SEYYİD ABDÜLKADİR BELHÎ HAZRETLERİ
Yenabiu-l Hikem (Hikmet Pınarları) başlıklı mesnevisinde,
şeceresinin İmâm Muhammed Takî yoluyla Hz Hüseyin'e ve oradan da Hz Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve selleme se uzanmakta olduğunu açıklayan Seyyid
Abdülkâdir Belhî (ya da bir başka ismiyle Gulâm-ı Kadir) 1839 yılında Afganistan'da Belh şehrine bağlı Kunduz'da
doğmuştur. Babası Nakşibendîliğin bir kolu olan Müceddidîlik[1]
meşâyihinden Seyyid Süleymân Hüseynî'dir (vef. 16 Ağustos 1877). Kendisi de
babasından aynı kolun icâzetini almıştır.
Seyyid Süleymân
Afganistan'da zuhur edecek olan siyâsî çalkantıları sezerek 1848 yılında 300
kadar yakını ve bağımlısı ile Afganistan'dan hicret ederek, İran ve Irak
tarîkiyle, 1859 yılında Konya'ya vâsıl olur. Dört yıl kadar Konya'da ikâmet
ettikten sonra Konya'dan ayrılarak Bursa'ya gelirler.
Rivâyet olunur ki Konya'da
bulunuyorlarken Seyyid Abdülkâdir Belhî âlem-i mânâda Hamzavî-Melâmî
kutbu İbrâhim Bâbâ-i Velî'nin [2]
(vef. H. 1264/M. 1848) vefatından sonra yerine geçen Seyyid Bekir
Reşad Efendi'yi[3]
(vef. 12 Nisan 1875) görür. Bekir Reşad Efendi Abdülkâdir Belhî'ye: "Kendisine
mânevî eğitim vermekle görevlendirilmiş olduğunu ve vakit kaybetmeden
İstanbul'a gelmesi gerektiğini" söyler. Aynı rüyâ
birkaç kere üstüste tekrarlanınca da Abdülkâdir Belhî durumu babasına açar ve
Konya'dan Bursa tarîkiyle İstanbul'a hicret kararı bu hâdise üzerine alınır.
Bursa'ya vardıklarında da güzel bir tevâfukla Seyyid Süleymân'a Sultân
Abdülazîz'in İstanbul'a dâveti erişir. Bunun üzerine bu topluluk muhtemelen
1864 yılında İstanbul'a yerleşir.
İstanbul'a vâsıl
olduklarında Abdülkâdir Belhî babasıyla birlikte evini, adresini bilmedikleri
Reşad Efendi'yi bulmak için yola düşerler. Abdülkâdir Belhî, kalbî muhabbetini
rehber kabul ederek: "Ben Efendimi bulurum" diye Fâtih semtine yönelir. Seyyid Reşad Efendi'nin konağının
önüne geldiklerinde ve Abdülkâdir Belhî de mânevî bir cezbe ile kapıya doğru
yürüdüğünde kapı açılır ve Reşad Efendi baba ile oğulu Elest Bezmi'inden
âşinâ, iki kadîm dost gibi karşılar.
Seyyid Abdülkâdir
Belhî, Efendi'sinin mürebbi'liğinde geçen 11 yıl boyunca âleme Hamzavî-Melâmî
neş'esiyle bakmayı öğrenir ve kendisinde tecellî etmekte olan Samedânî tavrın
(yâni Rahmânî Emâneti'nden başka kimseye ve hiçbir şeye ihtiyâç duymama
hâlinin) hikmetini fehmeder. İşte bunun içindir ki babasının 1867 yılında
şeyhliğine tâyin edilmiş olduğu ve onun vefatından sonra da kendi vefâtına
kadar 46 yıl boyunca postnişîni olacağı Eyüp Nişancası'ndaki Murat Buhârî
Dergâhı'ından yalnızca bir kere, ve o da Eşref Ede
Efendi'nin ricâsıyla, Üsküdar'da
Sandıkçı Dergâhı'ndaki bir zikre katılmak için dışarı çıkar. Ne kimsenin
peşinden koşar ve ne de kimseye gider.
Buna mukabil zamanının
ârifleri onun ilmine, hikmetine, edebine ve hilmine duydukları hayranlıkla
makamları ne olursa olsun rahle-i tedrisinden geçer ve Hamzavî-Melâmî neş'esinin
insanı müstağni kılan ve âleme her ân zinde bir rahmânî idrâk ile bakmayı
sağlayan tavrını benimserler. Bu zevât arasında Mevlevîliğin Çelebilik makamını
temsil eden Abdülhalim Çelebi (vef. 1925), Yenikapı Mevlevîhânesi
postnişînlerinden Mehmed Celâleddin Dede (vef. 1908) ile Abdülbâkıy Dede (vef.
1935), Galata Mevlevîhânesi postnişîni Ahmed Celâleddin Dede (vef. 1946),
Bahâriye Mevlevîhânesi postnişîni Hüseyin Fahreddin Dede (vef. 1911) gibi
mevlevî büyükleri ile Sütlüce Bektaşî Tekkesi şeyhi Münîr Baba ile Rumelihisarı
Şehitlik Bektaşî Tekkesi şeyhi Nâfî Baba gibi Bektaşi büyükleri de vardır.
Üçüncü Devre
Melâmîliği'nin kurucusu Seyyid Muhammed Nûr da birkaç defa geldiği İstanbul'da
Seyyid Abdülkâdir Belhî'yi dergâhında ziyâret etmiş ve kendisine "Gavsiyyet
Makâmı"na ya Hazret'in ya da
kendisinin geçmesini teklif etmiş. Hazret ise, Seyyid Muhammed Nûr'a, bu gibi
konulardan müstağni olduğunu beyân etmekle iktifa etmiştir.
Sefîne-i Evliyâ yazarı Hüseyin Vassaf Bey bu eserinde
bizzât tanımak şerefine erişmiş olduğu Seyyid Abdülkâdir Belhî Hazretleri'nden
bahsederken şöyle demektedir:
"... İrtihâlleri 15 Mart 1923 Perşembe günü saat 9 dadır.
Kabr-i mubârekleri dergâh hazıresinde, pederlerinin yanındadır[4]. Onların da üzerilerine hiçbir şey
yapılmamıştır. Vasiyetleri böyle imiş. Cenâzelerinde bulunmuşdum. Hz Hâlid'e
getirdiler. Azîm bir kalabalık vardı. Rûhâniyet-i mahsûsaları herkesin kalbini
lebrîz etmişti.
Hazret orta boylu,
buğday renkli, mutavassıd beyaz sakallı, kara gözlü, güzel sözlü, pâk özlü idi.
Hafif söylerdi. Tab'ı cemâle nâzır, rahîm ve şefkatleri gâlib idi.
Sevdiklerine "kuzum" tâbirini kullanırdı.
Dergâh-ı şerîfde Cuma
günleri zikr-i şerîf cem'iyeti olurdu ve erbâb-ı muhabbet ile dolardı. Sohbetleri
dâimâ ilmî ve irfânî idi. Şiirde neş’esi yüksek olup İdrîs-i Muhtefî Hazretleri
mânen mazhar-ı feyz edip esrâr tevdî etmekle şiddet-i tesettür neş'esi
uyandırmışlardı. Hâl-i hayatlarında bu zâtı kimse takdîr edememiştir.
Meşâyih-i rüsûm,
dergâhlarına gelen şeyhlerin tekkelerine giderlerdi. Adetleri böyle idi. Bir
şeyh diğer şeyhlerin tekkesine gitmezse, o zât veliyy-i zaman olsa da kimse
onun tekkesine gitmezdi. Abdülkâdir Efendi hiçbirine gitmediğinden, ona da
kimse gelmezdi..."
Seyyid Abdülkâdir Belhî
Hazretlerinin toplam 38.049 beyit tutan 7 eseri vardır:
1) Künûzü-l Arifiyn
(5.437 beyt), 2) Yenâbiu-l Hikem (12.071 beyit), 3) Şems-i Rahşan
(7.777 beyit), 4) Gülşen-i Esrâr (6.876 beyit), 5) Sünûhât-ı İlâhiyye
( 2.260 beyit) 6) Dîvan-ı Belhî (3.380 beyit), 7) Esrârü-t Tevhîd
(232 beyit).
Türkçe, Farsça, Arapça
ve Çağatayca dillerine hâkim olan hazretin Dîvân'ı Türkçe, Farsça ve
Çağatayca şiirlerini hâvidir. Tek basılı eseri, mevlevîyeden Selânik Vâlisi
Mehmed Nâzım Paşa[5]
tarafından tercüme edilmiş olan Esrârü-t Tevhîd'dir. Seyyid Abdülkâdir
Belhî Hazretlerinin torunu Neşen Hanım dedesinin, bildiğim kadarıyla, bütün
eserlerini Türkçe'ye çevirmişse de bunlar henüz basılmamış olup meraklılarının
elinde fotokopiler hâlinde dolaşmaktadır.
Kaynak: Ahmed
Yüksel ÖZEMRE, Üsküdarın Üç Sırlısı, üçüncü Baskı Kubbealtı, İstanbul; 104-108
*************
Belh’de
zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur. “Hâce”
ta’bîri o havalîde sâdât ve eşrâf hakkında isti’mâl olunurmuş.
Hüseyniyyü’n-nesebdir
:
Hz.
Hüseyin, İmâm Zeynel’âbidîn, İmâm Muhammed el-Bâkır, Ca’fer es-Sâdık, Mûsâ
el-Kâzım, Alî er-Rızâ, Muhammed-i Takî, Seyyid Mûsâ, Müberka’, Seyyid Ahmed,
Seyyid Ahmed-i A’rec, Seyyid Tâlib, Seyyid Ubeydullâh, Seyyid Ubeydullâh
el-Efdal, Seyyid Abdullâh, Seyyid Ahmed, Seyyid Muhammed, Şâh Hüseyin, Şâh
Hasan, Seyyid Celâleddîn, Seyyid Kemâleddîn, Seyyid Burhâneddîn Kılıç, Eme
binti Eylek pâdişâh-ı şehr-i Özkend min nesli Ebû Bekr es-Sıddîk, Seyyid
Cemâleddîn, Seyyid Nâsıruddîn, Seyyid Gulâmeddîn, Seyyid Tursun, Seyyid Bâkî,
Seyyid Muhammed-i Ma’rûf, Seyyid İbrâhîm, Seyyid Muhammed-i Ma’ruf el-müştehir
bi-“Baba Hâce”, Seyyid İbrâhîm el-meşhûr bi-Hâce Gelân, Seyyid Süleymân. (Kaddesa’llâhu
esrârahum)
Mahdûmları:
Seyyid
Abdülkâdir-i Belhî, Eyüp’de Murâd el-Buhârî (Dergâhı) şeyhi.
Kerîmeleri :
Bibi
Sâcide. İrtihâli: 1272/(1856), Urfa’da medfûnedir, Bibi, “Hânım” ma’nâsınadır.
Âbî
Cân Bibi. İrtihâli: 1282/(1865), Urfa’da medfûnedir.
Haremleri:
Bibi
Saîde. Rıhleti : 1311/(1893). Seyyid
Abdülkâdir’in vâlidesi.
Bibi Seyyide.
Rıhleti : 1284/(1867). Seyyid Burhâneddîn’in vâlidesi.
/226/ Silsile-i Tarîkatları:
Hz.
Şâh-ı Nakşıbend, Alâeddîn-i Attâr, Ya’kûb-ı Çerhî, Hâce Ubeydullâh, Muhammed
Zâhid, Şeyh Dervîş Muhammed, Hâcegî Semerkandî, Şeyh Muhammed el-Bâkî, İmâm
Rabbânî Ahmed-i Fârûkî, Muhammed el-Ma’sûm, Şeyh Yûsufuddîn, Muhammed-i
Bedvânî, Şemseddîn Habîbullâh Cân-ı Cânân, Şeyh Abdullâh-ı Dehlevî, Mevlevî
Sâhib, Seyyid Muhammed-i Mirzâ, Seyyid Süleymân. (Kaddesa’llâhu esrârahum)
Tahsîlleri
Bedâhşân’dadır. Belh’deki mezâlimin te’sîriyle, “Sünnet-i Rasûlu’llâh’dır.” diye
hicrete karâr verip, üçyüz kadar etbâıyla Mâverâünnehir’den İran’a geçip,
Meşhed-i Mukaddes tarîkıyla Irak’a gelmiş, atebât-ı âliyeyi ziyâretle
Bağdâd’dan Konya’ya vâsıl olmuştur. Bu seyâhat on sene sürmüş; Konya’da dört
sene kalıp, Hz. Şeyh-i Ekber’in hatt-ı destiyle muharrer nüsha-i asliyyeden Fütûhât-ı Mekkiyye’yi ba’de’l-istinsâh
Bursa ve İstanbul’a revân olmuştur. Konya’da iken çelebiyânın mazhar-ı hürmeti
olup, alâ-rivâyetin kendisine inâbe etmişlerdir.
İstanbul’a
muvâsaletleri 1278/(1861-62) senesine müsâdifdir. Sultân Abdülazîz merhûm,
müşârünileyh hakkında âsâr-ı ihtirâm gösterilmesini emretmiş, yevmî
ikibinsekizyüz kuruş masraf tahsîsiyle berâber Hz. Şeyh için Matbah-ı Âmire’den
yemek gönderirler imiş. Aksaray’da, Yûsuf Paşa’da Hâşim Ağa’nın konağı devletçe
istîcâr olunup burada sâkin olmuşlardır. Birbuçuk sene kadar ikâmetten sonra
Hicâz’a azîmete karâr verip yine devletçe masârıf-ı seferiyye ve levâzım-ı
sâiresi ihzâr olunduğu sırada, Şeyh Murâd el-Buhârî Dergâhı meşîhatine ta’yîn
olunması hasebiyle li-zarûretin te’hîr-i azîmete karâr vermişlerdir
(1284/1867).
Emr-i
ta’yîn şu sûretle vâkı’ olmuştur :
Şeyh
Murâd Dergâhı şeyhi Feyzullâh Efendi merhûm fazla olarak Meclis-i Meşâyıh Reîsi
idi. Meşâyıh-ı zamân, Seyyid Süleymân Efendi hazretlerinin uluvv-i kemâlâtını
takdîr ederek, gerek meşîhati, gerek riyâseti kabûl etmesini ricâ etmişler.
Onlar da meşîhati kabûl, riyâsetten istinkâf buyurmuşlardır.
Burada
dokuz seneden fazla bir müddet icrâ-yı meşîhat edip, 1294 senesi şehr-i
Şa'bânının altıncı (16 Ağustos 1877) Perşembe günü âzim-i dâr-ı karâr
olmuşlardır.
Âsârı :
1. Yenâbîu’l-Meveddeh.
2.
İ’câzu’l-Kur’ân.
3.
Meşrekü’l-Ekvân (مشرك الاكوان).
4.
Gıbtatü’l-Emân.
Arab,
Fürs ve Çağatay lisânlarına bi-hakkın vâkıf olup, her üç lisânda kudret-i
şi’riyyesi de yüksek idi. Âsârından Yenâbîu’l-Meveddeh
matbû'dur.
/227/ Ulemâ-yı zamândan birçoğu
müşârünileyhden tefsîr ve hadîs okumuşlardır. Âsârı manzûmdur. Dergâh-ı mezkûr
hazîresinde medfûndur. Vasiyyetleri üzerine kabrine taş yaptırılmamıştır.
Şöhretten fevka'l-âde müctenib, ehl-i dil bir zât-ı kerîmü’s-sıfât idi. (Kaddesa'llâhu
sırrahu).
ŞEYH SEYYİD ABDÜLKÂDİR EFENDİ
1255/(1839)
senesinde Belh’de kadem-zen-i âlem-i dünyâ olmuşlardır. Pederleri, müşârünileyh
Seyyid Süleymân hazretleridir. Maskat-ı re’sleri, Belh civârında, “Kunduz” denilen
mahaldeki hânkâhdır.
Dört
yaşında iken pederleriyle hicret etmişlerdi. Demek ki, Belh’den pederlerinin
hareketi 1259/(1843) senesine müsâdiftir. Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî dahi
dört yaşında iken Belh’den pederleri maiyyetinde hicret ettiği gibi,
kendilerinin de aynı sinde hicret etmelerini, Mevlânâ-yı müşârünileyhe nisbet-i
ma’neviyye eseri addetmişlerdir. Hattâ atîde yazacağım vechle, kırkbin beyitten
ibâret Yenâbîu’l-Hikem ve Gül-şen-i Esrâr bu nisbet mahsûlü
olarak yazılmıştır.
İstanbul’a
geldiklerinde pederlerinden tahsîl-i kemâlât edip mâddî, ma’nevî mazhar-ı feyz
olmuşlardır. Büyük pederleri, müşârünileyhe “Gulâm-ı Kâdir” tesmiye etmişlerse de, İstanbul’a
hicrette buranın şivesine göre, “Abdülkâdir” denilmiştir.
Belh’de iken bir ceylânı var
imiş. Bu ceylân kâfile ile İstanbul’a kadar gelmiş, hattâ İran’da Ferîdüddîn-i
Attâr hazretlerinin kabrini ararlarken, bu hayvân daha evvelden koşup türbenin
şebekesi üstüne çıkmış; kâfilenin gelmesine intizâr ve kâfilenin vürûdunda
aranılan merkad-i mukaddesin orası olduğunu ma’nen ihtâr eylemiştir ki, bu
sebeble, bu hayvân ölesiye kadar dikkatle bakılmıştır. Hattâ öleceğine karîb,
Seyyid Süleymân hazretlerinin ayaklarına yüzünü sürerek düşmüş, ölmüş. Dergâhda
defn olunarak, boynuzları yadigâr olarak hıfz edilmiştir.
Pederinin
irtihâlinde, Seyyid Abdülkâdir otuzdokuz yaşında idi. 1294/(1877) senesinde
Murâd el-Buhârî Dergâhı meşîhatine nâil oldular. Müddet-i meşîhati kırkyedi
senedir. Seksenaltı sene muammer oldular. İrtihâlleri 27 Receb 1341/15 Mart
1339/(1923) Perşembe günü sâat dokuzdadır.
Na’ş-ı
mübâreklerini gasl eden, Eyüp meşâyıhı huzûruyla, Şeyh Ceylân Efendi’dir.
Medfen-i mübârekleri pederlerinin yanındadır. Onların da üzerine hiç bir şey
yapılmamıştır. Vasiyyetleri böyle imiş.
Cenâzelerinde
bulunmuş idim. Hz. Hâlid’e getirdiler. Azîm kalabalık vardı. Rûhâniyyet-i
mahsûsaları herkesin kalbini leb-rîz etmiş idi.
/228/ Orta boylu, buğday renkli, mutavassıt beyâz ve sık
sakallı, kara gözlü, güzel sözlü, pâk özlü idi. Hafîf söylerdi. Tab’ı cemâle
nâzır, rahm u şefkatleri gâlib idi.
Dergâh-ı
şerîfde Cuma geceleri zikr-i şerîf cem’iyyeti olur, erbâb-ı muhabbetle dolar
idi. Âdâb-ı Muhammediyye ile müeddeb, şerîat-ı mutahhara ile mühezzeb idi.
Sevdiklerine, “kuzum” ta’bîrini kullanırlar idi. Sohbetleri dâimâ ilmî, irfânî
idi.
Tarîkaten
nisbetleri ve hilâfetleri pederlerindendir.
Arabî,
Fârisî, Çağatâyî ve Türkî lisânlarına vâkıf idi. Şiirde neş’esi yüksek olup,
âsârını nazmen te’lîf buyurmuşlardır.
Son
zamânlannda üç sene kadar istiğrâk hâli zuhûr edip, makâm-ı hayrette
kalmışlardı. Lakırdı söylemez olmuşlardı. Ba'zan sevdiklerini huzûruna kabûl
ettikçe, tevdî’-i esrâr ederlerdi. Bu hâlde iken evlâdları ona, büyük dikkatle
hizmet etmişlerdir. İrtihâllerinden bir ay evvel, birâderleri Seyyid
Burhâneddin Efendi’yi isteyerek, “Burhân-ı cân” diye hitâb edip, elleriyle
işâret ederek kucaklamışlar ve parmağıyla âlem-i vahdete yol göründüğünü îmâ
ile âile halkı ağlaşmaya başlayınca birdenbire lakırdı söyleyerek, “Allâh’a ısmarladık, cümlenizi
Rabbî’ye emânet ettik.”
buyurmuşlardır.
Ricâl-i
Hamzavî’den olup, İdris-i Muhtefî nâmıyla meşhûr ve tersâne arkasındaki tepede
makbûr olan Hâce Ali er-Rûmî hazretleri, müşârünileyhi ma’nen mazhar-ı feyzi
edip, esrâr tevdî’ etmekle şiddet-i tesettür neş’esi uyandırmışlardı.
Fi’l-hakîka hâl-i hayâtlarında müşârünileyhi kimse takdîr edememiştir.
Meşâyıh-ı rüsûm dergâhlarına gelen meşâyıhın tekkelerine giderler, âdetleri böyledir.
Bir şeyh dîğer meşâyıh tekkelerine gitmezse, veliyy-i zamân olsa onun tekkesine
kimse gitmez. Abdülkâdir Efendi, hiç bir yere gitmediğinden, ona da kimse
gelmezdi.
Azîzimin
dâmâdı Şeyh Hazmî Efendi nakl eyledi :
Mesnevî-i şerîfin
ebyât-ı gâmızasından bir beyt-i şerîfin tevcîh ve te’vîl ma’nâsında, gerek
şürrâh, gerek urrâf âciz kalmışlardır. Bu beyit hakkında Galata Mevlevîhânesi
şeyhi, urefâ-yı Mevleviyye’den Ahmed Efendi’ye mektûbla mürâcaata karâr vermiş
ise de, nasılsa muvaffak olamadığından, huzûr-ı Şeyh Abdülkâdir’de iken bu
beyt-i şerîfden bahs açıp, Kule Kapısı mevlevî şeyhinin kendisine bir mektûb
yazıp bunu nasıl anladığını sormuş, /229/ “Ben böyle düşünüyorum.” diye
her şârihin fevkinde tevcîh-i ma’nâda bulunmuşlardır. Bundan çıkan netîcenin
bir ciheti, Hz. Şeyh’in keşf-i kalbîye mâlik olması, dîğeri kudret-i
irfâniyyesinin ne mertebe yüksek bulunmasıdır.
Âsârı :
1. Şems-i Rahşân.
2.
Yenâbîu’l-Hikem.
3.
Künûzu’l-Ârifîn.
4.
Şumûs-ı Envâr.
5.
Sünûhât-ı İlâhiyye.
6.
İlhâmât-ı Rabbâniyye.
7.
Dîvân-ı Belhî.
8.
Gül-şen-i Esrâr.
9.
Esrâru’t-Tevhîd.
Bunlardan
Esrâru’t-Tevhîd matbû'dur. Şuarâdan Nâzım Paşa, nazmen tercüme
eylemiştir. Burhân-ı Belhî, fakîre Hz. Şeyh’in hatt-ı dest-i mübârekleriyle
yazılmış bir nüshayı ihdâ buyurdular. Buraya aynen telsîk eyledim.[6] Bu âcize ihdâsı eser-i feyzdir. Âsâr-ı
mezkûreden Yenâbîu’l-Hikem, 644 sahîfelik manzûm bir eserdir. Mesnevî-i şerîf tarzındadır. Şöyle başlar
:
آفرين اى
آفرين جان
خدا
از تو
پيدا
كشت
نقش ما
سوا
موج ران
شد قدرت
صنعت بهم
جمله اشيا
سر برآورد
از عدم
قدرت صنعت
بذاتد بود
نهان
خواستى اين
قدرتد كرد
وعيان
قدرت صنعت
بجودت شد
قرين
Nihâyetlerinden :
هر
آن كسى
اين كتاب
ما بخواند
بحفظ
آن خداوندى
بماند
بعون
حق رسيد
منظوم با
عام
ينابيع
الحكم شد
بهر اين
نام
دوم
ذو القعده
بود بدأ
كتابش
بشعبان
المعظم شد
ختامش
هزارسى
دو تاريخ
بيست است
Gül-şen-i Esrâr da
382 sahîfelık bir kitâb-ı manzûmdur. Mukaddimesinden:
بنام آن
خداوند جهانست
كه جز
او نيست
هر جه
است آن
است
ز قدرت
شد جهان
وضع وبيدا
Nihâyetinden:
كه
سيصد بيست
سه بعد
از هزارى
* * *
Gül-şen-i feyze şeref virdi Şıh Abdülkâdir
Ehl-i Tevhîde feyiz virdi Şıh Abdülkâdir
Ârif ü âlim idi mazhar-ı esrâr-ı yakîn
Kalb-i Vassâf'a şeref virdi Şıh
Abdülkâdir
/230/ Mahdûmları:
Seyyid Şeyh Muhtâr Efendi. (Babasının) yerine şeyh olmuştur.
Seyyid Habîbullâh Efendi. Müddeî-i umûmîdir.
Seyyid Seyfullâh Efendi. Lise muallimlerindendir.
İki
kerîmesi vardır, zâtu’z-zevcdirler.
Şeyh
Abdülkâdir Efendi, cidden urefâ-yı meşâyıhın ekâbirinden idi. (Kaddesa'llâhu
sırrahû).
1262/(1846)
senesinde mehd-i şuhûda fer vermiştir. Seyyid Abdülkâdir-i Belhî’nin birâderi
ve Seyyid Süleymân’ın mahdûmudur. İstanbul’a geldiğinde onaltı yaşında imiş.
Tarîkaten nisbetleri pederinedir. Tahsîli pederindendir.
Zevk-i
tarîkatten pek ziyâde neş’e-i şi’riyyeleri gâlibdir. Arabî, Fârisî, Türkî,
Çağatâyî lisânlarına vâkıf olup, Fârisî, Türkî, Çağatâyî lisânlarında söylenmiş
eş’ârı vardır.
Ser-efrâzân-ı
şuarânın gazellerinden ekserini tanzîr ü tahmîs ettikleri gibi, Dîvân-ı Hâfız’ı tahmîs etmek gibi büyük
bir kudret-i şi’riyyeleri nümâyân olmuştur.
Hâfızaları
pek metîn olup, bir gece bezm-i sohbetlerinde bulundum, şiirle sabâh etmiş
idik. Herhangi bir şâir-i meşhûrun gazeliyyâtından birine başlansa, derhâl onu
bir şîve-i mahsûsasıyla okur, itmâm ediverir.
Hüsn-i
hatt-ı ta’lîkda zamânımızın Ammâd-ı sânîsidir. Devr-i Azîzî’den beri hükûmetten
aldığı maâşla te’mîn-i intiâş edegelirken, sâdât maâşâtının kat’ olunması,
hayâtını dâğ-dâr etmiştir. Kesîrü’l-âile olması i’tibâriyle, vâridât-ı
nakdiyyesi ile te’mîn-i intiâşda zorluk çekerken, maâşın büsbütün kat’ı
kendisini acınacak bir hâle getirmiştir. Bir zamânlar, a’yân-ı sâbıkadan
Abdülkâdir Efendi’nin Bostancı’daki köşkünün selâmlık dâiresinde ve Yakacık’da
bir köşkde ve Sultân Murâd’ın Kurbağalıdere’deki köşkünde ikâmet etmiş ve son zamânlarda
meb’ûsândan Ahmed Ağayef'in Merdiven karyesi civârında Mü’minderesi’ndeki
köşkünde bilâ-bedel oturmakta bulunmuştur.
Dört
mahdûmu vardır. (Bunlardan) Seyyid Kemâleddîn Efendi, evvelce irtihâl etmiştir.
Şeyh Murâd Dergâhı’nda medfûndur. Seyyid Mûsâ ismindeki mahdûmu mükemmel tahsîl
görmüş, ecnebî lisânına âşinâ iken dünyâdan yüz çevirip dûçâr-ı cezbe olmuş;
elyevm âlem-i vahdette gûşe-nişîndir. Seyyid Süleymân Celâleddîn, liselerde
Fransızca muallimliğindedir. Seyyid Ahmed İhsân, Mekteb-i Sultânî’den neş’et
etmek üzeredir. Evlâdları ve Burhâneddîn Efendi hâlen bekârdır. Bugün
kendilerine bakacak, hâllerine rahm u şefkat göstererecek kimse yoktur. Cenâb-ı
Hak muînleri olsun; erbâb-ı kemâlin ale’l-ekser dûçâr olduğu hâlâttandır.
/232/ Yâ Rab sana heb şâh u gedâdır muhtâc
Sükkân-ı semâ ile serâdır muhtâc
Bu gurbet ilinde kerem ü şefkatine
Burhân-ı
garîb ü bî-nevâdır muhtâc
Burhân
Efendi hâlen inzivâdadır kimse ile görüşmek istemiyor.
Yâ
Rab dilimi hubb-i sivâdan dûr it
Dâmânımı çirkâb-ı hevâdan dûr it
A’zâ-yı vücûdumu hatâdan dûr it
Üryân tenimi sevb-i riyâdan dûr it
zemzemesiyle
dem-sâzdır.
Rubâiyyât-ı
Ömer Hayyâm üzerine söylenmiş gâyet metîn eş’ârı vardır. Rûhî-i Bağdâdî’ye bir
nazîresi, bir de Fârisî kasîdesi hatt-ı destiyle muharrer olarak ihdâ olunmuştu.
Aynen telsîk ettim.[11]
Şu
gazel de onundur :
Gözlerim
merdümleri girdâb-ı gam içindedir
Derd-keşlerdir ki heb emvâc-ı yem içindedir
Sîretim Yûsuf gibi arz-ı cemâl itmekdedir
Sûretim zindân-ı hicrân u elem içindedir
Hak-perest âzâde-ser zâkir-dil-i Îsâ-demim
Çün melek şâm u seher sahn-ı harem içindedir
Bak ne hoş Dâvûdi elhân ile gönlüm bülbülü
Kûy-ı yâr-âsâ gülistân-ı İrem içindedir
Cân-ı cân-bahşım benim la’l-i leb-i cânânedir
Sanma ey bî-derd işim bezm-i cem içindedir
Tab’ımın şems-i felek gibi tulûâtı bütün
Subh-ı ferruh makdem-i ferhunde-dem içindedir
Ehl-i beytinden Rasûl’ün bir Arab sayılmadı
Âlinin Selmân gibi merd-i Acem içindedir
Kâlıbım ma’rûz ise âzârına dehrin ne gam
Kalb-i derrâkim maânî-veş nağam içindedir
Hânkâhın gûşesin itmiş idim evvel makâm
Şimdi de halvet-gehim dâru’s-sanem içindedir
Sâde-levhân tanımazlarsa beni ma’zûrdur
Heb nişân u nâmım erbâb-ı kalem içindedir
Her leîm-i hâricî duymaz nevâ-yı hâssımı
Heb sadâ vü sîtim ashâb-ı kerem içindedir
Gerçi bir merd-i fakîrim zikr-i hayrım haşre dek
Şîr-i merdân-ı reh-i Edhem-şiyem içindedir
Aşk ile zâr-ı nigârı yazdı çün Burhân-ı Belh
O da eş’ârı gibi kenzü’l-hikem içindedir
* * *
Esrârını di yârına ağyâra dime
Heb kârını ahyâra di eşrâra dime
Rü’yânı da bir muabbir-i kâmile söyle*
Sakın yanılup şeyh-i riyâ-kâra dime
Talebe
hakkında :
Nev-nihâlân
böyle nûr yârân ile
Hem açılır goncalar elvân ile
Mektebin etfâl-i ebced-hânları
Yükselirler ilm ile irfân ile
Çağatayca:
Bir
gül-i nev-resteni âvâre gönlüm yâd isâr
Derd birle tün ü gün bülbül gibi feryâd isâr
Sarığ altun din yüzümde ak gümüş din göz yaşım
Görüp ol bed-mihr-âyînim meniga bîdâd isâr
Fârisî
eş’ârından:
ياد
جانان كه
ز جان
شيرين است
وز نعيم
دو جهان
شيرين است
دلك حرف
روان بخش
خوشتى
Dîğer
:
حديث
بار خود
را ميكنم
تكرار ميكردم
ز
دين ودينرى
فارغ قلندر
وار ويكردم
ز
بنده خرقه
وسجاده وتسبيح
آزادم
* * *
در سويداى دلم
هست تولاى
حسن
ريزم از
ديده ازان
خوان بمعراى
حسن
سرمهء چشم
همه مرد
خدايست برهان
* * *
از غزاى
حسين دلخونست
ديدهء تر
چو
نهر جيحونست
قطرهء اشك
چشم
ماتميان
Müşârünileyh
ile, bir gece Kâsımpaşa’da Hüsâmeddîn-i Uşşâkî hazretlerinin âsitânesinde
buluştuk. Bu âsitâne şeyhi, azîzime muhabbet-i kâmilesi olup, fazîlet-i ilmiyye
ve kemâlât-ı /233/ irfâniyyesi i'tibârıyla uluvv-i rütbesine kâni’dir.
Gece sohbet-i irfâniyye bezmi teşekkül etti. Azîzimle garâmiyyât üzerinde o
mertebe dakîk musâhabâta yol açıldı ki, sabâh namâzı vakti oldu. Sâatlerin
geçtiğini anlayamadık. Burhân Efendi’deki hâfızanın hayrânı oldum. Eğer emr-i
zarûret onu pençe-i kahrı altına almamış olsaydı, her hâlde aklımın ihâta
edemeyeceği derecede bir mevkiin sâhibi olduğunu isbâta zemîn bulmakta güçlük
çekmezdi.
Çağatay
lisânından münâcâtları, na'tları ve gazelleri bizi hayrân etti. Hele Dîvân-ı Hâfız’ı aynı neş’e-i beyân ile
tahmîs edişi, Hz. Hâfız’ın vâris-i esrârı olduğuna şübhe bırakmadı. Vahdet-i
vücûd zevkinde de sâhib-i makâmdır. Muallim Nâcî, merhûmun fazâil-i şi’riyye vü
edebiyyesini anlata anlata bitiremedi.
Zavallı
bugün perîşân hâldedir. Çamaşırlarını kendi yıkar imiş. Kuru ekmekle dem-güzâr
oldukları da vâkı’ olur imiş.
Dârü’l-Fünûn
müderrisleri birkaç gün evvel mazbata yapmışlar, müşârünileyhe maâş tahsîsini
ricâ etmişler. Heyhat, “Karşılık yok.” derler. Meclis-i Meb’ûsân’ın
güşâdını beklerler. “Sâdâttan imiş. Olmaz, verilemez.”, derler. Erbâb-ı
kemâlin memleketimizde âkıbeti budur.
Hüseynîyem
ki tab’-ı râz-dânım gibi hazz itmem
Delîl bî-nûr-ı dâniş ile ma’nâsız ibâretden
diyor,
kimseye minnet etmiyor.
Burhân
Efendi’ye bir zamân tesâdüfümde gerek pederinin ve birâderinin, gerek kendinin
tercüme-i hâlini yazıp vermesini ricâ etmiş idim. Bir seneye yakın taallül
gösterdi. Murâd el-Buhârî (Dergâhı) şeyhi Ahmed Muhtâr Efendi’ye mürâcaat
ettim, cevâb alamadım. Bir gün Şeyh Abdülkâdir’in rûhâniyyetine hitâben, “Yâ
Şeyh! Benim dünyevî beklediğim bir menfaat yok. Hasbeten li’llâh tercüme-i
hâlini yazmayı istedim. Ne birâderinden, ne de mahdûmundan eser-i icâbet
göremedim, mahzûn oldum. Senin uluvv-i kadr ü kemâline îmânım var; vâkıf
olduğun esrâr-ı tevhîd hürmetine benim mes’ûlümü is’âf et. Kardeşinin ve
mahdûmunun kalblerinde bir te’sîr husûle getir. İstediğim ma’lûmâtı bana
versinler. Ashâb-ı mürâcaatı merdûd etmek büyüklük şânı değildir.” dedim.
Te’sîrât-ı
garibesi:
O
gün Burhân Efendi’nin kalbine bir in’ikâs vâki olmuş, mahdûmuna hitâben, “Evlâdım,
şimdi Hacı Hüseyin Bey’in köşkünü bul, onu gör, benden istediği ma’lûmâtı ver.
/234/ Yazılarımı ve birâderin el
yazısı ile muharrer Esrâr-ı Tevhîd’i
ona hediyye ettim, götür.” diye emreder. Seyyid Celâl Bey nâmındaki
mahdûmu, arar bulur, bu ma’lûmâtı ve emânâtı verir. Ertesi günü Eyüp’te Murâd
el-Buhârî Dergâhı’na gittim. Hz. Abdülkâdir’i ve pederini ziyâret ettim. Ahmed
Muhtâr Efendi ile görüştüm. O da ârzûmun fevkında îzâhât verdi. Yazdığım
şeyleri tetkîk ve tashîh etti. Silsile-nâmeleri, şecere-nâmeyi, Hz. Şeyh’in
âsârını birer birer gösterdi ve dedi ki :
“Bu
gün çok işim vardı. Ma’nevî bir kuvvet beni tuttu; siz geldiniz. Sebeb, size
intizâr imiş. Hz. Şeyh’in rûhâniyyeti böyle istemiş.”
Hz.
Şeyh’in böyle bir kerâmetini de, bu sûretle muharrir-i fakîr gördüm. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
Kaynak: Hüseyin
Vassaf, Sefine-i Evliya
Soru 53 : ……. tasavvuf
bilgiyi nasıl görüyor?
Tasavvuf bilgiye düşman değildir. Hattâ yakıyn
derecelerinin ilki, bilgiye dayanır. Ancak bilginin vehmi arttıracağı, şüpheyi
uyandıracağı, insana bir varlık, benlik vereceği düşüncesiyle bilgiyi bir gaye
değil, bir vasıta olarak kabul eder. Burada, aklımıza gelen bir iki şeyi,
konuyu tam aydınlatması bakımından hikâye edeceğiz;
Son zamanın kudretli sûfîlerinden ve Melâmet neş’esinin
mümessillerinden Abdülkaadir-i Belhî
(1341 H. 1923) «Niyâzî Mısrî’nin boğulduğu
denize girdim; suyu, topuğumu aşmadı»
buyurmuş. Niyâzî-i Mısrî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Mehdîlik iddia
etmiş, İsâ olduğunu söylemiş, peygamberlik dâvâsına kalkışmış, aklî müvâzeneden
yoksunluğu, kendisini ölümden kurtarmıştır (Niyâzî hakkında etraflı bir
makalemiz çıkacaktır; şimdilik İslâm Ansiklopedisine yazdığımız «Niyazi»
maddesine bakınız).
Fâtih türbedarı Ahmed Amiş kaddesellâhü sırrahu’l azîz
Efendi (1338 H. 1920), kendisine intisap edenlere, «Bundan böyle tasavvuf kitaplarını okumak yasak. Kur'ân
okuyun, hadîs okuyun, Mesnevi okuyun; başka kitapla uğraşmayın; tasavvuf
kitapları yazanların çoğu, yoldayken yazdılar; neş’e ve mertebe bakımından
birbirini tutmaz sözler olur, şaşırtır sizi; ama Mevlânâ, gitti, dönüp geldi,
Mesnevî’sini sonra yazdı.» [Bir başka yerde de Niyazi Mısrî divanını okuyun,
demiştir. İhramcızâde İsmail Hakkı] dermiş. Gene bu zatın, «Allah Muhyiddîn’e, benden ne istersin dese Muhyiddîn,
beni dünyaya yolla, bütün yazdıklarımı toplayıp yakayım da sonra geleyim derdi»
sözü, pek meşhurdur.
Rahmetli Tâhir’ül-Mevlevî (Tâhir Olgun, 1952), Diyânet
işleri reisi rahmetli Şerefeddin Yaltkaya'yı (1947) pek sevmez, onun gururunu
işaretle, «zannınca sefîne-i vücûd, rükûbuna
mahsustur» yâni, varlık gemisi, ancak kendisinin binmesi için
yapılmıştır sanır derdi. Yaltkaya bunu duymuş da demişti ki: Evet, ben hocayım, böyle zannederim; fakat o dervişlik
dâvâsında; benim hakkımda böyle bir söz söylememesi gerekirdi.
Bilgi, insana bilmediğini, bilemeyeceğini öğrettikçe
aczini gösterdikçe işe yarar, müsbet olur. Fakat Yunus Emre’nin,
Işk ile gelen erenler içer ağ uy i nûş ider
Topuğa çıkmayan sular deniz ile savaş ider
Topuğa çıkmayan sular deniz ile savaş ider
dediği (Dîvân, s. 158),
Dostdur bizi okuyan üstümüzde şakıyan
Şîmdi üç buçuk okuyan derin tanışman olur
Şîmdi üç buçuk okuyan derin tanışman olur
beytinde söylediği gibi (tıpkı basım, s. 175, metin, «R»
harfi, XLVII. şiir, 2. beyit, s. 63) azıcık bilgisine güvenip, «her bilgi sahibinin üstünde bilen var» âyetinden (XII, 76) gaflet ederek, gek gek geğiren
kişi, bilgisizden çok daha beterdir. Kendine güvenip doğru diye yapacağı eğri
iş, bilgisizin yapacağından çok daha kötü sonuçlar doğurur.
Tasavvuf bu yüzden bilgiyi yerer. Ama bilgiyi bir gaye
değil de bir vasıta sayan kişi, sonunda acze, hayrete düşer; bilemediğinin
sınırsızlığına karşı, bilmediğini bilir. Bu çeşit bilgiyi yermez tasavvuf. Bir
de şu ver;
Bilgide, aşkta olduğu gibi bir üçlü vardır; Bilen, bilinen ve
bilgi. Aşkta da seven, sevilen
ve sevgi vardır. Âşık, sevdiğinin vasıflarına bürünürse kendisi
de, sevdiği de sevgi de yok olur gider. Bilen de, bilinene ulaşır, onda kendini
yitirirse bilgi de kalmaz, bilen de. Tasavvuf, birliği amaç edinmiştir;
İkiliyi, üçlüğü değil. Bu yöndendir ki bilgi, insana perde olur demişlerdir.
Sh:94-96
Kaynak: Abdulbakiy
GÖLPINARLI, 100 SORUDA TASAVVUF, İkinci Baskı Ocak 1985, İstanbul
************
Türkçe, Arapça, Çağatayca ve
Farsça dillerine vâkıf, şiir neş’esi yüksek, eserlerini Farsça nazım ile telif
buyurmuş olan Abdülkadir Belhi hazretlerinin tasavvuf nokta-i nazarından çok
kıymetli Esrar-ı Tevhid'i yayınlandı. yazdı..
Hamzavî-Melamî kutbu olarak
tanınan Seyyid Abdülkadir Belhî hazretlerinin ismini, ilk defa Ahmet
Yüksel Özemre’nin Üsküdar’ın Üç Sırlısı kitabında gördüm.
Kitaptaki birkaç sayfalık ekte hazretin tercüme-i hali arz edilse de aklımda
kalmasının asıl nedeni, ailesiyle beraber delikanlılık yaşlarında hicret
ettikleri yurtları Belh’in hatırasını, âdeta havasını, kokusunu muhafaza eden,
hazretin sağ-ı sanilerinden çekilmiş portre fotoğraftır. (Öyle ki bu
fotoğraftan bahsederken hazretin Belh’te kullandığı ve nüfus kağıdında yazdığı
gibi “Gulâm-ı Kâdir” ismini kullanmak geliyor içimden.)
Altyazısından I. Cihan Harbi
sonrasında çekildiğini anladığımız bu resmi tamamlamak için bir de Hüseyin
Vassaf Efendi’nin Sefine-i Evliya’da yaptığı tasviri
eklemeli: “Orta boylu, buğday renkli, mutavassıt beyaz ve sık sakallı, kara
gözlü, güzel sözlü, pak özlü idi. Hafif söylerdi. Tâb-ı cemale nâzır, rahm u
şefkatleri galip idi. (Bu kısmını da yazmadan edemeyeceğim.) Sevdiklerine
‘kuzum’ tabirini kullanırdı.”
Türkçe, Arapça, Çağatayca ve
Farsça dillerine vâkıf, şiir neş’esi yüksek, eserlerini Farsça nazım ile telif
buyurmuş olan Abdülkadir Belhi hazretlerinin tasavvuf nokta-i nazarından çok
kıymetli –Gölpınarlı, hazretin “son asrın en büyük sufi şairi olduğunu” yazmış-
otuz sekiz bin küsur beyitten oluşan yedi eserlik külliyatının, torunu Neşen
Hanım tarafından Türkçeye çevrildiğini ve basılmamış bu çevirilerin fotokopiler
halinde kıymetini bilecek zevatın arasında dolaşımda olduğunu okudum, Üsküdar’ın
Üç Sırlısı’nı yeniden elime alınca. İşte bu fotokopiler gel zaman git
zaman, bir CD halinde Niyazi Sayın hanesinde, Kadem dergisinden aşina
olduğumuz ve CD’deki ilk kitabı yani Esrar-ı Tevhid’i yayına
hazırlayan Yüce Gümüş’ün nasibine düşmüş. Ve dolayısıyla Pan Yayınları
tarafından neşrinden sonra biz okurların da...
“Hakk’ın sırrı senin yüzünden
aşikar oldu”
Esrar-ı Tevhid, isminin düşündürdüğü gibi
evvela âlemin vücuda gelişini anlatıyor; âlemin zuhurunu, Cenab-ı Hakk’ın
zatının eseri ve cilveleri olduğunu... Sonra bu âlemlerden hülasa olan insanın,
kevn ağacının meyvesi, Hakk’ın maksadı, nüsha-i kübra ve cami-i ecza oluşunu...
Ve bir sır olarak insandan bahsediyor. Kitabın başlığındaki esrara atıf yapan
beyitlerden birini zikredeyim: “Cihanın Hüdavendine sen sır oldun. Mekânsız
olan Huda, senin sırrındır.” Fasıllar böyle devam ediyor, hakikatin sırları,
ilâhi esrarın Efendimiz (sas) yüzünden oluşu, ilâhi boya (sıbga-i ilâhi), hal
ehli ile söz ehli arasındaki fark, “Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır”
hakkında beyan, insanın hakikati, tabiat...
“İmkanda olanın gölgesi yok
olunca...”
Ahmet Yüksel Özemre’nin
Üsküdar’ın üç sırlısından Üsküdarlı Hafız Eşref Ede Efendi’nin meşayih
nezdindeki kıymetini anlatırken aktırdığı bir hadise var. Şeyh Haydar Efendi’nin,
Sandıkçı Baba Tekkesi’ndeki bir meclise Abdülkadir Belhi hazretlerini davet
etmek için Eşref Efendi’den aracı olmasını istemesi neticesinde, Eşref Efendi
hatırına senelerdir tekkesinden çıkmayan ve diğer tekkeleri ziyaret âdeti
olmayan Belhî hazretleri toplantıya iştirak için, yaşlı halinde Eyüp Sultan’dan
Üsküdar’a kadar gitmiştir. Bu meyanda Hüseyin Vassaf Efendi, Abdülkadir Belhi
hazretleri için hal-i hayatında kimse takdir edememiştir dedikten sonra,
“Meşayih-i rüsum dergâhlarına gelen şeyhlerin tekkelerine giderlerdi. Âdetleri
böyle idi. Bir şeyh diğer şeyhlerin tekkesine gitmezse, o zat velî-i zaman olsa
da kimse onun tekkesine gitmezdi. Abdülkadir Efendi hiçbirine gitmediğinden ona
kimse gelmezdi...” diye yazmıştır.
Erzurumlu Emrah’ın nutkunda, “Hakk’ın
esrarından anlardır âgâh, velâkin surette ihfa ederler” diye bahsettiği gibi
ehlullah kendisini gizler, sırlarını saklar. Hüseyin Vassaf Efendi, bu hususta İdris-i
Muhtefi hazretlerinin, manen feyzine mazhar olan Belhi hazretlerinde, esrar
tevdi etmekle şiddet-i tesettür neş’esini uyandırdığını aktarır. Bu tesettür
hali, Murad Buharî Dergâhı’nın haziresindeki mübarek medfenlerine dahi
yansımıştır. Vasiyeti gereği üzerine bir şey yapılmamış, isimsiz ve nişansız
defnedilmiştir. Tabii ki bu nişansızlık, hal-i hayatında vârından soyunmuş bir
zatın encam-ı kârı olduğu için yücedir. Zira hazretin de buyurduğu gibi,
“Kendisinden geçip nişansız olmuş kişiye, Huda’nın nişanından pay verildi.
Hakk’ın nişanından dolayı parıldayışta olmuş kimse için nişansız oluş, ebediyen
varlıkta olmuştur. Hakk’ın nişanından haberli olan her kişi nazar ehli
ariftendir. Hakk’ın boyasından boyanmış kimse, kendinden fâni olup Hak’ta olan
kimsedir.”
“Kendinden gâfil olma, ey dinin ehli.
Sen âlemlerin Rabbi’nin esrarından oldun.”
Sen âlemlerin Rabbi’nin esrarından oldun.”
Abdülkadir Belhi hazretleri ile
birbirlerine “zamanın kutbu odur” dedikleri Fatih Sultan Türbedarı Âmiş
Efendi hazretlerinin meşhur bir sözü var: “Matlubun husûlü veya adem-i
husûlü nezdinde müsavî değilse, nâkıssın evlâdım!” Bu sözün mefhum-ı muhalifini
düşündüğümüzde kâmil insan için talep edilenin olması yahut olmaması eşittir.
Kırk altı senede sadece bir defa, yukarıda naklettiğimiz sebeple tekkesinden çıktığı
ifade edilen bir zatın dışarda ya da içerde olması ne fark eder? “Hakk’ın evine
dâhil olmuş kişi”, -ki “İnsanın kalbi Yezdan’ın evidir.” buyurur hazret- “evin
sahibini içinde bul”muş, “Hak bahrinde katre olmuş”tur. “Can âlemi içinde yol
bulmuş kişi”, yüzünü mahlukat âleminden ötelere çevirmez mi? O, “Hakk’ın
varlığının güneşi”ndedir, “bütün âlem varlığını kaybetmiş”tir. Hakk’ın
mertleri, mecazi varlığa niye takılsın, birlikten gayri ne görsün? “Söz ehlinin
gözleri ikilik görücüdür. Hal ehli ise her şeyi ‘Bir’ görücü olur.”
“Satırlardan olan ilim baştan başa dedikodu ve
lakırdı oldu
/ Sadrî ilim tamamıyla zevk ve hal oldu.”
/ Sadrî ilim tamamıyla zevk ve hal oldu.”
Söz ehli satırlarını
yazadursun... Hal ehli sadırlardan okumaya, sadırlara yazmaya devam ediyor.
Sadrîler, gönüllerinden hırs ve hevayı söktüklerinden, asla heveslerinden
değil, lisan kalıbından manayı akıtmak, “Hakk’ın lütfundan mana adamı oldun.
Hak’tan hakikat manası avla” diyerek sâlike yol göstermek için yazıyorlar.
Satırlarımız tamam olurken, tevhidin esrarına aşina olmak ve sadırlarımıza şifa
bulmak duasıyla... Buyurun, Esrar-ı Tevhid’in hâtimesi: “Bunun adını
Esrar-ı Tevhid koydum. Her okuyan muvahhidlerden oldu. (...) Her has ya da
umumdan olan kimse bundan istifade etmiş olsun. (...) Bu bizden yârâna bir
hatıra olarak hesap gününe kadar kalsın.”
********
Seyyid Abdulkadir Belhi
Hazretleri enteresan bir zattır. Hamzavi Melami meşreb olmasının gereği olsa
gerek; ne kimsenin peşinden koşar ne de kimseye giderdi. Kabrinin üzerinde,
hiçbir işaret, yazı, nişan yoktur. Hazret, ahirete irtihallerinden sonra bile hırkayı
melamete bürünerek şöhretten kaçınmayı yeğlemiş, mahviyet duygusu ile alemde
gaib olmayı murad ederek mübarek mezarlarıyla bile, namu nişanı terk
etmişlerdir.
Kaynaklar; 3.Devre Melamilerinin
piri Seyyid Muhammed Nurul Arabi Hazretlerinin İstanbul'a geldiğinde, Seyyid
Abdulkadir Belhi Hazretlerini ziyaret ettiğinden ve aralarında geçen bir
konuşmadan bahsederler. Rivayete göre Seyyid Muhammed Nur’ul Arabî Hazretleri,
Seyyid Abdulkadir Belhi Hazretlerine hitaben:
"Duyduk
ki kutupluk sizde imiş. Eğer kutupluk sizdeyse, biz de size uyalım. Yok eğer
kutupluk bizdeyse, o zaman siz bize uyun! Demiş.
Bu sözü duyan Hazreti Seyyid
Abdulkadir Belhi de derin bir müşahade ile muhatabını incitmeden şu cevabı
vermiş: “Biz öyle şeyler bilmeyiz. Yalnızca
tabiyiz!” Ardından da
şu meşhur Nefes'i okumuştur. “Eller buğday, biz saman. Eller yahşi,
biz yaman.”
TASAVVUFÇULARIN KİTAP OKUMA POLEMİĞİ
Soru 53 : ……. tasavvuf bilgiyi nasıl görüyor?
Tasavvuf
bilgiye düşman değildir. Hattâ yakıyn derecelerinin ilki, bilgiye dayanır.
Ancak bilginin vehmi arttıracağı, şüpheyi uyandıracağı, insana bir varlık,
benlik vereceği düşüncesiyle bilgiyi bir gaye değil, bir vasıta olarak kabul
eder. Burada, aklımıza gelen bir iki şeyi, konuyu tam aydınlatması bakımından
hikâye edeceğiz;
Son
zamanın kudretli sûfîlerinden ve Melâmet neş’esinin mümessillerinden Abdülkaadir-i Belhî (1341 H. 1923) «Niyâzî Mısrî’nin boğulduğu denize girdim; suyu, topuğumu
aşmadı» buyurmuş. Niyâzî-i
Mısrî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Mehdîlik iddia etmiş, İsâ olduğunu söylemiş,
peygamberlik dâvâsına kalkışmış, aklî müvâzeneden yoksunluğu, kendisini ölümden
kurtarmıştır (Niyâzî hakkında etraflı bir makalemiz çıkacaktır; şimdilik
İslâm Ansiklopedisine yazdığımız «Niyazi» maddesine bakınız).
Fâtih
türbedarı Ahmed Amiş kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendi (1338 H. 1920),
kendisine intisap edenlere, «Bundan böyle
tasavvuf kitaplarını okumak yasak. Kur'ân okuyun, hadîs okuyun, Mesnevi okuyun;
başka kitapla uğraşmayın; tasavvuf kitapları yazanların çoğu, yoldayken
yazdılar; neş’e ve mertebe bakımından birbirini tutmaz sözler olur, şaşırtır
sizi; ama Mevlânâ, gitti, dönüp geldi, Mesnevî’sini sonra yazdı.» [Bir başka yerde de
Niyazi Mısrî divanını okuyun, demiştir. İhramcızâde İsmail Hakkı] dermiş.
Gene bu zatın, «Allah Muhyiddîn’e, benden ne
istersin dese Muhyiddîn, beni dünyaya yolla, bütün yazdıklarımı toplayıp
yakayım da sonra geleyim derdi» sözü, pek meşhurdur.
Rahmetli
Tâhir’ül-Mevlevî (Tâhir Olgun, 1952), Diyânet işleri reisi rahmetli Şerefeddin
Yaltkaya'yı (1947) pek sevmez, onun gururunu işaretle, «zannınca sefîne-i vücûd, rükûbuna mahsustur»
yâni, varlık gemisi, ancak kendisinin binmesi için yapılmıştır sanır
derdi. Yaltkaya bunu duymuş da demişti ki: Evet,
ben hocayım, böyle zannederim; fakat o dervişlik dâvâsında; benim hakkımda
böyle bir söz söylememesi gerekirdi.
Bilgi,
insana bilmediğini, bilemeyeceğini öğrettikçe aczini gösterdikçe işe yarar,
müsbet olur. Fakat Yunus Emre’nin,
Işk ile gelen erenler içer ağ uy i nûş ider
Topuğa çıkmayan sular deniz ile savaş ider
Topuğa çıkmayan sular deniz ile savaş ider
dediği
(Dîvân, s. 158),
Dostdur bizi okuyan üstümüzde şakıyan
Şîmdi üç buçuk okuyan derin tanışman olur
Şîmdi üç buçuk okuyan derin tanışman olur
beytinde
söylediği gibi (tıpkı basım, s. 175, metin, «R» harfi, XLVII. şiir, 2. beyit,
s. 63) azıcık bilgisine güvenip, «her bilgi
sahibinin üstünde bilen var» âyetinden
(XII, 76) gaflet ederek, gek gek geğiren kişi, bilgisizden çok daha beterdir.
Kendine güvenip doğru diye yapacağı eğri iş, bilgisizin yapacağından çok daha
kötü sonuçlar doğurur.
Tasavvuf
bu yüzden bilgiyi yerer. Ama bilgiyi bir gaye değil de bir vasıta sayan kişi,
sonunda acze, hayrete düşer; bilemediğinin sınırsızlığına karşı, bilmediğini
bilir. Bu çeşit bilgiyi yermez tasavvuf. Bir de şu ver;
Bilgide, aşkta olduğu gibi bir üçlü vardır; Bilen, bilinen ve bilgi. Aşkta da seven, sevilen ve sevgi vardır.
Âşık, sevdiğinin vasıflarına bürünürse kendisi de, sevdiği de sevgi de yok olur
gider. Bilen de, bilinene ulaşır, onda kendini yitirirse bilgi de kalmaz, bilen
de. Tasavvuf, birliği amaç edinmiştir; İkiliyi, üçlüğü değil. Bu yöndendir ki
bilgi, insana perde olur demişlerdir.
Sh:94-96
Kaynak: Abdulbakiy GÖLPINARLI, 100 SORUDA TASAVVUF, İkinci Baskı
Ocak 1985, İstanbul
Soru 21 : Bu [vahdet-i vücûd] , panteizm olmuyor mu ?
Panteizm, «Vücûdiyye» sözüyle Arapçaya çevrilmiştir. Her şeyi, Allah
Teâlâ’yı tanımak, varlığı, ancak ona vermektir. Bunu, sonsuzluk, sonu, olan
varlık; Tanrı, tabiat olarak belirmiştir diye tarif edenler olmuştur. Bu vahdet-i vücûd, yâni
Varlık birliği değil, Vahdet-i mevcûd, yâni varlıkların, tabîatin birliği
inancına varır ve tabîatin Tanrı oluşuna, tabîatten başka bir varlık, bir
Tanrı, bir gerçek bulunmayışına inanmaktır ki Atehizm’den, Allah tanımamaktan
başka bir şey değildir. Fakat
sonsuzluk, Tanrı sonu olan varlıklar âlemini izhar etmiştir; var olanlar, O’nun
tecellisidir, fakat bu tecelli, tecelli edenin aynı değildir; güneşin ışığı,
güneş olmasa meydana gelmez, ama o ışık, güneşin kendisi olamaz; kendisinden
ayrı da değildir denirse o vakit bu inanç, Allah'ı tanımamaktan kurtulur;
İspinoza'nın inancı da budur. Ona göre yaratıcı kudret, sonsuzluk,
ebedilik, ezelilik vasıflarını hâizdir; bu vasıflar, sonu olan çokluk âlemini
meydana çıkarmıştır. Fakat yaratıcı kudret ve o kudretin sahibi, hem
sonsuzluktan münezzehtir, hem de sonu olan, ayrı ayrı mütalâa edilirse bir
çokluk âlemi olan ve sonu bulunan bu âlemden münezzehtir. Fakat bu doktrin, gerçekten de biraz oynaktır. Çünkü sonsuzluk vasfiyle görünen tek yaratıcı,
sonu olan bu çokluk âlemi hâlinde tecelli ediyorsa ya bu âlem gerçektir, o
hâlde Tanrı, bu âlemin özüdür, mânasıdır; yahut da o, vardır, bu âlem bir
hayalden ibarettir; var olan ancak yaratıcı kudret sahibidir.
Bu düşünüş, Hindistan'da da vardı. Veda mezhebinde tabiat yoktur, var
olan, ancak yaratıcı kudrettir. Sanhiya mezhebindeyse var olan, ancak maddedir.
Maddeden ilk tecelli eden akıldır, yani Budha’dır. Nitekim deniz sudan
ibarettir; dalga, köpük, damla, hep denizin görünüşleridir; güneş birdir; fakat
suya vurunca yayılır, çok görünür.
Eski Yunan felsefesinde de eşya, bir tüm olarak mütalâa edilir, fakat
daima oluş halinde bulunduğu söylenirdi. Herakiit, insan bir ırmakta iki kere
yıkanamaz sözüyle bu değişme, bu oluş inancını belirtmişti. Ona göre kâinatın
aslı, hayat ve hayâtiyet kaynağı olan ateşti. Tüm akıl adını verdiği bu esas
unsur, kâinatı ve kâinattaki değişmeyi meydana getirmedeydi. Tabiatı esas
ittihâz etmekten başka bir şey olmayan bu meslek, Parmenid ve Zenon’la daha
hayâli bir tarza girmiş, kâinatı, tabiatı, tüm bir varlık, bütün var olanları
da bu varlığın birer uzvu kabul etmişlerdi.
İskenderiye medresesi, vahdetin, yani birliğin, kesrete, yani çokluğa
meyli olduğunu, bu meylin aklı, aklın da rûhu meydana getirdiğini, bütün
âlemin, bu üç aslın şekillere bürünerek görünüşünden ibaret olduğunu kabul
eylemişti. Bu meslek erbâbı, insanı, aklıyla insan biliyor, insanın kendinden
geçmesiyle, aşkla, gerçek varlığa ulaşacağına inanıyordu, Avrupa'daki mistik
felsefe, bu mesleklerden doğmuştu. Eflatunsa, bu âlemi, İde âleminin bir hayâli
kabul etmekte, gerçek varlığı o âleme vermekteydi. Eflâtun'un nazariyesini, her
şeyin fikirden doğduğu tarzında izah edenlerin de bulunduğunu söyleyelim.
Mısır ve Suriye’de, İskenderiye mektebinin tesiriyle meydana gelen yeni
Eflâtuncular da ide nazariyesini kabul ediyorlar ve insanın gerçeğe, ancak
aşkla ulaşacağını söylüyorlardı. Nihayet Hristiyanlıkta, İsa'nın, kelâm
sıfatının tecessüdü olarak kabul edildiğini, inananlara, «Allah evlâdı» gibi
mecazî bir sözle ilâhî bir vasıf verildiğini, Musevilikte Kabbal felsefesinde
de Vücûdiyye kanaatinin izleri bulunduğunu söyledikten sonra tasavvuftaki
«Vahdet-i Vücud Varlık birliği» inancına geçebiliriz!
Kur'ân-ı Kerîm'de Allâh’ın adları, «tek, bir, dâimi diri» (Ferd, Vâhid, Ahad, Hayy) gibi zâtına, «duyan,
bilen, gören, gücü yeten üstün olan,» (Semî, Alîm, Basîr, Kadîr, Azız) gibi
sıfatlarına «dirilten, öldüren, bağışlayan, acıyan, kahreden, lütfeden, rızık
veren» (Muhyî, Mümît, Afüvv, Rahmân, Rahim, Kahhâr, Razzaok) gibi fiillerine,
yâni yarattıklarına yaptığı işlere ait olmak üzere üçe ayrılır. Bu adlar arasında «Vücûd» adı yoktur.
Allah’ın adları, İslâm dininde, tevkıyfiyyedir, yani Kur’an'da hangi adlarla
anılmışsa, ancak o adlarla anabiliriz. Sûfîlerse Allâh'a, mutlak, yâni her çeşit kayıttan münezzeh
varlık anlamına «Vücûd-ı Mutlak» diyorlar. Oysa
Allah, mevcûd, yâni vücud bulmuş olmadığı gibi vücûd, yâni varlık da değildir.
Ona varlık demek, onu, var
olan şeyler arasına katmaktır. Fakat sûfîler, bunu biz de biliyoruz; her şey
ondan zuhur eder, onunla vardır; fakat anlayışa: yaklaştırmak, anlatabilmek
için ona vücûd demekten başka bir çare bulamadık; bu yüzden ona «Mutlak Varlık»
dedik; vücud, yani varlık, bizce Allah’tan ibarettir ve ondan başka; zâtiyle
kaaim olan, kendiliğinden var olan yoktur. Hattâ ona «mutlak»
vasfını vermek de câiz olamaz; çünkü o, hiç bir şeyle mukayyed olmadığı gibi
mutlak oluştan da münezzehtir. O, ne çoğalır, ne bölünür; her
var olan, onunla vardır; varlık, onun sıfatı değildir, zâtıdır; vücut sözüyle,
var olan şeylerin, kendisiyle var olduğunu, gerçek ve mutlak varlığıyla varlık
âleminde tecelli ettiğini anlatmak istiyoruz diyorlar. Sûfîlere göre âlemin
varlığı İzafîdir; yani Allah’ın varlığına nisbetle âlem, yoktan, yokluktan
ibarettir; fakat onun sıfatlarının tecellîsi olması, her şeyde onun kudretinin,
hikmetinin, sun’unun, eserinin görünmesi dolayısıyla var denebilir. Yoksa
kâinat, hiç bir vakit, o değildir, olamaz; buna imkân olmadığı gibi o da kâinat
suretinde görünemez.
Mümkin ve hâdis, yani var olması da, yok olması da imkân dahilinde
bulunan ve sonradan, yokken var olan şey, vâcib, yani olmamasına imkân
bulunmayan bir varlık olamayacağı gibi vâcib de mümkin ve hâdis olamaz.
Güneşin' ışığı, güneş olmasa var olamaz, fakat güneşin ışığı, güneş değildir,
güneşin bir tecellisidir.
Mevlâna Celâleddin, bunu anlatırken der ki:
“Ey bizim canımıza can olan, biz kim oluyoruz ki seninle beraber ortaya
çıkabilelim?
Biz yoklarız, bizim varlıklarımız, fâni şekiller gösteren (kudretini o
fâni şekillerle izhâr eden) sen, mutlak varlıksın. Biz arslanlarız, ama
bayraklardaki arslanlarız; soluktan soluğa onların yeldendir saldırısı.
Saldırılan görünmektedir de yel görünmemektedir. O görünmeyen yok mu, o yok
olmasın bizden. Bizim yelimiz de ihsanındandır, varlığımız da; bütün varlıklarımız,
senin icadınla meydana gelmiştir. Yok’a varlık tadını tattırdın; yok’u
kendine âşık ettin.
Verdiğin nimetin tadını alma; mezeni, şarabim, kadehini alma. Alırsan kim
arayıp tarayabilir? Resim, ressamıyla nasıl savaşabilir? Bize bakma, kendine,
kendi keremine, ihsanına,
cömertliğine bak. Biz de yoktuk, dileğimiz, isteğimiz de yoktu; fakat lütfun,
bizim söylenmemiş Sözlerimizi duyuyordu. Resim ressamın, kalemin önünde, ana
karnındaki çocuk gibi âcizdir; bir şey yapamaz, söyleyemez
Kur’an’daki şu âyetin, tefsirini oku; Allak, ‘Attığın vakit sen
atmadın' buyurdu.» (Mesnevi, 1. Nicholson basımı, s. 33-39, beyit 601-615)
Sh:41-44
Kaynak: Abdulbakiy GÖLPINARLI, 100 SORUDA TASAVVUF, İkinci
Baskı Ocak 1985, İstanbul
[1] Müceddidîlik Nakşîliğin Horasan menşe'li
klâsik tasavvuf anlayışına bağlı bir koldur. İstanbul'da XVIII. yüzyılda yaygın
iken XIX. yüzyılda aynı tarikatın Hâlidîlik kolunun yaygınlaşması üzerine ilgi
odağı olmaktan uzaklaşmıştır. II. Abdülhamîd döneminde Kürt menşe'li şeyhlerin
denetiminde yaygınlaşan Hâlidîlik ise devlet bürokrasisi içinde de belirgin bir
siyâsî güç odağına dönüşmüştü. Hâlidîlik bugünün Türkiye'sinde en fazla
mensûbu bulunan tarikat koludur.
[2] İbrâhim Bâbâ-i Velî Hazretleri Fâtih'e bağlı
Arabacı Beyazıt Mahallesi'ndeki Ramazan Efendi Câmii hazîresinde medfûndur.
[3] Seyyid Bekir Reşad Efendi'nin kabri,
Edimekapısı'nda Eyüb'e inen eski yolun sağındaki mezarlıkda şâir Bâkî’nin
kabrinin karşısında bulunuyor iken, Boğaz Köprüsü çevre yolunun açılması
sırasında Edimekapısı'ndaki "Belediye Ekmek Fabrikası"nm arkasında
bulunan mezarlığa nakledilmiştir.
[4] Seyyid Abdülkâdir Belhî, babası Seyyid
Süleymân Hüseynî ve annesi Bibi Saîde Hanım (vef. H. 1311/M. 1894-95) Şeyh
Murat Buhârî Dergâhı'nın hazîresinde demir parmaklıkla çevrili ve içinde bir
ağaç bulunan bir alanda yatmaktadırlar (Bk. Sayfa:
19). Hüseyin Vassaf Bey'in de işâret ettiği gibi onların orada medfûn
olduklarına delâlet edecek en ufak bir işâret dahî yoktur. (Bk. Sayfa
19’daki resim)
[6] Bu Farsça metin risâle hâlinde Sefîne-i
Evliyâ’ya konulmuştur. Ancak bu metin anlatılan zâtın ilmî ve edebî
derecesini göstermek üzere konulmuş bir örnektir. 235 beyitlik bu uzun Farsça
metin, eserin esas amacına hizmet edecek nitelikte olmaması sebebiyle, bu kadar
metni koyup da tercüme etmeyi uygun görmedik. Sâdece bölüm başlıklarını
yazmakla yetindik :
1 – 14. Beyitler : Başlangıç.
15 – 28. Beyitler : Der-beyân-ı
âlem-i insânî gûyed.
30 – 44. Beyitler : Der-beyân-ı
esrâr-ı hakîkat gûyed.
45 – 52. Beyitler : Der-beyân-ı hudûs u
kıdem.
53 - 60. Beyitler : Der-beyân-ı tevhîd
gûyed.
61 - 95. Beyitler : Der-beyân-ı
esrâr-ı ilâhî ân Hazret (salla’llâhu aleyhi ve selem)
96 - 106. Beyitler : Der-beyân-ı
sıbga-i ilâhiye mî-gûyed.
107 - 121. Beyitler : Der-beyân-ı
fırak-ı beyne ehl-i hâl ü kâl mî-gûyed.
122 - 146. Beyitler : Der-beyân-ı
“Ene medînetü’l-ilm ve Alî bâbuhâ” mî-gûyed.
147 - 184. Beyitler : Der-beyân-ı
âlem-i insânî ve ez-hakîkat-ı ân mî-guyed.
185
- 205. Beyitler : Der-beyân-ı tabâyı’ gûyed.
206 - 210. Beyitler : Der-beyân-ı
hâkkiyyet gûyed.
211 - 218. Beyitler : Der-beyân-ı
nâriyyet gûyed.
219 - 235. Beyitler : Der-beyân-ı
mâî vü türâbî gûyed. (H)
[7] “Allah’ın rûhu olan yaratıklarına aferin
olsun. Mâsivânın nakşı senden ortaya çıktı.
Yaratma
kudreti dalgakıran oldu. Bütün her şey yokluktan zuhûr etti.
Yaratma
kudreti zâtında gizli idi. İstersen bu kudretini izhâr edersin.
Sıfatın kudreti cömertliğine
delîldir. Yeri ve gökleri sen yarattın.” (H)
[8] “Bu
kitabı okuyan herkes onun ezberlenmesini sâhibine bıraktı.
Hakk’ın yardımıyla bu manzûme
halka ulaştı. Bu ismin aşkına hüküm teblîğ oldu.
Kitaba başlama zamânı
Zi'l-ka'dedir, bitiş zamânı da Şa’bân-ı muazzam ayının sonudur.” (H)
[9] “O, cihânın sâhibinin adıyla... Ki O’ndan
başkası yoktur. Her ne varsa O’dur.
Dünyâ ve bütün mevcûdat O’nun
kudretinden zuhûr etti. O’nun cömertliğinden Sun’ ve Kudret sıfatları
tecellî etti.” (H)
[10] “Bu
kitap, Cenâb-ı Bârî’nin fazlıyla, 1323/(1905) târîhinde tamâmlandı. ” (H)
[11] Bununla
ilgili olarak Seyyid Abdülkâdir Efendi’nin eserlerinin arkasından dipnotta
bilgi verilmişti. (H)
[12]
“Cânânın yâdı cândan daha tatlıdır. Yine cânânın zikri iki cihânın cennetinden
daha lezzetlidir . Onun dudağı ve rûha cân bahşeden sözü, bil ki, senin gönlün
gibi tatlıdır.” (H)
[13]
“Kendimizin sözümü tekrâr ede ede, dinden ve dünyâdan el-etek çekmiş kalender
gibi geziyorum.
Hırka,
seccâde ve tesbihin bağından kurtulmuşum. Ba'deden o derece sarhoş ve mahmûrum
ki, adetâ içki satıyorum.” (H)
[14]
“Gönlümün kara noktasında Hz. Hasan’ın sevgisi vardır. Hz. Hasan’ın yaşıyla,
sofra gibi olan gözümden yaş akıtırım. Hz. Hasan’ın mukaddesliği ve yüceliği
ayağının tertemiz toprağından bellidir. Allah adamlarının gözünün sürmesi de
buna delîldir.” (H)
[15] “Hz.
Hüseyin’in yası sebebiyle gönül kanlıdır; ıslak göz Seyhun nehri gibidir.
Matemlilerin göz yaşının damlası, değerde dürr-i meknûn (mahfazalı parlak inci)
gibidir.” (H)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar