Sosyalist Denemeler
"Sosyalist Deneme Yazmak", 1975'te yazılmıştı.
Bundan kısa bir süre öncesine kadar "deneme" bütün yazı türleri
içinde belki de en az ilgimi çekeniydi. Hele kendimi "denemeci"
olarak hiç düşünmemiştim. Modası geçmiş bir tür gibi görünüyordu deneme.
Fazlasıyla kişiseldi; bir adam oturuyor, hayat hakkında "kanı"larını
yazıyordu. Bense bu çağda herhangi bir öznelliğe yer bırakmayan bilimsel bir
söylemin geçerliliğine inanıyordum. Denemeciliğin bir çeşit "entelektüel teşhircilik" içerdiğinden de kuşkum vardı.
Yetmiş sonrasında günlük hayatımızda her an tanık olduğumuz,
içiçe yaşadığımız birçok şeyden bazılarının yazılı metinlerde hiç ele
alınmadığı, bazılarının ise konuşmaya bile girmediği dikkatimi çekmeye başladı.
Basit bir örnek: bazı devrimci arkadaşlar "tesbih"e merak
sarmışlardı. Biraz düşününce bu modanın kaynağı anlaşılabiliyordu. Ve tesbih,
bir dizi ilişkiyi, koşullanmayı ve özlemi yansıtıyordu. Kaçınılmaz bir
yapaylığı vardı. Ama bir olgu olarak hayatımıza girmişti ve üstüne hiçbir şey
söylenmiyordu. Konuşmaya değmeyecek kadar önemsiz bir şeydi, görünüşe
bakılırsa. Oysa bana böyle önemsiz gelmiyordu. Bu merakın nereden çıktığını,
ne gibi özenmelere cevap verdiğini araştırsak, kendimizle ilgili bazı ilginç
ipuçları da bulabilirdik.
Böyle bir olayı ele almak için alışık olduğumuz türler
yetmiyordu. "Deneme"yi o zaman düşünmeye başladım. Hayatı sanki
"tarihi" ve "gündelik" olmak üzere ikiye ayırmıştık ve
birinciye alabildiğine önem verirken İkinciye hiç aldırmıyorduk. Seksenlere
yaklaşırken bu eğilim, sözünü ettiğim boyutları da aşarak ciddi bir eksiklik,
boşluk haline geldi. Gündelik hayat teoride ihmal edilince, pratikte bir
değişiklik yaratılmasına imkân kalmadı. Somut bugün, soyut bir yarın uğruna
feda edildi.
Roland Barthes'ın
Mitolojilerde yazdığı denemeler, bir kişinin kanılarını bildirmesiyle sınırlı
olmayan bir denemeciliğin mümkün olduğunu bana gösterdi. Bir yandan, en nesnel "inceleme"nin bile son
kertede bir "kişi"nin malı olduğu şüphesiz doğrudur. Gene de, tutarlı
bir "bakış yöntemi" bu çağda yazardan beklenen bir şey. Barthes, Mitolojiler'de parlak kişisel zekâsının
yanı-sıra "semiyoloji" yöntemini uygulayarak böyle bir bakışın
örneğini vermişti.
Barthes'a bu borcumu belirtmek zorunda sayıyorum kendimi;
öte yandan, bunun sözünü etmekle, onunkine eşdeğer bir şey yaptığımı ima eder duruma
düşmekten de korkuyorum. Zaten, aradaki değer farkı bir yana, yaklaşımlar da
oldukça değişik. Tarih içinde seyri yeterince açık bir toplumda yazan Barthes
senkronik bir sergilemeye rahatça gidebiliyor. Burada ise insanlar geçmişten
bugüne ne olduğunu, başlarına ne geldiğini pek anlamadan, kendi konumlarının
bilincine varmaya vakit bulamadan itile kakıla geldikleri için benim açımdan
birincil sorun tarih boyutuydu. Ayrıca, Barthes gibi kesinlikli bir yöntem
uygulaması yapmak istemedim. Bazı gündelik kurumlar üstüne belirli yargılar
verir gibi görünmekle birlikte, bunların aslında varsayımlardan, hipotezlerden
ileri gitmediğini ve zaten gidemeyeceğini biliyorum. Varolan yayın organları
arasında ayrım yapmaksızın, belirli bir "yazma pratiği" içinde, kişiselliğimi
bir "bakış" tutarlılığında eritmeye çalışarak yazdığım yazılar
bunlar.
Denemecilik geleneğimizde üslup kaygısı düşünceden önce
gelir. Özellikle Ataç ve Eyüboğlu tek bir düşünceyi sanatsal bir retorikle
sunma yöntemini benimsemişlerdi. Onların bu "bellelettriste" tutumuna
karşılık ben bir gazetecilik profesyonelliğine erişmeyi hedefledim. Bu yüzden
yazıdan yazıya tekrarlar olabiliyor, bir şeyi iletme kaygısı, güzel bir
üslupla iletme kaygısının önüne geçiyor. Sözünü ettiğim "yazma
pratiği"nde öznesi olmayan bir söylem geliştirmeye çalıştım çünkü.
Dergilerde ve gazetelerde yayımlanmış yazıları bir araya
getirip kitap yapmaktan hoşlanmadığım için şimdiye kadar yazdıklarımı
yayımlandıkları yerde bırakmıştım. Bence bir kitap başından beri kitap olarak
tasarlanıp yazılmalı. Bu yazılarla ilgili olarak bu ilkeyi bozuyorum, çünkü
bunların kendileri değilse de içinde yazıldıkları genel perspektif bir bütünlük
oluşturuyor. Aşağı yukarı yedi yıllık bir süre içinde yazılmış bu yazıları
kronolojik bir sıra ile değil, konularına göre gruplayarak buraya aldım.
Gerekli yerlerde yazıların yazılma koşullarını ve amaçlarını açıklamaya
çalıştım. Özellikle gazetelerde yayımlanan yazılar bazan sayfaya sığmadığı için
içinden parçalar atılır. Hatırladığım kadarı ile onları yeniden eklediğim
oldu; bazılarında küçük değişiklikler de yaptım. Ama bunları elimden geldiğince
sınırlı tuttum ve sonradan yapılan ekleri belirttim.
Önsöz
/ Murat BELGE
Son yılların Türk edebiyatında “deneme” türü sanki
sönükleşti. Hiç yazılmıyor değil, ama eskisi gibi etkili olmuyor bugün. Okurun
ilgisi başka alanlara kayıyor şimdilerde. Yurt dışına baktığımızda orada da
denemenin herhangi bir parlaklık taşımadığını görüyoruz. Zaman zaman bazı sanat
türlerinin “öldüğü” söyleniyor. Örneğin, sinema çıkınca tiyatro ölmüştür ya da
roman ölmüştür. Hattâ, televizyonun da sinemayı öldürdüğü sık sık söyleniyor.
Deneme de bu ölen türler arasında mı dersiniz?
Bir bakıma öyle gibi. Çeşitli nedenlerle, yetersiz
kalıyor bugün deneme. Bu “çeşitli nedenler” bizde ve Batı’da farklıdır
sanıyorum. Ayrı
tarihî gelişme çizgilerinin sonucu olarak farklıdır. Bilindiği gibi bu türün
mucidi ve üstadı on altıncı yüzyılın büyük Fransız yazarı Montaigne’dir. Denemenin o günün
koşullarında, o biçimde çıkışına şöyle bir göz atmak, bu türün bugün niye
meyyit olduğunu biraz açıklar belki.
Montaigne Avrupa’da Rönesans’ta ortaya çıkan,
Rönesans’ın getirdiği yeni bir hayat anlayışını ve dünya görüşünü temsil eden
bir yazardı. Rönesans dediğimiz olay ise büyük toplumsal değişimlerin, yeni
büyük yönelişlerin kültürel-ideolojik uzantısı, parçasıydı. Yeni bir sınıf
doğuyordu; bu sınıf henüz siyasî iktidarını kurmamıştı ama, hayatın bütününü
değiştirecek bir potansiyele sahipti. Yeni değerler getiriyordu. Eski hayat
anlayışını değiştiriyordu. Bir yeni bilim kuruyordu.
Bütün bunların sonucunda yeni bir insan oluşmuştu.
Montaigne, bu yeni insanın, ilk olgunlaşmış örneklerinden biriydi. Eski kültürü
derinlemesine bilen bir insandı; yeniyi kavrıyor ve savunmasını üstleniyordu.
Böylece Montaigne yeni kurulmakta olan toplumun kültürünün oluşmasına önemli
katkılarda bulundu. Ondan daha genç olan Francis Bacon da İngiltere’nin önemli
“denemeci”sidir. Ama Bacon, Montaigne’e oranla çok daha bilimsel’dir. O, sözkonusu
yeni hayatın fikrî düzeyde haklı gösterilmesi ve olumlanması görevini
omuzlamış gibidir. Montaigne’de ise önemli olan bireydir. Yenidünyanın
yeni bireyinin, içinde varolduğu ahlâkî-manevî bütünleşmesini kendi kişisel
hayatını merkez olarak anlatır ve sağlar. Bu yeni dünyadaki yeni bireyin, ölüm
karşısında tavrı ne olacaktır? Yalan konusunda, korku konusunda, sevgi
konusunda nasıl bir tutum takınacaktır? Yani hayatın her alanında birey
kendini nasıl dile getirecek, kendini nasıl gerçekleştirecektir?.
Böylece Montaigne, Batı dünyasına yüzyıllarca
egemen olacak, Batı dünyasının egemenliğini yayabildiği yerlerde de görülmemesi
imkânsız izler bırakmış bir büyük ideolojinin ilk sözcülerinden biri olur.
Burjuvazinin bireycilik anlayışıdır bu. Montaigne bu anlayışın, bu dünya
görüşünün bütününü kucaklayamazdı elbette. Ama bir yazarın, yaşadığı hayat
kesiti içinde başa çıkabileceği en geniş yaşantı alanını keşfetmiş, çağının
insan aklı için anlaşılır kılmıştır Montaigne. Burada ilginç ve önemli bir
nokta var. Montaigne bütün bu geniş alanı anlayabilmek ve anlatabilmek için
tek bir ölçüt kullanıyor, tek bir yöntem izliyor: Kendini anlamak ve anlatmak.
Bu, tarihte pek ender rastlanabilen, ender dönemlerde gerçekleşebilen bir
uyum, bir “tekabül" durumudur. Bir insanın, yalnız kendini anlatarak,
bütün bir dönemi ve onun da ilerisinin önemli bir kesimini anlalabilmesi,
gerçekten olağanüstü bir şey.
Gene de, bazı ihtiyat payları bırakmak gerek.
Montaigne’de aykırılıklar, gariplikler, güdüklükler hiç yok mu? Olmalı
mutlaka; eserlerini bu açıdan değerlendirmeye yönelik bir araştırma herhalde bu
tipten birçok özelliği de sergiler. Ama daha uzun vadeli bir perspektifte
bakıldığında, şaşılacak bir uyum görüyoruz. İkinci bir nokta da şu olabilir.
Montaigne elbette ki çağdaş veya kendinden sonra yaşayan herkesi her yanıyla
temsil etmez. Ama bütün bu insanların Montaigne’e baktıklarında kendilerini
görür gibi olmalarına yol açacak pek çok özellik vardır gene de.
Batı’da deneme türünün gitgide cılızlaşması da
belki şu şimdiye kadar söylenenlerden çıkarsanacak (intikal) bir yargı ile açıklanabilir.
Bireyci dünya görüşünün maddî temelleri bugün tamamen çökmemişse de, çöküşle
sonuçlanması zorunlu bir sarsıntı dönemine girmiştir. İktisadî ve politik
buhranların bilinçliliğe yansıyan sonuçları, Batı toplumlarında uyumlu birey
bırakmamıştı. Montaigne’in genel temsilci karakterini yenileyecek bir temsilci
bireyin varolması artık imkânsızdır. Üstelik, tarihî gelişmenin doğrultusu
yönünde olumlu bir bireysellik imkânı da kalmamıştır. Batı’da birey, artık
anti-bireydir; karşıdır, neye niçin olduğu bulanık kalsa da, “karşı” oluşu
kesindir. Ayrıca, bunun doğal bir sonucu olarak, güdük, dertli, huysuz ve
mutsuzdur. Bu ortamda deneme, bir anlaşma vasatı olmaktan çıkmıştır. Kim kime, neyi
anlatacak? Anlatılacak şey, anlatmanın imkânsızlığı. Bu da tabiî deneme gibi
bir tür değil, uyumsuzluğu kendi içinde sergileyebilecek bir roman yapısını
(varoluşçu roman, anti-roman, yeni roman, hepsi bir bakıma bu aynı arayışın
sonuçları) ya da buna benzer bir başka sanat dalının vasatını gerektiriyor.
Şimdi gelelim Türkiye’ye. Kapitalizm ve onun
ideolojik üstyapısı olan bireycilik bizde çok farklı oluştu ve gelişti tabiî.
Ama, “Cumhuriyet kültürü”nün oluşturulduğu yıllarda denemenin önemli bir edebî
tür olması ilginçti. Önde gelen, özgün ürünler veren iki ad sayılabilir:
Nurullah Ataç ve Sabahattin Eyüboğlu. Ama aşağı yukarı onlar gibi yazan daha
pek çok kişi vardır bu dönemde. Öyle ki, başka türlü yazılması gereken türler,
örneğin edebiyat eleştirileri, fikrî yazılar, bilimsel incelemeler de bu dönem
boyunca deneme üslubu ve tonunun etkisini taşımışlardır.
Özellikle Ataç, Türk edebiyatında önemli bir ad;
bir dönüm noktası. Ve edebiyatın toplumsal hayatın genelini etkileyebildiği
ölçüde, toplumsal hayatımızda önemli bir temsilci. Enerjik, kavgacı, dava
sahibi bir insan Ataç. Bir veya birden fazla toplumsal davaya sarılıyor, ama
alabildiğine kişisel. Düşüncelerini oluşturma biçimi de, düşüncelerini eyleme
dökme konusunda davranış biçimi de tamamen bireyci. Ama o da pek çok şeyleri
temsil ediyor, kendi bireyliğini aşan birçok davanın sözcüsü olabiliyor. En
önemlisi, o da, bir ölçüde, düşüncelerinin dışında, edebiyatımızda yarattığı
üslubun ötesinde, bir insan tipini, kendisinin temsilcisi olduğu bir tipi
toplumsal hayata yerleştiriyor. Savunduğu dil anlayışıyla, kurmaya çalıştığı
yeni beğeni anlayışıyla, yerleştirmeye çalıştığı bize göre yeni ahlâkî tutum
ve değerlerle, içinde yer aldığı tarihî sürecin kültürel uzantısında hem
kurucu hem temsilci olarak bir işlevi yerine getiriyor. Ataç’ın bu çabasına
bugün en fazla sahip çıkılması gereken, ama temsilcilik özelliğinin de belki en
zayıf kaldığı, demokratik tutumudur.
( Ataç'a “demokrat"
demenin geçerliliğini bir daha düşündüm. Galiba Batılı anlamda değil, Türkiye
bağlanımda söylenebilir bu. Yoksa yeni bir dil ve yeni bir kültür oluşturma
konusundaki inançlarıyla tam bir “Jakoben”dir.)
Bu temsilciliği zayıf kalıyor, çünkü Cumhuriyet
aydını demokrat değil. Batı’da olduğu gibi, burjuva demokratik devrimi süreci
içinde değil, anti-demokratik burjuva devrimi sürecinde yetişmiş çünkü. Bu
yüzden Ataç’ın demokratik tavrı daha da değerli.
Montaigne’de bulduğumuz temsilci karakter, Ataç’da
aynı boyutlara ulaşmaz. Öte yandan, Ataç’ın süresi de daha kısadır.
Montaigne’in yaşadığı çağdan, radikal olarak yeni bir dünya görüşünün ortaya
çıkışına kadar çok zaman geçti. Ataç ise gecikmiş bir
burjuva devriminin yarattığı bir aydın olduğu için, antitezi, dünya çapında,
kendinden önce vardı. Bu nedenle Ataç, bir temsilci olduğu oranda, bir çelişkiler
yansıtıcısıdır da. Çünkü o, Batı burjuva dünyasının kendi çerçevesi içindeki en
ileri fikirleri severek yetişmişti, bunları kendi ortamında bulamıyordu.
Genel-geçer bir şekilde Osmanlılık diye özetlediği bütün bir sistemle, bir Don
Kişot gibi görünme pahasına da olsa, savaşmaya hazırdı. Ama yandaşı olması
gerekenlerin cilâlarının altında aynı Osmanlı yapışım görünce umutsuzluğa
kapılıyordu.
Gene de, deneme türünün taşıyıcısı olabileceği bir
fikir alışverişi, bir yeni ortak kültür oluşturma çabası, Ataç zamanında
mümkündü. Şimdi öyle görünmüyor.
Bir kere, yenidünya görüşü kültürel düzeyde baskın.
Ötekiler, buna karşı oluşlarıyla belirleniyorlar. O zaman da bir yazarın
asgarî temeli olan demokratik tavrından uzaklaşıyorlar. Yetenek gericilikle
uzlaşmıyor. Gericilik bir kere yerleştikten sonra, deneme mi yazmış, şiir mi
yazmış, önemli değil. Çünkü zaten yazılanın insani bir değeri kalmıyor.
Sosyalizm, Türkiye’de deneme türüne yüz vermedi.
Çünkü onun oluşma koşullanna uygun değildi bu. Polemik ve inceleme son dönemde
ön plana çıktı. İnceleme, bireysel ses tonundan yapısı gereği uzaktı; polemik
ise, bireysel bir yanı olsa bile, ancak bireysel bir öfkeyi ileten, başka duygulara
ve tavırlara yer bırakmayan bir tür.
Sosyalist düzenin üstyapısı bireyci olamayacağı
için, bireyin kendini anlattığı deneme türünün de sosyalizmle bağdaşmayacağı
düşünülebilir. Ben bu fikirde değilim. Denemenin değişik bir biçimi sosyalist
dünya görüşüyle de yazılabilir, hattâ yazılmasında fayda vardır diyorum.
Çünkü sosyalizm de yeni bir dünyanın yaratılması demek.
Bunun iktisadı var, politikası var, teorisi, ideolojisi de var. Ama önemli bir
sorun da, bu İktisadî düzen ve politik ortamda (ya da daha oraya geçilmezden
önce) genel çizgileri bu teoriye göre çizilmiş bir geniş hayat içerisinde,
gündelik hayatı yaşama konusu. Montaigne’in
konuları daha geçerli: ölüm, sevgi, kahramanlık, korku, arkadaşlık vb. Yani,
genel teorik doğrularla gündelik yaşamanın gerekleri arasındaki bağlantıların
kurulması deneme türünün yeni bir biçimde canlandırılmasıyla sağlanabilir.
Özellikle Türkiye’de böyle bir şey yararlı olur
gibi geliyor bana. Çünkü biz
Türkiyeli sosyalistler, neredeyse, konuşmaktan çok kavga etmeye alışkınız. Bunun çeşitli nedenleri
var; örneğin burjuvaziye karşı tavizsiz olma gereği, dobra dobra konuşmanın
erdemine inancımız, tam oturmamış bir devrimci kişiliğiyle birleştiğinde, kendi
aramızda da gereksiz yere haşin, kırıcı bir davranış biçimi yaratıyor. Ayrıca,
sosyalizm Türkiye’de henüz oldukça genç sayılır. Kendisi de, temsilcileri de
genç. Dolayısıyla, zamanla gelenekle pekişecek, yerine oturacak pek çok şey
şimdilik soyut veya olgunlaşmamış. Devrimci yiğit olmalı, örneğin, bu bir doğru.
Ama yiğitlik nedir aslında, hangi koşullarda nasıl biçimlenir, bunlar yeterli
deneylerden, yaşantılardan geçerek kesinleşmemiş.
Bir sosyalist genellikle bilinçlenmeye başlar
başlamaz “küçük burjuva alışkanlıkları” dediğimiz birtakım şeylerden “arınma”
çabasına giriyor. Ama çokluk soyut kavramlar ekseninde bu çaba. Bir adam,
bakıyorsunuz, “özeleştiri yapmalıyız” diye ter ter tepiniyor; “haydi yapalım”
diyorsunuz, bu sefer kendisine hiç toz kondurmuyor.
Aslında bunlar hepsi, sözünü ettiğim “sosyalist
deneme”nin konuları. Onun için şimdilik girmeyelim bu ayrıntılara. Daha çok
genel özelliği üzerinde duralım.
Sosyalist denemenin, Montaigne tarzına göre bir
önemli farkı olur; sosyalist hayat tarzının, burjuva hayat tarzından farklı
yanlarından ötürü. Burada yöntem ve ölçüt insanın kendisi, kendi bireyselliği
olmaz artık. “Ben böyleyim” ya da “ben
böyle düşünüyorum” denmez. Başvuracağımız kaynak, “ben” değil genel
teoridir. Ama deneme, teoriden başlayarak “ben” değil de “biz” demek gereken
devrimci bireylerin gündelik yaşama sorunlarına yönelir.
Bu, öyle sanıyorum ki, şimdiye kadar alışkın
olmadığımız bir konuşma tonunu getirebilir. Teorik yazı çerçevesine girmeyen
konular, genellikle yazıya da geçmiyor. Konuşurken hepimiz bunların sözünü
ediyoruz, ama yazmıyoruz. Oysa, teorik” olmasa da yazılmayı hak edecek önemde
konular bunlar. Şu içinde bulunduğumuz dönemde özellikle önemli sanıyorum.
Çünkü geçirdiğimiz 12 Mart dönemi, soyut devrimciliği kendi sınırlarına
vardırdı ve kendi uçurumuyla yüz yüze getirdi. Bunu izlemesi gereken
iç-hesaplaşma yalnız teorik düzeyde kalamaz. Falanca fikir yanlış olduğu için
çıkmaza götürdü. Ama onu benimseyenler niçin benimsediler, niçin o şekilde
savundular? Niçin insanlar hâlâ kelebek misali görüşten görüşe uçup konuyor?
Bunları da ciddiyetle tartışmamız gerekir sanıyorum, işte deneme türü,
yenileştirildiğinde, böyle tartışmaların elverişli aracı olabilir.
Birikim, Sayı: 5, Temmuz 1975
Osmanlı Devleti’nin yükselmesinin sona ermesiyle
başlayanuzun dönemin ne tür çalkantılarla geçtiğini hep biliriz. Kendini
durmadan tekrarlayan ve bir türlü yeni bir senteze varamayan sonsuz bir didişme
dönemidir bu. İşte bu kargaşalık içinde, “dirayetli Osmanlı devlet adamları” da
birbirini izlemiştir. Bu “dirayet” kavramını saygıdeğer tarihçi İsmail
Hakkı Uzunçarşılı’dan alıyorum. Uzunçarşılı’nın Osmanlı Tarihi’nin üçüncü cildinde,
örneğin Köprülü Mehmet Paşa bu sıfata hak kazanan bir devlet adamı olarak
tanıtılır. Köprülü Paşa sadarete geldiğinde
devletin düzeni bozulmuştur, ortada ipe sapa gelmez bir baldırıçıplak alayı
anarşi yaratmaktadır. Uzunçarşılı,
Paşa’nın “dirayet”ine kanıt olarak, işe başlar başlamaz beş bin kadar adamı
kestirdiğini anlatır. Anlaşılıyor ki “radikal” bir tutumu
varmış Köprülü Mehmet Paşa’nın: “Radikal”, çünkü sorunu kökünden kesiyor. Osmanlı
Devleti birçok sorununun yanı sıra, nüfus fazlalığından da şikâyetçi olmalı bu
dönemlerinde. Nüfus fazla olunca mal yetmiyor. Böyle bir durumda fazla nüfusu
yok etmek gerçekten radikal bir çare.
Uzunçarşılı’nın bir başka “dirayetli devlet adamı” örneği de
ünlü Kuyucu Murat Paşa’dır. Bu Paşa da lakabını, baş-düşmanı olan
Celalileri doğrayıp kuyulara doldurmasından alır. Osmanlı tarihçisi
Uzunçarşılı, Osmanlı reformcusu Murat Paşa hakkında latif bir anekdot anlatır.
Paşa bir gün yine Celalileri basmış, dağıtmış, doğramış. Savaş yerinde Osmanlı
ordusu dinlenirken, Paşa’nın yanına on üç yaşlarında bir oğlan çocuğu
getirmişler. Sorgu sual sonunda anlaşılmış ki çocuk, Celalilerden olan bir
saz şairinin oğluymuş, onun atının terkisinde dolaşırmış Celalilerle birlikle.
Bu son savaşta, şair babası da ölüp gitmiş. Hikâyeyi öğrenen Murat Paşa,
adamlarına dönüp çocuğu idam etmelerini söylemiş. Koskoca Kuyucu Murat Paşa’nm
tecrübeli cellatları bile karşı çıkmışlar bu emre, “şuncacık çocuktan ne istersin,
Paşa?” demişler. Bakmış ki cellatlardan hayır yok, devletli Paşa kendi
sıvanmış, yayın kirişiyle dere kenarımla boğmuş çocuğu. İşini bitirince de,
hazır bulunanlara, unutulmayacak bir devlet adamlığı dersi vermiş. Bu çocuk,
demmiş, daha bu yaşında neler görmüş, öğrenmiş. Büyürse devletin başına azılı
belâ kesilir. Onun için şimdiden hesabını görmeli.
İnsan hayran kalıyor böyle dirayete, devlet
adamlığı geleneğimizin bu kudretli köklerine. Neredeyse, “Allah başımızdan eksik etmesin böyle devlet adamlarını” diyeceğini de,
düşünüyoruz, gereksiz bir dua bu. Çünkü zaten hiçbir zaman eksik olmamışlar.
Demokrat, 26 Şubat 1980
Türkiye halkı, temiz havaya düşkündür. Bir yerin
iyiliğini anlatmak için yerleşmiş deyim “havası suyu güzel” bile bu düşkünlüğün
bir göstergesidir. Fakat modern çağda bu “güzel hava”, bir yeri çekici kılacak
başka özelliklerle bir arada gitmez oldu. İnsanlar bir yeri havası için
beğenmeyi pek düşünemiyor şimdi -O yer bir “sanatoryum” olmadıkça, örneğin;
bir zamanlar otobüs gibi bir yerde şöyle bir konuşma duyabilirdiniz: “Yahu, görüşmeyeli nerede
oturuyorsun?" “Göztepe’de.” “Bağdat Caddesi’nde mi?” “Yok, Yukarı Göztepe’de.”
Burada kısa bir sessizlik olur, sonra Yukarı Göztepe’de oturan, “Havası güzel. Aşağı Göztepe gibi basık değil,”
yollu bir şey mırıldanır. Öbürü de, inanmamış bir tonla “Hmmm” filan eder, konu değişir. Aslında havanın iyiliğinden şüphe
yoktur da, Bağdat Caddesi dururken iyi havalı yerde oturmak, hayatta hava
almanın başka bir çeşididir. Şimdi tabii lükslük bakımından Göztepe’nin
aşağısıyla yukarısı arasında eskisi kadar fark kalmadı; aynı zamanda Yukarı
Göztepe’nin havası da bozuldu.
Bu iyi hava merakı, eski İstanbul’dan yeni
İstanbul’a geçerken yerleşme tarzını da etkilemiş gibidir. Hava kültürü sağlam
olan eski İstanbullu, “basık” bulduğu yerlere iltifat etmemiş, dolayısıyla
bunlar eski dönemde pek fazla meskun olmamış. Bebek veya Moda gibi yerleri
sayabilirsiniz “basık" havalılar arasında. Dolayısıyla da, şehrin daha
sonraki yerleşme ve yayılma dönemlerinde buralar boş bulunmuş ve /enginler
tarafından acele doldurulmuş. Onun için buralar görece yeni ve başından beri
zengin binalarla doludur. Paşabahçe de bir başka “basık” havalı yer
sayılabilir, fakat konumu yüzünden orayı zenginler değil, işçiler doldurmuş.
Eski eğlenceler de böyle masumdu. Çamlıca’ya çıkılır, “bir hava alıp” dönülürdü; ya da
Hünkar’a gidilir, “bir su içip" geri gelinirdi. Şimdi kimseyi ayağa
kaldıramazsınız böyle hava için, su için (Benim bu denemeler zaten “hava
civanın diyalektiğini” araştırdığı için hava “sorunu” amaca uygun).
Fakat bizim “hava
kültürü”nde, “içmekân” ile “ dışmekân” arasında oldukça kesin bir ayrım
vardır sanki. Kapalı yete girdi mi insanlar, en korktukları şey hava olur. Başka ulusal kültürlerle kıyasladığınız zaman epey çarpıcı
biçimde görüyorsunuz bunu. Örneğin İngilizler. Dünyanın bir hayli soğuk bir
köşesinde oturdukları halde, ev içinde temiz havaya bayılırlar. Bir odaya ayak
basan İngiliz ilk iş ne 'yapar? Daha önce başkasının kapadığı bir pencere varsa
onu açar. Ya bir odaya ilk ayak basan bir Türk? Bir başkasının kazara açtığı
bir pencere varsa onu kapar.
Bu durum çoğu özel evde de, çoğu kamusal yerde de
görülür. Dumanlı kahveler, meyhaneler vb. Cam açmaktansa, dumanaltı olmak
tercih edilir. Ama benim bildiğim en belirgin örnek, şehirlerarası otobüsler.
Havanın çok soğuk olmadığı zamanda bile otobüste (veya trende) cam açmaya
kalkışırsanız, cinayete teşebbüs etmişsiniz gibi bakarlar, Israr ederseniz
ciddi kavga çıkar. Oysa felakettir içerinin “hava”sı. Sıcaktır, dumanlıdır,
kokuludur. Çeşitli kokular karışır birbirine. Sigara kokusu, ter kokusu,
uykulu beden kokusu, ikide bir serpilen kolonyanın bayatlamış kokusu, belki
parfüm ya da hacıyağı kokusu. Ama görece
özerkliklerini koruyan bütün bu kokular karmaşıklığı içinde hegemonik güç hemen
hemen her zaman, ayak kokusudur. Gene de, cam açmaya izin verilmez. Hele
geceyse, kokular karmaşasının narkotik etkisi altında dalar gider herkes.
Şehirleşmemizin niteliği ve bunun sonuçları,
örneğin Ankara’nın “hava”sı, böyle bir ayrımı kaçınılmaz hale getirdi. İçerde
yalnız sıcağı değil, havanın temizliğini korumak için de zinhar pencere
açmayacaksınız. “Havanın suyun güzelliği” bozuldukça, sudan sonra havayı da
parayla aldığımız günler gelebilir.
“Olmaya devlet Ankara’da bir temiz hava gibi”. Böylece, gide gide, nükte
yeteneğimizin ince ürünlerinden olan “hava
parası” lafı da başka düzeyde bir gerçeklik haline gelir mi gelir.
Demokrat, 4 Nisan 1980
Aslında “temizlik” de ideolojik bir kavram. İki
ayrı kültürden iki insan o kadar farklı şeyler anlayabiliyor ki temizlikten.
Demek ki “temiz” kavramının içeriğini de son analizde kültür belirliyor. Neleri
yaptığı zaman insan kendini temizlenmiş sayıyor (ya da evini, kentini vb.
temiz sayıyor); toplumdan topluma değişen bir şey bu.
Ortada temel bir ihtiyaç var şüphesiz. Bu ihtiyaç
kendisi ortak. Hayatın devam edebilmesi için asgari bir temizlik, kültürden
önce biyolojik olarak zorunlu. Bunu hayvanlar İnle yapıyor, hem kendilerini hem
de yuvalarını sık sık temizliyorlar. İnsanlar da bunu yapıyor, ama nasıl
yapacaklarını kültürleri belirliyor.
Bizim için bir ulusal gurur konusudur, Avrupa’da
pislikten geçilmezken bizim kanalizasyonlarımız, hamamlarımız, hattâ
tuvaletlerimiz olması. Başka konularda daha şüpheciyi indir bu ulusal
üstünlüklerimiz hakkında, ama temizlik konusunda övünmekte sonuna kadar
haklıyız sanıyorum, Gerçekten, Ortaçağda Parislilerin lağımları sokağın iki
yanında akar, dışkılarını oturağa yapıp pencereden aşağı savururlarmış. Taht
misali oturağına oturup nazırlarım huzura kabul eden haşmetli Ondördüncü Louis
de bir başka harika. Yıkanmak da zormuş. Öyle ki çok kötü koktukları için
parfümü icat etmişler. Tabii
şimdi bu durum biraz tersine dönmüş gibi görünüyor. Dünyanın bizim tarafımızda
rastladığınız tuvaletlerin durumu tek başına yeterli örnek. Gene de, imkân meselesi
bu. Su azlığı, tesisat yetersizliği vb. Yani son analizde yoksulluğa
bağlanacak şeyler.
Batı’nın bugünkü “temizlik” kavramının anlamı,
aslında “sıhhi”dir. Çünkü temizlik orada bilim süzgecinden geçirilmiş bir
kavramdır (daha doğrusu, bilim ideolojisinin süzgecinden). Dolayısıyla,
temizliği yok eden şey, yani “pislik", analitik bir biçimde kendi kurucu
öğelerine indirgenmiştir, Böylece, pisliğin ampirik tanımı epey zayıflamıştır
(en azından, bizdeki tanıma göre). Örneğin mikrop gibi, pisliğin gözle
görünmeyen bir sonucu, ampirik varlığından daha fazla önem kazanmıştır, işte bu
anlamda “sıhhi”leşmiştir “temizlik” kavramı. Bir yeri mikroptan arındıracak
tedbirleri almakla o yeri temizlemek, özdeş olmuştur. Deterjanın temizleyici
hassasına bir kez inanmıştır. Deterjanı kullandıktan sonra geri kalanına hiç
aldırış etmez Batılı.
Batı’da insan temizliği, temizlik öğesi sayılan
şeylerle, yani su, sabun gibi nesnelerle mümkün olduğu kadar
sık rastlaşmak gibi bir anlam taşır. Kendini temiz sayan Avrupalı, günde bir
kez olsun suyun içine girer. Ama banyo küvetindeki suya kendi kirini
geçirdiğini, dolayısıyla üzerinden su akıtıp bundan iyice
kurtulması gerektiğini nedense düşünmez. Öyle ki, kadının çıktığı suya arkadan
kocasının girip yıkanması (ladies first) bile olağan ahvaldendir. Musluğun
deliğini kapatır, o suyu yüzlerine çarpa çarpa yıkanırlar,' Akar suyun
faziletini genel olarak öğrenmemiştir Batı toplumu (Bunlarda, bizde de başka
konularda olduğu gibi, ekonomik etmenler, tasarruf
zorunluğu vb. elbette vardır). Daha neler yaparlar. Bir gün mutfağın yerine
biraz su döktüm; iyiliksever bir arkadaş hemen bulaşık süngerini alıp sildi
yeri. Bir başkası, bulaşık yıkadığımı bildiği küvette ayağını yıkadı. Her
semtte bulunan otomatik çamaşır makinalarında, çoraplarıyla sofra örtülerini
bir arada yıkarlar.
Şimdi temizlik midir bu?
Değildir, pisliktir diyemeyeceğim. Baştan “teorik
tavır aldım” çünkü. Temizlik ideolojik olarak belirlenir, son anaIizde, belirli
bir kültürel yapı içinde, temizlik etkisi yaptığı| mı inanılan işlemleri yerine
getirmektir dedim. Bu sanırım, doğru da, Batı’nın temizliğini, ne kadar “sıhhi”
olursa olsun içime sindiremiyorum.
Sanırım iki kültürün de birbirinden alacakları var.
Biz belki suya daha sık girmeliyiz; onlar suya girince ne yapmak istediğini
daha iyi öğrenmeli. Biz temizliğimizi daha sıhhi, onlar sıhhiliklerini daha
temiz yapmalılar. O zaman,
belki ideolojik “temizlik” yerine“teorik/bilimsel” temizlik mümkün olur.
Demokrat, 11 Nisan 1980
Bir zamanlar seksapelin [Cinsel
cazibe, cinsel çekicilik] birinci koşulu,
kırıtmasını bilmekti. Genişletilmiş bir anlamda kullanırsanız “kırıtma” sözünü,
bugün de öyle sayılır. Ama doğru hatırlıyorsam, bizim kuşağın çocukluk
yıllarına kadar, kırıtmak, öncelikle, belli bir biçimde yürümekti. Yürürken
bedenin belirli bir duruşu olurdu, bu duruş, kalçaların belirli bir
salınışıyla, dozuna göre, bazan da sallanışıyla, bir uyum içinde olmalıydı.
Mayk Hammer’in sekreteri Velda, Mayk’ın odasından içeri “kalçalarını
çalkalayarak” girer, sonra gene “kalçalarını çalkalayarak” çıkardı. O lafı
okudunuz mu, bu eylemin hayatınızda bildiğiniz en alımlı biçimine tercüme
eder, öylece düşünürdünüz Velda’yı.
Türlüsü vardı kırıtmanın, bayrak sallarcasına göz
çıkaranı, çok ince ve “feminen” olanı, adeta hiç kırıtmıyormuş gibi yapılanı.
Şimdi nasıl bir kadın kendine uzun saçı, öteki kısayı, biri meçi, öbürü kızılı
yakışmıyorsa, kimi spor kılıkla, kimi klasikle daha alımlı oluyorsa, o zaman
da herkes kendi “heyeti umumiyesi”ne uygun bir kırıtma stili seçerdi. Şimdiyse,
eskisi gibi kırıtmaz oldu kadınlar. En
azından, o günün anlamında, yürüyüşün salınışı anlamında kırıtmaz oldular.
Şimdilerde kadının kadınlığını ortaya koyuşu öyleme zenginleşti ki, eskinin
kırıtması bu zenginlik içinde boğulup yok oldu sanki. Neden acaba?
Tüketim ekonomisi gelişti. Çağdaş burjuva
toplumunda kadının kendini erkeğe beğendirme zorunluğu değişmedi, üstelik,
beğendirmenin araçları bollaştı. Aynı zamanda, cinsellik, modern toplumun ana
boşalım kanalı olarak önemini artırdı. Bu durumda, kadın güzelliği üstüne
çalışan şirketler cinselliğin tartışılmaz alanı olan kadın vücudunu
parsellediler, her biri kendine seçtiği parseli daha çekici yapmak üzere icat
üstüne icat çıkardı. Ama sorun sadece
şampuanlar, kozmetikler, giyimlerden de ibaret değil; bütün bu buluşların
tüketiciye, en seksapelli kullanım biçimleriyle sunulması; hayatta
yapılabilecek her jest belli bir form veriyor. Saçların filanca şampuanla
yıkanması gerektiğini anlatan reklamda, saçın çekici görünmek için nasıl
kullanılması gerektiği de gösteriliyor. Ama iş buraya gelince reklamlarda
yalnız kadın güzelliği araçlarının sunuluşuyla yetinilmiyor zaten. Bugün artık
her nesnenin reklamında en geçerli öge kadının kendisi. Onun için elektrikli
süpürge reklamı da yapılsa, bir kadın görüntüsü çıkıyor Karşınıza. Ve hem
elektrikli süpürge kullanıp hem de seksapeli olan bir kadın halinde. Koka kola
içirmek istiyorsanız, gene kadınla yapacaksınız reklamını. Dolayısıyla, bir
kadın için seksapelli koka kola içmenin resmini de çizmek gerekiyor ekranda.
Hele sabun, banyo yapan kadından ayrılmaz hale geldi.
Bu gelişme yalnız tüketim ekonomisiyle açıklanamaz
herhalde. Birkaç şeyin üstüste gelmesi sözkonusu. Hayatın kendisi ve kadının
hayata katılma biçimi, özde değil ama bazı önemli bakımlardan değişti.
Eski tarz kırıtma, eski hayat tarzının bir
sonucuydu. Kadının kendini gösterebilme alanlarının sınırlılığından doğuyordu
cinsel önemi. Bizim toplumda olsun, Batı’da olsun, erkekle kadınların
karşılaşma zeminlerinin görece sınırlılığı, kadının kendisine uzaktan bakılan
bir nesne olarak, çekiciliğin bu mesafeye göre ayarlamasını gerektiriyordu.
Eskinin bu ipte oynayan kadını sokağa bir başka
türlü çıkardı zaten. Gezmek için, alışveriş için (patates almaya değil
elbette, çanta almaya, papuç almaya), buna benzer şeyler için ortalıkta
görünürdü. Şimdi ise kadınların da sokakta işi var. İşi olan insan, yürüyüş
temposunu da değiştirmek zorunda. Ve eski günlerin kırıtması bu yeni yürüyüş
hızına uymuyor.
Eskiden kadınların yaşadıkları hayatlar da
değişikti. Şıklaşmak, süslenmek, belirli zamanlarda olurdu. Gerisinde
toplumdan kopuk ve aileye gömük bir biçimde iş yapılırdı. Evinde iş yapan
kadın, topluma çıktığı zamanlara hiç benzemeyen bir biçimde süflileşebilirdi.
Özellikle evli kadın. Ailenin aile olarak kalıcılığı varsayılmıştı çünkü.
Şimdiyse bu da gitgide değişiyor. Kadınlar, kendileri bu şekilde domestikleşmek
(Evcilleşmek) istemiyor. İnsanlar arası çağdaş ilişkiler de “kendini bırakmış”
kadın tipine fırsat tanımıyor. Dolayısıyla kırıtmak gibi uzaktan hitap eden
sınırlı çekicilikler yerine, yaşanan her an çekici olma zorunluğu geliyor.
Reklamların sundukları, bunlarla çakıştıkları için
ve o oranda güçlü. Ama bir hayli güçlü. Dikkat ederseniz, görsel araçların
kullanılması, kadın çekiciliğinin enstantanelerde [bir
anlık; ansızın] yoğunlaşmasına katkıda
bulunuyor. Sokakta yürümekten çok bir duruş, bir oturuş, bir baş hareketi, bir
dönüş. Belki yalnız reklam etkisi değil, ilişkilerin daha çok yakın mesafelerde
kurulmasının bir sonucu bu.
Ama kaçınılmaz bir biçimde, olay, tiyatrolaşıyor.
Bugün bize çok komik görünen eski zaman kırıtması bayağı masum bir davranış
şimdiki bütünsel rol yapma zorunluğu yanında. Üstelik, yalnız rol yapmakla da
bitmiyor bu tiyatro kostümüyle dekoruyla, nerdeyse ses “efektleri” ile bir
arada yaşanması gereken bir şey.
Demokrat, 20 Ocak 1980
Kaynak: Murat BELGE, Tarihten Güncelliğe, 1. Baskı 1997,
İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar