TELEVİZYON’UN GERÇEĞİNDEN SANSÜRE VARIŞ
Mumford, Technics and Civilization
adlı önemli kitabında, ondördüncü yüzyıldan başlayarak saatin bizi nasıl önce
zamanı ölçen, daha sonra zamanı tasarruf eden, şimdi de zamana uyan kişiler
durumuna getirdiğini göstermektedir. Bu süreçte biz, saniyeler ve
dakikalardan oluşan bir dünyada doğanın otoritesinin sarsılıp geri plana
düşmesi nedeniyle güneşe ve mevsimlere saygı göstermemeyi alışkanlık edindik. Aslında, Mumford’un işaret ettiği gibi, saatin icat
edilmesiyle Ebediyet de insani olayların ölçüsü ve odak noktası olma konumunu
kaybetmiştir. Sonuçta, öyle bir bağ olduğu çok az kişinin aklına gelmişse
bile, saatin durmayan tiktaklarının Tanrı’nın ululuğunun zayıflamasıyla
ilgisinin, Aydınlanma filozoflarının yazdıkları bütün bilimsel incelemelerden
daha fazla olduğunu söyleyebiliriz herhalde. Demek istediğim şu ki, saat insan ile Tanrı arasında, Tanrı’nın kaybeden taraf
olarak göründüğü yeni bir konuşma biçimi doğurmuştur.Herhalde, bugün
yaşasa Hz. Musa da emirlerine şöyle bir yenisini eklerdi: Zamanı temsil eden hiçbir mekanik araç yapmayacaksın.
Sh:20-21
**
Televizyon, görüntü ile çılgınlığın
etkileşimini mükemmel ve tehlikeli bir kusursuzluk katına çıkararak, telgraf
ile fotoğrafın epistemolojik yönelimlerini en güçlü biçimde dışa vurmayı
sağlamıştır. Üstelik onları evlerin içine kadar getirmiştir. Şimdi biz, ilk ve en yakın öğretmeni, ayrıca çoğumuz için
en güvenilir yoldaşı ve dostu televizyon olan ikinci kuşak çocuklarla bir arada
yaşıyoruz.Daha açık bir dille ifade edersek, televizyon yeni
epistemolojinin kumanda merkezidir. En ufak çocuklar dahi televizyon izlemekten
men edilmezler. En berbat yoksulluk bile
televizyondan vazgeçmeyi gerektirmez. En
yüce eğitim sistemi bile televizyonun belirleyiciliğinden kurtulamaz. Ve
en önemlisi, kamuoyunu ilgilendiren hiçbir konu (politika, haber, eğitim, din,
bilim, spor) televizyonun ilgi alanının dışında kalmaz. Yani, halkın bu
konuları kavrayış biçimi tamamen televizyonun yönelimleriyle şekillenmektedir.
Televizyon daha ince yollarla da
kumanda merkezidir. Örneğin, diğer medya araçlarından yararlanışımız ağırlıkla
televizyonun yönlendiriciliğiyle olmaktadır. Telefon sisteminin nasıl
kullanılacağını, hangi filmlerin görüleceğini, hangi kitap, kaset ve dergilerin
alınacağını, hangi radyo programlarının dinleneceğini televizyondan öğreniriz. Televizyon
iletişim ortamımızı, başka hiçbir iletişim aracının gücünün yetmeyeceği
tarzlarda bizim adımıza düzenler.
Bu noktaya küçük, ironik bir örnek
olması bakımından şöyle bir şey aklınıza getirin: Geçtiğimiz birkaç yıl içinde
bilgisayarın geleceğin teknolojisi olduğunu öğreniyorduk. Şimdiyse çocuklarımızın “bilgisayar dili”ni bilmezlerse
okulda başarısız kalacakları, yaşamda öne fırlayamayacakları söylenmektedir.Kendimizin
bir bilgisayarı olmazsa işlerimizi yürütemeyeceğimiz, alışveriş listemizi
çıkaramayacağımız ya da çek hesaplarımızı düzgün tutamayacağımız iddia
edilmektedir. Bunların bir bölümü doğrudur belki. Ancak bilgisayarlarla ve
onların yaşamlarımızdaki yerleriyle ilgili en önemli nokta, bütün bunları
televizyondan öğrenmemizdir. Televizyon, “üst-araç” (metamedium) statüsüne;
yalnızca dünyaya ilişkin bilgimizi değil, aynı zamanda bilme yollarına ilişkin
bilgimizi de yönlendiren bir araç statüsüne yükselmiştir.
Aynı zamanda televizyon, Roland
Barthes’ın yorumuyla “mit” statüsüne yükselmiştir. Barthes’ın “mit” derken
kastettiği, dünyayı anlamanın problematik olmayan bir biçimi, özetle doğal
görünenin tamamen bilincinde olmayışımızdır. Mit,
bilincimizin gözle görünmez olan derinliklerine gömülmüş bir düşünme biçimidir.
Şimdi televizyonun izlediği yol böyledir. Televizyon cihazı artık, bizi büyülemez
ya da zihnimizi allak bullak etmez. Televizyonun ilginç yönlerine ilişkin
hikâyeler anlatmayız. Televizyon cihazlarını artık, özel odalarla sınırlamayız.
Televizyonda izlediklerimizin gerçekliğinden kuşkuya düşmeyiz ve televizyonun
sunduğu bakış açısının özelliğini pek fark etmeyiz. Televizyonun bizi nasıl
etkilediği sorusu bile arka plana atılmıştır. Bu soru, sanki kulağımız ve
gözümüz olmasının bizi nasıl etkilediğini soruyormuş gibi bazılarımıza acayip
görünebilir. Yirmi yıl önce “Televizyon kültürü
şekillendirir mi yoksa yalnızca yansıtır mı”sorusu pek çok araştırmacı
ve toplumsal eleştirmen tarafından ilginç bulunmuştu. Ancak, televizyon zamanla
bizim kültürümüz haline gelmeye başladıkça, bu soru da geçerliliğini büyük
oranda yitirmiştir. Demek ki bizim konuşmalarımızın konusunu, televizyonun
kendisinden çok, televizyonda görülenler, yani onun içeriği oluşturur.
Televizyonun ekolojisi (buna hem onun fiziksel özellikleri ve sembolik kodu hem
de olağan biçimde ona atfettiğimiz koşullar dahildir) tartışılmaz bir veri
sayılmakta, doğal olarak kabul edilmektedir.
Televizyon, deyiş yerindeyse,
toplumsal ve entelektüel evrenin arka planındaki radyasyon, yüz yıl önceki
elektronik bigbang’in neredeyse gözle görülmez kalıntısıdır; bu bizim o kadar
yakından bildiğimiz ve millet kültürüyle o kadar iç içe geçmiş bir durum
yansıtır ki, fondaki cılız tıslamasını artık duymayız ya da parlayıp sönen gri
ışığını artık görmeyiz. Demek ki televizyonun epistemolojisi büyük oranda
dikkat çekmemekte, onun kurduğu “ceee” dünyası bize artık, tuhaf bile
gelmemektedir.
Elektronik ve grafik devriminin
bundan daha rahatsız edici bir sonucu yoktur: Bize televizyon aracılığıyla
sunulan dünyanın garip değil, doğal görünmesi. Zira yabancılık duygusunun
kaybolması, bir uyum sağlama göstergesidir ve bizim uyum sağlamamızın derecesi
ne kadar değiştiğimizin ölçüsünü verir. Kültürümüzün televizyonun
epistemolojisine uyum sağlaması şu ana kadar hemen hemen tamamlanmış
durumdadır; televizyonun hakikat, bilgi ve gerçeklik tanımlarını o kadar gözü
kapalı kabul etmekteyiz ki ilgisizlik bize anlamlı görünmekte, tutarsızlık ise
özellikle akıllıca davranmak gibi gelmektedir. Üstelik kurumlarımızın bir
bölümü de çağın şablonlarına uymuyorsa, gözümüze düzensiz ve yabancı görünen
şablonlar değil, bu kurumlar olmaktadır.
Televizyon,
kültürümüzü yapısal bir değişime uğratarak muazzam bir gösteri sahnesi
yaratmıştır.Kuşku yok ki
sonunda bu durumu seve seve benimsemeye ve hoş olarak niteleme noktasına
gelebiliriz. Aldous Huxley’in elli yıl önce gerçekleşmesinden korktuğu şey de
tam olarak budur zaten.sh: 90-94
**
Çok önemli bir meseledir bu; zira
hakikatin televizyondaki haber programlarında nasıl algılandığı sorununun
ötesine gider. Televizyonda hakikati iletmenin kesin ölçütü olarak gerçekliğin
yerini güvenilirlik almışsa, politik liderler, icraatlarının tutarlı biçimde
gerçeğe yakın olma duygusu uyandırması koşuluyla, gerçekliğin kendisine kafa
yorma zahmetine katlanmaya fazla gerek duymazlar. Örneğin,
Richard Nixon’ın ismini lekelemiş olan onursuzluğun, kendisinin yalan
söylemesinden değil, televizyonda yalancı görüntüsü sunmasından kaynaklandığını
düşünüyorum.Eğer doğruysa, kimseyi, hatta koyu Nixon düşmanlarını bile
rahatlatmaz bu. Çünkü bunun alternatifleri ya bir
yalancı gibi görünüp hakikati söylüyor olmak ya da, daha kötüsü, hakikati
söylüyor gibi görünüp aslında yalan söylüyor olmaktır.
Televizyonda bir haber programı
hazırlanması istenen bir kişi bunların hepsinin farkında olur ve diğer başarılı
emprezaryoların yararlandıkları ölçütler temelinde oluşturmaya özen gösterir.
Sizin dikkatinizi, eğlence dozunu en fazlaya çıkaran ilkelere göre haber
programı hazırlamaya yoğunlaştırır. Örneğin, program için bir müzikal tema
seçer. Bütün haber programları müzikle başlar,
biter ve gene müzik eşliğinde ara verilir.Bu uygulamayı tuhaf bulan çok
az kişiyle karşılaşmışımdır ve bu saptamamı, ciddi kamusal söylem ile eğlence
arasındaki ayrım çizgilerinin silinmesinin bir kanıtı sayarım.
Müziğin haberle ne ilgisi vardır?
Niçin haber programına müzik konur?
Niçin haber programına müzik konur?
Haber programına müzik konmasının
nedeni, tiyatro oyununa ve sinema filmine müzik konmasıyla aynıdır: Eğlenceye
uygun bir ruh hali yaratıp bir leitmotif (nakarat) sunmak. Eğer müzik olmasaydı flaş bir haberle kesilen herhangi
bir televizyon programında olduğu gibi izleyiciler hakikaten dehşet verici,
belki yaşamlarının bile değişmesini gerektiren bir haber dinlemeyi
beklerlerdi.Ama programın çerçevesi müzikle çizildiği sürece, izleyici ciddi
biçimde dehşete düşülecek bir şey olmadığını, aslında aktarılan haberlerin
gerçeklikle ilgisinin bir oyundaki sahnelerden farksız olduğuna inanma
konusunda gönlü rahat olur.
Bir haber programının, içeriği
ağırlıkla eğlenceye uygun olarak tasarlanmış stilize bir dramatik temsil gibi
algılanması, başka özelliklerle (bunlar arasında
bir öykünün ortalama uzunluğunun kırk beş saniye sürmesi de vardır) pekiştirilmektedir.
Kısalık her zaman saçmalamayı akla getirmemekle
birlikte, bu örnekte açıkça böyle olmaktadır. Ciddilik duygusunu, yansımaları
bir dakikadan daha az bir zamanda tükenen bir olayla iletmek mümkün değildir.
Aslında, TV haberlerinde, herhangi bir öykünün herhangi bir sonucunun bulunması
türünden bir şey önerme niyeti taşınmadığı çok açıktır; zira bu, izleyicilerin
o konuyu zihinlerinde taşımaya devam etmelerini gerektirecek ve buna bağlı
olarak izleyicilerin dikkatlerini her an yayına hazır bekleyen bir sonraki
habere yöneltmelerini engelleyecektir. İzleyicilere, her koşulda bir film
uzunluğunda olacağından bir sonraki haberden kopmalarına da fazla zaman
tanınmaz. Resimli görüntülerin sözcükleri ve kısa süreli iç gözlemleri gölgede
bırakmasında fazla güçlük çekilmez. Siz de bir televizyon yapımcısı olarak,
görsel malzemeyle desteklenen bir olaya öncelik tanıyıp onu işlemekten
şaşmayacaksınız. Bir polis karakoluna getirilen bir cinayet zanlısı,
aldatılmış bir tüketicinin kızgın suratı, Niyagara Şelalesi’ne atılan ve içinde
bir adam olduğu iddia edilen bir fıçı, Beyaz Saray’ın yeşil bahçesine bir
helikopterle inen Başkan; bunlar her zaman için etkileyici ya da eğlendirici
görüntülerdir ve bir eğlence programının içeriğine kolayca uygun düşerler. Kuşkusuz,
bir haberde anlatılan şeyin fiilen görüntülerle belgelenmesi zorunlu değildir.
Böyle görüntülerin halkın bilincini işgal etmeleri de zorunlu değildir. Her
televizyon yapımcısının iyi bildiği gibi, filme almak her zaman geçerli bir
kuraldır.
Ayrıca, haber
spikerlerinin görüntü parçalarının ön ya da son konuşmalarını yaparken
suratlarını buruşturmak ya da ürpermek üzere ara vermemeleri de gerçek dışılık
dozunu yüksek tutmakta büyük katkısı olan bir harekettir.Gerçekten,
pek çok haber spikeri okudukları haberin anlamını kavramaktan uzak görünmekte,
depremleri, toplu katliamları ve diğer felaketleri aktarırken sevinçli bir
coşkuyla dolu yüz ifadelerini hiç değiştirmemektedirler. Spikerlerin herhangi
bir şekilde kaygılı ya da dehşete kapılmış görünmeleri izleyicileri de
endişelendirir. İzleyiciler, “Ve şimdi de...” kültüründe haber spikerlerinin
ortaklarıdır ve spikerlerden, çok az ciddileşen, ama sahici bir kavrayış gücüne
de sahip olan bir karakter rolünü iyi oynamalarını beklerler. Tiyatroya giden birinin sahnedeki karakter mahallede bir
katil dolaştığını söyledi diye hemen evini aramak için telefona sarılması gibi,
haberleri izleyen birinin de verdiği tepkilerde hiçbir gerçeklik hissi
olmayacaktır.
İzleyiciler, haberlerden bir
tanesinin çok ciddi görünmesinin önemli olmadığını da bilirler (örneğin, bu
satırları yazdığım günlerde, Donanma’dan bir general Amerika Birleşik
Devletleri ile Rusya arasında nükleer savaşın kaçınılmaz olduğunu ilan
etmiştir). Demek istediğim, bir haberin hemen
arkasından bir reklam kuşağı gelecek, bir anda haberlerin etkisi silinecek,
hatta büyük ölçüde bayatlayacaktır.Bu özellik bir haber
programının yapısında anahtar bir unsurdur ve bu niteliğiyle televizyon
haberlerinin ciddi bir kamusal söylem biçimi şeklinde hazırlandığı iddialarını
çürütür. Eğer ben de şu satırı yazarken konuya ara verecek, tartışmama ileride
devam edeceğimi söyleyip United Airlines ya da Chase Manhattan Bank lehine
birkaç laf edeceğimi aktaracak olsaydım, benim ve sözlerim hakkında neler
düşüneceğinizi getirin bir zihninize. Haklı
olarak benim size saygı duymadığımı, işlediğim konuya ise hiç saygım olmadığını
düşünürsünüz. Ve eğer bunu bir kere değil, her bölümde defalarca yapmış
olsaydım, yazdığım hiçbir şeyin dikkate değer olmadığı kanısına varırdınız.Öyleyse
aynı durumda bir haber programını önemsiz bulmamamızın nedeni nedir? Bunun
nedeni, eminim, kitaplardan, hatta diğer araçlardan (sinema gibi) anlatının
tonunda bir tutarlılık, içerikte bir süreklilik beklerken, televizyondan,
özellikle haber programlarından yana böyle bir beklentimizin olmamasıdır. Televizyonun kopuk kopuk programlarına o kadar alışmış
durumdayız ki, bir muhabirin nükleer bir savaşın kaçınılmaz olduğu haberini
verdikten hemen sonra “... ve şimdi de reklamlar...” demesine hiç şaşırmayız
artık.
Haberlerle reklamların bu şekilde
yan yana konmasının dünyamızı ciddi bir yer olarak yorumlayışımıza yaptığı
zararı abartmış olmamız pek mümkün değildir. Zarar, özellikle dünyaya nasıl
tepki göstereceklerinin ipuçlarını çoğunlukla televizyondan alan genç
izleyiciler açısından büyüktür. Gençler, televizyon haberlerini izlerken,
diğer kesimlerden daha fazla, zulüm ve ölüm haberlerinin büyük ölçüde abartılı
olduğunu ve ne olursa olsun ciddiye alınmasına ya da sağduyulu bir tepkiyle
karşılanmasına gerek olmadığını varsayan bir epistemolojinin etkisine
girmektedirler.
Bu konuda, bir televizyon haber
programının sürrealist çerçevesinde, mantığı, aklı, ardışıklığı ve çelişki
kurallarını terk eden bir söylem tipini öne çıkaran bir anti-iletişim kuralı
yattığını söyleyecek kadar ileriye gitmem gerekiyor. Bence bu kurama verilen
isim estetikte Dadaizm, felsefede nihilizm, psikiyatride şizofrenidir.
Tiyatronun sözlüğünde ise vodvil olarak bilinir. Sh:116-119
Vaizler, izleyici sayılarını en
fazlaya çıkarmak amacıyla vaazlarının içeriğini ayarlama konusunda oldukça
samimidirler. Diyelim, bir elektronik vaizin zenginlerin cennete gitmek için
aşmaları gereken engellere değinmesini umuyorsanız hakikaten çok beklersiniz.
Ulusal Dinsel Yayıncılar Birliği Yönetim Kurulu Başkanı, bütün televizyon
vaizlerinin yazılı olmayan yasasını şu sözlerle özetlemektedir: “İzleyici payınızı, ancak onların istedikleri şeyleri
sunarak arttırabilirsiniz.” Eminim hemen bunun alışılmadık bir
dinsel ilke olduğunu belirteceksiniz. İnsanlara istedikleri şeyleri sunan (dini
liderler peygamberler kadar) büyük bir dinsel önder yoktur. Önderler yalnızca
kitlelerin ihtiyaç duydukları şeyleri sunarlar. Oysa televizyon, insanlara
ihtiyaç duydukları şeyleri sunmaya pek uygun değildir. Televizyon “dost
yardımcı”dır. Kapatması çok kolaydır. En cazip hali, dinamik görsel imgelerin
diliyle konuştuğu zamandır. Karmaşık sözlere ya da karşılaması kolay olmayan
taleplere yüz vermez. Demek ki televizyonda verilen vaaz ve dinî
programlar bol bol alkışla doludur. Bolluğu kutsarlar. Programlarında yer alan oyuncular sonra ünlü kişiler
olurlar.Mesajları ne kadar önemsiz olsa da programların izlenme oranı
yüksektir; daha doğrusu, mesajları önemsiz olduğu için büyük bir kitle
tarafından izlenirler. Mesela Hıristiyanlığın talepkâr ve ciddi bir din
olduğunu söylerken yanılmadığıma inanıyorum. Ama kolay ve eğlenceli bir tarzda
sunulduğu zaman bambaşka bir din haline gelmektedir.
Kuşkusuz, televizyonun dini
aşağıladığı iddiasına karşı çıkan argümanlar vardır. Örneğin, manzaranın dine
pek yabancı olmadığı söylenmektedir. Quakerları ve başka birkaç katı mezhebi
saymazsak, her din sanat, müzik, ikonlar ve korku verici ritüeller aracılığıyla
kendini cazip göstermeye çalışır. Birçok insanı dine çeken, dindeki estetik
boyuttur. Özellikle Roma Katolikliği ve Musevilik açısından geçerlidir bu: her
iki din de müritlerine akıldan çıkmayan ezgiler, muhteşem elbiseler ve şallar,
sihirli şapkalar, kâğıt helvalar ve şarap, pürüzsüz pencereler ve eski dillerin
esrarengiz nağmelerini sunarlar. Dine özgü olan bu giyecekler ile televizyonda
izlediğimiz çiçekli ve çağıl çağıl akan pınarlı görüntüler arasındaki
farklılık; ilkinin, aslında din tarihinin ve dinsel doktrinlerin, basit araç
gereçlerinden öte, ayrılmaz parçaları olmasıdır. Dinsel göstergeler,
inananların bu araçlara saygıyla karşılık vermelerini gerektirir.
Sh:136-138
**
Kuşkusuz kapitalizmin pratiğinin
çelişkileri de vardır. Örneğin, karteller ve tekeller, kuramı fiilen
işlevsizleştirirler. Öbür yandan televizyon reklamları da durumu iyice
karıştırır. En basit bir örnek verirsek: Rasyonel çerçevede düşünülmesi için
her iddianın (ticari ya da başka içerikli) sözle yapılması gerekmektedir. Daha
kesin bir ifadeyle, her türlü iddia bir önerme
biçimine sokulmalıdır, zira “gerçek” ve “sahte” gibi sözcüklerin telaffuz
edilebileceği söylem zemini önermedir. Eğer bu söylem evreni yok
sayılırsa, o zaman ampirik testlerin, mantığa dayalı analizlerin ya da aklın
öbür araçlarının uygulanmasından hiçbir sonuç alınamaz.
Ticari reklamlarda
önermeler kullanmaktan vazgeçme on dokuzuncu yüzyılın sonunda başlamıştı.Ancak
1950’li yıllara kadar televizyon reklamı ürünle ilgili kararlara temel
oluşturma açısından dilsel söylemi eskitemedi. Resimli reklamlar iddiaların
yerine görüntüyü koyarak, tüketim kararlarının temeline duygusal çağrıları
-gerçek olma ölçütünü değil- oturtmuştu. Rasyonalite ile reklam arasındaki mesafe
şu anda o kadar açıktır ki, bir zamanlar ikisi arasında bir bağ bulunduğunu
hatırlamak bile çok zordur. Bugün televizyon reklamlarında önermelere, çirkin
insanlar kadar ender rastlarsınız. Bir reklamcının iddiasının doğruluğu ya da
yanlışlığı sorun bile değildir. Örneğin bir
McDonald’s reklamı, test edilebilir, mantıklı biçimde düzenlenmiş savlara
dayanmaz.McDonald’s reklamı, güzel görünüşlü insanların hamburger alıp
yedikleri, iyi talihleriyle neredeyse kendilerinden geçtikleri bir dramadır.
İzleyicinin bu dramadan kendisinin çıkardığı sonuçların dışında en ufak bir
iddia bile ortaya atılmaz. Elbette, bir televizyon
reklamını sevmek ya da sevmemek mümkündür. Ama çürütmek mümkün değildir.
Aslında bunu biraz daha
derinleştirebiliriz: Televizyon reklamı tüketilecek
ürünlerin niteliğiyle ilgili hiçbir şey anlatmaz. Reklamın içeriği,
ürünleri tüketenlerin niteliğinde odaklanır. Sinema yıldızlarının ve ünlü
sporcuların, berrak göllerin ve maço balıkçı gezilerinin, şık akşam
yemeklerinin ve romantik fasılların, kırda pikniğe çıkmak için station
arabalarını ağzına kadar dolduran mutlu ailelerin görüntülerinde, satılan
ürünlerle ilgili hiçbir şey bulunamaz.
Ama o ürünleri satın alabileceklerin
korkuları, fantezileri ve rüyalarıyla ilgili her şey yansıtılır. Reklamcının
bilmesi gereken, ürünle ilgili doğru bilgiler değil, alıcı açısından neyin
yanlış olacağıdır. Dolayısıyla iş harcamalarındaki denge ürün araştırmasından
piyasa araştırmasına kaymaktadır. Televizyon reklamıyla ürünlerin değerli
bulunması değil, tüketicilerin kendilerini değerli hissetmeleri
amaçlanmaktadır; yani şu anda işletmecilik işi sahte bir terapiye dönüşmüş
durumdadır. Tüketici, psikodramalarla yatıştırılan bir hastadır.
Nasıl politikanın dönüşümü yürekli
George Orwell’ı şaşırtırsa, yukarıda anlattıklarımız da Adam Smith’in aklını
allak bullak ederdi. Gerçi Orwell, George Steiner’in belirttiği gibi,
Yenikonuş’un kısmen “ticari reklam bolluğu”ndan
kaynaklandığını düşünüyordu. Ama Orwell, “The Politics of the English Language”
adlı ünlü denemesinde politikanın “savunulamaz
olanı savunma”olayına dönüştüğünü yazdığı zaman, politikanın bozulmuş da
olsa apayrı bir söylem tarzı olarak kalacağını varsaymaktaydı. Orwell’in
eleştirisi, geçmişi çok eskilere dayalı çifte standart propaganda ve aldatma
sanatlarının gelişkin değişkelerinden yararlanan politikacılara yönelikti.
Savunulamaz olanı savunmanın bir eğlence biçiminde yürütüleceği gelmemişti
aklına. Politikacının komedyen değil, aldatıcı olmasından korkuyordu.
Televizyon reklamı, politik
fikirleri sunmanın modem yöntemlerinin yaratılmasında başlıca araç olmuştur.
Televizyon reklamı bunu iki yolla başarmıştır. Birinci yol, politik
kampanyalarda reklam formunun kullanılmasının bir zorunluluğa dönüşmesidir.
Bence bu yöntem üzerinde çok fazla durma gereği yoktur. Politik “reklamların
yasaklanmasını öneren eski New York City Belediye Başkanı John Lindsay dahil
olmak üzere, herkes bunun farkındadır ve çeşitli oranlarda kaygı duymaktadır.
Televizyon yorumcuları bile bunu vurgulamaktadırlar. 145-146
**
Hükümet politik fikirlerini,
yeterince denetleyebildikleri biçimler ve bağlamlarda birbirleriyle paylaşacak
konumdadırlar. Dolayısıyla en büyük kaygıları hükümetin tiranca uygulamalara
yönelmesi olasılığıdır. İnsan Haklar Bildirgesi, büyük ölçüde, hükümetlerin
enformasyon ve fikir akışını kısıtlamasını önlemeyi amaçlayan bir metindir.
Oysa onun yaratıcıları, hükümetin zorbalığının bambaşka türde bir problemle,
şöyle ki, televizyon sayesinde yurt’da kamusal söylem akışını denetleyen
şirketlerle aşılabileceğini düşünmeleridir. Buna (en azından burada) hiçbir
itirazım yok ve şirketlere karşı bilinen eleştirileri sıralamaya niyetli de
değilim. Benim endişeyle vurgulamak istediğim nokta, Annenberg İletişim Okulu
Dekanı George Gerbner tarafından da çok iyi ifade edilmişti:
Televizyon bütün insanlara genel bir öğretim programı sunan, bir tür gizli
vergiyle finanse edilen ve özel bir Kültür Bakanlığı’nın (üç kanallı) yönettiği
yeni devlet dinidir. Bu vergiyi gerçekten televizyon izlerken ve izleyip
izlememek umurunuzda olmadığı zaman değil, banyo yaparken ödersiniz.
Gerbner aynı denemenin daha önceki
bir yerinde de şunları söylüyordu:
Özgürlük televizyonu kapatarak elde edilemez. Televizyon çoğu insanın gece
ya da gündüz en çok hoşlandığı şeydir. Biz, ezici çoğunluğun düğmeyi
kapatmayacağı bir dünyada yaşıyoruz. Mesajı bu kutudan almasak bile, başka
insanlardan nasılsa alırız.
Profesör Gerbner’in bu cümlelerle,
“Kültür Bakanlığı”nı idare eden insanların sembolik dünyamızın yönetimini
devralacakları bir gizli komplo bulunduğunu anlatmaya çalıştığını sanmıyorum.
Annenberg İletişim Okulu’nun üç kanalın yönetimini üzerine alırsa,
izleyicilerin bu değişikliğin farkına bile varmayacaklarını söylediğimde
Gerbner’in benimle aynı fikirde olacağından bile kuşkuluyum. Bence Profesör
Gerbner’in söylemek istediği (ki ben de bunu kastediyorum), Televizyon Çağı’nda
enformasyon ortamımızın 1783'tekinden tamamen farklı olduğu, televizyon
bolluğunun hükümet kısıtlamalarından daha korku verici olduğu, aslında şirket
Amerikası’ndan yayılan enformasyondan kendimizi korumanın hiçbir yolunun
olmadığı, bu yüzden özgürlük savaşlarının eskisine göre farklı alanlarda
verilmesi gerektiğidir.
Örneğin, geleneksel sivil
özgürlükçülerin okul kütüphanelerindeki ve okulların öğretim programlarındaki
kitap yasaklamalarına karşı çıkmalarının bugün büyük ölçüde havada kaldığı
düşüncesini ortaya atacağım. Sansür gibi hareketler
elbette bizleri kızdırır ve karşı çıkılmalıdır.Ama artık en ufak bir
önemleri de kalmamıştır. Daha kötüsü, kamusal sivil özgürlükçüleri yeni
teknolojilerin iddialarıyla ilintili sorunların üzerine gitmekten alıkoyduğuna
bakılırsa, yanıltıcı bile olmaktadırlar. Açık bir dille ifade edersek, bir
öğrencinin okuma özgürlüğü, Long Island’da, Anaheim’de ya da başka bir yerde
kitap yasaklanmasından ciddi biçimde zarar görmez. Oysa Gerbner’in ileri
sürdüğü gibi, televizyon öğrencinin okuma özgürlüğünü açıkça kısıtlar ve bunu,
deyiş yerindeyse, masumca davranışlarla yapar. Televizyon
kitapları yasaklamaz, sadece onların yerine geçer.
Sansüre karşı
mücadele, büyük ölçüde yirminci yüzyılda kazanılmış olan, on dokuzuncu yüzyıla
ait bir sorundur. Şimdi yüz yüze geldiğimiz sorun ise televizyonun ekonomik ve
sembolik yapısının gündeme getirdiği sorundur. Televizyonu idare edenler
enformasyon elde etme olanağımızı kısıtlamaz, tam tersine genişletirler. Bizim Kültür
Bakanlığımız Orwellci değil, Huxleycidir. Hiç aralıksız izlememizi
cesaretlendirmek için elinden gelen her şeyi yapar. Oysa izlediğimiz şey,
enformasyonu basitleştirilmiş, tözsel ve tarihsel içerikleri boşaltılmış,
bağlamından koparılmış biçimde sunan yeni enfarmasyonu eğlence paketi haline
sokan bir araçtır. Amerika’da kendimizi eğlendirme fırsatları asla ortadan
kaldırılmaz.
Her türden
tiranlar, hoşnutsuzluğu yatıştırma aracı olarak kitleleri eğlenceye boğmanın
yararının her zaman farkında olmuşlardır. Ancak tiranların çoğu da kitlelerin
eğlendirici olmayan şeylere aldırış etmeyecekleri bir durumun doğacağını
rüyalarında bile göremezlerdi. Bu yüzden tiranlar
sansüre hep bel bağlamışlardır ve hâlâ da bağlamaktadırlar.Sansür, her
şey bir yana, tiranların, bir halkın ciddi söylem ile eğlence arasındaki
farklılığı bildiği -ve buna özen gösterdiği- varsayımına ödedikleri borçtur.
Geçmişin bütün kralları, çarları ve führerleri (ve günümüzün komiserleri), her
türlü politik söylem bir jest biçimini aldığı zaman sansüre gerek kalmayacağını
bilmiş olsalardı sevinçten deliye dönerlerdi. sh:156-157
Bir kültürün ruhunun tükenmesinin
iki yolu vardır.
Birincisinde (Orwellci yol) kültür bir
hapishaneye dönüşürken, İkincisinde (Huxleyci yol) kültür bir hicive dönüşür.
Dünyamızın şu anda, Orwell’in kendi
alegorik hikâyelerinde doğru olarak betimlediği hapishane kültürlerinin
etkisiyle biçimsizleştiğini kimseye hatırlatmak gerekmez. Gerek Orwell’ın
1984 ve Animal Farm adlı romanları, gerekse fazladan Arthur
Koestler’in Darkness at Noon adlı romanı okunacak olursa, şimdi bir sürü
ülkede ve milyonlarca insan üzerinde etkili olan düşünce denetimi aygıtının
oldukça ayrıntılı bir krokisi elde edilir. Kuşkusuz bizi tiranlığın
ruhsal tahribatları konusunda bilgilendiren ilk kişi Orwell değildi. Orwell’in
yapıtlarının benzersiz olan yanı, gardiyanlarımızın sağcı ya da solcu
ideolojilerden esinlenmesinin elle tutulur bir farklılık yaratmadığında ısrar
etmesiydi. İkisinde de hapishane kapıları aynı ölçüde geçilmez, denetim aynı
ölçüde sıkı ve ikonlara tapınma aynı ölçüde yaygındır.
Huxley’in bize öğrettiği ise ileri
teknoloji çağında ruhsal tahribatların, siması kuşkuculuğu ve nefreti yansıtan
birinden ziyade güler yüzlü bir düşmandan kaynaklandığı düşüncesidir. Huxleyci
kehanette Büyük Birader bizi kendi isteğiyle gözlemez. Biz onu kendimiz
izleriz. Huxleyci kehanette gardiyanlara, kapılara ya da Hakikat Bakanlıklarına
gerek yoktur. Bir halk saçma sapan şeylerle eğlendiği, kültürel yaşam aralıksız
eğlence turları şeklinde yeniden tanımlandığı, ciddi kamusal konuşmalar
bebeklerin çıkardıkları seslere benzediği ve kısacası halkın kendisi bir
izleyici kitlesi, halkın kamusal işleri de bir vodvil temsiline döndüğü zaman,
artık ulus riskle yüz yüze gelmiş ve kültürün ölümü açık bir olasılık halini
almış demektir.
Vodvil,
toplumsal sorunları, mizahi bir yaklaşımla hicveden tiyatro türüdür. Vodvil
adının Fransızca voix de ville (şehrin sesi) tamlamasından türetildiği
düşünülmektedir.
Amerika’da Orwell’ın
kehanetlerinin pek geçerliliği yoktur, oysa Huxley’in kehanetleri şimdilerde
fiili bir gerçeklik kazanmaktadır.Zira Amerika, elektriğin gündeme soktuğu teknolojik
eğlencelere uyum sağlamayı hedefleyerek dünyanın en iddialı deneyine girişmiş
durumdadır. Bu eğilim, on dokuzuncu yüzyıl ortalarında yavaş yavaş ve mütevazı
ölçülerde somutlaşmaya başlamış, daha sonra, yirminci yüzyılın ikinci yarısında
Amerika’nın televizyonla yaşadığı tüketici aşkında pervasız bir olgunluk
noktasına gelmiştir. Amerikalılar ağır hareket eden basılı yayınlar çağma son
vermekte dünyanın başka hiçbir yerinde görülmeyen ölçüde çok ve hızlı mesafe
kaydetmiş ve bütün kurumlarında televizyonun üstünlüğü ele geçirmesine sessizce
boyun eğmişlerdir. Amerika, Televizyon Çağı’m müjdeleyerek, dünyaya Huxleyci
geleneği doğrulayan en açık işareti vermiştir.
Bu konuda konuşma cesaretini
bulanlar seslerini genellikle histerik denebilecek perdelere kadar yükseltmek
zorunda kalmakta ve böylece silik bir kişiliğe sahip olmaktan yıkıcılığa ve
kötümserliğe kadar her türlü suçlamaya uğramaktadırlar. Ama bu insanlar gene de
konuşmakta, çünkü bunların çıplak gözle seçilemediği zaman hayırlı bir şeymiş
gibi göründüğünü başkalarının da anlamasını istemektedirler. Orwellci bir
dünyayı tanımak ve karşı koymak Huxleyci bir dünyaya kıyasla çok daha kolaydır.
Bugüne kadar öğrendiğimiz bütün bilgiler bizi, kapıları üstümüze kapandığı
zaman bir hapishaneyi tanımaya ve ona karşı direnmeye göre ayarlamıştır.
Sözgelimi, Saharov’ların, Timmerman’ların ve Walesa’ların seslerine kayıtsız
kalmamız düşünülemez bile. Milton, Bacon, Voltaire, Goethe ve Jefferson’un
desteğiyle böylesi sorunlar karşısında silaha sarılırız.
Peki ama, ya duyabileceğimiz hiçbir acı
çığlığı yoksa?
Bir eğlenceler denizine karşı kim
silaha sarılmaya kalkışır?
Ciddi söylemler, kıkır kıkır gülmeler arasında kaynayıp gidiyorsa kime, ne
zaman ve hangi ses tonuyla şikâyette bulunabiliriz?
Korkarım felsefecilerimiz bize bu
konuda yol gösteremezler. Onlar, genellikle, insanın doğasındaki en kötü
eğilimleri ortaya koyan ve bilinçli biçimde formüle edilmiş ideolojilere karşı
uyarıda bulunmayı alışkanlık edinmişlerdir. Oysa Amerika’da yaşanan, açıkça
ifade edilmiş bir ideolojinin uzantısı değildir. Onun gelişi ne Kavgam'da ne de
Komünist Manifestomda. bildirilmiştir. Bugün
yaşananlar, kamusal konuşma tarzımızdaki dramatik bir değişikliğin önceden
planlanmamış bir sonucudur.Oysa bu gene de bir ideolojidir, çünkü insanlarla
fikirler arasında hiçbir konsensusa, değerlendirmeye ve karşı çıkışa bağlı
olmayan bir yaşam tarzı, bir ilişkiler sistemi dayatmaktadır. Tek varolan, razı olmadır. Kamusal bilinç henüz
teknolojinin ideoloji olduğu saptamasını özümseyebilmiş değildir. Üstelik,
teknolojinin seksen yıldan beri Amerika’da yaşamın her boyutunu değiştirmesi
hepimizin gözleri önünde cereyan etmesine rağmen, durum böyledir.
Örneğin, 1905 yılında otomobilin getireceği kültürel değişikliklere
hazırlıksız yakalanmak bizim için affedilebilir bir şey olurdu.
O günlerde toplumsal ve cinsel yaşamlarımızı nasıl yürüteceğimizi
otomobilin düzenleyeceği kimin aklına gelebilirdi?
Ormanlarımız ve şehirlerimize bakışımız konusundaki fikirlerimizi yeni bir
doğrultuya oturtacak mıydık?
Kişisel kimliğimizi ve toplumsal tavrımızı ifade etmenin yeni yollarını
yaratacak mıydık?
Gelgelelim şu anda oyunun sonlarına yaklaşmış durumdayız ve skoru görmemek
artık affedilemez bir yanlıştır. Bir teknolojinin kendine göre bir toplumsal
değişim programıyla donanmış olduğunu fark edememek, teknolojinin tarafsız
olduğunu iddia etmek, teknolojinin daima kültürün dostu olduğunu sanmak bu son
saatte artık düpedüz aptallık olur.
Dahası, iletişim biçimlerimizdeki teknolojik değişikliklerin ulaşım
biçimlerimizdeki değişikliklere göre daha fazla ideoloji yüklü olduğunu
yeterince anlamış bulunduğumuzu söyleyebiliriz.
Bir kültüre alfabeyi sokarsanız o kültürün bilme alışkanlıklarını,
toplumsal ilişkilerini, topluluk, tarih ve dinle ilgili nosyonlarını
değiştirirsiniz. Bir kültüre taşınabilir türde matbaayı sokarsanız gene aynı
sonucu elde edersiniz. Görüntülerin ışık hızıyla iletilmesini sağlarsanız bir
kültür devrimi yaparsınız. Tek bir oya gerek duymadan. Polemiksiz. Gerilla
direnişiyle karşılaşmadan.
Burada, berrak olmasa bile saf bir
ideoloji yatar. Sırada sözsüz ve bu yüzden çok daha etkili bir ideoloji vardır.
Bunun tutması için bütün gerekli olan, ilerlemenin kaçınılmazlığına dindarca
inanan bir halktır. Ve bu anlamıyla bütün
Amerikalılar Marksisttir, çünkü biz, tarihin bizi önceden bahşedilen bir
cennete götürdüğüne, bu hareketin ardındaki gücün teknoloji olduğuna kesinlikle
inanan kişileriz.
Diyeceğim o ki, elinizdeki türde bir
kitabı yazarsanız ve onu bazı çareler önererek bitirmek isteyen bir insanın
önünde neredeyse aşılmaz engeller vardır. İlk olarak, bir çarenin gerekli
olduğuna herkes inanmaz. İkincisi, herhalde böyle bir çare yoktur. Ama ben gene
de nerede bir problem varsa orada mutlaka bir çözüm de olması gerektiğine
sarsılmaz bir inanç besleyen sadık bir Amerikalı olarak, sözlerimi aşağıdaki
önerilerle noktalayacağım.
İlkin, kendimizi, örneğin Jerry Mander’ın Four Arguments for the Elimination of
Television'ında ana hatlarıyla çizilen türde makine düşmanı, mantığa
aykırı düşüncelerle kandırmamalıyız. Amerikalılar teknolojik aygıtlarının
hiçbir parçasından vazgeçmezler ve onlardan böyle bir şey istemek hiçbir şey
önermemek anlamına gelir. Yürürlükte bulunan iletişim araçlarında köklü
değişiklikler yapılmasını beklemek de hemen hemen aynı ölçüde gerçekçilikten
uzaktır. Birçok uygar ülke televizyon yayınlarının
saatini yasayla sınırlar ve dolayısıyla televizyonun kamusal yaşamda oynadığı
rolü azaltır.Ancak ben bunun Amerika’da mümkün olmadığına inanıyorum.
Mutluluk Kutusu’nu bütün halkın önünde açtıktan sonra onu kısmen kapatmayı bile
düşünemeyiz. Ne var ki bazı Amerikalılar hâlâ bu doğrultuda düşünmektedirler.
Örneğin, daha önce belirttiğim gibi, 27 Eylül 1984 tarihli The New York
Times'idi Farmington, Connecticut Kütüphane Kurulu’nun “TV
KAPAMA”kampanyasının sponsorluğunu yapma planlarıyla ilgili bir haber
çıkmıştı. Haberden anlaşıldığı kadarıyla, ondan önceki yıl da insanların
televizyon izlemeye bir ay ara vermelerini sağlamayı amaçlayan benzer bir
girişim yapılmıştır. Times'ın haberine göre, önceki Ocak ayında düzenlenen
düğme kapama kampanyası medyada geniş yer almıştır. Haberde, ailesi bu
kampanyaya katılan Ms. Ellen Babcock’a atfen şu sözlere de yer verilir: “Bu yılki etkinin, medyanın muazzam yer ayırdığı geçen
yılki kadar büyük olup olmayacağını görmek ilginç olacak.”Başka bir
deyişle, Ms. Babcock, insanların televizyon izleyerek televizyon izlemekten
vazgeçmeleri gerektiğini öğreneceklerini ummaktadır. Ms. Babcock’un bu
yaklaşımda içerili olan ironiyi anlamadığına ihtimal vermek kolay değildir. Bu,
benim, insanları televizyona karşı uyaran bir kitabı tanıtmak için televizyona
çıkmam gerektiği önerildiğinde defalarca karşılaştığım bir ironidir. Bunlar
televizyona dayalı bir kültürde yaşanan çelişkilerdir.
Her neyse, bir aylık düğme
kapatmanın ne yararı olacaktır?
Bu, ucuz bir bedel, deyiş
yerindeyse bir kefarettir. Farmington’daki insanlar cezalarını çekip tekrar
asıl meşgalelerine geri döndüklerinde ne kadar rahatlamış olmalıdırlar. Bununla
birlikte, televizyonun içeriğinde belli kısıtlamalar yapılmasını örneğin, aşırı
şiddete yer veren programların, çocuk programlarında reklam gösterilmesinin,
vb. yasaklanmasını bir ferahlık vesilesi olarak anlayan insanların çabalarının
alkışlanması gerektiği gibi, bu insanların çabaları da alkışlanmaya değerdir.
Ben John Lindsay’in, şu anda sigara ve içki reklamları nasıl yasaksa
televizyonda politik reklamların da yasaklanması önerisini yürekten
destekliyorum. Bu mükemmel fikrin çok yönlü yararları konusunda Federal
İletişim Komisyonu’nun önünde memnuniyetle tanıklık ederim. Bu doğrultuda bir
yasak konmasının anayasanın birinci maddesinin açık bir ihlali olduğunu ileri
sürerek tanıklığıma karşı çıkacak olanlara ise şöyle bir uzlaşma yolu öneririm:
Öyleyse, bütün politik reklamlardan önce, politik
reklamları izlemenin topluluğun zihinsel sağlığı açısından tehlike
oluşturduğuna kamuoyunun karar verdiği şeklinde kısa bir açıklama yapma
zorunluluğu getirilsin.
Bu önerilerin ciddiye alınacağı
konusunda çok iyimser değilim. Televizyon programlarının kalitesi yükselsin
diye bu önerilere fazla bel bağladığım da söylenemez. Televizyon, daha önce
belirttiğim gibi, bize en yararlı hizmeti saçma sapan eğlence programları
yayımladığı zaman, en kötü hizmeti ise ciddi söylem alanlarını (haber,
politika, bilim, eğitim, ticaret, din) birleştirip onları eğlence paketlerine
dönüştürdüğü zaman vermektedir. Televizyon kötüleşirse hepimiz daha kötü
duruma düşeriz, daha iyi olmayız. “ATakımı” ile “Cheers” halk sağlığımızı
hiçbir şekilde tehdit etmez, ancak “60 Minutes”, “EyeWitness News”, “Susam
Sokağı” eder.
Yine de problem
insanların neyi izlediklerinde değil, televizyon izlemelerinde yatmaktadır.
Çözüm ise nasıl izlediğimiz noktasında bulunmalıdır. Çünkü, televizyonun ne
olduğunu henüz öğrenmediğimizi söylememizin yerinde olacağından adım gibi
eminim. Şundan dolayı ki, enformasyonun ne olduğu ve enformasyonun bir kültürü
nasıl yönlendirdiği hakkında bırakın yaygın bir genel anlayışı kayda değer bir
tartışmaya dahi rastlanamaz. Ve bu durum oldukça acıdır, çünkü “enformasyon çağı”,
“enformasyon patlaması” ve “enformasyon toplumu” gibi deyişleri bizden daha sık
ve coşkulu biçimde kullanan başka bir halk yoktur. Görünüşe bakılırsa,
enformasyonun biçimleri, hacmi, hızı ve bağlamında bir değişikliğin bir anlam
taşıdığı fikrini kavrama noktasına ulaşmış durumdayız, ama henüz bunun ötesine
geçemiyoruz.
Enformasyon
nedir?
Daha açık
bir ifadeyle, neler enformasyondur?
Çeşitli
biçimleri nelerdir?
Çeşitli
biçimleri hangi zekâ, bilgelik ve öğrenim anlayışlarını özendirir?
Her
biçimiyle hangi anlayışlar görmezlikten gelinir ya da alay edilir?
Her biçimin
asıl psişik etkileri nelerdir?
Enformasyon
ile akıl arasında nasıl bir ilişki vardır?
Düşünmeyi en
çok kolaylaştıran enformasyon türü hangisidir?
Her
enformasyon biçiminin ahlaki bir yönelimi var mıdır?
Çok
miktarda enformasyon bulunduğunu söylemek ne anlama gelir?
Bu nasıl
bilinir?
Yeni
enformasyon kaynakları, hızları, bağlamları ve biçimlerine bakarak önemli
kültürel anlamları nasıl yeniden tanımlamak gerekir?
Örneğin
televizyon, “dindarlık”, “yurtseverlik” ve “özel hayat”a yeni bir anlam
kazandırır mı?
Televizyon
“yargı”ya ya da “anlama”ya yeni bir anlam kazandırır mı?
Farklı
enformasyon biçimleri nasıl inandırıcı olurlar? Bir gazetenin “kamu”su
televizyonun “kamu”sundan farklı mıdır?
Farklı enformasyon
biçimleri, ifade edilen içeriğin türünü nasıl ifade ederler?
Bu ve buna benzer sorular,
Amerikalıların, Nicholas Johnson’un deyişiyle, sırtlarını televizyon aygıtına
dönerek konuşmaya başlamalarını sağlayabilecek olan yolu gösterir. Çünkü hiçbir
araç (medium), eğer o aracı kullananlar yol açtığı tehlikelerin ne olduğunu
anlamışlarsa aşırı ölçüde tehlikeli değildir. Soruları soranların, benim
yanıtlarımla ya da Marshall McLuhan’ın yanıtlarıyla (aslında bambaşka
yanıtlardır bunlar) karşılaşmaları önemli değildir. Soru
sormanın yeterli geldiği bir kertedir bu. Soru sormak hecelemekten kopmaktır.
Benim ekleyebileceğim başka bir nokta, enformasyonun psişik, politik ve
toplumsal etkileriyle ilgili soruların televizyona olduğu kadar bilgisayara da
uygulanabileceğidir. Ben bilgisayarın muazzam derecede önemsenen bir
teknoloji olacağına inandığım halde bu noktaya değinmemin nedeni, açıkçası,
Amerikalıların onu geleneksel aptalca dikkatsizlikleriyle kabul etmiş
olmalarıdır; yani, kendilerine söylendiği gibi, en ufak bir şikâyette
bulunmadan kullanacaklardır. Dolayısıyla, bilgisayar teknoloj sinin temel
tezlerinden birisi (problem çözmedeki asıl sıkıntımızın yetersiz verilerden
kaynaklanması), üzerinde fazla durulmadan geçiştirilecektir. Ne var ki bu en
fazla, verilerin topluca derlenmesi ve ışık hızıyla düzenlenmesinin büyük
ölçekli organizasyonlar açısından büyük değer taşıdığı, ancak çoğu insanın önem
verdiği çok az sorunu çözdüğü ve en azından çözebildiği kadar da problem
çıkardığı fark edilene kadar sürebilir.
Sonuçta, benim dikkat çekmek
istediğim nokta, ancak enformasyonun yapısı ve etkileri hakkında gelişkin ve
sağlam bir bilince ulaşarak, ancak medyayı gizeminden arındırarak, televizyon,
bilgisayar ya da başka bir araç (medium) üzerinde denetimi ele geçirme umudu
bulunduğudur. Böyle bir medya bilinci nasıl oluşturulacaktır? Akla gelen iki
yanıttan birisi saçma sapan bir düşüncedir ve hemen atlanabilir; diğeri ise
umutsuz bir yanıttır, ama elimizde ondan başkası da yoktur.
Saçma olan
yanıt, insanları televizyon izlemekten vazgeçirmeyi değil, televizyonun nasıl
izlenmesi gerektiğini göstermeyi, televizyonun haberler, politik tartışmalar,
dinsel düşünceler, vb. ile ilgili bakışımızı nasıl yeniden yaratarak
düzeysizleştirdiğini göstermeyi amaçlayan televizyon programları hazırlamaktır. Ben bu tür
kanıtların ister istemez bir parodi biçimine bürüneceğini düşünürüm; bunlar,
televizyonun kamusal söylemi denetlemesi konusunda bütün ülkeye alay konusu
çıkaran “Saturday Night Live” ve “Monty Python” çizgisinde olacaklardır.
Gelgelelim, son gülen doğallıkla televizyon olacaktır. Anlamlı sayılabilecek
çapta bir izleyici kitlesine hâkim olmak için programlan televizyon stiliyle,
korkunç eğlendirici biçimde hazırlamak gerekecek, tabii eleştiri de nihayetinde
televizyonun kontrolünden çıkamayacaktır. Parodiciler ünlü kişiler olacak,
filmlerde yıldızlaşacak ve sonunda televizyon filmi yapmaya soyunacaklardır.
Umutsuz olan yanıt ise kâğıt
üzerinde sorunumuzu halledebilecek biricik kitlesel iletişim aracına (okullar)
güvenmektir. Bütün tehlikeli toplumsal
problemlere getirilen geleneksel Amerikan çözümü budur ve elbette eğitimin
etkili olduğuna duyulan çocuksu ve gizemli inanca dayanmaktadır. Oysa böyle bir
sürecin işlediği çok enderdir.Gündemimizdeki konuda ise buna bel
bağlamak için daha az gerekçemiz vardır. Bizim okullarımız henüz kültürümüzün
şekillenmesinde basılı yayınların rolünü irdeleme noktasına dahi gelememiştir.
Hakikaten, yüz lise öğretmeni arasında alfabenin ne zaman bulunduğunu (beş
yüzyıllık bir hata payıyla) söyleyebilecek iki kişi bulamazsınız. Bu soru
yöneltildiğinde, onların sanki kendilerine “Ağaçlar ya da bulutlar ne zaman
icat edilmiştir?” türünden bir soru sorulmuş gibi sersemlediklerini gördüm.
Roland Barthes’ın işaret ettiği gibi, mitin temel ilkesi tarihi doğaya
dönüştürmektir ve bizim okullarımızdan medyanın mitolojileşmesini önleme görevi
üstlenmelerini istemek onları hiçbir zaman yapmaya yanaşmadıkları bir göreve
çağırmak anlamına gelir.
Gene de durumun umutsuz olmadığını
düşünmek için yeterince neden var. Eğitimciler, televizyonun öğrencileri
üzerindeki etkilerinin elbette farkındadırlar. Eğitimciler bilgisayarın
gelişmesiyle kışkırtılmış olarak bu konuya bir hayli kafa yormakta, deyiş
yerindeyse bir tür “medya bilinci” edinmektedirler. Onların bilinçlerinin
ağırlıkla, “Televizyondan (bilgisayardan ya da kelime işlemciden) eğitimi
denetlemekte nasıl yararlanabiliriz” sorusu üzerinde yoğunlaştığı doğrudur. “Eğitimden
televizyonu (bilgisayarı ya da kelime işlemciyi) denetlemekte nasıl
yararlanabiliriz” sorusuna henüz geçmemişlerdir. Ancak ulaştığımız çözümler
şu anki kavrayış düzeyimizi aşmamalıdır, yoksa neyin rüyasını görebiliriz ki?
Ayrıca, gençlerin kendi kültürlerinin sembollerinin nasıl yorumlanacağını
öğrenmelerine yardımcı olmak okulların genel geçer bir görevidir. Şimdi bu
görevin öğrencilerin enformasyon biçimleriyle aralarına bir mesafe koymayı
gerektirmesi, o kadar garip bir girişim anlamına gelmese de ne bu çabaların
öğretim programına dâhil edilmesini ne de eğitimin merkezine yerleştirilmesini
umabiliriz.
Ben burada çözüm
olarak, Aldous Huxley’in de önermiş olduğu düşünceyi ortaya atacağım.Zaten ondan
daha iyisini de öneremem. Huxley, H.G. Wells’le birlikte, eğitim ile felaket
arasında bir yarışta olduğumuza inanıyordu ve hep medyanın politikası ve
epistemolojisini anlamamızın zorunluluğu üzerine yazılar yazmıştı. SONUÇTA HUXLEY, BRAVE NEW WORLD'DEKİ İNSANLARIN BAŞINA
GELEN BELALARIN, BU İNSANLARIN DÜŞÜNMEK YERİNE GÜLMELERİNDEN DEĞİL, NEYE
GÜLDÜKLERİNİ VE DÜŞÜNMEYİ NİÇİN BIRAKTIKLARINI BİLMEMELERİNDEN KAYNAKLANDIĞINI
ANLATMAYA ÇALIŞIYORDU.
Sh:172-180
Kaynak:
Neil POSTMAN, Televizyon: Öldüren Eğlence- Gösteri Çağında Kamusal Söylem,
Özgün Adı Amusing Ourselves to Death Public Discourse in the Age of Show
Business, trc: Osman AKINHAY, Ayrıntı, Dördüncü Basım 2012, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar