. Ben­cillik, hayattaki sayısız tasarılarımızı gerçek­leştirecek bir fırsatla karşılaştığımız zaman, ne kadar belli etmemeye çalışırsak çalışalım, kendini yine de açığa vuran bir güçtür. Biri­siyle karşılaştığımız zaman aklımıza gelen ilk düşünce, bu adamın belli bir konuda bize yararlı olup olamayacağıdır. Yararlı değilse, değer vermeyiz ona.
Bencillik, özü gereği sınırsızdır. İnsanın bir tek mutlak isteği vardır sadece; bu da, her acıdan hatta her yoksunluktan sıyrılmak ve elden geldiğince mutlu ve rahat olmak; elden geldiğince zevk duymaktır. Ama zevk ve haz duydukça, bu zevk ve hazları daha de­ğişik daha ince hale getirmekten de geri kal­maz insan. Bencilliği ile gerçekleşmesini is­tediği şeyler arasına dikilen her engel, öfke­sini ve nefretini körükler; hemen ezilmesi ge­reken bir düşman gibi görünür.
Acıma, vicdanın inkâr edilmez bir özel­liğidir. Acımanın, vicdanla doğrudan doğru­ya ilintili olduğunu ve onun özünden geldiği­ni söyleyebiliriz. Bu duygu, doğanın, dolay­sız, kendiliğinden ve yabancılaştırılamaz bir ürünüdür. Her yerde ve her zaman görülür. Acımayı duymayan kimse, insanlığın dışın­dadır. Hatta, insanlık sözcüğü bile, acıma sözcüğüyle eşanlamlı olarak kullanılır.
Her çeşit ahlaklılığın temeli olan acıma, hayvanları da koruyucu bir nitelik taşır. Oy­sa, başka birtakım Avrupa ahlak sistemlerin­de, hayvanlara hiç önem verilmez (di) ve onlara karşı herhangi bir sorumluluk duyulmaz. Hayvanların, bu konuda hiçbir hakları ola­madığını ileri sürmek ve onlara karşı davra­nışlarımızın ahlaksal bir değer taşımadığını sanmak, Avrupa’nın insanı rahatsız eden bir kabalığıdır ve kaynağı da Judaizm’dedir. (Antisemitizm-Yahudilik, Musevilik)
Judaizm’e kapılmış şu Batılılara, hay­vanları küçük gören şu beylere, kendileri na­sıl analarının memesini emdilerse, bir köpe­ğin de anasının memesini emerek büyüdüğü­nü hatırlatmak isterim.
Hayvanlara karşı duyulan acıma, karak­terin iyiliği ile öylesine ilintilidir ki, hayvan­lara kötü muamele eden bir kimsenin iyi bir insan olduğu görülmemiştir.
Dinsel düşüncelerden doğan her çeşit iyi hareketin, bir ödül beklendiği için ya da bir cezadan korkulduğu için yapıldığını söyle­mek ve bu çeşit hareketlerin tam anlamıyla ahlaksal sayılmayacağını ileri sürmek kabil­dir. Ama buna karşılık, her yerde ve her ulus­ta, hayatın her durumunda, her çeşit karga­şada ve önemsiz olayda, acıma duygusunun iyi sonuçlarını nasıl ortaya koyduğunu; hak­sızlıkları nasıl önlediğini ve ödül alma dü­şüncesi söz konusu olmaksızın iyi davranışla­ra nasıl yol açtığını gören kimse, katışıksız ahlak değerinin, bu duyguda bulunduğunu nasıl kavramaz?
Kaynak:
Schopenhauer’ın Felsefesi Ve Aşkın Metafiziği, trc: Selâhattin Hilâv, Yazko, 1983, İstanbul, sh:107-109

Faydalanılacak Kaynaklar
1   — Ahmet Mithat, Schopenhauer’ın Hikmeti Cedidesi, İstanbul, Tercumanı Hakikat Matbaası, 130 4/1887, 8, 55 s.
2   — Talat Hamdi, (Çevirisi:) Aşkın Metafi­ziği, İstanbul, 1935, Selamet Basımevi, III s.
3   — Selâhattin Hilâv, (Çevirisi:) Aşkın Metafiziği, İstanbul, 1963, 1. ve 2. basım Oluş Yayınları, 67 s.
4   — Selâhattin Hilâv, (Çevirisi:) Aşkın Me­tafiziği, İstanbul, ?, 3. basım, Süreç Ya­yınları, 88 s.
5   — Sadi Irmak, (Derleme) İrade Felsefesi,İstanbul, 1962, İkbal Kitabevi, 136 s.
6   — İounna Kuçuradi, Schopenhauer ve İn­san, İstanbul 1968, Yankı Yayınları, 159 s.

Fls. (Deneyci felsefe) Her çeşit bilginin kaynağının duyu organlarının kullanılması sonucu kazanılan tecrübe olduğunu, duyu organlarının kullanılmadan hiçbir bilginin akılda yer alamayacağını savunan felsefe. Akılcı felsefe gibi bu felsefenin de aşırı iddiasının yanlışlığını, tenkitçi felsefe ve psikoloji göstermiştir. Bilgi için ne sadece tecrübe, ne de düşünme gücü (akıl) yeterlidir.
***************
Panteizm ya da Tümtanrıcılık (Doğatanrıcılık Kamutanrıcılık) Evrenin bütününü Tanrı olarak kabul eden felsefî görüştür. Panteizm'de, pan-enteizm'den (kamusaltanrıcılık) farklı olarak her şeyi tanrının bir parçası olarak kabul edilir, tanrı her şeydir ve her şey tanrıdır. Panteizme göre Tanrı'nın evrenden ayrı ve bağımsız bir varlığı yoktur. Tanrı doğada, nesnelerde, insan dünyasında vardır. Her şey Tanrı'dır.
***************
İdealizm, felsefede, en geniş anlamıyla, tinsel güçlerin evrendeki tüm süreçleri ya da olup bitenleri belirlediğini savunan tüm felsefe öğretilerini içerecek biçimde kullanılan terim. Varolan her şeyi "düşünce"ye bağlayıp ondan türeten; düşünce dışında nesnel bir gerçekliğin varolmadığını, başka bir deyişle düşünceden bağımsız bir varlığın ya da maddî gerçekliğin bulunmadığını dile getiren felsefe akımını niteler.


Varlığımızın dolaysız amacı acı çekmek olmasaydı, yeryüzünde bulunuşumuzun hiç­bir nedene dayanmadığını kolayca söyleyebi­lirdik. Çünkü hayatın derinlerinde yatan ve düşkünlüğümüzden doğarak dünyayı doldu­ran acıların, gerçek bir amaç değil de bir rastlantı olduğunu ileri sürmek saçmadır. Tek tek ele alındıklarında, her mutsuzluğun bir kural-dışılık olarak görülmesi kabildir, ama genel olarak ele alındığı zaman mutsuzluk ve acı, kuraldışı değil kuraldır.
Çekilen her acının ve mutsuzluğun en etkili avuntusu, bizden daha fazla acı çeken ve mutsuz olan kimseleri düşünmektir. Her­kes bu çareye başvurabilir. Ama bütün bun­lardan genel olarak ne gibi bir sonuç çıkıyor?
Kasabın keseceği hayvanı göz ucuyla aralarından seçtiği sırada, çayırda dolaşıp du­ran koyunlar gibi biz de, mutlu günlerimiz­de, belli bir saatte, alınyazısının bize hazırla­dığı kötü oyunun ne olduğunu bilmiyoruz. Hastalık mı, zulüm mü, mahvolup gitmek mi, sakatlanmak mı, kör olmak mı, delirmek mi, bilmiyoruz!
Yakalamak istediğimiz her şey başkaldırıyor bize; her şeyin, yenmek zorunda oldu­ğumuz, düşmanca bir iradesi var. Halkların hayatında, tarih, bize savaşlardan ve ayak­lanmalardan başka şey göstermiyor. Barış yılları rastgele gerçekleşmiş, kısa sessizlikler ve aralar gibi görünüyor. Nitekim insan ha­yatının, yoksulluk ve can sıkıntısı gibi soyut felaketlere karşı açılan bir savaş olmakla kal­mayıp, aynı zamanda öteki insanlara karşı açılan bir savaş olduğu da anlaşılıyor. Her yerde bir düşman çıkıyor karşımıza; hayat, silah başında öldüğümüz sürekli bir savaştan başka şey değil.
Güneşin ışıklarıyla aydınlattığı zavallı­lıkları, acıları, sıkıntıları düşünen bir kimse, bu göksel cismin de, yeryüzünde hayatı doğurabilme gücünden tıpkı Ay gibi yoksun ol­masını özleyebilir. Güneşin yüzü, Ay’ınki gibi buzlu ve camsı bir halde olsaydı, çok daha iyi olurdu diye düşünebilir.
Hatta hayatımızı, hiçliğin kıpırdamazlığını ve mutluluğunu bozan bir olay gibi ele alabilir. Her ne olursa olsun, hayata belli bir ölçüye kadar dayanabilen bir kimse bile, gi­derek yaşlandıkça, her şeyin bir hayal kırık­lığı ve hatta bir aldanış olduğunu kavrar. Bir başka deyişle, koskoca bir aldanıştan başka bir şey olmadığını öğrenir.
Hayatın birinci yarısı, mutluluğa karşı duyulan yorulmak bilmez bir özlem olduğu halde, ikinci bölümü acı dolu bir korku duy­gusuyla kaplıdır. Çünkü, mutluluk denilen her şeyin kuruntu olduğu ve acıdan başka gerçeğin bulunmadığı fark edilmiştir artık. Aklı başında insanların, yakıcı zevklerden çok acısız bir hayata yönelmeleri bundan ötü­rüdür.
Gençliğimde, kapımın zilinin her çalınışında, gönlüm sevinçle doluyor ve kendi kendime, «Oh ne iyi! İşte yeni bir olay!» di­yordum. Ama yıllar geçip de olgunlaştığım zaman, her zil sesinden sonra şöyle düşün­düm: «Yine ne var?»
İnsan yaşlanınca; tutkuların ve istekle­rin nesnesi farksızlaştıkça, bu isteklerin ve tutkuların bir bir ortadan kayboldukları, du­yarlığın güdükleştiği, hayat gücünün zayıfla­dığı, görüntülerin solduğu, izlenimlerin etki­lemeden gelip geçtiği, günlerin gittikçe daha hızlı aktığı, olayların önemlerini kaybettiği ve her şeyin renksizleştiği görülür. Günlerin yükü altında sallanarak yürür insan ya da bir köşeye çekilip dinlenir. Geçmiş varlığının gölgesi ya da hayaleti haline girer. Kendin­den geçme, sonsuz uyku haline dönüşür bir gün.
Hayatın, önemsiz şeylerde olduğu gibi, önemli şeylerde de, sürekli bir yalan olduğu­nu kabul etmek zorundayız. Verdiği sözü tut­muyor hayat; tutsa bile, özlediğimiz şeyin özlenilmeye değer olmaktan ne kadar uzak­ta bulunduğunu göstermek için yapıyor bu­nu. Kimi zaman umut, kimi zaman da umu­lan şey aldatıyor bizi. Bir eliyle verdiğini öte­ki eliyle alıyor. Uzaklığın büyüsü, cennetler gösteriyor bize. Ama büyülenir büyülenmez, bu cennetlerin uçup gittiğini görüyoruz. De­mek ki, mutluluk ya gelecekte ya da geçmiş­te; şimdiki an, güneşli ovanın üzerinde dola­şan bir küçük buluta benziyor; önü arkası pırıl pırıl bu bulutun; ovaya yalnız onun göl­gesi düşüyor.
Hayat, tadını çıkaracağımız bir armağan değil; canla başla çalışarak yerine getirme­miz gereken bir ödev. En önemsiz işten en önemlisine kadar hepsinde, genel bir düşkün­lüğün, öldürücü bir didinmenin, sürekli bir yarışmanın, sonu gelmez bir savaşın, kafa ve vücut güçlerinin ortaya koyduğu bir çabala­manın görülmesi bundan ötürü. Uluslar ha­linde toplanmış milyonlarca insan, kamu ya­rarına yapılan işlere katılıyor, böylece kendi çıkarı için de çalışmış oluyor. Ama ortaklaşa kurtuluş için milyonlarca insanın ölmesi de gerekiyor. Kimi zaman saçma önyargılar, ki­mi zaman da sinsi bir politika insanları sava­şa sürüklüyor; birkaç kişinin aklına esenleri gerçekleştirmek ya da hatasını tamir etmek için kitlelerin kurban edildiği görülüyor.
İnsanların biricik kaygısı, hayat kavga­sını gerektiği gibi yapabilmektir. Ama haya­tını güven altına alan kimse, bundan sonra ne yapacağını şaşırır. İnsanların ikinci kay­gısının, yaşama yükünü hafifletmek; duyul­maz hale getirmek ve zaman öldürmek olma­sı bundan ötürüdür. Yani buradaki asıl amaç, can sıkıntısından kurtulabilmektir. Nitekim, maddi ve manevi sıkıntılardan kurtulmuş kimselerin, zaman harcayarak geçirdikleri her saati, bir çeşit kazanç saydıklarını görü­yoruz. Oysa bu saatler, onların kendi öz hayatlarından harcanmaktadır.
Can sıkıntısı, önemsenmeyecek bir bela değildir. İnsanın yüzünde nasıl da belirir! Can sıkıntısı, birbi­rini pek az seven insanoğlunun, yine de birbi­rini aramasına yol açar. Bu bakımdan, can sıkıntısının, toplumsal içgüdüye kaynaklık ettiği söylenebilir. Devlet, can sıkıntısının top­lumsal bir felaket olduğunu bildiği için, kar­şı önlemler almaktan geri kalmaz.. Bu fela­ket, yani can sıkıntısı, kendisinin tam karşıtı olan düşkünlük (sefalet) gibi, insanları en aşırı davranışlara sürükleyebilir.
Philadelphia’ da uygulanan sert ceza sistemi, can sıkıntısını öyle korkunç bir işkence aracı haline getir­miştir ki, bundan ötürü birçok mahpusun in­tihar ettiği bilinmektedir. Düşkünlük, halkı nasıl rahatsız edip durursa, can sıkıntısı da seçkinleri öyle rahatsız eder. Toplum haya­tında, pazar günü, can sıkmtısını dile getirir; haftanın öteki günleri de düşkünlüğü.
Dante, dile getirdiği cehennemin örneği­ni ve konusunu, bizim gerçek dünyamızdan başka nerde arayabilirdi?
Nitekim, bize çok eksiksiz bir cehennem görüntüsü sundu. Ama cenneti ve cennetin mutlu hayatını dile getir­mesi gerektiği zaman, aşılması olanaksız bir güçlükle karşılaştı. Çünkü içinde yaşadığımız şu dünya ile cennet arasında, hiçbir benzer­lik yoktu. Cennetteki mutlu hayatı anlataca­ğı yerde, atalarının, sevgilisi Beatrice’in ve çeşitli ermişlerin verdiği bilgileri iletti bize. İçinde yaşadığımız dünyanın, ne biçim bir dünya olduğu, böylece, açık bir şekilde anla­şılıyor, değil mi?
Şu dünyayı Tanrı yarattıysa, onun ye­rinde olmak istemem doğrusu. Çünkü, dün­yanın düşkünlüğü yüreğimi parçalar.
Yaratıcı bir ruh düşünülürse, yarattığı şeyi göstererek ona şöyle bağırmak hakkımız­dır: «Bunca mutsuzluğu ve boğuntuyu orta­ya çıkarmak uğruna, hiçliğin sessizliğini ve kıpırdamazlığnıı bozmaya nasıl kalkıştın?»
İstemek, temeli bakımından acı çekmek­tir ve yaşamak, istemekten başka bir şey ol­madığına göre, hayatın tümü, özü bakımın­dan acıdan başka şey değildir. İnsan ne ka­dar yüceyse, acısı da o ölçüde fazladır. İnsa­nın hayatı, yenileceğinden hiç şüphe etmek­sizin, var olmaya çalışmak için harcanmış bir çabadır.
Kaynak:Schopenhauer’ın Felsefesi Ve Aşkın Metafiziği, trc: Selâhattin Hilâv, Yazko, 1983, İstanbul, sh:93-98

Her istek, bir gereksinimden, bir yoksun­luktan, bir acıdan doğar; giderildiği zaman insan yatışır. Ama yatışmış bir kişiye karşı­lık, nice yatışmamış ve doygunluğa erişme­miş insan vardır. Üstelik, istek uzun sürer, gerekli olan şeylerin ardı arası kesilmez; oy­sa duyulan zevk kısa ve ölçülüdür. Yeryüzün­de hiçbir şey yoktur ki, şu iradeyi yatıştırabilsin ya da belirli bir biçimde olduğu yerde durmaya zorlayabilsin. Alınyazısından kopar­dığımız her şey, dilencinin ayağı ucuna atı­lan paraya benzer: verilen sadaka, duyduğu acıların sürüp gitmesini sağlayabilmek için, dilencinin hayatını biraz daha uzatmaktan başka bir iş görmez.
İşte bundan ötürü, istek­lerin ve iradenin boyunduruğu altında kaldığımız; varlığımızı, bizi sıkıştırıp duran umut­lara, acı çekmemize yol açan korkulara bı­raktığımız ölçüde, ne durup dinlenmek ne de mutluluk söz konusudur. İster bir amacı ger­çekleştirmek için canla başla çalışalım, ister bir tehlikeden sakınmak için çabalayalım, sonuç değişmez: iradenin istek ve  gerekleri­nin başımıza açtığı belalar ne biçimde olursa olsun, hayatımızı berbat etmekten ve acı çek­memize yol açmaktan başka bir sonuç ver­mez. Böylece, isteklerin tutsağı olan insanoğ­lu, İksion’un çıkrığına ebediyen bağlanmış­tır; bitimsiz susuzluğun kemirdiği bir Tantalos’tur o.
İksion:
 Yunan mitolojisinde; Teselya'nın en eski kabilesi olan Lapithler'in kralı, Theseus'un arkadaşı Peirithoos'un babası.
 Deioneus'un kızı Dia'ya talip olmuş ve babasına birçok armağanlar vermeye yemin etmiş, ancak evlendikten sonra armağanları vermemek için Deioneus'u kor kömürlerin içine atarak öldürmüştür. Yemin bozma suçuna ailesinden birini öldürme suçu da eklenince, kimse İksion'u günahlarından arındırma törenlerini yapmaya yanaşmamıştır. Bunun üzerine Zeus ona acımış ve Olimpos'taki tanrılar sofrasına davet etmiştir ama İksion nankörlük edip bu sofrada Hera'ya kur yapmaya başlamıştır. Bunu farkeden Zeus, bulutlardan Hera'ya benzeyen bir görüntü yapmıştır ve İksion bununla birleşmiştir. Bu birleşmeden at adamlar soyu meydana gelmiştir.
Zeus İksion'a korkunç günahları ve nankörlüğü sebebiyle Tartaros'ta alevler saçan bir tekerlek üzerinde bağlı olarak sonsuza dek dönme cezası vermiştir. İksion tanrılar sofrasında ambrosia içtiği için ölümsüz olmuş, bu yüzden bir kerede yanarak ölmemiş ve Tartaros'taki tekerlek üzerinde sonsuza dek yanmıştır.
Tantalos:
Yunan mitolojik kahramanı. Batı Anadolu'da bir Lydia kralıdır. Zeus ile Plouto'nun oğludur. Sipylos (Manisa) dağında hüküm sürüyordu. Atlas'ın kızı Dione ile evlenmişti. Paktolos ırmağının kızı Eurnassa da onun karısı idi. Pelops ve Niobe onun çocuklarıydı. Tantalos, tanrıların hoşgörüsünü kötüye kullandı ve müthiş bir azaba çarptırılır.
Ama kimi zaman, dış bir gerçek, ya da iç uyumluluğumuz, bizi, bir an isteklerin bi­timsiz selinden kurtaracak; ruhu, iradenin boyunduruğundan sıyıracak, iradenin yönel­diği nesnelerden uzaklaştıracak ve çevremiz­deki varlıklar, istek ve umutları­mıza değer şeyler olmaktan çıkarak hiçbir menfaat duygusuna yer verilmeden düşünülebilen nesneler halinde görülecek olursa; o zaman isteklerin peşinden giderek gerçekleş­tirmeye çalıştığımız ve hiçbir zaman ulaşa­madığımız iç rahatlığı boy gösterir ve huzur duygusunu bütün dolgunluğuyla yaşarız. Epikuros’un, iyiliklerin en iyisi ve tanrıların bahtlılığı olarak gördüğü şey, işte bu acılar­dan kurtulma haliydi. Gerçekten de, böyle bir durumda, bir an için de olsa, iradenin ağır baskısından kurtulmuş, isteğin zorbalığından sıyrılmış oluruz; İksion’un çıkrığı durur o za­man... Gün batımının, bir saray penceresin­den ya da bir hapishane parmaklığı ardın­dan görülmesinin önemi kalmaz.
Katışıksız düşüncenin, istek üzerindeki egemenliği; bu iç bağdaşıklık, her yerde ger­çekleşebilir. Küçük nesneleri, bunca nesnel­likle görebilen ve böylece düşüncelerinin ne kadar bağımsız olduğunu açıkça ortaya ko­yan o eşsiz Hollandalı ressamları düşünelim. Bu resimlere bakan bir kimse, duygulanma­dan edemez. Bu önemsiz nesneleri, bunca dikkatle canlandırabilmesi için, sanatçının ruhça ne kadar dingin ve yatışmış bir halde bulunması gerektiğini düşünmekten alamaz kendini. Üstelik, kendisine dönünce, günlük hayatının endişeleri ve istekleri yüzünden karmakarışık ve anlaşılmaz hale gelen duy­guları ile bu dinginliğe erişmiş ressamların ruh hali arasında ne büyük bir fark olduğu­nu daha iyi görür.
Nesnelerin çekiciliği, bize dokunmadıkla­rı ölçüdedir. Hayat hiçbir zaman güzel değil­dir; güzel olan, hayat üzerine yapılmış be­timlemelerdir sadece. Özellikle, şiirin ışığı bu görünüşleri aydınlatıp ışıttığı zaman ve ya­şamanın ne olduğunu bilmediğimiz gençlik yıllarında kavrarız bunu.
Kaçamak esini yakalamak ve onu mısralara dökerek tenleştirmek, lirik şiirin işi­dir. Lirik şairin dile getirdiği şey, insanlığın en iç varlığıdır. Geçip gitmiş milyonlarca ku­şağın ve gelecek kuşakların, belli koşullar içinde her zaman duydukları ve duyacakları şeyleri dile getirmek ve onlara, aslına uygun canlı bir anlatım kazandırmak şiirle kabildir.
Şair, evrensel insandır: bir insanın yüreğini kabartan bütün duygular, insan doğasının her koşul içinde duyduğu ve ortaya koyabil­diği bütün şeyler, ölümlü bir insanoğlunun gönlünde yer etmiş olan ve oluşup duran bü­tün izlenimler, onun kendi öz alanıdır. Bun­dan ötürü şair, şehveti de, mistik duyuşu da anlatabilir. Angelus Silesius ya da Anacreon (Yunan lirik şairi) alabilir; trajediler ya da komediler yazabilir. Yatkınlığına ya da ruhsal durumuna göre, soylu ya da bayağı duyguları dile getirebilir. Soylu, yüce, ahlaktan yana, dindar, Hıristi­yan olmasını; kısacası şu ya da bu olmasını ona kimse söyleyemez. Çünkü şair, insanlı­ğın aynasıdır ve insanlığın ne duyduğunu, aslına uygun bir biçimde insanlığa gösterir.
Trajedinin eğilimi ve son amacı, bizi; ra­zı olmaya yöneltmek, yaşama iradesini olumsuzlayacak hale getirmek olduğu halde, ko­medi, bunun tam tersine, yaşamaya yöneltir ve yüreklendirir bizi. Gerçi komedinin de, bü­tün öteki hayat betimlenimleri (tasvirî) gibi, gözleri­mizin önüne bir yığın acıyı ve iğrençliği ser­diği doğrudur. Ama komedi, bütün bunları geçici kötülükler gibi gösterir bize. Sonunda, hepsinin, neşe ile biten şeyler olduğunu, her zaman yengi kazanan umutlar gibi görülme­leri gerektiğini anlatır. Bundan başka, haya­tın sayısız terslikleri arasından sadece gülünebilecek ve neşelenmeye yol açacak yanları seçer. Böylece, koşullar ne olursa olsun, se­vincimizi ve iyimserliğimizi sağlamak ister. Bütün olarak ele alındığı zaman, hayatın çok iyi olduğunu ve her şeyden önce, eğlenilecek garip bir yanı bulunduğunu ileri sürer. Ne var ki, daha sonra neler olup bittiğini görmememiz için, mutlu ve sevinçli bir olayla per­deyi kapamak gerekir. Oysa trajedi, artık başka bir olayın ortaya çıkamayacağı biçim­de sona erer.
Müzik, hiçbir zaman fenomeni (görü­nüşleri) dile getirmez. Müziğin dile getirdiği şey, bütün fenomenlerin iç özü ve kendinde varlığıdır; yani iradenin ta kendisidir.
Bundan ötürü, müziğin belli bir neşeyi, şu ya da bu hüznü, şu ya da bu tutkuyu, iç rahatlığını dile getirdiği söylenmez. Müzikte dile gelen şey, her çeşit dürtünün ve koşulun dışındaki genel ve soyut özdür. Ve müzikte, bu soyut özü, kolaylıkla ve eksiksiz bir biçim­de kavrarız.
Melodinin yaratılması, insan duyarlığı­nın ve iradesinin en derin sırlarının keşfedil­mesi, dâhinin gerçekleştirdiği temel iştir. De­hanın çalışması, burada her yerdekinden da­ha bağımsız, daha kendiliğinden, daha bilinç­sizdir. Burada gerçek bir esin (ilham-yaratıcı düşünce) söz konusudur. Olumlu ve soyut şeylerin önceden edinilmiş bilgisi, yani fikir, sanatın her alanında oldu­ğu gibi, müzikte de yetersizdir. Çünkü müzikçinin dile getirdiği şey, dünyanın en iç özü ve en derin bilgeliktir. Müzik bunları kendisi­nin de kavrayamadığı bir dille anlatır. Bu ba­kımdan, uyandığı zaman hakkında hiçbir şey bilmediği nesneler üzerine sorulanlara şaşır­tıcı cevaplar veren bir uyurgezere benzer.
Müziğin özü üzerinde uzun zaman dü­şündükten sonra, artık, bu sanattan zevk duymanın en tatlı bir haz olduğunu söyleye­bilir ve bu hazzı tatmanızı öğütleyebilirim, size. İnsan ruhunu daha dolaysız ve daha de­rin biçimde etkileyen bir başka sanat yok­tur. Çünkü hiçbir sanat, dünyanın gerçek özünü, müzik gibi dolaysız ve derin bir biçim­de dile getiremez. Güzel ve yüce melodiler duymak, ruhu yıkamak gibidir; insanı bütün pisliklerden, bütün zavallılıklardan ve baya­ğılıklardan arıtır.
Kaynak:
Schopenhauer’ın Felsefesi Ve Aşkın Metafiziği, trc: Selâhattin Hilâv, Yazko, 1983, İstanbul, sh:101-105

JOHANNES SCHEFFLER (Angelus Silesius) (1624-1677)

Alman şair ve filozof. 1653'te katolikliği kabul etti. Yazınsal biçimiyle dikkati çeken ve duyguları yücelten mistik şiirler yazdı. Bir yandan da katolikliği savunmak için Lütercilerle sert bir tartışmaya girdi. Breslau asıllı, Johannes Scheffler (Angelus Silesius) (1624-1677), doğum yeri olan Silezya’ya dönmeden önce Avrupa’nın birçok üniversitesine devam etti. Luther yanlısı Scheffler, katolikliği kabul ettikten sonra yayınladığı Kerubin’lu Gezginci isimli eserinin iki mısralık şiirleri içinde mistik tecrübesini ifade eder.
“Mesih bin defa Beytlehem’de doğsaydı bile, sende doğmamış olsaydı Ebediyen mahvolmuş olarak kalırdın.
Ne yazık! Biz insanlar, neden ormanın küçük kuşları gibi değiliz, Her birimiz sevinçle kendi havasını vererek hep birlikte çığlık atmıyoruz.
Gülün niçini yoktur, açtığı için açar, Kendine dikkat etmez, onu görüp görmediklerini sormaz. Eğer Cennet daha önce sende değilse, İnan bana, hiçbir zaman oraya giremezsin.
Ey soylu ruh, kopart bağlarını, bırakma kendini böyle zincire vurulmuş olarak, Tüm azizlerden daha ihtişamla Allah’ı bulabilirsin. Çiçek aç, ey donmuş Hristiyan, Mayıs ayı kapındadır, Ebediyen ölmüş olacaksın, eğer burada ve şimdi çiçek açmazsan.
(Angelus Silesius, Kerubin’li Gezginci, çev. Henri Plard, Aubier, 1946).
"Biliyorum ki ben olmadan, tanrı bir an bile yaşayamaz. eğer ki ben yok olursam, o da tinini çaresizlikten ötürü ortadan kaldırmak zorunda kalır."
er ist mein mittelpunkt, wenn ich ihn in mich schließe, mein umkreis dann, wenn ich aus lieb in ihn zerfließe
“Kendime kapadığımda onu, merkezim; aşktan eridiğimdeyse içinde, çemberimdir.”
****
"Ben tanrı gibiyim ve tanrı benim gibi ben tanrı kadar uluyum ve o benim kadar ufak o benden daha üstün değil ve ben de ondan aşağı değilim" [Ben de tanrı kadar büyüğüm, o da benim kadar küçüktür"]

*****
'Ben o bildiğim şey değilim, ben de bilmiyorum neyim? bir nesne mi, hayır o değil, bir noktacığım ve daireyim.'' (angelus silesius, kerubin'li gezginci, çev. henri plard, aubier, 1946)
Kaynak: http://www.estanbul.com/johannes-scheffler-angelus-silesius-244495.html


İnsanların çoğunun hayatı öylesine se­fil, öylesine önemsizdir ki, öldükleri zaman herhangi bir şey kaybettikleri söylenemez. Bu çeşit kimselerde, değerli bir nitelik taşıyan biricik yan, yani insanlığın genel özellikleri ise, onlar ölseler bile, öteki insanlarda var ol­maya devam eder. Devamlılık, bireylerin de­ğil, insanlığın bir özelliğidir. İnsana sonsuz hayat verilmiş olsaydı, durmadan yaşayacağı için, en sonunda karakterinin değişmezliği ve zekâsının dar sınırlarından ötürü, öyle bir yeknesaklık duygusuna kapılacak ve öyle tiksinecekti ki, sonunda hiçliği tercih etmek zorunda kalacaktı. Bireyin ruh ölümsüzlüğünü istemek, bir yanılgıyı sonsuz olarak tekrarla­mayı istemekle birdir. Çünkü aslında her bi­rey, özel bir yanılgı, zavallı bir şey ve var ol­maması gereken bir varlıktır. Ve hayatın ger­çek amacı, bizi bundan kurtarmaktır. Bunu açıkça gösteren şey, birçok insanın, hatta bütün insanların, hayal ettikleri bir dünyada olsalar bile, mutluluğa ulaşamayacak bir bi­çimde yaratılmış olmasıdır. Hayal ettikleri bu dünya, düşkünlük ve acıdan sıyrılmış olsa, can sıkıntısının avucuna düşecekler ve can sıkıntısından kaçabildikleri ölçüde de düşkün­lüğe, acılara, sıkıntılara, yeniden yönelecek­lerdir. Demek ki, insanı daha iyi bir duruma ulaştırmak için, onu daha iyi bir dünyanın içine yerleştirmek yetmez; asıl yapılması ge­reken iş, onu tepeden tırnağa değiştirmek ve o ana kadar ne ise, artık öyle olmamasını ve ne değilse o olmasını sağlamaktır.
Bütün hayat etkinliklerinin sona erme­si, bu etkinliği sürdüren gücün bir yük altın­dan kurtuluşu gibi görünüyor. Ölülerin yüz­lerinde görülen o yumuşak durulmuşluk, bel­ki de bunu dile getirmektedir.
Köpeğinize bakın: ne kadar uysal, ne ka­dar uslu değil mi?
Bu köpek, yeryüzüne ge­lene kadar, binlerce köpeğin ölüp gitmesi ge­rekti. Ama bu binlerce köpeğin ölümü, köpek İdea’sına hiç dokunmadı bile. Bu İdea, onla­rın ölümleri ile kararmadı. Köpeğinizin, san­ki bugün dünyaya gelmiş gibi canlı ve diri olması ve hiçbir zaman ölüp gitmeyecek gibi görünmesi bundan ötürüdür. Onun gözlerin­de, varlığında taşıdığı ölümsüz ilke yani archeus pırıldamaktadır.
Peki, binlerce yıl içinde ölüm neyi orta­dan kaldırdı?
Ölüm köpeği ortadan kaldır­madı. Çünkü köpek, işte şurada gözlerinizin önünde ve kılına bile dokunulmamış halde duruyor. Ölümün yok ettiği şey, bilincimizin güçsüzlüğünün, ancak zaman içinde algıla­yabildiği biçimi ve gölgesidir onun.
Hayatın kısa rüyasına karşılık sınırsız zamanın gecesi ne kadar uzun!
Kaynak:
Schopenhauer’ın Felsefesi Ve Aşkın Metafiziği, trc: Selâhattin Hilâv, Yazko, 1983, İstanbul, sh:99-100

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar