Print Friendly and PDF

TARİKATLAR MİLLET VE DEVLET OLUŞUMUNDA NEDEN GEREKLİ OLDU?

Bunlarada Bakarsınız



Hzl: Coşkun DİKBIYIK
“Osmanlı Tecrübesi”
Dinin mistik ve gizemli yönünü ön plana çıkaran, daha önce de İslam dünyasında bir gelenek oluşturan tasavvuf anlayışı, tarikatlar biçiminde yaygın bir örgütlenme göstermiştir.
Tarikatların Türkler'le birlikte bir örgütlenme çığırına girdiği ifade edilmektedir. Anadolu'nun fethedilmeye başlandığı XI.yüzyıldan itibaren buraya yerleşmeye gelen çeşitli Türk toplulukları kendileri ile birlikte edinmiş oldukları tarikat anlayışının baskın olduğu dini de taşıdılar, özellikle XIII. yüzyılda Moğol istilasından kaçarak Anadolu'ya yerleşen çeşitli tarikatlara mensup şeyh ve dervişler bu konuda önemli rol oynadılar. Selçuklular'ın da müsamahası ile tekkelerini kurup, rahatça faaliyet gösterme imkânı buldular. Vefailik, Yesevilik, Kalenderilik ve Haydarilik gibi sunni almayan tarikatlar daha ziyade köy ve göçebe muhitlerini tercih ederken; Kübrevilik, Sühreverilik ve Kadirilik gibi sunni eğilimli tarikatlar da daha çok şehirlerde gelişme gösterdiler.  Bu oluşumda devletin sunni İslâmî bir politika olarak tercihinin etkisi olduğu söylenebilir.
Osmanlı Devleti'nin kurulusunda da tarikatların etkin bir misyona sahip olduklarını görüyoruz. Anadolu Selçuklu Devleti'ne bağlı bir uçbeyligi olan Osmanlılar, muhtelif yerlerden gelen sufi karakterli gazi ve dervişlerle heteredoks denilen dini bir yapı göstermektedir. Bunlar merkezi idarenin sunni ideolojisi ile bağdaşmayan veya Moğol istilasından kaçarak uçlara sığınan kimselerdir. Özellikle Moğol istilasının getirdiği bunalımlar sonucu halk manevi destek arayışını tarikatlar sığınarak gidermeye çalışmıştır. Bu oluşumlar, Osmanlı'nın kuruluşunda tarikatların fonksiyonlarının daha ağır basmasına ve kabul görmesine de belli ölçüde açıklık getirmektedir.
Kuruluş ve örgütlenme dönemlerinde sufi karakterli kişiler önemli görevler üstlenmişlerdir. Osman Bey, Beyliğin başına geçtiğinde etrafında Şeyh Edebali, Şeyh Mahmut, Ahi Şemsettin, Dursun Fakih, Kazım Karahisari, Şeyh Muhlis Karamani, Aşık Paşa, Elvan Çelebi gibi şahsiyetler ve Türkmen babaları gibi sufi karakterli kişilerin yer alması ve önemli hizmetler ifa etmeleri bu çerçevede değerlendirilebilir. Hatta hükümdar seçiminde Beylerbeyi ve Ahilerin yanında "ulu" ların ve şeyhlerinde etkin rolleri bulunmaktadır.
Geniş bir halk desteğine sahip bu sufi kişiler aracılığı ile tarikatlar, Osmanlı Devleti'nin hemen her döneminde yayılma imkânı bulmuş ve belli işlevler görmüşlerdir. Din de toplumla bağını resmi çerçevenin dışında daha çok tarikatlar aracılığıyla kurmuştur. Başka bir ifadeyle, devlet elinin uzanamadıgı bölgelerde toplum kesimleri tarikatlara sığınmışlar, tarikatlar aracılığıyla kendilerini güven altına alma ve kendilerini ifade etme imkanı bulmuşlardır. Bu gibi durumlarda tarikatlar "toplumsal seyyaliyet"i sağlayıcı işlevler görmüşlerdir.
Bu açıklamalar ışığında tasavvuf düşüncesi ve tarikatların Osmanlı-Türk toplumunda ortaya çıkısının ve yaygınlık kazanmasının nedenlerini sıralamamız gerekmektedir.
Öncelikle Türkler'in İslam'a yönelişlerinin tasavvuf düşüncesi ve tarikatlar aracılığı ile başlamış olması önemli olmuştur. Bunda da İslam'ın sunni doktirininin görece toplum yapısına kolayca uyum sağlayamaması nedeni ile: daha çok sufi doktirinin yaygınlaşmış olması önemli bir etkendir. "Orta Asya'da Şamanlık'la gelen inançlara en yatkını sufilikti" denilmektedir. Eski şamanlarla menkıblerde anlatılan Türk veli tipi arasında bir benzerlik kurulmaktadır. "Gelecekten haber veren, hava şartlarını değiştiren, felaketleri önleyen, yahut düşmanlarına müsallat eden, hastalıkları iyileştiren, göge çıkıp uçabilen, ateşte yanmayan Türk Şamanları da bu hüviyetleriyle adeta Bektaşi menkıbelerinde ve kısmen öteki tarikat çevrelerinde yeniden hayat bulmuş gibidirler. Bu eserlerde anlatılan Türk velileri işte böyle özelliklere sahip kişilerdir." Şamanların yerini Ata, Baba denilen Türk velileri almış bu kişiler ve bunların çevresinde oluşan zümreler geleneksel norm ve degerleri koruyup, onları toplumsal yapı değişimindeki yenileşmelere uygun hale getirmiş oldukları ifade edilmektedir.
Diğer bir neden de daha önce işaret ettiğimiz gibi Moğol istilasının getirdiği korkunç bunalımlardır. Moğol istilası ile evleri yıkılan, ocakları sönen, malları telef edilen, ıssız ve uç bölgelere göçe zorlanan kitlelerin siyasi destekten yoksun kalmalarıdır. Bu durum onları şeyh, derviş, erenler gibi isimlerle anılan sufilerin manevi desteği altında toplanmaya ve bunların "şifalı eli" ile ızdıraplarını giderme yolları aramaya yöneltmiştir. Böylece bu safiler ve bunlara bağlanan kitlelerle tasavvuf düşüncesi ve tarikatar, daha fazla yaygınlık kazanma istidadı göstermiştir. Bir taraftan tarikatların İslam dünyası ve Anadolu'da yaygınlaştığı-, diğer taraftan da Moğol istilasının da ortaya çıktığı bir dönemde, Anadolu Selçuklu Devleti ve Bizans sınırında bir uç- beyligi olarak teşekkül eden Osmanlı, bu oluşumlardan payını almıştır. Bu oluşumlar Osmanlı toplum kesimlerinde tasavvufi düşüncenin ve tarikatların egemen olduğu bir halk tabanının oluşmasına önemli ölçüde katkıda bulunmuştur, diyebiliriz.
Tarikatların Osmanlı'da gelişimini hazırlayan nedenlerden biri de halk ile daha yakın bir diyalog kurabilmeleridir. Resmi ve normatif din anlayışına karşı, kalbe hitab eden ve hoşgörülü bir din anlayışı toplum katında daha çok ilgi görmektedir. Resmi dinin katı, statik ve kılı kırk yaran tutumunun aksine tasavvuf ve tarikatların geniş, hoşgörülü ve gizemci yapısı halk katında bir cazibe merkezi oluşturmaktadır. Resmi siyasetin toplum sorunları karşısındaki aczi veya ıssız ve uç bölgelere direkt müdahele imkânlarının zorluğu, halkın tarikatlar etrafında kümelenmelerinde önemli bir etkendir. Genellikle şehirlerde İslam'ın resmi biçiminin, şehir medeniyeti dışında kalan bölgelerde ise İslam'ın heteredoks- sufi biçiminin etkin olmasınıda buna bağlayabiliriz.
Tarikatlar halkın aşkın dini-manevi gereksinimlerini karşılamışlar ve ihtida hareketlerinde etkin rol oynamışlardır. "Tekkeler özellikle kuruluş yıllarında kendi seçtikleri yerlerde yapılmıştır. Kendilerinin ruh selametiyle beraber etrafındaki insanların da manevi ihtiyaçlarını temin ederek bölgelerinin insanlarına sahip çıkmışlar ve bunu önemli bir görev saymışlardır. Kuran’ın tavsiye ettiği bir metod olan hikmet ve güzel öğütle insanları dine ve hakikate çağırmışlardır" denilmektedir. İhtida hareketlerinde misyoner dervişlerin fethedilecek bölgelere fetihten önce veya sonra yerleşerek dini propaganda yapmalarının etkili olduğuna işaret edilmektedir. Ayrıca, tekkelerin kilise ve manastırların yakınına kurularak yerli halkla diyalog kurulamaya çalışıldığı, Hıristiyanlara ait Aziz kültlerinin menkıbeler aracılığı ile İslamileştirilerek Hıristiyan halkın İslamlaşmasına katkıda bulunulduğu ifade edilmektedir.  Bu yönüyle tarikatlar halkın dini ihtiyaçlarını karşıladıkları gibi, bölge halkına da destek olmuşlardır. Ayrıca, bir misyoner faaliyeti işlevi görmüşler, Anadolu'nun İslamlaşması ve Türkleşmesine de katkıda bulunmuşlardır.
Tarikatların siyasi ve sosyal hayatın işleyişini kolaylaştırıcı işlevleri de bulunmaktadır. Geniş topraklara sahip Osmanlı Devleti'nin merkeze olan uzaklığı nedeniyle siyasi otoritenin zaafiyet gösterdiği yerlerde bir takım isyanların çıkması ihtimaline karşın, devlet buralara maaş vermek süretiyle bir zabıta kuvveti yerleştirmektense bir tekkenin kurulmasını tercih etmiştir. Böylece devletin bu tip sorunları tekkenin terbiye edici eliyle bir ölçüde kalkmış olmaktadır. Tekke ve zaviyelerin bir kısmı da devlet tartından yolculuk için tehlikeli olabilecek bölgelerde tesis edilmiştir. Dağlarda ve korkunç boğazlarda tesis edilen tekkeler askeri sevk ve idareyi kolaylaştırmak, ticarete ve seyahate engel olabilecek eşkiya ve benzeri kişilere mani olabilmek için birer jandarma karakolu vazifesi de görmüş olmaktadırlar. Aynı zamanda bu tekke ve zaviyeler, yağmurlu ve karlı günlerde mal sevkiyatı yapanlara ve seyahat edenlere de birer sığınak olmaktadırlar.
Çeşitli yerleşim birimlerinde kurulan tarikatlara ait dergahların gördüğü işlevlerden biri de, temel kültür ve inancın, halk arasındaki birlik ve haberleşmenin sağlanmasına katkıda bulunmaktır. Bugünün kitle iletişim araçlarının işlevlerini, o günlerde bu gibi kurumlar yerine getirmişlerdir. Bu müesseseler halkın mevcut dini, ahlakı, zenaatı ve kültürü öğrenmesinde ve benimsemesinde etkin olmuşlardır. Bu noktada diğer tekkelere nazaran Mevlevihaneler'in daha büyük etkileşim alanı bulduğu ifade edilmektedir. Tekkeler, hoşgörülü tutumlarıyla çeşitli görüşteki insanlara kapılarını açmışlar, böylece çeşitli toplum kesimleri arasında çok yönlü bir bağlılığın kurulmasına yardımcı olmuşlardır.
Tekke ve zaviyelerin zaman zaman ruh ve sinir hastalıklarına karşı bir tedavi merkezi olarak da kullanıldığı bilinmektedir. Daha çok telkin ve irşad yoluyla hizmetlerini sürdüren şifa yurtları, çoğu zaman bir şeyhin önderliğinde toplumun bu alandaki sorunlarına çözüm aramaktadırlar. Tekkeler bunamlı insanların kalp dünyalarına hitap ederek onları teskin etmekte, ümit ve hikmet gücü vermektedirler. Böylece "...ruhu olgunlaştırarak her halini ibadet rengi ve neşvesine boyamak da yine tekkeler kanalıyla meydana getirilmiştir." Miskinler tekkesi ise çeşitli bulaşıcı hastalıklara müptela olmuş kişileri ve bazı özürlüleri barındıran ve onları bir nevi karantina altına alan kurumlandır.
Bunların dışında bazı tekkelerin spor kulubü işlevini yürüttükleri de görülmektedir. Güreşçilik ve okçuluk tekkeleri gibi, dini prensiplere de uygun görülen tekkeler bunların örneklerindendir. Okmeydan'ındaki Okçular Tekkesi her sene Mayıs ayının altıncı günü (Hıdrellez) açılır ve altı ay eğitim yapılırdı. Tekkenin umumi reisi konumunda olan okçular şeyhi ile günümüzdeki hakem görevini yapan "Havacılar" bulunurdu. Bunlar eğitim yapanları sınava tabi tutar ve yeni yetişenleri de teşvik ederlerdi. Başarılı olanların adı tarihe geçirilir ve taşlara kazılırdı.
Tarikatların, bu sosyal fonksiyonları ile Osmanlı-Türk toplumuna dini-mistik bir kimlik kazandırdıklarını söyleyebiliriz. Tekke ve zaviyeler tarikat düşüncesinin toplum kesimlerine taşıyıcı ve yaygınlaştırıcı bir rol üstlenmişlerdir. 1550-1560 yılları arasında sadece Anadolu vilayetinde 342 cami, 1055 mescit, 110 medresenin yanında 626 zaviye ve hankah, 1 kalenderhane ve 1'de mevlevihanenein bulunması; yine aynı tarihlerde 121 müderris, 3756 hatip, müezzin ve imamın yanında, 3299 şeyh, şeyhzade ve mütevellinin bulunması bize bu konuda bir fikir vermektedir.
Toplum sorunları karşısında resmi siyasetin de eksik kaldığı durumlarda tarikatlara sığınan kitleler, tarikatların bu sosyal fonksiyonlarından faydalanmışlar ve tasavvuf kültürü ile de dini-mistik bir kimlik kazanmışlardır, diyebiliriz. Böylece tarikatların, ikincil toplumsal kurum olarak işlev gördüğünü ve topluma belirli bir kimlik kazandırdığını söylemek mümkündür.
Devletin tarikatlar karşısında belli bir tutumu da olacaktır. Tarikatlar toplum kesimdeki etkileri ve sosyal fonksiyonları ile önemli bir güç odağı haline gelmişler ve baskı grubu işlevini görmüşlerdir. Devlet otoritesinin ön plana çıktığı Osmanlı'da yöneticilerin tarikatların bu konumunu görmezlikten gelmesi beklenemezdi. Bu konuda Osmanlı yönetimi , merkezi devlet anlayışı ve resmi-dini ideoloji çerçevesinde bir siyaset takip etmiştir.
Genel olarak söylemek gerekirse Osmanlı Devleti, önemi i bir güç odağı haline gelen tarikatları kendi siyasatine uygun hale getirmek ve kendi bünyesinde eritmek istemiştir. Bunun için de kendi siyasetine uygun olan tarikatları desteklemiş, karşıt tarikatlara karşı ise her türlü önlemi almaktan çekinmemiştir. Devletin tarikatlara desteği vakıf kurmak, Köy veya arazi bağışlamak, tekke ve zaviye açmak, nakit yardımda bulunmak, bazı şeyhlere maaş bağlamak ve bazı koşullarla vergiden muaf tutmak şeklindedir. Bu şekilde tarikatları destekleyen devlet, bunları denetlemekten de geri durmamıştır. Sakıncalı görülen tarikat mensuplarına, sürgün etmekten savaş açmaya ve idam etmeye kadar her türlü yaptırımı uyguladığı görülmüştür.
Osmanlı Devleti bu uygulamalarına rağmen, tarikatların bir baskı grubu olarak varlığını göz önüne almıştır, özellikle Osmanlı’ya karşı hareketlerin bir kısmının tarikat kisvesi altında yapılmış olması da, tarikatların gücünü ve etkisini göstermektedir.
Osmanlı Devleti bazı sosyal fonksiyonları yerine getiren tarikatların devamına izin vermektedir. Aktif üretime katılmayan bazı başıboş kişilerin de belli bir disiplin altına alınması yine tarikatlar aracılığıyla olmaktadır. Tarikatlara mensup kişiler devletin de bu tutumu ile bazı gündelik işlerle meşgul olmakta ve topluma yük olmaktan bir ölçüde kurtulmaktadırlar. Özellikle düzenli bir iş kolunda başarılı olamayacak kişiler, tekke için odun taşıma veya bağ ve bahçede" çalıştırmak suretiyle disipline edilmeye çalışılmıştır.
Bu açıklamalar ışığında diyebiliriz ki, din-toplum ilişkilerinde resmi siyasetin ve buna bağlı olarak resmi dinin toplumun geniş kesimlerini denetim altına almaktaki eksikliği, sorunlar karşısındaki yetersizliği veya tarafgir tutumu, oluşturulmaya çalışılan yapılanmadan tatmin olamayan ve dışarıda bırakılan kitlelerin tepkisine neden olacaktır. Dine dayalı toplumlarda bu tepkiler genellikle bazı tarikatlar (mezhepler, dini akımlar) şeklinde ortaya çıkacaktır. Şerif Mardin'in de işaret ettiği gibi, mevcut dini yapılanmadan sıyrılabilmek, bu toplumlarda alternatif bir dini yapı kurmakla mümkün olabilmektedir. Tarikatlar da bu yapılanmalardan biri olarak ortaya çıkmaktadırlar. Böylece tarikatlar resmi örgütlenmenin yanında, sivil dini örgütlenmeler olarak varlığını sürdürmüşlerdir.
Tarikatların İslam toplumlarında daha çok, çeşitli bunalımların bir ürünü olarak ortaya çıktığı vakıasından hareketle ,bunalan insanlara bir sığınak ve çözüm tarzı olduğu sürece yaygınlaşması ve etkinliğini sürdürmesi söz konusu olmaktadır. Osmanlı'da da tarikatların resmi dinin yanında ikincil dini yapılar olarak işlev görmüş ve işlevleri oranında etkinliklerini sürdürmüş oldukları anlaşılmaktadır.
Resmi dinin statükocu ve buyurgan tavrı karsısında, tarikatların hoşgörülü ve gizemli yapısı, toplumla olan diyalogunu güçlendirmiştir. Böylece resmi dinin yanında, bir de halk dini oluşmuş, geniş toplum kesimlerini etkisi altına almıştır. Günümüzde bile bazı geleneksel halk inançlarının yaşaması, tarikat büyüklerine saygı duyulması ve türbelerine aşırı ihtimam gösterilmesi de bunu açmamaktadır.
Halk ile iç içe yakın bir bağ kurabilen tarikatların, resmi dinin yanında, tasavvuf kültürü ile dünyaya karşı belli bir tutum, yeni ilişkiler biçimi (cemaatçi yapı) ve bunlara bağlı olarak bir kimlik yapısı sunması kaçınılmaz olarak kendisini gösterecektir. Neticede Osmanlı'da toplum kesimleri bir taraftan resmi, diğer taraftan sivil diyebileceğimiz iki tip dini örgütlenme çerçevesinde, iki tip dini kimlikle karşı karşıya kalmaktadır. Bu iki kimliğin belli ölçüde uzlaşmış biçimi de Osmanlı genel dini kimliğini oluşturacaktır.
Sh: 50-57
Kaynak: Coşkun DİKBIYIK, Türk Toplumunda Kimlik Bunalımı Ve Din Olayı, Doktora Tezi, T.C. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı, 1994, İstanbul

“Bu yazı ile değişimdeki gündeme rahat bakabilirsiniz.”
Şeriat ve tarikat iki farklı dini yapı olarak Osmanlı 'da varlığını sürdürmüştür. Şeriatın temsilcileri, ulema, tarikatın temsilcileri ise meşâyıh (şeyhler, dervişler) olduğunu belirtmiştik. Bunlar farklı dinsel tutumlarıyla kendilerini göstermişlerdir.
Şeriatın temsilcisi olan ulema, dini "kitap" yoluyla elde edip, uygulanmasını istiyor ve ehli sünnet yolunun ayakta kalmasını söylemekle kendilerini yükümlü sayıyorlardı. Tarikatın temsilcisi olan meşayıh ise dini bilginin "aşk" yoluyla elde edilip, tasavvuf çerçevesi içinde bireyi Allah'a yaklaştırmayı amaçlıyorlardı. Şeriat yolunda olan bir müslümanın hedefi kitabi çerçevede Allah'ın emirlerine itaat ederek yasaklarından kaçınmak, tasavvuf ehlinin hedefi ise tasavvufi atmosferde "Allah'ın cemalini temaşa etmek ve beka- billah mertebesine ulaşmak"tır.
Şeriat-tasavvuf ayırımı ve bu ayırımın doğurduğu dini eğilimler, tasavvufun kurumlaşmaya başladığı yıllara kadar uzanır. İslam dünyasında Emeviler'in iktidarı ele geçirmesiyle ortaya çıkan istibdat, İslam dünyasında bazı kargaşalıklara neden olmuştur. İslam topraklarının genişlemesiyle de farklı kültürlerle (Iran, Bizans, Hint) kurulan temas neticesinde çeşitli fikir akımları ortaya çıkmıştır. Tasavvuf akımını da bu oluşumların sonunçlarından biri olarak değerlendirmek mümkündür .
İlk dönemlerde yöneticilerin, dini, yönetimlerini pekiştirici bir baskı aracı olarak kullanmaları, toplumun bazı kesimlerinde çeşitli tepkilere neden olmuştur. Bu dönemlerde tasavvuf münzevi bir tepkiyi ifade etmektedir. Tarikatlar biçiminde kurumlaşan tasavvuf bir güç odağı olarak toplumun karşısına çıkınca, şeriat ve tarikat temsilcileri arasında bir çatışma başlamıştır. Bu dönemlerde şeriat mensupları tarikat mensuplarını genellikle zındıklıkla, tarikat mensupları da şeriat mensuplarını şekilci, murai ve riyakarlıkla itham etmişlerdir. Bu iki kesim arasında zaman zaman kanlı bir biçimde olaylarında cereyan ettiği bir vakıadır.
İste böyle bir ortamda belirginleşen dini yapıyla Müslüman-Türk devletleri karşılaşmıştır. Ancak, Türkler arasında İslâmın yayılması daha çok mutasavvuf dervişlerin faaliyetleri sonucu olduğu için, halk tabakasında daha çok tasavvufi eğilimli din anlayışı etkin olmuştur. Halk, kendilerine dini tanıtan dervişler aracılığıyla şeriat mensuplarının anlayışından farklı bir İslâmî benimsemişlerdir. Bunun yanında eski inanç ve geleneklerini de belli bir biçimde devam ettirmişler, böylece heterodoks veya halk İslâmî denilen dini bir yapı oluşmuştur. Yönetimler ise giderek daha çok Sünni İslamı benimsemişlerdir. Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular ve Osmanlılar’a kadar gelen süreç bunu göstermektedir. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'in Bağdat'a girerek halifeyi Şii Büveyhiler'in elinden kurtarması, O'nun siyasi gücünü gösterdiği kadar, dini eğilimini de yansıtmaktadır. Böylece Selçuklular Şii anlayışa karsı Sünni anlayışını müdafa ederek, hem fikri karışıklığı önlemek hem de siyasi bir birlik kurmak istemişlerdir. Selçuklu mirasını devralan Osmanlılar’da da bu tutum görülmektedir. Osmanlılar Şii-batıni tehditler karşısında ehli sünnet düşüncesini desteklemişler ve Sünni eğilimli tarikatları güçlendirme yoluna gitmişlerdir.
Kuruluş döneminde Osmanlılar'da sufi din seçkinlerinin etkin rol oynadığını ve önemli mevkilere getirildiğini, bunda da toplumun tasavvufi halk tabanının ve heterodoks dini yapıya dayanmasının etkili olduğunu belirtmiştik. Osmanlılar'da şeriat anlayışının devlet örgütlenmesine paralel olarak, medreselerin kurulmasıyla etkin olmaya başladığını görüyoruz. Ancak, kuruluş yıllarında şeriat-tarikat kurumlan arasında önemli sayılabilecek ayrılıklar olmamıştır. Pek çok ilmiye mensubu tarikatlara meylederken, bazıları da şeriat-tarikat anlayışlarını uzlaştırmaya çalışmıştır.
Osmanlı yönetimi, şeriatı devlet idolojisi olarak benimsemesine rağmen önemli bir halk tabanına dayanan ve bir güç odağı haline gelen tarikatları da göz, ardı etmemiştir. Çok defa bu iki kurum arasında bir denge ve uyum sağlamaya çalışmıştır» denilebilir. Seri ve sufi kişiliği ile tanınan Molla Fenari'nin Şeyhülislamlık makamına getirilmesinde bunu görmek mümkündür. Osmanlı figürlerinde Fatih'in bir yanında şeriatın temsilcisi Molla Gürani, diğer yanında ise sufi karekterli Akşemsettin'in bulunması da bu dengeyi gösterir.
Osmanlı yönetiminin bu konudaki genel tutumu söyle ifade edilmektedir: "Devlet ilgilileri şeyhlerle olan dostluklarını ulema ile de sürdürmüş, birinin elini öperken diğerinin de atının ayağından sıçrayan çamuru kendileri için bir şeref addetmiştir. Sağlam bir vücudun organları gibi birbirinin yardımına koşan bu toplumda tekke kaynaklı bir çok alim ve sanatkar bulunduğu gibi pek çok şeyh ve derviş de medrese kültürü ile yetişmiş, senelerce o cephede çalışmış ve eser vermiş kimselerdir."
Şeriat-tarikat ilişkilerindeki uzlaşma şu prensiple ifade edilmektedir: "Şeriat tarikatın kapısı, tarikat hakikatin bahçesidir." (154) Böylece din de yaygın biçimi ile "şeriat-tarikat-hakikat" şeklinde ifadesini bulmuştur.
Osmanlı yönetimi şeriat-tarikat arasında bir denge kurmaya çalışmışsa da, şeriat-tarikat farklılığı bir olgu olarak hemen her zaman varolagelmiştir. Hatta yönetim, koşullara göre şeriatla bağdaşmayan ve devlet için tehdit unsuru olabilen tarikatlarla şeriat mensuplarını da yanına alarak mücadele etmiştir. Osmanlı yönetiminde siyasal çalkantıların bulunduğu ve çözüm yollarının tıkandığı dönemlerde şeriat-tarikat çatışması daha belirgin bir şekilde görülmektedir. Bunlara rağmen sosyal ve kültürel bakımdan ulema ve şeylerin orta tabakada beraberliğinin ve müşterek çalışmalarının sürtüşmesiz olarak cereyan ettiği ifade edilmektedir. Halk kesimleri arasında ise belirgin bir çatışma görülmemektedir. Bu da bize şeriat-tarikat uzlaşmasına dayalı bir tabakanın oluştuğunu göstermektedir.
Böyle bir uzlaşma bulunsa da iki farklı dini yapının da varlığını koruduğu bir vakıadır. Bu iki yapı, bir madalyonu iki yüzü olarak da görülmekte ve toplum hayatı için bir emniyet sübabı teşkil ettiği belirtilmekte, böylece bireyler bir cemaatten diğerine geçerek, dine başka bir açıdan yaklaşma imkanına sahip olmaktadırlar. Neticede Osmanlı'da dinin alternatifi yine din olmakta ve bireyler din bağıyla bütünleşebilmektedirler.
Bu açıklamalar çerçevesinde diyebiliriz ki Osmanlı'da din, şeriat ve tarikat biçiminde iki farklı eğilim gösterse de bu iki eğilim zaman zaman çatışsa da genellikle birbirini tamamlayan bir fonksiyon icra etmiştir. Şeriat, Osmanlı toplum düzenini destekleyici ve koruyucu işlevler görülürken; tarikatlar da halkın değişik dini eğilimlerini dile getirmekle birlikte gördüğü sosyal fonksiyonlarla sistemin aksayan yönlerini tamamlayıcı bir unsur olarak genellikle kullanılabilmiştir. Böylece din Osmanlı sisteminin temel dayanaklarından biri olmaktadır.
Yönetim-din ilişkilerinde dinin yönetimin bir alt biçimi olarak görülmesine ve bazı şeriat prensiplerini yönetimce devre dışı bırakılmasına rağmen etkileşimin karşılıklı olduğu söylenebilir. Hatta şeriat prensiplerinin değişik uygulamaları ve şeriata aykırı olabilecek bazı prensiplerin, yine şeriat temsilcileri olan ulemanın fetva ve yorumlarına dayandırılmak zorunluluğunun bulunması da dinin etkinliğini ve belirleyiciliğini göstermektedir.
Osmanlı Devleti’nde din ve devlet arasında kesin bir ayırım yapabilme imkanı da güçtür. Yöneticileri (Öncelikle icrai askerilerin) dinden tamamen bağımsız alarak düşünmek mümkün değildir. Çünkü bunlar da belli bir din eğitimi almış ve enderun mekteplerinde belli bir terbiyeden geçmişlerdir. Yönetimin başı olan padişah da özel dini eğitimden geçmektedir. Padişah hem yönetimin hem de dinin başı ve merkezidir. (159) Osmanlı'da din-devlet ilişkileri bu bağlamda "din-u devlet" formülüyle izah edilebilir.
Bu konumuyla din, oluşturduğu değerler sistemi ve normlar ile Osmanlı toplumuna belirli bir kimlik kazandırmıştır. Osmanlı kimliği şeriat ve tarikat anlayışları çerçevesinde şekillenen "İslam" olmuştur, diyebiliriz. Bu kimliği Osmanlı sürekli korumuştur.
Günümüzde belirgin bir şekilde kimlik bunalımı yaşanırken, klasik Osmanlı toplumunda önemli ve kronik boyutlara ulasan bir kimlik sorunu görülmemektedir. Toplumları modern ve geleneksel ilişki biçimlerine göre bir ayırıma tabi tutarsak Osmanlı toplumunun geleneksel toplum yapısı özelliklerini taşıdığını söyleyebiliriz. Modernizm ve modernitenin etkisi altında kalan toplumlarda görülen hızlı değişim ve dönüşümler, yatay ve dikey toplumsal hareketlilik, inanç ve geleneklerden arınma, toplumsal farklılaşmalar gibi oluşumların geleneksel toplum yapısı özelliklerini bünyesinde taşıyan Osmanlı'da bulunmaması, Osmanlı toplumunu günümüzdeki boyutlarıyla bir kimlik sorununu ile karşı karsıya getirmemiştir.
Kimlik sorunu ancak geleneksel yapının çözülmeye başlanmsı ile birlikte ortaya çıkmış ve günümüze değin gittikçe belirgin olarak hissedilebilen bir hal almıştır.
Bu durumda klasik Osmanlı toplumu» geleneksel ilişki biçimleri çerçevesinde kimliğini din örüntüsü altında ifade etmek durumunda kalacaktır.
Osmanlı toplumunun kimliği genel çerçevede ümmet struktürü, dar çerçevede ise cemaatçi yapılanmalar içerisinde şekillenmektedir, ümmet ait olunan bütünü, cemaatci yapılar daha çok grup kimliğini ifade etmektedir, diyebiliriz.
Dinin belli bir dünya görüsü çeçevesinde bireyleri bir araya getiren, birbirleri ne bağlayan bir yapı oluşu, İslam toplumlarında ümmet yapısı içerisinde kendini göstermektedir. Gardet, bu konuda söyle söylemektedir:
"İslam aleminde az dahi yaşamış olup, geçmişte ve halde İslam'ın kollektif hareketlerini izlemiş olanlar iki hadise ile karşılaşırlar. Her şeyden önce müslümanları birbirine bağlayan kendi kendinin mevcudiyetinin çok kesin bir bilincine sahip olan ve onları cemaat haline getiren bir bağın mevcut olması. Her Müslümanda silik şekilde de olsa, bu cemaatin mevcudiyetinin ve yüksek değerinin bilincine rastlanır. Müslüman pek cahil kimse olabilir. Pek "ileri" bir kimse olabilir, hatta kendi geleneksel inançlarına karsı şüpheci tavır takınabilir, buna rağmen kendisini herhangi bir müslümana ve bütün müslümanlara bağlayan bir bag olduğu duygusu bundan dolayı sönmüş olmayacaktır. Günümüzde doğrudan doğruya dini kaygılardan uzak olanlar, mesela Şehirsel merkezlerde oturan ve Marksizmin en çok etkilediği isçiler bile Muhammed'in cemaatine mensup olmaktan gurur duymaktadırlar." (Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, s. 57- 58 (Gardet la Çite Musulumane, s. 193'den nakil.) Bu yapı içinde her mümin, mümin olarak ümmetin bir unsuru olduğu derecede bir varlığa sahip olmaktadır. Böylece ümmet, kişinin gömülü olduğu esas yapıyı teşkil etmektedir. Bireyler de ümmetin bir parçası olarak dinin verdiği değerler ve normlar çerçevesinde bir kimlik kazanmış olacaklardır.
Bu çerçevede edilen kimlik kendilerini ve kendileri dışındaki dünyayı tanıma ve tanımlama imkanı verecektir. Bunun dinin anlatımı "Müslüman-Kafir" ayırımında ortaya çıkmaktadır. "Müslüman” olmak, "Kafirden"den ayrı olmak demektir. Bu anlayış iki farklı dünyayı ortaya çıkarmaktadır. Müslümanların oluşturduğu dünya "darül İslam", bunu dışındakiler ise "darül küfür" olarak ifadesini bulacaktır. Darül İslam bireylere huzur ve güven verici bir ortam oluştururken; geleneksel dini kültür ve bunların ürünleri de topluma belli bir şekil kazandırılacaktır.
Böyle bir atmosferde kimlik edinme süreci, bireye toplum değer ve normlarının aktarılmasıyla başlamaktadır. Bunun yollarından biri bireyin çok sevdiği saydığı birini ideal tip olarak algılaması ve onu örnek edinmesidir. Başlangıçta bu kişi bireyin anne, baba ve yakın akrabası olmaktadır. "İslam toplumunda, babanın abdest alması, işe bismillah ile başlaması ve günlük yaşantıları ile iç içe geçmiş olan diğer dinsel davranışları müslümanca bir hayat yaşamanın ayrılamaz parçaları oldukları ölçüde çocuğu aynı şekilde hareket etmeye itecektir. Çocuk, İslami hayatın gerekleri hakkında bilgilerinin büyük bir kısmını bu özdeşleştirme mekanizmasından alacaktır" diyen Şerif Mardin, bu özdeşleştirme sürecinin Türk toplumunda nasıl çalıştığını, Yahya Kemal'in "Ezansız Semtler"inde görülebileceğini ifade etmektedir. "...Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan sesi okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübarek günlerin akşamlarında bir minderin köşesinde okunan Kur'an sesini işittiler. Bir raf özerinde duran Kitabullah'ı indirdiler, küçücük elleri ile açtılar, gülyagı gibi ruh olan sarı sahifelerini kokladılar, ilk ders olarak besmeleyi öğrendiler. Kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların, Bayramların topları atılırken sevindiler." Böyle bir ortamda yetişen bireyler, kimlik sorununu etrafındakilere benzemek, onlar gibi inançlı ve onlar gibi bir mümin almakla çözeceklerdir.
Ancak, İslam toplumunun farkı inanç ve yapılarıyla karşılaşan ve belli bir olgunlaşa gelen birey, bu farklılıklar içerisinde dini hangi inanç kalıpları ile benimseyeceği sorunu ile karşı karşıya kalmaktadır, önceleri kendisine öğretilen oldukça basit, tümcü Islami düşüncenin aslında çok çapraşık meseleler ortaya çıkardığını anladığı anda bu sorun ortaya çıkmaktadır. Kimlik sorununu çözemeyen, selameti Islamiye'tin kendisine sağladığı alternatif imkanlarda, yine dini gruplarda, tarikatlarda ve onlara benzer dinsel topluluklarda arayacaktır. Böylece Osmanlı toplumundaki farklı dini yapılanmalar ve zengin mozaik kimlik sorununuyine din çerçevesinde çözülmesine imkan vermektedir.
İslam toplumunda bireyin aldığı roller veya kenilerine biçilen konum, kimlik pekiştiricisi olarak işlev görmektedir. Şerif Mardin bunu "yaratıcı olma" deyimi ile karşılıyor: "İslam toplumunun yaratıcı olma sorununa etkisi, bu toplumun geleneksel bir iktisadi yapıya sahip olmasına çok bağlıdır. Şehirlerde hakiki bir kapitalizme geçilemeyiş, imalatta sınırlı bir arzın bulunması ve bunun beraberinde getirdiği hisbe görüsü, insanların meslek hayatlarına genişliğine değil, derinliğine çaba sarfetmesiyle sonuçlanır. Bir insanın yaratıcılığı içinde çalıştığı kurumun büyüklüğünü artırmakla değil, yirmi yıl çalıştığı bir ciltin tezyinatında belli olur." Şu veya bu şekilde bireylerin, içinde bulundukları is veya meslek kolundaki başarıları ile topluma (ümmet) alan aidiyetleri pekişmiştir.
Diğer bir din pekiştiricisi de İslamın cihat felsefesinde bulunmaktadır. Bu felsefe Osmanlı toplumunda gaza ideolojisi olarak kendini göstermektedir. Bir gaza devleti olarak ortaya çıkan Osmanlı Devleti’nde Osmanlı İislamının her yönü gaza ideolojisi ile girift bir haldedir. Doğu-Batı ilişkilerinde Doğu'nun savunulması görevini üstlenen (Darül-ts- lam) Osmanlı Devleti'nde gazanın önemi büyüktür. Bu bakımdan, özellikle kuruluş yıllarında halk arasında rağbet gören kişi Alp tipidir. Aşık Paşa'nın dizelerinde de bunu görmek mümkündür :
Kişi Alp olmaklığa alet gerek
Evveli sol kim ola muhkem yürek
**
Oldur Alp'in altunu ve incisi
Kılıç üzere and anın için içilür
Pes kılıçtır ulu alet Alplara
Kılıç için mal verilir Alplara

Gaziliğin önemini Şerif Mardin,söyle vurgulamaktadır? "İslam toplumunda yaratıcı olmanın bir diğer yolu da gazadır. İşte bu sahada genişliğine yaratıcı olmak mümkündür. İslam aleminin sınırlarını genişletmek, talanla zenginlikleri artırmak, bu tip faaliyet, insana hem Allah'ın yolunda yürümenin vicdani ferahlığını bağışlayacak ve hem de yer yüzünde kendisine maddi bir karşılık sağlayacaktır. Böylece gazi olmak İslam toplumlarında bastan itibaren heves edilen bir aşamadır. Gerek kişiyi toplumun dar iktisadi çerçevelerinden çıkarması, gerek üstün bir Islami bir başarı temsil etmesi bakımından İslami toplumda yaratıcı olmanın en başarılı şekli gazi olmaktır. Kahramanlık menkıbelerinin halkımız arasında bu günkü yaygınlığı gaziliğin, hem İslamiyetin ilk asırlarında ve hem de Osmanlı toplumunun kuruluşundan sonraki önemini yansıtmaktadır." Gaziler bu konumlarıyla ümmete layık bir kişi olduklarını gösterirler.
Osmanlı kimliğinin genelden özele (merkezden çevreye) gidildikçe ümmetten cemaate doğru bir seyir takip ederek belirginlik kazandığını, bir cemaat veya bir grup kimliği şeklinde ifadesini bulduğunu söyleyebiliriz.
Osmanlı Devleti'nde cemaatin küçük bir birimi olan mahalle ortamı, bireylerin kimlik kazanmasında önemli bir etkendir. Mahalle bir idari birim olmaktan öte, külhanbeylerinin ve sadık köpeklerinin sınırlarını koruduğu kesif bir cemaat ve bireylerin ömrünün büyük bir bölümünü biçimlendiği bir çevre olarak görülmekte ve bu çerçevede su görüşlere yer verilmektedir: "ilk eğitimin verildiği, doğumların kutlandığı, evliliklerin düzenlendiği, ölüler için cenaze merasimleri yapıldığı yer burasıdır. Burası camilerin istenilen şeyleri duymaları için mahallenin bütün sakinlerini harekete geçiren bir kurum gibi işlediği mekândır. Aile reislerinin otoritelerinin etkili bir şekilde kullanılması ve desteklenmesi mahallenin arka planına aykırıydı. Ve burada arasıra kan bedeli ödenirdi; Ahlaki denetimin İslami kurumu, içki âlemleri ve loş kumarhane odalarına sinsice ilerleyerek sokulurdu. Orada şaşkın aşıklara baskın vermek için bekçiler kol gezerdi; Kahvehaneler -iletişim merkezi- işletilirdi; daha yüksek mercilere giderek dilekçe üzerine ilk mühür imam tarafından vurulurdu; mahalle erenlerinin kabirleri ziyaret edilir ve yaşayan mübarek zatlar adeta kendilerine mahsus bir hüküm bildirir ve adalet dağıtırlardı. Mahalle kuralları aslında oldukça esnekti; fakat bu esneklik edeblilik maskesi altında işliyordu. Karşı cinslerin birbirleriyle kaynaşmaları hususunrtda tam bir katılık vardı." Geleneksel kültür değerlerinin ve dini normların baskınlığının en çok hissedildiği mahalle, bu çerçevede bireyler için bir kimlik hazırlayıcı ortam olmaktadır.
Cemaatçi yapı, cemaat veya grup kimliği daha belirgin olarak ifadesini tarikatlar ve bir takım esnaf teşekküllerinde bulmaktadır.
Merkezden çevreye gidildikçe etkinliklerini artıran tarikatlar, çevre insanlarının kümelendiği ve kendilerini ifade ettikleri bir güç odağı haline gelmektedirler. Bu yönüyle tarikatları çevrenin merkeze tepkisi olarak da değerlendirmek mümkündür. Bu tepki dinsel, kültürel, ekonomik ve siyasal biçimlerde çok boyutlu olarak kendisini gösterse de bizce önemli olan tarikatların bir kimlik yapısı ve aidiyet duygusu oluşturmalarıdır.
Tarikatlar, bireylere tasavvuf kültürü çerçevesinde bir kimlik kazandırmaktadırlar. Burada evliya menkıbeleri, bireylerin zihinsel ve ruhsal dünyasını doldurmakta, tarikat adab ve usulleri ile de dini-mistik bir tutum ve davranış biçimi kazandırmaktadır. Bütün bunlar üstün bir iradeye teslimiyetle gerçekleşmektedir. Bunun dini anlatımı şöyledir: "...Ayrılık gayrılığı kaldırarak Tanrı katında nefsini yok etmek ve o yoklukta varlığı bulmak.(Eser-i ilahiyi aslına ve hazretine ilhak eylemek) Kişi çevrenin ve dış dünyanın verdiği eziklik de dahil, boydan boya yabancılaştığı, kendine ait olmayan bir alemde yasamanın bilinci içindedir. Nefsinde yokluk ve hiçlik unsurunu (unsur-u ademiyi) yenip tekrar vatanına rucu etmenin sabırsızlığını sürdürür. Tanrı katına varmayı engelleyen ayak bağı ise her türlü maddi nefsani ilişki ile beraber, olup bitende kendi fiilini görmek ve ona itibar etmek olduğuna göre, yolun ucu bir yerde -önünü bos ve açık bulduğu kadar- fiil ve iradeyi inkara varacak demektir. Kul, -yine ileri ve sivri uçlarla konuşulacak olursa- Tanrı iradesinin yeryüzünde aleti ve icrası değil, kaza ve kaderin pasif taşıyıcı ve belki seyircisi hükmündedir." (173) Tanrı'yı kendinden ayrı ve erişilmesi güç bir varlık olarak gördüğü sürece yol ve iz göstermeye ihtiyaç duymayan mü'min, Tanrı ile tek varlık halinde birleşmeye yönelince bu yolda bir yol hazırlığı ve kabiliyeti bulunmayan kişi, çözüm olarak bir rehbere ihtiyaç duyacaktır. Böylece pir ve şeyhlere bağlanıp teslim olacaktır. Yani Tanrı'nın iradesine olan teslimiyet, somut ifadesini pir ve şeyhlerde bulacaktır.
Bu anlayışın pratik sonuçlarından biri olarak dini mistik temele dayalı itaatkar bir zümre oluşmasıdır. Bu yapılanmalar içerisinde bireyler, cemaate dahil olmanın getirdiği huzur ve güveni yasamakta ve sorunlarını cemaatçi yapı içerisinde şeyhin "şifalı eli" ile çözümlemektedir. Cemaatten kopan ise yadsınmaktadır: "Utanıp pirinden kaçan öksüz oldu geda geldi"  Böylece tarikat yapıları içerisinde birey, aidiyetini bu anlayışlar çerçevesinde ifade edecek ve sufi  bir kimliğe bürünecektir. Sufi kişinin belirgin özelliği "ibni vakt"tir. Yani geçmişin ve geleceğin kaygılarından uzak olarak günlük yasayan kişi olmasıdır. (175) Sufilik "eren" prototipi ile de kimliğini ortaya koyar.
Bu çerçevedeki dini anlayışı, merkezi yönetimin nimetlerinden uzak kalan, münzevi bölgelerde yasayan, iç inde bulunduğu olumsuz koşullar dolayısıyla yönetimi yadsıyan kesimlerin Osmanlı toplum ilişkileri içinde kendilerini ifade etme biçimi olarak da görmek mümkündür.
Osmanlı'daki bir takım esnaf teşekkülleri (ahiler) de tasavvuf kültürünün etkilerini üzerinde taşımakta ve tarikatlara benzer adab ve usûllere sahip bulunmaktadırlar. Bu bakımından tarikatlar konusundaki açıklamaların bunlar için de belli ölçüde geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Bunlarda dini- mistik kimliğin yanında, ahlaki boyutu ağırlıklı mesleki kimlik ön plana çıkmaktadır.
Konuyu merkez-çevre arasındaki ayırım açısından düşündüğümüzde, kentsel ve kırsal alanda bir kültür farklılığı görülmektedir. Bu farklılık, divan edebiyatı ve halk edebiyatındaki eserlerde de görülmektedir. Divan edebiyatının Arap- Fars karışımı ağdalı dili ile halk edebiyatının basit ve sade Türkçe ile ifade edilmesi bunu göstermektedir. Osmanlı'da askeriye ile reayanın belirgin bir şekilde ayrı tutulmaya çalışıldığına ve askeriyye sınıfına geçmenin güçlüğüne daha önce delinmiştik. Benzer tutum kentsel yapı ile kırsal yapı arasında da mevcuttur. Köylü, toprağa bağımlı olmak zorunluluğu ile karşı-karşıya bırakılmış ve göç nerede ise imkansız hale getirilmiştir. Böylece şehirli kültürü ile köylü kültürü arasında bir ayırımın ortaya çıkması söz konusu olmaktadır. Bu uygulama belki de günümüzde ortaya çıkan kültürel uyumsuzluğu ve arabesk kültürü büyük ölçüde önlemiştir. Bu ayırımlaların dindeki ifadesi, “resmi İslam" ve "halk İslâmî” seklinde ifade edilebilir.
Merkez-çevre ilişkileri çerçevesinde bu ayırımların asgariye indirilmek suretiyle sorunun çözümlenmeye çalışıldığı söylenebilir.
Merkezde şeriat, çevreye gidildikçe de tarikat prensipleri etkin olmuştur. Başka bir ifade ile şeriat tavanı, tarikat ise tabanı oluşturmaktadır. Tavan ve taban arasındaki yapı, toplum kesimlerini ortak bir paydada toplamaktadır. Gazzali'nin başlattığı kelamla tasavvufu uzlaştırma çabaları Osmanlı'da da etkisini göstermiş ve bu noktada kelam- tasavvuf uzlaşması Osmanlı zihniyetini oluşturmada etkili olmuştur. Osmanlı yönetimi de uyguladığı siyasetle (bazen tarikatlara da girerek) çevreyi merkeze bağlı kılmaya çalışmıştır. Bu konuda devletin desteklediği tarikatlar önemli bir işlev görmektedir. Böylece tarikatlar aracılığıyla taban uysal hale getirilirken, Osmanlı sistemi ile desteklenip, pekiştirilmektedir. Otorite ve gelenekler de yine tarikatlar aracılığıyla tabana aktarılmış olmaktadır.
Bu durumda Osmanlı kimliği de farklı yapılar arasında kurulmaya çalışılan bir tesanüt ile ortaya çıkmaktadır. Alp- eren prototipi de bu tesanütü göstermektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki, Osmanlı toplumunda din, farklı toplum kesimlerini şeriat-tarikat ilişkileri çerçevesinde ümmet bağıyla bağlamaktadır. Genel çerçevede ümmete aidiyet, özel olarak da cemaatçi yapılara bağlılık bir kimlik yapısı oluşturmaktadır. Yine çeşitli etnik yapı ve ırklar da bu pota içinde kaynaşmaktadır. Çeşitli etnik yapı ve ırkları bünyesinde barındıran Osmanlı'da ırk kökenine dayalı bir kimliğin öne çıkmamasında yönetimi, bunlarında üstünde toplumun geniş kesimlerini kuşatan dini, bir ideoloji olarak farklı biçimlerde de olsa ön plana çıkarması önemlidir. Bu bağlamda Osmanlı'da Türklüğün küçümsendigi şeklindeki savlar da açıklığa kavuşmaktadır.
Osmanlı sisteminin çözülmesi ve Doğu-Batı ilişkilerinin Batı lehine bir gelişme göstermeye başladığı süreçle birlikte Osmanlı toplum kesimlerine kimlik kazandıran ümmetçi anlayışın ve cemaatçi yapıların da çözülmeye başladığını görüyoruz. Kendisi dışında bir dünya ile karşılaşan ve giderek bu dünyanın hegomonyasına giren Osmanlı-Türk toplumu, bu gelişmelerin getirdiği sarsıntıyı yaşayacaktır. Tanzimat dönemi bu anlamda bunalımların başlangıcını oluşturacaktır. Batı'nın ekonomik, siyasal ve kültürel hegomonyası Batılılaşma süreci içerisinde topluma dayatıldığı ölçüde de Türk toplumu, giderek kronikleşecek bir biçimde kimlik sorunu ile karşı karşıya kalacaktır.
Günümüz Türk toplumunda ortaya çıkan kimlik bunalımı ve buna bağlı olarak kendisini gösteren kimlik arayışları, Osmanlı'daki değişim ve çözülme süreci içerisinde özellikle Tanzimatla birlikte sürdürülen Batılılaşma çabalarının bir ürünü olarak var olagelmiştir.
Klasik Osmanlı sisteminin önemli bir parçası ve dayanağı olan, topluma kimlik kazandıran dinin, ortaya çıkan koşullar içerisinde yeni bir gelenek üretemediği ve Osmanlı sistemi ile birlikte, giderek devre dışı kalmaya mahkum olduğu görülmektedir. Ancak uzun asırlar Osmanlı toplumuna damgasını vuran ve bir toplum bilinci olan dinin kolayca devre dışı bırakılması mümkün olmamaktadır.
Osmanlı'ya tepki olarak ortaya çıkan ve Osmanlı'nın inkarı üzerine kurulan Cumhuriyet rejimi, yeni koşullarda dünya konjonktürüne uyum sağlama sürecinde Osmanlı kurumlarını devre dışı bırakmakla birlikte, dini de bireysel boyuta indirgemek suretiyle sorunu çözmeye çalışmıştır.[!!!]
Dinin bir toplum bilinci olduğu ve uzun asırlar Osmanlı toplumuna belli bir kimlik kazandırdığı üzerinde durmuştuk. Bu bağlamda din, yeni bir gelenek üretememesine rağmen Batılılaşma süreci içerisinde ortaya çıkan olumsuz koşullar karsısında bazen bir muhalefet, bazen bir tepki hareketi ve bazen de bir sığınak olarak işlev görmektedir.
Günümüzde de Batılılaşmanın toplum bünyesinde meydana getirdiği bazı açmazlara karsı bir tepki ve kimlik arayışları karsısında bazı kesimlerin kimlik arayışlarının ifadesi olmakta, bir kimlik göstergesi olarak ortaya çıkmaktadır.
Biz bu bölümde, Osmanlı'daki değişme ve çözülmeler sonucu belli bir kimlik arayışının başladığı, Cumhuriyetle birlikte topluma yeni bir kimlik kazandırma çabalarının yeterli anlamlar yaratamadığı, toplumun geniş kesimlerini kuşatacak bir kimlik dokusunu oluşturulamadığı ve neticede bir kimlik bunalımının ortaya çıktığı, uygulanan politikaların doğurduğu olumsuzluklarla birlikte-bazı kesimlerde kimlik arayışına da bir karşılık olarak dine yöneliş sürecinin başladığı ve dinin bir kimlik belirticisi olarak da kendisini gösterdiği görüşünden hareketle konuyu temellendirebiliriz.
Sh:58-68
Kaynak: Coşkun DİKBIYIK, Türk Toplumunda Kimlik Bunalımı Ve Din Olayı, Doktora Tezi, T.C. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı, 1994, İstanbul


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar