SEZAİ KARAKOÇ- “İSLÂM’IN DİRİLİŞİ-1999” ESERİNDEN
İNSANA ÇAĞRI
İslâm, insanı bir
kere daha çağırıyor. Bakalım, insan, bu çağrıya yabancı ve ilgisiz kalacak mı?
Hemen bir dağa
bitişik aydınlık bir kasabada çeşmelerin gün doğmadan insanı çağırışı gibi, baharda
tarlaların çiftçiyi çağırışı gibi, şubat ayında sonsuz kar ovasının gece
yarısında oyuna doymamış çocukları, arkadaşlarının dili ve sesiyle çağırışı
gibi, Martın çağırışı gibi, Haziranın çağırışı gibi, İslâm, insanı çağırıyor.
Bakalım insan, bu
çağrıya yabancı ve ilgisiz kalacak mı?
Batıya koşan
Afrika’yı, İslâm, Doğuya çağırıyor. Bir gecenin ayak yürüyüşüyle koşan siyah
ırkı, İslâm, seher aydınlığına çağırıyor. Doğuda duran Çini, Batıya çekiyor.
Bakalım, bütün bir insanlık, Merkezde İslâm’da toplanacak mı?
Müslüman babadan ve
Müslüman anadan gelen, dünya kütüklerine Müslüman diye kayıtlı, birbirini
Müslüman adıyla çağıran, ama İslâm hariç, kaç yol ve kaç yön varsa o yöne
doğrulan ve yola dalan, kurt görmüş koyun sürüsü gibi bir doğuya bir batıya
koşuşan Müslüman kütleyi, İslâm, yeni bir dirilişe çağırıyor. Bir paradoks
dilini kullanarak diyelim, vakit gelsin görelim, Müslümanlar İslâm’ın çağrısına
kulak verecek mi?
Kur’an, canlı, diri
ve kutsal diliyle çağırıyor, kadim yapraklar arasından. Namaz, vücutlardan ve
ruhlardan bir Cebrail nefesi gibi geçerek çağırıyor. Oruç, bir ilkbahar bulutu
gibi şehirlere iniyor ve suya hasret insanları çağırıyor. Kâbe, anıt bir meşale
gibi, yolların en birikmiş kavşağında, çağırıyor. Buyruk çağırıyor, yasak
çağırıyor. Farz ve sünnet, hazır ve gayb çağırıyor. İslâm çağırıyor.
İsrafil’in surundan
daha kesin bir sesle İslâm çağırıyor. Ama Allah’ın sağırlaştırdığı kulağa kim
sesini işittirebilir?
Batı Medeniyetleri
sonbahar yapraklarını döktü. Her yer güneşte yanmış yaprak kızıllığı içinde.
Akşam geldi, dağlar kurşunlaştı. İnsan bir kere daha o yakıcı yalnızlığını
duyuyor. Doğu Medeniyetleriyse, bir fosil ölümü içinde, arkeolojik bir konudur.
İşte şimdi Sina Dağı’ndaki ateş, yanmış insanı çağırıyor. Beşikteki çocuk
konuşuyor. Doğuran kadından değil, çağrıyı ondan dinlemeli. Ağaçtan putlar,
ateşte çatır çatır yanacak kadar kurumuşlardır ve onların odun olarak kullanılacağı
«büyük kış» da gelmiştir. Çocuk İbrahim balta kullanacak yaşa ulaştı.
Peygamber Hira Dağı’ndan inmiş, örtüleri bir yana fırlatmış. Denizlerin
mürekkep ve ağaçların kalem kesilip yazsalar önünde bitecekleri tükenmez kutsal
sözler Mekke’de, Medine’de, bütün ufuklarda çınlıyor.
İnsansa, kutlu
rüyalardan bile uzakta, uyumaktadır. Şafak gelmiş kapıya dayanmış, bıçak boğazda,
güneş ırmakta, kuzu annesinin memesine yaklaşmakta. Yine de insan uyumaktadır.
Dağların, kâğıt
tomarları gibi bir toplanmadığı kalmış, suların bir yedi kat yerin dibine
batmadığı kalmış, Buğday başaklarının bir saman bitkisi olmasına ramak kalmış.
Makinayla insanın ikiz kardeş olması gün meselesi.
İnsansa, kurtarıcı
çağırıyı duymamakta direniyor.
MÜSLÜMANA ÇAĞRI
İslâm önce
Müslümanı çağıracaktır elbet. O, her şeyden önce, Müslümanın kendine dönmesi
için yükseltilmiş bir sestir. Av ve savaştan önce av ve savaş borusu öter. Boru
çalınır ve avın olsun, savaşın olsun bütün üyeleri ilkin kulak kabartırlar,
sonra, önceden konuşulmuşçasına bir yerde toplanırlar. Sonra av başlar.
Hakikatin eşsiz avında insanı avlamak için av ve savaş güçleri olan gerçek
inanmışlar kadrosunun oluşması gerekir. Bu kadronun yapı kaynağı elbet
Müslümanlardır. Fark fark İslâm’dan uzaklaşmış ta olsa, yine av kokusu ve savaş
tozu onların üstündedir. Kimileri baba katında Müslümandırlar, kimileri dede
katında. Kimilerinde Müslümanlık bir folklor, kimilerinde sararmış bir vesika,
hattâ kimilerinde utanç ta olsa, bu kutsal mirasın taşıyıcıları yine de
onlardır. Ola ki, av borusunun sesini duyunca çoktan unutmuş gibi oldukları bu
ses çok tatlı anılarla onların yüreklerinde geçmiş ve kaybolmuş mutlu zamanı
canlandırsın ve diriltsin. İçlerinde artık yosun bağladıkları yatakları
dürsünler ve kendilerine dönsünler. Müslümanın kendine dönmesi kültür ve
medeniyet hamlesini yeni baştan İslâm’a ayarlaması demektir. Bunun da en büyük
belirtisi, düşüncesi onun kültürüyle yoğrulacak, keskinleşecek ve tazelenecek,
davranışı, İslâm’ın çizgisinde gelişecek ve onun cihat ve aksiyonunu yüklenecektir.
Yüreği, İslâm içtenliğiyle kabaracak, yaşantısı İslâm yaşantısı olacak, çağı,
İslâm’ın değer yargılarıyla yorumlayacak, sorumluluğu İslâmcı bir anlam
kazanacaktır. Bu bir çile demektir. Müslümanların İslâm’a yeniden dönüşleri,
Kur’an-ı yeniden bulmaları, hadisi ve sünneti yeniden anlamaları, klâsik İslâm
düşünce ve teoriğini, çağdaş İs-lâm düşüncesini, tarihî İslâm pratiğini şuura getirmeleri
demek olacaktır. Gelenekleşmiş bölümler yıkılacak, çatışmalar durdurulacak,
sapmalar düzeltilecek, yeni, diri bir İslâm insanı ortaya konacaktır. Bu insan,
bütün hayatını İslâm’ın dirilişine adayacaktır. Bu ülkelerden, bütün dünyanın
gözü oralara çevrilecek şekilde İslâm yeniden fışkıracaktır. Bunlar, ikinci
ilkler olacaktır.
Müslümanların
kendine dönüşmesi, başka bir kültüre dönüşmelerinden belki daha güç, ama tek
kurtuluş umutları olacaktır. Bu ne bir doğal gelişmeyle, ne de bir devrimle
olabilir. Bu olsa olsa, üstün, derin ve samimî bir sesin çağırışıyla başlayan
köklü bir dirilişle olur. Bunun şartları yeni bir diriliş kadar komplekstir.
Ama, baharda toprağın kabarışını hiç bir güç durduramaz ve geri çeviremez.
Sabah geldi mi uyuyan her canlı da mutlaka uyanacaktır. Sûr çalındı mı bütün
ölüler de dirilecektir. Yaratıcının vâd ettiği geri döndürülemez bir kader
şartı ve dönümüdür bu.
Tarihin bütün yükü
bu neslin omuzlarındadır. Bunu yüklenen var olacaktır. İslâm’ın Müslümanlara
çağrısı, bu ağır ama şanlı yükü omuzlamaya çağrıdır.
Bir imam gelecek ve
Tarihle birlikte diyecektir ki :
Müslüman, derinleş. Eşyaya olduğu
kadar insana ve toplumlara doğru da derinleş. Öyle derin ol ki, şendeki çekim
gücü, eşya ve insanı bir vehim dünyasının buğuları gibi senin sularına
çeksin... Bir ikindi vakti, Galata Kulesini arkana almış, Köprüde, Yenicami’ye
doğru yürürken, yanından geçenler, bir bakışta, yeryüzünde henüz gerçek
bilgisini taşıyanların tükenmediğini anlasınlar. İnsan, beş yüz yıl önce
İstanbul’da, bin yıl önce Bağdat’ta, bin üçyüz elli yıl önce Mekke’de, bin
dokuz yüz yıl önce Kudüs’te, üç bin yıl önce Mısırda, dört bin yıl önce
Babil’de üstün insanın bulunduğunu bilir de, kendi gününde yaşayacağına
inanamaz. Sen, derinliği öylesine yüklen ve getir ki, her insan bu derinliği
kendi derinliği sansın, şuuraltında bir umut buğusu, gerçek insana bir gün
rastlayacağı güvenini kaynatıp dursun. Senin derinliğinden topluma boz bulanık
öyle bir cemre düşsün ki, gözüyle görmese, kulağıyla işitmese, eliyle tutmasa
bile gerçeğin var olduğunu, kubbelerde çınladığını, kemerlerde bir örgü olduğunu
duysun ve sezsin insan. Namazda, oruçta, zekâtta, hacda, hac yollarında
derinleş. Akşam vakti, güneşin batışından paniğe kapılan kuşların
çığlıklarında, sabah, dağ doruklarından günün huzurunu getiren yumuşak
ışıkların gümüşsü tüylerinde derinleş. Trajik olma, trajedide derinleş. İstekle
kan akıtma, akan kanda derinleş. Çocuğunu hep teknik öğretime koşturuyorsun,
çağın alışkanlıklarına ve eğilimlerine uyarak. Onu edebiyata ve düşünceye de
yönelt.
Müslüman, şuurlaş. Çileleş ve
şuurlaş. Hz. Hüseyin’in sırf bir dünya günü görmek için şehit olmadığını bil ve
şuurlaş. Din ve gerçek için ebedi bir modeldir sana O. Komünizmin senin insanım
eritmek için nasıl anlar ve karıncalar gibi çalıştığım gör ve bu ağı parçalamak
için şuur kılıcını keskinlet. Hıristiyanlığın, kendi ülkesindeki yenilgisini
senin ülkendeki zaferle kapatmaya çalışan Papalığın ihtirasını sez. Şuur
yığınağı yap. Doğuyu, Batıyı tanı. Geçmişi iyi bil ve geleceği iyi düşün.
Zamanın her atomunda tarih dolduran bir av yap. Şuurlaş, şuurlaş, öyle
şuurlaş ki, dıştan gelen her yıkış plânının daha ilk maddesi açıklanmadan,
sen son maddesini söyleyeceksin. İlerleyişlerinde metrelerine kilometrelerle
cevap verecek bir şuur gerek sana. Şuurunu öyle bütünleştir ki, içine yabancı
hiç bir madde karışmasın ve orada küf bağlamasın.
Müslüman, birleş. Bir tek el, bir
tek gövde ol. Bir tek şuur ör. Sımsıkı birliğe ermeden, lâmban yanmaz. Tüten
bacalar, akşamları yanan lâmbalar, oda ışıkları, hep aynı ailenin bacaları ve
lâmbaları gibi olsun.
Erdemlikte en yüce
olmalısın ki, peşin hükümle seni aşağı görmeye gelen kendi aşağılığını görsün.
Müslüman, İslâm’ı
öyle sağ ve diri, canlı yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin.
YAHUDİ’YE ÇAĞRI
Yahudiler, binlerce
yıldır bir Mesih (Diriltici) beklerler. Onlara göre, bu diriltici gelecek ve onları
kurtaracaktır. Bu, Mısır ve Babil esaretleri zamanında doğmuş, bu
esaretlerden kurtulduktan sonra da ortadan kalkmamış bir inançtır. Hâlbuki
bir değil birçok kurtarıcı gelmiş ama onlar ırk gururları ve tarihi
saplantıları yüzünden onları inkâr etmişlerdir. Maddî bakımdan kurtarıcı
bekliyorlarsa niçin bekliyorlar, dünya nimetleri bütün onların elindedir.
Siyasî bakımdan bekliyorlarsa niçin bekliyorlar, aşağı yukarı gizlice dünyayı
idare edenler onlardır, gizli dünya devletini kuranlar onlardır. Yurt istiyorlarsa,
çağın en büyük faciasını bir fantezi uğruna işlemekten çekinmeyerek bir milyon
Müslümanı yurtlarından koğmuş ve oraya yerleşmişlerdir. Din ve iç dünya
açısından bekliyorlarsa —ki bunu asla kabul etmeyeceklerdir, o kurtarıcı
gelmiştir. İşte İslâm. Dinleri donmuş ve katılaşmış, kapalı bir din halini
almıştır. Dünyanın bütün güçlerini kendileri ellerinde bulundurdukları ve dünya
acılar içinde kıvrandığı halde ne din, ne madde güçleriyle buna bir çare
bulmaya çalışmaktadırlar. Yürekleri katılaşmış, daha kötüsü marazileşmiştir. Irk
gururu onlara insancıl olmanın bütün yollarını tıkamıştır. Kafka'da
yankılanan bunalım budur. Büyük filozofları Martin Buber’in denemesi
felsefe sınırları içinde kalmış, Yahudi kültürünü ümanist bir yöne çevirememiş,
Yahudi’yi olumlu bir çerçevede insanlığı inşa işine katamamıştır. Bundandır ki,
Yahudiler nice dünya nimetlerine boğulurlarsa boğulsunlar, ruhlarındaki bu
ukde çözülmemektedir. Yahudi ruhu köklü bir değişime uğramadıkça bu ukdeden
kurtulamayacaklar, isteseler bile insanlarla ilgilerinde sömürme eğilimlerini
yenemeyecekler, bir gün de şu veya bu ülkede bir öç patlamasıyla
karşılaştıkları zaman bile onun gerçek sebep ve anlamına eremeyeceklerdir.
Yahudi ruhundaki kördüğümü ikiye biçerek çözecek ışık kılıcı Kur’an’da
bulunuyor, bunu bir anlasalar. Kabiliyetlerini, ırklarının özelliğini belirten
yine Kur’an’dır. İnsanlık evrenine en mümkün merhametle katacak olan yine
Kur’andır, bunu bir bilseler. Hz Musa'nın parmağı Kur’anı işaret ediyordu.
Dünyanın bütün güçlerini ellerinde bulundurdukları halde, dinlerine en ufak bir
ügi devşiremiyorlar, dinleri böylesine ırklarıyla kaynaşmıştır.
Yahudi ırkı,
kendisi istemese bile, insanlığın durumundan ötürü büyük bir değişikliğe
uğramak zorundadır. Son çağlarda bütün ihtilâl ve devrimlerde oynadığı rolle
insanlığa ancak negatif yönden entegre olmuştur. Bu tarihî gerçek onun
insanlığa olan ihtiyacının şiddetini göstermiş ama çare ve şifasını verememiş,
hattâ insanlıkla Yahudiliğin arasını onarmayı daha da güçleştirmiştir.
İşte İslâm, namaz
ve oruç, öte dünya inancı, bütün insanlık gibi Yahudiliği de hakikata, kurtuluşa,
kurtulduktan sonra da kurtarmaya çağırıyor.
Hz. İbrahim’in
çoktan kaybettikleri izini bu yolda bulacaklardır, arasalar.
HIRİSTİYANA ÇAĞRI
Yahudilerle
Hıristiyanlar arasında fark şurada: Yahudiler Tanrının kendilerine ait olduğuna inanırken Hıristiyanlar
sözde daha alçakgönüllü davranarak Tanrının değil de oğlunun kendilerini kurtardığına
inanırlar. İslâm onlara anlatmıştır: Tanrı ne yalnız onlara, ne yalnız
bunlara ait, hepimize aittir. Daha doğrusu, biz, bütün insanlar ve
yaratılmış ne varsa, hattâ yokluk dünyası bile yalnız O’na aittir. O’nun
tasarrufundadır. İnsanlar arasında hiç bir kişi, hiç bir ırk, hiç bir topluluk,
hiç bir kütleye Tanrılığı bakımından bir ayırım gözetmemiştir. Oğluysa yoktur.
Bununla bir yakınlık sembolize ediliyorsa, baba-oğul parabolüne ne ihtiyaç var?
Şüphe yok ki, Allah, insana, bir babanın oğluna yakın olmasından daha yakındır.
Hatta, bir insanın kendine bile kendisinden daha yakındır. «Biz size şah
damarınızdan daha yakınız» âyeti bunu gösteriyor.
Hıristiyanlık
Roma’yı alt etmiştir ama Roma da Hıristiyanlığı alt etmiştir. Birbirini
karşılıklı değiştirmişlerdir. Böylece Hıristiyanlık kurtarıcı din özelliğini
kaybetmiştir. Katolik katılaşması Hıristiyan lığı büsbütün çıkmaza sokmuş,
protestanlık devrimi bir anlamda kurtuluşa doğru bir adım atma anlamına
gelmişse de, bir anlamda da katolikliğin sertliğine tepki olarak dinsizliğe
açılış demek olmuştur. Ortodoksluk evrensel olamamıştır. Hıristiyanlık, üyesi
toplumlar bütün dünyayı ele geçirince etkisini bütün bütün artıracağına
yitirmiş, insanlığın ezilmesine engel olamamış, çağdaş dramın baş sorumlusu bir
kütlenin dini olmakta devam etmiştir. Son yüzyıllarda yetişen bütün
filozofları, düşünürleri, önderleri, şair ve sanatçıları, yarı yarıya Hıristiyanlıktan
uzaklaşmışlardır. Bütün bir entellektüel dünyasıyla bu derece gevşek bir ilgiye
sahip bir din insanlığı kurtarmak iddiasında daha fazla direnemez. Nitekim
Papalık, Hıristiyanlığın ölümü demek olan komünizme bir taviz vermek zorunda
kalmıştır.
Batı dünyasında,
hattâ doğu Hıristiyanlık dünyasında yeni bir din devrimine büyük ihtiyaç vardır.
Bu devrim, Yaratıcıyı tam bir tevhîd ve tenzihle kabul etmekten başka ne
olabilir? Yani İslâm’a dönmekten, İslâm’ın çağırışına uymaktan, bütün
peygamberleri tanımaktan başka.
Sağlam bir öte ve
ebedîlik inancı olmadan din din olabilir mi? Yahudiler öteye inanmazlar. Hıristiyanların
öte inancı ise, bir fanteziden öteye gitmez. Hesap verme şuurunu, karşılık
görme inancını taşımazlar. Bu metafizik temel olmadan dinlerinin din olarak
ayakta durmasına ve etkili olmasına da imkân elbet bulunmaz.
Yahudiliğe olduğu
gibi Hıristiyanlığa da yönelen İslâm’ın çağrısı diyor ki:
Gelin gelin, gerçek
Allah inancı etrafında toplanalım.
Gelin gelin, öteye
inanalım.
Gelin gelin, hesap
vermeye hazır olalım.
Gelin gelin, bütün
kitapları tanıyalım.
Gelin gelin, bütün
peygamberleri birlikte selamlayalım.
Gelin gelin,
şeytanla, tanrı ve din tanımazlarla, kötülükle elbirliğiyle savaşalım.
Gelin gelin, Allah’ın
görünmez dünyasının kudret erleri olan meleklere inanalım ve onların yardımıyla
donanalım.
DOĞULULARA VE
AFRİKALILARA ÇAĞRI
Batılılaşırken veya
batılılaşmanın başka bir türü olan komünizm yönüne saparken kendi gelenek ve
dinlerinden de sıyrılan doğulu birçok ülke, en geç önümüzdeki çağ içinde büyük
ve onulmaz bir inanış kriziyle çalkalanacaktır. Yetişkin İslâm öncüleri
çıksaydı bu gerçeği hiç unutmayacaklardı. Hiç bir insan topluluğu dinsiz
olamayacağına göre, ilerde bu ülkeler yeni ve canlı bir din seçme durumuna
geleceklerdir. Bu seçmede şüphe edilemez ki, İslâm ön plân alternatiflerinden
olacaktır.
Çok vakit vardır
ki, Çin ve Hint dinleri bir din olmaktan çıkmış, bir ahlâk ve metafizik halini
almışlardır. Yeni durum, bunların büsbütün terkedileceğini gösteriyor. Buda’yı
tanrılaştırma, inek kültü, imparatorun güneş tanrı soyundan gelmesi, tenasüh
gibi inançlarıyla bu doğu dinleri ergeç ölmeye mahkûmdu. Bugünkü kültür
değişmeleri bu ölümü hızlandırmıştır. Bu tür kültürler bir kere ölünce bir daha
da dirilemezler. Çünkü sağduyuya, gerçeklere aykırıdırlar.
İslâm’ın doğuya
doğru çağrısı, yanlış ve pörsümüş dinlerini bırakırken, ikinci bir yanlışlık
yapıp bu sefer de batının bâtıl dini olan Hıristiyanlığa saplanmamalarını
belirtme ve evrensel tek gerçek din olan İslâm’a gelmelerini isteme yönünde
olacaktır. Bu çağrı, ateş dininin de, güneş dininin de, Allah’ın dini yanında
kül haline geleceğini doğululara anlatacaktır.
Afrikalılar klan
medeniyetinden çağdaş medeniyete geçerken çok hızlı bir değişime uğramaktadırlar.
Klan ölürken, klan putları ve klan kâhinleri de birlikte ölmektedir. Bunun sonucunda
Afrikalılar dinsizlikle din değişimi arasında bir seçme yapmak durumuna
gelmişlerdi. Gelişen oluş gösteriyor ki dinsizleşmiyorlar, yeni bir dine
giriyorlar. Bunun da sosyolojik sebebi, medeniyet seviyeleriyle çağdaş
medeniyet arasında açık ve seçik bir fark bulunması olsa gerek. Ve ne mutlu bir
oluştur ki, bu yeni medeniyet üyeleri hemen hemen kendiliklerinden İslâm’a
sarılıyor. Kur’an’da çekirdeklenip boy atmış olan İslâm’ın çağrısı, böylece Afrika’da
günden güne ağızlardan ağızlara ulaşmakta, İslâm’ın ışıklarıyla her- gün bir
Afrika ırmağı Allah diyerek çağlamakta, her bahar, İslâm bad-ı sabasını Afrika
ülkelerinde estirmektedir. İslâm’ın çağrısı dünyanın her tarafında en yüksek
tonuyla duyulduğu ve yükseldiği gün Afrika’nın dipdiri bir İslâm kıtası olduğu
gün olacaktır.
İSLÂMIN ÇAĞRISI DİN
VE TANRITANIMAZLARA ÇAĞRI
Çin ve Rusya gibi
eski dindar ülkelerde çağın başından beri yayılmaya başlayan komünizm dine karşı
bir tutum içindedir. Henüz romantik dönemini yaşayan bu deccalsı ideoloji, dine
karşı saldırılarından bir gün bile vaz geçmiyor. Ama şüphe yok ki, bu durum
sonuna kadar gidemez. Dinin, insanın ilkel çağında, bilimin yokluğunda sırf bir
evren yorumu olarak doğduğu iddiası oldukça basit bir iddiadır ve dinin
karmaşık, derin gerçeğini açıklamaktan uzaktır. Madde içi teknikte ileri de
olsa dinden kopmuş bir medeniyetin barbarlığı açıktır. İnsanoğlu, bilimde ve
sanatta ilerledikçe, soyut kavramlara ve yaşayışlara daha yaklaşacak ve din
ihtiyacı gözle görülür bir hal alacaktır. Bazı ilerlemeler sırasında dinden
kopuşlar gibi görülen şey, gerçekte geçicidir ve sadece din buhranının bir
anlık enstantanesidir. Rus feza pilotunun, “Göğe çıktım, fakat orada Tanrıya
rastlamadım.” sözü ilk bakışta dinle ne kadar alay anlamı taşırsa taşısın,
gerçekte din ihtiyacının ters taraftan ortaya en kesin ifadesiyle çıkmasından
başka bir şey değildir. Bu bir barbar mantığıyla, aslında göğün daha ilk basamaklarında
Tanrıyla karşılaşacağı ve cezaya çarpılacağı korkusunun korkmazlık zırhına bürülü
tezahürüdür. O feza pilotu bir gün, Tanrıyla yalnız gökte değil yerde de
karşılaşabileceğini, insanın göğe çıkmasının bir suç olmadığını, göğün tanrı
ülkesi, yerin insan ülkesi olmayıp hepsinin Allaha ait bulunduğunu öğrendiğinde
dine dönebilecektir. Bunu öğretecek olan da İslâm’dır ve İslâm’ın ebedî olan
çağrısıdır. (s.51-63)
SEZAİ
KARAKOÇ- “GÜNLÜK YAZILAR-III ” (1996) ESERİNDEN
UMUT
Çevresindekiler
Hazreti Mevlana’ya:
«Efendimiz! Bu
Moğollar buraya öküz sırtında geldiler, ellerindeki silâh da sopadan ibaretti.
Bizim altımızda ise en cins Arap atları ve elimizde en keskin Şam kılıçları
vardı. Böyleyken onlara yenildik. Şimdi üstelik Arap atlarına binili olan
onlar, Şam kılıçları da onların belinde. Artık yenilmelerine ve bizim
kurtulmamıza nasıl imkân olabilir?» diye ümitsizlik içinde soruyorlar. Yine de onun kutlu ağzından bir
umutlu söz işitmek istedikleri ve böyle bir umudu da ancak onun verebileceği
inancım taşıdıkları anlaşılıyor.
O zaman, Büyük
Veli, ayni zamanda büyük bir keramet olan, tarihî spritüalizm diyalektiği de diyebileceğimiz
bir usul ile Moğolların gelişi ve kalışı olayını tahlil ve açıklama olarak
buyurdular:
«Moğollar, dağlık
bir bölgede son derecede güç şartlar içinde hayatlarını sürdürüyorlardı.
Bunlardan bir kısım tüccar, Harzem Ülkesine gelmiş, keten cinsinden biraz
giyecek alıp gitmek istemişlerdi. Fakat her türlü nimet içinde olan Harzemliler
bunu bile onlara çok görüp hükümdarlarına bu adamları şikâyet ettiler. Hükümdar
da bu adamları öldürttü. Ve bundan sonra Moğolların kendi ülkesine girmesini
yasakladı. O zaman Moğolların hükümdarı bir mağaraya kapanıp on gün oruçlu
olarak kendisine ve kavmine bir yol göstermesi için Allah’a yalvardı. Allah bu
içten yalvarışlara karşılık olarak onları zalim ve mağrur kavimlere musallat
etti. Onlara yenilmez bir güç verdi. Fırtına gibi, yıldırım gibi, sel gibi
dağlardan inip başta Harzem Ülkesi bütün zengin ve mamur ülkeleri işgal ettiler
ve yıktılar. Bu sebeple, binekleri öküz, silâhları sopa olduğu halde bineği
Arap atı ve silâhı Şam kılıcı olan bizi yendiler. Fakat şimdi bu zaferlerinin
sonucunda dünya nimetlerine onlar daldı. Şimdi bindikleri Arap atının üstünde,
bellerinde de en keskin çelikten kılıçlar olduğu durumda, mağrur ve
yenilmezliklerine inanmış bir şekilde gaflete düştüler. Bizse eski hatalarımızı
anladık. Pişman olduk ve tövbe ettik. Bu durumda, Allah’ın onları yenmemiz için
gerekli gücü bize bağışlayacağı muhakkaktır. Moğollar yıkılacak ve devrileceklerdir.»
Şimdi İslâm dünyası
da benzeri bir umutsuzluk içinde bulunduğundan Avrupa’ya, Batıya, Rusya ve Çine
karşı, bu dev güçlere karşı bugünkü zayıflığıyla nasıl direnebilir? Hele hele
nasıl tekrar ayağa kalkıp dirilebilir? gibi bir düşünce ve soru her
entellektüelin içinden geçmiyor değil.
Görünüş budur.
Ancak, umut umutsuzluğun olduğu yerde başlar. Çektiğimiz ıstırap, bir çileye,
çile de olgunlaşmaya dönüşürse yeni bir oluşun kapısı açılacaktır. Bu da
yükselmeğe doğru bir açılış olacaktır.
Batı dünyası ve
Komünist dünya mağrur ve zalim, İslâm dünyası ise mağdur ve mazlûm durumdadır.
Şüphesiz Allah zalime değil, mazlûma yardım edecektir.
ZULÜM ASLA UZUN
SÜRE DEVAM EDEMEZ. ÇÜNKÜ DEVAM EDEBİLMESİ İÇİN GENİŞ ÇAPTA BİR DÜZEN KURMASI LÂZIMDIR.
ADALET İSE HER DÜZENİN GEREK ŞARTIDIR. BÖYLECE, ZULÜM YAŞAYABİLMEK İÇİN
ADALETE MUHTAÇTIR GİBİ PARADOKSAL BİR SONUÇ ÇIKIYOR. BU İHTİYAÇ DA ZULMÜN
KENDİSİNE SON VERMEK ANLAMINA GELİR. ÇÜNKÜ ADALET ZULMÜ NİÇİN YALATSIN? TAM
TERSİNE, YAŞATACAĞINA ONU YOK EDER.
İslâm Dünyası,
insanlığın en mustarip, en çilekeş, en masûm ve mazlûm bölümüdür. Her ne kadar şimdi
çektiklerimiz geçmişteki suç ve günahlarımızın karşılığı ise de kendimize gelip,
tövbeler ve pişmanlıklarla İlâhi af ve merhametin kapısına varırsak,
uğradığımız katliamların, soygunların, hakaretlerin, eziyet ve zulümlerin yeter
ceza sayılarak bağışlanmamız umudu kuvvetlidir.
Susuzluktan kurumuş
topraklan kurtarmak için yağmur duasına koşan insanlar gibi, ruhlarımızın
içinde, kısırlaşmış dehamızın tekrar ışıldaması ve hayat damarlarına kavuşması
için Allah’ın kapısına varalım, dualar ederek yalvaralım. İnsanlığın iyiliği
için Firavun’a bile gerçek rüya gösteren, Moğolları da suçlu insanlığın
sırtında kırbaç gibi kullanan Allah, Müslümanlara eski büyük günlerini
gösterecek güçten mi mahrumdur ?
Hâşâ !
İkinci Cihan
Savaşında hiç beklenmedik şekilde Avrupa’nın başına Almanları bir belâ olarak
indiren İlâhi takdir, bize de uyanmak fırsatını bağışlamadı ve İslâm dünyası
bundan azıcık yararlanmadı değil. Ama bunu gereği gibi değerlendirmediğimiz de
bir gerçek.
İslâm dünyasındaki
bazı inanç görüş ve düşünce akımları, insanlığın muhtaç olduğu yeni oluş ve
dirilişin tohumlarıdır. Müslümanlar ve bütün insanlık onları değerlendirmesini
bilirse bir çıkmazdan bir çıkışa erecekler demektir. (s.83-85)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder