Print Friendly and PDF

SEYYİD ABDÜLKADİR BELHÎ HAZRETLERİ

Bunlarada Bakarsınız



Yenabiu-l Hikem (Hikmet Pınarları) başlıklı mes­nevisinde, şeceresinin İmâm Muhammed Takî yoluyla Hz Hüseyin'e ve oradan da Hz Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme se uzanmakta olduğunu açıklayan Seyyid Abdülkâdir Belhî (ya da bir başka ismiyle Gulâm-ı Kadir) 1839 yılında Afganistan'da Belh şehrine bağlı Kunduz'da doğmuştur. Babası Nakşi­bendîliğin bir kolu olan Müceddidîlik[1] meşâyihinden Sey­yid Süleymân Hüseynî'dir (vef. 16 Ağustos 1877). Kendisi de babasından aynı kolun icâzetini almıştır.
Seyyid Süleymân Afganistan'da zuhur edecek olan siyâsî çalkantıları sezerek 1848 yılında 300 kadar yakını ve bağımlısı ile Afganistan'dan hicret ederek, İran ve Irak tarîkiyle, 1859 yılında Konya'ya vâsıl olur. Dört yıl kadar Konya'da ikâmet ettikten sonra Konya'dan ayrılarak Bursa'ya gelirler.
Rivâyet olunur ki Konya'da bulunuyorlarken Seyyid Abdülkâdir Belhî âlem-i mânâda Hamzavî-Melâmî kutbu İbrâhim Bâbâ-i Velî'nin [2] (vef. H. 1264/M. 1848) vefatın­dan sonra yerine geçen Seyyid Bekir Reşad Efendi'yi[3] (vef. 12 Nisan 1875) görür. Bekir Reşad Efendi Abdül­kâdir Belhî'ye: "Kendisine mânevî eğitim vermekle görev­lendirilmiş olduğunu ve vakit kaybetmeden İstanbul'a gelmesi gerektiğini" söyler. Aynı rüyâ birkaç kere üstüste tekrarlanınca da Abdülkâdir Belhî durumu babasına açar ve Konya'dan Bursa tarîkiyle İstanbul'a hicret kararı bu hâdise üzerine alınır. Bursa'ya vardıklarında da güzel bir tevâfukla Seyyid Süleymân'a Sultân Abdülazîz'in İstan­bul'a dâveti erişir. Bunun üzerine bu topluluk muhtemelen 1864 yılında İstanbul'a yerleşir.
İstanbul'a vâsıl olduklarında Abdülkâdir Belhî baba­sıyla birlikte evini, adresini bilmedikleri Reşad Efendi'yi bulmak için yola düşerler. Abdülkâdir Belhî, kalbî muhabbetini rehber kabul ederek: "Ben Efendimi bulu­rum" diye Fâtih semtine yönelir. Seyyid Reşad Efendi'nin konağının önüne geldiklerinde ve Abdülkâdir Belhî de mânevî bir cezbe ile kapıya doğru yürüdüğünde kapı açılır ve Reşad Efendi baba ile oğulu Elest Bezmi'inden âşinâ, iki kadîm dost gibi karşılar.
Seyyid Abdülkâdir Belhî, Efendi'sinin mürebbi'liğinde geçen 11 yıl boyunca âleme Hamzavî-Melâmî neş'esiyle bakmayı öğrenir ve kendisinde tecellî etmekte olan Samedânî tavrın (yâni Rahmânî Emâneti'nden başka kim­seye ve hiçbir şeye ihtiyâç duymama hâlinin) hikmetini fehmeder. İşte bunun içindir ki babasının 1867 yılında şeyhliğine tâyin edilmiş olduğu ve onun vefatından sonra da kendi vefâtına kadar 46 yıl boyunca postnişîni olacağı Eyüp Nişancası'ndaki Murat Buhârî Dergâhı'ından yal­nızca bir kere, ve o da Eşref Ede Efendi'nin ricâsıyla, Üs­küdar'da Sandıkçı Dergâhı'ndaki bir zikre katılmak için dışarı çıkar. Ne kimsenin peşinden koşar ve ne de kimseye gider.
Buna mukabil zamanının ârifleri onun ilmine, hikme­tine, edebine ve hilmine duydukları hayranlıkla makamları ne olursa olsun rahle-i tedrisinden geçer ve Hamzavî-Melâmî neş'esinin insanı müstağni kılan ve âleme her ân zinde bir rahmânî idrâk ile bakmayı sağlayan tavrını benimserler. Bu zevât arasında Mevlevîliğin Çelebilik makamını temsil eden Abdülhalim Çelebi (vef. 1925), Yenikapı Mevlevîhânesi postnişînlerinden Mehmed Celâleddin Dede (vef. 1908) ile Abdülbâkıy Dede (vef. 1935), Galata Mevlevîhânesi postnişîni Ahmed Celâleddin Dede (vef. 1946), Bahâriye Mevlevîhânesi postnişîni Hüseyin Fahreddin Dede (vef. 1911) gibi mevlevî büyükleri ile Sütlüce Bektaşî Tekkesi şeyhi Münîr Baba ile Rumeli­hisarı Şehitlik Bektaşî Tekkesi şeyhi Nâfî Baba gibi Bektaşi büyükleri de vardır.
Üçüncü Devre Melâmîliği'nin kurucusu Seyyid Muhammed Nûr da birkaç defa geldiği İstanbul'da Seyyid Abdülkâdir Belhî'yi dergâhında ziyâret etmiş ve kendisine "Gavsiyyet Makâmı"na ya Hazret'in ya da kendisinin geç­mesini teklif etmiş. Hazret ise, Seyyid Muhammed Nûr'a, bu gibi konulardan müstağni olduğunu beyân etmekle ikti­fa etmiştir.
Sefîne-i Evliyâ yazarı Hüseyin Vassaf Bey bu eserin­de bizzât tanımak şerefine erişmiş olduğu Seyyid Abdülkâdir Belhî Hazretleri'nden bahsederken şöyle demektedir:
"... İrtihâlleri 15 Mart 1923 Perşembe günü saat 9 dadır. Kabr-i mubârekleri dergâh hazıresinde, pederlerinin yanındadır[4]. Onların da üzerilerine hiçbir şey yapılmamıştır. Vasiyetleri böyle imiş. Cenâzelerinde bulunmuşdum. Hz Hâlid'e getirdiler. Azîm bir kalabalık vardı. Rûhâniyet-i mahsûsaları herkesin kalbini lebrîz etmişti.
Hazret orta boylu, buğday renkli, mutavassıd beyaz sakallı, kara gözlü, güzel sözlü, pâk özlü idi. Hafif söylerdi. Tab'ı cemâle nâzır, rahîm ve şefkat­leri gâlib idi. Sevdiklerine "kuzum" tâbirini kulla­nırdı.
Dergâh-ı şerîfde Cuma günleri zikr-i şerîf cem'iyeti olurdu ve erbâb-ı muhabbet ile dolardı. Soh­betleri dâimâ ilmî ve irfânî idi. Şiirde neş’esi yüksek olup İdrîs-i Muhtefî Hazretleri mânen mazhar-ı feyz edip esrâr tevdî etmekle şiddet-i tesettür neş'esi uyandırmışlardı. Hâl-i hayatlarında bu zâtı kimse takdîr edememiştir.
Meşâyih-i rüsûm, dergâhlarına gelen şeyhle­rin tekkelerine giderlerdi. Adetleri böyle idi. Bir şeyh diğer şeyhlerin tekkesine gitmezse, o zât veliyy-i zaman olsa da kimse onun tekkesine git­mezdi. Abdülkâdir Efendi hiçbirine gitmediğinden, ona da kimse gelmezdi..."
Seyyid Abdülkâdir Belhî Hazretlerinin toplam 38.049 beyit tutan 7 eseri vardır:
1) Künûzü-l Arifiyn (5.437 beyt), 2) Yenâbiu-l Hikem (12.071 beyit), 3) Şems-i Rahşan (7.777 beyit), 4) Gülşen-i Esrâr (6.876 beyit), 5) Sünûhât-ı İlâhiyye ( 2.260 beyit) 6) Dîvan-ı Belhî (3.380 beyit), 7) Esrârü-t Tevhîd (232 beyit).
Türkçe, Farsça, Arapça ve Çağatayca dillerine hâkim olan hazretin Dîvân'ı Türkçe, Farsça ve Çağatayca şiirle­rini hâvidir. Tek basılı eseri, mevlevîyeden Selânik Vâlisi Mehmed Nâzım Paşa[5] tarafından tercüme edilmiş olan Esrârü-t Tevhîd'dir. Seyyid Abdülkâdir Belhî Hazretleri­nin torunu Neşen Hanım dedesinin, bildiğim kadarıyla, bütün eserlerini Türkçe'ye çevirmişse de bunlar henüz basılmamış olup meraklılarının elinde fotokopiler hâlinde dolaşmaktadır.

Kaynak: Ahmed Yüksel ÖZEMRE, Üsküdarın Üç Sırlısı, üçüncü Baskı Kubbealtı, İstanbul; 104-108
*************
Belh’de zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur. “Hâce” ta’bîri o havalîde sâdât ve eşrâf hakkında isti’mâl olunurmuş.
Hüseyniyyü’n-nesebdir :
Hz. Hüseyin, İmâm Zeynel’âbidîn, İmâm Muhammed el-Bâkır, Ca’fer es-Sâdık, Mûsâ el-Kâzım, Alî er-Rızâ, Muhammed-i Takî, Seyyid Mûsâ, Müberka’, Seyyid Ahmed, Seyyid Ahmed-i A’rec, Seyyid Tâlib, Seyyid Ubeydullâh, Seyyid Ubeydullâh el-Efdal, Seyyid Abdullâh, Seyyid Ahmed, Seyyid Muhammed, Şâh Hüseyin, Şâh Hasan, Seyyid Celâleddîn, Seyyid Kemâleddîn, Seyyid Burhâneddîn Kılıç, Eme binti Eylek pâdişâh-ı şehr-i Özkend min nesli Ebû Bekr es-Sıddîk, Seyyid Cemâleddîn, Seyyid Nâsıruddîn, Seyyid Gulâmeddîn, Seyyid Tursun, Seyyid Bâkî, Seyyid Muhammed-i Ma’rûf, Seyyid İbrâhîm, Seyyid Muhammed-i Ma’ruf el-müştehir bi-“Baba Hâce”, Seyyid İbrâhîm el-meşhûr bi-Hâce Gelân, Seyyid Süleymân. (Kaddesa’llâhu esrârahum)
Mahdûmları:
Seyyid Abdülkâdir-i Belhî, Eyüp’de Murâd el-Buhârî (Dergâhı) şeyhi.
Kerîmeleri :
Bibi Sâcide. İrtihâli: 1272/(1856), Urfa’da medfûnedir, Bibi, “Hânım” ma’nâsınadır.
Âbî Cân Bibi. İrtihâli: 1282/(1865), Urfa’da medfûnedir.

Haremleri:
Bibi Saîde. Rıhleti : 1311/(1893). Seyyid Abdülkâdir’in vâlidesi.
Bibi Seyyide. Rıhleti : 1284/(1867). Seyyid Burhâneddîn’in vâlidesi.

/226/ Silsile-i Tarîkatları:
Hz. Şâh-ı Nakşıbend, Alâeddîn-i Attâr, Ya’kûb-ı Çerhî, Hâce Ubeydullâh, Muhammed Zâhid, Şeyh Dervîş Muhammed, Hâcegî Semerkandî, Şeyh Muhammed el-Bâkî, İmâm Rabbânî Ahmed-i Fârûkî, Muhammed el-Ma’sûm, Şeyh Yûsufuddîn, Muhammed-i Bedvânî, Şemseddîn Habîbullâh Cân-ı Cânân, Şeyh Abdullâh-ı Dehlevî, Mevlevî Sâhib, Seyyid Muhammed-i Mirzâ, Seyyid Süleymân. (Kaddesa’llâhu esrârahum)
Tahsîlleri Bedâhşân’dadır. Belh’deki mezâlimin te’sîriyle, “Sünnet-i Rasûlu’llâh’dır.” diye hicrete karâr verip, üçyüz kadar etbâıyla Mâverâünnehir’den İran’a geçip, Meşhed-i Mukaddes tarîkıyla Irak’a gelmiş, atebât-ı âliyeyi ziyâretle Bağdâd’dan Konya’ya vâsıl olmuştur. Bu seyâhat on sene sürmüş; Konya’da dört sene kalıp, Hz. Şeyh-i Ekber’in hatt-ı destiyle muharrer nüsha-i asliyyeden Fütûhât-ı Mekkiyye’yi ba’de’l-istinsâh Bursa ve İstanbul’a revân olmuştur. Konya’da iken çelebiyânın mazhar-ı hürmeti olup, alâ-rivâyetin kendisine inâbe etmişlerdir.
İstanbul’a muvâsaletleri 1278/(1861-62) senesine müsâdifdir. Sultân Abdülazîz merhûm, müşârünileyh hakkında âsâr-ı ihtirâm gösterilmesini emretmiş, yevmî ikibinsekizyüz kuruş masraf tahsîsiyle berâber Hz. Şeyh için Matbah-ı Âmire’den yemek gönderirler imiş. Aksaray’da, Yûsuf Paşa’da Hâşim Ağa’nın konağı devletçe istîcâr olunup burada sâkin olmuşlardır. Birbuçuk sene kadar ikâmetten sonra Hicâz’a azîmete karâr verip yine devletçe masârıf-ı seferiyye ve levâzım-ı sâiresi ihzâr olunduğu sırada, Şeyh Murâd el-Buhârî Dergâhı meşîhatine ta’yîn olunması hasebiyle li-zarûretin te’hîr-i azîmete karâr vermişlerdir (1284/1867).
Emr-i ta’yîn şu sûretle vâkı’ olmuştur :
Şeyh Murâd Dergâhı şeyhi Feyzullâh Efendi merhûm fazla olarak Meclis-i Meşâyıh Reîsi idi. Meşâyıh-ı zamân, Seyyid Süleymân Efendi hazretlerinin uluvv-i kemâlâtını takdîr ederek, gerek meşîhati, gerek riyâseti kabûl etmesini ricâ etmişler. Onlar da meşîhati kabûl, riyâsetten istinkâf buyurmuşlardır.
Burada dokuz seneden fazla bir müddet icrâ-yı meşîhat edip, 1294 senesi şehr-i Şa'bânının altıncı (16 Ağustos 1877) Perşembe günü âzim-i dâr-ı karâr olmuşlardır.

Âsârı :
1. Yenâbîu’l-Meveddeh.
2. İ’câzu’l-Kur’ân.
3. Meşrekü’l-Ekvân (مشرك الاكوان).
4. Gıbtatü’l-Emân.
Arab, Fürs ve Çağatay lisânlarına bi-hakkın vâkıf olup, her üç lisânda kudret-i şi’riyyesi de yüksek idi. Âsârından Yenâbîu’l-Meveddeh matbû'dur.
/227/ Ulemâ-yı zamândan birçoğu müşârünileyhden tefsîr ve hadîs okumuşlardır. Âsârı manzûmdur. Dergâh-ı mezkûr hazîresinde medfûndur. Vasiyyetleri üzerine kabrine taş yaptırılmamıştır. Şöhretten fevka'l-âde müctenib, ehl-i dil bir zât-ı kerîmü’s-sıfât idi. (Kaddesa'llâhu sırrahu).
ŞEYH SEYYİD ABDÜLKÂDİR EFENDİ
1255/(1839) senesinde Belh’de kadem-zen-i âlem-i dünyâ olmuşlardır. Pederleri, müşârünileyh Seyyid Süleymân hazretleridir. Maskat-ı re’sleri, Belh civârında, “Kunduz” denilen mahaldeki hânkâhdır.
Dört yaşında iken pederleriyle hicret etmişlerdi. Demek ki, Belh’den pederlerinin hareketi 1259/(1843) senesine müsâdiftir. Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî dahi dört yaşında iken Belh’den pederleri maiyyetinde hicret ettiği gibi, kendilerinin de aynı sinde hicret etmelerini, Mevlânâ-yı müşârünileyhe nisbet-i ma’neviyye eseri addetmişlerdir. Hattâ atîde yazacağım vechle, kırkbin beyitten ibâret Yenâbîu’l-Hikem ve Gül-şen-i Esrâr bu nisbet mahsûlü olarak yazılmıştır.
İstanbul’a geldiklerinde pederlerinden tahsîl-i kemâlât edip mâddî, ma’nevî mazhar-ı feyz olmuşlardır. Büyük pederleri, müşârünileyhe “Gulâm-ı Kâdir” tesmiye etmişlerse de, İstanbul’a hicrette buranın şivesine göre, “Abdülkâdir” denilmiştir.
Belh’de iken bir ceylânı var imiş. Bu ceylân kâfile ile İstanbul’a kadar gelmiş, hattâ İran’da Ferîdüddîn-i Attâr hazretlerinin kabrini ararlarken, bu hayvân daha evvelden koşup türbenin şebekesi üstüne çıkmış; kâfilenin gelmesine intizâr ve kâfilenin vürûdunda aranılan merkad-i mukaddesin orası olduğunu ma’nen ihtâr eylemiştir ki, bu sebeble, bu hayvân ölesiye kadar dikkatle bakılmıştır. Hattâ öleceğine karîb, Seyyid Süleymân hazretlerinin ayaklarına yüzünü sürerek düşmüş, ölmüş. Dergâhda defn olunarak, boynuzları yadigâr olarak hıfz edilmiştir.
Pederinin irtihâlinde, Seyyid Abdülkâdir otuzdokuz yaşında idi. 1294/(1877) senesinde Murâd el-Buhârî Dergâhı meşîhatine nâil oldular. Müddet-i meşîhati kırkyedi senedir. Seksenaltı sene muammer oldular. İrtihâlleri 27 Receb 1341/15 Mart 1339/(1923) Perşembe günü sâat dokuzdadır.
Na’ş-ı mübâreklerini gasl eden, Eyüp meşâyıhı huzûruyla, Şeyh Ceylân Efendi’dir. Medfen-i mübârekleri pederlerinin yanındadır. Onların da üzerine hiç bir şey yapılmamıştır. Vasiyyetleri böyle imiş.
Cenâzelerinde bulunmuş idim. Hz. Hâlid’e getirdiler. Azîm kalabalık vardı. Rûhâniyyet-i mahsûsaları herkesin kalbini leb-rîz etmiş idi.
/228/ Orta boylu, buğday renkli, mutavassıt beyâz ve sık sakallı, kara gözlü, güzel sözlü, pâk özlü idi. Hafîf söylerdi. Tab’ı cemâle nâzır, rahm u şefkatleri gâlib idi.
Dergâh-ı şerîfde Cuma geceleri zikr-i şerîf cem’iyyeti olur, erbâb-ı muhabbetle dolar idi. Âdâb-ı Muhammediyye ile müeddeb, şerîat-ı mutahhara ile mühezzeb idi. Sevdiklerine, “kuzum” ta’bîrini kullanırlar idi. Sohbetleri dâimâ ilmî, irfânî idi.
Tarîkaten nisbetleri ve hilâfetleri pederlerindendir.
Arabî, Fârisî, Çağatâyî ve Türkî lisânlarına vâkıf idi. Şiirde neş’esi yüksek olup, âsârını nazmen te’lîf buyurmuşlardır.
Son zamânlannda üç sene kadar istiğrâk hâli zuhûr edip, makâm-ı hayrette kalmışlardı. Lakırdı söylemez olmuşlardı. Ba'zan sevdiklerini huzûruna kabûl ettikçe, tevdî’-i esrâr ederlerdi. Bu hâlde iken evlâdları ona, büyük dikkatle hizmet etmişlerdir. İrtihâllerinden bir ay evvel, birâderleri Seyyid Burhâneddin Efendi’yi isteyerek, “Burhân-ı cân” diye hitâb edip, elleriyle işâret ederek kucaklamışlar ve parmağıyla âlem-i vahdete yol göründüğünü îmâ ile âile halkı ağlaşmaya başlayınca birdenbire lakırdı söyleyerek, “Allâh’a ısmarladık, cümlenizi Rabbî’ye emânet ettik.” buyurmuşlardır.
Ricâl-i Hamzavî’den olup, İdris-i Muhtefî nâmıyla meşhûr ve tersâne arkasındaki tepede makbûr olan Hâce Ali er-Rûmî hazretleri, müşârünileyhi ma’nen mazhar-ı feyzi edip, esrâr tevdî’ etmekle şiddet-i tesettür neş’esi uyandırmışlardı. Fi’l-hakîka hâl-i hayâtlarında müşârünileyhi kimse takdîr edememiştir. Meşâyıh-ı rüsûm dergâhlarına gelen meşâyıhın tekkelerine giderler, âdetleri böyledir. Bir şeyh dîğer meşâyıh tekkelerine gitmezse, veliyy-i zamân olsa onun tekkesine kimse gitmez. Abdülkâdir Efendi, hiç bir yere gitmediğinden, ona da kimse gelmezdi.
Azîzimin dâmâdı Şeyh Hazmî Efendi nakl eyledi :
Mesnevî-i şerîfin ebyât-ı gâmızasından bir beyt-i şerîfin tevcîh ve te’vîl ma’nâsında, gerek şürrâh, gerek urrâf âciz kalmışlardır. Bu beyit hakkında Galata Mevlevîhânesi şeyhi, urefâ-yı Mevleviyye’den Ahmed Efendi’ye mektûbla mürâcaata karâr vermiş ise de, nasılsa muvaffak olamadığından, huzûr-ı Şeyh Abdülkâdir’de iken bu beyt-i şerîfden bahs açıp, Kule Kapısı mevlevî şeyhinin kendisine bir mektûb yazıp bunu nasıl anladığını sormuş, /229/ “Ben böyle düşünüyorum.” diye her şârihin fevkinde tevcîh-i ma’nâda bulunmuşlardır. Bundan çıkan netîcenin bir ciheti, Hz. Şeyh’in keşf-i kalbîye mâlik olması, dîğeri kudret-i irfâniyyesinin ne mertebe yüksek bulunmasıdır.
Âsârı :
1. Şems-i Rahşân.
2. Yenâbîu’l-Hikem.
3. Künûzu’l-Ârifîn.
4. Şumûs-ı Envâr.
5. Sünûhât-ı İlâhiyye.
6. İlhâmât-ı Rabbâniyye.
7. Dîvân-ı Belhî.
8. Gül-şen-i Esrâr.
9. Esrâru’t-Tevhîd.
Bunlardan Esrâru’t-Tevhîd matbû'dur. Şuarâdan Nâzım Paşa, nazmen tercüme eylemiştir. Burhân-ı Belhî, fakîre Hz. Şeyh’in hatt-ı dest-i mübârekleriyle yazılmış bir nüshayı ihdâ buyurdular. Buraya aynen telsîk eyledim.[6] Bu âcize ihdâsı eser-i feyzdir. Âsâr-ı mezkûreden Yenâbîu’l-Hikem, 644 sahîfelik manzûm bir eserdir. Mesnevî-i şerîf tarzındadır. Şöyle başlar :

آفرين اى آفرين جان خدا
از تو پيدا كشت نقش ما سوا

موج ران شد قدرت صنعت بهم
جمله اشيا سر برآورد از عدم

قدرت صنعت بذاتد بود نهان
خواستى اين قدرتد كرد وعيان

قدرت صنعت بجودت شد قرين
آفريدى آسما نهاء وزمين[7] 

 Nihâyetlerinden :
هر آن كسى اين كتاب ما بخواند
بحفظ آن خداوندى بماند

بعون حق رسيد منظوم با عام
ينابيع الحكم شد بهر اين نام

دوم ذو القعده بود بدأ كتابش
بشعبان المعظم شد ختامش

هزارسى دو تاريخ بيست است
ز شعبان المعظم بست هفت است[8]   
Gül-şen-i Esrâr da 382 sahîfelık bir kitâb-ı manzûmdur. Mukaddimesinden:

بنام آن خداوند جهانست
كه جز او نيست هر جه است آن است

ز قدرت شد جهان وضع وبيدا
ز جودش صنع وقدرت شد هويدا[9]
Nihâyetinden:
            كه سيصد بيست سه بعد از هزارى
كه اين اتمام شد از فضل بارى[10]
                                                           *   *   *
Gül-şen-i feyze şeref virdi Şıh Abdülkâdir
Ehl-i Tevhîde feyiz virdi Şıh Abdülkâdir
Ârif ü âlim idi mazhar-ı esrâr-ı yakîn
Kalb-i Vassâf'a şeref virdi Şıh Abdülkâdir
/230/ Mahdûmları:
Seyyid Şeyh Muhtâr Efendi. (Babasının) yerine şeyh olmuştur.
Seyyid Habîbullâh Efendi. Müddeî-i umûmîdir.
Seyyid Seyfullâh Efendi. Lise muallimlerindendir.

İki kerîmesi vardır, zâtu’z-zevcdirler.

Şeyh Abdülkâdir Efendi, cidden urefâ-yı meşâyıhın ekâbirinden idi. (Kaddesa'llâhu sırrahû).

1262/(1846) senesinde mehd-i şuhûda fer vermiştir. Seyyid Abdülkâdir-i Belhî’nin birâderi ve Seyyid Süleymân’ın mahdûmudur. İstanbul’a geldiğinde onaltı yaşında imiş. Tarîkaten nisbetleri pederinedir. Tahsîli pederindendir.
Zevk-i tarîkatten pek ziyâde neş’e-i şi’riyyeleri gâlibdir. Arabî, Fârisî, Türkî, Çağatâyî lisânlarına vâkıf olup, Fârisî, Türkî, Çağatâyî lisânlarında söylenmiş eş’ârı vardır.
Ser-efrâzân-ı şuarânın gazellerinden ekserini tanzîr ü tahmîs ettikleri gibi, Dîvân-ı Hâfız’ı tahmîs etmek gibi büyük bir kudret-i şi’riyyeleri nümâyân olmuştur.
Hâfızaları pek metîn olup, bir gece bezm-i sohbetlerinde bulundum, şiirle sabâh etmiş idik. Herhangi bir şâir-i meşhûrun gazeliyyâtından birine başlansa, derhâl onu bir şîve-i mahsûsasıyla okur, itmâm ediverir.
Hüsn-i hatt-ı ta’lîkda zamânımızın Ammâd-ı sânîsidir. Devr-i Azîzî’den beri hükûmetten aldığı maâşla te’mîn-i intiâş edegelirken, sâdât maâşâtının kat’ olunması, hayâtını dâğ-dâr etmiştir. Kesîrü’l-âile olması i’tibâriyle, vâridât-ı nakdiyyesi ile te’mîn-i intiâşda zorluk çekerken, maâşın büsbütün kat’ı kendisini acınacak bir hâle getirmiştir. Bir zamânlar, a’yân-ı sâbıkadan Abdülkâdir Efendi’nin Bostancı’daki köşkünün selâmlık dâiresinde ve Yakacık’da bir köşkde ve Sultân Murâd’ın Kurbağalıdere’deki köşkünde ikâmet etmiş ve son zamânlarda meb’ûsândan Ahmed Ağayef'in Merdiven karyesi civârında Mü’minderesi’ndeki köşkünde bilâ-bedel oturmakta bulunmuştur.
Dört mahdûmu vardır. (Bunlardan) Seyyid Kemâleddîn Efendi, evvelce irtihâl etmiştir. Şeyh Murâd Dergâhı’nda medfûndur. Seyyid Mûsâ ismindeki mahdûmu mükemmel tahsîl görmüş, ecnebî lisânına âşinâ iken dünyâdan yüz çevirip dûçâr-ı cezbe olmuş; elyevm âlem-i vahdette gûşe-nişîndir. Seyyid Süleymân Celâleddîn, liselerde Fransızca muallimliğindedir. Seyyid Ahmed İhsân, Mekteb-i Sultânî’den neş’et etmek üzeredir. Evlâdları ve Burhâneddîn Efendi hâlen bekârdır. Bugün kendilerine bakacak, hâllerine rahm u şefkat göstererecek kimse yoktur. Cenâb-ı Hak muînleri olsun; erbâb-ı kemâlin ale’l-ekser dûçâr olduğu hâlâttandır.
/232/ Yâ Rab sana heb şâh u gedâdır muhtâc
Sükkân-ı semâ ile serâdır muhtâc
Bu gurbet ilinde kerem ü şefkatine
Burhân-ı garîb ü bî-nevâdır muhtâc
Burhân Efendi hâlen inzivâdadır kimse ile görüşmek istemiyor.
Yâ Rab dilimi hubb-i sivâdan dûr it
Dâmânımı çirkâb-ı hevâdan dûr it
A’zâ-yı vücûdumu hatâdan dûr it
Üryân tenimi sevb-i riyâdan dûr it
zemzemesiyle dem-sâzdır.
Rubâiyyât-ı Ömer Hayyâm üzerine söylenmiş gâyet metîn eş’ârı vardır. Rûhî-i Bağdâdî’ye bir nazîresi, bir de Fârisî kasîdesi hatt-ı destiyle muharrer olarak ihdâ olunmuştu. Aynen telsîk ettim.[11]
Şu gazel de onundur :
Gözlerim merdümleri girdâb-ı gam içindedir
Derd-keşlerdir ki heb emvâc-ı yem içindedir

Sîretim Yûsuf gibi arz-ı cemâl itmekdedir
Sûretim zindân-ı hicrân u elem içindedir

Hak-perest âzâde-ser zâkir-dil-i Îsâ-demim
Çün melek şâm u seher sahn-ı harem içindedir

Bak ne hoş Dâvûdi elhân ile gönlüm bülbülü
Kûy-ı yâr-âsâ gülistân-ı İrem içindedir

Cân-ı cân-bahşım benim la’l-i leb-i cânânedir
Sanma ey bî-derd işim bezm-i cem içindedir

Tab’ımın şems-i felek gibi tulûâtı bütün
Subh-ı ferruh makdem-i ferhunde-dem içindedir

Ehl-i beytinden Rasûl’ün bir Arab sayılmadı
Âlinin Selmân gibi merd-i Acem içindedir

Kâlıbım ma’rûz ise âzârına dehrin ne gam
Kalb-i derrâkim maânî-veş nağam içindedir

Hânkâhın gûşesin itmiş idim evvel makâm
Şimdi de halvet-gehim dâru’s-sanem içindedir

Sâde-levhân tanımazlarsa beni ma’zûrdur
Heb nişân u nâmım erbâb-ı kalem içindedir

Her leîm-i hâricî duymaz nevâ-yı hâssımı
Heb sadâ vü sîtim ashâb-ı kerem içindedir

Gerçi bir merd-i fakîrim zikr-i hayrım haşre dek
Şîr-i merdân-ı reh-i Edhem-şiyem içindedir

Aşk ile zâr-ı nigârı yazdı çün Burhân-ı Belh
O da eş’ârı gibi kenzü’l-hikem içindedir

                        *   *   *
Esrârını di yârına ağyâra dime
Heb kârını ahyâra di eşrâra dime
Rü’yânı da bir muabbir-i kâmile söyle*
Sakın yanılup şeyh-i riyâ-kâra dime
Talebe hakkında :
Nev-nihâlân böyle nûr yârân ile
Hem açılır goncalar elvân ile
Mektebin etfâl-i ebced-hânları
Yükselirler ilm ile irfân ile
Çağatayca:
Bir gül-i nev-resteni âvâre gönlüm yâd isâr
Derd birle tün ü gün bülbül gibi feryâd isâr
Sarığ altun din yüzümde ak gümüş din göz yaşım
Görüp ol bed-mihr-âyînim meniga bîdâd isâr
Fârisî eş’ârından:
ياد جانان كه ز جان شيرين است
وز نعيم دو جهان شيرين است
دلك حرف روان بخش خوشتى
چو لبش دل تو بدان شيرين است[12]

Dîğer :
حديث بار خود را ميكنم تكرار ميكردم
ز دين ودينرى فارغ قلندر وار ويكردم
ز بنده خرقه وسجاده وتسبيح آزادم
زياده مست ومخمورم كه چون خمار ميكردم[13]
                                                                       *   *   *
در سويداى دلم هست تولاى حسن
ريزم از ديده ازان خوان بمعراى حسن
سرمهء چشم همه مرد خدايست برهان
خاك باك قدم اقدس والاى حسن[14]

                                                                                   *   *   *
از غزاى حسين دلخونست
ديدهء تر چو نهر جيحونست
قطرهء اشك چشم ماتميان
كه بقيمت جو در مكنونست[15]
Müşârünileyh ile, bir gece Kâsımpaşa’da Hüsâmeddîn-i Uşşâkî hazretlerinin âsitânesinde buluştuk. Bu âsitâne şeyhi, azîzime muhabbet-i kâmilesi olup, fazîlet-i ilmiyye ve kemâlât-ı /233/ irfâniyyesi i'tibârıyla uluvv-i rütbesine kâni’dir. Gece sohbet-i irfâniyye bezmi teşekkül etti. Azîzimle garâmiyyât üzerinde o mertebe dakîk musâhabâta yol açıldı ki, sabâh namâzı vakti oldu. Sâatlerin geçtiğini anlayamadık. Burhân Efendi’deki hâfızanın hayrânı oldum. Eğer emr-i zarûret onu pençe-i kahrı altına almamış olsaydı, her hâlde aklımın ihâta edemeyeceği derecede bir mevkiin sâhibi olduğunu isbâta zemîn bulmakta güçlük çekmezdi.
Çağatay lisânından münâcâtları, na'tları ve gazelleri bizi hayrân etti. Hele Dîvân-ı Hâfız’ı aynı neş’e-i beyân ile tahmîs edişi, Hz. Hâfız’ın vâris-i esrârı olduğuna şübhe bırakmadı. Vahdet-i vücûd zevkinde de sâhib-i makâmdır. Muallim Nâcî, merhûmun fazâil-i şi’riyye vü edebiyyesini anlata anlata bitiremedi.
Zavallı bugün perîşân hâldedir. Çamaşırlarını kendi yıkar imiş. Kuru ekmekle dem-güzâr oldukları da vâkı’ olur imiş.
Dârü’l-Fünûn müderrisleri birkaç gün evvel mazbata yapmışlar, müşârünileyhe maâş tahsîsini ricâ etmişler. Heyhat, “Karşılık yok.” derler. Meclis-i Meb’ûsân’ın güşâdını beklerler. “Sâdâttan imiş. Olmaz, verilemez.”, derler. Erbâb-ı kemâlin memleketimizde âkıbeti budur.
Hüseynîyem ki tab’-ı râz-dânım gibi hazz itmem
Delîl bî-nûr-ı dâniş ile ma’nâsız ibâretden
diyor, kimseye minnet etmiyor.
Burhân Efendi’ye bir zamân tesâdüfümde gerek pederinin ve birâderinin, gerek kendinin tercüme-i hâlini yazıp vermesini ricâ etmiş idim. Bir seneye yakın taallül gösterdi. Murâd el-Buhârî (Dergâhı) şeyhi Ahmed Muhtâr Efendi’ye mürâcaat ettim, cevâb alamadım. Bir gün Şeyh Abdülkâdir’in rûhâniyyetine hitâben, “Yâ Şeyh! Benim dünyevî beklediğim bir menfaat yok. Hasbeten li’llâh tercüme-i hâlini yazmayı istedim. Ne birâderinden, ne de mahdûmundan eser-i icâbet göremedim, mahzûn oldum. Senin uluvv-i kadr ü kemâline îmânım var; vâkıf olduğun esrâr-ı tevhîd hürmetine benim mes’ûlümü is’âf et. Kardeşinin ve mahdûmunun kalblerinde bir te’sîr husûle getir. İstediğim ma’lûmâtı bana versinler. Ashâb-ı mürâcaatı merdûd etmek büyüklük şânı değildir.” dedim.
Te’sîrât-ı garibesi:
O gün Burhân Efendi’nin kalbine bir in’ikâs vâki olmuş, mahdûmuna hitâben, “Evlâdım, şimdi Hacı Hüseyin Bey’in köşkünü bul, onu gör, benden istediği ma’lûmâtı ver. /234/ Yazılarımı ve birâderin el yazısı ile muharrer Esrâr-ı Tevhîd’i ona hediyye ettim, götür.” diye emreder. Seyyid Celâl Bey nâmındaki mahdûmu, arar bulur, bu ma’lûmâtı ve emânâtı verir. Ertesi günü Eyüp’te Murâd el-Buhârî Dergâhı’na gittim. Hz. Abdülkâdir’i ve pederini ziyâret ettim. Ahmed Muhtâr Efendi ile görüştüm. O da ârzûmun fevkında îzâhât verdi. Yazdığım şeyleri tetkîk ve tashîh etti. Silsile-nâmeleri, şecere-nâmeyi, Hz. Şeyh’in âsârını birer birer gösterdi ve dedi ki :
Bu gün çok işim vardı. Ma’nevî bir kuvvet beni tuttu; siz geldiniz. Sebeb, size intizâr imiş. Hz. Şeyh’in rûhâniyyeti böyle istemiş.”
Hz. Şeyh’in böyle bir kerâmetini de, bu sûretle muharrir-i fakîr gördüm. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Kaynak: Hüseyin Vassaf, Sefine-i Evliya


Soru 53 : ……. tasavvuf bilgiyi nasıl görüyor?
Tasavvuf bilgiye düşman değildir. Hattâ yakıyn derecelerinin ilki, bilgiye dayanır. Ancak bilginin vehmi arttıracağı, şüpheyi uyandıracağı, insana bir varlık, benlik vereceği düşüncesiyle bilgiyi bir gaye değil, bir vasıta olarak kabul eder. Burada, aklımıza gelen bir iki şeyi, konuyu tam aydınlatması bakımından hikâye edeceğiz;
Son zamanın kudretli sûfîlerinden ve Melâmet neş’esinin mümessillerinden Abdülkaadir-i Belhî (1341 H. 1923) «Niyâzî Mısrî’nin boğulduğu denize girdim; suyu, topuğumu aşmadı» buyurmuş. Niyâzî-i Mısrî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Mehdîlik iddia etmiş, İsâ olduğunu söylemiş, peygamberlik dâvâsına kalkışmış, aklî müvâzeneden yoksunluğu, kendisini ölümden kurtarmıştır (Niyâzî hakkında etraflı bir makalemiz çıkacaktır; şimdilik İslâm Ansiklopedisine yazdığımız «Niyazi» maddesine bakınız).
Fâtih türbedarı Ahmed Amiş kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendi (1338 H. 1920), kendisine intisap edenlere, «Bundan böyle tasavvuf kitaplarını okumak yasak. Kur'ân okuyun, hadîs okuyun, Mesnevi okuyun; başka kitapla uğraşmayın; tasavvuf kitapları yazanların çoğu, yoldayken yazdılar; neş’e ve mertebe bakımından birbirini tutmaz sözler olur, şaşırtır sizi; ama Mevlânâ, gitti, dönüp geldi, Mesnevî’sini sonra yazdı.» [Bir başka yerde de Niyazi Mısrî divanını okuyun, demiştir. İhramcızâde İsmail Hakkı] dermiş. Gene bu zatın, «Allah Muhyiddîn’e, benden ne istersin dese Muhyiddîn, beni dünyaya yolla, bütün yazdıklarımı toplayıp yakayım da sonra geleyim derdi» sözü, pek meşhurdur.
Rahmetli Tâhir’ül-Mevlevî (Tâhir Olgun, 1952), Diyânet işleri reisi rahmetli Şerefeddin Yaltkaya'yı (1947) pek sevmez, onun gururunu işaretle, «zannınca sefîne-i vücûd, rükûbuna mahsustur» yâni, varlık gemisi, ancak kendisinin binmesi için yapılmıştır sanır derdi. Yaltkaya bunu duymuş da demişti ki: Evet, ben hocayım, böyle zannederim; fakat o dervişlik dâvâsında; benim hakkımda böyle bir söz söylememesi gerekirdi.
Bilgi, insana bilmediğini, bilemeyeceğini öğrettikçe aczini gösterdikçe işe yarar, müsbet olur. Fakat Yunus Emre’nin,
Işk ile gelen erenler içer ağ uy i nûş ider
Topuğa çıkmayan sular deniz ile savaş ider
dediği (Dîvân, s. 158),
Dostdur bizi okuyan üstümüzde şakıyan
Şîmdi üç buçuk okuyan derin tanışman olur
beytinde söylediği gibi (tıpkı basım, s. 175, metin, «R» harfi, XLVII. şiir, 2. beyit, s. 63) azıcık bilgisine güvenip, «her bilgi sahibinin üstünde bilen var» âyetinden (XII, 76) gaflet ederek, gek gek geğiren kişi, bilgisizden çok daha beterdir. Kendine güvenip doğru diye yapacağı eğri iş, bilgisizin yapacağından çok daha kötü sonuçlar doğurur.
Tasavvuf bu yüzden bilgiyi yerer. Ama bilgiyi bir gaye değil de bir vasıta sayan kişi, sonunda acze, hayrete düşer; bilemediğinin sınırsızlığına karşı, bilmediğini bilir. Bu çeşit bilgiyi yermez tasavvuf. Bir de şu ver;
Bilgide, aşkta olduğu gibi bir üçlü vardır; Bilen, bilinen ve bilgi. Aşkta da seven, sevilen ve sevgi vardır. Âşık, sevdiğinin vasıflarına bürünürse kendisi de, sevdiği de sevgi de yok olur gider. Bilen de, bilinene ulaşır, onda kendini yitirirse bilgi de kalmaz, bilen de. Tasavvuf, birliği amaç edinmiştir; İkiliyi, üçlüğü değil. Bu yöndendir ki bilgi, insana perde olur demişlerdir.
Sh:94-96
Kaynak: Abdulbakiy GÖLPINARLI, 100 SORUDA TASAVVUF, İkinci Baskı Ocak 1985, İstanbul
************
Türkçe, Arapça, Çağatayca ve Farsça dillerine vâkıf, şiir neş’esi yüksek, eserlerini Farsça nazım ile telif buyurmuş olan Abdülkadir Belhi hazretlerinin tasavvuf nokta-i nazarından çok kıymetli Esrar-ı Tevhid'i yayınlandı. yazdı..
Hamzavî-Melamî kutbu olarak tanınan Seyyid Abdülkadir Belhî hazretlerinin ismini, ilk defa Ahmet Yüksel Özemre’nin Üsküdar’ın Üç Sırlısı kitabında gördüm. Kitaptaki birkaç sayfalık ekte hazretin tercüme-i hali arz edilse de aklımda kalmasının asıl nedeni, ailesiyle beraber delikanlılık yaşlarında hicret ettikleri yurtları Belh’in hatırasını, âdeta havasını, kokusunu muhafaza eden, hazretin sağ-ı sanilerinden çekilmiş portre fotoğraftır. (Öyle ki bu fotoğraftan bahsederken hazretin Belh’te kullandığı ve nüfus kağıdında yazdığı gibi “Gulâm-ı Kâdir” ismini kullanmak geliyor içimden.)
Altyazısından I. Cihan Harbi sonrasında çekildiğini anladığımız bu resmi tamamlamak için bir de Hüseyin Vassaf Efendi’nin Sefine-i Evliya’da yaptığı tasviri eklemeli: “Orta boylu, buğday renkli, mutavassıt beyaz ve sık sakallı, kara gözlü, güzel sözlü, pak özlü idi. Hafif söylerdi. Tâb-ı cemale nâzır, rahm u şefkatleri galip idi. (Bu kısmını da yazmadan edemeyeceğim.) Sevdiklerine ‘kuzum’ tabirini kullanırdı.”
Türkçe, Arapça, Çağatayca ve Farsça dillerine vâkıf, şiir neş’esi yüksek, eserlerini Farsça nazım ile telif buyurmuş olan Abdülkadir Belhi hazretlerinin tasavvuf nokta-i nazarından çok kıymetli –Gölpınarlı, hazretin “son asrın en büyük sufi şairi olduğunu” yazmış- otuz sekiz bin küsur beyitten oluşan yedi eserlik külliyatının, torunu Neşen Hanım tarafından Türkçeye çevrildiğini ve basılmamış bu çevirilerin fotokopiler halinde kıymetini bilecek zevatın arasında dolaşımda olduğunu okudum, Üsküdar’ın Üç Sırlısı’nı yeniden elime alınca. İşte bu fotokopiler gel zaman git zaman, bir CD halinde Niyazi Sayın hanesinde, Kadem dergisinden aşina olduğumuz ve CD’deki ilk kitabı yani Esrar-ı Tevhid’i yayına hazırlayan Yüce Gümüş’ün nasibine düşmüş. Ve dolayısıyla Pan Yayınları tarafından neşrinden sonra biz okurların da...
Hakk’ın sırrı senin yüzünden aşikar oldu”
Esrar-ı Tevhid, isminin düşündürdüğü gibi evvela âlemin vücuda gelişini anlatıyor; âlemin zuhurunu, Cenab-ı Hakk’ın zatının eseri ve cilveleri olduğunu... Sonra bu âlemlerden hülasa olan insanın, kevn ağacının meyvesi, Hakk’ın maksadı, nüsha-i kübra ve cami-i ecza oluşunu... Ve bir sır olarak insandan bahsediyor. Kitabın başlığındaki esrara atıf yapan beyitlerden birini zikredeyim: “Cihanın Hüdavendine sen sır oldun. Mekânsız olan Huda, senin sırrındır.” Fasıllar böyle devam ediyor, hakikatin sırları, ilâhi esrarın Efendimiz (sas) yüzünden oluşu, ilâhi boya (sıbga-i ilâhi), hal ehli ile söz ehli arasındaki fark, “Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır” hakkında beyan, insanın hakikati, tabiat...
İmkanda olanın gölgesi yok olunca...”
Ahmet Yüksel Özemre’nin Üsküdar’ın üç sırlısından Üsküdarlı Hafız Eşref Ede Efendi’nin meşayih nezdindeki kıymetini anlatırken aktırdığı bir hadise var. Şeyh Haydar Efendi’nin, Sandıkçı Baba Tekkesi’ndeki bir meclise Abdülkadir Belhi hazretlerini davet etmek için Eşref Efendi’den aracı olmasını istemesi neticesinde, Eşref Efendi hatırına senelerdir tekkesinden çıkmayan ve diğer tekkeleri ziyaret âdeti olmayan Belhî hazretleri toplantıya iştirak için, yaşlı halinde Eyüp Sultan’dan Üsküdar’a kadar gitmiştir. Bu meyanda Hüseyin Vassaf Efendi, Abdülkadir Belhi hazretleri için hal-i hayatında kimse takdir edememiştir dedikten sonra, “Meşayih-i rüsum dergâhlarına gelen şeyhlerin tekkelerine giderlerdi. Âdetleri böyle idi. Bir şeyh diğer şeyhlerin tekkesine gitmezse, o zat velî-i zaman olsa da kimse onun tekkesine gitmezdi. Abdülkadir Efendi hiçbirine gitmediğinden ona kimse gelmezdi...” diye yazmıştır.

Erzurumlu Emrah’ın nutkunda, “Hakk’ın esrarından anlardır âgâh, velâkin surette ihfa ederler” diye bahsettiği gibi ehlullah kendisini gizler, sırlarını saklar. Hüseyin Vassaf Efendi, bu hususta İdris-i Muhtefi hazretlerinin, manen feyzine mazhar olan Belhi hazretlerinde, esrar tevdi etmekle şiddet-i tesettür neş’esini uyandırdığını aktarır. Bu tesettür hali, Murad Buharî Dergâhı’nın haziresindeki mübarek medfenlerine dahi yansımıştır. Vasiyeti gereği üzerine bir şey yapılmamış, isimsiz ve nişansız defnedilmiştir. Tabii ki bu nişansızlık, hal-i hayatında vârından soyunmuş bir zatın encam-ı kârı olduğu için yücedir. Zira hazretin de buyurduğu gibi, “Kendisinden geçip nişansız olmuş kişiye, Huda’nın nişanından pay verildi. Hakk’ın nişanından dolayı parıldayışta olmuş kimse için nişansız oluş, ebediyen varlıkta olmuştur. Hakk’ın nişanından haberli olan her kişi nazar ehli ariftendir. Hakk’ın boyasından boyanmış kimse, kendinden fâni olup Hak’ta olan kimsedir.”
Kendinden gâfil olma, ey dinin ehli.
 Sen âlemlerin Rabbi’nin esrarından oldun.”

Abdülkadir Belhi hazretleri ile birbirlerine “zamanın kutbu odur” dedikleri Fatih Sultan Türbedarı Âmiş Efendi hazretlerinin meşhur bir sözü var: “Matlubun husûlü veya adem-i husûlü nezdinde müsavî değilse, nâkıssın evlâdım!” Bu sözün mefhum-ı muhalifini düşündüğümüzde kâmil insan için talep edilenin olması yahut olmaması eşittir. Kırk altı senede sadece bir defa, yukarıda naklettiğimiz sebeple tekkesinden çıktığı ifade edilen bir zatın dışarda ya da içerde olması ne fark eder? “Hakk’ın evine dâhil olmuş kişi”, -ki “İnsanın kalbi Yezdan’ın evidir.” buyurur hazret- “evin sahibini içinde bul”muş, “Hak bahrinde katre olmuş”tur. “Can âlemi içinde yol bulmuş kişi”, yüzünü mahlukat âleminden ötelere çevirmez mi? O, “Hakk’ın varlığının güneşi”ndedir, “bütün âlem varlığını kaybetmiş”tir. Hakk’ın mertleri, mecazi varlığa niye takılsın, birlikten gayri ne görsün? “Söz ehlinin gözleri ikilik görücüdür. Hal ehli ise her şeyi ‘Bir’ görücü olur.”
Satırlardan olan ilim baştan başa dedikodu ve lakırdı oldu
/ Sadrî ilim tamamıyla zevk ve hal oldu.”
Söz ehli satırlarını yazadursun... Hal ehli sadırlardan okumaya, sadırlara yazmaya devam ediyor. Sadrîler, gönüllerinden hırs ve hevayı söktüklerinden, asla heveslerinden değil, lisan kalıbından manayı akıtmak, “Hakk’ın lütfundan mana adamı oldun. Hak’tan hakikat manası avla” diyerek sâlike yol göstermek için yazıyorlar. Satırlarımız tamam olurken, tevhidin esrarına aşina olmak ve sadırlarımıza şifa bulmak duasıyla... Buyurun, Esrar-ı Tevhid’in hâtimesi: “Bunun adını Esrar-ı Tevhid koydum. Her okuyan muvahhidlerden oldu. (...) Her has ya da umumdan olan kimse bundan istifade etmiş olsun. (...) Bu bizden yârâna bir hatıra olarak hesap gününe kadar kalsın.”
********
Seyyid Abdulkadir Belhi Hazretleri enteresan bir zattır. Hamzavi Melami meşreb olmasının gereği olsa gerek; ne kimsenin peşinden koşar ne de kimseye giderdi. Kabrinin üzerinde, hiçbir işaret, yazı, nişan yoktur. Hazret, ahirete irtihallerinden sonra bile hırkayı melamete bürünerek şöhretten kaçınmayı yeğlemiş, mahviyet duygusu ile alemde gaib olmayı murad ederek mübarek mezarlarıyla bile, namu nişanı terk etmişlerdir.
Kaynaklar; 3.Devre Melamilerinin piri Seyyid Muhammed Nurul Arabi Hazretlerinin İstanbul'a geldiğinde, Seyyid Abdulkadir Belhi Hazretlerini ziyaret ettiğinden ve aralarında geçen bir konuşmadan bahsederler. Rivayete göre Seyyid Muhammed Nur’ul Arabî Hazretleri, Seyyid Abdulkadir Belhi Hazretlerine hitaben:
"Duyduk ki kutupluk sizde imiş. Eğer kutupluk sizdeyse, biz de size uyalım. Yok eğer kutupluk bizdeyse, o zaman siz bize uyun! Demiş.
Bu sözü duyan Hazreti Seyyid Abdulkadir Belhi de derin bir müşahade ile muhatabını incitmeden şu cevabı vermiş: “Biz öyle şeyler bilmeyiz. Yalnızca tabiyiz!” Ardından da şu meşhur Nefes'i okumuştur. “Eller buğday, biz saman. Eller yahşi, biz yaman.”

 


TASAVVUFÇULARIN KİTAP OKUMA POLEMİĞİ

Soru 53 : ……. tasavvuf bilgiyi nasıl görüyor?
Tasavvuf bilgiye düşman değildir. Hattâ yakıyn derecelerinin ilki, bilgiye dayanır. Ancak bilginin vehmi arttıracağı, şüpheyi uyandıracağı, insana bir varlık, benlik vereceği düşüncesiyle bilgiyi bir gaye değil, bir vasıta olarak kabul eder. Burada, aklımıza gelen bir iki şeyi, konuyu tam aydınlatması bakımından hikâye edeceğiz;
Son zamanın kudretli sûfîlerinden ve Melâmet neş’esinin mümessillerinden Abdülkaadir-i Belhî (1341 H. 1923) «Niyâzî Mısrî’nin boğulduğu denize girdim; suyu, topuğumu aşmadı» buyurmuş. Niyâzî-i Mısrî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Mehdîlik iddia etmiş, İsâ olduğunu söylemiş, peygamberlik dâvâsına kalkışmış, aklî müvâzeneden yoksunluğu, kendisini ölümden kurtarmıştır (Niyâzî hakkında etraflı bir makalemiz çıkacaktır; şimdilik İslâm Ansiklopedisine yazdığımız «Niyazi» maddesine bakınız).
Fâtih türbedarı Ahmed Amiş kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendi (1338 H. 1920), kendisine intisap edenlere, «Bundan böyle tasavvuf kitaplarını okumak yasak. Kur'ân okuyun, hadîs okuyun, Mesnevi okuyun; başka kitapla uğraşmayın; tasavvuf kitapları yazanların çoğu, yoldayken yazdılar; neş’e ve mertebe bakımından birbirini tutmaz sözler olur, şaşırtır sizi; ama Mevlânâ, gitti, dönüp geldi, Mesnevî’sini sonra yazdı.» [Bir başka yerde de Niyazi Mısrî divanını okuyun, demiştir. İhramcızâde İsmail Hakkı] dermiş. Gene bu zatın, «Allah Muhyiddîn’e, benden ne istersin dese Muhyiddîn, beni dünyaya yolla, bütün yazdıklarımı toplayıp yakayım da sonra geleyim derdi» sözü, pek meşhurdur.
Rahmetli Tâhir’ül-Mevlevî (Tâhir Olgun, 1952), Diyânet işleri reisi rahmetli Şerefeddin Yaltkaya'yı (1947) pek sevmez, onun gururunu işaretle, «zannınca sefîne-i vücûd, rükûbuna mahsustur» yâni, varlık gemisi, ancak kendisinin binmesi için yapılmıştır sanır derdi. Yaltkaya bunu duymuş da demişti ki: Evet, ben hocayım, böyle zannederim; fakat o dervişlik dâvâsında; benim hakkımda böyle bir söz söylememesi gerekirdi.
Bilgi, insana bilmediğini, bilemeyeceğini öğrettikçe aczini gösterdikçe işe yarar, müsbet olur. Fakat Yunus Emre’nin,
Işk ile gelen erenler içer ağ uy i nûş ider
Topuğa çıkmayan sular deniz ile savaş ider
dediği (Dîvân, s. 158),
Dostdur bizi okuyan üstümüzde şakıyan
Şîmdi üç buçuk okuyan derin tanışman olur
beytinde söylediği gibi (tıpkı basım, s. 175, metin, «R» harfi, XLVII. şiir, 2. beyit, s. 63) azıcık bilgisine güvenip, «her bilgi sahibinin üstünde bilen var» âyetinden (XII, 76) gaflet ederek, gek gek geğiren kişi, bilgisizden çok daha beterdir. Kendine güvenip doğru diye yapacağı eğri iş, bilgisizin yapacağından çok daha kötü sonuçlar doğurur.
Tasavvuf bu yüzden bilgiyi yerer. Ama bilgiyi bir gaye değil de bir vasıta sayan kişi, sonunda acze, hayrete düşer; bilemediğinin sınırsızlığına karşı, bilmediğini bilir. Bu çeşit bilgiyi yermez tasavvuf. Bir de şu ver;
Bilgide, aşkta olduğu gibi bir üçlü vardır; Bilen, bilinen ve bilgi. Aşkta da seven, sevilen ve sevgi vardır. Âşık, sevdiğinin vasıflarına bürünürse kendisi de, sevdiği de sevgi de yok olur gider. Bilen de, bilinene ulaşır, onda kendini yitirirse bilgi de kalmaz, bilen de. Tasavvuf, birliği amaç edinmiştir; İkiliyi, üçlüğü değil. Bu yöndendir ki bilgi, insana perde olur demişlerdir.
Sh:94-96
Kaynak: Abdulbakiy GÖLPINARLI, 100 SORUDA TASAVVUF, İkinci Baskı Ocak 1985, İstanbul
Soru 21 : Bu [vahdet-i vücûd] , panteizm olmuyor mu ?
Panteizm, «Vücûdiyye» sözüyle Arapçaya çevrilmiştir. Her şeyi, Allah Teâlâ’yı tanımak, varlığı, ancak ona vermektir. Bunu, sonsuzluk, sonu, olan varlık; Tanrı, tabiat olarak belirmiştir diye tarif edenler olmuştur. Bu vahdet-i vücûd, yâni Varlık birliği değil, Vahdet-i mevcûd, yâni varlıkların, tabîatin birliği inancına varır ve tabîatin Tanrı oluşuna, tabîatten başka bir varlık, bir Tanrı, bir gerçek bulunmayışına inanmaktır ki Atehizm’den, Allah tanımamaktan başka bir şey değildir. Fakat sonsuzluk, Tanrı sonu olan varlıklar âlemini izhar etmiştir; var olanlar, O’nun tecellisidir, fakat bu tecelli, tecelli edenin aynı değildir; güneşin ışığı, güneş olmasa meydana gelmez, ama o ışık, güneşin kendisi olamaz; kendisinden ayrı da değildir denirse o vakit bu inanç, Allah'ı tanımamaktan kurtulur; İspinoza'nın inancı da budur. Ona göre yaratıcı kudret, sonsuzluk, ebedilik, ezelilik vasıflarını hâizdir; bu vasıflar, sonu olan çokluk âlemini meydana çıkarmıştır. Fakat yaratıcı kudret ve o kudretin sahibi, hem sonsuzluktan münezzehtir, hem de sonu olan, ayrı ayrı mütalâa edilirse bir çokluk âlemi olan ve sonu bulunan bu âlemden münezzehtir. Fakat bu doktrin, gerçekten de biraz oynaktır. Çünkü sonsuzluk vasfiyle görünen tek yaratıcı, sonu olan bu çokluk âlemi hâlinde tecelli ediyorsa ya bu âlem gerçektir, o hâlde Tanrı, bu âlemin özüdür, mânasıdır; yahut da o, vardır, bu âlem bir hayalden ibarettir; var olan ancak yaratıcı kudret sahibidir.
Bu düşünüş, Hindistan'da da vardı. Veda mezhebinde tabiat yoktur, var olan, ancak yaratıcı kudrettir. Sanhiya mezhebindeyse var olan, ancak maddedir. Maddeden ilk tecelli eden akıldır, yani Budha’dır. Nitekim deniz sudan ibarettir; dalga, köpük, damla, hep denizin görünüşleridir; güneş birdir; fakat suya vurunca yayılır, çok görünür.
Eski Yunan felsefesinde de eşya, bir tüm olarak mütalâa edilir, fakat daima oluş halinde bulunduğu söylenirdi. Herakiit, insan bir ırmakta iki kere yıkanamaz sözüyle bu değişme, bu oluş inancını belirtmişti. Ona göre kâinatın aslı, hayat ve hayâtiyet kaynağı olan ateşti. Tüm akıl adını verdiği bu esas unsur, kâinatı ve kâinattaki değişmeyi meydana getirmedeydi. Tabiatı esas ittihâz etmekten başka bir şey olmayan bu meslek, Parmenid ve Zenon’la daha hayâli bir tarza girmiş, kâinatı, tabiatı, tüm bir varlık, bütün var olanları da bu varlığın birer uzvu kabul etmişlerdi.
İskenderiye medresesi, vahdetin, yani birliğin, kesrete, yani çokluğa meyli olduğunu, bu meylin aklı, aklın da rûhu meydana getirdiğini, bütün âlemin, bu üç aslın şekillere bürünerek görünüşünden ibaret olduğunu kabul eylemişti. Bu meslek erbâbı, insanı, aklıyla insan biliyor, insanın kendinden geçmesiyle, aşkla, gerçek varlığa ulaşacağına inanıyordu, Avrupa'daki mistik felsefe, bu mesleklerden doğmuştu. Eflatunsa, bu âlemi, İde âleminin bir hayâli kabul etmekte, gerçek varlığı o âleme vermekteydi. Eflâtun'un nazariyesini, her şeyin fikirden doğduğu tarzında izah edenlerin de bulunduğunu söyleyelim.
Mısır ve Suriye’de, İskenderiye mektebinin tesiriyle meydana gelen yeni Eflâtuncular da ide nazariyesini kabul ediyorlar ve insanın gerçeğe, ancak aşkla ulaşacağını söylüyorlardı. Nihayet Hristiyanlıkta, İsa'nın, kelâm sıfatının tecessüdü olarak kabul edildiğini, inananlara, «Allah evlâdı» gibi mecazî bir sözle ilâhî bir vasıf verildiğini, Musevilikte Kabbal felsefesinde de Vücûdiyye kanaatinin izleri bulunduğunu söyledikten sonra tasavvuftaki «Vahdet-i Vücud Varlık birliği» inancına geçebiliriz!
Kur'ân-ı Kerîm'de Allâh’ın adları, «tek, bir, dâimi diri» (Ferd, Vâhid, Ahad, Hayy) gibi zâtına, «duyan, bilen, gören, gücü yeten üstün olan,» (Semî, Alîm, Basîr, Kadîr, Azız) gibi sıfatlarına «dirilten, öldüren, bağışlayan, acıyan, kahreden, lütfeden, rızık veren» (Muhyî, Mümît, Afüvv, Rahmân, Rahim, Kahhâr, Razzaok) gibi fiillerine, yâni yarattıklarına yaptığı işlere ait olmak üzere üçe ayrılır. Bu adlar arasında «Vücûd» adı yoktur. Allah’ın adları, İslâm dininde, tevkıyfiyyedir, yani Kur’an'da hangi adlarla anılmışsa, ancak o adlarla anabiliriz. Sûfîlerse Allâh'a, mutlak, yâni her çeşit kayıttan münezzeh varlık anlamına «Vücûd-ı Mutlak» diyorlar. Oysa Allah, mevcûd, yâni vücud bulmuş olmadığı gibi vücûd, yâni varlık da değildir. Ona varlık demek, onu, var olan şeyler arasına katmaktır. Fakat sûfîler, bunu biz de biliyoruz; her şey ondan zuhur eder, onunla vardır; fakat anlayışa: yaklaştırmak, anlatabilmek için ona vücûd demekten başka bir çare bulamadık; bu yüzden ona «Mutlak Varlık» dedik; vücud, yani varlık, bizce Allah’tan ibarettir ve ondan başka; zâtiyle kaaim olan, kendiliğinden var olan yoktur. Hattâ ona «mutlak» vasfını vermek de câiz olamaz; çünkü o, hiç bir şeyle mukayyed olmadığı gibi mutlak oluştan da münezzehtir. O, ne çoğalır, ne bölünür; her var olan, onunla vardır; varlık, onun sıfatı değildir, zâtıdır; vücut sözüyle, var olan şeylerin, kendisiyle var olduğunu, gerçek ve mutlak varlığıyla varlık âleminde tecelli ettiğini anlatmak istiyoruz diyorlar. Sûfîlere göre âlemin varlığı İzafîdir; yani Allah’ın varlığına nisbetle âlem, yoktan, yokluktan ibarettir; fakat onun sıfatlarının tecellîsi olması, her şeyde onun kudretinin, hikmetinin, sun’unun, eserinin görünmesi dolayısıyla var denebilir. Yoksa kâinat, hiç bir vakit, o değildir, olamaz; buna imkân olmadığı gibi o da kâinat suretinde görünemez.
Mümkin ve hâdis, yani var olması da, yok olması da imkân dahilinde bulunan ve sonradan, yokken var olan şey, vâcib, yani olmamasına imkân bulunmayan bir varlık olamayacağı gibi vâcib de mümkin ve hâdis olamaz. Güneşin' ışığı, güneş olmasa var olamaz, fakat güneşin ışığı, güneş değildir, güneşin bir tecellisidir.
Mevlâna Celâleddin, bunu anlatırken der ki:
“Ey bizim canımıza can olan, biz kim oluyoruz ki seninle beraber ortaya çıkabilelim?
Biz yoklarız, bizim varlıklarımız, fâni şekiller gösteren (kudretini o fâni şekillerle izhâr eden) sen, mutlak varlıksın. Biz arslanlarız, ama bayraklardaki arslanlarız; soluktan soluğa onların yeldendir saldırısı. Saldırılan görünmektedir de yel görünmemektedir. O görünmeyen yok mu, o yok olmasın bizden. Bizim yelimiz de ihsanındandır, varlığımız da; bütün varlıklarımız, senin icadınla meydana gelmiştir. Yok’a varlık tadını tattırdın; yok’u kendine âşık ettin.
Verdiğin nimetin tadını alma; mezeni, şarabim, kadehini alma. Alırsan kim arayıp tarayabilir? Resim, ressamıyla nasıl savaşabilir? Bize bakma, kendine, kendi keremine, ihsanına, cömertliğine bak. Biz de yoktuk, dileğimiz, isteğimiz de yoktu; fakat lütfun, bizim söylenmemiş Sözlerimizi duyuyordu. Resim ressamın, kalemin önünde, ana karnındaki çocuk gibi âcizdir; bir şey yapamaz, söyleyemez
Kur’an’daki şu âyetin, tefsirini oku; Allak, ‘Attığın vakit sen atmadın' buyurdu.» (Mesnevi, 1. Nicholson basımı, s. 33-39, beyit 601-615)
Sh:41-44
Kaynak: Abdulbakiy GÖLPINARLI, 100 SORUDA TASAVVUF, İkinci Baskı Ocak 1985, İstanbul


[1]   Müceddidîlik Nakşîliğin Horasan menşe'li klâsik tasavvuf anlayışına bağlı bir koldur. İstanbul'da XVIII. yüzyılda yaygın iken XIX. yüzyılda aynı tarikatın Hâlidîlik kolunun yaygınlaşması üzerine ilgi odağı ol­maktan uzaklaşmıştır. II. Abdülhamîd döneminde Kürt menşe'li şeyhle­rin denetiminde yaygınlaşan Hâlidîlik ise devlet bürokrasisi içinde de belirgin bir siyâsî güç odağına dönüşmüştü. Hâlidîlik bugünün Türki­ye'sinde en fazla mensûbu bulunan tarikat koludur.
[2]   İbrâhim Bâbâ-i Velî Hazretleri Fâtih'e bağlı Arabacı Beyazıt Mahallesi'ndeki Ramazan Efendi Câmii hazîresinde medfûndur.
[3]   Seyyid Bekir Reşad Efendi'nin kabri, Edimekapısı'nda Eyüb'e inen eski yolun sağındaki mezarlıkda şâir Bâkî’nin kabrinin karşısında bulu­nuyor iken, Boğaz Köprüsü çevre yolunun açılması sırasında Edimekapısı'ndaki "Belediye Ekmek Fabrikası"nm arkasında bulunan mezar­lığa nakledilmiştir.
[4]    Seyyid Abdülkâdir Belhî, babası Seyyid Süleymân Hüseynî ve annesi Bibi Saîde Hanım (vef. H. 1311/M. 1894-95) Şeyh Murat Buhârî Dergâhı'nın hazîresinde demir parmaklıkla çevrili ve içinde bir ağaç bu­lunan bir alanda yatmaktadırlar (Bk. Sayfa: 19). Hüseyin Vassaf Bey'in de işâret ettiği gibi onların orada medfûn olduklarına delâlet edecek en ufak bir işâret dahî yoktur. (Bk. Sayfa 19’daki resim)
[5]   Selânik Vâlisi Mehmed Nâzım Paşa (1840-1926), şâir Nâzım Hik­met Ran'ın dedesidir.
[6]      Bu Farsça metin risâle hâlinde Sefîne-i Evliyâ’ya konulmuştur. Ancak bu metin anlatılan zâtın ilmî ve edebî derecesini göstermek üzere konulmuş bir örnektir. 235 beyitlik bu uzun Farsça metin, eserin esas amacına hizmet edecek nitelikte olmaması sebebiyle, bu kadar metni koyup da tercüme etmeyi uygun görmedik. Sâdece bölüm başlıklarını yazmakla yetindik :
                 1 – 14. Beyitler : Başlangıç.
              15 – 28. Beyitler : Der-beyân-ı âlem-i insânî gûyed.
              30 – 44. Beyitler : Der-beyân-ı esrâr-ı hakîkat gûyed.
   45 – 52. Beyitler : Der-beyân-ı hudûs u kıdem.
   53 - 60. Beyitler : Der-beyân-ı tevhîd gûyed.
              61 - 95. Beyitler : Der-beyân-ı esrâr-ı ilâhî ân Hazret (salla’llâhu aleyhi ve selem)
              96 - 106. Beyitler : Der-beyân-ı sıbga-i ilâhiye mî-gûyed.
              107 - 121. Beyitler : Der-beyân-ı fırak-ı beyne ehl-i hâl ü kâl mî-gûyed.
              122 - 146. Beyitler : Der-beyân-ı “Ene medînetü’l-ilm ve Alî bâbuhâ” mî-gûyed.
              147 - 184. Beyitler : Der-beyân-ı âlem-i insânî ve ez-hakîkat-ı ân mî-guyed.
              185 - 205. Beyitler : Der-beyân-ı tabâyı’ gûyed.
              206 - 210. Beyitler : Der-beyân-ı hâkkiyyet gûyed.
              211 - 218. Beyitler : Der-beyân-ı nâriyyet gûyed.
              219 - 235. Beyitler : Der-beyân-ı mâî vü türâbî gûyed. (H)
[7] “Allah’ın rûhu olan yaratıklarına aferin olsun. Mâsivânın nakşı senden ortaya çıktı.
       Yaratma kudreti dalgakıran oldu. Bütün her şey yokluktan zuhûr etti.
                 Yaratma kudreti zâtında gizli idi. İstersen bu kudretini izhâr edersin.
Sıfatın kudreti cömertliğine delîldir. Yeri ve gökleri sen yarattın.” (H)
[8] “Bu kitabı okuyan herkes onun ezberlenmesini sâhibine bıraktı.
Hakk’ın yardımıyla bu manzûme halka ulaştı. Bu ismin aşkına hüküm teblîğ oldu.
Kitaba başlama zamânı Zi'l-ka'dedir, bitiş zamânı da Şa’bân-ı muazzam ayının sonudur.” (H)
[9]  “O, cihânın sâhibinin adıyla... Ki O’ndan başkası yoktur. Her ne varsa O’dur.
Dünyâ ve bütün mevcûdat O’nun kudretinden zuhûr etti. O’nun cömertliğinden Sun’ ve Kudret sıfatları
tecellî etti.” (H)
[10] “Bu kitap, Cenâb-ı Bârî’nin fazlıyla, 1323/(1905) târîhinde tamâmlandı. ” (H)
[11] Bununla ilgili olarak Seyyid Abdülkâdir Efendi’nin eserlerinin arkasından dipnotta bilgi verilmişti. (H)
[12] “Cânânın yâdı cândan daha tatlıdır. Yine cânânın zikri iki cihânın cennetinden daha lezzetlidir . Onun dudağı ve rûha cân bahşeden sözü, bil ki, senin gönlün gibi tatlıdır.” (H)
[13] “Kendimizin sözümü tekrâr ede ede, dinden ve dünyâdan el-etek çekmiş kalender gibi geziyorum.
Hırka, seccâde ve tesbihin bağından kurtulmuşum. Ba'deden o derece sarhoş ve mahmûrum ki, adetâ içki satıyorum.” (H)
[14] “Gönlümün kara noktasında Hz. Hasan’ın sevgisi vardır. Hz. Hasan’ın yaşıyla, sofra gibi olan gözümden yaş akıtırım. Hz. Hasan’ın mukaddesliği ve yüceliği ayağının tertemiz toprağından bellidir. Allah adamlarının gözünün sürmesi de buna delîldir.” (H)
[15] “Hz. Hüseyin’in yası sebebiyle gönül kanlıdır; ıslak göz Seyhun nehri gibidir. Matemlilerin göz yaşının damlası, değerde dürr-i meknûn (mahfazalı parlak inci) gibidir.” (H)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar