ŞEYHU’L-İŞRÂK ŞİHABUDDÎN SÜHREVERDÎ MAKTÛL
“Ebedî olarak ruhlar sizi özlerler;
Ve sizin kavuşmanız onların rahat ve mutluluğudur.”
“Sizden sevgi ehlinin kalpleri size arzu duyar;
Sizin kavuşmanızın lezzetine sevinir.”
“Vah aşıklara rahmete! Yüklendiler,
Heves ve sevginin örtüsünü, kendini rüsva edenler.”
“Eğer sırrı ifşa ederlerse, onların kanları akıtılır.
Çünkü aynı şekilde ifşacıların kanları akıtılır.”
“Ey dostlarım, sizin ifsad ettiğiniz kimseye,
Cefalarınız sebebiyle; visalden başka iyileşme yok
artık.”
“Karşılaşmanızla miskinlerinize cömertlik ediniz!
Sizin karşılaşmanız vaktinde dökülenler rahatlık ve
huzur verir.”
“Onlar gizleyip sustukları zaman, onlardan
bahsederler,
Kan akıtan sefih kimseler, altın basanların yanında..”
“Onların aleyhinde düşmanlık için şahidler ortaya
çıktı.
Halbuki o şahidlerin içinde onların işinin müşkiline
açıklama vardır.”
“Sizin için kanatlarını yerlere serdi. Halbuki onların
üzerine, Kanatlarını yere sermekte kullanmak için hiç zorluk ve günah yoktur.”
“Sizin Ona kavuşmanıza arzu ve iştiyaki vardır,
Onun yaptıklarına sizin razı olmanıza tamahı olarak.”
“Ruhlar da Onun melekutuna arzu duyar;
Ve rahatlık vermediği halde, Ondan başkasıyla
karşılaşmaya.. ”
“İşte sanki onların cisimleri ve kalbleri,
Onun ışığında çıra ve kandil gibidirler.”
“Bu canlıların hepsi karanlıktırlar; ancak,
Muhabbet ehli olanlar karanlıkta sabah gibidirler.”
“Onların içinde, kim o vakitte anmakla ifşa ederse,
Onun kanı helaldir, kılıçlara mübahtır o.”
“Kavuşmanın nuruyla gecenin zifiri karanlığından
dönünüz.
Çünkü ayrılık gece, kavuşmak sabahtır.”
“O, onları saflaştırdı ve onlar da onun için sıra sıra
dizildiler. Çünkü, Onların kalblerinin nurunda kandil ve çıra vardır.”
“Faydalanınız; vakit, sizin için hoş ve güzel
olmuştur,
Şarab durulup berraklaşmış, kadehler de incelip devran
etmiş olarak.”
“Sarhoşluktan yalpalıyor, diyar diyar dolaşan ceylan
olarak,
Ve şarab ve meyva onun yolunda olduğu halde..”
“Yine Onun gelişinde leziz petekteki bal olduğu
halde.. Ve Ortaya çıkmış olarak, en güzel yakutlardan yapılmış kadehler..”
“Aşıklara hiçbir günah yoktur, şayet heves onlara
galip olsa,
Onların gizleyip susmalarına.. Bu aşkı artırır ve
onlar mutlu olurlar.”
“Onlar nefislerine cömert davrandılar; ona cimrilik
etmediler,
Cömert davrananın karlı ve kazançlı olduğunu
bildikleri için..”
“Hakîkatlerin davetçisi onları öyle bir davetle davet
etti ki,
Onlar o hakîkatlerle aşina olarak sabahladılar ve
rahatladılar.”
“Vefanın yolları üzerine bineklerine binip yürüdüler.
İşte gözyaşları, Bir deniz; arzularının şiddeti, gemiyi sürükleyip götüren bir
rüzgar..”
“Allah’a and olsun! Onlar Onun kapısında durmak
istemediler;
Tâki, onlara anahtar verilmiş olarak davet edilinceye
dek..”
“Onlar sevgililerini anmaksızın coşup kendilerinden
geçmezler,
Ebedî olarak.. Çünkü onların bütün zamanları ferah ve
huzurdur.”
“Ey dostum! Sevene kınanma olmaz,
Şayet kavuşmanın ufkunda sabah aydınlanırsa..”
“Onlar, zatlarının şahidleri kaybolmuş olduğu halde
hazır oldular, Akabinde Onu gördükleri için perdeleri yırttılar ve çığlık
attılar.”
“O da onları kendilerinden yok etti, onlar için
açılmış olduğu halde, Bâkîliğin perdeleri.. Böylelikle ruhlar yok olup gözden
kayboldular.”
“Onlar, kendilerinin benzeri olmasalar da taklit edip
benzeştiler. Çünkü şereflilere benzemeye çalışıp taklit etmek kurtuluştur.”
“Kalk, ey içki arkadaşı, şaraba! Ona gizlice seslen,
Kendi kabında..! Kadehler dönüp devran etmiş olduğu
halde.”
“İkramın şerefinden biri de, millete küple vermektir.
Toprağı sürenin ayağını basıp ezdiği hiçbir şarap
yoktur.”
“O, kadîm aşkın şarabıdır; ve son hedefidir
Kadeh arkadaşının maksadının.. Artık, ne güzeldir, bu
rahat!”
“O, ilk kez, ebedî kalınan yerde Adem’i şarhoş
etmişti.
Halbuki Onun üzerinde hil’at ve şal vardı, o
şarabtan..”
“Yine aynı şekilde Nûh’u da gemide sarhoş etmişti o.
Onun da bu yüzden çığlık ve feryadı vardır.”
AÇIKLAMA
“Ebeden Tehunnu İleykumu’l-Ervâhu” matlaıyla başlayan hâ (ﺡ)
revîli bu kasidesinde Sühreverdî, hakîkat ve o hakîkate ulaşmayı, kendisinin
yaşadığı tecrübeleri, zevk ve heyecanla, iştiyak ve arzu uyandıracak bir tarzda
dile getirmektedir.
Sühreverdî’nin en meşhur kasidesi olan bu kasidede
Şeyhu’l-İşrâk, felsefesini sanki özetlemiş, nesir eserlerinde anlattığı yolun
heyecanını müteellih olmaya talib olana tattırmaya çalışmıştır. Bunu yaparken,
belki de risalelerinde görülenden daha fazla sembolik ifadeler kullanmış, mecâz
ve istiârelere yer vermiştir. Nazmın bir gereği ve güzelliği olarak mana ve
lafızda değişik edebî sanatlar kullanmıştır.
Kasidedeki temel konu, ilahi aşk, onun sarhoşluğu ve
şarabının bütün aleme yayılmış oluşudur. Genel olarak bakıldığında Sühreverdî, sanki
ilahi aşk şarabını felsefesinin temeli olan nurun yerinde kullanmış ve onun
vücûdun kendisi olduğunu; onu içenin varlığa geldiğini haber vermiştir. Bu kasidede nuru ilahi aşk şarabıyla özdeşleştirmiş
veya diğer bir ifade ile eserlerindeki saf nuru bu kasidede saf sevgi olarak
ifade etmiştir, denilebilir. Ona göre, kimileri burada bahsettiği saf sevginin
aşk şarabıyla sarhoşluktadır, kimileri de sarhoş olduğunun farkında.. Sarhoşluk
ve ayık olma hali, sanki ariye olarak vücûda gelmek ve kendisinden sonrakilerde
vahdet-i vücûd olarak sistemleşecek olan aslında fenada olma haliyle
açıklanabilir. Çünkü Sühreverdî, sarhoşluğunun farkında olanlara da bu sırrı
saklamaları ve ifşa etmemeleri gerektiğini söylemektedir.
Bu temel konunun ilerlemesi ve gelişmesindeki ahenk
de, kasidede açıktır. İbarede lafızlar ve lafızların oluşturduğu şiirsel ahenk
görülmektedir. Bu ahenk içinde ruhi bir sevginin infialleri, acıları,
acılarındaki hazları; Sühreverdî’nin vicdanî olarak kendi tecrübelerinde
hissettiklerini okuyucusuna tat veren bir musiki ve birbirine bağlı tecrübelerin
oluşturduğu bir senfoni şeklinde serdedilmektedir. Nihayet kaside, bu sevginin
zirvesinde, kendi tecrübelerine davetle ve yaşadıklarının yüceliğini ortaya
koyan misallerle son bulmaktadır.
Şiirin konusundaki birlik, aslında nura davetten
başlayarak okuyucusunun şuurunu bir halden başka yüksek bir hale, bir konudan
diğer bir konuya sevkederek oluşur. Bu akış içindeki şiirle Sühreverdî, çağdaşı
olduğu diğer şarab ve aşk şairlerinden ayrılır. Çünkü o, bu kasidesinde, aşk ve
şarabını sembolik anlamlarıyla nurun ve inikas eden şuaları yerinde hakîkate
ulaşmayı göstermek için vasıta olarak kullanmış ve okuyucusunu buna davet
etmiştir. Dolayısıyla kasidenin şiirsel şekli, manalarında anlatılan
tecrübelerin birbirini takip etmesi gibi, ahenk ve musiki olarak da son derece
yüksektir. Şeklindeki üslubun muhteşemliğinin yanında, Sühreverdî’nin duygu ve
düşüncelerini tasviri de tesirli bir anlatım içerir.
Nurun kavuşmayı özlemesi ve arzu duymasının yanında,
aşıkların kendilerini rüsva etmeleri, aşkını ifşa edenlerin kanının
akıtılması.. Ancak bu dökülen kanların huzur ve rahatlık verişi..
İşte buradan itibaren sanki Hallac’ı ve onu
öldürenleri kıyaslamaktadır. Öldürenlerin şahidleri olan Hallac’ın dostları, meselenin çözümüdürler
aslında, Sühreverdî’ye göre.. O kanı akıtılan, saf nurla aynı olunca; onun,
yani kanı akıtılanın, kendisine şahidlik edenlerin kavuşmasına arzusu ortaya
çıkar. Çünkü dostları O’nun nurunun yanında çıra ve kandiller gibidirler
artık..
Aydınlık ve karanlık, sabah ve gece; tıpkı kavuşmak ve
ayrılıktır. Bunu böyle bilip anladıktan sonra faydalanmaya ve vakti
değerlendirmeye yönelmek lazımdır. Artık Sühreverdî, aşk ve muhabbetten şarab
ve kadeh tasvirine döner. Şarab, yani önceki tasvirindeki nur; kadehler, yani
cisim ve kalbler ortalıkta dolaşırken dolmak için beklemektedir;
berraklaşmıştır.
Buradan itibaren Sühreverdî, her bir şatırda kendi
tecrübelerini aktararak aşkın elem ve ızdırabını, o ızdırabın lezzetini
aktarmaya başlar. Bu, davet edilinceye kadar sürer. Artık davetten sonra
perdeler ortadan kalkar ve hayretle, haşyetle bağırırlar. Saf nura kavuşup
zulmetten kurtulunca ya da onun kasidedeki ifadesiyle aşkta fani olup, sonra
aşk olarak baki olunca, ruhların gözden kaybolmasıyla, kesret yok olur.
îşte bütün bunları sağlayan aşk şarabı, eserlerindeki
ifadesiyle nur, en son maksaddır. Buraya vasıl olunca huzur hasıl olur.
İnsanlığın iki babası Adem ve Nuh da bu huzurun sarhoşluğuyla feryad
etmişlerdi.
Bânet Suâd Kasidesi, İslam dünyasında geniş bir
alakaya ulaşmış, bir çok şerh ve taliki yapılmıştır. Dinî ve edebî çevrelerde
şöhreti o kadar artmıştır ki, şairler onunla muarazaya, taştîr ve tahmîse
gayret etmişlerdir.[1] Ka’b b. Züheyr’in (ö. 26/645 ) bu
kasidesine hürmet ve hizmeti müslümanlar kutsal bir miras olarak
kabullenmişlerdir. Ebü Câfer Bîrî Endülüsî, kendi üstadlarından şöyle
nakletmektedir:
[Zeki Mübârek, el-Medâihu’n-Nebeviyye, Matbaatu Mustafâ Bâbî Halebî ve
Evlâduhü, Mısır 1935, s. 26.]
Reşîduddîn Ebu’l-Hasen Yahya b. Ali Makdisî de,
Endülüsî’nin anlattığına benzer başka bir rivayet nakletmektedir: “Bağdat’ta
Şeyh Abdulkadir Cîlî kuddise sırruh’un yanındaydı Her gece zikrin akabinde
Bânet Suâdu kasidesini inşâd ediyor, sonra bununla vecde giriyordu.
Ben de, hayatım boyunca zikrin akabinde onu
terketmemeye yemin etti’ İşte o mübarek kaside, Şeyh İmam Kutbu’l-Evliya
Şihabuddîn Sühreverdî kuddise sırruhu’l-azîz ve Şeyh Mardînî rahimehullahu
Teâlâ rahmeten vâsiaten’in iki tahmîsiyle birlikte şudur: (Buradan itibaren
tahmis başlamaktadır.)’ “[2]
Ka’b, zeki, karşısında muaraza yapılamayan bir şairdi.
Kardeşi Büceyr müslüman olmuş ve Mekke’nin fethine katılmıştı. Ka’b, kardeşine
İslam’dan dönmesini emreden bir mektup gönderdi. Bu mektup Hazreti Peygamber
sallallâhü aleyhi ve selleme ulaşınca, onun öldürülmesini emretti. Büceyr,
haberi kardeşine ulaştırdı ve müslüman olmasını önerdi. Ka’b, Rasulullah’a
geldi. Önce Hazreti Ebû Bekr’e uğradı. Mescidde, Hazreti Peygamber sabah
namazını bitirip selam verince, Ka’b sarığıyla yüzü örtülmüş olarak getirildi.
“Ya Rasulallah, işte bu, İslam üzere sana biat etmeye
gelmiş bir adamdır,” diyen Ka’b’a, Hazreti Peygamber elini
uzattınca, O da yüzünden örtüyü kaldırdı ve “Bu yer, sana sığınanın yeridir, ya Rasulallah, Ben Ka’b b. Züheyr’im!” dedi. Ensar hücum ettiler ve önceden Rasulullah’a
söylediği sözlerden dolayı ağır sözler söylediler. Muhacirler ise, Müslüman
olmasına ve Peygamber’in ona eminlik vermesine sevindiler. Ka’b, işte bu
kasideyi o esnada söyledi:[3]
Ka’b b. Züheyr kasidesini tesbîb de denilen nesîb;
Rasulullah’ın medhi ve muhacirlerin medhi olmak üzere üç kısım olarak
söylemiştir. Kasidenin nesîb kısmı yukarıda zikrettiğimiz birinci beyitten
başlayıp otuzsekizinci beyt olan
“Her kadının oğlu, sağlık ve selameti ne kadar
uzasa da, bir gün o eğri tahta üzerinde taşınacaktır,” beytine
kadar devam eder.
Medh kısmının ilk bölümü olan Rasulullah’a medh ise,
“Rasulullah’ın kanımın akıtılmasını emrettiği bana haber verildi. Hal
böyleyken Rasulullah’ın huzurunda ise, af ve müsamaha umulur,” denilen otuzdokuzuncu beytten,
“Şüphesiz Rasulullah, nuruyla aydınlanılan,
Allah’ın keskin kılıçlarından, sıyrılmış bir kılıçtır,” dediği
ellibirinci beyte kadar; muhacirlerin medhi ise,
“Kureyşten
asalet ve şerefiyle tanınmış bir topluluk içindeki sözcüleri, Mekke vadisinde
müslüman oldukları vakit, ‘hicret edin!’ dedi,” beyti olan
elliikinci beytle başlayıp, kasidenin son beytine kadardır:
Bânet Suâdu Kasidesine muaraza ve taştir yapanlar olduğu gibi tahmîs
yapanlar da vardır. Şeyhu’l-İşrâk Sühreverdî de, tahmîs yapanlardan biridir.
Sühreverdî’nin tahmîsi günümüzde halen yazma halindedir. Bu yazmalardan ikisi
Tübingen ve Gotha kütüphanelerinde, diğer ikisi de Paris kütüphanesinde bulunmaktadır.[4] Bizim ulaşabildiğimiz
Tübingen 137/5 numarada kayıtlı yazma nüshadaki tahmîsin birçok risalelerden
oluşan bir mecmuanın içinde birlikte istinsah edilmiş olduğunu görüyoruz.
Tahmîsin başladığı kısmın ilk varağı bulunmadığı gibi, sonunda da ferağ kaydına
rastlanmadığı için kimin istinsahı olduğunu ve hangi amaçla Fahruddîn Irâkî ve
Şihâbuddîn Sühreverdî Maktûl’un tahmislerinin birleştirildiğini tesbit
edemedik. Çünkü eser, Makdisî’nin, Şeyh Abdulkadir Cîlî’den kasidenin şerefi ve
kıymetine dair bir ön açıklamayı ihtiva eden mukaddimeyle beraber Şihabuddîn
Sühreverdî ve Şeyhu’l-Maktûl’un muasırı Şeyh Fahruddîn Irâkî’nin tahmîslerini
birleştirerek Bânet Suâdu’nun bir rivayetini vermektedir. İfade edilen sıraya
uyarak iki tahmîsin oluşturduğu, kaside beytinden önce zikredilen altı mısranın
ilk üçünün Sühreverdî’ye, ikinci üç mısraının Irâkî’ye ait olduğunu
düşünüyoruz. Bu nedenle önce tahmîsin ne olduğunu açıklamak gerekmektedir.
Çünkü bu birleştirme istinsah edilen nüshadan ibaret olsa bile, şekil olarak tahmisin
bozulmasına sebep olmaktadır. Her iki şairin tahmisinin ayrı ayrı Banet
Suadu’yla birleştirilerek değerlendirilmesinin neticesi, ikisinin de müstakil
birer tahmis olduğudur.
Aslında Arap şiirinde, eskiden “müsemmat”
denilen bir tür vardır. Müsemmat, şairin musarra’( iki kafiyeli) bir beytle
başlayıp, sonra musarra’ beytin kafiyesinin dışında dört kısım daha getirmesi,
daha sonra başladığı kafiye cinsinden bir kısmı tekrarlamasıdır. Bu kasidenin
sonuna kadar böyle devam eder. Tasmîtte tekrarlanan, kasidenin adını aldığı
kafiye, amûdu’l-kasîde (kasidenin direkleri) diye adlandırılır.[5]
Tasmîtte, bu muhammes
türü şart değildir. Çünkü, tahmîs kasidenin matlaında aynı kafiye üzere
beş beyit getirme, sonra dört kasîme (benzer beyit) getirip, onları amûdu’l-kasîdenin
bulunduğu beyte tabi etmeleridir. Sonraki belağat alimleri ve edebiyatçılar
tahmîsi beş cüz olana tahsis etmişlerdir.[6]
Buna göre kasidenin matlaında her iki mısrayla kafiyeli üç mısra, daha sonraki
beyitlerde ise, ilk mısrayla kafiyeli üç mısrayı beyitten önce zikrederek beş
mısraya çıkarmaya tahmîs denilir.
Sühreverdî de, Bânet Suâdu’ya tahmisinde matla’da
beytin her iki mısraı ile kafiyeli olarak, diğerlerinde yalnız beytin birinci
mısraı ile aynı kafiyede olmak üzere üç mısra ilave ederek inşâd etmiştir.
Elimizdeki nüshada iki tahmîs birleştirilerek yazılmış olmasına rağmen
Sühreverdî’nin tahmîsinin Irâkî’nin tahmîsinden önce zikredilmiş olduğunu
düşünüyoruz.
İşte Mûnîl al-is ’âf wa-l-is ’âdfî tahmîs Bânet
Su ’âd adlı tahmîsinin birinci beyti olan matla’da şöyle söylemektedir:
“Yağmurun
akışı, vecd ve hastalık kendisinde birlikte bulunan Necd’edir. Şevkin esiri
olanın şifa verecek olan sudan ayrılığı makuldür. Küçük çukurun ortasının
üstündeki kanal (su yolu), sağnak yağmurla solmuştur. Suad benden uzaklaştı.
Bugün kalbim hasta ve kırık.. Onun için de kurtulması imkansız, ayağı bağlı bir
esirdir.”[7]
**
“Beni ölmüş olarak görüp, hüzünlü olduğumu sandığından dolayı
bana ağlayan arkadaşlarıma şöyle söyleyin:”
“Beni ölü sanmayın! Allah’a and olsun, ölü olan ben değilim.”
“Ben bir serçeyim, bu da kafesimdir. Ondan uçtum, böylece o rehin
olarak yalnız kaldı.”
“Ben ise bugün dolmuş olarak kurtuluyorum ve burada apaçık
Allah’ı görüyorum.”
“Nefisleri cesedlerinden çıkartın, Hakk’ı Hakk olarak apaçık
görmeniz için..”
“Ölümün sarhoşluğu sizi yönetmesin. Çünkü o, sadece buradan
naklolunmaktan başka birşey değildir.”
“Bizdeki bütün ruhların unsuru bir tekdir. Ve yine aynı şekilde,
cisimler de amcalarımızın cisimleridir.”
“Ben kendimi sizden başkası olarak görmüyorum. İnancım odur ki,
sizler de ancak bensiniz.”
“İşte ne zaman bir hayır vuku bulsa bizim lehimizedir. Ne zaman
da bir şer vuku bulsa bizim yüzümüzdendir.”
“Bana merhamet ediniz, kendi nefislerinize merhamet edersiniz.
Biliniz ki, sizler bizim izimizdesiniz.”
“Kim beni görürse, kendisini kuvvetlendirsin. Dünya, ancak
yokluğun boynuzu üzerindedir.”
“Size benim sözümden bir cümle gerekir: Allah’ın selameti övgüdür
ve yüceltmedir.”
**
ŞEYHU’L-İŞRÂK’İN
BU KASİDEYİ ÖLDÜRÜLDÜĞÜ ZAMAN SÖYLEDİĞİ KASİDE
İbn Ebî
Useybia, Şeyhu’l-İşrâk’in bu kasideyi öldürüldüğü zaman söylediğini
kaydetmektedir [8].
“(Ey
tâlib olan!) Nimetleri kazan! Çünkü ömrün tükeniyor.
Dünyayı ganimet bil, çünkü dâimî değil!”
“Bir
lezzeti elde ettiğin zaman, onun için hazırlan!
Hatalı
ve çürümüş olan seni hevesinden alıkoymasın.”
“Ve
güzel koku verenle beraber olan parlak parıltıya ulaş!
Çünkü
senin dünyan ancak değişip duran tek bir gündür.”
“Senin
düşmanın yemyeşil bahçelerde sürekli içip durur,
Ve
sen, korkutulan seni engellediği zaman hiç pişman olmazsın!”
“Kaç
millet helak oldu, kaç yurt bomboş kaldı!
Kaç
mescid harap oldu ve kaç ömür de hatıra oldu!”
“Sizin
ezelî olarak bir şeriat getirmiş Nebî’niz vardır.
Ve
niceleri o şeriate rahmet okudular ve kulluk ettiler!”
**
Sühreverdî, Hallac’ın meâda (: yeniden dirilmeye)
işaret ettiği beyitleri:
“Beni öldürün, ey dostlarım! Çünkü benim
hayatım ölümümdedir.
Hayatım ölümümdedir, ölümüm de
hayatımda..”
**
“Heykel olan cisim, nur olan öz-can,
ihtiyaçsız ruh, yargılayıcı ve bilendir,
O! Ruhla rablerine döndü, heykel toprakta çürümüş olarak kaldı.”
**
“Ayrılma ve birleşme olmayan Allah’a
hamdolsun!
İşte bu bizim ayniyyet makamımızın
anlamıdır.”
**
‘Bana kalbimden teğanni ile seslendi, ben de
onun teğannisi gibi teğanni ettim;
Ve onların oldukları yerde biz olduk,
bizim olduğumuz yerde onlar oldular.’”
Kaynak: Rifat OKUDAN İşrak
Filozofu Sühreverdî Maktûl Ve Eserlerindeki Üslup Ve Belağat, T.C. Süleyman
Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim
Dalı, (Doktora Tezi) ,2001, Isparta
[1]Muâraza, vezin ve
kafiyesi uyan şiire denilirken, taştîr, daha önce
söylenmiş bir şiirin mısraına bir mısra ilave etmek, tahmîs de,
önceden söylenmiş bir manzumenin her beytini matla’da her iki mısraı ile,
diğerlerinde yalnız birinci mısraı ile aynı kafiyede olmak üzere beytin başına
üç mısra ilave ederek beş mısraya çıkarmaktır.
Tübingen 137/5,
varak. 34a; Sühreverdî’nin Bânet Suâd kasidesine tahmis olan Munîl al-is
’âf wa- l-is’âd fî tahmîs Bânet Su’âd adlı
eseri, bütün kaynakların ittifakıyla Şeyhu’l-Maktul Şihabuddîn Sühreverdî’ye
aittir. Ancak dört nüshası tesbit edilebilen eserin nüshaları Brockelman’a göre
Tübingen 137/5 ve
Gotha 2227 numaralarda, Ritter’e göre ayrıca Paris 1620 (f.60-65) ve 3248
(f.96-110) numaralarda kayıtlı nüshalardır: Brockelman, GAL. Supp., c. II, s.
783; Sezgin, GAS, c. II, s.
234; Vajda, Index General s. 504.
[3] İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b.
Müslim, eş-Şi’ru ve’ş-Şuarâ, Dâru
Îhyâi’l-Ulûm, V. Baskı, Beyrut 1994, s. 84.
[4] Eserin nüshaları Tübingen 137/5, Gotha
2227, Paris 1620 (f.60-65) ve 3248 (f.96-110) numaralarda kayıtlı yazmalardır: Brockelmann, GAL, c. II, s. 783; Sezgin, GAS, c. II, s. 234; Vajda, Index General s. 504.
[7] Kaynaklarda dört nüshasına işaret
edilen tahmisin kütüphanelerimizde hiçbir nüshasının bulunmaması ve ancak
içlerinden yalnız birine, Tübingen nüshasına ulaşabilmemiz, nüshalar arasındaki
farklılıkları, tahmis hakkında daha kesin ve ayrıntılı bilgilere ulaşmamıza
imkan vermemiştir. Bunun yanısıra, ulaşabildiğimiz Tübingen nüshasının
mikro-filminin, muhtemelen aslından kaynaklanan, büyük bölümünün solgun
oluşundan dolayı tarafımızdan okunamaması nedeniyle, hatadan sakınmak için
eseri tanıtmak amacıyla ilk beş mısrası nakledilmiştir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar