TASAVVUFUN DERİNLİKLERİNDE ABDULBAKİY GÖLPINARLI ARKAPLANI
Abdulbakiy Gölpınarlı Mevlevi bir muhitte yetiştiğini ve
yazılarındaki metodun ana hatlarını şöyle anlatır:
“Takdir bizi bu potada yoğurdu. Doğar doğmaz
bu havayı almaya başladık. Gözümüz Mevlevi yüzlerine, kulağımız ayin ve naat
nağmelerine açıldı. İnandık, inandırdık. Gördük, belledik. Duyduk, coştuk.
Ağladık, ağlattık. Nihayet zaman gözlerimizdeki buğuyu kaldırdı, bizi düşünce
sahasına attı. İnancımızı akılla tahlîle, duygumuzu gerçekle tenkide imkân
bulduk ve ancak bu yüzdendir ki yazılarımızda tarafsız bir incelemenin
sonuçları var. Hâsılı yazılarımızın bir kısmı tarihe, bir kısmı görgümüze
dayanmaktadır.” [2]
Fakat Gölpınarlı, durumu bu şekilde izah etmesine rağmen;
Mevleviliği Alevilikle bir kabul etmesi, büyük sûfilere ve genel olarak
tasavvufa karşı ağır ithamlarda bulunması, onun bu sözlerine özellikle
tarafsızlık iddiasına gölge düşürecek niteliktedir.
Onun tarafsızlık anlayışının önemli
ipuçlarından birisi; Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizden,
“Muhammed” olarak bahsetmesinde[3]
gizlidir. Kendisinin bu yabancı
tarzı bazı isimlerin imlasında da ortaya çıkar. Fatımî devletinin kurucusu Ebu
Ubeydullah el-Mehdi’nin ismini şöyle yazıya geçirir: Abu-Ubeyd-Allah-al-Mehdi.[4]
Tabii ki bu gibi basit örneklerden yola çıkarak olumsuz sonuçlara ulaşmak doğru
değildir. Fakat onun diğer görüşleriyle bu tavrı birleştirdirildiğinde daha
anlaşılır sonuçlara ulaşılabilmesi mümkün olacaktır.
Gölpınarlı, Oniki İmam isimli
eserinde Şii düşünceyi benimsediğini şöyle ortaya koyar: Hadislerde on iki imam
tabiri geçer. Eğer hilafet sırasıyla sayarsak Yezid de dâhil olur.
Abbasoğullarının sonuncusuna kadar da sayı çoktan aşar.[5]
Dolayısıyla bahsedilen on iki imam Şii literatürde geçen on iki imamdır.
Gölpınarlı, Ehl-i Beyt imamlarının tasavvufa karşı olduklarını da belirtir.[6]
Fakat bu iddiasını delillendirme ihtiyacı hissetmez.
Gölpınarlı’nın tasavvuf konusundaki bilgilerinin pek sağlam
temellere oturmadığını söylemek, haksız bir itham olarak telakki edilmemelidir.
Çünkü onun birçok ifadesi bu iddiayı doğrular niteliktedir. O, İslam
tarihindeki mehdiler hakkında şunları söyler: Fatımiler’in kurucusu Ebu
Ubeydullah el-Mehdi, Baba İshak, Baba Îlyas, Şeyh Bedrettin, Şah İsmail bu
mehdilerin başlıcalarındandır. Çoğu tarîkat erbabı olan bu mehdilerin
tasavvufun yayılmasında büyük rolleri olmuştur.[7]
Yukarıda isimleri geçen heteredoks, isyancı ve kan dökücü insanların tasavvufla
alakaları olmadığı gibi, tasavvufun yayılmasına hizmet etmedikleri de herkesçe
bilinmektedir.
Abdulbaki Gölpınarlı sûfilerin bazı bilimsel ve mantıksal
yanılgıları olduğunu savunur. Ona göre silsilelerdeki tarihi kopukluklar bunun
bir delilidir. Mesela
Halvetiyye, Sühreverdiyye ve Mevleviyye tarikatlarının kabul
ettiği silsilede Hz. Ali kerremallâhü vecheden sonra Hasan Basri gelir. Fakat
Hz. Ali’nin şehadetiyle Hasan Basri’nin ölümü arasında tam altmış sekiz yıl
bulunduğundan bu zatın Hz. Ali ile görüştüğü gerçekten şüphelidir.[8]
Lakin burada dikkate alınmayan bir nokta vardır ki; sûfiler
silsilelerindeki tüm şahısların birbirleriyle görüştüğünü iddia etmezler. Kimi
zaman silsilede birbirini hiç görmeyen, aralarında zaman farkı bulunan kişiler
peş peşe gelir. Bu durumda, önceki kişinin sonrakini ruhaniyetiyle eğittiği
kabul edilir. Bu durum ‘üveysilik’ olarak tanımlanır.[9]
Gölpınarlı, hiçbir tartışmaya yer vermeden tasavvuf kelimesinin
Yunanca bir kelime olan ‘sofos’ kelimesinden türediğini savunur.[10]
Yine o, tasavvufun felsefeyle karıştığını ve İsmaililerin tesiri altında Batıni
temayülleri benimsemeye başladığını söyler.[11] Bu
yüzden ‘şeriatçılar’; (daha uygun bir ifade kullanılabilirdi, M.S.S.) kelama ve
felsefeye olduğu gibi, hatta ondan da daha şiddetli bir tarzda tasavvufa karşı
koymaya çalıştılar.[12]
Gölpınarlı, yabancı kaynaklara dayandırdığı tasavvufi unsurları,
‘şeriatçı’ olarak isimlendirdiği Sünni âlimlerin kıstaslarıyla değerlendirmeye
çalışma yoluna da başvurur. Ona göre; Rical’ül-Gayb’ın miktarını bildiren sayılarda;
eski dinlerin, Fisagorilerin, hatta Mısır ve Hint inançlarının tesiri açıkça
görünmektedir. Kutba, abdala, diğerlerine ve bunların bulundukları yerlere,
mazhar oldukları şeylere dair peygambere isnat edilen hadisler uydurmadır.[13]
Gölpınarlı, sûfileri sadece Sünni hadis kriterlerine göre değil,
aynı zamanda onları Şiilerin hadis kriterlerine göre de değerlendirir ve onları
insafla asla bağdaşmayacak bir tarzda itham eder: "Şii ve Sünni, muteber
hadis kitaplarının hiç birinde olmayan ve uydurulduğu andan itibaren yine her
iki mezhebin muhaddisleri tarafından yalanlanan rivayetleri, tarikatçılar şüphe
bile duymadan kabul ederler."[14]
Gölpınarlı’nın ithamları bu kadarla sınırlı değildir. O, tasavvufi
tarikatların yaşam alanı olan tekkenin ilk kuruluşu hakkında, asla hiçbir tarih
kitabında bulunmayan şu talihsiz değerlendirmeyi nakleder: Ebu Haşim-i Kufî,
Şam gibi Roma medeniyetinin izlerini taşıyan bir şehirde, camiye karşı ilk
tekkeyi kurdu.[15]
Hiçbir tarihi veriye dayanmayan bu iddiayı geçerli saymak için; medresenin de
camiye karşı kurulan bir kurum olduğu iddiasını da doğru kabul etmek ihtiyacı
hâsıl olur ki; bu durumun binlerce yıl Müslümanlara hizmet edip, İslam
kültürünün yaşanmasını ve yaygınlaştırılmasını sağlayıp, Müslümanların
dimağlarını ve ruhlarını besleyen bu kurumlara yapılabilecek en büyük haksızlık
olduğu ortadadır.
Gölpınarlı sûfileri Kur’anıa göre de değerlendirir ve
onların birçok düşüncesinin Kur’an-ı Kerim’de bulunmadığını savunur. Ona göre, mesela sûfilerin insana
verdikleri önem, hele onun kâinatın hülasası oluşu inancı, insan-ı kâmil
telakkisi Kur’an’da hiç yoktur.[16]
Abdulbaki Gölpınarlı gibi Türkiye’de tasavvuf tarihi
araştırmacıları konusunda yetkili olduğu kabul edilen bir araştırmacının
tasavvuf ve sûfiler hakkında ağır ithamlarda bulunması gerçekten dikkatle
izlenmesi gereken bir husustur. Onun zikredilecek şu ifadeleri, insanı büyük
bir hayrete sevk edecek niteliktedir:
"Tasavvuf, zevke tapanları halk arasında naz ehli erenlerden
gösteren anlayışıyla cidden menfi ve çok kötü tesirler yapmıştır. "[17]
"Tasavvuf, şehvetle karışan
sevgiyi gerçek aşka giden bir yol kabul etmiş, raksı ve müziği helal kabul
etmiş, içkiyi kadınlı meclislere sokmuş, hayrı ve şerri izafi kabul etmiştir.
"[18]
"Öyle sûfi vardır ki;
kendisini zamanı sahibi, vaktin peygamberi görür. Bu inancını anlaşılır bir
şekilde açıklar. Mehdiliğini ortaya atar. Ya can verir yahut zamanında
saltanatını görür. "[19]
"Öyle sûfi vardır ki; hayata,
hayattaki zevklere pek bağlıdır. Bu neşeye sahip olunca bütün suçları,
yapılmaması emredilen şeyleri hiçe sayar ve zaten de inancı dolayısıyla bunlar
onca hiçtir artık ve bütün buyrukları, âlemin düzenini temin içindir. Kendini
zevke atar, bu kayıtlardan üstün olduğuna inanır. "[20]
Abdulbaki Gölpınarlı, Hacı Bektaş-ı Veli’yi Babailer zümresine
dâhil eden görüşe destek verir ve Yunus Emre’yi de bu zümreye dâhil etmek
suretiyle bu düşünceyi bir adım daha ilerletir. Gölpınarlı’nın Yunus Emre’yi
Babailer zümresine ilhak ederken kullandığı bilimsel metod ise kabul edilebilir
gibi değildir: "Bektaşi Vilayetnamesine göre Baba Tapduk Hacı
Bektaş halifesidir. Hacı Bektaş’ın Babailer isyanı sonucunda öldürülen Baba
İshak’ın halifesi olduğu muhakkak bulunduğundan ve Yunus da bir şiirinde, Tapduk
Emre’den ‘Baba Tapduk’ diye bahsettiğinden Yunus Emre’nin Babailer zümresine
mensup olduğu kesin olarak anlaşılmaktadır. "[21]
Yine Gölpınarlı’nın ifadesiyle Vilayetname yazarı Uzun
Firdevsî Şems’le Mevlâna’yı Hacı Bektaş’ın halifesi sayar.[22] Bu
durumda zikredilen akıl yürütme metodu kullanılınca Mevlâna ve Şems de Babai
sürmesine dâhil olmaktadır ki, bu durum asla doğru kabul edilemez. Yazar, Hacı
Bektaş-ı Veli’nin Babai zümresinden olduğunu te’kid etmek üzere ondan ‘Baba
Bektaş’ olarak bahseder.[23]
Gölpınarlı Yunus Emre’yi Babai zümresine ilhak etmekle kalmaz, onu
Alevi- Bektaşi edebiyatının kaynağı olarak ilan eder.[24] Bu
durumu ise şöyle açıklar: "Tarihi kaynaklar, Yunus’un ve arkadaşlarının
Hacı Bektaş’ın da mensup bulunduğu Babalılar zümresinden olduğunu açıkça
göstermektedir. Babalılar zümresi ise sonradan kurulan ve kuruluşunu ancak on
altıncı yüzyılda tamamlayan Bektaşiliğin aslıdır. Bu bakımdan Yunus’u Bektaşi
şairleri arasına aldık. "[25]
Yazarımız, Yunus Emre’yi peşin bir hüküm ve kati bir kararla Alevi
olarak kabul eder. Ancak onun aşırı bir Alevi olmadığını şöyle dillendirir:
Yunus, Batıni inançları, telakkileri, gelenekleri benimsemekle beraber aşırı
bir Alevi değildir.[26]
Ancak burada Yunus
Emre’nin Alevî olup olmadığından ziyade, Batıni inançları benimseyen bir
kişinin nasıl aşırı bir Alevi olmadığı sorusu akla gelmektedir.
Abdulbaki Gölpınarlı, Mevleviliği ve Mevlevilikteki birçok hususu
yabancı kaynaklara dayandırma konusunda ciddi bir gayrete sahiptir. O, bu
konudaki genel kanaatini şöyle ifade eder: Mevlevilik’te asırlar boyunca ve
nesilden nesile sürüp gelen birçok geleneklerin izlerini bulabiliriz.[27]
Ona göre Hurufiliğin Mevlevilik üzerinde epeyce tesiri olmuştur.[28]
Mevlevilik’te yemek yenirken konuşulmaması Mazdeizm’den,[29]
Mevlevi mutfağına balık girmemesi de Hint dinlerinden[30]
kaynaklanır. Yine o, Mevlevilikteki Şii tesirinden[31] ve
Alevi temayülünden[32]
bahseder.
Abdulbaki Gölpınarlı Mevlana’yı ve Mevlevi şahsiyetleri de oldukça
farklı bir şekilde tanıtma yoluna gitmiştir. Heteredoks kaynaklardan bulduğu
bilgileri toplayarak Ulu Arif Çelebi’nin başından geçtiği iddia edilen olayları
‘Ulu Arif
Çelebi’nin Gönül Maceraları’ adıyla uzun uzun anlatır.[33] Mevlana
hakkında benzeri dokümanlar bulamaz, fakat onun hakkında da şu korkunç öngörüde
bulunur: “Mevlana şarap içtiyse bile apaçık içmemiştir.”[34]
Gölpınarlı’nın Mevleviliği son dönem Bektaşîliği ile aynı
mahiyette addetmesi akla hemen oryantalistlerin konuya bakışını akla
getirmektedir. Nitekim Fuad Köprülü oryantalistlerden Babinger’in Mevleviliği Bektaşilikle
aynı mahiyette addetmesini realiteye taban tabana zıt bir iddia olarak niteler[35]
ve bu duruma Mevleviliğin sürekli heteredoks zümrelere aleyhtar oluşunu, mevcut
içtimai ve siyasi nizamın muhafazasına çalışmasını delil olarak gösterir.[36]
Abdulbaki Gölpınarlı’nın her şeye rağmen gayr-ı İslâmî ve gayr-ı
Sünnî kaynaklara dayandıramadığı tasavvufi kurumlar da vardır. Nakşbendilik
bunlardan birisidir. Fakat söz konusu sebepten olsa gerek kendisi
Nakşibendîlikten asla hazzetmez ve Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra Bektaşi
tekkelerinin Nakşibendî şeyhlerine devrini yanlış bir hareket olarak görür.[37]
Onun şu ifadesi, Nakşbendilik hakkındaki görüşünü, tasavvufa genel olarak
bakışını ve kullandığı bilimsel metodu en güzel bir şekilde ortaya koyacak
niteliktedir: “Nakşbendilik, tamamıyla Sünnî inanca sahip ve bilhassa Îmam-ı
Rabbani’den sonra büsbütün softalaşan bir yoldur.”[38]
Sh:46-51
Kaynak: Mehmet Sami SAYAR, Tasavvufa Gayr-i İslâmî Ve Gayr-İ Sünnî
Kaynak Arama Çalışmaları, T.C. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı, Konya - 2005
[1] Abdulbaki
Gölpınarlı’nın tasavvuf konusundaki görüşleri için bkz: Abdulbaki Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, Remzi Kit. , İstanbul , 1961; Abdulbaki
Gölpınarlı, Mevlana’dan
Sonra Mevlevilik; Abdulbaki
Gölpınarlı, Mevlana
Celalettin,
İnkılâp Kit. , İstanbul , 1985; Abdulbaki Gölpınarlı, Mevlevi Adap ve Erkânı, İnkılâp ve Aka Yay. , İstanbul , 1963;
Abdulbaki Gölpınarlı, Alevi Bektaşi Nefesleri; Abdulbaki Gölpınarlı, Hurufilik Metinleri Katalogu, TTK Yay. , Ankara , 1973; Abdulbaki Gölpınarlı. Yunus Emre, Varlık Yay. , İstanbul , 1952; Abdulbaki
Gölpınarlı, Oniki İmam, Emek Bas. , Ankara , Trs.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar