TELEVİZYON’UN GERÇEĞİNDEN SANSÜRE VARIŞ
Mumford, Technics and Civilization adlı
önemli kitabında, ondördüncü yüzyıldan başlayarak saatin bizi nasıl önce zamanı
ölçen, daha sonra zamanı tasarruf eden, şimdi de zamana uyan kişiler durumuna
getirdiğini göstermektedir. Bu süreçte biz, saniyeler ve dakikalardan
oluşan bir dünyada doğanın otoritesinin sarsılıp geri plana düşmesi nedeniyle
güneşe ve mevsimlere saygı göstermemeyi alışkanlık edindik. Aslında,
Mumford’un işaret ettiği gibi, saatin icat edilmesiyle Ebediyet de insani
olayların ölçüsü ve odak noktası olma konumunu kaybetmiştir. Sonuçta, öyle bir bağ
olduğu çok az kişinin aklına gelmişse bile, saatin durmayan tiktaklarının
Tanrı’nın ululuğunun zayıflamasıyla ilgisinin, Aydınlanma filozoflarının
yazdıkları bütün bilimsel incelemelerden daha fazla olduğunu söyleyebiliriz
herhalde. Demek istediğim şu ki, saat insan ile Tanrı arasında, Tanrı’nın kaybeden taraf olarak
göründüğü yeni bir konuşma biçimi doğurmuştur. Herhalde, bugün yaşasa
Hz. Musa da emirlerine şöyle bir yenisini eklerdi: Zamanı
temsil eden hiçbir mekanik araç yapmayacaksın. Sh:20-21
**
Televizyon, görüntü ile çılgınlığın
etkileşimini mükemmel ve tehlikeli bir kusursuzluk katına çıkararak, telgraf
ile fotoğrafın epistemolojik yönelimlerini en güçlü biçimde dışa vurmayı
sağlamıştır. Üstelik onları evlerin içine kadar getirmiştir. Şimdi
biz, ilk ve en yakın öğretmeni, ayrıca çoğumuz için en güvenilir yoldaşı ve
dostu televizyon olan ikinci kuşak çocuklarla bir arada yaşıyoruz. Daha açık bir dille
ifade edersek, televizyon yeni epistemolojinin kumanda merkezidir. En ufak
çocuklar dahi televizyon izlemekten men edilmezler. En berbat
yoksulluk bile televizyondan vazgeçmeyi gerektirmez. En yüce
eğitim sistemi bile televizyonun belirleyiciliğinden kurtulamaz. Ve en önemlisi,
kamuoyunu ilgilendiren hiçbir konu (politika, haber, eğitim, din, bilim, spor)
televizyonun ilgi alanının dışında kalmaz. Yani, halkın bu konuları kavrayış
biçimi tamamen televizyonun yönelimleriyle şekillenmektedir.
Televizyon daha ince yollarla da kumanda
merkezidir. Örneğin, diğer medya araçlarından yararlanışımız ağırlıkla
televizyonun yönlendiriciliğiyle olmaktadır. Telefon sisteminin nasıl
kullanılacağını, hangi filmlerin görüleceğini, hangi kitap, kaset ve dergilerin
alınacağını, hangi radyo programlarının dinleneceğini televizyondan öğreniriz. Televizyon
iletişim ortamımızı, başka hiçbir iletişim aracının gücünün yetmeyeceği
tarzlarda bizim adımıza düzenler.
Bu noktaya küçük, ironik bir örnek olması
bakımından şöyle bir şey aklınıza getirin: Geçtiğimiz birkaç yıl içinde
bilgisayarın geleceğin teknolojisi olduğunu öğreniyorduk. Şimdiyse
çocuklarımızın “bilgisayar dili”ni bilmezlerse okulda başarısız kalacakları,
yaşamda öne fırlayamayacakları söylenmektedir. Kendimizin bir
bilgisayarı olmazsa işlerimizi yürütemeyeceğimiz, alışveriş listemizi
çıkaramayacağımız ya da çek hesaplarımızı düzgün tutamayacağımız iddia edilmektedir.
Bunların bir bölümü doğrudur belki. Ancak bilgisayarlarla ve onların
yaşamlarımızdaki yerleriyle ilgili en önemli nokta, bütün bunları televizyondan
öğrenmemizdir. Televizyon, “üst-araç” (metamedium) statüsüne; yalnızca dünyaya
ilişkin bilgimizi değil, aynı zamanda bilme yollarına ilişkin bilgimizi de
yönlendiren bir araç statüsüne yükselmiştir.
Aynı zamanda televizyon, Roland Barthes’ın yorumuyla “mit”
statüsüne yükselmiştir.
Barthes’ın “mit” derken kastettiği, dünyayı anlamanın problematik olmayan bir
biçimi, özetle doğal görünenin tamamen bilincinde olmayışımızdır. Mit,
bilincimizin gözle görünmez olan derinliklerine gömülmüş bir düşünme biçimidir. Şimdi televizyonun
izlediği yol böyledir. Televizyon cihazı artık, bizi büyülemez ya da zihnimizi
allak bullak etmez. Televizyonun ilginç yönlerine ilişkin hikâyeler anlatmayız.
Televizyon cihazlarını artık, özel odalarla sınırlamayız. Televizyonda
izlediklerimizin gerçekliğinden kuşkuya düşmeyiz ve televizyonun sunduğu bakış
açısının özelliğini pek fark etmeyiz. Televizyonun bizi nasıl etkilediği sorusu
bile arka plana atılmıştır. Bu soru, sanki kulağımız ve gözümüz olmasının bizi
nasıl etkilediğini soruyormuş gibi bazılarımıza acayip görünebilir. Yirmi yıl
önce “Televizyon kültürü şekillendirir mi yoksa yalnızca yansıtır mı” sorusu pek çok
araştırmacı ve toplumsal eleştirmen tarafından ilginç bulunmuştu. Ancak,
televizyon zamanla bizim kültürümüz haline gelmeye başladıkça, bu soru da
geçerliliğini büyük oranda yitirmiştir. Demek ki bizim konuşmalarımızın
konusunu, televizyonun kendisinden çok, televizyonda görülenler, yani onun
içeriği oluşturur. Televizyonun ekolojisi (buna hem onun fiziksel özellikleri
ve sembolik kodu hem de olağan biçimde ona atfettiğimiz koşullar dahildir)
tartışılmaz bir veri sayılmakta, doğal olarak kabul edilmektedir.
Televizyon, deyiş yerindeyse, toplumsal ve
entelektüel evrenin arka planındaki radyasyon, yüz yıl önceki elektronik
bigbang’in neredeyse gözle görülmez kalıntısıdır; bu bizim o kadar yakından
bildiğimiz ve millet kültürüyle o kadar iç içe geçmiş bir durum yansıtır ki,
fondaki cılız tıslamasını artık duymayız ya da parlayıp sönen gri ışığını artık
görmeyiz. Demek ki televizyonun epistemolojisi büyük oranda dikkat çekmemekte,
onun kurduğu “ceee” dünyası bize artık, tuhaf bile gelmemektedir.
Elektronik ve grafik devriminin bundan daha
rahatsız edici bir sonucu yoktur: Bize televizyon aracılığıyla sunulan dünyanın
garip değil, doğal görünmesi. Zira yabancılık duygusunun kaybolması, bir uyum
sağlama göstergesidir ve bizim uyum sağlamamızın derecesi ne kadar
değiştiğimizin ölçüsünü verir. Kültürümüzün televizyonun epistemolojisine uyum
sağlaması şu ana kadar hemen hemen tamamlanmış durumdadır; televizyonun
hakikat, bilgi ve gerçeklik tanımlarını o kadar gözü kapalı kabul etmekteyiz ki
ilgisizlik bize anlamlı görünmekte, tutarsızlık ise özellikle akıllıca
davranmak gibi gelmektedir. Üstelik kurumlarımızın bir bölümü de çağın
şablonlarına uymuyorsa, gözümüze düzensiz ve yabancı görünen şablonlar değil,
bu kurumlar olmaktadır.
Televizyon, kültürümüzü
yapısal bir değişime uğratarak muazzam bir gösteri sahnesi yaratmıştır. Kuşku yok ki sonunda bu
durumu seve seve benimsemeye ve hoş olarak niteleme noktasına gelebiliriz.
Aldous Huxley’in elli yıl önce gerçekleşmesinden korktuğu şey de tam olarak
budur zaten.sh: 90-94
**
Çok önemli bir meseledir bu; zira hakikatin
televizyondaki haber programlarında nasıl algılandığı sorununun ötesine gider.
Televizyonda hakikati iletmenin kesin ölçütü olarak gerçekliğin yerini
güvenilirlik almışsa, politik liderler, icraatlarının tutarlı biçimde gerçeğe
yakın olma duygusu uyandırması koşuluyla, gerçekliğin kendisine kafa yorma
zahmetine katlanmaya fazla gerek duymazlar. Örneğin, Richard Nixon’ın
ismini lekelemiş olan onursuzluğun, kendisinin yalan söylemesinden değil,
televizyonda yalancı görüntüsü sunmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Eğer doğruysa, kimseyi,
hatta koyu Nixon düşmanlarını bile rahatlatmaz bu. Çünkü
bunun alternatifleri ya bir yalancı gibi görünüp hakikati söylüyor olmak ya da,
daha kötüsü, hakikati söylüyor gibi görünüp aslında yalan söylüyor olmaktır.
Televizyonda bir haber programı
hazırlanması istenen bir kişi bunların hepsinin farkında olur ve diğer başarılı
emprezaryoların yararlandıkları ölçütler temelinde oluşturmaya özen gösterir.
Sizin dikkatinizi, eğlence dozunu en fazlaya çıkaran ilkelere göre haber
programı hazırlamaya yoğunlaştırır. Örneğin, program için bir müzikal tema
seçer. Bütün haber programları müzikle başlar, biter ve gene müzik
eşliğinde ara verilir. Bu
uygulamayı tuhaf bulan çok az kişiyle karşılaşmışımdır ve bu saptamamı, ciddi
kamusal söylem ile eğlence arasındaki ayrım çizgilerinin silinmesinin bir
kanıtı sayarım.
Müziğin
haberle ne ilgisi vardır?
Niçin haber programına müzik konur?
Haber programına müzik konmasının nedeni,
tiyatro oyununa ve sinema filmine müzik konmasıyla aynıdır: Eğlenceye uygun bir
ruh hali yaratıp bir leitmotif (nakarat)
sunmak. Eğer müzik olmasaydı flaş bir haberle kesilen herhangi bir
televizyon programında olduğu gibi izleyiciler hakikaten dehşet verici, belki
yaşamlarının bile değişmesini gerektiren bir haber dinlemeyi beklerlerdi. Ama
programın çerçevesi müzikle çizildiği sürece, izleyici ciddi biçimde dehşete
düşülecek bir şey olmadığını, aslında aktarılan haberlerin gerçeklikle
ilgisinin bir oyundaki sahnelerden farksız olduğuna inanma konusunda gönlü
rahat olur.
Bir haber programının, içeriği ağırlıkla
eğlenceye uygun olarak tasarlanmış stilize bir dramatik temsil gibi
algılanması, başka özelliklerle (bunlar arasında bir öykünün ortalama uzunluğunun kırk beş
saniye sürmesi de vardır) pekiştirilmektedir.
Kısalık
her zaman saçmalamayı akla getirmemekle birlikte, bu örnekte açıkça böyle
olmaktadır. Ciddilik duygusunu, yansımaları bir dakikadan daha az bir zamanda
tükenen bir olayla iletmek mümkün değildir. Aslında, TV haberlerinde, herhangi bir
öykünün herhangi bir sonucunun bulunması türünden bir şey önerme niyeti
taşınmadığı çok açıktır; zira bu, izleyicilerin o konuyu zihinlerinde taşımaya
devam etmelerini gerektirecek ve buna bağlı olarak izleyicilerin dikkatlerini
her an yayına hazır bekleyen bir sonraki habere yöneltmelerini engelleyecektir.
İzleyicilere, her koşulda bir film
uzunluğunda olacağından bir sonraki haberden kopmalarına da fazla zaman tanınmaz. Resimli görüntülerin
sözcükleri ve kısa süreli iç gözlemleri gölgede bırakmasında fazla güçlük
çekilmez. Siz de bir televizyon yapımcısı olarak, görsel malzemeyle desteklenen
bir olaya öncelik tanıyıp onu işlemekten şaşmayacaksınız. Bir polis
karakoluna getirilen bir cinayet zanlısı, aldatılmış bir tüketicinin kızgın
suratı, Niyagara Şelalesi’ne atılan ve içinde bir adam olduğu iddia edilen bir
fıçı, Beyaz Saray’ın yeşil bahçesine bir helikopterle inen Başkan; bunlar her
zaman için etkileyici ya da eğlendirici görüntülerdir ve bir eğlence
programının içeriğine kolayca uygun düşerler. Kuşkusuz, bir haberde
anlatılan şeyin fiilen görüntülerle belgelenmesi zorunlu değildir. Böyle
görüntülerin halkın bilincini işgal etmeleri de zorunlu değildir. Her televizyon
yapımcısının iyi bildiği gibi, filme almak her zaman geçerli bir kuraldır.
Ayrıca, haber spikerlerinin
görüntü parçalarının ön ya da son konuşmalarını yaparken suratlarını
buruşturmak ya da ürpermek üzere ara vermemeleri de gerçek dışılık dozunu
yüksek tutmakta büyük katkısı olan bir harekettir. Gerçekten, pek çok haber
spikeri okudukları haberin anlamını kavramaktan uzak görünmekte, depremleri,
toplu katliamları ve diğer felaketleri aktarırken sevinçli bir coşkuyla dolu
yüz ifadelerini hiç değiştirmemektedirler. Spikerlerin herhangi bir şekilde
kaygılı ya da dehşete kapılmış görünmeleri izleyicileri de endişelendirir.
İzleyiciler, “Ve şimdi de...” kültüründe haber spikerlerinin ortaklarıdır ve
spikerlerden, çok az ciddileşen, ama sahici bir kavrayış gücüne de sahip olan
bir karakter rolünü iyi oynamalarını beklerler. Tiyatroya giden birinin
sahnedeki karakter mahallede bir katil dolaştığını söyledi diye hemen evini
aramak için telefona sarılması gibi, haberleri izleyen birinin de verdiği
tepkilerde hiçbir gerçeklik hissi olmayacaktır.
İzleyiciler, haberlerden bir tanesinin çok
ciddi görünmesinin önemli olmadığını da bilirler (örneğin, bu satırları
yazdığım günlerde, Donanma’dan bir general Amerika Birleşik Devletleri ile
Rusya arasında nükleer savaşın kaçınılmaz olduğunu ilan etmiştir). Demek
istediğim, bir haberin hemen arkasından bir reklam kuşağı gelecek, bir anda
haberlerin etkisi silinecek, hatta büyük
ölçüde bayatlayacaktır. Bu
özellik bir haber programının yapısında anahtar bir unsurdur ve bu niteliğiyle
televizyon haberlerinin ciddi bir kamusal söylem biçimi şeklinde hazırlandığı
iddialarını çürütür. Eğer ben de şu satırı yazarken konuya ara verecek,
tartışmama ileride devam edeceğimi söyleyip United Airlines ya da Chase
Manhattan Bank lehine birkaç laf edeceğimi aktaracak olsaydım, benim ve
sözlerim hakkında neler düşüneceğinizi getirin bir zihninize. Haklı
olarak benim size saygı duymadığımı, işlediğim konuya ise hiç saygım olmadığını
düşünürsünüz. Ve eğer bunu bir kere değil, her bölümde defalarca yapmış
olsaydım, yazdığım hiçbir şeyin dikkate değer olmadığı kanısına varırdınız. Öyleyse aynı durumda bir
haber programını önemsiz bulmamamızın nedeni nedir? Bunun nedeni, eminim,
kitaplardan, hatta diğer araçlardan (sinema gibi) anlatının tonunda bir tutarlılık,
içerikte bir süreklilik beklerken, televizyondan, özellikle haber
programlarından yana böyle bir beklentimizin olmamasıdır. Televizyonun
kopuk kopuk programlarına o kadar alışmış durumdayız ki, bir muhabirin nükleer
bir savaşın kaçınılmaz olduğu haberini verdikten hemen sonra “... ve şimdi de
reklamlar...” demesine hiç şaşırmayız artık.
Haberlerle reklamların bu şekilde yan yana
konmasının dünyamızı ciddi bir yer olarak yorumlayışımıza yaptığı zararı
abartmış olmamız pek mümkün değildir. Zarar, özellikle dünyaya nasıl tepki
göstereceklerinin ipuçlarını çoğunlukla televizyondan alan genç izleyiciler
açısından büyüktür. Gençler, televizyon haberlerini izlerken, diğer
kesimlerden daha fazla, zulüm ve ölüm haberlerinin büyük ölçüde abartılı
olduğunu ve ne olursa olsun ciddiye alınmasına ya da sağduyulu bir tepkiyle
karşılanmasına gerek olmadığını varsayan bir epistemolojinin etkisine
girmektedirler.
Bu konuda, bir televizyon haber programının
sürrealist çerçevesinde, mantığı, aklı, ardışıklığı ve çelişki kurallarını terk
eden bir söylem tipini öne çıkaran bir anti-iletişim kuralı yattığını
söyleyecek kadar ileriye gitmem gerekiyor. Bence bu kurama verilen isim
estetikte Dadaizm, felsefede nihilizm, psikiyatride şizofrenidir. Tiyatronun
sözlüğünde ise vodvil olarak bilinir. Sh:116-119
Vaizler, izleyici sayılarını en fazlaya
çıkarmak amacıyla vaazlarının içeriğini ayarlama konusunda oldukça
samimidirler. Diyelim, bir elektronik vaizin zenginlerin cennete gitmek için
aşmaları gereken engellere değinmesini umuyorsanız hakikaten çok beklersiniz.
Ulusal Dinsel Yayıncılar Birliği Yönetim Kurulu Başkanı, bütün televizyon
vaizlerinin yazılı olmayan yasasını şu sözlerle özetlemektedir: “İzleyici
payınızı, ancak onların istedikleri şeyleri sunarak arttırabilirsiniz.” Eminim
hemen bunun alışılmadık bir dinsel ilke olduğunu belirteceksiniz. İnsanlara
istedikleri şeyleri sunan (dini liderler peygamberler kadar) büyük bir dinsel
önder yoktur. Önderler yalnızca
kitlelerin ihtiyaç duydukları şeyleri sunarlar. Oysa televizyon, insanlara ihtiyaç
duydukları şeyleri sunmaya pek uygun değildir. Televizyon “dost yardımcı”dır.
Kapatması çok kolaydır. En cazip hali, dinamik görsel imgelerin diliyle
konuştuğu zamandır. Karmaşık sözlere ya da karşılaması kolay olmayan taleplere
yüz vermez. Demek ki televizyonda verilen vaaz ve dinî programlar bol bol alkışla doludur.
Bolluğu kutsarlar. Programlarında yer alan oyuncular sonra ünlü kişiler olurlar. Mesajları ne kadar
önemsiz olsa da programların izlenme oranı yüksektir; daha doğrusu, mesajları
önemsiz olduğu için büyük bir kitle tarafından izlenirler. Mesela
Hıristiyanlığın talepkâr ve ciddi bir din olduğunu söylerken yanılmadığıma
inanıyorum. Ama kolay ve eğlenceli bir tarzda sunulduğu zaman bambaşka bir din
haline gelmektedir.
Kuşkusuz, televizyonun dini aşağıladığı
iddiasına karşı çıkan argümanlar vardır. Örneğin, manzaranın dine pek yabancı
olmadığı söylenmektedir. Quakerları ve başka birkaç katı mezhebi saymazsak, her
din sanat, müzik, ikonlar ve korku verici ritüeller aracılığıyla kendini cazip
göstermeye çalışır. Birçok insanı dine çeken, dindeki estetik boyuttur.
Özellikle Roma Katolikliği ve Musevilik açısından geçerlidir bu: her iki din de
müritlerine akıldan çıkmayan ezgiler, muhteşem elbiseler ve şallar, sihirli
şapkalar, kâğıt helvalar ve şarap, pürüzsüz pencereler ve eski dillerin
esrarengiz nağmelerini sunarlar. Dine özgü olan bu giyecekler ile televizyonda
izlediğimiz çiçekli ve çağıl çağıl akan pınarlı görüntüler arasındaki
farklılık; ilkinin, aslında din tarihinin ve dinsel doktrinlerin, basit araç
gereçlerinden öte, ayrılmaz parçaları olmasıdır. Dinsel göstergeler,
inananların bu araçlara saygıyla karşılık vermelerini gerektirir. Sh:136-138
**
Kuşkusuz kapitalizmin pratiğinin çelişkileri
de vardır. Örneğin, karteller ve tekeller, kuramı fiilen işlevsizleştirirler.
Öbür yandan televizyon reklamları da durumu iyice karıştırır. En basit bir
örnek verirsek: Rasyonel çerçevede düşünülmesi için her iddianın (ticari ya da
başka içerikli) sözle yapılması gerekmektedir. Daha kesin bir ifadeyle, her
türlü iddia bir önerme biçimine sokulmalıdır, zira “gerçek” ve “sahte” gibi
sözcüklerin telaffuz edilebileceği söylem zemini önermedir. Eğer bu söylem evreni
yok sayılırsa, o zaman ampirik testlerin, mantığa dayalı analizlerin ya da
aklın öbür araçlarının uygulanmasından hiçbir sonuç alınamaz.
Ticari reklamlarda
önermeler kullanmaktan vazgeçme on dokuzuncu yüzyılın sonunda başlamıştı. Ancak 1950’li yıllara
kadar televizyon reklamı ürünle ilgili kararlara temel oluşturma açısından
dilsel söylemi eskitemedi. Resimli reklamlar iddiaların yerine görüntüyü
koyarak, tüketim kararlarının temeline duygusal çağrıları -gerçek olma ölçütünü
değil- oturtmuştu. Rasyonalite ile reklam arasındaki mesafe şu anda o kadar
açıktır ki, bir zamanlar ikisi arasında bir bağ bulunduğunu hatırlamak bile çok
zordur. Bugün televizyon reklamlarında önermelere, çirkin insanlar kadar ender
rastlarsınız. Bir reklamcının iddiasının doğruluğu ya da yanlışlığı sorun bile
değildir. Örneğin bir McDonald’s reklamı, test edilebilir, mantıklı
biçimde düzenlenmiş savlara dayanmaz. McDonald’s
reklamı, güzel görünüşlü insanların hamburger alıp yedikleri, iyi talihleriyle
neredeyse kendilerinden geçtikleri bir dramadır. İzleyicinin bu dramadan
kendisinin çıkardığı sonuçların dışında en ufak bir iddia bile ortaya atılmaz. Elbette,
bir televizyon reklamını sevmek ya da sevmemek mümkündür. Ama çürütmek mümkün
değildir.
Aslında bunu biraz daha
derinleştirebiliriz: Televizyon reklamı tüketilecek ürünlerin niteliğiyle ilgili
hiçbir şey anlatmaz. Reklamın
içeriği, ürünleri tüketenlerin niteliğinde odaklanır. Sinema yıldızlarının ve
ünlü sporcuların, berrak göllerin ve maço balıkçı gezilerinin, şık akşam
yemeklerinin ve romantik fasılların, kırda pikniğe çıkmak için station
arabalarını ağzına kadar dolduran mutlu ailelerin görüntülerinde, satılan
ürünlerle ilgili hiçbir şey bulunamaz.
Ama o ürünleri satın alabileceklerin
korkuları, fantezileri ve rüyalarıyla ilgili her şey yansıtılır. Reklamcının
bilmesi gereken, ürünle ilgili doğru bilgiler değil, alıcı açısından neyin
yanlış olacağıdır. Dolayısıyla iş harcamalarındaki denge ürün araştırmasından
piyasa araştırmasına kaymaktadır. Televizyon reklamıyla ürünlerin değerli
bulunması değil, tüketicilerin kendilerini değerli hissetmeleri
amaçlanmaktadır; yani şu anda işletmecilik işi sahte bir terapiye dönüşmüş
durumdadır. Tüketici, psikodramalarla yatıştırılan bir hastadır.
Nasıl politikanın dönüşümü yürekli George
Orwell’ı şaşırtırsa, yukarıda anlattıklarımız da Adam Smith’in aklını allak
bullak ederdi. Gerçi Orwell, George Steiner’in belirttiği gibi, Yenikonuş’un
kısmen “ticari reklam bolluğu”ndan
kaynaklandığını düşünüyordu. Ama Orwell, “The Politics of the English Language”
adlı ünlü denemesinde politikanın “savunulamaz olanı savunma” olayına dönüştüğünü
yazdığı zaman, politikanın bozulmuş da olsa apayrı bir söylem tarzı olarak
kalacağını varsaymaktaydı. Orwell’in eleştirisi, geçmişi çok eskilere
dayalı çifte standart propaganda ve aldatma sanatlarının gelişkin
değişkelerinden yararlanan politikacılara yönelikti. Savunulamaz olanı
savunmanın bir eğlence biçiminde yürütüleceği gelmemişti aklına. Politikacının
komedyen değil, aldatıcı olmasından korkuyordu.
Televizyon reklamı, politik fikirleri
sunmanın modem yöntemlerinin yaratılmasında başlıca araç olmuştur. Televizyon
reklamı bunu iki yolla başarmıştır. Birinci yol, politik kampanyalarda reklam
formunun kullanılmasının bir zorunluluğa dönüşmesidir. Bence bu yöntem üzerinde
çok fazla durma gereği yoktur. Politik “reklamların yasaklanmasını öneren eski
New York City Belediye Başkanı John Lindsay dahil olmak üzere, herkes bunun
farkındadır ve çeşitli oranlarda kaygı duymaktadır. Televizyon yorumcuları bile
bunu vurgulamaktadırlar. 145-146
**
Hükümet politik fikirlerini, yeterince
denetleyebildikleri biçimler ve bağlamlarda birbirleriyle paylaşacak
konumdadırlar. Dolayısıyla en büyük kaygıları hükümetin tiranca uygulamalara
yönelmesi olasılığıdır. İnsan Haklar Bildirgesi, büyük ölçüde, hükümetlerin
enformasyon ve fikir akışını kısıtlamasını önlemeyi amaçlayan bir metindir.
Oysa onun yaratıcıları, hükümetin zorbalığının bambaşka türde bir problemle,
şöyle ki, televizyon sayesinde yurt’da kamusal söylem akışını denetleyen
şirketlerle aşılabileceğini düşünmeleridir. Buna (en azından burada) hiçbir
itirazım yok ve şirketlere karşı bilinen eleştirileri sıralamaya niyetli de
değilim. Benim endişeyle vurgulamak istediğim nokta, Annenberg İletişim Okulu
Dekanı George Gerbner tarafından da çok iyi ifade edilmişti:
Televizyon
bütün insanlara genel bir öğretim programı sunan, bir tür gizli vergiyle
finanse edilen ve özel bir Kültür Bakanlığı’nın (üç kanallı) yönettiği yeni
devlet dinidir. Bu vergiyi gerçekten televizyon izlerken ve izleyip izlememek
umurunuzda olmadığı zaman değil, banyo yaparken ödersiniz.
Gerbner aynı denemenin daha önceki bir
yerinde de şunları söylüyordu:
Özgürlük
televizyonu kapatarak elde edilemez. Televizyon çoğu insanın gece ya da gündüz
en çok hoşlandığı şeydir. Biz, ezici çoğunluğun düğmeyi kapatmayacağı bir
dünyada yaşıyoruz. Mesajı bu kutudan almasak bile, başka insanlardan nasılsa
alırız.
Profesör Gerbner’in bu cümlelerle, “Kültür
Bakanlığı”nı idare eden insanların sembolik dünyamızın yönetimini
devralacakları bir gizli komplo bulunduğunu anlatmaya çalıştığını sanmıyorum.
Annenberg İletişim Okulu’nun üç kanalın yönetimini üzerine alırsa,
izleyicilerin bu değişikliğin farkına bile varmayacaklarını söylediğimde
Gerbner’in benimle aynı fikirde olacağından bile kuşkuluyum. Bence Profesör
Gerbner’in söylemek istediği (ki ben de bunu kastediyorum), Televizyon Çağı’nda
enformasyon ortamımızın 1783'tekinden tamamen farklı olduğu, televizyon
bolluğunun hükümet kısıtlamalarından daha korku verici olduğu, aslında şirket
Amerikası’ndan yayılan enformasyondan kendimizi korumanın hiçbir yolunun
olmadığı, bu yüzden özgürlük savaşlarının eskisine göre farklı alanlarda
verilmesi gerektiğidir.
Örneğin, geleneksel sivil özgürlükçülerin
okul kütüphanelerindeki ve okulların öğretim programlarındaki kitap
yasaklamalarına karşı çıkmalarının bugün büyük ölçüde havada kaldığı
düşüncesini ortaya atacağım. Sansür gibi hareketler elbette bizleri kızdırır ve karşı
çıkılmalıdır. Ama
artık en ufak bir önemleri de kalmamıştır. Daha kötüsü, kamusal sivil özgürlükçüleri
yeni teknolojilerin iddialarıyla ilintili sorunların üzerine gitmekten
alıkoyduğuna bakılırsa, yanıltıcı bile olmaktadırlar. Açık bir dille ifade
edersek, bir öğrencinin okuma özgürlüğü, Long Island’da, Anaheim’de ya da başka
bir yerde kitap yasaklanmasından ciddi biçimde zarar görmez. Oysa Gerbner’in
ileri sürdüğü gibi, televizyon öğrencinin okuma özgürlüğünü açıkça kısıtlar ve
bunu, deyiş yerindeyse, masumca davranışlarla yapar. Televizyon
kitapları yasaklamaz, sadece onların yerine geçer.
Sansüre
karşı mücadele, büyük ölçüde yirminci yüzyılda kazanılmış olan, on dokuzuncu
yüzyıla ait bir sorundur. Şimdi yüz yüze geldiğimiz sorun ise televizyonun
ekonomik ve sembolik yapısının gündeme getirdiği sorundur. Televizyonu idare
edenler enformasyon elde etme olanağımızı kısıtlamaz, tam tersine
genişletirler. Bizim
Kültür Bakanlığımız Orwellci değil, Huxleycidir. Hiç aralıksız izlememizi
cesaretlendirmek için elinden gelen her şeyi yapar. Oysa izlediğimiz şey,
enformasyonu basitleştirilmiş, tözsel ve tarihsel içerikleri boşaltılmış,
bağlamından koparılmış biçimde sunan yeni enfarmasyonu eğlence paketi haline
sokan bir araçtır. Amerika’da kendimizi eğlendirme fırsatları asla ortadan
kaldırılmaz.
Her türden tiranlar,
hoşnutsuzluğu yatıştırma aracı olarak kitleleri eğlenceye boğmanın yararının
her zaman farkında olmuşlardır.
Ancak tiranların çoğu da kitlelerin eğlendirici olmayan şeylere aldırış
etmeyecekleri bir durumun doğacağını rüyalarında bile göremezlerdi. Bu yüzden
tiranlar sansüre hep bel bağlamışlardır ve hâlâ da bağlamaktadırlar. Sansür, her şey bir
yana, tiranların, bir halkın ciddi söylem ile eğlence arasındaki farklılığı
bildiği -ve buna özen gösterdiği- varsayımına ödedikleri borçtur. Geçmişin
bütün kralları, çarları ve führerleri (ve günümüzün komiserleri), her türlü
politik söylem bir jest biçimini aldığı zaman sansüre gerek kalmayacağını
bilmiş olsalardı sevinçten deliye dönerlerdi. sh:156-157
Bir kültürün ruhunun tükenmesinin iki yolu
vardır.
Birincisinde (Orwellci yol) kültür bir hapishaneye dönüşürken,
İkincisinde (Huxleyci yol) kültür bir hicive dönüşür.
Dünyamızın şu anda, Orwell’in kendi
alegorik hikâyelerinde doğru olarak betimlediği hapishane kültürlerinin
etkisiyle biçimsizleştiğini kimseye hatırlatmak gerekmez. Gerek Orwell’ın
1984 ve Animal Farm adlı romanları, gerekse fazladan Arthur
Koestler’in Darkness at Noon adlı romanı
okunacak olursa, şimdi bir sürü ülkede ve milyonlarca insan üzerinde etkili
olan düşünce denetimi aygıtının oldukça ayrıntılı bir krokisi elde edilir. Kuşkusuz
bizi tiranlığın ruhsal tahribatları konusunda bilgilendiren ilk kişi Orwell
değildi. Orwell’in yapıtlarının benzersiz olan yanı, gardiyanlarımızın sağcı ya
da solcu ideolojilerden esinlenmesinin elle tutulur bir farklılık
yaratmadığında ısrar etmesiydi. İkisinde de hapishane kapıları aynı ölçüde
geçilmez, denetim aynı ölçüde sıkı ve ikonlara tapınma aynı ölçüde yaygındır.
Huxley’in bize öğrettiği ise ileri
teknoloji çağında ruhsal tahribatların, siması kuşkuculuğu ve nefreti yansıtan
birinden ziyade güler yüzlü bir düşmandan kaynaklandığı düşüncesidir. Huxleyci
kehanette Büyük Birader bizi kendi isteğiyle gözlemez. Biz onu kendimiz
izleriz. Huxleyci kehanette gardiyanlara, kapılara ya da Hakikat Bakanlıklarına
gerek yoktur. Bir halk saçma sapan şeylerle eğlendiği, kültürel yaşam aralıksız
eğlence turları şeklinde yeniden tanımlandığı, ciddi kamusal konuşmalar
bebeklerin çıkardıkları seslere benzediği ve kısacası halkın kendisi bir
izleyici kitlesi, halkın kamusal işleri de bir vodvil temsiline döndüğü zaman,
artık ulus riskle yüz yüze gelmiş ve kültürün ölümü açık bir olasılık halini
almış demektir.
Vodvil, toplumsal sorunları, mizahi bir
yaklaşımla hicveden tiyatro türüdür. Vodvil adının Fransızca voix de ville
(şehrin sesi) tamlamasından türetildiği düşünülmektedir.
Amerika’da Orwell’ın
kehanetlerinin pek geçerliliği yoktur, oysa Huxley’in kehanetleri şimdilerde
fiili bir gerçeklik kazanmaktadır. Zira
Amerika, elektriğin gündeme soktuğu teknolojik eğlencelere uyum sağlamayı
hedefleyerek dünyanın en iddialı deneyine girişmiş durumdadır. Bu eğilim, on
dokuzuncu yüzyıl ortalarında yavaş yavaş ve mütevazı ölçülerde somutlaşmaya
başlamış, daha sonra, yirminci yüzyılın ikinci yarısında Amerika’nın
televizyonla yaşadığı tüketici aşkında pervasız bir olgunluk noktasına
gelmiştir. Amerikalılar ağır hareket eden basılı yayınlar çağma son vermekte
dünyanın başka hiçbir yerinde görülmeyen ölçüde çok ve hızlı mesafe kaydetmiş
ve bütün kurumlarında televizyonun üstünlüğü ele geçirmesine sessizce boyun
eğmişlerdir. Amerika, Televizyon Çağı’m müjdeleyerek, dünyaya Huxleyci
geleneği doğrulayan en açık işareti vermiştir.
Bu konuda konuşma cesaretini bulanlar
seslerini genellikle histerik denebilecek perdelere kadar yükseltmek zorunda
kalmakta ve böylece silik bir kişiliğe sahip olmaktan yıkıcılığa ve
kötümserliğe kadar her türlü suçlamaya uğramaktadırlar. Ama bu insanlar gene de
konuşmakta, çünkü bunların çıplak gözle seçilemediği zaman hayırlı bir şeymiş
gibi göründüğünü başkalarının da anlamasını istemektedirler. Orwellci bir
dünyayı tanımak ve karşı koymak Huxleyci bir dünyaya kıyasla çok daha kolaydır.
Bugüne kadar öğrendiğimiz bütün bilgiler bizi, kapıları üstümüze kapandığı
zaman bir hapishaneyi tanımaya ve ona karşı direnmeye göre ayarlamıştır.
Sözgelimi, Saharov’ların, Timmerman’ların ve Walesa’ların seslerine kayıtsız
kalmamız düşünülemez bile. Milton, Bacon, Voltaire, Goethe ve Jefferson’un
desteğiyle böylesi sorunlar karşısında silaha sarılırız.
Peki ama, ya duyabileceğimiz hiçbir acı çığlığı yoksa?
Bir eğlenceler denizine karşı kim silaha
sarılmaya kalkışır?
Ciddi
söylemler, kıkır kıkır gülmeler arasında kaynayıp gidiyorsa kime, ne zaman ve
hangi ses tonuyla şikâyette bulunabiliriz?
Korkarım felsefecilerimiz bize bu konuda
yol gösteremezler. Onlar, genellikle, insanın doğasındaki en kötü eğilimleri
ortaya koyan ve bilinçli biçimde formüle edilmiş ideolojilere karşı uyarıda
bulunmayı alışkanlık edinmişlerdir. Oysa Amerika’da yaşanan, açıkça ifade
edilmiş bir ideolojinin uzantısı değildir. Onun gelişi ne Kavgam'da ne de
Komünist Manifestomda. bildirilmiştir. Bugün yaşananlar, kamusal
konuşma tarzımızdaki dramatik bir değişikliğin önceden planlanmamış bir
sonucudur. Oysa
bu gene de bir ideolojidir, çünkü insanlarla fikirler arasında hiçbir
konsensusa, değerlendirmeye ve karşı çıkışa bağlı olmayan bir yaşam tarzı, bir
ilişkiler sistemi dayatmaktadır. Tek varolan, razı olmadır. Kamusal bilinç henüz teknolojinin ideoloji
olduğu saptamasını özümseyebilmiş değildir. Üstelik, teknolojinin seksen yıldan
beri Amerika’da yaşamın her boyutunu değiştirmesi hepimizin gözleri önünde
cereyan etmesine rağmen, durum böyledir.
Örneğin, 1905 yılında otomobilin getireceği kültürel
değişikliklere hazırlıksız yakalanmak bizim için affedilebilir bir şey olurdu.
O günlerde toplumsal ve cinsel yaşamlarımızı nasıl
yürüteceğimizi otomobilin düzenleyeceği kimin aklına gelebilirdi?
Ormanlarımız ve şehirlerimize bakışımız konusundaki
fikirlerimizi yeni bir doğrultuya oturtacak mıydık?
Kişisel kimliğimizi ve toplumsal tavrımızı ifade etmenin yeni
yollarını yaratacak mıydık?
Gelgelelim şu anda oyunun sonlarına yaklaşmış durumdayız ve
skoru görmemek artık affedilemez bir yanlıştır. Bir teknolojinin kendine göre
bir toplumsal değişim programıyla donanmış olduğunu fark edememek, teknolojinin
tarafsız olduğunu iddia etmek, teknolojinin daima kültürün dostu olduğunu
sanmak bu son saatte artık düpedüz aptallık olur.
Dahası, iletişim biçimlerimizdeki teknolojik değişikliklerin
ulaşım biçimlerimizdeki değişikliklere göre daha fazla ideoloji yüklü olduğunu
yeterince anlamış bulunduğumuzu söyleyebiliriz.
Bir kültüre alfabeyi sokarsanız o kültürün bilme
alışkanlıklarını, toplumsal ilişkilerini, topluluk, tarih ve dinle ilgili
nosyonlarını değiştirirsiniz. Bir kültüre taşınabilir türde matbaayı sokarsanız
gene aynı sonucu elde edersiniz. Görüntülerin ışık hızıyla iletilmesini
sağlarsanız bir kültür devrimi yaparsınız. Tek bir oya gerek duymadan.
Polemiksiz. Gerilla direnişiyle karşılaşmadan.
Burada, berrak olmasa bile saf bir ideoloji
yatar. Sırada sözsüz ve bu yüzden çok daha etkili bir ideoloji vardır. Bunun
tutması için bütün gerekli olan, ilerlemenin kaçınılmazlığına dindarca inanan
bir halktır. Ve bu anlamıyla bütün
Amerikalılar Marksisttir, çünkü biz, tarihin bizi önceden bahşedilen bir
cennete götürdüğüne, bu hareketin ardındaki gücün teknoloji olduğuna kesinlikle
inanan kişileriz.
Diyeceğim o ki, elinizdeki türde bir kitabı
yazarsanız ve onu bazı çareler önererek bitirmek isteyen bir insanın önünde
neredeyse aşılmaz engeller vardır. İlk olarak, bir
çarenin gerekli olduğuna herkes inanmaz. İkincisi, herhalde böyle bir çare
yoktur. Ama ben gene de nerede bir problem varsa orada mutlaka bir çözüm de
olması gerektiğine sarsılmaz bir inanç besleyen sadık bir Amerikalı olarak,
sözlerimi aşağıdaki önerilerle noktalayacağım.
İlkin, kendimizi, örneğin Jerry
Mander’ın Four Arguments for the Elimination of Television'ında ana hatlarıyla
çizilen türde makine düşmanı, mantığa aykırı düşüncelerle kandırmamalıyız. Amerikalılar
teknolojik aygıtlarının hiçbir parçasından vazgeçmezler ve onlardan böyle bir
şey istemek hiçbir şey önermemek anlamına gelir. Yürürlükte bulunan iletişim
araçlarında köklü değişiklikler yapılmasını beklemek de hemen hemen aynı ölçüde
gerçekçilikten uzaktır. Birçok uygar ülke televizyon yayınlarının saatini yasayla
sınırlar ve dolayısıyla televizyonun kamusal yaşamda oynadığı rolü azaltır. Ancak ben bunun
Amerika’da mümkün olmadığına inanıyorum. Mutluluk Kutusu’nu bütün halkın önünde
açtıktan sonra onu kısmen kapatmayı bile düşünemeyiz. Ne var ki bazı
Amerikalılar hâlâ bu doğrultuda düşünmektedirler. Örneğin, daha önce
belirttiğim gibi, 27 Eylül 1984 tarihli The New York Times'idi Farmington,
Connecticut Kütüphane Kurulu’nun “TV KAPAMA” kampanyasının
sponsorluğunu yapma planlarıyla ilgili bir haber çıkmıştı. Haberden anlaşıldığı
kadarıyla, ondan önceki yıl da insanların televizyon izlemeye bir ay ara
vermelerini sağlamayı amaçlayan benzer bir girişim yapılmıştır. Times'ın
haberine göre, önceki Ocak ayında düzenlenen düğme kapama kampanyası medyada
geniş yer almıştır. Haberde, ailesi bu kampanyaya katılan Ms. Ellen Babcock’a
atfen şu sözlere de yer verilir: “Bu yılki etkinin, medyanın muazzam yer ayırdığı geçen yılki
kadar büyük olup olmayacağını görmek ilginç olacak.” Başka bir deyişle, Ms.
Babcock, insanların televizyon izleyerek televizyon izlemekten vazgeçmeleri
gerektiğini öğreneceklerini ummaktadır. Ms. Babcock’un bu yaklaşımda içerili
olan ironiyi anlamadığına ihtimal vermek kolay değildir. Bu, benim, insanları
televizyona karşı uyaran bir kitabı tanıtmak için televizyona çıkmam gerektiği
önerildiğinde defalarca karşılaştığım bir ironidir. Bunlar televizyona dayalı
bir kültürde yaşanan çelişkilerdir.
Her neyse, bir aylık düğme kapatmanın ne yararı
olacaktır?
Bu,
ucuz bir bedel, deyiş yerindeyse bir kefarettir. Farmington’daki insanlar
cezalarını çekip tekrar asıl meşgalelerine geri döndüklerinde ne kadar
rahatlamış olmalıdırlar. Bununla birlikte, televizyonun içeriğinde belli
kısıtlamalar yapılmasını örneğin, aşırı şiddete yer veren programların, çocuk
programlarında reklam gösterilmesinin, vb. yasaklanmasını bir ferahlık vesilesi
olarak anlayan insanların çabalarının alkışlanması gerektiği gibi, bu
insanların çabaları da alkışlanmaya değerdir. Ben John Lindsay’in, şu anda
sigara ve içki reklamları nasıl yasaksa televizyonda politik reklamların da
yasaklanması önerisini yürekten destekliyorum. Bu mükemmel fikrin çok yönlü
yararları konusunda Federal İletişim Komisyonu’nun önünde memnuniyetle tanıklık
ederim. Bu doğrultuda bir yasak konmasının anayasanın birinci maddesinin açık
bir ihlali olduğunu ileri sürerek tanıklığıma karşı çıkacak olanlara ise şöyle
bir uzlaşma yolu öneririm: Öyleyse, bütün politik reklamlardan önce, politik reklamları
izlemenin topluluğun zihinsel sağlığı açısından tehlike oluşturduğuna
kamuoyunun karar verdiği şeklinde kısa bir açıklama yapma zorunluluğu
getirilsin.
Bu önerilerin ciddiye alınacağı konusunda
çok iyimser değilim. Televizyon programlarının kalitesi yükselsin diye bu
önerilere fazla bel bağladığım da söylenemez. Televizyon, daha önce belirttiğim
gibi, bize en yararlı hizmeti saçma sapan eğlence programları yayımladığı
zaman, en kötü hizmeti ise ciddi söylem alanlarını (haber, politika, bilim,
eğitim, ticaret, din) birleştirip onları eğlence paketlerine dönüştürdüğü zaman
vermektedir. Televizyon kötüleşirse hepimiz daha kötü duruma düşeriz, daha
iyi olmayız. “ATakımı” ile “Cheers” halk sağlığımızı hiçbir şekilde tehdit
etmez, ancak “60 Minutes”, “EyeWitness News”, “Susam Sokağı” eder.
Yine de problem insanların
neyi izlediklerinde değil, televizyon izlemelerinde yatmaktadır. Çözüm ise
nasıl izlediğimiz noktasında bulunmalıdır. Çünkü, televizyonun ne olduğunu
henüz öğrenmediğimizi söylememizin yerinde olacağından adım gibi eminim. Şundan
dolayı ki, enformasyonun ne olduğu ve enformasyonun bir kültürü nasıl
yönlendirdiği hakkında bırakın yaygın bir genel anlayışı kayda değer bir
tartışmaya dahi rastlanamaz. Ve
bu durum oldukça acıdır, çünkü “enformasyon çağı”, “enformasyon patlaması” ve
“enformasyon toplumu” gibi deyişleri bizden daha sık ve coşkulu biçimde
kullanan başka bir halk yoktur. Görünüşe bakılırsa, enformasyonun biçimleri,
hacmi, hızı ve bağlamında bir değişikliğin bir anlam taşıdığı fikrini kavrama
noktasına ulaşmış durumdayız, ama henüz bunun ötesine geçemiyoruz.
Enformasyon nedir?
Daha açık bir
ifadeyle, neler enformasyondur?
Çeşitli biçimleri
nelerdir?
Çeşitli biçimleri hangi zekâ, bilgelik ve
öğrenim anlayışlarını özendirir?
Her biçimiyle hangi
anlayışlar görmezlikten gelinir ya da alay edilir?
Her biçimin asıl
psişik etkileri nelerdir?
Enformasyon ile akıl
arasında nasıl bir ilişki vardır?
Düşünmeyi en çok
kolaylaştıran enformasyon türü hangisidir?
Her enformasyon
biçiminin ahlaki bir yönelimi var mıdır?
Çok miktarda enformasyon bulunduğunu söylemek
ne anlama gelir?
Bu nasıl bilinir?
Yeni enformasyon
kaynakları, hızları, bağlamları ve biçimlerine bakarak önemli kültürel
anlamları nasıl yeniden tanımlamak gerekir?
Örneğin televizyon,
“dindarlık”, “yurtseverlik” ve “özel hayat”a yeni bir anlam kazandırır mı?
Televizyon “yargı”ya ya da “anlama”ya yeni bir
anlam kazandırır mı?
Farklı enformasyon
biçimleri nasıl inandırıcı olurlar? Bir gazetenin “kamu”su televizyonun
“kamu”sundan farklı mıdır?
Farklı enformasyon
biçimleri, ifade edilen içeriğin türünü nasıl ifade ederler?
Bu ve buna benzer sorular, Amerikalıların,
Nicholas Johnson’un deyişiyle, sırtlarını televizyon aygıtına dönerek konuşmaya
başlamalarını sağlayabilecek olan yolu gösterir. Çünkü hiçbir araç (medium),
eğer o aracı kullananlar yol açtığı tehlikelerin ne olduğunu anlamışlarsa aşırı
ölçüde tehlikeli değildir. Soruları soranların, benim yanıtlarımla ya da
Marshall McLuhan’ın yanıtlarıyla (aslında bambaşka yanıtlardır bunlar) karşılaşmaları
önemli değildir. Soru sormanın yeterli geldiği bir kertedir bu. Soru sormak
hecelemekten kopmaktır. Benim ekleyebileceğim başka bir nokta, enformasyonun
psişik, politik ve toplumsal etkileriyle ilgili soruların televizyona olduğu
kadar bilgisayara da uygulanabileceğidir. Ben bilgisayarın muazzam derecede önemsenen
bir teknoloji olacağına inandığım halde bu noktaya değinmemin nedeni, açıkçası,
Amerikalıların onu geleneksel aptalca dikkatsizlikleriyle kabul etmiş
olmalarıdır; yani, kendilerine söylendiği gibi, en ufak bir şikâyette
bulunmadan kullanacaklardır. Dolayısıyla, bilgisayar teknoloj sinin temel
tezlerinden birisi (problem çözmedeki asıl sıkıntımızın yetersiz verilerden
kaynaklanması), üzerinde fazla durulmadan geçiştirilecektir. Ne var ki bu en fazla,
verilerin topluca derlenmesi ve ışık hızıyla düzenlenmesinin büyük ölçekli
organizasyonlar açısından büyük değer taşıdığı, ancak çoğu insanın önem verdiği
çok az sorunu çözdüğü ve en azından çözebildiği kadar da problem çıkardığı fark
edilene kadar sürebilir.
Sonuçta, benim dikkat çekmek istediğim
nokta, ancak enformasyonun yapısı ve etkileri hakkında gelişkin ve sağlam bir
bilince ulaşarak, ancak medyayı gizeminden arındırarak, televizyon, bilgisayar
ya da başka bir araç (medium) üzerinde denetimi ele geçirme umudu bulunduğudur.
Böyle bir medya bilinci nasıl oluşturulacaktır? Akla gelen iki yanıttan birisi
saçma sapan bir düşüncedir ve hemen atlanabilir; diğeri ise umutsuz bir
yanıttır, ama elimizde ondan başkası da yoktur.
Saçma olan
yanıt, insanları televizyon izlemekten vazgeçirmeyi değil, televizyonun nasıl
izlenmesi gerektiğini göstermeyi, televizyonun haberler, politik tartışmalar,
dinsel düşünceler, vb. ile ilgili bakışımızı nasıl yeniden yaratarak
düzeysizleştirdiğini göstermeyi amaçlayan televizyon programları hazırlamaktır. Ben bu tür kanıtların
ister istemez bir parodi biçimine bürüneceğini düşünürüm; bunlar, televizyonun
kamusal söylemi denetlemesi konusunda bütün ülkeye alay konusu çıkaran
“Saturday Night Live” ve “Monty Python” çizgisinde olacaklardır. Gelgelelim,
son gülen doğallıkla televizyon olacaktır. Anlamlı sayılabilecek çapta bir
izleyici kitlesine hâkim olmak için programlan televizyon stiliyle, korkunç
eğlendirici biçimde hazırlamak gerekecek, tabii eleştiri de nihayetinde televizyonun
kontrolünden çıkamayacaktır. Parodiciler ünlü kişiler olacak, filmlerde
yıldızlaşacak ve sonunda televizyon filmi yapmaya soyunacaklardır.
Umutsuz olan yanıt ise kâğıt üzerinde
sorunumuzu halledebilecek biricik kitlesel iletişim aracına (okullar) güvenmektir.
Bütün tehlikeli toplumsal problemlere getirilen
geleneksel Amerikan çözümü budur ve elbette eğitimin etkili olduğuna duyulan
çocuksu ve gizemli inanca dayanmaktadır. Oysa böyle bir sürecin işlediği çok
enderdir. Gündemimizdeki konuda
ise buna bel bağlamak için daha az gerekçemiz vardır. Bizim okullarımız henüz
kültürümüzün şekillenmesinde basılı yayınların rolünü irdeleme noktasına dahi
gelememiştir. Hakikaten, yüz lise öğretmeni arasında alfabenin ne zaman
bulunduğunu (beş yüzyıllık bir hata payıyla) söyleyebilecek iki kişi
bulamazsınız. Bu soru yöneltildiğinde, onların sanki kendilerine “Ağaçlar ya da
bulutlar ne zaman icat edilmiştir?” türünden bir soru sorulmuş gibi
sersemlediklerini gördüm. Roland Barthes’ın işaret ettiği gibi, mitin temel ilkesi
tarihi doğaya dönüştürmektir ve bizim okullarımızdan medyanın mitolojileşmesini
önleme görevi üstlenmelerini istemek onları hiçbir zaman yapmaya yanaşmadıkları
bir göreve çağırmak anlamına gelir.
Gene de durumun umutsuz olmadığını düşünmek
için yeterince neden var. Eğitimciler, televizyonun öğrencileri üzerindeki
etkilerinin elbette farkındadırlar. Eğitimciler bilgisayarın gelişmesiyle
kışkırtılmış olarak bu konuya bir hayli kafa yormakta, deyiş yerindeyse bir tür
“medya bilinci” edinmektedirler. Onların bilinçlerinin ağırlıkla,
“Televizyondan (bilgisayardan ya da kelime işlemciden) eğitimi denetlemekte
nasıl yararlanabiliriz” sorusu üzerinde yoğunlaştığı doğrudur. “Eğitimden
televizyonu (bilgisayarı ya da kelime işlemciyi) denetlemekte nasıl yararlanabiliriz”
sorusuna henüz geçmemişlerdir. Ancak ulaştığımız çözümler şu anki kavrayış
düzeyimizi aşmamalıdır, yoksa neyin rüyasını görebiliriz ki? Ayrıca, gençlerin
kendi kültürlerinin sembollerinin nasıl yorumlanacağını öğrenmelerine yardımcı
olmak okulların genel geçer bir görevidir. Şimdi bu görevin öğrencilerin
enformasyon biçimleriyle aralarına bir mesafe koymayı gerektirmesi, o kadar
garip bir girişim anlamına gelmese de ne bu çabaların öğretim programına dâhil
edilmesini ne de eğitimin merkezine yerleştirilmesini umabiliriz.
Ben
burada çözüm olarak, Aldous Huxley’in de önermiş olduğu düşünceyi ortaya
atacağım. Zaten
ondan daha iyisini de öneremem. Huxley, H.G. Wells’le birlikte, eğitim ile
felaket arasında bir yarışta olduğumuza inanıyordu ve hep medyanın politikası
ve epistemolojisini anlamamızın zorunluluğu üzerine yazılar yazmıştı. SONUÇTA
HUXLEY, BRAVE NEW WORLD'DEKİ İNSANLARIN BAŞINA GELEN BELALARIN, BU İNSANLARIN
DÜŞÜNMEK YERİNE GÜLMELERİNDEN DEĞİL, NEYE GÜLDÜKLERİNİ VE DÜŞÜNMEYİ NİÇİN
BIRAKTIKLARINI BİLMEMELERİNDEN KAYNAKLANDIĞINI ANLATMAYA ÇALIŞIYORDU. Sh:172-180
Kaynak:
Neil
POSTMAN, Televizyon: Öldüren Eğlence- Gösteri Çağında Kamusal Söylem, Özgün Adı
Amusing Ourselves to Death Public Discourse in the Age of Show Business, trc:
Osman AKINHAY, Ayrıntı, Dördüncü Basım 2012, İstanbul
Bir sanat eseri, bazı veçheleri belirgin bir biçimde sırf
kendisi için izlenen ya da salt belirlenen bir amaç için izlenmeyen bir sürecin
ürünü olan ve birimleri kendi başlarına bu süreçlerde rol almaya uygun türden
olan öznelerarası mevcut bir üründür.
Yani, bir sanat eseri, nihai amacı ne
olursa olsun, bu amaca ulaşmanın bazı araçlarının belirgin bir oranda amaç
adına olduğu kadar salt kendi adına da izlendiği bir etkinliğin sonucudur. Ve
böylesi bir eser, kendi başına, başka amaçlar için olduğu kadar kendi adına da
izlenen süreçlerde rol oynamaya uygun bir türdür.
Örneğin
resim, kişisel tutkular, Tanrıya ya da devlete saygı, duygu ifadesi ya da
boşalımı, tarihsel olayların kaydı, sağaltım, otel odalarının süslenmesi gibi
nedenlerle yapılmış olabilir. Mimarinin barınak ve işyerleri sağlama amacı
vardır.
Müzik, terbiye etmek, sessizliği bozmak,
piyano virtüözlerine meydan okumak, dans için bir fırsat yaratmak ya da sadece
can sıkmak için yapılıyor olabilir.
Heykel üç boyutlu uzayı, insan
cinselliğini, mitolojiyi ya da belli bir insan başının şeklini temsil ediyor
olabilir.
Ne var ki, bu şekilde üretilen şeyleri
sanat eseri yapan şey şudur: Boyaların karıştırılması, faydalanılacak
mekânın kavranması, notaların dizilişi, mermerin ya da çamurun yontulması ya da
biçimlendirilmesi, sanatçı tarafından, bir amaca yönelik olduğu kadar, kendi
başına doyurucu bir uğraş olarak da görülür. Çağdaş ressamlardan Audrey
Flack şöyle der: "Neyin resmini yaptığınızın neredeyse önemi yok tur. Önemli
olan resim yaparken olanlardır." Ve önemli olan sadece
resim yaparken olanlar değil, resme bakarken olanlardır da. Duyarlılıklarımızı
geliştirmek, tanıdıklarımızı etkilemek, koleksiyonumuzu zenginleştirmek için tablolarla
ilgileniyor olabiliriz. Ama tablolara aynı zamanda salt bakmak için bakılır. Bu
olgular arasında bağlantı kurmak da akla yatkındır; kısmen kendi adına
yürütülen bir süreçte yaratılmış olması yüzünden tablo böylesi süreçler
doğurmaya uygundur. İnsanı sarar, çünkü özenle yaratılmıştır.
Başka bir ifadeyle,
sanatın işlevlerinden biri gündelik etkinlikleri yüceltmektir. Güneybatı Afrika'da
yaşayan San halkı de ve kuşu yumurtalarını kap olarak kullanır, bu kapları
güzel şekillerle süsler. Bir kap su taşıma amacıyla yapılır çölle kaplı bir
çevrede son derece pratik değeri olan bir işlev ama San halkı kısmen böylesi
süslemelerin bu kapların kullanılmasını kendi başına doyurucu kıldığı için
kendilerini bu kapları süsleme işine verirler. Ve Batı kültüründe, kullanılan
şeylerin çoğu değilse bile önemli bir kısmı kullanımlarının tatminkâr olması
için çeşitli biçimlerde süslenir ya da boyanır.
Örneğin, otomobilleri düşünün. Buna benzer
şeyler eğer bir sanatsal süreçten geçirilerek yaratılmışlarsa, benim tanımıma
göre sanat eseridir.
Dewey'in estetiği sanatı belli
bir tür insan deneyimi olarak tanımlar: ritmik, bütünlüklü, tamamlayıcı. Mevcut
kuram, sanat eserlerini böylesi deneyimlerin ürünleri ve örnekleri olarak
tanımlar, dahası böyle bir deneyimin nasıl olduğunu açıklamaya başlar:
araçlara, sürece, kısaca hayata kendini adama. Zira bazılarımız amaçlar için
yaşıyor olsalar da, hepimiz araçlarda yaşarız: Hepimiz "süreçler
içindeyiz." Bu
anlamda sanat, bizatihi yaşadığımız deneyime bizi yeniden sokar ve yaşadığımız
anı kutsallaştırır. Nor mal hayat süreçleriyle sanat deneyiminin sürekliliğini
kavratma amacıyla kaleme alınmış olan Dewey'in sanat kuramına benim getirdiğim
yorum budur. Dewey'in Experience and Nature'âdi [Yaşantı ve Doğa] dediği gibi, "birbirinin
alternatifi ve karşıtı ol maktan çok eşzamanlı olarak [araçlar ve sonuçlar,
süreç ve ürün, araçsal ve tamamlayıcı] yürütülen her etkinlik sanattır."
Görsel sanatçı yalnızca her nasılsa
edindiği dinsel, politik, estetik ve psikoseksüel amaçlarla donanmış bir kişi
olmakla kalmaz, o aynı zamanda materyalleri ele alma ve bu ele alış yoluyla
düşünme arzusu taşıyan bir kişidir de. Bazen sanılır ki, bir sanatçı birkaç
araçtan biri yoluyla dışa vurulabilen, belli belirsiz tanımlanmış bir "sanatsal
itkiye"(itici güç) sahiptir.
Oysa genelde durum bu değildir. Sanatçı kısmen boyamayla, yani boyaları
karıştırma ve oluşturmayla doyuma ulaştığı için resim yapar. Ressamın boya
kullanması bir tesadüf değildir; boyanın sürülmesi ve bu sürülme esnasında
ortaya çıkan çeşitli sorunların üstesinden gelme kendi başına değerli bir şey
olarak görülür. Görsel sanatçı çalışırken yalnızca eserinin nihai görünümüne,
uyandırmayı düşündüğü tepkilere ya da çalışmasına önayak olan nedenlere kendini
kaptırmaz. Sanatçı salt alacağı paraya, meslektaşlarının, eleştirmenlerin ya da
galeri sahiplerinin onayına da kapılmış değildir; o materyalleri ele almaya,
elleriyle bir şeye şekil vermeye de kaptırmıştır kendini. Bence, her sanatçı,
bazı bakımlardan çok zahmetli olsa da, yaratım sürecinde yatan sorunların
çözümüyle ortaya çıkan, bir sanat eserinin verdiği doyumu tanıyacaktır. Ve sık
sık yazarlar için yazmak, besteciler için bestelemek gerçekten bir işkenceye
dönüşse bile, hiçbir sanatçı ellerinin altında bitivermiş eserlere sahip olmaya
istekli olmayacaktır; seçilmiş araçtaki sorunların üstesinden gelmesi onu bir
sanatçı yapan şeyin ta kendisidir.
Wollheim, Art and its Objectsit [Sanat ve
Nesneleri] Bricoleur Sorunu adını
verdiği şeyi tartışır ("Bricoleur"
Fransızcada "elinden her iş gelen" ya da "tamirci" anlamına
gelir).
Sorun şudur: Belli bazı süreçler ve
materyallere niçin sanat araçları payesi verilir? Mevcut kuram bu soruya çok
doğrudan bir yanıt verir: Örneğin taş ve boya, sanat araçları payesine erişir,
çünkü onlar içkin olarak çalışma ihtiyacını karşılar ve çünkü onlar,
işlendiğinde, kendiliklerinden çeşitli kapasitelerde kullanma ihtiyacını
karşılar. Onlar inatçıdır, yani onlar birilerinin kendilerine vermek
istedikleri şekli hemen ya da kolayca almazlar. (Elbette belli oranda bir
inatçılıkları olsa da, örneğin, boya ve çamur mermerden daha kolay işlenir. Ne
var ki, çamur, örnek bir çömleğin şeklini hiç de kolayca almaz ve boya hiç de
kolayca örnek bir freskin kılığına girmez. Yani bu materyaller öyle kolaylıkla
etkinliklerin amaçlarına uygun bir şekle girmezler.)
İyi
yapılmış bir çömlek, sıvıları bir kaba dökme etkinliğini içkin olarak doyurucu
bir etkinliğe dönüştürür. Materyallerin inatçılığı onları işleme fırsatı sağlar
ve sanatçının onlar üzerinde çalışırken uzmanlaşmasını gerektirir. Uzmanlık
zamanla geliştirilmelidir; birçok zorluklarına rağmen bu, neşe veren bir süreç
olabilir, çünkü bu materyallerle çalışmak doyurucudur. Ama bu materyaller tam
anlamıyla inatçı da değildir; onlarla çalışmak imkânsız ya da aşırı zor
değildir; eğer kişi kendini onlara verirse şekil almaları zor değildir. İşte bu
gibi materyallere sanat araçları payesi kazandıran, güdümlenişlerinin
açıklanması zor doyum verme kapasitesinin yanı sıra kolay şekil alabilirlikle
inatçılığın bir bileşimi (adeta, materyalin nitelikleriyle insan kapasiteleri
arasındaki bir karşılaşma) olmalarıdır.
Dolayısıyla, görsel
sanatçıların materyalleri işlemelerini ben sanatsal süreç paradigmaları olarak
ele almak istiyorum.
Ancak sanatsal süreçler hiçbir şekilde böylesi işlemelerle sınırlı değildir.
Ben bitmiş sanat ürününe katkıda bulunan ve onu önceleyen; süreç ister
fiziksel, duygusal isterse entelektüel olsun, o şeyi özneler arasında
ulaşılabilir kılan etkinliklerin tamamına sanatsal süreç diyorum. Bu gibi
süreçler genel olarak başlangıçtaki bazı duygusal dürtüleri ya da gerçeklik
kazanmaya da çalışan fikirler kadar, bitmiş ürünü ya da her halükârda fiziksel
sürecin bir sonraki aşamasını görüntülemeyi de kapsar. Örneğin,
bir besteci herhangi bir enstrümana elini sürmeden kafasında bir ezgi
yaratabilir ya da bir şair bir şiir yazabilir. Bir mimar genelde kendi
elleriyle çizdiği binayı fiili olarak yapmaz; yine de kesinlikle tasarının
yaratılma süreci vardır. Aynı
şekilde, "ürün" nosyonunu taşınabilir yapıtlarla sınırlamaktan yana
değilim. Bazı sanatsal süreçler yapıtlar ortaya çıkarırken, başkaları
performanslar, planlar, etkileşimler, zaferler (satranç oyununu düşünün) ortaya
çıkarır. Ben burada "ürün" nosyonunu kabaca sanatsal bir süreç
sonunda ortaya çıkan, öznelerarası erişilebilir herhangi bir şey olarak
alıyorum. Yine de kendi adına izlenen bir süreç, ister kısa bir anlık, isterse
fiziksel olarak kesintili olsun, böylesi bir öznelerarası erişilebilir ürün
vermiyorsa, kullandığımız anlamda sanat eseri üretmiyor demektir, ama biz yine de
oldukça geniş bir anlamda bu şekilde sürdürülen bir etkinliğe sanat adını
verebiliriz. Bir kişi sadece zihinsel süreçleri sayesinde şair olamaz;
öznelerarası erişilebilir hale getirilmeden önce potansiyel ya da ön eser olsa
bile, bir şiirin bir sanat eseri sayılabilmesi için dışa vurulması gerekir.
Sh:28-32
Şu ana kadar
yazdıklarımızdan anlaşılacağı gibi, bence, Batı kültüründeki güzel sanatların
en büyük sorunu gündelik hayata yabancılaşmasıdır. Benim önerdiğim sanat
anlayışı hem betimsel (tasvirî) hem de normatiftir. Bu yalnızca sanat
eserlerinin önemli ortak yönlerinin saptanması yönünde değil, aynı zamanda
gözlerimizi şimdiye kadar sanat olarak düşünmeye alıştığımız nesne ve
etkinliklerden daha geniş bir alandaki nesne ve etkinliklere çevirmeyi öğrenme
yönünde bir çabadır. Bu hem bir sanat kuramı hem de estetik bütünlük
denebilecek bir şeye çağrıdır: Yaşamanın sanat
olduğunu, sanat içindeki hayatı ve hayat içindeki sanatı göstermenin bir
yoludur.
Şimdi normatif proje üzerinde durmak istiyorum.
Önce, Batılı sanatçıların giderek daha yoğun bir biçimde kendilerini sanatçı
olarak görmeye başladıkları ve daha fazla dışlamayı amaçladıkları bir süreç
olan estetik yabancılaşma sürecinin kısa bir tanımını yapacak ve ardından
kendimizi ve kültürümüzü sanat olarak yaşamanın bazı stratejilerine geçeceğim.
Etraflı bir şekilde, birincisi, çoğumuzun her gün yaşadığı şeyler olarak ve
İkincisi geleneklerimizin ve ritüellerimizin meşruluğunu göstermenin ve yeniden
yaşamanın yolları olarak blues ve country müziği üzerinde duracağım. Bu arada,
sanatla eğitimin tam bir bütünleşmesi ihtimali üzerinde duracağım. Ve nihayet,
kültürümüzdeki sanatların teknoloji sorunuyla ilişkisini tartışacağım.sh:76-77
Avangart (Öncü) sanat, kültür, gerçeklik
tanımları içindeki kabul edilmiş normları sarsıp sınırlarını değiştirmeyi amaç
edinir. Bu normlar sosyal reformdan estetik deneyimlerin değişimine kadar
çeşitlilik gösterebilir.
AvangartAvangart
(Fransızca: avant-garde), Fransızca askeri bir terim olan öncü birlik
sözcüğünden gelir. Gerek Fransızca'da gerek diğer dillerde kültür, sanat ve
politika ile bağlantılı olarak, yenilikçi veya deneysel işler veya kişiler
anlamına gelir.
Avangart sanat, kültür, gerçeklik tanımları içindeki kabul edilmiş normları sarsıp sınırlarını değiştirmeyi amaç edinir. Bu normlar sosyal reformdan estetik deneyimlerin değişimine kadar çeşitlilik gösterebilir.
Avangart sanat, kültür, gerçeklik tanımları içindeki kabul edilmiş normları sarsıp sınırlarını değiştirmeyi amaç edinir. Bu normlar sosyal reformdan estetik deneyimlerin değişimine kadar çeşitlilik gösterebilir.
Mutlak arayışındaki avangart,
"soyut" ya da "nesnel olmayan" sanata erişti... Avangart
şair ya da sanatçı aslında yalnızca kendi koşullarıyla geçerli olan bir şey
...verili, yaratılmamış, anlamlardan bağımsız bir şey, benzerler ya da
orijinaller yaratarak Tanrıyı taklit etmeye çalışır. İçerik o kadar eksiksiz olarak
biçimde erir ki, sanat eseri artık... kendinden başka hiçbir şeye...
indirgenemez. Sh:84
**
Ritüelsiz hiçbir insan kültürü yoktur;
görünen o ki, ritüel, kültürün olabilirliğinin bir koşuludur. Ancak bilincine
varılması en zor olan da her zaman kişinin kendi kültürünün ritüelleridir.
Çünkü kişinin içinde olduğu gerçek ritüeller bir hayat tarzının doğrudan
ifadeleridir. Seremoni örneğinde olduğu gibi, onlar hem mükemmel olarak hem de
kendiliğinden üretilir. Sh:120
Ritüeli şöyle düşünelim:
Ritüeller bir kültürü kurmanın ve ha yata
geçirmenin sanatsal yollarıdır. Yani, ritüeller kendileri için ya pılan, riayet
edilmeyi talep eden bir "haklılığa" sahip prosedürler olarak yaşanır.
Biz bir eylemi ritüelin gösterdiği biçimde yaparız, çünkü onu yapmanın doğru
yolu budur. Bir eylemi ritüele uygun olarak yapmak (en azından yapabildiğimiz
kadarıyla) dikkatimizi o eylemin amacının gerçekleşmesini sağlayan süreç
üzerinde sabitleştirir. Kendimizi sürece vermemiz bizi toplumsallığın
imkânlarına açar, daha doğrusu bu, toplumsallık imkânının ta kendisidir.
Kendimizi sürece vermemiz kişilere açılmamızı mümkün kılar; böylece, kültür,
kültürel olarak yapıcı sanatsal etkinliklerde hayat bulur. Ayrıca, sürece,
eylemlerimizi doğru bir biçimde yap maya bağlılık başka bağlılıklara imkân
verir. Bu bağlılık, bizi kendimizden geçmeye çağırırken, nasıl tapınacağımızı
ve tapındığımız şeyi nasıl kutsayacağımızı gösterir. Dolayısıyla, ritüel doğaya
ve tanrılara bağlılıktan ayrı düşünülemez. Burada, sanatsal bir süreç olan
maddi şeylerde özümlenmek bizi daha geniş özümlenmelere, ailede, kültürde,
dünyada, ilahi olanda özümlenmeye açar. Sh:123-124
**
Aslında, belirtmek gerekir ki, organizma
ile çevre arasındaki ayrım kolaylık olsun diye yapılmış bir ayrımdır ve her
halükârda kaygandır. Çevrenin parçalarını özümlediğimiz gibi, kendi parçalarımızı da
çevrede eritiriz. Biz
çevre içinde hareket ettikçe, çevre kelimenin tam anlamıyla bizim içimizde
hareket eder. Bizi oluşturan ve damgamızı vurduğumuz (örneğin, kendisinden
barınak inşa ettiğimiz) maddeler dönüşüm halindeki çevredir. Ve toplumsal
hayatta, kişiler çevrenin, çevre de kişilerin parçası, zaman zaman da son
derece önemli parçasıdır. Bana göre, insan bilgisini mümkün kılan çevreye
tamamıyla gömülü oluşumuzdur ve bu yüzden epistemolojide dünyayla özdeşliğimizi
doğrulayacak yeni yönsemeyi kaleme almamız gerekiyor.
Epistemoloji,
bilginin doğası, kapsamı ve kaynağı ile ilgilenen felsefe dalıdır. Bilgi
felsefesi olarak da adlandırılmaktadır.
Böylesi bir yönseme [Belli bir amaca veya
sonuca yönelen, etkinliğe dönüşmeyen etki gücü, temayül] bazı bakımlardan
Batı'da yeni olacaktır, ama bu, Hindistan'da geleneksel bilgi anlayışıdır.
İngilizce "felsefe" teriminin en yakın Sanskritçe karşılığı darsana
άιτ. Darsana akıl yürütme değil gerçekleştirmedir, bir nesneyi bilmek onunla
bir olmak, bir bilgisayar nasıl bir programı gerçeğe dönüştürüyorsa, onu kendi
içinde öyle gerçeğe dönüştürmektir. Radhakrishnan şöyle yazar:
Gerçekliği
bilmek için, onu fiili olarak yaşamak gerekir. Hint felsefesinde insan basitçe
doğruyu/hakikati bilemez; onu gerçekleştirir. Görmek [drs, darsananın kökü]
nesneyi içgüdüsel olarak doğrudan yaşamak ya da daha doğrusu, onunla bir olma
anlamında onu gerçekleştirmektir. Bir yanda nesne öte yanda özne ve aralarında
bir ilişki olduğu müddetçe tam bilgi mümkün değildir.
Aslında, King James İncili, "bilme"yi "cinsel
ilişkide bulunma" anlamında kullanır ve bu kullanım bilgi hakkında derin bir
şeyleri açığa vurur. Bilmek arzu duyulan bir kimse ya da bir şeyle iç içe
geçmektir. Bilmek bir film seyretmekten çok sevişmeye benzer.
Başka bir yerde, kaynaşma nosyonunu
kullanarak böyle bir epistemoloji kurmaya çalıştım. Benim kullandığım anlamda, "kaynaşma" belli ilişkileri anlatan
teknik bir terimdir. Teknik yanı bir yana, merkezi anlayış şudur:
Dünyayı deneyimlemek belli bir içsel duruma
girmek, örneğin dünyayı tam olarak temsil edecek belli bir zihinsel imgeyi ya
da temsilciyi benimsemek değildir. Sayesinde dünyayı deneyimlediğim ve sahip
olduğum dünyayı deneyimleyebilmem için zorunlu olan salt içsel bir durum
yoktur. De neyim dünyayla girilen dinamik bir etkileşimdin deneyim, adeta,
kendim ve çevrem arasında vuku bulur, daha doğrusu kendimle çevrem arasındaki
etkileşimden doğar. Ben başka fiziksel nesnelerin arasında bir fiziksel
nesneyim; görme, işitme ve öteki duyular, birbirine girmiş fiziksel nesnelerin
sahip olduğu özelliklerdir. Bir ağacı görmek, bu anlamda, ağaçla kaynaşmaktır.
Görmek soluk almaya benzer, çevremin bir kısmının bünyeme alındığı, kendimle
nesne arasındaki ayrımın silindiği bir süreçtir.
Ve burada yine bu kitap boyunca sık sık
ortaya çıkan bir düşünce yapısını takip ediyoruz. Biz zaten
çevremizle kaynaşmış haldeyiz; biz zaten öteki şeyler içinde şeyleriz; bu zaten
sahip olduğumuz her bilginin kaynağıdır. Bu
dünyanın seyircileri olmaktan vazgeçip geçmeme meselesi değil, hiçbir zaman
seyirciler olmadığımız ve hiçbir zaman olamayacağımızı fark etme meselesidir.
Seyirci olmak güvende olmaktır. Bir film canavarının
kimseyi yediği görülmedi daha.
Dünyayı uzaktan yaşayabileceğimizi sanarak güvenlik ararız. Ama dünya bizi
kuşatmakla kalmaz, içimizdedir; dünya biziz. Kaçışın, sakınmanın, durdurmanın
bir yolu yoktur. Modern resim gibi modern epistemoloji de belki kısmen dünya
karşısındaki korkudan ve nefretten doğuyor; tehlike ve hainlikle karşı
karşıyayken bile, dünyada olmanın sevincinden yeni bir epistemoloji ve yeni bir
sanat doğabilir.
Bilgi, tipik olarak, deneyimin üzerine
fazladan eklenir. İnsan özneleri için, çevreyle girilen dinamik bir etkileşim
bir dizi inanç doğrurur. Eğer bu inançlar doğrulanmışsa, bilgiyi oluştururlar.
Burada bilimsel deneyi düşünelim. Bilimci sistematik olarak (ya da rasgele)
çevrede değişiklikler yaratır ve sonuçları inceler. Bilimsel deney bilimcinin
çevreyi değiştirdiği bir işlemdir ve zamanla, Dewey'in The Quest for
Certainty'de [Kesinlik Arayışı] açıkça
gördüğü gibi, deneyin bilgiyi etkilediği anlamında, çevre ta rafından
değişikliğe uğratılır. Ve yine Dewey’in gördüğü gibi, mut lak kesinlik düşü
korkudan doğan bir yanılsamadır; çevreyle etkileşim sonucu edinilen inanç yeni
etkileşimlerle gözden geçirilmeye her zaman açıktır. Ama bilgi, çevreyle
birlikte etkin bir kurma faaliyetinin sonucudur.
Bu, özellikle önermesel
(içeriği) olmayan bilgide çok açıktır. Bisikletin nasıl kullanılacağını bilmek
için, fiilen bisiklete binmeli ve onu sürmeliyim. Aslında, önce bisiklete
binmek ve düşmek zorundayım; zamanla "onu hissederim", bu ancak
pratik ve riskli, ha yat deneyimiyle başarılabilecek bir şeydir. "Nasıl
yapılacağını bilmek" pratik bir meseledir; bu ancak çevreyle tam bir
bütünleşme sonucu ortaya çıkabilecek bir bilgidir; bisikletçi için, bisiklet be
denin bir uzantısıdır.
Ve ben ancak seninle etkileşime girerek, ancak etkileşimsel olarak, seni
bilebilirim. Senin duygularına ilişkin, neye ihtiyacın olduğuna ve neyi
reddettiğine ilişkin bir şeyler görmeliyim; sıraladığın bir sürü önermeyi
duymak pek işime yaramayacaktır. Yine, benim senin hakkındaki bilgim önermesel
bir şey değil, seni duymamla ilgili bir şeydir.
Aynı şekilde, modernist sanat kavrayışının
yanlış ve kötü ni yetli olduğuna inanıyorum. Her şeyden önce, hiçbir insani
etkinlik modernist mitin gösterdiği biçimde gerçekten pratikten uzak olamaz.
Sıra insanların şeyleri yapmasına, şeylere bakmasına ya da şeyleri işitmesine
gelince, normal insani arzuları yokmuş gibi davranamazlar. Ben arkadaşlarımı
etkilemek ya da zorlu bir günün ardından gevşemek için müzeye gidebilirim; şu
ya da bu biçimde, şayet gitmişsem, insani bir amaçla gitmişimdir. Ve bir resim,
örneğin, çıplak bir insan ya da huzur verici bir manzara resmi gördüğümde salt
biçime, çizgilerin ve renklerin bileşimine takılıp kalmak yerine, neyin
betimlendiğine de bakarım. Ve bu tepki arzunun yokluğunu değil, tersine işin
içinde olduğunu gösterir. Bir başka ifadeyle, sanat somut insan ihtiyaçlarından
doğar ve onları karşılar.
Ve gördüğümüz gibi, "güzel
sanatlar" kültür hayatından koparılmış olsa da, geleneksel olarak sanat d
ediğimiz her şey zanaatlar, popüler sanatlar (blues ve country müziği
gibi)kültür hayatına her zaman olduğu gibi temel oluşturuyor. Eğer böylesi etkinlikleri
sanat olarak görmeyi istiyorsak, o zaman gündelik kültür hayatı yine sanatla
dolu olacaktır. Mara Miller, The Garden as an Art [Bir Sanat Olarak Bahçe]
kitabında, bahçenin Batı tarihinin büyük bölümünde bir sanat olarak görüldüğüne
işaret eder; hatta bugün bile örneğin Japon kültüründe böyle görülmektedir. Ve
yine Mara Miller'ın belirttiği gibi, bahçeyi sanat olarak görmek "estetik
mesafe" ile bağdaşmaz:
Bir sanat eserinin aynı zamanda bir yer
olması ne anlama gelir?
Bunun bir sanat eseri olarak bahçe için içerimleri
nedir?
(Bahçeye gireriz. O içinde yaşadığımız
dünyanın geri kalan kısmıyla mekânsal ve zamansal bir süreklilik içindedir. Bir
düzlem değişmesi yoktur. Fiziksel mesafeye şiddetle meydan okunur, çünkü
fiziksel mesafe kelimenin gerçek anlamında yok edilmiştir. Biz sadece bahçeye
bakmayız, bahçe bizi kuşatır ve bahçeye karşı başka herhangi bir çevreye karşı
edindiğimiz aynı psikolojik algılama alışkanlıklarını ediniriz. Ayrıca bahçeyi
deneyimleme tempomuz gündelik hayat tempomuzla aynıdır.
Özel tempolar söz konusu olduğunda, müzik
dinlerken ya da bir film veya bir oyun seyrederken olduğu gibi, dışımızda
başlatılmış değişimlere tepki vermek yerine, normal çevremizde yaptığımız gibi
değişimi biz kendimiz başlatırız.
Aslında, birçok insan bahçeleriyle benim
sanat olarak betimlediğim türden kendini vererek ilgilenir. Ama bahçenin doğası
organizmanın ve çevrenin yavaşça karşılıklı uyarlanmasını gerektirir ki bu
özünde dünyadaki insani varoluş biçimidir. Bahçelerin sanatsallıklarının
canlanışı, bu yüzden, sanatın modernist mit dışında canlanışı ve kendimizin
dünyayla kaynaşmış olarak canlanışıdır.
Söylediğim gibi, ben
sanatı bir yapma yolu olarak almaktan yanayım. Bir etkinliği görünür bir amaç
için olduğu kadar salt kendi için yürüttüğümüzde sanatla uğraşıyoruz demektir. Ve böylesi
etkinliklerin sonuçları, bunlar amaçları açısından kullanılmaları içkin olarak
tatmin edici olan türden nesneleri ortaya çıkarıyorsa, sanat eseridirler. O
halde, bir resim yapma deneyimi, ihtiyaç duyulan bir gevşeme ya da meydan okuyucu
bir kavramsal egzersiz olabildiği kadar, içkin olarak tatmin edici de olabilir.
Belirttiğim gibi, temel sanat deneyimi bir
özümle(n)me deneyimidir. Unutmayalım, kaynaşma ve özümle(n)me nosyonları
yakından ilişkilidir: Bir şeyde özümlenmek onunla kaynaşmak demektir. Ben-Ami
Scharfstein, Birds, Beasts and Other Artists [Kuşlar, Gulyabaniler ve Diğer
Sanatçılar] adlı,
yakınlarda yayımlanmış bildiğim en iyi estetik kitabı olan çalışmasında, "bütün
sanat dediğimiz şey... bireyin kendi ötesinde yaşama ihtiyacını ifade
eder"
diye yazmaktadır. Ve aynı yazara göre, "sanat,
birey ötesinde olan şeyle karışır ya da kaynaşırken, birey olarak kalma
gayretidir"
(s. 208).
Demek ki, sanat benliğin aynı anda
genişlemesi ve yoksanmasıdır ve bu iki veçhe de aynı anda heyecan verici ve
tehlikelidir. Daha önce belirtildiği gibi, sanat bizi başka kaynaşma
biçimlerine davet eden bir kaynaşma biçimi olarak görülebilir. Sanat maddelerle
kaynaşmayı gerektirir: Çalışma sürecinde özümlenmedir. Ve sanatın getirdiği
kaynaşma başka kaynaşmaların yolunu açar; sanat bizi kendimizle, birbirimizle,
dünyayla, ilahi olanla kaynaşmaya çağıran kaynaşma deneyimidir. Kaynaşma
çeşitlerini nesnelerine göre, bireyin kaynaştığı şeyin ne olduğuna göre ayırmak
istiyorum. Ve benim iddiam, sanatın karakteristik işlevinin bütün bu
boyutlarıyla kaynaşma yarattığıdır. sh:137-142
**
İŞTE SİZE TAO TE CHİNG'DEN BURADA ORTAYA ATTIĞIM DÜŞÜNCEYİ
SOMUTLAYAN BİR ALINTI:
Evreni
avcunun içine alıp düzeltebileceğini mi düşünüyorsun?
Bunun
olabileceğini sanmıyorum.
Evren
kutsaldır.
Onu
düzeltemezsin.
Onu
değiştirmeye kalkarsan, onu yıkmış olursun.
Onu
tutmaya kalkarsan, onu kaybetmiş olursun.
**
İstediğimize zaten sahibiz. Eğer bir içgörü
olarak iletmek istediğim bir şey varsa, o da budur. Bu demek değildir ki,
değiştirilmesi gereken şeyler yoktur. Dediklerim, dünyamızı daha berrak
görebileceğimiz ve onu daha derinlemesine değerlendire bileceğimiz umudunun bir
ifadesidir. Ne olduğumuz ve neye sahip olduğumuzun ayırıtma varma süreci
hayata açılma sürecidir. Ve bu sürece gömülmek yaşama sanatı dediğimiz şeydir.
Huzur, olanın olumlanmasıyla gelir; kendimizi otomobile, heavy metale ya da
silahlanmaya karşı konumlandırmak kendimize karşı konumlanmak demektir, zira
bizim gibi, silahlar da gerçektir. Ve
biz bu şeyleri yapan insanlarız; biz de yapılmış şeyleriz.
Belki de hepimizin
kaynaşmayla yaşayabileceği en derin deneyim sevgidir/aşktır. Belki bu
yüzden, sevişmenin aşkın, en azından belli bir aşkın, uygun ifadesi olduğunu
düşünürüz çünkü sevişme fiziksel bir kaynaşmadır. Ve bir
sevişme sanatı vardır, daha doğrusu, aşk yoksa sanat da yoktur; bir şeye
duyduğumuz aşkla bir etkinliğe girmek o şeyle bir sanat olarak uğraşmaktır. İşte
bu nedenle, insanlık tarihi boyunca ve bütün yeryüzünde tinsel gelenekler sanata
yönelmiş, hatta sanatın kendisi olmuştur.
Sanat, gördüğümüz gibi,
ritüel için zorunludur ve ritüel de hayatlar, mevsimler ve çağlar içinden geçiş
yollarını işaretlemek için zorunludur.
İnsanların yol
işaretlerine ihtiyaçları vardır; insanların kendi yaptıklarını düşünürken,
evrensel olarak çevrelerinde sürüp giden şeylere ilişkin de düşünmeleri
gerekir.
Ritüel, son olarak,
dünyada var olmanın, kültür düzeninin her zaman doğa düzeni olduğunu
göstermenin bir yoludur. Kültürel bağlantılarıyla sanat, doğal olanla yapıntı
arasında fark olmadığını gösterir. Ve ritüel olan kaynaşmada büyük bir aşk
ifadesi vardır. Dünyadaki değişimler korku, acı ve ölüm getirmiş olsa bile, bu
değişikliklere duyduğumuz aşkı sanatsal yaratımla anlatırız.
Sanat, dünyayı acılarıyla
ve ölümleriyle birlikte sevebileceğimizi, hatta acıyı ve ölümü bile
sevebileceğimizi gösterir.
Bu, acıyı acı olarak
yaşamaya son vermek, kayıplarımız için üzülmemek ya da kaybolma korkusu
çekmemek anlamına gelmez. Tam tersine, biz sanat yoluyla kendimizi bunlara
tamamen açarız. Sanatta biz bu şeylere maruz kalma isteğimizi ifade ederiz. Bu
ifade boşunadır, çünkü istekli olalım ya da olmayalım bu şeylere maruz
kalacağız. Ama dünyanın acımasızlığıyla yüz yüze geldiğimizde bile kendimizi
dünyaya açma arzusu büyük bir yüce gönüllülükten gelen bir tutumdur. Hakikat
karşısında dövüşmek, onu bize bahşetmiş olan kadere ve tanrılara bir yumruk
sallamak, ancak dövüşmenin kendisi kadar hayranlık duyulacak bir şeydir. Olanla
dövüşmek, kaçınılmazdan nefret etmek ve onu saldırmak belki de insanların
çekebileceği en derin acıları verir. Süreç içinde dünyamızı olumlamak, her acı
kadar bunun acısını da tatmak demektir, çünkü kabul etmek zorunda olduğumuz bir
şey de her şeyi kabul edemeyeceğimizdir.
Oysa bir sanatla uğraşmak, soyutlamaları
unutmak ve kendimizi evrenin bir yuvası yapmaya girişmektir. Bir yuvayı
teknolojik olarak, kendiliğinden, şu ya da bu biçimde yaparız. Bir sanatla
uğraşmak bilinçli olarak kendimiz için bir yuva kurmaya başlamak, kendimizi
dünyada yuvamızda hissetmektir. Bu, dünyayla fiili olarak daha açık ve daha
içten ilgilenerek kim ve nerede olduğumuzun bilincini yükseltmektir. Bu,
dünyevi olanın kutsallığını tatmanın, kendimizi ve şeyleri kutsamanın bir
yoludur. Ve nihayet, sanat doğamızdır, gerçek oluşun, bir yuva kurmanın ve
dünyayı sevmenin bir yoludur. Sh:167-169
“Dünya,
bencilliğin ve kabalığın karanlığında yolunu bulmaya çalışıyor Bilgi kötü bir
vicdana satılmış, iyilik fayda adına yapılıyor. Doğu ve Batı, bir öfke denizinde
kafalarını tokuşturan iki ejderha gibi hayat cevherini yeniden elde etmek için
nafile uğraşıyor. Büyük felaketi tamir etmesi için yeniden bir Niuka’ya
ihtiyacımız var; o büyük yeniden doğuş gününü bekliyoruz. Bu arada, bir yudum
çay içelim...”
Monet’nin bir resmini gün ışığında
görebilir misiniz, evirip çevirebilir misiniz onu?
Peki sudan yansıyan ay ışığında nasıl
görünürdü acaba? Bilemiyoruz, çünkü Batılı anlamında sanat, ancak kuyrukta
bekledikten sonra içine gire bildiğimiz, taş zemininde topuklarımızı
tıkırdattığımız, bir ucundan öbür ucuna yürüyene dek ayaklarımıza kara suların
indiği, “müze” denen binalara hapsedilmiştir. Biz bir Monet resmini, ancak, o
da eğer yeterince “kültürlü” ve yeterince seçkinsek, “doğru” ışık altında ve
“doğru” açıdan görebiliriz. Oysa, Crispin Sartwell, bize Batı dillerindeki
“sanat” sözcüğünün antik Yunan, Çin ve Hint kültürlerindeki karşılığının,
“yaptığına kendini vererek ve maharetle yapmak” nosyonuna denk düştüğünü
anımsatıyor. Yani Batıdışı kültürlerde sanat, kişinin dünyayla arasına bir
mesafe koyarak dünyaya bir çerçevenin ardından bakması değil, dünyayla
bütünleşmesi, kendini dünya ya açarak onunla bir olması demektir. İşte bu
yüzden, Japon kültüründe çay yapmak ve çay içmek bir sanattır; bu yüzden, Menomince
kültüründe avlanmak bir sanattır; Navajo kültüründe sağaltım (Tedavi) bir
sanattır.
Yaşamak kendini dünyaya
açmak ve çevreyle bütünleşmek demek olduğu için, bütün dünya tinsel
geleneklerinde, yaşamak bir sanattır.
Sartwell, Edepsizlik, Anarşi ve
Gerçeklikte kendimizi olana açmayı, kendimizi gerçek olarak yaşamayı önermişti
bize; acılardan kaçarak değil, kendimizi akışa bırakarak acılara katlanmayı;
bedenimizi ve aklımızı aşka teslim etmeyi... Yaşama Sanatında da bir sanat
olarak yaşamayı öneriyor. Konfüçyüs’ten Heidegger’e uzanan bir düşünce
geleneğini izleyerek, kendimizi yaptığımız işe vermenin, yaptığımızla bir
olmanın ve böylece kendimizi bil menin yollarını gösteriyor bize. Sanatı,
müzelerden çıkarıp gündelik hayata iade ediyor; akılla duyguyu, teknolojiyle
doğayı barıştırıyor. Sanat ve zanaat ayrımının aslında Batı düşüncesinin bir
kuruntusu olduğunu gösteriyor; çay ustasını, çömlekçiyi, ressamı, blues
şarkıcısını ve fırıncıyı kaynaştırıyor. Böylece, bu dünyanın bir parçası
olduğumuzu, dünyadaki şeyler arasında bir şey olduğumuzu hatırlıyoruz. Yeni
yetme bir heyecanla, yaşama sanatını keşfediyoruz.
Hepimiz birer sanatçıyız. Öyleyse, birer
yudum çay içelim...
Kaynak:
Crispin
SARTWELL, Yaşama Sanatı Dünya Tinsel Geleneklerinde Gündelik Hayatın Estetiği,
Kitabın özgün adı The Art ofLiving Aesthetics ofthe Ordinary in World Spiritual
Traditions, İngilizceden çeviren Abdullah Yılmaz, Ayrıntı, Birinci basım 2000,
İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar