Print Friendly and PDF

TÜRKİYE'DE DİNSEL AKIMLAR'IN İÇTİMÂİ TEMELİ OSMANLI TOPLUMUNDA SANAYİLEŞME NİÇİN GERÇEKLEŞEMEDİ?

Bunlarada Bakarsınız



ALINTI


ÖNSÖZ
Siyaset bilimi, nerede, nasıl ve hangi şartlarda, kimin kime hükmedebileceğim öğrenmeye çalışan bir ilim alanıdır. Bu nedenle, insan gelişiminin tarihi boyunca geliştirilmiş, sınanmış ve yenilenmiş teorik bilgilerin yanı sıra saha araştırmalarına, gözlemlere ve ampirik (deneycilik) verilere dayanarak bilimsel yaklaşım ve niteliklerini pekiştirir. Bir toplum bilimi olduğu için de tüm veri kaynakları toplumun bizatihi kendisi olmaktadır.
Bu nedenle, toplumsuz siyaset olamayacağına göre, toplumu kaynak olarak almayan siyaset bilimi de olamaz. Böylelikle taban toplum, siyaset de onun, toplumsal değişimle farklılaşan ürünü olmaktadır. Eskilerden bir söz vardır.
- "Bana arkadaşını, ya da okuduğun kitabı söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim."
Toplum ve siyaset bilimi de özellikle böyledir. Bir siyaset bilimcisine toplumun gelişim endekslerini verin, size az bir yanılgı ile siyasî yapısını tarif edebilir. Ya da tam tersini yapın. Yani toplumun siyasî yapısını bilgi olarak verin, size o toplumun gelişmenin neresinde olduğunu beş aşağı, beş yukarı tahmin edebilsin.
Hem ders, hem de yardımcı okuma kitabı niteliğinde hazırladığımız bu kitapta biz de siyasal kurumların ve siyasal davranışın toplumsal boyutlar ile olan yakın ilişkilerini vurgulamaya çalıştık. Daha çok ana kavramlar ve temel kurumlar açısından ele aldığımız bu toplumsal ile siyasal arasındaki etki-tepki ilişkisi umarız ki siyasetin değişen koşullara olan "muayyeniyetine" az da olsa bir ışık tutar.
Ama, yararlı olmasını dilediğimiz bir başka husus da şu.
- Siyaset bilimini, hangi şartlarda, kimin kimi nasıl yönlendireceğini inceleyen bir disiplin olarak tanımlamıştık. Bu gerçeklerin bilincinde (!) olmadan, "Hayır, ben!" diye evi çekip çeviren dört yaşındaki kızım, çok ileride yazdıklarımı okuma şaşkınlığına düşüp aklı karışırsa, belki evdeki gerçek iktidarın o değil, ben olduğum yanılgısına kapılabilir.
Ahmet N. YÜCEKÖK

Osmanlı toplumunun sanayileşmemesinin ardındaki gerçeği Osmanlı devletinin asker-bürokrat niteliğinde aramak gerekmektedir. Ana görevleri askerî fetihler ve din'e ve devlete en uygun şekilde hizmet olan bu kişilerin sanayileşmeden sınıfsal bir çıkar beklemeyecekleri açıktır. Buna rağmen, Avrupa’daki sanayi devriminin yıkıcı etkilerine kadar, Osmanlı toplumunda devlet denetimi altında bulunan ve hatta Avrupa'ya büyük ölçüde ihracatta bulunan bir sanayiden söz etmek mümkündür. Ama ne zaman ki tarım fazlasının oluşturduğu bir sermaye Batıda kentlere akmaya başlamış ve bunun sonucu olarak sanayi merkezleri serpilmiş ve büyümüştür; o zaman Osmanlı sanayii çabuk ve ucuz üretim yapan batılı tezgâhların ve yüksek fırınların ekonomik etki alanına ve bu ekonomik güçleri koruyan ve temsil eden Batılı devletlerin de siyasal etki alanına girmiştir.
İşte Avrupa'nın ekonomik üstünlüğünü, ona açık pazar olarak böylesine çabuk ve ezilmek pahasına kabullenen Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünü ve onu izleyen geri kalma sürecini, toplumun "devlete tabi millet" niteliğinde aramalıyız. Batıda ekonomik değişim ve gelişimler sonucu beliren sermaye sahibi bir sınıf, sosyal ve siyasal yaşantıya giderek egemen olup kendi çıkar ve ihtiyaçlarını temsil edecek kurumları devlet yapısına kabul ettirirken, bizde içtimâi ve ekonomik hayatın tek egemen unsuru olan saray ve kapıkulu, toplumda kendilerinden bağımsız oluşacak her birikimi ve akımı kıskançça denetleyen ve dağıtan bir görüntü ve davranış içindedirler. Ticaret sektörünü akıl almaz bir kırtasiye ve vergileme sistemiyle denetleyen, sanayi kollarının rekabetini ve üretimini merkeze bağlı bir ahilik sistemi ile sınırlayan ve zirâi alana miri toprak düzeni ile egemen olan Osmanlı Devleti, yalnız batıdaki sanayileşmenin ilk şartı olan sermayenin belirli ellerde toplanmasını önlemek ile kalmamış, fakat o sanayileşmeyi yaşatacak ve hızlandıracak olan bir batı parlamenterizminin ana unsurunu meydana getiren bir burjuva sınıfının da doğmasını önlemiştir.
 (Burjuva: köylü, işçi ya da soylu sınıfına dahil olmayıp, sosyal statüsünü ve gücünü, eğitiminden, işveren konumundan ve zenginliğinden alan kentli kişi. Bu kimselerin oluşturduğu sosyal sınıfa burjuvazi denir. Bu kavram Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından yazılan Komünist Manifesto'da "kapitalist orta sınıf" anlamında kullanılmıştır. Zaman zaman eleştirel olarak materyalist ve sığ, tipik orta sınıf kimse anlamında kullanılır.)
İKİNCİL GRUPLARIN YOKLUĞU VE DEVLETİN ÖNEMİ
Osmanlı devletinin üretimde ve ticaret hayatındaki bu kıskanç denetimi sonucu saray ve kapıkulu egemenliğine rakip olabilecek hor sosyoekonomik gelişme daha doğum anında yok edilmiş ve batıda devlet toplumun değişen ekonomik yapısı ile güçlenen sınıfların eline geçerken Osmanlı Devleti egemenliği tekelinde tutan ve paylaşılmayan bir iktidar yapısı olarak kalmıştır. Batıdaki burjuva patlayışı sonucu devlet iktisaden egemen güçlerin mülklerini koruyan bir jandarma görünümüne bürünürken Osmanlılarda Devlet, burjuva toplumuna set çeken ve bu nedenle topluma sanayileşme olanağı vermeyen bir baraj olmuştur. Ayrıca batı toplumlarında bulduğumuz bazı kurumları, sanayileşmeme ve onun bir sonucu olan farklılaşamama nedeni ile Osmanlı Devletinde görmek mümkün değildir. Bu kurumlar, fertle devlet arasında tampon görevini yerine getiren ve "ikincil gruplar" diye adlandırdığımız kurumlardır.
Bunlar arasında dernekleri, sendikaları, çeşitli baskı gruplarını, belediyeleri saymak mümkündür.
Ekonomik gelişmenin yarattığı sosyal hareketlilik ve farklılaşma, batıda, bu gruplar ve kurumlar sayesinde, devletin kayıtsız şartsız egemenliğini kırmış, ticaret ve sanayi ile gelişen şehirler kendi özel kanunlarını çıkarmak yetkisini sağlamışlar, belediyeler kurmuşlardır. İhtisaslaşmanın ve iş bölümünün beraberinde getirdiği çıkar farklılaşması aynı çıkarları ve görüşleri savunanların örgütlenmesi gereğini duyurmuş, böylelikle oluşan farklı gruplar topluma, batıda, giderek dengeci, pluralist (çoğulcu) bir görünüm kazandırmışlardır.
İşte Osmanlılarda bu ikincil kurumların sosyo-ekonomik yetersizlikten ötürü bulunmayışı, ikincil kuruluşların batıda yarattığı değerleri, tutumları, istemleri Osmanlı toplumunda bulmamızı imkansız kılmıştır.
Kişi ile devlet arasındaki bu kurumların bulunmayışı devleti siyasal, sosyal ve ekonomik sahalarda bütünüyle başıboş bırakmış, toplumdaki bütün iyiliklerin de, kötülüklerin de başlıca kaynağı devlet olmuştur.
Devleti kişi çıkarları lehinde etkileyecek ve kişiyi devlete karşı koruyacak ikincil grupların yokluğu nedeni ile Osmanlı devletinde halkın aradığı koruyucu sığınak, ümmet yapısı ve ona bağlı olan tarikatlar olmuştur.
Osmanlılarda olduğu gibi diğer Doğu İslâm toplumlarında da halkın sığındığı ümmet yapısı, Batıda olduğu gibi, kişilerin belirli bir içtimâi amaçla çıkar birliği ve işbirliği yapmak için bir araya geldikleri topluluk değildir.
Ümmet içerisinde kişiye, bir şeye ait olmanın verdiği duygusal bir bağ sağlanır. Kişi bu anlamda toplumun şekilsiz bir parçasıdır. Meydana gelen bu topluluğun başı Allah Teâlâ’dır. Bu topluluğu meydana getiren müminler ise kendilerini Allah Teâlâ’ya mutlak bir şekilde teslim etmişlerdir. Burada her şey Allah’a aittir ve Allah’ın yasaları olan şeriatla idare edilir.
Bu nedenlerle, sosyo-ekonomik yetersizliklerden dolayı kişinin sadakatini çekebilecek, çıkarlarının savunulmasında yardımcı olacak ikincil grupların Osmanlı toplumunda bulunmaması, ümmet yapısına büyük önem ve bağlılık kazandırmıştır.
Mutlak olarak dinin şekillendirdiği ümmet yapısından zındıklık ya da benzeri bir suçlama ile çıkarılmak, kişinin toplum içinde sığınacağı başka bir örgüt olmamasından ötürü korkunç ağır bir cezadır. Bu nedenle Osmanlı toplumunda dinsel ilkeler her alanda mutlak saygı ve itaat görmüş, yön veren, adalet dağıtan, eğiten ve ceza veren kurallar olarak Osmanlı toplumunda egemen olmuşlardır.
BATIYA AÇILMA VE İÇTİMÂİ SARSINTI
Genellikle fetih gelirleri ile beslenen bir ülke olan Osmanlı İmparatorluğu 16. yüzyılda doğal sınırlara ulaşıp, gelişen batı teknolojisinin güçlendirdiği batılı ordularla başa çıkamaz olunca duraklamıştı. Bu duraklama, Avrupa'daki sanayi devriminin rekabet kabul etmez sonuçlarının sanayileşmeyen toplumlar üzerindeki ezici etkileri görülmeye başlayana kadar sürdü. Ondan sonra kaçınılmaz olarak ancak "iman dolu göğsümüzle" karşı koymaya çalıştığımız bir gerileme devri başladı.
Üstünlüğünü hemen her alanda Osmanlı devletine kabul ettiren Batıya karşı duyulan hayranlık ve özenti Osmanlı batıcılarında "çöküntüye karşı" tedbir olarak "Batılı Kurumların" topluma ithal edilme tezini güçlendirdi. Zannedildi ki Batı uygarlığını ve gücünü yansıtan modern kurumlar Osmanlı toplumuna ithal edilirse biz de onlar gibi uygar ve güçlü olabileceğiz. Fakat yanılgı şuradaydı ki Avrupa'daki siyasal ve sosyal kurumlar, oradaki içtimâi bünyenin ürettiği, yeni gelişen sanayici ve üretici sınıfların çıkarlarına ve sorunlarına cevap olarak oluşan kurumlardı. Yani toplum içerisinde beslendikleri ve yaşamak için güç buldukları geniş bir taraftar kitleleri vardı.
Osmanlıda ise bu batılı kurumları yaşatacak bu tür içtimâi güçler ve çıkarlar henüz oluşmamıştı. Toplumun mizaç özelliklerini ve niteliklerini bir tarafa bırakıp kerameti bu kurumların kendilerinde arayan Osmanlı batıcıları yanıldıklarını anlayana kadar Batılaşma hareketi Osmanlı toplumuna sarsıcı ve parçalayıcı etkisini kabul ettirdi.
KÜLTÜR İKİLEŞMESİ
Batının ucuz ve bol mal sürümü karşısında rekabet edemeyen Osmanlı, siyasal baskı ile 1838'de gümrük duvarlarını da kaldırınca cılızlamaya başlamış olan sanayi gücünü büsbütün yitirdi ve fütuhat (fetihler) gelirlerinden sonra gümrük ve tekel gelirlerini de kaybetmiş oldu. Hazineye gelir sağlama nedeniyle topraklardaki "miri" düzen (Hükûmetin, hazinenin malı olan topraklar) daha 16. yüzyıl sonlarında bozulmuştu ve topraklar "iltizam"a verilmeye başlanmıştı.
(İltizam, eskiden devlet gelirlerinin (vergilerin) bir bölümünün belli bir bedel karşılığında devlet tarafından kişilere devredilerek toplanması yöntemi.)
Zirai ürünü denetleyen ve "mültezimlerin" yanı sıra dış devletlerin ticari çıkarlarını kollayarak zenginleşen ve siyasal güç kazanan, çoğu azınlık tebaaya mensup, bir ticaret sınıfı devlet gücünü iyiden iyiye etkilemeye başladı. İçtimâi ve siyasal düzen alt üst oldu. Batıya açılma sonucu giyinişiyle, konuşuşuyla, davranışı ile ve sahip olduğu değerler ve kültür ile toplumun ana kısmını meydana getiren tabakalardan giderek ayrılan ve yabancılaşan zümreler ve tabakalar belirdi. Siyasal yapıda, kendini devlet çıkarlarına adamış, "boynu kıldan ince" olan geleneksel kapıkulunun yerini uluslararası diplomasinin sivrilttiği, hayatları ve gelirleri kanunî teminat altında olan büyük bürokrat aileler aldı. Paylaşılmayan, tekelci iktidarın sahibi olan Osmanlı devlet yapısı zayıfladı, parçalandı ve etkinliğini yitirdi. Çöken devlet yapısı, toplumda kendi yerini alabilecek nitelikte bir alternatif, bir ulusal güç yaratamamış olduğu için korkunç çatırtılarla çöken bu kof gövdeyi ayakta tutmak mümkün olamıyordu.
Mali ve siyasal perişanlığı "Düyunu Umumiye"[1] idaresi perçinledi. Kurumlaşma hareketlerinin sonucu, toplumda kökleri bulunmayan batılı kurumların getirilmesi, böyle kurumların toplumdaki sosyo-kültürel yapı ile açık bir çelişkiye düşmeleri, Osmanlı toplumunda bir kültür ikileşmesi yarattı. Çünkü bu kurumlar batıda kapital sahibi olup sosyal ve siyasal hakları kısıntılı burjuvaların ihtiyaçlarına cevap veren kurumlardı ve görüldüğü gibi, Osmanlılarda ise bu kurumları yaşatacak toplum çapında böyle bir sosyo-ekonomik zorunluk henüz yoktu. Sömürünün, siyasal ve ekonomik sarsıntının acılarım çok yakından tanıyan halk yığınları batılaşmanın bu iğreti görüntüsüne şiddetle karşı çıktılar.
Ülkenin giderek yoksullaşmasını bu yeni kurumların varlığına bağlayan geniş bir muhalefet, dini esaslara dayanarak bütün suçu şeriattan ve dinden uzaklaşmada bulmaktaydı. Batılı kurumların ve batı iktisadi gücünün toplum üzerinde etkin olmaya başlaması Osmanlı toplumunun statik düzenini parçalamış, ekonomik hareketlilik ve kapitalist baskı sonucu halkın yaşamında büyük değişmeler başlamıştı. Yüz yüze olan ticari ilişkinin, uluslararası ticaretin de koyulaştırdığı bir gayrı şahsi sömürü ortamına dönüşmesi halkın büyük kısmını tedirgin etmiş, değişen ve yabancılaşan sosyo-ekonomik şartlar halk tarafından "gâvurlaşma" olarak nitelenmiş ve batılaşmanın sebep olduğu bir sosyal hastalık olarak görülmüştür. Günümüze kadar uzanan İslâmi akımlar propagandalarını ve eğitimlerini genellikle İslâm dininin "vahşet ve bedeviyet halindeki bir kavmi" dünyanın en büyük, en güçlü imparatorluklardan biri haline getirmesine dayandırmaktadırlar. Bu anlamda İslâmcılık akımları gerek Osmanlı devletindeki çöküşün gerekse Cumhuriyet Türkiye’sindeki bozuk düzenin nedenlerini İslâmi ilkelerden uzaklaşılmış olmasına ve bünyemize uymayan batıcılık özlemlerine bağlamışlardır. Hatta batılaşmayı savunan ve Osmanlı toplumunu bu yönde etkilemiş Yeni Osmanlı akımının öncülerinden Namık Kemal bile savunduğu batı kurumlarını İslâmi temellere oturtmak istemekte bir sakınca görmemiştir. Bunu bir tezat olarak görmeyişinin nedeni ise, büyük bir olasılıkla, sanayi devriminin, batıda yarattığı kültür ve değerlerin Osmanlı toplumunda bulunmamasıdır.
İşte bu yokluk sonucudur ki batılı kurumlar, Namık Kemal ve arkadaşları tarafından, toplumda farklılaşmama ve sanayileşmeme sonucu, tek egemen değer sistemi olarak bulunan İslâmî ilkelere dayandırılmak istenmiş ve tabii bütün iyi niyetlere rağmen gayretler sonuçsuz kalmıştır.
CUMHURİYET TÜRKİYESİNDEKİ GELİŞMELER
Cumhuriyet Türkiye’sinde de statik, yalınkat ve alışılmış düzeni yıkmaya ve sarsmaya devam eden batılaşma hareketi ve onun yanısıra sosyo-ekonomik ve kültürel yeteneksizliklerden dolayı yıkılanın yerine boşluğu doldurabilecek nitelikte yeni kurumları hemen oluşturamayan bir içtimâi bünye, acıları ve sarsıntıları devam eden halkı, başlarına gelenlerin yine batılaşmadan geldiğine inandırmış ve durumlarından hoşnut olmayan yığınlar yeni cumhuriyet düzenine radikal bir dinsel tepkiyle karşı çıkmışlardır.
Batılaşmaya karşı tutucu bir direniş olarak başlayan bu muhalefet giderek "gerici" bir tepki halini almış ve aynı zamanda "ütopyacı" bir anlam kazanmıştır. Burada "ütopya", batının maddeciliği ve kötü taraflarının alınması sonucu kısırlaşan ve bu nedenle çöken, dağılan bir toplumun, İslâm dini sayesinde tekrar altın devirlerine ulaştırılması ideal ve istemi anlamındadır. Cumhuriyet devriyle birlikte dinsel akımlarda beliren ve tutuculuğu gericiliğe dönüştüren bu fonksiyon değişimi, kendini en belirgin şekilde. günümüz Türkiye’sinde, kapitalist kalkınmanın en yoğun olduğu, içinde bulunduğumuz yıllarda göstermiştir.
ÇOK PARTİLİ HAYAT VE "SAĞ" TEPKİ
Çok partili hayata kadar kendilerine yabancı buldukları batıya açık düzeni kanlı başkaldırmalarla yıkmak isteyen radikal sağ, yalnız bununla yetinmemiş, fakat çok partili hayata her geçiş denemesinde birer liberal muhalefet olarak beliren siyasal partilere damgasını vurarak yolundan saptırmış ve kapatılmalarına sebep olmuştur.
Ekonomik ve sosyal olanaksızlıkları nedeniyle güçlenemeyen esnaf ve sanatkâr sınıfı, devletten de kendi çıkarları doğrultusunda bir politika sağlayamayınca, kendilerini ezen batılaşma ve yenileşme ortamına karşı duymakta oldukları hoşnutsuzluğun ana kaynağını devlette aramışlar ve gelişen burjuvazinin kendine paravan yaptığı sivil-asker bürokratları suçlayarak batılaşmanın ve değişimin getirdiği sarsıntılar ve acıları onlardan bilmişlerdir.
Ticaret ve toprak burjuvazisinin güçlendiği yıllar olan tek parti devrinde "radikal sağ muhalefet" için için kaynamış ve kendi çıkarlarına ters düşen bir ekonomik gelişime ve sosyal değişime karşı çıkma için uygun bir ortamın yaratılmasını beklemişlerdir. Bu fırsat ikinci dünya savaşının da getirdiği elverişli şartlardan yararlanan ve artık tek partinin dar kalıpları içinde barınamayacak kadar serpilmiş ticaret ve toprak burjuvazisinin Demokrat Parti hareketi ile doğmuştur. Aslında sınıfsal çıkarları bakımından İslâmcı cephe ile hiç bir ilgisi bulunmayan D.P.'de örgütlenen bu burjuvazinin, asker-bürokrat CHP'ye karşı yürüttüğü muhalefet yine dinsel bir niteliğe büründürülmüş ve mücadele, topluma "yabancı" olanlara, "frenkmeşreplere" karşı verilen bir mücadele şekline sokulmuştur. Gerçi DP'nin temsilciliğini yaptığı burjuvazi Türk toplumunda batılaşmadan yarar gören bir sınıftır ama "batıcı" olarak görünmenin gereksizliğini hatta zararını da gayet iyi bilmektedir. Bu nedenle D.P.de örgütlenen burjuvazi "radikal sağ"ı tatmin etmek için batılaşmanın görüntüsüne karşı imiş gibi davranmakta ve fakat batılaşmanın nimetlerinden fazlasıyla yararlanmaktadır.
Bu arada enflasyonist patlama ve şuursuz olmasına rağmen Türk toplumunun o zamana kadar görmüş olduğu en hızlı gelişme süreci, aslan payını ticaret ve tarım burjuvazisine sağlarken, refah kırıntılarını da halka  kadar saçmaktaydı. İşte bu refah kırıntılarıdır ki halk yığınlarına DP'yi terfihlerinin isabetini göstermiş ve bu nedenle radikal sağ, asker-bürokrat batıcılara gösterdiği tepkiyi D.P.'ye göstermemiştir. Fakat plansız kalkınmanın sonucu beliren ekonomik tıkanıklık siyasal hayatı da etkilemiş, iktidarın muhalefeti susturma çabaları da anayasa dışına çıkınca ordu müdahalesi kaçınılmaz olmuştur.
1960 SONRASI TÜRK İÇTİMÂİ GELİŞİMİ
1960 sonrası Türk içtimâi hayatında ekonomik ve sosyal gelişmeler, toplumumuzdaki "radikal sağ" güçlerin nicelik olarak daha az fakat bilinç ve eylem olarak daha güçlü olmalarını sağlamıştır. Bunun ana nedeni, halk yığınlarının DP zannettikleri A.P.'nin artık bir D.P. olmamasında yatmaktadır. İlk kalkınma yıllarında, halkı saçtığı refah kırıntıları ile az çok tatmin eden D.P.'nin devamı sayılan AP, sanayileşen bir toplumda büyük iş çevrelerinin temsilciliğini yüklenerek toplum içerisindeki çıkar kutuplaşmasının yoğunlaşmasını sağlamış, sanayileşmenin bazı çevreler üzerinde yarattığı statü kaybının ve çöküntünün sebebi olarak bilinmiştir. A.P. gerçi ticaret, toprak ve sanayi burjuvazisini bir koalisyon halinde bünyesinde bulundurarak iktidarı devir almış bir partidir ama kapitalist gelişmenin burjuva sınıfı içinde yarattığı bir iç çelişkiden ötürü bu koalisyon 1970 Türkiye’sinde artık çatlamaya başlamıştır. Çünkü büyük sanayi ve ticaret burjuvazisi 1965'den bu yana Türk ekonomik yaşantısına ağırlığını koymuştur. Bütün D.P. devri boyunca ve son bir kaç yıla kadar A.P. iktidarı içinde çatışmasız ve koalisyon halinde beraber bulunan egemen sınıfların sanayi burjuvazisinin gelişmesi sonucu ittifakları çelişmeye düşmüştür. Sosyo-ekonomik gelişme süreci içerisinde kaçınılmaz olarak ortaya çıkan ve AP.'yi de uzun bir süreden beri etkilemekte olan burjuvazi arasındaki bu çatlama, sınıfsal çıkarları temsil etme bakımından D.P.'ye oranla A.P. ye daha başka bir görüntü vermiştir.
BURJUVAZİ İTTİFAKI ÇÖZÜLÜYOR
1960 sonrası ekonomik gelişme, burjuvaziyi, ekonomik çıkar farklılaşması nedeni ile parçalamaya başlamış ve ekonomik tabanı zayıflamaya başlayan küçük burjuvazi ile ekonomik gelişmeden en büyük payları alan sanayi ve dış ticaret çevreleri siyasal ve ekonomik ittifaklarını çözmeye başlamışlardır. Çünkü bir toplumda gelişen büyük sanayi kaçınılmaz olarak toprak ve küçük sanayi burjuvazisini sömürecektir. Çünkü artık onların beslendiği tabandan beslenmemektedirler ve Türkiye sanayileşmenin tarımı sömürerek gerçekleşeceği noktaya çoktan ulaşmıştır.
Açılacak bir alüminyum fabrikasının yakın zamanda koca bir bakırcılar çarşısını kapatacağı, bir plastik sanayinin o bölgedeki çömlekçi, yemenici, derici gibi esnafın ekmeği ile oynayacağı düşünülürse küçük ticaret ve sanayi burjuvazisinin de büyük sanayi burjuvazisine ters düşen çıkarları savunacağı açıktır. Sanayileşmenin, kapital birikiminin artırdığı üretim sonucu içtimâi tüketim fazlalaşacak, özellikle şehirlerdeki pazarlama şartları süpermarketleri ve büyük ticari şirketleri ön plana itecektir. Yoğunlaşan uluslararası ticaret, ithalat ve ihracat alanında zengin ve güçlü bir sınıf yaratırken iç piyasalarda da ekonomik hareketliliği kontrol eden ve hizmetinde ticari şartları en yeni tekniklerle kendi şirketleri lehine çeviren, hangi malın ne zaman, hangi şartlar altında sürüleceğini bilimsel yönden araştıran uzmanlar bulunduran yeni bir ticaret burjuvazisi belirmektedir.
Ayrıca tüketim alanı, şimdilik yalnızca büyük şehirlerde de olsa, Ordu Pazarları, Gima, Tarko, süpermarket zincirleri (Şimdi ise İstanbul Form’dakiler) gibi büyük şirketler ve kooperatifler tarafından önemli ölçüde etkilenmektedir. Bu gelişmeler küçük ticaret burjuvazisini de olumsuz olarak etkilemekte, esnaf ve küçük tacir her geçen gün kapitalist gelişimin oluşturduğu büyük ticaret burjuvazisi tarafından biraz daha ezilmekledirler. BÖYLE BİR ORTAMDA BÜYÜK BURJUVAZİ İLE KÜÇÜK BURJUVAZİ AYRILACAK VE BUNU KAÇINILMAZ OLARAK BİR ÇATIŞMA İZLEYECEKTİR. Büyük sanayi burjuvazisinin ne ölçüde güçlendiğini anlayabilmek için ise 1963 yılından bu yana hızlanan gelişimine kısaca bir göz atmak yeterlidir.
1963 yılından buyana 10-19, 20-49 kişi çalıştıran iş yerlerinin payında bir azalma meydana gelirken, 50 kişiden fazla çalıştıran işyerlerinin katkısında bir artma olmuştur. Nisbi öneminde en fazla düşüş olan iş yerleri 10-19 kişi çalıştıran kurumlardır. Buna karşılık en çok artanlar, önce 200-499 kişi, sonra 1000 ya da daha fazla çalıştıranlardır. Bu şekilde, genel olarak baktığımızda 1965'lerden sonra Türkiye'de burjuva sınıfı içerisinde çıkar farklılaşmasından doğan bir çözülme görmekteyiz. Büyük ve küçük burjuvazi arasındaki bu çözülmenin sonucu kendisini A.P.'deki büyük çatlama ile belirtmiş ve genellikle küçük burjuva kökenden gelen ve o sınıfın çıkarlarını temsil eden 41 kişilik bir parlamenter grup, artık büyük burjuva girişimlerinin daha fazla temsil edilmekte olduğu A.P.'den kopmuşlar ve Demokratik Partiyi kurmuşlardır.
RADİKAL SAĞ YENİ DÜZENDE KİMLERİ TEMSİL ETMEKTEDİR?
Son sosyo-ekonomik gelişmeler halk yığınlarının büyük kısmını batılı kurumlara karşı eski düşmanlıklarından arıtırken aynı zamanda yeni bir yabancılaşma ve kişilik bunalımı meydana getirmiştir. Bu yeni bunalım sonucu nicelik olarak daha az fakat nitelik olarak daha tutarlı bir gurubun artık kapitalist kalkınmaya karşı daha bilinçli bir vaziyet aldıkları görülmektedir. Kapitalist gelişme toplumun statik bünyesinde büyük patlamalara sebep olmuş, gelişen ulaşım ve haberleşme sonucu inançlar ve değerler yıkılmış, kapitalist tarım sonucu küçük işletmeler yer yer kapanmış, sanayileşme ve büyük ticaret bazı esnaf üzerinde olumsuz etkilerde bulunmuştur.
Bu yeni şartlara adapte olamayan insanlar yıkılan çevrelerinde eski alışkanlıklarını ve ilişkilerini bulamamış, yabancı bir toplumda kendilerine bir kişilik edinme çabasına düşmüşlerdir. Büyüyen toplum karşısında kendilerini güçsüz hissedenlerin, yeni düzeni anlamsız bulanların, yıkılan, yok olan, örf, adet ve normları yeniden kurmak isteyenlerin ve kendilerini toplumdan kültürel ve sosyal bakımlardan soyutlanmış görenlerin, yani bütünüyle topluma yabancı olanların imdadına gene din koşmuştur. Fakat bu geleneksel bir toplumdaki gibi dine kaderci bir bağlanma değildir. Radikal sağ bugün Türkiye'deki en bilinçli eylemcilerin ideoloj isidir.
Gelişen kapitalizm karşısında tutunamayan ve giderek kaybettiği çıkarlarını korumak için direnişe geçen küçük burjuvazinin tümünün, dinsel bir cephe arkasında sosyo-ekonomik sisteme muhalefet ettiklerini önermek gerçekçi bir yorum olamaz. Başka bir ekonomik sistem içerisinde, tarım sektörüne prim vererek ve kapitalist patlamayı yavaşlatarak dengeli, ağır ve uzlaştırıcı bir politikanın izlenmesi küçük burjuva arasında birçok taraftar bulabilir. Fakat gelişen kapitalizmin kendilerinde yarattığı statü ve gelir kaybını ahlâksızlık, üçkâğıtçılık gibi unsurlara bağlayıp, çöküntüyü batı ekonomik sistemine açılmada gören ve çoğunluğu esnaf ve küçük çiftçi olan kitleler dinsel bir muhalefete katılacaklar, ekonomik çıkarlarını din aracılığı ile savunacaklardır. Sanayileşme karşısında bazı bölgelerde sönmekte olan esnaf ve sanatkâr çevrelerinin temsilcisi olarak Türk siyasal hayatında belirmiş olan dinsel örgütlenmeler, altlarından hızla kayan sosyo-ekonomik tabanı dinsel bir ideoloji ile tutmaya çalışanların gayretleri olarak belirmektedir. Kapitalizmin yarattığı değişim sonucu, içinde yaşadıkları geleneksel ortamı da kaybeden bazı küçük esnaf, el sanatkârları ve küçük çiftçiler kendilerine yabancı ve haksız gelen yeni ortamda kişilik krizi geçirmekte, sosyal yapı içerisinde tutunacak bir yer aramaktadırlar.
İslâm’ın toplum içerisinde yaygın bir değer olmasının yanı sıra değişime muhalefetin dinsel olmasının önemli bir başka nedeni bulunmaktadır, İslâm dini statik bir toplum yaşantısı sağlayacak ekonomi ve hukuk kurallarını içermektedir. Tanrı hükümdardır ve toplumda herkes kendini ona adamıştır. Onun kitabı olan ve bütün gerçekleri ifade eden Kur'an hükümleri değişmez ve önemini yitirmez birer kuraldır. Çünkü insanları yaratan Tanrı her şeyi insanlardan daha iyi bilir ve görür. İşte bu değişimi önleyici niteliği İslâm dininin çökmekte olan sınıflar arasında siyasal bir dünya görüşü olarak benimsenmesine ve kapitalist gelişimin yukarıda belirtilen değişmelere yol açması, bu değişmelerden zarar görenlerin, değişimi engelleyen İslâmi ilkeleri siyasî eylem olarak benimsemelerine sebep olmuştur. Kapitalist gelişmeyle birlikte artan kuran kurslarının ve İmam Hatip Okullarının nedeni genellikle burada yatmaktadır.
TÜRKİYE'DE RADİKAL SAĞ NEDEN GERİCİDİR?
Kendilerini önce ezen ve mutsuzluğa iten batılaşmaya, sonra proleterleştirmeye (Karl Marx`tan sonra işçi sınıfını tanımlamak için kullanılan sosyolojik bir terim) başlayan kapitalizme karşı amansızca direnmiş olan Türkiye'deki radikal sağ, tutucu ideolojilerini terk etmiş durumdadırlar. Bunu şöyle açıklamak mümkündür:
Kendilerinin değerli buldukları düzeni ve kurumları değişime karşı şiddetli savunan tutucuların, bu uğraşılarında başarısızlığa uğradıkları takdirde bir kısmı, yeni beliren düzeni, evrenin işleyişinin kaçınılmaz sonucu olarak kabul edeceklerdir. Fakat eski ideallerini hala benimsemekte devam eden yenik düşmüş tutucu, ister istemez, bir "gerici" olacaktır. Yeni gelişen dünyayı eleştirecek ve gelecekte, eskiden var olmuş olduğuna inandığı bir yaşam için harekete geçecektir. Bütün değişimler "statusquo"(statüko)dan ayrılmayı öngörürler. Bu anlamda, ilerici değişim ile gerici değişim arasında değişim dinamiği açısından hiç bir geçerli ayırım yoktur. Her ikisi de değişimdir ve bu gerici değişime yönelen İslâmcılar da bu anlamda birer radikaldirler.
Radikal sağı, tutucu sağdan ayıran diğer belli başlı hususlar şunlardır:
Tutucu sağ, genellikle, eğitim görmüş, ekonomik alanda başarılı, teknolojiye açık bir orta sınıf ideolojisi ise; radikal sağ da, dünya görüşü sosyo-ekonomik yetersizliklerden ötürü sınırlı olan, ekonomik ve teknolojik alanlarda başarılı ve etkili olamamış, bu nedenlerle ezilmiş ve statü kaybına uğramış bir sınıfın ideolojisidir.
Tutucu sağ, çevresine adapte olmasını bilmiş ve onun tarafından ezilmemiş, radikal sağ ise zamanın bütün sosyal güçlerine düşmanlık duymuş, çevresine adapte olamamanın psikolojik sarsıntılarını geçirmiştir. Bu anlamda radikal sağ "yeni bir dini kabul eden toplumlarda eski inancın tanrıları ve yeni dinin şeytanları" olarak belirmektedirler. Değişmeden yarar görmeyen ve olumsuz yönde etkilenen sınıflar, ideal model olarak geçmişteki bir altın devri aldıkları için (ki bu model İslâmın yedi düvele meydan okuduğu çağdır) değişim ve bu modelden giderek uzaklaşma en büyük hata ve suç sayılır ve bozulmanın temelinde de geleneklere saygı ve inançtan uzaklaşma görülür.
RADİKAL SAĞ KENDİ İÇİNDE BÖLÜNMEKTEMİDİR?
Farklılaşmamış ve durağan içtimâi yapısı nedeni ile batılaşma hareketlerinin yarattığı bunalımlara, "tutucu" bir ideoloji ile karşı koymaya çalışmış olan Osmanlı İslâmcılarının Cumhuriyetle birlikte başlayan ve özellikle 1960'lardan sonra büsbütün hızlanan gelişime karşı sürdürdükleri tepkinin nasıl "gerici" bir niteliğe büründüğünü göstermeğe çalıştık. Fakat üzerinde durmamız gereken diğer bir önemli nokta, Türkiye'de radikal sağ cephenin yalnızca İslâmcılardan oluşmadığıdır. Türkiye'de radikal sağın bir kanadını meydana getirdiğini önerebileceğimiz "Milliyetçi Toplumcular" da üzerinde durmamızı gerektiren bir sosyolojik unsurdur.
"İslâmcılar" ile "Milliyetçi Toplumcular" arasındaki sosyolojik benzerlik, "Milliyetçi Toplumcuların"da aynı "İslâmcılar" gibi, ideolojilerine, küçük burjuva unsurlar arasında taraftar bulabilmeleridir.
Marxist anlamdaki sınıf çatışmalarının kesinlikle karşısında olan "Milliyetçi toplumcu" görüş ve ideoloji, sınıflar, zümreler ve tabakalar arası bir dayanışmanın öngörüldüğü "uyuşumcu" bir toplum düzenini savunmaktadır. Toplumdaki farklı sosyal güçler arasındaki bu dayanışma milliyetçilik gibi idealist değerler ve esaslar ile sağlanacaktır. "Bütün Türkler bir Ordu"dur. Bu "Ordu"nun muzaffer olması için yoğun bir dayanışmaya ve ortak bir gayeye ihtiyaç vardır. Bu nedenle çıkar farklılaşmalarına dayanan sınıf çatışmaları yerine "Ordu"yu ortak gayeye ulaştıracak sınıflararası yardımlaşma gerekmektedir. Toplum içerisindeki farklılaşmalara ise, yine bir Ordunun içindeki gibi, rütbe ve statü farkı gözü ile bakılmaktadır. Bu da gerekli bir unsurdur. Çünkü erat'ı zafere götürecek önder ve kumanda heyetinin "Milliyetçi Toplumcu" görüşte büyük bir ağırlığı vardır.
Toplumdaki değişimlere ve farklılaşmalara böyle bir ideoloji ile eğilmesi "Milliyetçi Toplumcular"a kapitalist patlama sonucu mağdur duruma düşmüş küçük üretici ve ticaret erbabı arasında taraftar kazandırmıştır. Durumları gün geçtikçe kötüye giden ve kapital'e karşı büyük hınç beslerken sola açılmalardan da (ellerindeki küçük mülkiyetleri yitirecekleri inancı ile) korkan bu küçük burjuva unsurları, kendilerini de yaşatacak ve statülerini koruyacak uyuşumcu bir toplum modeline giderek daha çok yaklaşacaklardır. Toplum düzenini, aynen İslâmiyet gibi, statik ve  dayanışma esasına göre kuracak, fakat İslâmi kurallardan uzak böyle bir ideolojinin, toplumda İslâmcı akımları besleyen aynı sosyo-ekonomik kaynaktan desteklenmesi doğaldır. Böyle bir yaklaşım ve yorum Avrupa'daki "Nasyonal Sosyalist" ve "Faşist" gelişimlerin içtimâi tabanlarına eğilinince daha da bir açıklık kazanacaktır.
Geniş çevrelerce genellikle zannedildiği gibi Avrupa'daki faşist hareketler sermaye çevrelerinin yön verdiği ve oluşturduğu hareketler değildir. Belki faşist iktidarlara sermaye çevreleri daha sonra damgalarını vurmuşlardır ama Avrupa'da "faşizmi" iktidara getiren kadrolar asıl, büyük sermaye ile komünist tehlike arasında ezilen orta ve küçük burjuva unsurlara dayanmışlardır. Örneğin kırsal İtalya'da faşizme en büyük desteği ipotek ve faiz altında inleyen özgür küçük çiftçiler sağlamışlardır.
Türkiye'de İslâmcı cephe ile milliyetçi toplumcu cephenin aynı sosyolojik kaynaktan beslendiğini önermekle birlikte aralarındaki büyük farka da değinmemiz gerekmektedir. İslâmcıların isteği, kapitalist bir düzende tek taraflı işleyen kredileri ve bankacılığı faiz yasağı ile sınırlamak, ekmekleri ile oynayan kapitalist patlamayı din devletinin dizginlerine vurmak, üçkâğıtçılık ve namussuzlukla edinildiğine kesin inançları olan sermaye karşısında beş paralık olan itibarlarını tekrar kazanmak ve islâmi düzenin getireceği statik bir toplum yapısı içerisinde herkesin yerli yerini bildiği eski güzel günlere ulaşmaktır.
Türkiye'de dinci radikal sağ bu anlamda gelişme karşısında, statü gelir ve itibarlarını yitirmiş bir kısım küçük tacir, işletmeci, esnaf ve el sanatkârının öncülüğünde örgütlenmektedir. Aynı tabana dayandığını öne sürdüğümüz milliyetçi toplumcular ise, Türk-İslâm sentezcilerinin dışında İslâmcı cepheden siyasî inanç ve görüşleri bakımından kesinlikle ayrılmaktadırlar. Modern toplumun oluşturduğu kaçınılmaz bir sonuç o toplumdaki kişilerin kendilerini yurttaşları ve ulusları ile özdeşleştirebilme yetenekleridir. Bu yeteneğin "İslâmcılar" arasında bulunmayacağı kesindir. Statü kaybı ye ekonomik gerileme ile toplumun gelişen kısmıyla araları giderek açılan Türk İslâmcıları, kendilerine karşı işleyen bir düzene tümüyle karşı koyarlarken ve onu yeniden İslâm milliyetçiliği ile yoğurarak şekillendirmeye çalışırlarken "Türkçülük" gibi "Kavmiyet Davaları" ile uğraşmayacakları açıktır. Kurtuluş yolunda esas olan İslâmiyettir. Türklük ise İslâmiyetin içinde erimeye mahkûm bir azınlıktır. Türkiye'deki İslâmcıları söven milliyetçi toplumcu görüştekileri "kuru" ve "ruhsuz" milliyetçiler olarak isimlendirmeleri de bu görüşe dayanmaktadır. İslâmcılarla, milliyetçi toplumcular arasındaki ideolojik ayrılığın, her iki akımında taraftar kitlesi üzerinde nitelik ve nicelik bakımından oynadığını sandığımız bir başka rolüne değinmek gerekmektedir. Halkın İslâmcılara gösterdiği ölçüde eğilimi milliyetçi toplumculara göstermemesinin nedeni, büyük bir olasılıkla, milliyetçi toplumcuların sivil-asker devlet bürokrasisinin gücünü artırma sonucunu doğuracak bir "üstün devlet" anlayışına sahip olmalarıdır. Böyle bir anlayışın, bir kısım halkın siyasî hatıralarındaki "devlet" tecrübelerine aykırı düşeceği beklenebilir. Milliyetçi toplumcuları askerci ve bürokrat bir devlet anlayışına yaklaştıran bu nitelikleri, radikal sağ cephe içerisinde kuvvet dengesinin İslâmcılarda kalmasını sağlamıştır.
(Yazarın "TÜRKİYE'DE ÖRGÜTLENMİŞ DİNİN SOSYO EKONOMİK TABANI SBF Yayınları No. 323, Sevinç Matbaası, Ankara 1971'den çok kısa özetlenerek hazırlanmıştır.)
Kaynak:
Ahmet N. YÜCEKÖK; Siyasetin Toplumsal Tabanı (Siyaset Sosyolojisi) [Kitap]. - Ankara  : A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültes, 1987 . (KISIM : D,  s.171-183) 


[1] Düyun-u Umumiye: (Düyun-u Umumiye-i Osmaniye Varidat-ı Muhassasa İdaresi), 1881 - 1928 yılları arasında Osmanlı Devleti 'nin dış borçlarını denetleyen bir kurumdu. II. Abdülhamit döneminde kurulmuştur. Sözcük, "Genel Borçlar" anlamına gelir. Düyun-u Umumiye kurulduğu yıldan itibaren, Osmanlı Devleti' nin ekonomik ve mali yaşamı üzerinde etkili bir rol oynamıştır.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar