SYLVİA PLATH’IN ŞAİRLİĞİNİN İNTİHARI BAĞLAMINDA ANALİZİ
hzl: NİLGÜN MARMARA
Sanat ve Bilim Fakültesi
Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü'nden Mezun Olmak İçin Gerekli Koşulları
Kısmen Karşılamak Amacıyla Teslim Edilmiş Bir Tez
Boğaziçi Üniversitesi, Ocak
1985
Bu tez Sylvia Plath’ın şairliğini
intiharıyla birlikte ele alır, yani tarihsel açıdan intiharı bağlamında analiz
eder.
Birinci bölümde Sylvia Plath’ın
Gizdökümcü Tarz'daki yerini değerlendirebilmek üzere bu akımı tanımlamaya
çalışacağım. Bu türün kökenlerine bakıp bazı örnekler sunmak, Plath’ın
yararlandığı kaynaklarla kendi eserleri arasındaki ortaklıkları ve farklılıkları
belirlemek açısından uygun olacak.
İkinci bölümde, psişik etkilerin
sanatsal yaratılar üstündeki etkilerini açıklığa kavuşturmak amacıyla,
intiharla sanatsal yaratı arasındaki karşılıklı ilişki ele alınacak. Sanat
tarihinden ve intihar vakalarından örnekler verilecek ve bölüm, Plath’ın kendi
şiirlerini ve ölümünü hazırlama koşullarının irdelenmesiyle son bulacak.
Üçüncü bölümde, kadın şairlerin
şiirlerinin ortak yönleriyle ilgileneceğim Kadınların şiirlerinde
kullanmayı yeğledikleri ve durumlarına bakış açılarını yansıtan bazı ortak
temalar üstüne yorumlarda bulunacağım Plath’ın bu niteliklerin getirdiği
özgürlüklerle kısıtlamaları şiirlerine nasıl yansıttığını sorgulayacağım.
Dördüncü bölüm, Plath’ın
düzyazılarıyla şiirleri arasındaki farklılıklarda odaklanacak. Plath’ın nesir ve şiir kariyerleri arasındaki farkı meydana
getiren faktörleri betimleyerek dizelerinden ve düzyazı kurgularından örnekler
verecek, benzerlikleri ve zıtlıkları özellikle vurgulayacağım
Tezin son bölümü, Sylvia Plath’ın bazı
şiirlerinin önceki bölümlerin çıkarımları ışığında kronolojik bir analizinden
oluşacak. Üslup, teknik ve
değer irdelemelerinde bulunmak yerine, Plath’ı “şiirlerini” kurmaya zorlayan
zihninin alışkanlıkları ve yapısına dair örneklerle sorgulama yapılacak. Umarım
böylesine emsalsiz ve belirgin bir konuda, şiirlerini ölüm kavramını derinden
algılayarak yazmış ve intiharında da sanatındaki kadar başarılı olmuş bir
kadının analizini yapabilme konusunda başarısız olmam
Çölde
Bir yaratık gördüm, çıplak,
vahşi.
Çömelmiş oturuyor
Yüreğini ellerinde tutuyor
Yiyordu.
Dedim ki: “Tadı güzel mi
dostum?”
“Acı, acı,” diye karşılık
verdi;
“Ama seviyorum
Çünkü acı
Ve benim kalbim”
H. Cran e
Gizdökümcü türün tanımlayıcı özelliği,
kendini aklama peşinde olan şairin yeraltına inmesidir. Aslında bu genel nitelik, insanların bilincindeki sebebi
belirsiz korkuları irdeleyen tüm sanat eserleri için geçerlidir aynı zamanda.
Her şeyden önce gizdökümcü türün
kökenlerine baktığımızda; Emerson, Hawthrone, Melville gibi
transandantalistlerle (ki onlar Avrupa kültüründen faydalanmışlardı) Poe gibi
grotesk bir figürü saymazsak; 50’li ve 60’lı yıllardaki bu Amerikan kuşağının
öncüllerinin Fransız sembolistleriyle sürrealistleri olduklarını görürüz.
Baudelaire, Rimbaud, Verlaine,
Mallarmé gibi büyük şairler, bu asi evlatlar; rüya, illüzyon, fantezi ve hayal
gücü dünyasını yaratarak, zaman zaman budalalığa yaklaşan bir şekilde
bilinçaltını açmaya çalışmışlardır. Bu başlangıç sonradan, tüm toplumlarla
kuramların mantıklı ve yüce fikirli insanları, sundukları şeyleri reddetmeye
zorladıkları mantığıyla her türlü deliliğe onay veren sürrealizme dönüşmüştür.
20. yüzyılın karmaşık akımlarına dair
bu verilerin ışığında A. Alvarez, M. L. Rosenthal, K. Malkoff gibi bazı
eleştirmenler; Lowell, Roethke, Plath ve Sexton gibi isimlerin şiirlerini
gizdökümcü tür bağlamında yazdıklarını öne sürmüşlerdir. Gelişmeler sonucunda
kendi potansiyellerini eski geleneklerle birleştiren bu şairler sadece deliliği
dünyevileştirmekle kalmamış, aynı zamanda romantik havasını da azaltmışlardır. Ama
bu türün örneklerinde gördüğümüz gibi, hezeyandaki kendini yok etme kavramı hem
dinsel hem de romantiktir ve gizdökümcü şairlerde açıkça bir başlangıç noktasına
dönüşür. Bahsedilen tüm şairlerin geleneksel olarak kişilik denen şeye
isyan etmeleri ve tepkilerini yok edilmiş bir benliğin çifte olarak, hem kendi
benliklerinin hem de başkalarının benliklerinin yorumlanışıyla birleştirmeleri
dikkat çekicidir.
İnsanoğlunun tarih boyunca
nesneleştirilme süreci, yüzyılımızın ortalarında doruğa ulaşmıştır. İki dünya
savaşı, faşizm deneyimleri, toplama kampları, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan
Amerikan atom bombaları bize Resnais’in “Hiroşima Sevgilim” filmini
anımsatır. Bu filmde bir kadınla bir erkek kişisel, belirgin, özel varlıklar
değil, bir işkence ve katliam çağının acılı hayaletleridirler. İnsan doğasının,
atalarından gelen faşist yönlerinden kaynaklanan tüm yaşanmış ve yaşanabilecek
ıstırapları, devlet ve savaş stratejileriyle Özetlenmiştir. Nesnel gerçekliğin,
şairi kendi benliğini, varoluş tarihinin tuhaf aynasında kendini tekrar tekrar
görmek dışında hiçbir şeyi anımsayamayacak ölçüde unutmaya zorlayacak kadar
ağırlığı vardır.
Lowell, Plath, Ginsberg, Roethke,
Berryman ve Sexton; kişinin evrensel ıstıraplarda kendini unutmasını ve bu
unutuş taralından hem parçalanan, hem de bütünleşen yeni bir benlik edinmesini
gerektiren bu gerçekliğin bilincindeydiler. Paul Tillich’ in, Feodal Çağ’ın
“Kendini Bil” düsturunun 20. yüzyıldaki yorumu şöyledir: “Kendini tasdik etme cesareti,
kişinin kendi şeytani derinliğini tasdik etme cesaretini de içermelidir.”(1)
Yukarıda bahsedilen şairlerin hepsi de kendi şeytani derinliklerinin varlığını
belirtmiş; böylece feodal etik ile tarihsel gerçeklerin sergilediği
birikimlerden kaynaklanan bir farkındalık arasındaki farkı kanıtlamışlardır.
özellikle S. Plath, bunu kendini öldürecek kadar uç bir noktada doğrulayarak,
sonuçta cinayet işleyebileceğini göstermiştir. Ama bu sergileyiş sayesinde,
aynı zamanda kişisellikten en uzak deneyimleri de yaşayabilmiştir. “Babacığım”
adlı şiirinde kendisinin “...bir Yahudi gibi / Dachau’ya, Auschwitz'e,
Belsen’e götürülen bir Yahudi gibi” götürüldüğünü düşünürken ya da “40
Derece Ateş”te şehvetini “Zinacıların bedenlerini yağlayarak / Hiroşima
külleri ve yemek gibi” şeklinde tasvir ederken, aslında kendini
tanınmışlıkla özdeşleştiren, tüm dünyaya yayılmış dehşeti yok etme ve neşeyi
geri getirme arzusunu haykıran, geri kazanılmış bir değerdir bir bakıma.
Türün diğer temsilcileri gibi Plath’ın
da suçluluk ve kendine acıma duygularına dair kaygıları şiirlerinde de,
düzyazılarında da belirgindir. “Leydi Lazarus” adlı şiirinde, psikolojik
zayıflık sergileyen anlatıcıda odaklanması tamamen gizdökümcülük olarak
değerlendirilir. Plath kendini, uygarlığın Nazizm’e meyilli niteliklerini
taşıyan sadist bir dinleyici kitlesine sahip becerikli ve intihara meyilli bir
yaratıcı olarak görür. Şiirin sonunda, toplumla benliğin çifte yok oluşunun
yansıması olan derin bir nefret duygusu geliştirerek sert erotik imgeler
oluşturduktan sonra, kendine yeniden doğuş vaat eder. Bu yeniden doğuş
sayesinde, “erkekleri” yiyen yamyam bir cadıya dönüşecektir.
Plath şiirlerinde ölüm temasını
evrensel bir hedef olarak kullanmayı seçer. Şiirleri acı çekerken yapılan
sorgulamalardan, kişisel hayatındaki devasa beyin dalgalarının billurlaşmış bir
tür serpintisinden doğmuşlardır. Gizliliğin rahatlığına zıt olarak, kendini
ifşaların verdiği rahatsızlığı ifade eder. Ayrıca, Gizdökümcü Şairliğin ayırt
edici niteliği sadece kişinin kendi deneyimlerini ifade etmesi değil, aynı
zamanda onları tekrar tekrar yaşaması, rahatsızlığı sözcüklerle yeniden
oluşturmasıdır. Ama bu yenilgi sayesinde kişisel hayat yüceltilerek,
kişisellikten uzak ve dâhice bir sanat eserine dönüşür.
S. Plath çektiği acıyı mısralarıyla
yenmeye çalışmışsa da, eserleri doğaçlama yaşanan bu tutkulu hayatın ölüme
yenik düşmesinin kanıtıdır. Plath için şiir,
dış dünyanın tehdidine katlanma ve izolasyon olasılığını sağlayan bir sığınaktır.
Bu izolasyon gerçeklerden kaçış olarak yorumlanabilir, ama Plath’ın şiirlerindeki şeytani
yoğunluk bazen okuyucuyu şaşırtır ve Plath'ı hem gizdökümcü türün
hem de 20. yüzyıldaki diğer akımların en mükemmel şairlerinden biri «olarak
kategorize etmeye iter. Plath, ideolojik kaygıları Lowell ve Ginsberg’in bazı
şiirlerinde olduğu gibi doğrudan Ön plana çıkarmasa da, insanlığın belirli
tarihlerde aldığı yaralara karşı direnişini hissedebiliriz.
Karl Malkoff gizdökümcü şairlik
hakkında şunları söyler: “...Gizdökümcü şairlik dağılmış halde de olsa bir
egonun, bir bilincin varlığını gerektirir. Gizdökümcü şairliğin temel
gerilimlerinin kökeninde psişik bütünlüğe doğru gidişle dağılma arzusu
arasındaki çatışma yatar tam olarak. Mutlak özgürlük eğiliminden kaynaklanan bu
gerilim şiirlere yansır.”(2) Plath bu gerilimi kendisinin hayata ve ölüme
dair birbiriyle çelişen görüşleriyle tırmandırır. Aslında gizdökümcü bir
şekilde yaşar ve yaratır.
“Yarının hiçlik olması tehdidiyle
mutlu olamam ve olmayacağım Derin bir hakaret bu... Bu yüzden, beni acı çekmem
ve yok olmam için, fikrimi sormadan ve küstahça var eden bu doğayı; su götürmez
davacı, savcı ve davalı rolümle, kendimle birlikte mahkûm ediyorum.. Doğayı yok
edemediğim için de, sadece kendimi yok ediyorum, hiçbir suçlunun bulunmadığı
bir tiranlığa katlanmaktan bezmiş olarak...”(3)
Bütün sanatçılar zihinlerini meşgul
eden, kendi varoluşlarının farklılığını ifade etmekle yükümlüdürler. Aslında bu
farklılık, makrokozmos gerçekliğine bağlantılarla uzanan en ufak anlamları tüm
çıplaklığıyla görüp kavrayabilme yetisidir. Psişik faktörler ve hayat
deneyimleri, yaratı sürecini doğal olarak etkiler. Büyük sanatçıların dünyalarını
eserleri aracılığıyla araştırdığımızda, hepsinin de Proust’un cümlesini farklı
şekillerde kolaylıkla söyleyebileceklerini görürüz. Proust “Je n’étais qu’un coeur qui battait”
[Ben sadece atan bir kalptim] derken kendi varlığını bir savaş meydanındaki
bir yüreğe indirgemiştir ve bu indirgeyiş yaradılışın özüne dönüşür, yürekle
gözü birleştirerek onları bir çekişmeye maruz bırakmak ve sadece onları
kullanarak savaşmak için.
Sanatçının yaratma olgunluğuna
erişebilmek için geçtiği hazırlık süreçleri her ne olurlarsa olsunlar uzun bir
ıstırap prosedürüdürler ve bu ıstırap, sanatçıyı kolayca deliliğin, hatta
intiharın eşiğine getirebilecek bir düşünceler bütününü teşkil eder.
Sanatçının bir insan olarak çektiği
ıstırap benlik öğesini içerir; varlığının bütününün istikrarına ve değerine,
dünyayla ilişkilerine dair bir kaygıdır. Bu ıstırabın sonucunda sanat eseri,
izolasyonla ve dünyaya belirli bir tarzda tepki verip orada belirli bir tarzda
eyleme geçmenin geliştirilmesiyle yoğrulur. Bazı sanatçılar verdikleri tepkiyi
aşırılaştırıp, ıstırap verici bir şekilde kendi benliklerinden yoksun oldukları
hissine kapılarak dünyada eylemlerde bulunmaktan vazgeçerler. Bu yokluklarda,
incinebilir benliğin çeşitli ölümleri bir tür eşsiz, keskin ve somut ölüme,
dolayısıyla intihara dönüşecektir. Freud’a göre, intiharda yaşam ilkesi ölüm
ilkesi tarafından iptal edilir, ölüm içgüdüsü; sadizmin, mazoşizmin ve benliğin
tüm şiddete yönelik niteliklerinin tohumudur. İntikam, kin, düzeni bozmak,
“diğerini” öldürmek, intihar eylemini içeren temel öğelerdir. Ama bu Ölüm
içgüdüsü bu kadar etkiliyse, intihar oranlarının neden bu kadar düşük olduğu
sorulabilir. Belki kendini yok etmek de bir kendini koruma girişimi, sevgi
görmek için atılan bir çığlık, mutlu, yaşama olasılığının aranışıdır.
Sartre'a
göre “intihar dünyada var olmanın bir başka yoludur,”(4) çünkü
kişi bir eylem olarak ölümü seçtiğinde kendi varlığının farkına vararak,
varlığının tanımını hiçlikle yapar.
Tüm intiharlar sanayi devrimi
döneminin Habeas Corpus yasasını çiğnerler; çünkü varolan otorite (her ne ise)
tarafından tutuklanıp, devlet kanunları ya da örneğin normal bir ölüm gibi doğa
kanunları tarafından yargılanmaya karşı çıkmak anlamına gelirler. Dr.
Johnson'ın sözlüğünde (1755 basımında) kendine yönelik cinayet işlemek, kendini
yok etmek, kendini öldürmek, kendini katletmek, kendi varlığını ortadan
kaldırmak terimleri intiharla eşdeğerdir ve hepsi de cinayetle ilgilidirler.
Yunan düşüncesinden itibaren tarih boyunca her uygarlıkta, intihar fikrinin
birey, toplum ve özellikle de yönetici sınıflar için olumsuz bir kavram olduğu
açıkça vurgulanır ya da ima edilir. Düzene, birlikte varoluş kurumuna, ego
kurumuna, ego ile başkaları arasındaki ilişkileri içeren kuruma karşı bir isyan
olarak görülür. Aristo’nun intiharı yorumlayışına baktığımızda; dinsel
sebeplerden dolayı, şehri kirlettiği ve faydalı bir vatandaşın yok edilmesiyle
ekonomik açıdan zayıflattığı, sosyal açıdan sorumsuzca bir eylem olduğu için
devlete karşı işlenmiş bir suç saydığını görürüz. Peki toplumun kalıplaşmış
normlarına, kişinin zihnini ve psikolojisini kurmak suretiyle mahveden
kurallara, devletin rahatsız edici kanunlarına ne demeli diye sorabiliriz... Epikürcülük
ve Stoacılık gibi bireyci felsefeler intiharı adil görür. Ancak tarih boyunca
etkili olmuş Hıristiyanlık, İslam ve Budizm gibi büyük dinler intiharı ölümcül
bir günah olarak değerlendirir ve kitlelere güçlü talimatlarıyla korku
aşılarlar.
“...ölmek bu dünyada yeni bir şey
değildir, ama yaşamak daha da az yenidir.” der Rus şair Yessenin “Elveda” adlı şiirinde,
intihar etmeden önce. Benzer ya da farklı sebeplerle, sözlerini doğrulamak için
kendini öldürmüş pek çok büyük sanatçı vardır. Aklımıza Kleist, Neryal,
Mayakovski, Pavese, Crevel, Vaché, Duprey, Caravan gibi şairler ve London,
Hemingway, Woolf gibi romancılar gelebilir; ki yürekleriyle zihinlerinin
sentezinin düzenini değiştirmeye çalışmış, ancak umutsuzluğa kapılarak pes
etmişlerdir, ölümü ısrarla kapıda bekleterek ıstıraplarını kendilerine ve
başkalarına Ölüm ve intihar giysileri dikerek ifade etmiş kişileri de anımsarız
elbette; Lautréamont, Rimbaud, Dostoyevski, Baudelaire, Rilke, Artaud ve Kafka
gibi.
Sylvia Plath’ın intiharına gelince;
ailede yaşanan karanlık deneyimlerin sosyal, tarihsel ve otobiyografik
yıkımlara eklenmesi, onu önsel bir ideal olarak kabullendiği belirgin, açık
seçik bir kendini yok edişe zorlamıştır. Bu ideal, kendi akışını tamamen kendi
içinde, ölümün zaruri ve saplantılı bir şekilde hayata yayılmasında bulmuştur.
Kadınların toplumsal bir hastalığın sonucu olan perişanlığının kurbanı
olmuştur. Plath’ın narin, incinebilir ruhani varlığı ve her şeyin sürekli
kirlenişinin iç karartıcı bir şekilde farkında oluşu, onu ölüme sürüklemiştir.
Karmaşık düşünce yapısının yol açtığı gerilimin niteliği çözümsüzlük
doğururken, yaşamının gerilimi sonsuza doğru akar. Bu farklılık Ölümün
seçilmesinde, zihnin karmaşıklığının kurgusal bir temelde yaşamın sonsuzluğuyla
birleştirilmesinde ve saf insanilikle felaketimsi bir ölümlülüğe ulaşmak
yolunda şiirler yaratılmasında sentezlenir. Zihnindeki çeşitli kasırgalardan
kurtulamaz. Uygarlığa yönelik tehditlerin, kitlelerin ideal bir insanlığa ve
var olmanın hazlarına veda edişlerinin yanı sıra, Plath’ın oluşturduğu psişik
atmosferde önemli bir rol aldıkları için en küçük ayrıntıları bile abartma
eğilimi, şiirle tanımlanacak vakumu oluşturur. Peki neden düşünceli bir sükûnet
içinde mesafesini koruyup, estetik bir uzaklıkta duramaz? Plath’ın varoluşu,
zalimliği doğal olarak kendisini yabancılaşmaya itecek olan şikâyetçi zihni
tarafından beslenen bir yalnızlık peçesiyle örtülür. Istırap içinde yaşar ve
kaçamak kederini kavramayı başarır. Şiirlerini köşkünün tamiratı sırasında
konan tuğlalar, intiharınıysa tam bir başarısızlık olan bu evin tamamen
yıkılması eylemi olarak görebiliriz.
A. Alvarez, “Vahşi
Tanrı” (5) adlı intihar
incelemesinin önsözünde intihara dair birtakım çözümlerden bahseder ve
kendisinin böyle çözümlerin varlığına inanmadığını söyler. Gerçekliğin
göreceliği bizi her vakayı kendi içinde, karşılıklı iletişimlerden oluşan kendi
zengin dokusu içinde ayrı ayrı ele almaya zorlar. Alvarez intihar kavramının su
götürmez bir şekilde ahlaki ve dinsel bir ölümcül günah olduğunu ve “Modern
Zamanlarda'' gerçekleşen kavram değişiklikleri sonucunda insanların bu konunun
bilimsel araştırmaların sahasında olduğunu düşünmeye başladıklarını, eski
önyargılarınsa varyasyonlar karşısında az çok süregeldiklerini belirtir. Bu yüzden intiharın bilimsel olarak analiz edilmesi
gerektiği yolundaki yeni görüşler, kavramın kendisine açıklık getirmemişlerdir;
çünkü tutucu, dogmatik bir geçmişin kanunlaştırılması bütün sözde bilimsel
açıklamalardaki varlığını sürdürmektedir. Alvarez'e ve bize göre hayatla
ölümün, dogmanın ve kendini Öldürmenin derin anlamını aramak, geçerli
sınıflandırmalardan arınmış ve varoluşu hem mikrokozmosla, hem de makrokozmosla
olan bağlarıyla birlikte içtenlikle anlamaya çalışan kişilerin işi olmalıdır.
Alvarez, S. Plath'ın ölümünü ve şiirlerini ele alırken, önsözde anlayışlı
tavrını korur. Şöyle ders “...Plath'ın şiirleri, asla tamamen gün ışığına
çıkarılmayan bir deneyimler birikimi içinde güvendedirler... Eserlerini ayırt
edici kılan bu tehdit hissidir; sanki sadece gözucuyla görebildiği bir şey
tarafından sürekli tehdit edilmiştir.'' (6)
Plath'ın Ted Hughes'la evliliğinin ve
sonra onun tarafından terk edilişinin, kısa yaşamının en büyük deneyimlerinden
biri olduğu söylenebilir. Hughes'un kişiliğine ve sanat kariyerine büyük',
saygı duyarak, kendini tamamen bu ilişkiye adamış, ancak bu hürmetkârlık,
mutluluğu beklemenin ve ummanın beyhudeliğini fark etmesine yol açmıştır. A.
Alvarez, Hughes 'un şiirleri hakkındaki fikrinden böyle bir yaklaşımla
bahseder! “...Ama o şiirlerden anladığım kadarıyla, ne düşüneceğim Hughes'un
umurunda olmazdı. Tamamen kendisine ait olan özümsenmiş, fiziksel bir dünyadan
kaynaklanmışlardı sanki.'' Hughes’un Plath'ın varlığına ve şiirine
yaklaşımını düşünürken bizim için bir ipucu olabilir mi bu? Hughes'un
yaratıcılığının ve Plath'a “babacığını” anımsatan erkeksiliginin gölgesinin,
Plath'ı sık sık hayal kırıklığına uğrattığını düşünebiliriz. Alvarez, Plath'la
ilgili düşüncelerini belirtirken, Plath'ın eserlerinin ana temalarından biri
olan acı kavramına dair fikirlerini ifade eder. Ona göre bireysel acılar seri
üretimlerdir, erkeklerle kadınlar bir montaj hattındaki eşit ve kimliksiz
nesnelere dönüşürler ve hiçbir şeyleri kalmaz, özellikle de değerleriA ve
insanlıkları. Acının her türlü vakarı imkânsız kılan bu anonimliği Plath'ın
temasıdır.
“Con onor muore chi non puo şerbar
vita con onore.”
(Onurlu yaşayamayan onurlu ölür.)(7)
A.
H. Tanpınar'ın dediği gibi, “Edebiyatta kıskançlık vardır”(8) ve Alvarez, S. Plath'ın mısralarındaki bağışlamazlığına
dikkat çekerken bu fikri doğrular gibidir. Plath'ın son şiirlerindeki “yıkıcı,
değişken, talepkâr, Plath'ın takdir etmeye eğitildiği her şeyden tamamen uzak”
(9) havayı betimler.
Plath intiharından bir hafta önce
Alvarez' i çağırır. Alvarez bu ziyarete dair izlenimlerini şöyle ifade eder
"Farklı görünüyordu... saçını toplamamıştı. Beline doğru bir çadır gibi
inen saçı, soluk yüzüne ve sıska bedenine tuhaf bir kasvet ve dalgınlık havası
veriyordu; sanki mezhebinin ayinlerinden soğumuş bir rahibeydi. Karşımda
yürürken..., saçından güçlü, keskin bir koku yayılıyordu, hayvan kokusu gibi...
"(10) ölüme yaklaşırken hayvani bir kokuya bürünmesi, Plath'ın cansızlığa
yönelme güdüsünün derinliğini sergiler bize; yaşam sembolü olan suya dokunma
arzusundan vazgeçmiştir.
Bir editörle Alvarez arasındaki bir
konuşmayı alıntılamak, kendi zevkleri uğruna başkalarının acılarıyla karmaşık
bilinçlerini kolayca gözardı edebilen insanların zalimliğini ve acımasızlığını
vurgulamak açısından önemli olacaktır. Bu arada, yaşamayı sürdürmemeye ve
şiirlerinin basılması gibi önemsiz meselelerde yardım kabul etmemeye karar
vermiş biri böyle şeylerden yaşama gücü almayacak olsa da, insanların
kendilerini bir kutuya kapatıp duvarlarını kendi kanlı mısralarıyla mühürleyen
kişilere kapılarını nasıl kapattıklarını bilmek önemlidir.
“...O ay daha sonra büyük bir haftalık
derginin editörüyle görüştüm Bana son günlerde Sylvia'yı görüp görmediğimi
sordu.
‘Hayır. Neden sordun?'
Hiç, merak ettim Bize bazı şiirler
gönderdi de. Çok tuhaflar.'
‘Beğendin mi?'
Hayır,' diye karşılık verdi. ‘Bana
göre fazla uç noktada şiirler. Hepsini geri yolladım Ama durumu kötü gibi.
Bence yardıma ihtiyacı var... "'(11)
Ölüm, Sisyphos'un kayasıdır. Onun
mahvoluşu, cezalandırılışı, onu yaşadığı için acı çekmeye zorlayan absürd bir
eyleme dönüşür. Plath'ın kayası muazzam hayal gücünün yanı sıra mutfağıdır,
anne ve eş olmanın sorumluluklarıdır. Ama ona kendi ölümünü dayatan odadan
çıkıp kapıyı kapar. Verdi'nin meşhur aryasındaki Rigoletto'nun sözünü geçersiz
kılar; La donna e mobile''i “La donna e immobile ” şeklinde değiştirir.
“ölüm hakkında yazdıkça, hayal dünyası
giderek güçlendi ve bereketli hale geldi. Böylece yaşamak için her . sebebi
oldu," (12) der
Alvarez. Her türlü sebebi oldurun yerine hiçbir sebebi olmadıyı koyabiliriz,
çünkü Plath bunu bizzat yapmıştır. Her şeyin yerine hiçbir şeyi koymuştur. Ona
göre stimülasyon iki uç'lu bir değnekti; bir ucu yaşama, diğer ucuysa ölüme
dönük. O “rien'' (hiçlik) ucunu seçti.
“Kayıtlarımız genellikle resmen
saklanacak kadar değerli görülmez."
A. Rich
Rich'in resmen saklanma dediği şeyin
kadınlar için ulaşılması gereken eşsiz ve üstün bir gaye olup olmadığına emin
değiliz, ancak kendisi şu gerçeğe dikkat çeker! Kadınlara ait kayıtların, her
ne iseler, (genelde) özen görmeleri, anlamlandırılmaları, değer verilmeleri ve
korunmaya çalışılmaları henüz başarılmış değildir. Bu fenomen (erkeklerin
kurduğu bir uygarlıktaki düşük statü) kadınların şiirlerinde ciddiyetle
yansıtılır, üsluplardaki sertlik değişken olsa da. Androjen bir sanat eserine ulaşma
eğiliminde olsak da olmasak da, hem erkek hem de kadın sanatçılar bu kavramı ya
onayladıklarını ya da onaylamadıklarını belirtirler ve kendilerini bu çemberin
dışında bırakamazlar.
Kadınların şiirlerindeki ortak
nitelikler dikkatimizi çeker çünkü kullandıkları temalar birbirine benzer;
ölüm, aşk, canlı olmanın ayrıntıları, küçük hisler, insan zihniyle dışsal
gerçeklik arasındaki ilişkinin kadınsı bir duyarlılıkla ele alınışı. Yukarıdaki
temaların kadınların şiirlerinde işleniş tarzlarını analiz ettiğimizde ,
hepsinin de bu temaları zaman ve mekânı özel bir şekilde algılamak için
manipüle ettiklerini görürüz.
Her ne kadar romantizm 19. yüzyılda
akıl çağına, insan ırkına ve tarihe tamamen mantıksal bir bakış olan
neoklasisizme tepki olarak çıkmış bir akım olarak tanımlansa da; bu terimi
bağlamından çıkararak sadece romantikliği, kadınları ve romantikliğin tüm
kadınlar, özellikle de tarihsellik dışında, hayata bakışlarını edebi
kariyerleriyle netleştiren kadınlar üstündeki etkilerini yücelten oturmuş bir gelenek
olarak yorumlayabiliriz. Seçkin bir farkındalığa sahip bu kadınlar; erkeklerle
kadınlar, erkeklerle erkekler, kadınlarla kadınlar, ebeveynlerle çocuklar
arasındaki mutsuz ve yetersiz ilişkileri görerek onların romantik acılarını
aktarmaya çalışmışlardır.
Eski dönemlerden başlayarak Sappho ve
Bilitis gibi kadın şairlere baktığımızda, onların' oldukça bireysel, gizdökümcü
ve lirik bir şekilde sevdiklerine seslendiklerini görürüz.
Bu sesleniş zamanla şiirlerine çeşitli
temalar seçmekte temellenen bir haykırışa dönüşmüştür. Bazen aşkın yerini din
almış, Tanrı'ya ulaşma ideali sevgiliyle bir araya gelmeye eşdeğer hale
gelmiştir. Ortaçağın dinsel kadın şairleri idealize edilmiş aşkı ana temaları
yaparak kendilerini ifade etmişlerdir. Zaman geçtikçe kadınlar romantizmi,
kendilerine tamamen yabancı bir ortam tarafından fethedilmiş lanetli, mutsuz
bir benliğe dönüştürme cesaretini kazanmışlardır, A. Bradstreet'le E.
Dickinson'ı anımsadığımızda, çağdaş kadın şairlerin hâlâ tema olarak
kullandıkları benzer bir yabancılaşma görürüz. Bir karşılaştırma yapmak için,
Dickinson 'la Plath'ı ele alalım; çünkü bu her iki kadının şiirlerinde de
ağabey/baba/koca/sevgili ilişkileri önemlidir. Taklit ve yansıma evreninde o
iki kadın şairi hızlandıran itici güçlerdir. Plath’in ölüme olan saplantısı
Dickinson’ınkiyle ve hatta bazen Bradstreet’inkiyle ilişkilendirilebilir.
Onlara göre ölüme dair bu bakış açısı zirvede bir yaşam deneyimiyle, belki de
erotizmle tanımlanabilir. Dickinson da, Plath da bu gotik geleneği öyle aşırı
bir şekilde yüceltirler ki, “kişiliklerini” ölüm kavramının gereklilikleri ve
zorunlulukları üstüne kurarlar, ölümden sakınma çabasıyla buna zıt bir şekilde
ölümün arzulanması, onlara alaycı bir yaşam deneyimi bilgisi sunar ve oldukça
yeni bir kadın imgesi oluşturmayı başaran kendi başkahramanlarına dönüşürler.
Toplumda pasif insanlar olmak yerine, şiir sayesinde kendilerinin bilincine
vararak, onları hem kendini kabullenmeye hem de aynı zamanda değişmeye zorlayan
“gerçekliği” algılar ve yorumlarlar. ‘Ölüm İçin Duramadığımdan” adlı
şiirinde Dickinson, ölümü evcilleştirir ve her ne kadar kabullenilen yitiriliş
duyarlılığı dayatsa da aynı zamanda kabullenilişi süregelen hayatın
algılanılışına göre görecelidir. Kişi geçiciliği tasdik ederek sonsuzluğa
ulaşırken, yaptığı son tahmini anımsar'..
“İlk kez tahmin ettiğimde, atların
başlarının sonsuzluğa çevrildiğini.”
Plath, kaotik yaşamın peçesinin
kaldırılmasına yönelik bu özlemini “Bir Doğum Günü Armağanı” adlı şiirinde
kederle, zıtlıkla ifade eder'
“Peçesini indirin yeter, peçesini,
peçesini ölüm olsaydı”
Her iki şair de bir bakıma
imgecidirler, çünkü içedönüktürler ve kendilerini anda, onlara yoğun
çağrışımlar getiren imgede odaklarlar. Bize büyük imgeci şairlerden biri olan
Hilda Doolittle'ı anımsatırlar. Onunla Plath arasında da benzerlikler
bulabiliriz. İkisi de bilinçsiz bir özlülükle ve şekil tasvirleriyle
yazarlar. İkisinin de şiirleri homojendir, kırılganlık sergiler, donuktur; ama
nettir ve sade bir üslup zarafeti içerir.
H. Doolittle'ın “Mezar Kitabesi”
adlı şiiri aklımıza Plath'ın “Kenar” adlı şiirini getirir (ki bu aslında onun
mezar kitabesidir). Aradaki fark Plath'ın kasvetli yoğunluğudur. Doolittle,
ölümünden sonra kendisi için şöyle denebileceğini söyler:
“Yunan şiiri, Yunan vecdi sonsuza dek
geri alıyor karmaşık bir şarkının yitik ölçüsünü takip etmiş kişiyi.”
Plath‘a göre, ölü beden
kusursuzlaştırılmıştır, çünkü: “...başarmışlığın
gülümseyişini taşır, Bir Yunan gerekliliğinin illüzyonu doğasının
kıvrımlarından akar...” Doolittle'ın “vecdi”, “karmaşık
bir şarkının yitik ölçüsü” olan bir “illüzyona”
dönüşür.
Ortak faktörleri daha ayrıntılı olarak
inceleyebilir, özellikle çağımızdaki kadın şairlerin en gözde temasının saygı
görmemekten şikâyet ile saygı görme, hayal etme ve yaratma Özgürlüğüne kavuşmak
için seslenişler olduğunu vurgulamaya çalışabiliriz. Plath'ın "Aday” adlı
şiirini anımsayalım Orada bahsettiği "şey” ister iş arayışı olsun ister
evlenme arzusu, elleri sadece “çay fincanları” getirmeye yarar, “kafası boştur'
,
“Dikiş dikebilir, yemek yapabilir,
Konuşabilir, konuşabilir, konuşabilir...”
Devletin statik koşullandırmalarına
karşı aşırı bir gururla özgürlüğe, eşitliğe, insanlıkla ve hemcinsleriyle
kardeşliğe ulaşma arzusu, egonun iç çatışmalarına mahkûm edilir; trajik
kahramanın eski çağlardan beri sorunudur bu.
“Yarattığımız
şair, o günlerde erkeklerle kadınların gündelik bir antlaşmasından doğmuştu.
Kendimizi ne sanıyorduk, kişiliklerimizin insanoğlunun zayıflıklarına
direnebileceğini nereden çıkarmıştık bilmiyorum”
A. Rich
Herhangi bir kişiliğin, 20. yüzyılın
başat korumalarına karşı koyabilmesi için, erkeklerle kadınların birbirlerinden
pek de farklı olmadıkları bakış açısıyla ilgili herhangi bir yenilik ile egemen
düzen arasındaki tüketici, uzun benlik mücadelesiyle yüzleşmesi gerekir. Plath
ile diğer kadın şairlere gelince; talihsizlikten, cinsel bir kutuplaşmaya
inanıştan kaynaklanan huzursuzluğu hissederiz, buna isyan etmeye çalışsalar
bile.
Plath'ın
başat bir erkek figürünü hep özlemesi üzücüdür; bunun sebebi belki de babasız
olması ve annesi tarafından büyütülmesidir. Kendini gerçekten androjen hissedebilse ya da böyle
olduğuna ikna olabilse, belki de “hayata ve ölüme soğuk bir gözle” bakabilirdi.
Her ne kadar şiirlerinde kadınların
kaderini modern uygarlığın kaderiyle kusursuzca birleştirse de, bunu
kabullenmenin dehşetini algılayamaz ve S. de Beauvoir'ın Erkeğin asıl zaferi,
kadının onu kendi kaderi olarak kabullenişidir” sözüyle belirttiği gerçeği aşmaya çalışmaz.
“Öykü yazma tutkusu, hayatının en
bariz yüküydü. Profesyonel olarak büyük bir başarı kazanmak, zor bir mesleğin
erbabı olmak ve gerçek dünyayı ciddi bir şekilde araştırmak istiyordu...” der Ted Hughes, Plath'ın şiiri asıl ciddi iş olan
düzyazıdan bir kaçış olarak gördüğü için düzyazı yazabilmeyi şiddetle
arzulaması hakkında.
Plath düzyazı yazarken karşılaştığı
engelleri ifade eder: “...Hayat neredeydi?
Dağılıyor, yok oluyordu ve hayatım tartıldığında eksik çıkıyordu, çünkü
hazırlanmış bir roman kurgusuna sahip değildi, çünkü daktilonun başına oturup
yoğun ve büyüleyici bir romanı sadece dehayla ve irade gücüyle bir ayda yazmayı
başaramıyordum Nereden, nasıl, neyle ve ne için başlayacaktım? Hayatımda yirmi
sayfalık bir öyküye bile yetecek bir olay yok gibiydi. Felç olmuş halde
oturuyordum, dünyada konuşacak kimsem olmadığını hissederek, insanlıktan
tamamen uzakta, kendi eserim olan bir vakumun içinde kendimi giderek daha kötü
hissediyordum. Ancak yazar olmak beni mutlu edebilirdi ve yazar olamıyordum
Oturup tek cümle bile yazamıyordum Korkudan kaskatı kesilmiştim.. (14)
Bu pasajdan anlayabileceğimiz gibi,
Plath için evrende onaylanmanın, kendini gerçekleştirmenin yolu; kurgulanmış
biçimsel düzenlere sahip bir eser, mesela giriş, gelişme ve etkileyici sonuç
bölümleri olan uzun ve büyük romanlar yaratma gücünü sergileyen düzyazılar
meydana getirmekten geçmelidir. Böyle bir sanat eseri yaratabilmek ona
verimliliğini, hayal gücünün akıcılığını kanıtlayacaktı. Bu yeteneği edinmek
onu hem maddi, hem de ruhani açılardan zenginleştirecekti. Ama hayal
kırıklığına uğradı, çünkü bir mahlasla (Victoria Lucas) yazdığı tek romanı,
beklentilerini karşılamadı. Sırça Fanus onun için ne bir başarı, ne de tam bir
başarısızlıktı. Gizdökümcü türün uç noktasında bir otobiyografik romandı. Plath
muhtemelen kendini geçmişin yükünden kurtararak, yetişkinliğe ulaşma sürecinde
pek çok değişimle yüzleşen kişiliğinin kusurlarından arınmayı umuyordu.
Plath'ın şiirlerinin feminizmin tohumlarını taşıdıklarını söyleyebiliriz, çünkü
o bir kadının varoluşuyla gerçek bir fenomen olan çevresi arasında bir gerilim
yaratır. Ama bu süregelen çatışma, romanı Sırça Fanus’ ta açıkça belirgindir:
Romanda Ester 'in kendini yerdeki bir çukur gibi hissettiğini söyler; ki bu
aslında güç ilişkileri aracılığıyla kadınları umutsuzluğa sürükleyen bir
toplumda bir kadının varlığının çoğu zaman görmezden gelineceğine dair bir
benzetmedir.
Plath bir sinir krizinden sonraki
nekahet devresinde, Sırça Fanus’ta sanki kendi geleceğini görürcesine şunu
sorar: “...Günün
birinde üniversitede, Avrupa’da, bir yerlerde, herhangi bir yerde... sırça
fanusun boğucu çarpıtmalarıyla birlikte üstüme tekrar inip inmeyeceğini nereden
bilebilirdim ki?...'’ Sırça fanusun en son kez bir gaz ocağı
şeklinde inmesi ve Plath'ın intiharının, benzer bir soruyu bir kez daha sorması
olasılığını ortadan kaldırması ne acıdır.
Romanın eleştirisine gelince...
Plath'ın nesir yazma konusundaki yeteneksizliğini ifade edişini destekleyecek
yeterince kriter ve veri bulunmaktadır; ama üslubundaki kusurlarla kurgusundaki
toyluğu bir kenara koyarsak, Sırça Fanus’un Plath'ın kendi geçmişinin farkına
varmasını sağlayan ve uzun vadede muhteşem şiirlerini doğallıkla etkileyecek
olan değerli bir otobiyografik roman olduğunu söyleyebiliriz.
Öykülerindeyse, her ne kadar bazıları
otobiyografik olsalar da, daha serbestçe bir çatı kurmaya ve kendisini
etkilemiş çeşitli tarihlerden faydalanmaya çalışır.
“Johnny
Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı” adlı öyküsünün
girişinde şöyle der: “...oturduğum
yerden bakınca, dünyanın tek bir şey tarafından yönetildiğini görüyorum. Köpek
suratlı, iblis suratlı, kocakarı suratlı, orospu suratlı bir panik; suratı
filan olmayan büyük bir panik... ''(15) Bu söz bize onun “ve yüzüm yok, kendimi silmek istedim...”
dizesini anımsatır, ki burada büyük panik Plath'ın kendi yüzüdür ve o yüzden
kendini silmek ister.
“Dilek Kutusu”nda Agnes, eşi Harold’a
kendisinin karanlık ve sıkıcı geceler geçirdiğinden, kocasınınsa güçlü bir
hayalgücünden kaynaklanan renkli düşler gördüğünden yakınır. Agnes daha sonra,
güzel düşler göremeyeceği korkusu yüzünden uyuyamaz olur. Sonunda intihar eder.
Plath'ın öyküyü aşağıdaki sözcüklerle bitirmesi, bize onun yaratma
yetersizliğini ve bir sanat eseri kadar kusursuz bir ölüme kavuşma arzusunu
anımsatır:“..Agnes'in oturma odasındaki kanepede yattığını gördü. Kadının
Üstünde en sevdiği, prenses tarzı, zümrüt yeşili bir tafta gecelik vardı.
Rüzgârla savrulmuş bir zambak gibi solgun ve hoş görünüyordu. Gözleri
kapalıydı. Yanında, halının üstünde boş bir hap kutusuyla devrilmiş bir su
bardağı duruyordu. Dingin çehresinde hafif, gizli, muzafferce bir gülümseyiş
vardı. Sanki ölümlü insanların gidemeyeceği çok uzak bir diyarda; eski
düşlerindeki esmer, kırmızı pelerinli prensle birlikte vals yapmaktaydı
nihayet."(16) Bu dizeler, Plath'ın erkeklerin dünyasındaki yaratma
yetisine, özellikle kocasınınkine kıyasla kendisinin yetersizliğinin ipucunu
verirler ve bu yetersizliğe karşı kazanılabilecek tek eşsiz ve fantastik zafer
intihar olacaktır sadece.
Ayrıca “Eve Mektuplar"a
baktığımızda, ironik bir şekilde, Plath'ın iç dünyası hakkında herhangi bir
ipucu vermeyen (pozitif olayları ve tasdikleri, zayıflıklarını tek otorite
figüründen, yani annesinden gizleme yolundaki ussallaştırmalar ve telafiler
olarak yorumlanabilecek abartılı bir tonla anlatması dışında) oldukça kapalı,
empresyonist bir üslupla karşılaşırız. Ancak evine gönderdiği son mektuplarda
paradoksal bir şekilde yalnızlık ve sıkıntı hisleriyle, bu yalnızlıktan yeni
bir yaşam kurma çabasını ifade edişi bize onun çelişkili ruh hallerinin, dünya
hakkında yorumlar yapma ve orada varlığını sürdürme gücünü geri kazanma
çabasında bulunma yolundaki hayaletimsi bir sorumluluğun yükü altında sona
giderek yaklaştığını sergiler.
T. Hughes'a göre Sylvia’nın acılı
Öznelliği onun asıl temasıydı ve şiirsel stratejileri onun kendi dehasına
ansızın kavuşabilmesinin tek gerçek yoluydu. Bir şiir ustasıydı o, şiire
gerekli bir uzaklıktan bakarak onunla başa çıkabiliyordu. Ama nesri bir tür
idol olarak görüyordu, çükü doğasındaki, kendi zihinsel işleyişi taralından
yasaklanmış bir tabuydu.
Hughes'un dediği gibi: “...Şiirlerine
karşı çok daha sabırlıydı. Hummalı gibi, bir kumar bağımlısı gibi oturup şiir
yazardı. Ama sonrasında yazdıkları üstünde düşünüp taşınır, onu hayal
kırıklığına uğratan sonuçları düzeltirdi... kabullenmiş, kederli, ama sadık,
hatta anaç bir şekilde.’’(17)
Plath, romanla şiiri karşılaştırırken
şöyle demekte yerden göğe kadar haklıdır: ’...Romanın kapısı da şiirin
kapısı gibi kapanır. Ama onun kadar hızlı değil; o kadar manikçe, itiraz
edilemez bir kesinlikle değil.”(18)
Plath sıkıcı bir hayat sürse belki
yaşam sürecini uzatabilirdi, ama bunu yapamadı çünkü hayatının kapısını
şiirinki gibi kapamayı yeğledi, hızlı ve manikçe, itiraz edilemez bir
kesinlikle.
“Bu şiirler bir anlamda sapmalardılar.
Kaçış olduklarını düşünmüyorum. Bence çağımızın asıl meselesi tüm çağların
meseleleridir... sevmek mucizesinin acısı; herhangi bir şeyi yaratmak,
çocukları, ekmek somunlarını, tabloları, binaları; ve her yerdeki tüm
insanların hayatlarının korunması, ki onların tehlikeye atılmalarını 'barıştan'
ya da ‘amansız düşmanlardan' soyutça dem vurmak gibi bir ikiyüzlülük asla mazur
gösteremez... ”(19)
S. Plath
Plath bir kâhin gibi hükme vararak,
iyilikle kötülüğü karşı karşıya getirip birinin galip gelmesini beklemenin
artık modası geçmiş bir umut olduğunu belirtir. Keskin bakışıyla, kariyerinin
başından hayatının sonuna dek, bu tarihsel manici mücadele temasını işlemiştir.
Ariel'deki son şiirlerinin tarz ve
üslup bakımından tamamen farklı olmasına karşın, “Kolosseus”tan “Suyu
Geçmek"e ve son yapıtları olan “Kış Ağaçları” ile Mariel”e dek, zamansal
ve deneyimsel değişimlerle ilişkili bütünsel bir bakış açısının ve gelişimin
izlerini sürebiliriz .
Plath en eski şiirlerinden biri olan,
1952 tarihli “Takip”te (Toplu Şiirler, Faber and Faber edisyonu, 1982, ş. 22)
bölünmüş benliğini panter metaforuyla ifade eder; panter hem onun büyük
korkularının, hem de ölüme karşı beslediği erotik tutkunun sembolüdür:
“İzimi süren bir panter var:
Bir gün beni öldürecek olan;...
...Adımlarını durdurmak için yüreğimi
fırlatıyorum,
Susuzluğunu dindirmek için kan
saçıyorum;
O yiyor, ama yine de ihtiyacı yüzünden
yiyecek arıyor,
Mutlak bir adaklığa zorluyor...
...Panter merdivende Yukarı çıkıyor.”
İlk kitabı “Kolosseus”taki tarzı bazen
empresyonist, bazense ekspresyonisttir; ama genelde dış gerçekliğe dair
izlenimlerini, anın kendine özgülüğüne ve başka hisleri belirgin çağrışımlara
taşıyabilecek önceki ya da sonraki anlardan tamamen farklılığına dair mutlak
bir kavrayışla tanımlamayı yeğler. Bu imgeci tavrı sonradan gelişerek,
empresyonist bakış açısını; bilincinde ve uzantılarında gezinerek, ruh
hallerini etkileyen ıstırabını ifade eden ve bir yandan da tüm bakış açılarına
ve başka ruh hallerine dair yorumlar yapan bir şairin tekniğiyle bütünleştirir.
1956 ila 1960 arasındaki dönemde
yazdığı neredeyse tüm şiirlerde, doğanın tedbirliliğine yönelik kaygısı açıkça
görülür. “Kanalı Geçmek”teki (Agy., s. 27) bazı dizelere göz atalım:
“...donakalıyor ve hayrete
kapılıyoruz ezici kayıtsızlığı
karşısında doğanın...”
Ya zihinle beden, ya da insanla doğa
arasındaki kopukluğun, son şiiri “Kanar da (Agy., s. 273) bir kez daha ve
incelikle vurgulandığını keşfederiz:
“...Ayı üzecek hiçbir şey yok,
Kemik kukuletasından bakarken.
Böyle şeylere alışıktır ö.
Karanlıkta çatırdar ve sürükler.”
Doğaya yönelik bu tatminsizlik
“Tekbencinin Monoloğu”nda tekbenciliğe dönüşür.
“...Yine de, en kışsı ruh halimde,.
Sahibim renklerin ve tüm çiçeklerin Varoluşunu boykot etmenin Mutlak gücüne.
...Her ne kadar açıkça belli olsa da,
Tüm güzelliğinin, tüm zekânın, tatlım, Benden bir armağan olduğu.”
Plath’ın ilk dönemiyle olgunluk dönemi
arasında paralellikler bulmak çok tuhaftır. “Alicante Ninnisi”nde (Agy., s.
43), kaosun algılanışının müzikal bir çerçeve içinde neşeyle kutlanışı:
“...Ey kakofoni, caz ve tartışmalar
tanrıçası,
Gaydaların ve büyük zillerin çatlak
sesli hanımı,
Con brioların, kapriçiyoların,
Kreşendoların, kadenzlerin, prestoların ve prestissimoların Yastıktaki başım
olsun
(Piyano, pianissimo)
Mırıldanan lirlerin ve viyolların
ninnisini dinleyen.''
1962'de hüzünlü bir itirafa dönüşür:
(Agy, s. 189)
Ana temalar olan “gümüşilik'' ve
“belirginlik", karmaşanın
bilinciyle tasvir edilir. Plath'ın erkeklerle kadınlar arasındaki iletişim
bağlamında görüşemezliğin kaçınılmazlığına tepkisi 1956'da yazdığı şiirlerden
birinde bile kendini belli eder. “Kız Kurusu"nda (Agy., s. 4950) kışı
özler:
“Siyah ve beyaz / Buz ve kaya, her his
sınırlar dahilinde / Ve yüreğin soğuk disiplini / Kar tanesi gibi belirgindir.” Şiirdeki kişi, inşa ettiği bu buzdan duvarın, onu tehditle
ya da sevgiyle yıkmaya çalışan tüm erkeklerin karşısında bir engel olduğunu
söyler.
Plath'ın yaratma güçlüğü çektiğinde
ilham perisini, ilham parıltısını arayışı 'Yağmurlu Havada Kara Karga”da (Agy.,
s. 57) çok açıkça belirgindir: “Mucizeler olur / İstikrarsız ışık oyunlarına
/ Mucize diyebilirsen. / Bekleme süreci başladı yine / O uzun bekleyiş meleği /
O nadir, rastlantısal inişi.” Ama sonradan, hayatının son aylarında,
sabahın dördünde, ilham perisi yokken, davet yokken, şiirler Plath tarafından
yazılırlar, doğaçlama ve sınırların ötesine geçen bir sadelikle.
“Huzursuz Edici İlham Perileri"nde (Agy., s. 76) Plath, doğduğu günden beri dünyasında iç
karartıcı ilham perilerinin var olduklarını ve çocukluğundaki etkilerinin
“normallik” ve “aile” dünyasını kararttığını söyler. Çocuk büyüyüp de annesini
rahatsız edecek bir şekilde asosyalleştikçe, ilham perileriyle arasındaki bağ
güçlenir. O iki dünya, rahatlatıcı normallik dünyasıyla karanlık kavrayış
dünyası birbirinden giderek uzaklaşır ve kişi, ilham perilerinin yönettiği,
hiçliğe direnen bir dünyayı seçer:
“...Şimdi gündüz, şimdi gece,
başucunda, yanında, ayakucunda, Nöbet tutuyorlar taştan cüppelerle, Yüzleri
doğduğum günkü kadar ifadesiz, Gölgeleri günbatımında upuzun Güneş asla daha
fazla parlamıyor, asla batmıyor. İşte beni doğurarak getirdiğin krallık
bu,Anne, anne. Ama kaşlarımı istediğim kadar çatayım Yanımdakini ele
vermeyeceğim "ölümün bu vurgulanışı aslında bize Beckett’in doğmak üzere
olmaya ilişkin ilginç metaforunu anımsatır. Beckett, annelerimizin
mezarlarımızın üstünde bacaklarını açtıklarını ve bizi mezarlarımızda
doğurduklarını söyler. Bu tuhaf bilginin farkında olan Plath, yanındaki ölümü
ele vermez .
Deniz kenarında geçen çocukluğundan
dolayı Plath, çeşitli boyutlarda çağrışımlar getiren tuhaf bir deniz imgesine
sarılır ve denizin aynı anda iki öğeyi barındırdığını düşünür: Benliği ve
ötekini, yaşam ve ölüm paradoksunu, varoluş bilinciyle cansızlığın bilinçsizce
bilinişini. “Tam Beş Fersah” (Agy., s. 93) adlı şiirinde, yaşlı adamı denizin
sonsuz varlığıyla ilişkilendirir ve onun ruhuna ölüm aracılığıyla ulaşmayı
arzular:
“...Krallığının sınırında kupkuru
yürüyorum
İyi bir yere sürgün edilmedim
Kabuklu yatağını anımsıyorum
Baba, bu yoğun hava katil.
Suyu solumayı yeğlerdim”
Tamamlayıcı bir başka şiir clan
“Lorelei"de (Agy., s. 94), Plath yine ölüme karşı beslediği korkulu
hayranlığı gece vakti bir nehir imgesiyle işler. “Nehrin gümüşi akıntısının
derinlerinde salınan" yüce barış tanrıçasının onu “dünyevi düzenin
ötesindeki'' sonsuz huzura davet ettiğini görür.
“Göz Zerreciği'' (Agy., 109) adlı
şiirinde, çok ilginç bir şekilde Ariel şiirlerine yaklaşır; aşkın narinliğinin
ironik bir şekilde gelişmesini işler:
“...Oedipus olduğumu düşlüyorum
Eski halimi istiyorum
Yataktan önceki, bıçaktan önceki,
Broş iğnesiyle merhemin
Beni bu paranteze tutturmasından önceki.
. . ''
1959 'da yazdığı şiirler, “Açelya
Yolu'ndaki Electra" (Agy., s. 117) ile “Arıcının Kızı" (Agy., s.
118), “Babacığım" (Agy., s. 224) için zengin zanaat eserleridirler. Plath
bunlarda, arzuyu ve korkuyu, sevgiyi ve yok etme dürtüsünü barındıran baba—kız
ilişkisi materyalini açıkça kullanır. “Açelya Yolu'ndaki Electra'' da bulunan “Dişi
tazın, kızın, dostun. İkimizi de öldüren sevgim oldu," dizelerindeki
bağışlayıcı ton, “Babacığım"da agresif ve acımasız bir tona dönüşür: “Babacığım,
babacığım, seni piç kurusu, yettin artık."
Kolosseus'taki son şiir grubunda,
şairin dış dünyayı farklı bir gözle değerlendirmesiyle ve yaşam üstünde
düşünerek kendini insanlığın bir Üyesi olarak kabul edişiyle yüzleşiriz.
“örümcek kendi ipliğinin üstünde Gölü geçer." '(Agy., Köşk Bahçesi, s.
125) dizeleri bize her küçük varlığın kendi kapalı dünyasının geçiciliğini
gösterir. Plath, algılayıcı ile algılanan arasındaki gerilimi, kelimenin tam
anlamıyla algılanana dönüşmekle giderir. “Bir Doğum günü Şiir"nde (Agy.,
s. 131 136) "...Bir köküm ben, bir taş, bir baykuş pisliği Hiçbir düşü
olmayan'' der, ama şiirin altıncı bölümünde şeklini geri ister ve “Kayboldum,
kayboldum, bütün bu ışık cüppelerinde'' der.
Plath'ın “Bir Yaşam”da (Agy., s. 150)
yaptığı kehanet, tıpkı son şiirlerindeki açık ifadeler gibi, bu kâhinin
zamanının sınırlı olduğunu vurgulayarak içimizi karartır:
“...Gelecek gri bir martı Kedi sesiyle
gevezelik ederek gitmekten, gitmekten bahseden.
Yaş ve dehşet, hemşire bakıcılar gibi
yanında Ve büyük soğuktan şikayetçi bir boğulmuş adam Denizden sürünerek
çıkıyor.''
Bir
sıçrayış yapıp 1961 tarihli “Alçıda'' (Agy . , s. 158) adlı şiiri okuduğumuzda,
iç karartıcı şizofrenik bölünme gerçeğiyle karşılaşırız : “Bundan asla kurtulamayacağım. Artık iki tane ben
var...'' Bu bölünmüş benlikten kurtulmanın tek yoluysa “Ben Dikeyim''de
(Agy., s. 162) ifade edilir: “Nihayet uzandığımda faydalı olacağım/O zaman
ağaçlar bir kereliğine olsun dokunabilir bana, çiçekler zaman ayırabilir...''
Plath'ın eserlerinde hastanelerden,
acılardan ve ıstıraplı hastalıklardan ısrarla bahsedilir, ki bunun kendi
deneyimlerinden kaynaklandığı söylenebilir rahatlıkla. Bu temayı “Laleler''de ,
“Üç Kadıri'da, “uykusunda, “Pelçli''de, “Babahın İkisinde Oerrah''ta (Agy., s.
160, 176,163 s 266, 170) ve başka pek çok yerde dolaylı ya da dolaysız olarak
işler.
“Aynada ifade ettiği gibi, karşı duvar
üstünde düşünmek onu “Ay ile Porsukağacı''nda (Agy., s. 173) “gidilecek yeri''
görememenin eşiğine getirir.
Bağır, dilsiz, kör ve ölü olan
Beethoven 'a ve babasına adanmış “Küçük Püg''de (Agy. , s. 189), yaşadığı
giderek artan yabancılaşmayı ussallaştırmaya çalışır: “Bunlar benim
parmaklarım, bu benim bebeğim . . "
Yaşadığı tuhaf boğulma hissini ve
acıyı “Karaağaç"ta (Agy., s. 193) Şü dizelerle tasvir eder: “...Bu karanlık
şeyden ödüm patlıyor A İçimde uyuyan; A Her gün hissediyorum kuştüyü
hafifliğinde dönüşlerini, habisliğini..." Sevgiye, herhangi bir iletişim
umudunu erteleyen yapay bir dünyada anne ve eş olmaya dair bunaltıcı,
umutsuzluk verici ve tuhaf düşüncelerle beslenerek giderek artan izolasyonu,
Ariel' in ana temasıdır.
“Bir Doğum Günü Armağanı"nda
(Agy., s. 208) sadece ölümü beklediğini ifade eder: “Peçesini indirin yeter,
peçesini, peçesini. A ölüm olsaydı A Derin çekimine hayran kalırdım, zamanın
ötesindeki gözlerine.'
Alvarez'in belirttiği gibi, Plath son
şiirlerinde her türlü konudan faydalanır; gündelik yaşamın ev hayatına dair ve
basit olayları, şairin korkunç içsel deneyimlerinin imgelerine dönüşür. Alvarez
şöyle der:
“...Serinkanlı üslubunun temelde gerçekçiliğinden,
gerçeklerin farkında olmasından kaynaklandığını söylemiştim Aylar geçtikçe ve
giderek daha aşırı uçta şiirler yazdıkça, bu her ayrıntıyı dönüştürme yetisi de
düzenli bir şekilde gelişti öyle ki son haftalarda her önemsiz olay, şiir yazma
fırsatına dönüştü; kesik bir parmak, yüksek ateş, bir morluk. " (20)
“Babacığım" şiiri hakkında Plath
şiirdeki anlatıcıya dair şunları söylemiştir: “O korkunç, küçük alegoriden
kurtulabilmek için onu bir kez baştan sona yaşaması gerekir.'' Kafka 'nın
babası hakkında yazdığı “Hüküm" adlı öykünün yazılış sürecine dair
söylediklerini anımsatır bu; Kafka “Hüküm" bir gece hayaleti ve bu
hayaletin varlığının tasdiği, böylece geri püskürtülmesi olduğunu söylemişti.
“Babacığım", “40 Derece
Ateş" ve “Leydi Lazarus"; Plath'ın içsel özel dünyasının
zenginliğiyle toplumsal olayları, toplama kamplarını, Hiroşima'nın
bombalanışını son derece kendine özgü bir kişisel atmosferde , kendi acısıyla
birleştirmesiniyansıtırlar. Erkekler; babası, kocası, faşist ordulara benzerler
ve ne yazık ki:
“Her kadın faşistlere
tapar,
Suratına inen çizmeye,
senin gibi
Bir hayvanın hayvanca,
hayvanca kalbine.'' (Babacığım, Agy., s. 223)
“Leydi Lazarus ''ta (Agy., s. 247),
kişisel acı dünyasıyla ortak acı dünyasını birleştirmeyi başarır.
Plath, psikolojik zayıflığını ifade
eden konuşmacıda odaklanır. Kendini başarılı ve intihara meyilli bir yaratıcı,
dinleyicileriniyse insan doğasının faşistçe yönlerini taşıyan sadistler olarak
görür. Sonunda, reenkarnasyon yoluyla, “insanlıktan” intikam alabilecek bir
cadıya dönüşür.
“Küllerin arasından
Kırmızı saçımla yükseliyorum
Ve erkekleri hava gibi yiyorum
Kontüzyon, iyilik, Mistik ,
Sözcükler”, “Balonlar” ve
“Kenar” (Agy., z. 271, 269, 268, 270, 271, 272) gibi son şiirlerinin hepsi de
ölmekte hiç de acelesi olmayan birinin uç noktadaki soğukkanlılığı ve
kayıtsızlığıyla yazılmışlardır. Sıfırın “kenarıdır” bu, kişinin ayaklara soğuk
ve dikkatli bir şekilde bakıp orada yüzü görmesidir; büyük perendenin atıldığı
kenardır.
Bu kenarda:
“Kadın
kusursuzlaşır . ”
ölüm
sayesinde, ancak “Ay böyle şeylere alışıktır.”
S. Plath'ın şiirleri her ne kadar
Gizdökümcü Tür denen bir akınla ilişkilendirilebilseler ye anlatında birinci
tekil Şahsın bakış açısının yeğlenmesi ve egonun karanlık deneyimlerinin
anlatılması gibi ortak noktalara sahip olsalar da, kendi içinde essiz ve
orijinal varlıklar olarak titizlikle incelenmelidirler.
Genelde gizdökümcü türde ve özellikle
Plath'ın şiirlerinde, yapıdaki tutsaklığın kaçınılmazlığının tehlikesi nesnel
olarak fark edilse de, yitik kişiliği geri kazanmanın mantıklı yollarından
birinin kişinin kendi benliğini tamamen unutması, öyle ki sonunda kendi
benliğini tekrar tekrar anımsaması ve başka hiçbir şeyi anımsamaması
olduğunu itiraf etmemek'' güçtür.
Plath, dünyadaki ve kendi zihnindeki
egemen dehşetin gerçekliğini tasdik ederken, kendini işkence çeken insanlarla
Özdeşleştirirken, hassas psişik atmosferindeki yaralarını sergiler. Ona göre ölüm, hayatından ve
kariyerinden hiç eksik olmayan büyüleyici bir temadır, ölü bir baba yüzünden,
erkek bir otorite figüründen yoksunluk yüzünden acı çekmesine yol açan
ideoloji, ironik bir şekilde ona intiharsı şairlik yoluyla kendini
gerçekleştirme fırsatı sunar; sözcüklere yönelik yoğun saplantısı, ölme
arzusuna benzer.
Aslında bu yenilgi, onun yaralarının
başkalarının yaralarıyla konuşmasını sağlayan bir billurlaşmış dizeler
topluluğudur. İç acılarının ve ölüm saplantısının dış dünyadaki gerilimi
yansıttığını keşfettiğinde, tarihe şiirsel yaklaşımında hem sanığa, hem de
yargıca dönüşür, ölümle cansıza dönüşmek Plath için mutlak özgürlüktür ve ölüme
derin bir özlemle giderek yaklaşırken, bu arzusunu şiirlerinde son derece
bilinçli bir şekilde dile getirir.
Sadece
ölümcül sözcükler kullanmayı seçmekteki içtenliğini savunur ve sonunda,
şiirlerini andırır bir şekilde intihar eder. Kadınlara ikinci sınıflığı
dayatan ve sarınmaları için, ıstırapla dokunmuş bir kumaştan başka bir şey
sunmayan bir toplumun kurbanı olan Plath, uzlaşmayı reddeder ve uyumlu sosyal
varlıkların çirkinliğine kaçınılmaz bir tepki olarak intiharı seçer. Yaşamanın ve şiir yazabilmenin derin anlamı,
toplumda sistematik bir şekilde var olan ve kendisine dayatılan bir intihara
dönüşür. Çocukken
babası, “kadın” olduğundaysa kocası tarafından yalnız bırakılmıştır. Bu
aşamada verdiği kararı durdurma olasılığına sahip hiçbir şey yoktur. Pavese’nin
intihar etmeden önceki son günlerinde günlüğüne yazdığı gibi:
“Sözler
değil.
Eylem.
Artık
yazmayacağım.”
Plath da bir zamanlar varoluş sebebi
olan sözcüklerde teselli aramaktan vazgeçer ve son şiirlerinden biri olan
“Seneler”de (Agy., s. 270) şöyle der:
“Sözcükler kuru, sürücüsüz,
Yorulmak bilmez toynak sesleri.
Bu arada
Sabit yıldızlar havuzun dibinden
Bir yaşamı yönetiyor.”
1. P.
Tillich, The Courage to Be, (1952).
2. E.
Malkoff, Contemporary American Poetry, s. 35.
3' F. Dostoyevski, The Possessed, The
Savage God'dan alıntı.
4. J.
P. Sartre, L'étre et le Néant.
5. A.
Alvarez, The Savage God, Önsöz.
6. Agy.,
s. 26.
7. Madame
Butterfly, Puccini'nin operası, 3' Perde, 5. Orkestra.
8. Tanpınar'dan
Düşünceler, Görüşler, özdeyişler, Derleyen s Serif Oktürk, İst. 1977, s. 39.
9. The
Savage God, s. 20.
10. Agy.,
s . 20.
11. Agy.,
s. 46.
12. Agy.,
s. 49.
13. S.
Plath, Johnny Panic and the Bible of Dreams, T. Hughes'un önsözünden, s. 12-13.
14. Agy.,
s. 14.
15. Agy.,
s. 25.
16. Agy.,
s. 61.
17. Agy.,
s. 15.
18. Agy.,
s. 64.
19. S.
Plath, Context, London Magazine, Şub. 1962, The Art of S. Plath'ta Charles
Newman tarafından alıntılanmıştır, s. 33.
20. The
Savage God, s. 40.
Aird, Eileen, Sylvia Plath, Faber and
Faber, 1974
Alvarez, A., The Savage God: A Study
of Suicide, Penguin Books, 1974 Steiner, N., A Closer Look At Ariel, A Memory
of Sylvia Plath, Faber and Faber, 1974
Newman, Charles, The Art of Sylvia
Plath, Indiana University Press, 1970 Plath, Sylvia, Johnny Panic and the Bible
of Dreams, Faber and Faber, 1977 Plath, Sylvia, Letters Home, Harper and How
Publishers, USA, 1975 Plath, Sylvia, The Bell Jar, Faber and Faber, 1968
Plath, Sylvia, Collected Poems, Faber
and Faber, 1982 Rosenthal, M. L., The New Poets, 1967
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar