Print Friendly and PDF

TEKKELERE ELEŞTİREL BAKIŞ CUMHURİYET DÖNEMİ TURK ROMANINDA TEKKE VE ZAVİYELER

Bunlarada Bakarsınız



DARVISH LODGES IN THE REPUCLICAN ERA TURKISH NOVEL
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi The Journal of International Social Research Cilt: 6 Sayı: 24 Volume: 6 Issue: 24 Kış 2013    Winter 2013

Seyit Battal UĞURLU
 
Yrd. Doç. Dr., Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi.
Selvi DEMİR
Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Öğrencisi.
Öz
Bu makalede, özelde Cumhuriyet dönemi Türk romanında tekke ve zaviyelerin, genelde ise Cumhuriyet dönemi Türkiye'sinin din olgusuna bakışının dönemin edebiyatına yansımalarını incelemek üzere; Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Nur Baba (1922), Reşat Nuri Güntekin'in Yeşil Gece (1928) ve Miskinler Tekkesi (1946), Refik Halit Karay'ın Kadınlar Tekkesi (1956) adlı romanları seçilmiştir. Tekke ve zaviyeler üzerinden din kurumuna dönük eleştirel yaklaşım sergileyen bu eserlerdeki tutum, aynı zamanda Cumhuriyet ideolojisinin dine ve din adamına bakışıyla paralellik arz etmektedir. Seçilen romanlarda, sözü edilen kurumlar ve bu kurumları temsil edilen şahıslar üzerinden erken cumhuriyetin 'doğru' din adamı modellenmeye çalışılırken, mevcut din adamları da 'dönemin doğruları'nı önceleyen bir eleştiriyle mahkûm edilmeye çalışılmaktadır. Bu makale, anılan eserlerle ortaya çıkan bakış çarpıklığı eleştirel mesafeden çözümlenmeye odaklamaktadır.
Anahtar Sözcükler: Nur Baba, Yeşil Gece, Kadınlar Tekkesi, Miskinler Tekkesi, Cumhuriyet dönemi Türk romanı, tekke ve zaviyeler.
Abstract
It is aimed in this article to scrutinize reflections of dervish lodges in general and the reverend characters in the republican era Turkish novel. Yakup Kadri Karaosmanoğlu's Nur Baba (1922), Reşat Nuri Güntekin's Yeşil Gece (1928) and Miskinler Tekkesi (1946), Refik Halit Karay's Kadınlar Tekkesi (1956) are handled for this purpose. The attitude that emerges in the axis of these novels against dervish lodges and reverend type, also has close ties with Early Republic Era Turkey's ideologic stance. The authors of the selected novels on the one hand are trying to modelling the 'true' reverend type for the requirements of the Republic and on the orher hand, condemns existing reverends according to the 'trues' of the period of the time. This article tries to criticaly analyse the awry point of view that appears in selected works.
Keywords: Nur Baba, Yeşil Gece, Kadınlar Tekkesi, Miskinler Tekkesi, Repuclician era Turkish novel, dervish lodges.
Giriş
Cumhuriyet; Türkiye'nin, Tanzimat'tan sonra medeniyet havzasını ikinci kez ve çok daha köklü şekilde değiştirme hamlesi, Osmanlı bakiyesi kuramlardan hızla uzaklaşmasının üstyapısal düzlemde gerçekleştiği zaman dilimidir. Saltanatın kaldırılmasıyla (1922) halifeliğin kaldırılmasını (1924), şer'iyye mahkemelerinin ve medreselerin kapatılması ve şeyhülislamlığın lağvedilmesi (1924) takip eder. Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması, şapka kanununun ve miladi takvimin kabulünden (1925) sonra Latin alfabesi ve rakamların kabulü (1928) ile birlikte İslamiyet'in devletin dini olduğu yargısı da anayasadan çıkarılır. Hafta sonu tatilinin Cuma gününden Pazar'a alınmasıyla (1935) birlikte, devletin dini karakteri, yerini tamamıyla laik bir yapıya terk etmiş olur. Tümüne yakını Cumhuriyetin ilk on yılında gerçekleşen bu reformların; "İslam'ın Türk toplumu üzerindeki etkisinin zayıflatılmasına yönelik" (Çandır, 2011: 167) olduğu söylenebilir. Kuşkusuz üstyapısal olarak gerçekleşen bu yasal düzenlemelerin, toplumdaki emilimini kolaylaştırmak amacıyla, kültürel etkinliklerle de desteklendiğini söylemek gerekir. Dönemin gazete ve dergilerinin, gazetelerde tefrika edilen popüler romanların da desteğiyle şekillendirdiği kamuoyunun, devlet eliyle değişik gerekçelerde düzenlenen ve yükselen bir eğilim olması sağlanan, kabul günleri, çay partileri, gardenparti'ler ve asıl önemlisi olarak cumhuriyet baloları türü etkinliklerin, sadece dini kurumların gündelik hayatta boşalan yerini doldurmaya dönük faaliyetler değil, aynı zamanda 'muasır medeniyet' hedefine kilitlenen Cumhuriyet'in medeni dünyaya dönük şekillenen yüzünün önemli kültürel göstergeleri olarak nitelenebilir.
Türkiye'nin devlet eliyle modernize edilme projesinde edebiyatın da kayıtsız kalmadığını, erken Cumhuriyet kanonunda öncelikli yeri olan, Halide Edip, Yakup Kadri, Mehmet Şevket Esendal, Mahmut Esat, vb. gibi birçok yazarın, aynı zamanda önemli birer politik ve/veya bürokratik figür olmasından da çıkarmak mümkündür. Türkiye'de eleştiri kurumunun da dönemin politik atmosferi içinde şekillenmesi, bu türün edebi eserlere değer biçmede sosyal ve politik hayata görelik esasını öncelemesinden anlaşılabilir. Flaubert'in, mimesis ilkesinden yola çıkarak roman için yaptığı ve yaklaşık 200 yıldan beri geçerliliği olan "sokakta gezdirilen ayna" eğretilemesinin, erken Cumhuriyet'in oluşum sürecinde ve sonrasında yazılan Türk romanları için de geçerli olduğu ifade edilebilir. Cumhuriyet'in ilk on yılında yapılan değişikliklerin ard alanını oluşturan ideolojik duruşun, bu makalede incelenen romanlara egemen dünya görüşünde belirgin bir hal aldığı gözlenmektedir. Tekke ve zaviyelerin kaldırılması ile birlikte, Cumhuriyet'in dine ve din adamına olumsuz bakışının izleri, romanlara güçlü bir şekilde yansır.
Kemal Timur'un şu değerlendirmesi din-insan-edebiyat ilişkisinin kaçınılmazlığına dikkat çeker:
Dinin, inançların ve din duygusunun, insan ve topluluklar üzerinde derin tesirleri vardır. Bu tesir, insanlığın meydana getirdiği hemen her güzel sanat şubesinde kendini hissettirir. Dine ait unsurların en çok görüldüğü sanat kollarından biri de edebiyattır. Doğrudan doğruya dini mevzuların işlendiği veya konusu din olan edebi eserlerin yanında hemen pek çok edebi mahsulde, dine ait ve dinle ilgili unsurlar yer alır ( 2006: 21).
Dinin, toplumsal yaşam içinde vazgeçilmez bir olgu olduğu, toplumu etkileyen her olay ya da olgunun edebiyatta yansımalar bulduğu, bilinen bir gerçektir. Kuşkusuz, Cumhuriyet döneminde din olgusunu ve buna bağlı olarak tekke ve zaviyelerin durumunu anlamak için, bu dönemde yazılmış bazı romanlara bakmak, konuyu edebiyat içinde değerlendirmek açısından önemlidir. Bu dönemde eser veren yazarlar, toplumsal sorunları, daha çok gerçekçi bir algı ile kurgulamışlardır. Aralarında, toplumsal sorunlara çözüm getirmeye çalışanlar ya da eleştirenler olmakla birlikte; gözlemlediklerini kendi bakış açılarıyla yansıtanlar da vardır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin ve Refik Halid Karay, Cumhuriyet dönemi edebi kanonunda önemli yere sahip üç önemli yazardır. Üçünde görülen ortak bir özellik; Tanzimat döneminde başlayan Anadolu'ya yöneliş bağlamında toplumdaki doğru veya yanlış inanışları değerlendirmektir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Nur Baba (1922), Reşat Nuri Güntekin'in Yeşil Gece (1928) ve Miskinler Tekkesi (1946), Refik Halit Karay'ın Kadınlar Tekkesi (1956) gibi romanlarda, Anadolu'daki tekke ve zaviyelerin, dini istismar ettiği yönünde ortak bir fikir öne çıkmaktadır. Bu makale de, bu konunun, adı geçen romanlardaki yansıma biçimlerini eleştirel bir gözle değerlendirmektedir.
Cumhuriyet döneminde kaleme alınmış birçok romanda dine ve din adamlarına olumsuz bir tutum olduğu görülür. Kamusal alanda dini kimlikle görünen insanların gerçekte bu görüntünün aksine bir kişilikte ve şaşırtacak kadar düşük karakterde ilişkiler ağı içinde oldukları gösterilmeye çalışılır. Bu türden insanların gerçek kimliklerini ortaya çıkarmak, onları topluma bu yüzleri ile göstermek, yazarları harekete geçiren temel görev dürtüsü gibi görünmektedir. Nur Baba'nın kahramanı Nuri ve muhibbeleri, Yeşil Gece'deki Hafız Remzi, Eyüp Hoca, Hacı Emin, Miskinler Tekkesi'ndeki Şeyh Abdu, Gani Dede ve Tombul İmam, Kadınlar Tekkesi'ndeki Şeyh Baki ve muhibbeleri, halkın dini hassasiyetinden nemalanmaya çalışan kişiler olarak gözler önüne serilmeye çalışılır.
Nur Baba romanının kahramanı Nur Baba bir Bektaşi Şeyhidir. Bektaşî Babası (Afif Baba) tarafından çocuk iken tekkeye evlatlık olarak alınan Nur Baba; yaramaz, inatçı ve uçarı karakterde bir insan olarak yetişmiş, Arif Baba'nın ölümünden sonra onun yerine geçmiştir. Nur Baba, yerine geçtiği şeyhinin dul kalan eşiyle de evlenmiş fırsatçı bir tip olarak takdim edilir. Nur Baba'nın, başa geçmesiyle birlikte tekkenin canlanması, romanda şu şekilde yansıtılır:
Fakat çok geçmedi, ya bir, ya iki sene zarfında cesur ve inatçı çocuk yine talihine galebe etmenin yolunu buldu ve bu yol onun için, Afif Baba ölüm döşeğine düştüğü günden beri odanın ayrı bir köşesinde serili duran Bacı'nın yatağı oldu. Vakıa; ateşîn (ateşli) ve körpe Nuri, ancak birçok zahmet ve birçok tehlike mukabilinde girebildiği bu hazanperver (hazana dönüşmüş) yataktan kendi ihtirasatiyle mütenasip (uygun) bir kam alabilmekten uzak kaldı; fakat bu onun için, ikbalin yüzünü hiç olmazsa dolayısıyla kendine doğru çeviren bir hadise oldu; çünkü Afif Baba son nefesini verdikten üç ay sonra resmi ve aleni bir hal alan bu münasebet herkesin o kadar merak ve tecessüsünü celbetti (çekti) ki, tekke yeniden dolmağa başladı; birkaç sene evvel yavaş yavaş tek tük çekilen misafirler bu sefer heyecanlı bir temaşaya koşar gibi akın akın avdet eylediler ve tekkeye pek az zaman zarfında evvelce görülmemiş bir feyiz [bolluk] ve bereket getirdiler (Karaosmanoğlu, 2010: 37).
Nur Baba'nın vazgeçemediği üç şey, romanda kadın, para ve lüks yaşam düşkünlüğü olarak sıralanır. Kadınlar üzerinde karşı konulamaz etki bırakan etkileyici sesinin yanında, gözleri ve kara sakalı fonu tamamlayıcı öğeler olarak betimlenir. Nur Baba, tekkeye düşen zengin kadınların hem kendilerini, hem de servetlerini ele geçiren muhteris bir kişi olarak anlatılır. Bu manzara, yazar tarafından, sözde bir din adamının, tekkeyi kişisel çıkarları ve şehevi ihtirasları için bir araç olarak kullanmasının örneği olarak gözler önüne serilir, romanın ana temasıyla temel tezi de tamamen bu olgudan beslenir.
Yeşil Gece'nin kahramanı Şahin Efendi, Anadolu'ya gönüllü gitmek isteyen, yeni mezun olmuş genç bir öğretmendir. Kura çekiminden sonra bir arkadaşı ile yer değiştirmeyi teklif etmek üzere gittiği Maarif Nezareti'nde, ilkin bu başvurusunun nedeni, İstanbul'da kalmak şeklinde anlaşılır ve kendisi şube müdürü tarafından azarlanır. Fakat Şahin Efendi'nin ısrarının Anadolu'ya gitmek için olduğu anlaşılınca, bu durum da tuhaf karşılanır (Güntekin, tarihsiz a: 11-12). Roman ilerledikçe daha çok açığa çıkacağı üzere, Şahin Efendi, idealist duruşuyla Güntekin'in dünya görüşünün eserdeki temsilcisidir. Şahin Efendi, Cumhuriyet öncesi anlamında 'eski'ye ait olan her şeye karşı bir duruş sergiler, Cumhuriyet'le birlikte gelen yeni yaşam biçimine tereddütsüz inanmakta ve en önemlisi Atatürk'ün uygulamaya koyduğu ilke ve inkılâplar sistemine gönülden bağlıdır. Şahin Efendi, özellikle babası istediği için bir din adamı olarak yetiştirilmek istenmiştir. Ancak o, din adamlarının, babasının anlattığı gibi olmadığını, İstanbul'daki medrese arkadaşlarından görmüş ve hayal kırıklığına uğramıştır. Romanda Şahin Efendi'nin bu durumu, yazarın tezlerini öne sürme konusunda elini kuvvetlendirir:
O, babasının da daima dediği gibi bir gün dünyayı gölgesi altına alacak yeni yeşil sancak gönüllülerini bambaşka tasavvur etmişti. Fakat bunların çoğu sırf kendilerini yaşatacak bir zanaat elde etmek için, esnaf çıraklığına girer gibi medreseye girmiş köylü çocuklarıydı. Tarlada toprakla uğraşacaklarına burada İzhar ve Kudurî ezberleyeceklerdi; dağda koyun güdecekleri yerde şehirlerde insan sürüleri gütmeye hazırlanacaklardı (Tarihsiz a: 23).
Satır aralarında geçen "tarlada toprakla uğraş(mak yerine medresede) İzhar ve Kudurî ezberleye(rek); dağda koyun güdecekleri yerde şehirlerde insan sürüleri gütmeye hazırlan(ma)" betimlemesiyle dile gelen düşünce; oldukça tepeden bakan keskin bir ideolojik yaklaşımı ortaya koymaktadır: Medrese; tarlaya gidemeyen, koyun güdemeyenlerin bir tür kaçış mekânıdır. Orada insanlar burada 'önemsiz' bir iki kitap ezberleyerek büyük şehirlerdeki 'sürü'leri 'güdecek'lerdir. Bu genel geçer bakışta din ve din adamı profili oldukça kalıplaşmış, basite indirgenmiş ve aynı zamanda keskin bir şekilde reddedilmiş halde aşağılanmaktadır. Din adamlarıyla herhangi bir şekilde ilgisi olanlar da 'güdülenler' biçiminde nitelenmek suretiyle, topyekûn bir halde dışlanmaktadır. Bu din adamı görüntüsündeki insanlar, sadece maddi çıkarları için değil, aynı zamanda ahlakî açıdan da düşük karakterli insanlar olarak resmedilmektedir.
Yazarın olumlu din adamı ölçütüne mazhar olmuş Şahin Efendi, medrese öğrencilerinin olumsuz görüntüsünü şu şekilde yansıtır:
Medreselerde gök kubbesinin ardındaki ilahi muammaları arayan talebe-i ulum bunlar mıydı? Bir gün yeşil bayrağın cihanın dört köşesini istilaya gidecek yeşil ordunun gönüllüleri bu adamlar mıydı? (Tarihsiz a: 25).
Dini doğruları "ilahi muamma" diye hafife alan, İslamiyet'in yayılış sürecini "istila" diye niteleyen bu aşırı sığ ve genellemeci bakış, bir sonraki adımda, sesiyle birçok kişiyi etkilemiş Hafız Remzi'ye odaklanır:
İşte Hafız Remzi: Yanık sesiyle Kur'an okumaya başladığı zaman insana varlığını unutturan, gözünde yaşlar, yüreğinde çarpıntılarla yedi kat göklere yükselen. Fakat aynı ağızla küfretmeye, kavga etmeye başladığı zaman insanı insan olarak dünyaya geldiğinden utandıran Hafız Remzi... O, ramazanlarda cerre çıkmaz, büyük camilerde mukabele okurdu. Sesi gibi yüzü de güzeldi. Birçok kadınlar onu görüp dinlemek için Şehzade piyasasını terk ederlerdi. Sofu ihtiyar hanımlar bile bu güzel sesli Hafızın terütaze çehresinde tecelli eden 'Cemal-i İlahi'ye hayrandı (Tarihsiz a: 25).
Bu uzun alıntılardan da anlaşılacağı üzere din adamı sıfatıyla kamusal bir yüze sahip olan bazı insanların, çok daha farklı yüzleri vardır. Romancı, kişisel çıkarları için her türden çirkefliği yapabilecek tıynetteki bazı kişilerin yaptıklarını deşifre ederek, bozulan dini kurumların düştüğü durumu gözler önüne serer. Güntekin'in bu okuma biçimi, bir yandan mevcudun tespiti yerine geçerken, diğer yandan da Cumhuriyet döneminde bir tür öcüye dönüştürülen din ve din adamına bakışla paralellik arz etmektedir. Bu bakışta din adamı, sadece din adamı olarak topluma yararlı olma noktasında saygınlığını çoktan yitirdiğinden, değersizleştirme muamelesine maruz kalmaktadır. Üstelik din adamına teveccüh edenler, bu son alıntıda olduğu gibi, hafızın ses ve sima güzelliğinden dolayı Kur'an dinlemeye giderler. Böylece Kur'an dinleme, ilahi bir arzunun değil de, örtük de olsa, şehevi bir yönelimin neden olduğu dürtüyle gerçekleşmiş olur.
Güntekin, argümanlarını, yoz, geri kalmış ve bundan dolayı da ortadan kaldırılması gerektiği, alt metinde her halükârda okunabilecek, köhne bir kültürün görüntülerine karşı geliştirdiği ideolojik savaşımda, yeni dönemin örnek model dindarı Şahin Efendi'nin bakışını, her ortam hazırlayışından sonra devreye sokmaktadır. Buna göre de okur, iki tür 'dindar' çeşidi ile karşı karşıya getirilmiş olur: Şahin Efendi gibi kendini, romancının bakışından softa, gerici ve ikiyüzlü diye nitelenen, anonim bir görüntüye monte edilmiş medreselilerle mücadeleye adamış ve çağdaş yaşamın gerekleriyle uyarlı bir perspektife sahip yeni dönem dindarları ile artık 'eskidiği' daha doğrusu 'köhne' bir hal aldığı için ortadan kaldırılması gereken geri kalmış topluluk. Güntekin'in sözcülüğünü yapan kahramanı da, kendisi gibi, bu 'topluluk' karşısındaki mesafeli tutumunu sürekli korumak suretiyle, okuru, 'doğru dindar' konusunda bilinçlendirme misyonu üstlenmiştir. Şahin Efendi, bir tür misyonla gittiği Sarıova'nın dindar insanlarını kısa sürede çözümlerken, 'yazarın doğru dindarı' konumuyla konuşmaktadır. Aşağıdaki alıntı, bu bakıştan hem dışlayıcı, hem de aşağılayıcı öğeleri bir arada içermektedir:
Sarıova'ya geleli daha üç saat olmadığı halde softalığın bu kasabaya ne büyük bir kudretle hâkim olduğunu anlamıştı. Ahalinin yarısından ziyadesi sarıklıydı. Otuz Bir Mart'tan sonra İstanbul'da birdenbire miskinleşen softalar, burada meydan kahvelerinde, medrese önlerinde, çarşı sokaklarında azgın oğul arıları gibi kaynaşıyorlardı (Tarihsiz, a: 55).
Bu sözler, dine ve din adamlarına Cumhuriyet ideolojisinin yazar tarafından dillendirilmiş tipik bakışı olarak değerlendirilebilir. Şahin Efendi'nin bakışından gösterilen topluluk, bir "guruh" olarak nitelenmiş ve "azgın oğul arıları" benzetmesiyle aşağılanmış ve herhangi bir şekilde bireylik özelliklerle anılmamıştır. Bir zihniyetin başka bir zihniyeti mahkûm etmesi için malzemeye dönüştürülmüş bu 'güruh'un bir yüzü yoktur. Şahin Efendi'nin bakışını ortaya koyan önemli bir ifade de, asıl anlamı "medrese öğrencisi" olan ve Farsça "sukta"dan Türkçeye "softa" şeklinde geçen sözcükle kodlanmıştır. Bu sözcük, süreç içinde tümü olumsuz üç anlam kazanmıştır. Sözcüğün TDK web sitesindeki anlamları şu şekilde verilir: 1. Eskimiş ilmiyeden olanlara aşağılama anlamıyla verilen ad. 2. Mecaz anlamıyla bir görüşe ya da inanışa körü körüne bağlanan kimse, 3. Mecaz anlamıyla yaşadığı çağın gerisinde kalmış, geri kafalı kimse (Anonim, 2012). Şahin Efendi'nin romandaki yaklaşımlarından, Sarıova halkına uygun gördüğü bu sıfatın üç anlamını da yakıştıracağını kestirmek zor olmasa gerek. Bu bakış, kuşkusuz Otuz Bir Mart Olayı'ndan sonra dini kesime dönük olarak yükselen olumsuz tepkinin de bir yansıması yerine geçmektedir. Bunun içindir ki İstanbul gibi büyük kentlerde nüfuzu kırılan din adamlarının, Sarıova gibi nispeten merkeze uzak yerlerde de rahat bırakılmaması gerektiği düşüncesi ortaya konmuştur.
Gerici, cahil, softa yetiştiren ve yenilik karşıtı olarak resmedilen tekke, zaviye ve medreselerdeki din adamları, ilkokula gitmeleri durumunda çocukların zihniyetinin değişeceğine, hatta onların cahil kalacaklarına inandıkları için, devlet okullarına iyi gözle bakmamaktadırlar. Onlar, küçük yaştan itibaren hafız olmalarını istedikleri çocuklar için medreseyi daha cazip görürler. Bir oğlunu hafızlık için medreseye kaydeden bir imam, diğer oğlu için de aynı şeyi düşündüğünü şöyle açıklar:
Zaten doğrusunu isterseniz ben, onun maarif mekteplerinde tahsil etmesine pek taraftar değildim... (...) ama mekteplerinizde çocuklar çok avare yetişiyor. Evet, Bedri artık yaramazlığı bırakacak. Güzel güzel dersine çalışacak... Eskiden hafız olmaya hiç hevesi yoktu. Fakat Cenab-ı Allah, yavrucuğun yüreğine bir muhabbet sundurdu (Tarihsiz a: 117).
Anlaşılacağı üzere Yeşil Gece romanında dine ve din adamlarına karşı tamamen olumsuz bir tutum vardır. Bu tutum, mektep-medrese çatışması olarak çıkar ve medreselerin mahkûmiyeti teziyle sonuçlanır. Medrese eğitiminden gelen Şahin Efendi'nin devlet mekteplerinde çalışarak, hayatının geri kalanını, yapılan yeniliklerin gönüllü savunuculuğu biçiminde sürdürmesi, yazarın ulaştığı sentez düşünce olarak karşımızda durmaktadır. İnci Enginün, Yeşil Gece'nin "ideolojik" bir roman olduğunu teslim ettikten sonra, haklı olarak eserde İslamiyet ile İslamiyet adına ortaya çıkanların durumunun birbirinden ayrılması gerektiğini vurgular:
Eserin medreseden yetiştiği için o zihniyeti çok iyi bilen kahramanı Şahin'in softa zihniyetiyle mücadelesi çok çarpıcı sahnelerle anlatılmıştır. Bu eseri sadece İslamiyet'e karşı sayarak onu okumayı bile reddedenler, aslında din ile dini kendi amaçlarına uydurmak isteyenleri karıştıranlardır ( 2007: 277-278).
Miskinler Tekkesi'nin kahramanı Kocabaş Kazasker Şemsettin Molla'nın son torununun, "lapacı mizacına çok uyan; kolay, rakipsiz ve kavgasız bir oyun" (Güntekin, tarihsiz b: 7) olduğuna inandığı dilencilik; ne yazık ki bir oyun olarak kalmamış, hayatı boyunca sürdürdüğü bir iş olmuştur. Kahraman bu işi başarıyla sürdürmüştür. Başarısının sırrı; insanların yardımseverlik duygusunu, bir anlamda dini duygu ve değerlerini istismar etmesidir. Dilencilerin insanların hangi yönlerini ne şekilde kullanarak para kazandıklarını Celalettin Vatandaş şu şekilde açıklar:
[D]ilenciler, yardımseverlerin doğrudan vicdanlarına, duygularına hitap etme yöntemini uygulamaktadırlar. Çünkü anlaşıldığı kadarıyla, kişiyi yardıma sevk etmenin en kolay ve sonuç veren yöntemi budur. Bu itibarla, Reşat Nuri Güntekin'in Miskinler Tekkesi'ndeki kahramanına ifade ettirdiği görüş, bir olgunun sanat diliyle ifadesi olarak anlam kazanmaktadır: 'Dilencilikte merhamet başta geliyor. Sanatın bütün inceliği o damarı yakalayıp derin derin sızlatmaktır (Vatandaş, 2002: 175).
Miskinler Tekkesinde insanın din ile ilişkisi; başlangıçta ailenin etkisiyle sorgulamadan kabul ve katılım, erişkin çağlarda felsefeyle tanıştıktan sonra dine alaycı bir bakış ve nihayetine ellili yaşlarla birlikte tekrar dine dönüş biçiminde materyalist bir yaklaşımla ortaya konur.
Yedisinde babasının eteği dibinde namaz kılan çocuk, yirmi yedisinde felsefe okurken dinsiz olur, cennet ve cehennemden gülerek bahseder. Fakat elliye doğru hava tekrar dönmeye başlar. Kitap rafında beliren damar ilacı, kuvvet ilacı vesaire şişeleriyle beraber zihninde de birtakım tereddütler, 'Acaba'lar uyanır. Ara sıra yapılışındaki ustalığı seyre gittiği Süleymaniye Camiine, birkaç yıl önce Amerikalı seyyah gibi ayağında terliklerle girdiği halde, şimdi kunduralarını eline alarak, çorapla girer ve Allah'a, peygambere karşı tereddütle ve mahcup bir mülazemet-i âşıkaneye başlar (Tarihsiz b: 11).
Miskinler Tekkesi'nde de, Yeşil Gece' deki gibi mektep-medrese çatışmasına yer verilerek, medreselilerin devlet okulları karşısındaki tavrı, 'din istismarcılarının çıkarları uğruna yaptıkları propaganda' söylemi içinde eleştirilir. Romanın kahramanı olan adsız dilencinin aracılığıyla bu durum şöyle dile getirilmiştir:
Ancak halkımız, Allah selamet versin, daha gaflet içindeydi. Etek dolusu para dökerek, üstelik de yalvarıp yakararak yavrularını o Galatasaray denen batakhanede ziyan olmaya götürüyordu. Fakat ümit kesmemek lazımdı. Kendileri, ben, Talat gibi münevver ve hamiyetli vatandaşların elbirliği sayesinde bir gün elbette 'Nur-i İrfan'ın yolu da öğrenilecekti (Tarihsiz b: 39).
Romanın dinle, dindarlıkla ilgi kurulabilecek başka bir yönü de mezarlıklardaki dilencilerle ıskatçılardır. Dilenciler, romandaki diğer dindar tip gibi uzaktan bir bakışla ve belli bir yüze, kimliğe ve kişiliğe sahip bireyler olarak değil de, anonim kimlikli bir grubun yalnızca bir sıfata sığdırılmış figürü olarak anılan ıskatçıların yerini almışlardır. Romanın kahramanı adsız dilenci; "[b]aharda mezarlık, bizim meslektaşlar için de pek hararetli bir pazar yeridir.
Eskiden ıskatçılar diye tehlikeli bir rakibimiz vardı. Bunlar, muayyen mezarlıkların gediklileriydiler" (Tarihsiz b: 126), sözleriyle, bir süreden beri ıskatçıların etkisinin kırıldığını ifade eder. Miskinler Tekkesi'nde din istismarcılığına dayanan dilencilik ile insanların dini değerlerinin sömürülmesi konusu işlenmiştir. Yazar, bu durumlara karşı oluşunu romanın kahramanı olan dilenciye bir ad vermeyerek göstermiştir. Ancak iki noktaya dikkat etmek gerekir; gerçeklikte de dilencinin genelde bir adı 'yoktur', o sadece dilencidir. İkincisi ise din adına ortaya çıkan ve romancının söyleminde bir yüz ve kişilikten yoksun bırakılan din adamları da bir 'dilenci' kategorisinde yer alırlar.
Kadınlar Tekkesi'ndeki dine ve din adamına bakış, genel anlamda Nur Baba'daki gibi olumsuzdur. Bu romanın kahramanı olan Şeyh Baki de bir Bektaşi Şeyhi'dir. Koltuğa oturup kitap okuyan elli, elli beş yaşlarında, zarif sivri sakallı, açık başlı, saçları taranmış, gri bir fanila pantolon üzerine lacivert ceket giymiş, beyaz gömleğinin yakası ilikli, fakat kravatsız, gayet yakışıklı bir adam (Karay, 2009: 34) olarak romana girer. Dış görünüşünden de anlaşılabildiği gibi Şeyh Baki, son derece modern bir din adamıdır. Bu durumunu, kendisini ve tekkesini çağa ve yasalara ayak uydurmasına borçludur. Tekkesini yeni döneme şeklen uyarlaması ve daha 'makbul' bir duruma gelme süreci şöyle anlatılır:
Saltanat tekke ve zaviyelerin kapatılmasına kadar aynı parlaklıkla devam etti. Yeni kanun çıktığı sırada hala ölmüş; Zeyrek'teki baba konağı da yeniden Şeyh'in malı olmuştu. O da bir inkılâp yaptı: Yerini, tekke teşrifatını, ayinleri ve müritlerinden lüzumsuzlarını yüzüstü bıraktı, sakalını tekrar sivri şekle soktu (2009: 215).
Şeyh Baki'nin dış görünüşündeki modernlik, onun kadın düşkünlüğü ile bir arada yürür. O, "kadın eli öpen bir evliya" (2009: 40) görüntüsüyle öne çıkmış ve bunu da doğrudan bir "yol gösterici" olarak nitelediği'gönül'e bağlamış, nihai noktada "irşat" mertebesine de kendisini koymuştur:
İsteyeceğimiz her şeyi kendimizden istemeliyiz; ne varsa gönlümüzde mevcuttur; gönlümüzde aramalıyız. Bunun için de her işte olduğu gibi bir yol gösterici bulmalıyız. Gönül yoluna irşatsız gidilemez; gönül dünyasında, görünen köy bile kılavuz ister (2009: 43).
Şeyh Baki'nin, tekkesinin müdavimlerinin büyük ölçüde kadınlardan oluşması, onun güvenilirliğine halel getirmez. Aksine kendisi, müritleri üzerinde "ilahi cezbe"ye tutulmuş, bizzat "İlah'a kavuşturacak kutb'ül arifin" olarak bilinmekte, usule, teamüle ve genel ahlaka uymayan hal ve hareketlerine bu kavramların gölgesinde görünenin ötesinde anlamlar yüklenmekte, hikmet ve manayla dolu bu hallerini anlamayanlar, onu eleştirenler "gafil"likle suçlanmaktadır.
Şeyhe gönül verenlerden biri olan İrfan, her şekilde mutlu etmesi isteğiyle karısını ona gönderir:
İrfan da hemşiresi gibi aynı delaletin tesiri altında kaldığından karısının Baki'ye odalık etmesini, sevabı büyük bir vazife sayıyor, fedakârlığa katlanma imanının şartı olarak kabul ediyor ve bunun zevkinde zevklerin adisini değil, dini mahiyetteki yükseğini, hatta nefsine eza etmenin şiirini buluyordu (2009: 157).
Ancak karısı, İrfan'ın kendisini şeyhin hizmetine koşturmasından rahatsızdır:
Zaten, doğrusunu söyleyeyim mi, kocamdan soğumaya başladım; böyle şeyleri havsalasına nasıl sığdırıyor? Beni o herifin odasına sokmaktan utanmıyor mu? (2009: 73).
Miskinler Tekke'sinde dinin aileden, çevreden görülerek öğrenildiği şeklinde dile gelen halka özgü din anlayışı, Kadınlar Tekkesi'nde Neşide tarafından da ifade edilir: İrfan'a da anlattım; biz hoca ailesiyiz; koyu Müslüman'ız. Allah'ı babamızdan öğrendiğimiz gibi biliriz, severiz; üst tarafına aklımız ermez (2009: 73).
İki eserde dile gelen bu görüş, yani dinin halk arasında yaşayan folklorik bir öğe olduğu şeklinde beliren kanaat, dönemin dine pozitivist bakışının yansıması olarak okunabilir.
Kadınlar Tekkesi romanında din adamlarının bazı kanaatlerini, ermişlik, kendini aşmışlık, cezbe hali gibi durumlarda ifade edişleri, işin çığırından çıktığı bir cerbeze durumunu betimler. Şeyh Baki'nin şu sözleri, ölçüleri alt üst eden türdendir: " 'Hüda' derken nerdeyse kendini işaret ede[rek] 'Kün' diyen de biziz 'feyekun' da!" (2009: 85). Şeyhin sıklıkla ölçü kaçıran sözleri bunlardan ibaret değildir: "Firavun da benim, Musa da; Musa'nın çıktığı dağdaki de! Meryem benden gebe kaldı; beni doğurdu, ana da benim, oğul da, baba da! Miraç'ta kendimle karşılaştım, yine kendimle konuştum!" gibi sözler, şeyhin iyice zıvanadan çıktığı anların anlatımı yerine geçer. Ancak bu türden sıklıkla görülen tasarruflarına karşın o, kendisini takip edenlerin bakışından bir 'ermiş' olarak sağlam bir konuma sahiptir.
Bektaşi Şeyhi Baki, ölçü tanımayan, şarlatanlık düzeyindeki kimi tutum ve davranışlarına oldukça ulvi bir anlamlar yükleyerek kişisel ikbali için dini pervasızca kullanan bir figür olarak resmedilir:
Ben gönül kuvvetinden başka hiçbir şeye inanmam. Allah sevgisiyle dolu bir gönül her imkâna sahiptir. Mucize de yapar, keramet de gösterir. Asıl sihirbaz odur; dilerse şimdi, bir lahza da Bağdat' a gider, gelir; hem de gözümüzün önünden ayrılmadığını sandığımız halde! Tur'a ve miraç'a çıkış, uruç nedir? Allah'ı sevenler ve Allah tarafından sevilenler için tabii işlerdendir (2009: 151).
Kadınlar Tekkesi' nde dikkat çeken başka bir durum da Bektaşiliğin olumsuzlanarak, yerine "mistisizm" kavramının yüceltilmedir. Bir üniversite öğrencisi olan Lebriz'in bakışından aktarılan şu sözler, Sünni inancı gibi tasavvuf düşüncesine karşı çıkılmakta, onun yerine dönem için daha mülayim, yani "Avrupaî" bir tanımlamayla "mistisizm" geçirilmekte, ama o da bir şekilde yeni bir bozulmanın işaretiymiş gibi  olumsuzlanmaktadır. Lebriz'in
[b]abası, anası ve cedleri de kuru buldukları Sünni imanından haz etmeyerek tarikatta teselli bulmuş insanlardı[r]. Kızları şimdi onlarınki gibi kulaktan dolma; zamanla kıymetten ve rağbetten düşmüş, tefessüh değilse de tereddi etmiş bir tasavvuf yerine modernleştirilmiş daha bilgili mürşitlere malik, artık Avrupa tabiriyle 'mistisizm' adını alan bir felsefe mektebini tercih etmişti[r]. "Ben Bektaşi'yim", demeyi yakışıksız ve geri bulabilir ama: "Bir mistiğim", demekle üniversiteli arkadaşlarına karşı üstünlük göstermiş olur (2009: 166-167).
Romanda mistisizmin üstünlük sağlayan bir duruş olduğu fikri sıklıkla işlenir. Şeyh Baki'nin muhibbelerinden Melal Hanım da "Mukayeseli Şark ve Garp Mistisizmi" (2009: 454) adında bir kitap yazmakta, bu eylemiyle fikirlerinden yararlanmak üzere, şeyhe daha yakın durabilmektedir. Romanın belirgin karakterlerinden olan Neşide, Şeyh Baki'den ve ona inananların oluşturduğu ortamdan rahatsızlığını şu sözlerle dile getirir:
Dinsiz, imansız, ahlaksız insanlar içine düştüm. Hepsi deli ve hepsi de beni kendilerine benzetmek için elbirliği yapmışlar! Farkında olmadan, manyetizmalı gibi, Şeyh'in odasına gidecek hale getirdiler beni! Büyü, tılsım, sihirbazlık her şey var bunlarda! (2009: 264-265).
2.  Bektaşi Tekkeleri ve Cinsellik
Cumhuriyet döneminde tekke ve zaviyelerin resmen kapatılmasının (1925) ardından bu dini müesseselerin kimi tümüyle kapanmış, kimi birtakım değişiklerle varlığını devam ettirmiştir. Tekkeler, dergâhlar, zaviyeler edebiyata konu olmuş; kimi gerçek, kimi kurgu özellikleriyle yansımışlardır. İncelediğimiz romanlardaki Bektaşi tekkeleri de modernleşmeye çalışan ancak bunu şekil değiştirmekle eş tutan ve dolayısıyla dini yozlaşmalarla ve bozulmaların iç içe göründüğü kurumlar olarak yansıtılmışlardır.
Nur Baba'nın Bektaşi şeyhi, hırslı ve hoppa biridir. Şehvete düşkünlüğü, sözlerine ve bakışlarına öylesine sinmiştir ki, tekkesi, ona kanmış insanlarla doludur. Bu tekkenin müdavimi olan kadınlar, İstanbul'un eğlence hayatına düşkün, yaşam canlısı insanlardır. Gözlerinin sürmesi, saçlarının suni rengiyle pırıl pırıl yanan ihtiyar Ziba Hanım, tombul, telaşlı, dedikoducu Nasip Hanım, Alhotoz Afife Hanım Nur Baba tekkesinin sürekli müdavimleridir. Tekkeye sonradan bin bir türlü yalan ve hileyle dâhil olan Nigar Hanım, romanın en ağırbaşlı ve temiz kalpli kadın karakteridir. Güzelliğinden ve zenginliğinden ötürü Nur Baba'ya yem olmuş bu kadın, gündelik hayatından sıkılmakta, Bektaşiliğe karşı ikili bir bakışa sahip biri olarak, iğrenme ve imrenme duyguları içinde salınmaktadır. Bu ikili durum, romanın sonunda Nigar Hanımı, Nur Baba'nın kurbanı, tekkenin bir odalığı durumuna düşürür. Macit'in şu sözleri, Nigar Hanım'ın tekke şeyhi için oldukça önemlidir ve Nur Baba'nın kurgusun şekillenmesinde ağırlıklı yeri olan iki özelliğini vurgular: Bektaşi dergâhlarında güzellik ve zenginlik, her başın eğildiği iki büyük kudrettir. Nigar, bu iki kudreti nefsinde toplamış bulunuyor (2010: 99).
Nur Baba'nın şeyhi, tekkedeki aşk ilişkilerini, "ilahi aşk" kavramının ardında örtbas etmeye çalışsa da, herkes üzerinde inandırıcı olmaz. Bazı tekke müdavimleri, gözlediklerini dışa vurmaktan çekinmezler. Ziba Hanım'ın "[z]aten bu çılgın kadın, Bektaşiliği bir çocuk eğlencesine çevirdi; yalnız çocuk eğlencesi olsa iyi O, dergâhları adeta birer randevu mahalli sanıyor" ve "[ş]imdiki kadınlar dergâhları sadece birer muaşaka (sevişme) yeri zannediyorlar; muaşaka_"(2010: 49) türündeki sözleri, şeyhin sadece Nigar Hanım'la değil, diğer kadınlarla da 'yakın ilişki' içinde olduğunu ortaya koyar.
Nigar Hanım, tarikata girmeden önce, Bektaşilikle ilgili önyargılara sahip olarak büyütülmüştür. Küçük yaşlarında iken tarikat söz konusu olduğunda "adeta nefret ve haşyetle (korkuyla) titre[r]", "Kızılbaş" kelimesi kendisi için "cadı" ve "hortlak" anlamlarına gelir ve cehennem korkusu ile (2010: 56) korkar. Bu önyargı ve korku, Bektaşilik tarikatının bir zamanlar karalandığına işaret eder. Nur Baba'da görüşleri yazarın bakışından aktarılan Macit'in tarikata bakışı ise Nigar Hanım'ın çocukluk yıllarındaki bakışından daha eleştirel, mesafeli ve bilinçlidir:
Mesela tasavvuf onun için bir nevi 'mistisizm' idi ve Bektaşilik iptidai, kabataslak bir 'panteizm' den ibaretti; bu mezhebe giren dervişlere gelince: Macit, bunları kendilerine göre rind, lakayt ve biraz da reybî ve kelbi olarak tanıyordu. Filvaki, onca Bektaşi dervişleri umumiyetle İslamiyet'ten geçmiş ve safiyetini kaybetmiş birer 'Diyojen' den başka bir şey değildiler. İşte bunun içindir ki, genç adam, muhibbesi Nigar Hanım gibi ince ve mutena bir kadının böyle bir Diyojenler meclisinde coşmuş ve heyecana benzer hislerle sarsılmış olmasına bir mana veremedi (2010: 74).
Karaosmanoğlu, Bektaşi tarikatı içinde şeyh ile tekke müdavimleri arasında konumlarına göre bir hiyerarşinin varlığını yadırgar, bunu "sınıf teşkilatı" nitelemesiyle eleştirir:
İpekli, irili ufaklı yastıklar ve üç kat ince sayvanlı şilte ile beslenmiş ve süslenmiş duruyor. Bunu yanı başında zevcesine mahsus bir yer daha var. Tekke sahiplerinin bu keyfi ve kendini beğenmişçe sınıf teşkilatı pek tuhafıma gitti_ (2010: 86).
Bektaşi tekkeleri Nur Baba'da, "aile hayatı aleyhine kurulmuş birtakım müessese"ler (2010: 91) olarak nitelenir ve buradaki ilişkiler, "Bektaşi tabirince, içmek, çalgı çalmak" (2010: 89) olarak görülür.
Yeşil Gece' de, Somuncuoğlu Medresesi, daha iç avlusunun anlatımında bile olumsuz bir görüntüyle bir arada verilmek suretiyle, dindar insanların kullandığı mekânın bile olumsuz bir sıfatı olduğu ortaya konmaya çalışılır:
Ortadaki yosunlu şadırvandan sızan sularla ıslak taşlarının üstünde otlar bitmiş, aynı avlu; softaların her sabah yemek pişirmek için yaktıkları çalı çırpı ateşinden kararmış kemerlerde aynı güvercin yuvaları; avlunun dört tarafında aynı karanlık, rutubetli taş hücreler_ (Tarihsiz a: 18) şeklinde bahsedilir.
Yeşil Gece'nin kahramanı Şahin Efendi'nin ilk görev yeri olan Sarıova'da, cahil ve yoksul halkın yaşamı, batıl inançlarla iç içe olarak gösterilir. Burada insanlar, tekke, türbe ve evliyalardan medet ummaktadır. Kelâmi Baba Türbesi tüm Sarıova'lılar için hayatın merkezindeki kutsal mekândır.
Kelâmi Babanın Sarıovalılar gözünde öyle bir değeri vardı ki bulunduğu tarafa yataklarının ayakucunu çevirmezlerdi. Halk bütün hacetlerini ondan ister, her başı sıkılan ilk önce onun mukaddes örtüsüne yüzünü sürerdi. Hükümete ve mahkemelere verilecek arzuhaller evvela ona götürülür, himmet ve yardımı rica edilirdi. Davalarını kazananlar, hapishanelerden çıkanlar, bir kazadan sağlam kurtulanlar ellerinde mum desteleriyle ona koşarlardı_ Hâsılı, Kelâmi Baba türbesi hükümet üstünde bir hükümetti. Himmeti hazır ve nazır olsun, koca bulamayan kızlardan, şifasız dertlere uğrayan hastalardan, kiracısız evlere, müşterisi az dükkânlara kadar her işle uğraşırdı. Sonra, kasabayı düşman şerrinden, zelzele, yangın, su basması gibi bütün afetlerden koruyan da o idi (Tarihsiz a: 159).
Yeşil Gece' de yukarıdaki alıntıda görülen toplumsal doku içinde, değişik gerekçelerle evlere gidiş gelişleri sırasında, hocalarının görünen dini ve toplumsal görevlerini icra edişlerinin yanı sıra, bir de görünmeyen cinsel ve şehevi maceralar içine girdikleri belirtilir. Hafız Remzi'nin bu konuda çok bilinen bir isim olduğu, kendisini yakından bilenlerin tanıklığıyla ortaya konur:
Hafız Remzi pek yüksek gönüllüydü. Her kadına yüz vermezdi. Çok kere yaşlı dulları, tecrübesiz genç kızlara ve kadınlara tercih ederdi. Yiyeceği, giyeceği, harcayacağı; civar konaklardan gelirdi. Mevlit okumak yahut şeriat mahkemelerinde işlerine bakmak bahanesiyle birçok evlere girip çıkardı. Softalar, onun yatak odasına girdiği kadınların saymakla tükenmeyeceğini söylerlerdi. Nihayet, çok yaşlı, fakat zengin bir paşa karısıyla evlenmişti (Tarihsiz a: 25).
Ancak romanda idealize edilen ve yazarın sözcülüğü görevi verilen Şahin Efendi gibi, bu insanları aydınlatarak, 'daha çağdaş dindarlar' olmalarını sağlamaya çalışanların önüne kadın engeli konmaya çalışılarak, onların ilerledikleri 'doğru yoldan sapma'ları istenmektedir. Bu da tekke ve zaviyelerdeki insanların, bir kısmının bile isteye kötülük yapmaya eğilimli oluşunu, düşünce olarak kendileriyle mücadele edenleri alt etmek için kadın bedenini kullanmayı düşünecek kadar ileri gittikleri uç bir örnek yerine geçer.
Yeşil Gece' de yazarın dindar insanlar ve din adamları için sadece olumsuz görüş ve kanaatleri vardır, tümü de uzaktan, mesafeli ve dışlayıcı bir bakıştan beslenir. Benzer bir durum Miskinler Tekkesinde anlatılan "Dana Bayramı" dolayısıyla anlatılır. Her yıl kutlandığı için civarda da yaygın olarak bilinen ve halkın rağbet ettiği bu etkinlik, yazarın bakışından Afrikalıların "putperest ayini"ne, "On Muharrem Ayinleri"ne benzetilir.
Şehirde ve hatta civar kasaba ve köylerde ne kadar Arap varsa Tamaşalık'a akın eder, bunlara hemen bir o kadar da beyaz seyirci katılırdı. Acemlerin Seyit Ahmet Deresi tekkesindeki eski 'On Muharrem Ayinleri'ne benzer bir alay (Tarihsiz b: 61).
Kadınlar Tekkesi' nde anlatılan Bektaşi tekkelerine bakıldığında, bu kurumların, dini yönünün hemen hemen hiç kalmadığı görülür. Aslında incelediğimiz üç romandaki din ile ilgili kişi ve kurumlar, yazarlar için artık fazlasıyla çağdışı kalmış, dolayısıyla ortadan kaldırılması ya da çağa uydurulması ve ancak yasaların müsaade ettiği kadar yaşaması gereken varlıklar olarak ifade edilir. Kadınlar Tekkesi'nde, yeni dönemin ruhuna uyarlı olarak konuşan Süha Kalenderli, bu düşüncenin sözcülüğünü yapar: Mademki tekkeler resmen kapalıdır ve kulüplerin açılmasına müsaade vardır, yeni icaplara uyup ananemize devam etmeliyiz, modern tekkeler kurmalıyız (2009: 384).
Öte yandan mefruşatı müdavimlerinin yaptığı yardımlarla döşenen tekke, maddi kazanç yeriymiş gibi yansıtılır, geri planda güçlü bir ekonomik ağ varmış duygusu verilmeye çalışılır. Kısa süre önce Kıztaşı Tekkesi'nin, mefruşatının bir yıl içinde tamamlanmış olması, bu tekkenin dini ibadet yeri değil de, maddi kazanç sağlayan bir yer olduğunu düşündürecek bir anlatım seçilir:
Tekkede o devirde resmen ayin yapılır, Cuma akşamları selamlık ve harem daireleri müritlerle dolar, tehlil sesleri gece yarılarına kadar mahalleyi sarsardı. Hiçbir şey onunki kadar kısa bir zaman içinde meşhur olmamıştır. Memurluktan on parasız çekilmişti, konak tıngır mıngır, çoğu da perdesiz, yerler kuru tahtaydı. Yılına kalmadı, hepsi düzeldi, tekke döşenip donandı (2009: 214).
Romanın adını oluşturan Kadınlar Tekkesi ise, kadınlarla dolup taşan dergâh anlamındadır. Ama aynı zamanda kadınlar tekkesinin "Kadınlar Dalyanı" (2009: 103) şeklinde de adlandırılmış olması, bu kurumun dinsel değil de, cinsel kimliğine vurgu anlamıyla yüklüdür. Süha Kalenderli, kadınların tekkeye bağlılığını, bir tür yeni eğlence ihtiyacı, serüven arayışı olarak nitelendirir:
Onlar da ne oldum delisi... Para bol, dert yok, her türlü eğlenceyi tatmışlar, 'bir de Şeyhe sarılalım, bakalım, bunun keyfi neymiş?' diye sakallıyı besleyip duruyorlar. Barlara, sinemalara, balolara gitmekten bıkmışlar, tekke âlemleri istiyor canları! Kaçgöç zamanı Kıztaşı'ndaki harap konak da hanımlarla dolardı ama dışarıda kadınlı erkekli başka eğlence yoktu. Gidip tekkede kurtlarını dökerlerdi hem de kocalarının rızasıyla! (2009: 267).
Nur Baba'da da benzer bir yaklaşıma yer verildiği akla getirildiğinde, Cumhuriyet dönemi Türk romanında, tekkelerin, din dışı nedenlerle insanlar için cazip yerler olduğu yargısına ulaşılır. Kadınlarla serbest ilişkiler içinde olmak, içki içmek ve maddi kazanç elde etmek, itibar elde etmek, tekkelerin herkesçe bilinmeyen, bunun için de romancı tarafından deşifre edilmesi gereken bir göreve dönüşen asıl işleviymiş gibi değerlendirilir. Bu bakışı örneklendirmek üzere Nevsal, Şeyh Baki için şu değerlendirmeyi yapar:
[H]em içiyor, hem de Allah, Kâbe, zemzem, savm, salât gibi dinle alakalı birçok kelimenin tekrarlandığı bir bahse dalmış, adeta vaaz veriyordu (2009: 451).
Hem Kadınlar Tekkesi'nde, hem de Nur Baba'da, tekke muhibbeleri arasında mertebe sıralaması vardır. Bu durumu Şeyh Baki, yeni gelen Neşide'ye şu şekilde açıklar: "Sen şimdi 'talip' derecesinde bulunuyorsun. Yarın mürit olacaksın; sırasıyla da salik, sair, tahir, vasıl ve nihayet benim payeme yetişeceksin" (2009: 220). Ama aynı zamanda bu kadınlar Şeyhe yakınlık durumlarına göre, sırasıyla; "aşina, vefa, idris, öz hanımları" (2009: 505) olarak adlandırılır. Romanda birçok kadınla ilişkisiyle bilinen şeyhe yakınlık durumuna yapılan bu ironik gönderme, şeyhin "kıskançlığı en büyük günah" (2009: 283) saymasıyla bir üst aşamaya çıkar. Çünkü kendisine bağlı kadınlar onun telkinlerine sadece içtenlikle inanmamışlardır, hem birbirlerini şeyhle ilişkileri noktasında kıskanmamış ve aynı zamanda gönüllü olarak şeyhe başka kadınlar getirmişlerdir. Şeyh Baki'nin muhibbelerinden Melal Hanım'ın ironik bir havaya büründürülen şu düşünceleri, Karay'ın tekkeye bakışını özetler durumdadır:
Önceleri sadece hoşlanıyordu şimdi -kendisini de hayrete düşüren- bir imana da sahip olmuştu. İşin şiir, ilim, sır, sihir, muamma, bilhassa aşk ve bir nevi ince şehvet tarafı da vardı. Fakat bunlarda velev doğru, velev gerçek Bektaşi tarikatında ve tekkelerinde olduğu söylenen ve rakı ve meze sofralarında geçen yün hırka, pos bıyık ve dağınık sakal, kokulu kaba ihtiraslar yoktu. Ayin yapılmıyordu: başta on iki dilimli taç, göğüste on iki köşeli 'teslim taşı', Amerikan filmlerinin şark sahnelerindekini hatırlatan kıyafetler, gülünç ayinler yerine giyim kuşam modern, toplantılar ciddi ve kibardı. Bu bir salon tekkesi ve salon kadın tarikatıydı (2009: 23-24).
Kadınlar Tekkesi'nde Şeyh Baki, küçük yaştaki kadın ve kızları arzulamanın psikolojik ve dini taraflarını izah ederken, aynı zamanda yaptıklarına meşruiyet zemini kazandırmaya çalışmaktadır:
Yaşlı bir erkeğin çok taze bir kız veya kadına karşı arzu duyması ilk bakışta insana hoş görünmüyor; estetik tarafı kusurlu olduğundan dolayı bunu ayıp sayıyoruz; hâlbuki tabiata uymayan ciheti yok. Tıbbın ruh delaleti nevine soktuğu kadın veya erkek öyle huyda tipler var ki bilakis yaşların birbirlerininkine uymamasından heyecan duymaktadırlar. Bunun için kime zararı dokunuyor? Nitekim ruh ve beden terbiyesini sağlayan dinler birçok delaleti men etmişler, yaş hadi koymaya kalkışmamışlardır_ Hatta bizzat peygamberler yaş farkına hiç aldırmamışlardır (2009: 220).
Şeyh Baki'nin göz koyduğu son kadın olan Neşide için Melal Hanım çekincesiz konuşurken iki yönüne dikkat çeker, körpe ve cahil. Muhibbelerin görevi bu türden genç kadınların şeyhe yakınlaşmasını sağlamak üzere yarışmak oluyor:
Mamafih Neşide güzel bir taze_ Çok körpe_ Teni altın sarısı, vücudu da maden gibi sert_ Değil mi, siz de öyle bulmuyor musunuz? Tahsil, terbiye kıtlığından dolayı konuşunca yavanlaşıyor ama fizik tarafı, estetik bakımdan cidden kusursuz. Belki kültürsüzlüğünden ileri gelen yarı vahşiliği ona bir nevi seksapel de veriyor (2009: 22).
Nur Baba, Yeşil Gece ve Kadınlar Tekkesi'nde tekke ve zaviyeler, dini vecibelerin yerine getirildiği mekânlar olarak değil de, din görüntüsü altında maddi çıkarların, şehevi arzuların tatmin edildiği yerler olarak yansıtılır. Gerçeklikte, kimi zaman belki istisnai olarak görülebilecek bu türden kişi ya da durumların, bu kurumların asıl özelliğiymiş gibi yansıtıldığı, dolayısıyla bilinçli bir çarpıtmanın tercih edildiği gözlenmektedir. Yazarların din adı altında faaliyet gösterip de dinin ruhuyla hiçbir şekilde bağdaşmayan bir anormal durumu afişe etmek suretiyle toplumsal bir bilinçlilik uyandırmayı hedeflediği söylenemez. Aksine, bazı kurumlarda görülebilecek kimi olumsuz örnekleri temel dayanak yaparak, toptancı bir karşı duruş sergilediğini, bunun da söz konusu eserlerin yazıldığı dönemin politik algısıyla paralel bir ideolojik bakış olduğunu söylemek lazım. Tekke müdavimlerinin tümü, toptancı bir bakışla sürü gibi gösterilmek istenmiştir. Yazar bu bakışı yansıtırken, çok kısa süre öncesine kadar bir din devletinin bakiyesi olan insanların devam ettiği kurumlardan söz etmiyor gibidirler. Adeta, biçimsiz, lüzumsuz ve modern çağ için görüntü kirliliğine neden olan toplumsal bir yapıdan söz eder gibidirler. Argümanlarına kanıt diye öne sürdükleri durum ve görüntüleri de uzaktan, dışlayıcı ve kimi zaman da aşağılayıcı bir dille yansıtmışlardır. Kimi çıkarcı insanların dünyası, tüm dinin dünyası imiş gibi, yerine göre karikatürize edilerek, yerine göre alay edilerek, ama her seferinde de dışlanarak ele alınmıştır. Kuşkusuz bu karşı çıkış tekkeler üzerinde bizzat İslamiyet'e ve Müslüman kimliğine karşıdır. Ancak çarpıklık, yazarların doğrudan İslam'ı karşılarına alacak denli cesur davranamayışından kaynaklanmaktadır. Kimi olumsuz tarikat görüntüleri üzerinden insanların dini yaşama biçimleri değersizleştirilmekte, onları bir arada tutan bağlar, hurafe, çarpıklık, çıkar ve sapkınlık formatı içinde lanse edilmektedir. Bu çarpık bakışın izleri, söz konusu romanların olay anlatımlarında, kişi kurgulamalarında, üslubunda, satır aralarında, romanların alt metinlerinde hatta imla ve noktalamalarda dahi açık şekilde gözlenmektedir. Üç eserde de dile gelen tamamıyla haklı, tutarlı olabilecek durumların varlığı, bu gerçekliği değiştirmez.
İncelediğimiz romanlardaki bütün dini kişilikler, dini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmamışlardır. Aralarında gerçek din adamı olarak doğruyu arayan ve doğru yolu gösterenler de bulunmaktadır. Bu kişiler, bazen kahraman bazen de çok fazla göz önünde bulunmayan insanlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Romanın silik bir yönünü oluştursalar da varlıklarını göz önünde bulundurmak gerekir.
Nur Baba romanında bu tiplere rastlamak nerdeyse imkânsızdır. Kişiler, genel anlamda birbirine benzer inanç boyutundadır. Ancak Bektaşi Babası olan Afif Baba'nın eşi Celile Bacı'yı, her ne kadar sonradan Nuri'nin (Nur Baba) eşi olsa da, ayrı bir kefeye koymak gerekir. Celile Bacı, Bektaşiliğin özüne içtenlikle inanan biridir. Bacı'nın, Nur Baba tekkesindeki bir ayin esnasında;
Allah'ı severseniz, siz bari böyle demeyin beyefendi. Siz ki dergâh nedir bilirsiniz, tarikatın erkânına benden ziyade vakıfsınız. Bana söyleyin, böyle meydan, böyle muhabbet nerde gördünüz? Baba kendinden geçmiş, evlatlar her istediğini yapar. Rapt yok, zapt yok, lokma zamanı ise hiç belli değil. Bunun sonu neye varır böyle? (2010: 23)
şeklindeki yakınması, gerçek Bektaşi ayinleri ile yozlaşmış tekke ayinleri arasındaki farka dikkat çekmekte ve Bacı'yı romanın yoldan çıkmış diğer karakterlerinden ayrı bir yere konmasına gerekçe oluşturmaktadır.
Yeşil Gece'nin Şahin Efendi'si, henüz çocuk yaşında başına bir yeşil sarık giydirilen, "bir gün bütün dünyayı gölgesi altına alacak yeşil bayrağın bir gönüllüsü" (Tarihsiz a: 19) olarak yetiştirilmek istenmiştir. İlmiyeden olan babasının bu isteği tabii görülebilir. Ancak önemli bir sorun vardır ki; mevut dini müesseselerin, medreselerin, çoğu onun şimdiki bakışına göre çağdışı kalmış ve bu müesseselerdeki din adamları, dini kendi emellerine alet olarak görmeye başlamışlardır. Laik bir eğitimden geçtikten sonra bakışı tamamen değişen Şahin Efendi, medreselilere karşı mücadele eden mekteplilerin safında yerini alır. Özellikle öğretmen olarak gittiği Sarıova'da bu uğurda bir mücadele adamı olarak görev üstlenir.
Şahin Efendi, artık işlevini kaybetmiş, yanlış yola sapmış medreselerin yok olması; bunların yerine yenilikçi okulların açılması gerektiğine inanır. O, medreselerin 'sisli' atmosferine karşılık, yeni okulların 'gerçek mücevher ışığı' yayacağı düşüncesindedir. Arkadaşı Rasim'e mektep ile medrese arasındaki farkları anlatırken, yenilikten yana tutum takınır ve yüzyıllara rengini veren 'karanlık', 'sisli' yeşil ışığın, yerini 'mücevher ışığı'na terk edeceğini öne sürerken, yeni dönemin ideolojik halesi içinden konuşmaktadır:
Bak şu yeşil türbe kandiline Rasim, medresenin ilim ve nur dediği şey bu sisli ışığa benzer. Hep böyle mezarları, insana kasvet ve ümitsizlik veren şeyleri aydınlatır; erişebildiği yerdeki eşyanın şeklini, rengini değiştirir her şeyi korkulu vehimler ve hayaller şekline sokar... Bir ışık ki sekiz on adım ötesinde yine gece vardır. Asırlardan beri nur diye hep bu yeşil gece'nin içinde yaşadık. Ben aydınlık diye ona derim ki beş altı saat sonra doğacak gün gibi her yeri, her köşeyi berrak bir mücevher ışığında boğar... Bu yeşil Gece'ye nihayet verecek gün bizden, yeni mektep dediğimiz bu kötü, karanlık viraneden doğacaktır (Tarihsiz a: 69-70).
Şahin Efendi bu hissiyat içinde, Sarıova'da öğretmenlik yaptığı sırada kendisi gibi düşünen Mühendis Necip, Rasim, Komiser Kazım ile birlikte "softa" sıfatıyla genelleştirdiği dindarlara karşı mücadele içine girer onlara karşı yakın bir gelecekte başarılı olacağına dair güçlü bir umuda sahiptir:
Yüreğimizin acısı bizi bazen haksız ve bedbin yapıyor, softalığın milleti baştanbaşa çürüttüğünü, söylüyoruz. Fakat hastalık, sandığımız kadar derin ve geniş değil. Softalar okuryazar takımını ve kendi ordularına aldıkları bir kısım çocuklarımızı berbat ettiler... Fakat işi gücü, çoluğu çocuğu, hâsılı kendi dünya gailesiyle meşgul asıl halk üzerinde derin tesirleri olmadı... 'Asırların yaptığı bir zihniyeti yıkmak ve yenisini yapmak için yine asırlar lâzım' diyenlere pek hak vermemeli. Milletin asıl büyük bir kısmı bu Komiser Kâzım Efendiye benziyor. Onları yataklarında sayıklatıp terleten kâbuslarından uyandırmak için müşfik bir elle hafifçe silkeleyip sarsmak kâfidir. Gün ışığı, dünya ışığı gözbebeklerine değdiği gibi gönülleri, beyinleri de çabucak aydınlanıyor... Bu memleketin halkı hiçbir zaman - görünüşe aldanarak zannettiğimiz gibi tam mutaassıp, tam hurafe ve İsrailiyat hastası olmadı. Softanın pençesinden kendini hiçbir zaman kurtarmamakla beraber, softaya karşı daima emniyetsizlik ve nefret gösterdi_ (Tarihsiz a: 93-94).
Miskinler Tekkesi'nin aydını, Kocabaşların son torunu olan dilencinin yanına aldığı çocuk, yani İsmail'dir. İsmail belli bir yaşa kadar baba bildiği dilenciyi sever fakat yaptığı işi öğrenince ondan utanır ve uzaklaşır. İsmail yatılı okullarda burslarla okuyup Avrupa'ya gitmiş ve orada mimar olmuştur. Evlendikten sonra gelip baba bildiği dilencinin elini öper ve onu hâlâ çok sevmektedir. Miskinler Tekkesi'nin kahramanı olan dilenci, İsmail'i gayretinden ve başarısından dolayı kıskanmakta aynı zamanda onu sevmektedir. İsmail'in Mevlana'ya ve Mesneviye olan içtenlikli sevgisi yani dini değerlere gerektiği gibi bakması; hayatı boyunca dini değerleri istismar ederek dilenen dilenci için ağır bir durumdur. Ancak dilenci, İsmail'in sayesinde romanın sonunda şunu fark eder ki; din doğru yaşanmalıdır ve dini değerler kötüye kullanılmamalıdır. Bu bağlamda Miskinler Tekkesi romanı dilencinin şu sözüyle son bulur: "Sadakalarımın en muhteşemini ben, senden aldım İsmail" (Tarihsiz b: 208).
Kadınlar Tekkesi'nde, sahte din adamları ve onlara kanmış cahil yandaşları içinde gerçek din adamı, aydın diyebileceğimiz bir kişi vardır: Şeyh Baki'ye zıt bir karakterdeki Fikri Can Bey. Dini, gerektiği gibi yaşar ve yardıma muhtaç insanlara doğru yolu gösterir. Sahte Şeyh Baki'nin elde etmek istediği Neşide'yi onun elinden kurtaran ve hayata bağlayan Fikri Bey'dir. Fikri Bey'e gönül vermiş Ayetullah Bey'in "[b]akalım, hakiki kamalat sahibi bir zatla bir düzenbaz arasındaki şu mübarezede (mücadelede) hangi taraf galip çıkacak?" (2009: 592) sözü gerçek din adamları ile sahtelerinin her zaman mücadele içinde olduklarını göstermektedir. Ele aldığımız romanların tümünde, dini kötüye kullananların sayısının aydınlardan, gerçek din adamlarından oldukça fazla olduğu görülmektedir.
4. Eleştiriler
4.1. Yazar ve Esere Yönelik Eleştiriler
Olumlu ya da olumsuz hemen her yazar veya eser eleştirilmektedir. Ancak bazı konular vardır ki beraberinde hayli büyük sıkıntılar getirir. Din ve Bektaşi tekkeleri işte bu konulardandır. Bu bağlamda incelediğimiz romanlar ve dolayısıyla yazarlar da yoğun eleştirilere maruz kalmışlardır.
Nur Baba'nın kitap olarak yayımlanmasının hemen ardından edebiyat dünyasında eleştiri sesleri yükselir. Ahmet Haşim ve Halide Edip'in değerlendirmelerini, Gariper ve Küçükcoşkun şöyle dile getirirler:
Ahmet Haşim, Nur Baba'nın yayımlanmasının yarattığı tartışmalara temastan sonra Yakup Kadri'nin mizacı ve sanatkâr kişiliği ile romanı arasında ilişki kurma yolunu seçer. Nur Baba vesilesiyle Yakup Kadri'nin isminin her ağızda dolaştığını, şahsının 'bin türlü münakaşaların' konusu olduğunu söyleyen yazar, 'denilebilir ki İstanbul Nur Baba'nın badesiyle sarhoştur' diyerek romanın yayımlandığı sırada yarattığı etkiyi ve karşılaştığı tepkileri biraz abartılı şekilde ifade etmiş olur. Ahmet Haşim'e göre Nur Baba romanıyla Türk edebiyatı sanatkârla eser arasındaki kopukluğu aşmış, sanatkârla eserin birbirine benzediği ve uyum içinde olduğu yapıya kavuşmuştur (2008: 3).
Halide Edip, Nur Baba'yı konusunun basitliğine rağmen okuyucu üzerindeki etkisi ve sürükleyiciliği bakımından bir deha eseri olarak gördüğü Knut Hamsun'un Pan romanına benzetir. Ona göre Yakup Kadri, bu romanıyla okuyucularına alışık olmadığı bir dünyayı tanıtmıştır. Romanın Akşam gazetesindeki tefrikası sırasında çıkan olumsuz eleştirilere de dikkat çeken yazar, romanı 'millet olarak kazanılmış bir muharebe kadar' önemli bulur (2008: 4).
Nur Baba, Bektaşi tarikatçıları tarafından da yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Bunu, Karaosmanoğlu bizzat kitabın izahında şöyle dile getirmiştir:
Yalnız sağdan soldan işitiyorum ki, Bektaşi ayinlerini alenen tasvir ve hikâye etmekle hainane bir boşboğazlıkla bulunmuşum ve bu tarikat ehli tarafından bizzat bu ayinlere kabul edilmem suretiyle hakkımda gösterilen emniyet ve itimadı suiistimal etmişim." (2010: 11-12).
Nur Baba dolayısıyla gösterilen tepkiler bunlarla sınırlı kalmamış, Yakup Kadri bizzat sözlü olarak da eleştirilmiştir:
Bektaşiler namına söz söyleyen bu adam, kendisiye münakaşaya tenezzül etmediğimi görür görmez, kırılan haysiyetini benim haysiyetime ve namusuma taarruz etmek suretiyle tamire kalkıştı. Hâlbuki benim en kuvvetli tarafım kalemimden, ilmimden, irfanımdan ziyade haysiyet ve namusum olduğu için, bana vurulmak istenen yumruk bir duvara tesadüf eden yumruklar gibi ancak sahibinin elini acıttı_ (2010: 19).
Bu ifadelerde Karaosmanoğlu'nun, romanını yazmak için Bektaşi ayinlerine katıldığı gerçeği de ortaya çıkar.
Yeşil Gece, dine karşı sert eleştiriler içeren bir romandır. İnci Enginün, gerçek dinarlarla dini kendi çıkarları uğruna kullananlar arasındaki ayrımı belirginleştiren bu tür eserlere ihtiyaç olduğu düşüncesindedir:
Bir din eğer birtakım softaların elinde, onların şahsi yorumlarından ibaret sayılırsa, elbette Yeşil Gece de daha önce benzer ithamları paylaşmış olan Halide Edip'in Vurun Kahpeye si de dine karşı eserlerdir. Ben bu iki eserin de İslamiyet'e değil, İslamiyet'i kendi çıkarları için mahiyeti dışında yorumlayanlara karşı görüyor ve bu tür tezli eserlere ne kadar ihtiyaç olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum (2007: 274).
Ele alınan romanlarda yönetici kadroya, hükümete karşı eleştiri olmakla birlikte; hepsinin ortak özelliği, öz itibariyle yönetimin fikirleriyle uyuşmalarıdır. Nur Baba'da tekke ve zaviye gibi dini müesseselerin yozlaştığı, bozulduğu artık doğru iş yapamaz olduğu, hatta topluma ahlaki olarak büyük zarar verdiği tezi işlenmiştir. Yeşil Gece' de roman kahramanı Şahin Efendi ömrünü; işlevini ve içtenliğini kaybettiğine inandığı din adamları ve dini müesseselerle mücadele ederek geçirmiştir. Her fırsatta köhneleşmiş zihniyet ve yapılara karşı olduğunu dile getirmiş, yenilik taraftarı biridir.
Miskinler Tekkesi'nde Meşrutiyet ve Cumhuriyet'le birlikte gelen yenilikler, özgürlükler savunulmuştur (Tarihsiz b: 138). Ancak haksız kazanç sağlayanlar eleştirilmiş, din istismarcılığı olan dilencilikten daha aşağı bir konumda görülmüştür. Romanın kahramanı dilenci vicdan azabıyla şöyle düşünür:
Nedir bu yüreğimi ağır ağır kemiren kurt? Bir suç mu işledim acaba? Fakat dedikleri gibi bir Allah varsa ve gene dedikleri gibi bazı kullarından hesap sormak onun adetlerindense cevabım hazırdır: 'Bu sakat dilenciye gelinceye kadar çalınacak başka kapılar vardır büyük saltanatlım_ Önünde kral kıyafetiyle kapıcılar bekleyen kapılar, önünde tüfekli jandarmalar bekleyen kapılar ve daha niceleri, niceleri_ (Tarihsiz b: 123).
Kadınlar Tekkesi'nde, yoldan çıkmış tekkelere öfke duyan roman kişilerinden Binbaşı Kadri hükümeti, görevini yapmadığı gerekçesiyle eleştirir: "Bu fesat yuvasını temelinden yıkmayan hükümete yuh olsun!" (2009: 581).
Sonuç
Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının önemli isimleri olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin ve Refik Halid Karay gibi büyük yazarların, incelediğimiz eserlerinde, tekke ve zaviyeler eleştirel bir gözle ele alınmıştır. Bu yazarlar, anılan kurumların, süreç içinde yozlaştığı tezini işlemiş ve bunun için de eleştirel bir tutum içinde olmuşlardır. Ancak, Nur Baba, Yeşil Gece, Miskinler Tekkesi ve Kadınlar Tekkesi'nin alt metnindeki, 'aslında dinin gündelik hayatımızın kenarına itilmesi gerektiği' şeklindeki bir bakışı da yedeğinde barındıran bu tez, din istismarı söylemi üzerinden temellendirilmeye çalışılmıştır. Bazı uç örneklerle temsil edilen kimi göstergeler üzerinden, haklılık da içerdiği söylenebilecek bu tez, asıl mecrasından çıkarak, bizzat dinin özüne çarpık bir bakış içerdiği noktadan itibaren eleştirel bir bakışın da muhatabı olmuştur. Yazarların haklı olabilecekleri bir konuda, yazarların, 'dönemin ruhu'nun etkisine kendilerini biraz fazla kaptırdığı şeklinde bir itiraza neden olmaktadır.
Yazarlara bu kitapları yazdıran temel sürükleyici güç, dini değerlerin kişiye göre yaşandığı ve toplumsal ahlakın tehlikede olduğu gerçeğini anlaşılır kılma arzusudur. Buna bir de dönemin çağdaşlaşma çabaları eklenince, yazarlar halkın yanı olan yerlerini almakta gecikmemişler ve bu bağlamda topluma yön verecek çalışmalarda bulunurlarken, Cumhuriyet ideolojisiyle paralel bir duruş sergilemiş, eleştirilerinde insaf sınırını aşmakta sakınca görmemişlerdir. Bu makalenin odaklandığı şey, eleştirenin eleştirilebilir halde geldiği noktada bir çözümleme yapmaktır.
KAYNAKÇA
ÇANDIR, Muzaffer (2011). "İslâmî Duyarlılığın Cumhuriyet Devri Türk Şiirine Yansımaları (1923-1950)". Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. 9 (1): 165-186.
ENGİNÜN, İnci (2007). Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı. İstanbul: Dergâh Yayınları.
GARİPER, Cafer - KÜÇÜKCOŞKUN Yasemin (2008). "II. Meşrutiyet Döneminde Yayımlanan Nur Baba Romanı ve Yarattığı Akisler". Bilig: 47: 45-78.
GÜNTEKİN, Reşat Nuri (tarihsiz a). Miskinler Tekkesi. İstanbul: İnkılâp Yayınları.
GÜNTEKİN, Reşat Nuri (tarihsiz b). Yeşil Gece. İstanbul: İnkılâp Yayınları.
KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri (2010). Nur Baba. İstanbul: İletişim Yayınları.
KARAY, Refik Halid (2009). Kadınlar Tekkesi. İstanbul: İnkılâp Yayınları.
TİMUR, Kemal (2006). Türk Romanında Dinler ve İnançlar. Ankara: Elips Yayınları.
VATANDAŞ, Celalettin (2002). "Dilenciler ve Dilencilik". Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. 4 (1): 170­183.
ANONİM (2012). "Softa". http://tdkterim.gov.tr/bts/ (Erişim: 24. 01. 2012).
Soner yalçın / 02. 08. 2009
Geçen hafta toprağa verdiğimiz Nezihe Araz’ı ne kadar tanıyoruz? Ankaralı Bulgurluzadeler'in kızıydı.  Babası CHP milletvekiliydi.  Solcuydu; TKP’nin dergisinde çalıştı.  Kenan Rıfai Dergahı’na bağlıydı; ancak başı açıktı; oruç tutmaz, beş vakit namaz kılmazdı.  Hz.  Muhammed ve Atatürk sevdalısıydı.  Geliniz Nezihe Araz’ı daha yakından tanıyalım ki, ayakları Anadolu toprağına basan aydınlar hakkında biraz bilgimiz olsun!…

  Bulgurluzadeler Ankara’nın köklü ailesiydi.  Çankaya Köşkü haline gelen ilk bağ evini Mustafa Kemal’e onlar vermişti. Aile Bulgurluzadeler olarak biliniyordu; ancak soyadı kanunu çıktığında Mustafa Kemal milletvekili Bulgurluzade Rıfat Bey’e “Araz” soyadını verdi. Rıfat Araz (1879-1964) CHP milletvekiliydi.  1927-1943 yılları arasında TBMM’de Ankara milletvekili olarak bulundu. Hayatının bir bölümünü kaleme aldığı üç defteri çocukları tarafından, 3 kasım 1983 tarihinde Milli Kütüphane’ye bağışlandı. Bu defterden öğreniyoruz ki, Ziraat Bankası amirlerinden Rıfat Araz, Fransızlar’ın Şam’ı ve İngilizler’in İstanbul’u işgali sırasında Mustafa Kemal’in emriyle bankanın altınlarını bin bir güçlükle Ankara’ya kaçırdı. Milletvekili olduğu döneme kadar Ziraat Bankası’nda görev yaptı. Konya Ziraat Bankası müdürü iken kızı Fatma Nezihe dünyaya geldi. Medyada doğum yılı 1922 yazılmasına rağmen Rıfat Araz’ın defterine göre Nezihe Araz 11 Mayıs 1336’da yani 1920’de doğdu. Rıfat Bey iki evliydi; ilk eşi Adeviye’den Zeliha Mesrure, Fatma Samiye, Muhittin Rıfat, Hayrettin oldu.  İkinci eşi Müzeyyen’den ise, Mustafa Kemalettin, Celalettin, Fatma Nezihe ve Vecihe doğdu. Çok çocuklu bir ailede büyüyen Nezihe Araz hayatı boyunca hiç evlenmedi; çocuk sahibi olmadı.
 TKP’nin legal dergisinde çalıştı
 Nezihe Araz Ankara Kız Lisesi’ni ve Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi Psikoloji ve Felsefe Bölümü’nü bitirdi. O’nun için fakültedeki öğretmenleri arasında iki kişinin yeri apayrıydı. Felsefe bölümü psikoloji kürsüsünü kuran Doç Dr.  Muzaffer Şerif Başoğlu ve Doç.  Dr.  Behice Boran. Öğrencilik yıllarında öğretmenleri Muzaffer Şerif Başoğlu, Behice Boran, Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav, Adnan Cemgil’in çıkardığı “Yurt ve Dünya” dergisini elinden düşürmedi. Daha sonra Muzaffer Şerif ve Behice Boran’ın çıkardığı “Adımlar” dergisine de abone oldu.  Gönüllü olarak dergide çalıştı. Boran-Şerif ikilisinin dost meclislerinin değişmez isimlerinden biri oldu.  Örneğin 1 mayıs 1943’ü Atatürk Orman Çiftliği’nde piknik havasında kutladılar. “Adımlar” dergisinin sol/TKP çizgisinde bir yayın politikası vardı.  Avrupa’da yükselen Hitler ırkçılığı Türkiye’de taraftar bulmuştu.  Dergi bu çevrelere karşı sert eleştiriler getiriyordu.  Savaş bitip Hitler tehlikesi ortadan kalkınca hükümet solcuları baş düşman olarak görmeye başladı.  Ve Adımlar dergisini kapattı.  Muzaffer Şerif Başoğlu bir daha dönmemek üzere ABD’ye gitti ve orada çok saygın bir bilim adamı oldu. Doç.  Dr.  Behice Boran soruşturmalara rağmen okulda kaldı. Nezihe Araz’ın mezun olduğu 1946 yılında okul Ankara Üniversitesi’ne bağlandı.  Yeni kadrolar açıldı ve Nezihe Araz Behice Boran’ın asistanı oldu. 1948 yılında Behice Boran üniversiteden kovulunca, Nezihe Araz da okuldan ayrıldı. Ailesi, solcu çevrelerden uzaklaştırmak için kızlarını İstanbul’a götürdü.  Nezihe Araz doktorasını İstanbul’da yapacaktı. İstanbul Üniversitesi’ndeki görüşmelerinden sonra akademisyen olmayı istememeye başladı.  Çünkü aradığını bambaşka bir yerde, bir dergahta bulmuştu… 
Rıfai Dergahı’na bağlandı
 Nezihe Araz’ın ailesi dindardı; Mevleviliğe yakındılar. Rıfat Araz hayatı boyunca, Atatürk’ün masasında bile içki içmedi. CHP’li milletvekili arkadaşları Rasim Başara, Nuri Pazarbaşı ve CHP’nin Milli Eğitim Bakanı Esat Sagay ile birlikte İstanbul’da Rıfai Dergahı piri Kenan (Büyükaksoy) Rıfai’nin (1867-1950) vuslat meclisinde bulundu. Zamanla Rıfat Araz ile Kenan Rıfai akraba oldular; Vecihe Araz, torun Cemil Büyükaksoy ile evlendi. (Parantez açayım: Dışişleri mensubu olmadığı halde geçen hafta Vatikan Büyükelçiliğine atanan Prof.  Kenan Gürsoy da Kenan Rıfai’nin bir diğer torunudur. )Nezihe Araz’ın Kenan Rıfai’nin “tasavvuf okuluna” babası Rıfat Araz aracılığıyla girdiğini düşünebiliriz. Peki ne zaman girmişti? Bilmiyoruz. Bildiğimiz; aynı dergahtan Samiha Ayverdi’nin “Mülakatlar” adlı kitabında, Nezihe Araz 25 Mayıs 1948 tarihinde Kenan Rıfai’nin sohbetini katılanlar arasında. Şimdi çok kişinin kafasına fakültede solcu olan, felsefe ve psikoloji okumuş Nezihe Araz’ın bu kadar kısa sürede bir dergaha nasıl “bağlandığı” sorusu gelebilir. Sorunun yanıtı Kenan Rıfai’nin tasavvuf anlayışında gizli:“Kenan Rıfai tasavvufu ne Gazali gibi sırf bir ahlak anlayışı olarak kabul etmiş; ne Muhyeddin-i Arabi gibi sadece Vahdet-i Vücud’da kalmış; ne de Mevlana gibi aşkıyla dünyayı ve ahireti atlayıp geçmiştir.  Üçünü birleştirerek bir yaşam şekli haline getirmiştir. ”Kenan Rıfai’ye göre tarikat; edip, irfan ve insanlık demekti.  Zikir ve devran şekillerine, tespih, sarık, cüppe gibi kisvelere takılıp kalmak doğru değildi. Kenan Rıfai Cuma günü yaptığı sohbetler dışında sarık-cüppe giymiyordu.  Hep kravatlı takım elbiseliydi.  Fransızca, Rumca, İbranice biliyordu. Nezihe Araz’ın, Behice Boran’dan sonra Kenan Rıfai’nin “asistanı” olmasının nedeni, tasavvuf felsefesine olan inancıydı. Ancak “dergah asistanlığı” kısa sürdü; Kenan Rıfai 1950’de vefat etti. Nezihe Araz aynı yıl “Benim Dünyam” adını verdiği şiirlerini kitaplaştırdı.  Bir yıl sonra Kenan Rıfai’ye bağlanmış Samiha Ayverdi, Safiye Erol ve Sofi Huri ile birlikte, “Ken’an Rifai ve yirminci asrın ışığında Müslümanlık” kitabını yazdı. Bu süreçte gazetecilik yapmaya da başladı.  
Kralın emriyle gazeteden kovuldu
Nezih Demirkent “Medya Medya” kitabında 1950’li yılların başında basında sadece beş üniversite mezununu olduğunu yazıyor.  Bunlardan biri de Nezihe Araz’dı. Gazeteciliğe 1952 yılında Şevket Rado’nun çıkardığı “Resimli Hayat” dergisinde başladı.  Sonra aynı ekip “Hayat” dergisini çıkardı. 1953’de ilk biyografi kitabını çıkardı: “Fatih’in Deruni Tarihi”Nezihe Araz 1956 yılında DP’li Bahadır Dülger’in çıkardığı “Havadis”te çalışmaya başladı. Ancak devir Demokrat Parti dönemiydi ve muhalif olmayan bir gazeteyi satmak kolay değildi.  Gazete Nezihe Araz’ın Kabe’ye gönderip izlenim yazılarıyla tiraj almayı planladı.  Nezihe Araz gitti; “Havadis” hac tefrikasına başladı.  Ancak Mekke’den gönderilen fotoğraflar arasından istihbarat şefi Hakkı Devrim duvar dibine çömelip çişini yapan bir Arab’ın fotoğrafını koyunca olanlar oldu.  Ziyaret için İstanbul’a gelen Irak Kralı Faisal II, kendisinin Muhammed soyundan geldiğini ve böyle bir fotoğrafın kabul edilemez olduğunu söyledi.  Irak Kralı’nı Türk sevgilisi (devrin önemli bir politikacısının kızı) bile teselli edemedi. Nezihe Araz “Havadis”ten kovuldu; Hakkı Devrim de istifa etti.  Bundan sonra bu ikilinin basındaki yolculuğu hep aynı oldu.  1957-63 yılları arasında “Yeni Sabah”ta çalıştılar.  Meydan Mecmuası’nı çıkardılar.  Meydan Laousse, Türkiye (1923-1974) ansiklopedileri ve Kaynak Yayınları yayın kurullarında bulundular.  Mevlanı’nın “Aşk”ı
 Nezihe Araz’ın 1959 yılında çıkardığı “Anadolu Evliyaları” adlı kitabı çok ses getirdi; satış rekoru kırdı.  Elli evliyanın anlatıldığı kitapta son evliya Kenan Rıfai’nin annesi Hatice Cenan Sultan idi. Daha sonra “Peygamberler Peygamberi Hazreti Muhammed”, “Peygamberlerin Torunları” Yunus Emre’nin hayatını yazdığı “Dertli Dolap”, “Mevlana’nın Romanı”, “28 Peygamber”, “Çocuk ve İslam”, “Gelin Canlar Bir Olalım” adlı eserleri yazdı. Mevlana dönemindeki ilahi ve dünyevi aşkı konu ettiği “Aşk” romanıyla satış rekorları kıran Elif Şafak’ın bu rekorunu, aynı konuyu işleyerek yıllar önce “Aşk Peygamberi” romanıyla Nezihe Araz da kırmıştı! İlginçtir, Rıfai Dergahı’ndan Samiha Ayverdi’nin aynı konuyu işleyen romanının adı da; “Aşk Budur”! Nezihe Araz’ın yazdığı , “Bozkurt Güzellemesi”, “Öyle Bir Nevcican”, “Ballar Balını Buldum”, “Savaş Yorgunu kadınlar” adlı tiyatro eserleri Devlet Tiyatroları’nda sahne aldı.  Afife Jale ve Avni Dilligil tiyatro ödüllerini kazandı. “O Kadın”, “Ekmek Kavgası”, “İhtiras Fırtınası”, “Hanım” filmlerinin senaryolarını yazdı.  1980’li yıllarda TRT’de sabahları yayınlanan “Hanımlar Sizin İçin” programını hazırlayıp sundu.  
Atatürkçü bir sufi
 Nezihe Araz dindardı.  Bir dergaha bağlıydı.  Ama hayatı boyunca saçını örtmedi.  Beş vakit namaz kılmadı; oruç tutmadı. Erkek meclislerinden kaçmadı.  Kendini hiç ikinci sınıf görmedi.  Meyhaneye gidip rakı da içti, Nesimi’den şarkı da söyledi. Kimsenin günlük yaşamına, hayat felsefesine karışmadı.  . Siyasete ilgi duymadı; kendini hep partiler üstü gördü. Atatürk’e hayrandı.  Son eserini 1993 yılında Mustafa Kemal ile Latife’nin ilişkisi üzerine yazdı: “Mustafa Kemal’le 1000 Gün. ”Hayatının son günlerini İstanbul Maltepe Huzurevi’nde geçirdi.  Alzheimer olmuştu. Kimseyle görüşmek istemedi.  35 kiloya kadar düştü. 25 Temmuz 2009 tarihinde bu dünyadan göçtü. Bakınız; son yıllarda Türkiye, çıkarılan “ikilikler yüzünden” çok gerildi.  Şimdi söyler misiniz, Nezihe Araz kimden?Biliniz ki; Nezihe Araz Türkiye’dir… 
KADINLAR TEKKESİ
 Daha önce yazdım: Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’dan Anadolu’ya gelen tarikat, dergah, cemaatler arasında günlük hayatı yaşayış ve yorumlama konusunda büyük kültürel farklılıklar var. Bırakınız farklı tarikatları, aynı tarikatların farklı yaşam biçimlerini görebiliyoruz. Örneğin, Osmanlı’nın parçalanış süreciyle, Balkanlar’dan Anadolu’ya gelmiş bir Nakşibendi dergahı ile Irak’tan Anadolu’ya gelmiş bir Nakşibendi dergahı arasında büyük kültürel uçurumlar var. Kenan Rıfai Selanikli’ydi.  Galatasaray ve Alyans’ta okudu; hukuk öğrenimi gördü.  Yıllarca çeşitli okullarda Fransızca öğretmenliği yaptı. Kenan Rıfai’nin dergahında kadın müritlerin fazlalığı ve onların kapanmayıp çağdaş tarzda giyinmeleri, sohbet toplantılarında kadın erkek karışık oturmaları bazı dini çevreleri rahatsız etti.  Bu çevreler dergahtaki kadınların mayoyla dolaştıkları yalanını bile dillendirdiler. Kenan Rıfai ve gönül dostları kadınlar edebiyatçıların bile dikkatini çekti. Refik Halid Karay “Kadınlar Tekkesi” romanını yazdı. Romana göre tekkenin kurucusu Şeyh Baki, divandan okuduğu güzel kasidelerle ve mistik melodilerle İstanbul'un soylu asil dul - hatta şen dul- kadınlarını kendine bağladı.  Kadınlar varlıklı oldukları için şeyhin bir eli yağda bir eli baldaydı.  Ancak bir gün şeyhin karşısına aşk-ı didem dediği Neşide çıktı. Vahdet-i Vücut’a inanan şeyh Baki, Allah'ın suretinin Neşide'ye nakşettiğini iddia etti. Altmış sekiz yaşında gerçek aşkı bulan bir şeyhin hayatı ve kendine sebepsiz bağlanan sonra yine sebepsiz kaçan güzel Neşide'nin garip öyküsüydü; “Kadınlar tekkesi. ”Refik Halid Karay romanın önsözünde “gerçek yaşam öyküsüdür” diye yazmıştı. Refik Halid Karay’ın hangi dergahı anlattığı kuşkusuz sadece tahminler düzeyinde konuşuldu. Diğer yanda, Kenan Rıfai dergahı poştnişine hep kadınlar oturdu. Zaten ilk oturan da Kenan Rıfai’nin annesi Hatice Cenan Sultan’dı. Kenan Rıfai’den sonra dergahın başına ne çocukları ne de eşleri geçti. Samiha Ayverdi ve onun ölümünden sonra da Cemalnur Sargut bu görevi aldı. Dergah; Kubbealtı Yayıncılık, Kubbealtı Akademisi gibi faaliyetlerine günümüzde de devam ediyor.  Behice Boran’dan Safiye Erol’a  Kenan Rıfai’ye bağlanan kadınların çoğunluğu Nezihe Araz gibi üniversite mezunuydu. Hepsinin eli kalem tutuyordu; çeşitli kitaplar yazdılar. Örneğin, Safiye Erol’un Maçka Palas A Blok 16 numaralı dairesinde bir araya gelip Mevlana’nın Mesnevi’sini Türkçe’ye kazandırdılar. Nezihe Araz’ı Behice Boran’dan sonra en etkileyen kadınlardan biri de, Almanya’da filoloji öğrenimi gören, öğretim üyesi, yazar Safiye Erol’du.  O da Nezihe Araz gibi Kenan Rıfai’ye 1948 yılında bağlanmıştı. “Ülker Fırtınası” romanıyla edebiyat dünyasında önemli bir yer edinen Safiye Erol’u günümüzde artık pek kimse tanımıyor. Nezihe Araz, Safiye Erol’un ölümü ardından, 5 Ekim 1964 Düşünen Adam dergisinde şöyle yazdı: “ Fakat bana asıl, Safiye Erol gibi değerli bir kadının dünyamızdan çekilişine karşı gösterdiğimiz inanılmaz kaygısızlık, lakaydi, ve biganelik güç geliyor. ”Ona göre Safiye Erol, çağın avare ve vefasız çocukları için fazla gelen bir dozdu. Prens Said Halim Paşa, Safiye Erol’a değerli bir pırlanta kolye hediye etmişti.  Safiye Erol vefat edince vasiyeti gereği bu kolye Nezihe Araz’a verildi. Uzatmayayım:Türkiye, ne Behice Boran ne Safiye Erol ne de Nezihe Araz gibi yiğit kadınlarını tam anlamıyla tanıyor.  
Soner Yalçın/ Odatv. com
AYDINLIK, 4 Ekim 2011
Halide Hanım, "eser-i deha" demişti, Yakup Kadri 1921 yılında yazdı, "olay oldu. " Devr-i Cumhuriyet'te Mustafa Kemal Paşa Hazretleri Baba'yı merak ile Çankaya'ya davet etti.  "Bu mu" dediğini biliyoruz.  Tarikatlardaki bozulma üzerinedir; şimdi okunması zamanlıdır.  "Nur Baba" yepyenidir ve her yerde var.  Sadece bir Bektaşi Dergahı değil, çok daha fazlasına hazırlıklı olmayı öneriyorum.  Bu yepyeni mükemmel romanı okurken "Eyes Wide Shut" filmini şart görüyorum; bu bir seks ayini, daha açıkçası grup seks filmiydi.  Grup sekse biz mum söndü diyoruz, başlarken hatırlatıyorum.   Yalnız bu mum söndü ve daha ilerisi, çırılçıplak muaneka ve kucaklaşma, Nur Baba vesilesiyle ve ayrıca hep söz konusu edilmişti, ben icat etmiyorum.  Bu arada gerekiyor; Stanley Kubrick'in ibrani olduğunu söylemek durumundayım.
Özür dileyerek tekrarlıyorum, kendimle ilgili "çok mütevazı" bir tespitim var, "beni çıkarınız, ülkede son elli yılda önemli bir tartışma kalmaz" diyorum.
Yakın zamanlardaki Israel, onomastique ve sabetayizm münakaşaları benim marifetimdir.  Sabetayistler bizde Karakaşi, ismail Cem; Kapani, Nazlı Bıçak; Yakubi, Ahmet Emin Yalman, üç kol olmakla, dünyada Hıristiyan Sabetayistler, Frankistler, Müslüman Sabetayistler ve Yahudi Sabetayistler olarak geliştiler.  Kubrick'in senaryosunu yazarak yönettiği film, Viyanalı Arthur Schnitzler'in bir romanı üzerinedir.  Schnitzler bir Frankist ve film tümüyle bir sabetayizm gösterisidir, diyebiliyorum.  Tekrar gösterilmesi teklifim bakidir.  Sydney Pollock da var, Tom Cruise ile Nicole Kidman birlikte oynuyorlar; bir cinsel ayin filminde Kidman tekrar tekrar izlenebilir, sanıyorum.
Halide Hanım, tarikatlardaki cinsel bozulma ve sürüleşmeyi anlatan Yakup Kadri'nin yazdığı ayinler için, "ortaya attığı insanlarda zevk ve behimiyetinde" ifadesini kullanıyor.  Karaosmanoğlu'nun anlattığı cinsel seanslarda, "hayvanlaşma" görmektedir; ilaveten Halide Edip'e göre, "Celile" romanın baş kahramanıdır ki katılmıyorum.  Celile, önceki Mürşid'in eşi idi, Mürşid gittiği yerlerden köylü bir genç, Nuri, getirmişti ve oluverdi.  Celile bu Nuri'yi hem Baba ve hem de Koca yaptı, artık kendisi Bacı'dır.  Bunu, modern anlamda, "mama" olarak düşünebiliriz.  Celile'nin görevi Mürşid'e yeni "muhibbe" bulmaktır.  Dergah'taki ayinlerde muhibbeler yan yanadırlar ve roman, Ziba'nın yerini Nigar'a bırakmasının gerginliği ile başlamakta; Nigar'ın çöküşünü anlatmaktadır.  Her ikisi de köşklerde oturuyorlar; Ziba, Nigar'ın halasıdır.  Her yerde sürüleşme ve çöküş okuyoruz.
Tekke mi, İsmail Habib Sevük, "Tanzimat'tan Beri Edebiyat Tarihi" kitabında, çok güzel özetliyor, aktarıyorum: "Nigar'ı selefi Ziba, kendi eliyle götürmüştü.  Nigar, halefi Süheyla'yı kıskanamıyor.  Şehvetin azgın tekkesi yaşlandıkça kadında yaşı indirmektedir; ihtiyar Celile bacıdan görgülü Ziba'ya, sacında aklar dolaşan Ziba'dan taravetli Nigar'a, porsuyan Nigar'dan körpe ve bakir Süheyla'ya inen bir çıkış!" Aslında "çöküş" demek daha doğrudur; tarikatlar önce kadını ve onunla birlikte erkeği sürüleştiren teknelerdir.  Yakup Kadri Karaosmanoğlu bunu pek güzel, yer yer tiksindirerek yazıyor.  Tarikat teknelerinde kadının alçalmasını acıyla okuyabiliyoruz.
Huxley "Cesur Yeni Dünya" romanında, tarikatlardan çıkan "insanların", başka sözcük bulamıyoruz, köleliğe koştuklarını yazmıştı.  Tarikat ve tekke kadınlarında da kadınlıktan ve insanlıktan kaçış görüyoruz.  Mürşidin yatağını ve kucağını kaybedenin tek işi, mürşide yeni birisini bulmaktır.  Bu, Nur Baba'nın benzeri olan Refik Halid'in "Kadınlar Tekkesi" romanında daha açık görülüyor; şeyh veya mürşid birisine göz koyunca, eski kadınlar, büyük bir aşk ve hırsla bu körpeyi şeyhin kucağına oturtmaya çalışıyorlar.  Buradaki kölelik, "mama ruhu" çok şaşırtıcıdır.  Ne hoş, "Kadınlar Tekkesi”'nde şeyhi bilebiliyoruz, akepe hükümetince Vatikan Büyükelciliği'ne atanan Kenan Gür'ün dedesi, Rıfai Tarikatı'nın kurucusu Kenan Rıfai'dir.  Kenan Rıfai, Alyans Israelit'ten mezundu, İbrani asıllı olduğundan şüphe etmiyoruz.  
Yakup Kadri okula Fevziye Mektebi'nde başlamıştı, Selanik'te kurulmuş okullardandır, ilke olarak Sabetayist aileler çocuklarını gönderiyorlar.  Bunun önemi, Yakup Kadri'nin, Nur Baba romanı ile Bektaşilik'ten çok Sabetayizm'i eleştirdiğine inanılmasıdır, içinde böyle bir eğilim ve damar var.  Kaldı ki, Sabetayizm'in temeli olan Kabala, İspanya'da İslami sufiler ile iç içe gelişmişti.  Sabetay Sevi de Scholem'in yazdığına göre, İstanbul'da Bektaşi tekkelerine gidiyor ve ayinlere katılıyordu.  Dolayısıyla birisini hedef alırken, bir taş ile iki kuş vuruluyor.  Ben de taşları çoğaltmak üzere, Refik Halit Karay'ın da bir Karay Ibranisi ve Mehmet Akif in akrabası olduğunu ekliyorum.  "Çöküş" kitabımda varlar, her ikisi de Türkçe'yi güzel kullanıyorlar.
Celile, romanda "anne bacı", seansların icra edildiği meydan'ın sanki amiridir.  Ama zaman zaman tahammül edemiyor, "Baba kendinden geçmiş, evlatlar her istediğini yapıyor, rapt yok zapt yok" deyü yakınıyor.  Dans sabaha kadar sürüyor, mumlar sönüyor, halkımız bu durumlara "herkesin eli herkesin cebinde" diyor.  Ziba, Baha'nın yanında sanki "baş kadın", "Erenler" iledir, bazen "aman artık tahammülüm kalmadı, hiç de mi insafınız yok Erenler" yollu bağırmaktadır.  Erenler meydan'da Ziba ile hem "muakeka" halindedir ve hem de Ziba'ya, Nigar’ı ikna ile getirmesi için baskı uygulamaktadır.  Bir köle adayı peşindeyiz.
İşte tam bu sırada Frankist Schnitzler'in romanına dayalı Kubrick'in filmini seyrediyorum, ikisi arasındaki fark, filmdeki grup seks için başka sözcük bulamıyorum, solennellement diyorum, burada törenin çok gösterişli ve ağırbaşlı olmasıdır.  Ne yazık Nur Baba, fazla "à laturca" bir akıştadır.
Sevük'te var, ve hep söylüyoruz, “Nigar halefi Süheyla'yı kıskanamıyor", bunu biliyoruz, ister Eyes Wide Shut filminde, isterse bizim folklorumuza giren "mum söndü" ayinlerinde kıskanma yoktur.  Tabii, ben hep yazıyorum, kıskanma yoksa aşk yoktur, yerini behimiyet'e bırakmış durumdadır.  Çok güzel, şimdi kıskançlık yok, "pişti" var.  İki kız iki oğlan, birisi diğeri ile, sonra birden çiftler değişiyor, malum yerlerde karşılaşıyorlar, tv'ler ve gazeteler "pişti" oldular yazıyorlar.  Pişti oynuyorlar, "eş değiştirme" de diyorlar.
Dizilerdeki kızlar ve oğlanlar, ilke olarak Sabetayist'tirler.  Mankenler genellikle İzmir'den ithal ediliyorlar, Seferad'tırlar.  Vatikan için ise genellikle ibrani asıllılardan büyükelçi çıkarılmaktadır, biliyoruz.
İsimleri çoklukla İran'dan alıyoruz, "hande" farsça "gülüş", İbrani karşılığı Isak'tır, "Zib" ziynet olup "Ziba" süslü veya güzel oluyor.  Ve "Negaşten" fiiline geliyoruz, "negar", biz "nigar" diyoruz, "resim yapan" veya "resmi yapılan" demektir; böylece "güzel" anlamına ulaşıyoruz.  Yakup Kadri, Ziba ve Nigar'ın çirkinleşmesini yazıyordu, tezat'tan yararlanmaktadır.  Edebiyat'ta sıklıkla başvuruyoruz.
Final mükemmel, Macit ablası Nigar'ı kurtarmaya kararlıdır, çağırıyor, buluşuyor, ablasına acımakla tiksinme arasında gidip geliyordu.  Macit artık Nigar'ı götürmek üzeredir.  Nigar birden "bu işe mutlaka onunla birlikte karar vermemiz icap eder" dedi.  O, Baha'dır.  Nefret Macit'in her yanını doldurmuştur.  Bıraktı, elini sıktı; tarikat, ablasını başka bir yaratık yapmıştı, artık tek başına karar veya oy veremezdi.  Nigar'ı korumadı, bıraktı.  Bitirmiş oluyorum.
Edebiyat tarihçilerine zeyl'im var, pek roman okumazlar, bu son, Goncarov'un Oblomov'undan esinlenmedir.  Gonçarov'un bu klasik romanında, Oblomov'un eski sevgilisi; Alman asıllı, başarılı, Rus, genç iş adamı eşiyle Oblomov'un yanına geliyor, kadın kapıda bekliyor.  Genç kapitalist giriyor, sonra dışarı çıkıyor, Oblomov'un sevgilisi de içeri girip onu görmek istiyor; ama hayır, içeride artık başka bir yaratık vardır.  Bunun üzerine kadın gözleri yaşlı oradan ayrılıyor.  Müthiştir.
 ***
Seferad: Bizde Yahudiler üç bölüktürler, "romanyot", İspanya Yahudiler'i gelmeden önce bu topraklarda yaşayanlardır, "rumi" demektir, İspanya'dan gelenlere "Seferad" diyoruz, ibrani, İspanyol anlamındadır.  Almanya ve Polonya'dan gelenlere "Aşkenaz" deniyor, Israel'de Aşkenazlar hakimdirler.
Frankistler: Sabetay Sevi din değiştirince, Frank, Hıristiyan-Sabetayizmi seçti.  Frankistler'de grup seks çok daha yaygın ve coşkuludur.
Oblomov: Ünlü Rus edebiyatçısı Ivan Gonçarov'un başyapıtı.  Gonçarov yapıtı önce 1847 yılında "Oblomov'un Düşü" adında bir uzun öykü olarak tasarlamış, daha sonra bu kısmı da dahil ederek roman biçimindeki tam halini 1859 yılında basmıştı.  Soylu bir ailenin vârisi olan Oblomov, romanın epey uzun bir kısmı boyunca yataktan kalkmayan, taşradaki çiftliğinden gelen gelirle beslenen, çalışmamak için sürekli bahane bulabilen ve sevmekten korkan bir tembellik, uyuşukluk simgesiydi.  "Oblomovluk" başta Rus edebiyatı olmak üzere, bütün dünya edebiyatını etkiledi ve başka dillerdeki sözlüklere girerek gündelik yaygınlık kazanmış bir kavrama dönüştü.
Twitter: @GazeteVatanEmek

Teşvikiye Camii’nde düzenlenen cenaze töreniyle ebediyete uğurlanan Mesut Yılmaz’ın annesi Güzide Yılmaz, Rıfai Dergâhı’na intisap etmişti.
Ne oğlunun başbakanlık yıllarında ne de sonrasında ortalarda gözüktü.
Geçen hafta çarşamba günü Türkiye’nin gözü kulağı Fatih Camii’ndeydi. Ülkenin tanınmış işadamlarından Sabri Ülker’in cenazesi Fatih Camii’nden kaldırılacaktı. 28 Şubat’ın sakıncalı işadamları listesinin başında yer alan Sabri Ülker için binlerce kişi cami avlusunu doldurdu. Başbakan Erdoğan’dan iş dünyasındaki en büyük rakiplerine ve burs verdiği öğrencilere kadar binlerce isim vardı. Aynı gün, aynı saatte başka bir isim daha uğurlanıyordu son yolculuğuna. Eski başbakanlardan Mesut Yılmaz’ın annesi Güzide Yılmaz vefat etmiş, cenaze töreni için Teşvikiye Camii uygun görülmüştü. Güzide Yılmaz, 87 yaşındaydı. Oğlunun başbakanlığını görme bahtiyarlığını yaşamış şanslı isimlerdendi.
AYVERDİ’NİN CENAZ TÖRENİNDE
Güzide Yılmaz ne oğlunun başbakanlık yıllarında ne de sonrasında ortalarda gözüktü. Evinin kapılarını hiçbir zaman gazetecilere açmadı. Oysa bazı köşe yazarlarıyla, oğlu siyasete girmeden önce görüşüyordu. Ancak ne onlara ne de sonrasında görüşmek isteyen gazetecilere tek bir kelam ettiği duyulmadı.
Objektiflere yakalandığı nadir anlardan biri Samiha Ayverdi’nin cenaze töreniydi. 22 Mart 1993’te hayata veda eden Ayverdi, İstanbul Merkez Efendi Camii’nde kılınan namazın ardından, yine aynı caminin haziresinde toprağa verildi. Ayverdi romanlarıyla, yazılarıyla tanınan, Osmanlı hayranı muhafazakâr muhitlerde adından övgüyle bahsedilen bir yazardı. Ancak Ayverdi’nin bundan çok daha önemli bir özelliği vardı: İslam tarihinin bilinen ilk kadın ‘şeyh’iydi. Dergâhın kurucusu Kenan er-Rıfai’nin vefatının ardından Rıfai Dergâhı’nın başına geçmişti.
MAAİLE CENAZEDE
Ayverdi, bir bayram günü son yolculuğuna uğurlandı. Dergâhın diğer önemli isimleri gibi Merkez Efendi Mezarlığı’nda ölümünden yıllar önce hazırlanmış mezarına defnedildi.
Peki Güzide Yılmaz’ı maaile cenaze törenine getiren sebep neydi? Güzide Yılmaz yıllar önce Rıfai Dergâhı’na intisap etmiş, Ayverdi’nin ya da dergâh mensuplarının hitap ettikleri şekliyle “Samiha Anne”nin bağlısı olmuştu. Tıpkı ailesinin diğer fertleri gibi. Rıfai Dergâhı’na bağlanan ünlüler arasında sadece Güzide Yılmaz yoktu. İçinde meşhur ressam Fahrünnisa Zeyd, seramik sanatçısı Füreya Koral, ressam Aliye Berger, yazar Cevat Şakir Kabaağaçlı, tiyatrocu Şirin Devrim gibi isimlerin de yer aldığı Şakir Paşa ailesinden müdavimleri de vardı.
Ünlü yazarlar Nihat Sami Banarlı, Safiye Erol, Ekrem Hakkı-İlhan Ayverdi çifti, Enis Behiç Koryürek, Nezihe Araz ilk akla gelen isimlerdi. Kadın şeyhiyle, modern görünümüyle,mensuplarının entelektüel seviyeleriyle diğerlerinden hemen ayrılan dergâhın kurucusu, Kenan er-Rıfai’ydi. 7 yabancı dili akıcı bir dille konuşan, Galatasaray Lisesi mezunu Kenan er-Rıfai, bilinenden çok farklı bir şeyh portresi çiziyordu.
İlk mürşidi annesiydi
Kenan er-Rıfai, Filibeli Hacı Hasanzâde Abdülhalim Bey isimli bir devlet memuru ile Filibe Hanedanı’na mensup Hatice Cenan Hanım’ın oğlu olarak 1867’de Selanik’te dünyaya geldi. Baba tarafı aslen İstanbullu olmakla beraber Filibe’ye göç etmiş bir aileydi. Anne ve baba Kenan er-Rıfai’nin çocukluk yıllarında boşanmışlardı. Anne Hatice Cenan artık bütün varlığını oğlu Kenan’a adayacaktı. Kendi ifadesiyle Kenan Rıfai’nin ilk mürşidi annesiydi. Daha sonra annesinin de mürşidi olan Ethem Efendi’ye bağlanır. Kadiri Şeyhi olan Ethem Efendi, Posta Nezareti’nda çalışan bir memurdur. Kenan er-Rıfai ilk tasavvuf eğitimini Ethem Efendi’den alır. 4 yıl boyunca sadece ekmek ve zeytin ile riyazet yapar.
Dört yılın sonunda Ethem Efendi, Kenan er-Rıfai’ye Kadiri icazeti verir. Yıllar sonra Mevlana ailesinden Mevlevi icazeti, Medine’deki Rufai dergâhından da Rufai icazeti alacaktır. Dokuz yaşında Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’ne yatılı olarak verilen Kenan Rıfai burada hem Doğu hem Batı kültürüyle yetişir. Recâizâde Mahmud Ekrem, Muallim Nâci, Muallim Feyzi, Zihni Efendi, hocalarından belli başlılarıdır. Mekteb-i Sultani’de mükemmel öğrendiği Fransızca’nın dışında Arapça, Farsça, Latince, Rumca ve ailesinden dolayı Çerkezce de bildiği diller arasındadır.
Hayatının son dönemlerinde “geleceğin dili İngilizce olacak” diyerek bu dili öğrenmelerini tembih ettiği gibi, 80’li yaşlarındayken kendisi de İngilizce çalışmaya başlar. 1900’lerin başında Numune-i Terakki müdürü olarak İstanbul’a gelir. Ancak İttihat ve Terakki bağlantısı sebebiyle ismi mimlenen bu okul hafiyelerin ilgi odağıdır. Numune-i Terakki müdürlüğü sırasında saraya jurnallenir. Avrupa’ya kaçıp siyasi mülteci olacağı yönündeki ihbar üzerine saraya çağrılır. Sorgusundan sonra “selam ve ihsan-ı şahane” ile suçsuz olduğu bildirilir.
Süryani patriği müridiydi
II. Abdülhamit’in maarif reformları çerçevesinde Medine’de açılan İdad-i Hamid müdürlüğü kendilerine teklif edilir. Kenan Rıfai’nin Medine’ye gitmesinden önce mürşidi olan Ethem Efendi Hakk’a yürür. Bu suretle Kenan Rıfai, Medine’de bir Rufa” şeyhi olan Hamza Rıfai’nin hizmetine girer. 4 yıl boyunca görev yaptığı Medine’de bir yandan da bir Seyyid Hamza Rıfai’nin tekkesinde yolun usul ve esaslarını, âdet ve geleneklerini, tekke merasimlerini ve eğitimini öğrenir.
Hamza Rıfai’den aldığı icazet ve halifelikle artık kendisi de dergâhını açabilecek ve irşada geçebilecektir. Nitekim döndükten kısa bir süre sonra Fatih’te kendi dergâhını açıp, postnişin olarak irşat vazifesine başlar. Çarşamba günleri hanımlarla sohbete, cumalar beylerle zikre, perşembeler Mesnevi dersine ayrılır.
ANNESİNİN İSMİNİ VERDİ
Kenan Rıfai, 1908’de kurduğu “Altay Dergâhı” da denilen dergâhına, hayattaki ilk mürşidi saydığı ve ömrü boyunca büyük bir sevgi ve saygı beslediği annesi Hatice Cenan Hanım’a atfen isim verir: “Ümmü Kenan”. Torunu Kenan Gürsoy’un ifadesiyle Kenan Rifa” kendini, “Hadimi Hangâh-ı Ümmü Kenan” yani “Kenan’ın annesinin dergâhının hizmetkârı” olarak vasıflandırır.

Kapanacağı 1925 yılına kadar bu dergâha dönemin kayda değer pek çok şahsiyeti devam eder. Hatta dönemin Süryani patriğinin de intisap ettiği söylenir. O dönem ona intisap ettiği söylenen patrik, hediye olarak getirdiği seccadeyi kendi eliyle altına sermek isteyince hürmeten ona engel olur. Ancak patrik “Bu seccadede benim otuz senelik gözyaşlarım var, onun için kendi elimle sereceğim” diyerek ısrarcı olur.
Refik Halit Karay roman yazdı
Kenan Rıfai, Medine’de dört yıl süren hizmetini bitirince İstanbul’da Darüşşafaka Lisesi’ne atanır. İstanbul’un bu en önemli liselerinden birinde yıllarca müdürlük vazifesini yaparken bir yandan da dergâhında şeyh olarak hizmet görmeye devam eder. Maarif Vekâleti’nden emekli olduğu 1925’ten sonra da eğitimi bırakmaz ve 13 yıl boyunca Fener Rum Mektebi’nde Türkçe dersleri verir. Soyadı kanunuyla kendisine “Büyükaksoy” soyadını alan Kenan Rifai pek çok entelektüel, yazar, edebiyatçı, sanatçıya tesir eder. Tanınmış romancı Safiye Erol da onun terbiye halkasına dahil olanlardandır. Bir başka ilginç şahsiyet ise talebesi Sofi Huri olur. Sofi Huri, bir papazın kızıdır. Ancak “Tasavvuf ahlâkının İseviyet düsturları ile esasta el ele gittiğini” Kenan Rifai’de görerek ona intisabı seçmiştir.
1950 YILINDA VEFAT ETTİ
Müntesiplerine göre ilk iftirayı Refik Halid Karay atar. Söylendiği kadarıyla Karay’ın “Kadınlar Tekkesi” romanı hem o dönemler hem de bu dönemler için alışıldık olmayan bir ortam olan Kenan Rifai ve ihvanından ilham alarak tasavvuf ve tekke hayatına saldırgan ve tahkir edici bir üslupla yaklaşır. 1948’de felç geçirir. Şuuru gayet yerindedir ancak sağ bacağı hiç işlemez hale gelir. Son iki yılını bu halde geçirir. Aliye, Kazım ve Kainat adında üç çocuğu olan Kenan Rifai 7 Temmuz 1950’de vefat eder. Torunu Prof. Dr. Kenan Gürsoy, dinler arası diyalog çalışmalarında bulunan bir şahsiyet olarak Vatikan’da büyükelçilik yapmaktadır.
HABER: TUNCAY OPÇİN / BUGÜN GAZETESİ


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar