Print Friendly and PDF

VÂRİDÂT-İ BEDREDDİN (Tashih Edilmiş Nüsha)

Bunlarada Bakarsınız



Mütercimi: Şeyhü’l-İslâm MUSA KÂZIM EFENDİ

Mütercimi:
Dârü’l-Fünûn-i Şahane Muallimlerinden ve Sabık Şeyhü’l-İslâm
MUSA KÂZIM EFENDİ
Neşre Hazırlayan:
MEHMED SERHAN TAYŞİ

بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد  وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين

 Bismillahirrahmanirrahim
Ey tâlib! Hak bil ki umûr-i âhiret cühelanın zu'm(yanlış zann) ettikleri gibi değildir. Zîrâ: Umûr-i âhiret âlem-i emr, âlem-i gayb, âlem-i melekûtdan, yâni âlem-i ervâhdandır. Avamın zannettiği gibi âlem-i şehâdetden değildir.
Bu umûra müteallik olan kelâm-ı enbiyâ doğrudur, enbiyâ o sözlerinde sâdıkdır. Lâkin iş o sözleri anlamaktadır. Hiç şüphe etme ki, âsârda gelmiş ve ahbârda vârid ve şayi’ olmuş olan cennet, hûr(hûri), kusūr(kasrlar), esmâr, enhâr, azâb-ı nâr ve emsali şeyler meâni-i zahiresine münhasır değildir. Bunların diğer manâları dahî vardır ki, o manâları ancak asfiyâ ve evliya bilirler.
İbâdât-ı vâzı’dan maksad kulûbün o vücûd-ı a’zam ve bâkî-i akdeme (2/A) teveccüh ve incizâb’dır, binâen-aleyh umûr-u dünyâ ile meşgul bir kalb ile bin sene namaz kılmış olsan bile bundan dolayı hiçbir ecr-i hüsn ve sevâb-ı cemileye nâ’il olamazsın!
Bu beden için bekā olmadığı gibi, ba’de’l-fenâ, eczası içün kemâ fî’s-sâbık bir daha terekküb dahî yokdur. Vâkı’a Kur'an’da ihyâ-i mevta meselesi vardır. Fakat oradaki ihyâ-i mevtadan maksad, eczâ-ı uzviyyenin ba’de’l-fenâ bir daha terekkübü ve biaynihi evvelki hâline ifrağı değildir.
Ey gafil; sen nerede, Hakikat nerede! Dünyâ ile meşgul olduğun içün Hakk’ı idrâk idemezsin, mevhûmâtı “kemâlât” diye tahayyül eylersin. Hakk’dan pek uzak olduğun içün Hakk'ı idrâk ve kemâlâtı tahsile teveccüh ve ikbâl bile etmezsin. Eğer hakîkat-ı hâlî bilirsen asıl kemâlâtın neden ibaret olduğunu anlarsın, şübhe yok ki kemâl-i safvet ve hâlisiyetle Hakk'a meyl ve teveccüh eylersin. Sen bir çocuk gibisin; çocuğa, talîmden (2/B) nefret itmeyüp belki âna(ona) rağbet itsün diye, ulûm ve fünûn fevâkih ve sâ’ir lezâiz-i mahsûsa ile temsil olunur. Bu sûretle çocuk tahsîl-i kemâlâta alıştırılur. İşte enbiyâ da evliyâ-yı etfâl gibi olub, sizi tahsîl-i kemâlâta alıştırmak içün umûr-i âhireti birtakım lezâiz-i cismâniyye ve suver-i mahsûsa ile temsil ve tasvir eylemişlerdir. Sen bu gāfil kalbin ile Allah’ı ve enbiyâyı "bildim" veyâhûd kıra’at-i kütüb ile “bildim” zannında mı bulunuyorsun. Hiç şübhe yok ki sen, ders ile iştigâl ettikçe o nisbetde idrâk-i Hakk'dan tebâüd idersin!
Emr-i ilâhî iktizâ-yı zâtdan ibaret, telaffuz  ve hurûf ve lisân-ı Arab’dan münezzehdir. Binâen-aleyh “Allah şu şeyi emr etti” dimek, “Vücûd-i Mutlak'ın zâtı o şeyi öyle iktizâ eyledi” dimekdir. “Kalem” de her şeyin hakikatinden ya’ni Vücûd-i Mutlak'dan ibâretdir. Her şeyin hakikati etvârda, ezmânda, kendisine câri olacak şeyleri yazmakda ya’ni te’sîr etmekde olduğu içün “Kalem” nâmını almışdır.
(3/A)Hûr, kusūr, enhâr, eşcâr, esmâr ve emsali şeylerin kâffesi de âlem-i hisde değil, âlem-i hayâlde tahakkuk ider; “cinn” de böyledir, nitekim “el-cinn” ismi dahî buna delâlet eyler. Zîrâ “cünne ani’l hissi’z-zâhirî” denilir ki hiss-i zahirîden gâib oldu dimekdir. “Cinni müşahede ettik” diyenler ânı(onu) hiss-i zahirîyle müşahede itmiş olduklarını zann iderlerse de, hakîkat-i hâl öyle değildir. Ânlar(Onlar) cinni kuvve-i hayâliyyeleriyle müşahede etmişlerdir. Zîrâ eğer hiss-i zâhiriyeleriyle müşahede etmiş olsalar idi, hiss-i zahirîde herkes müşterek olmasiyle herkesin dahî cinni müşahede itmeleri lâzım gelür idi!?
“Lâ ya’lemü’l-gaybe illa’llâh ve’r-râsihûne fî’l-‘ilmi vemâ ya’lemu te'vîlehu illa'llâhu ver-râsiḣûne fî-l’ilm” ayetinin teveccüh ve tefsiri:
Cenâb-ı Hakk “Lâ ya’lemü’l-gaybe illallah ver-râsihûne fi’l-ilm yekülüne âmenna bihi” "vemâ ya’lemu te'vîlehu illa'llâhu ver-râsiḣûne fî-l’ilmi yekūlûne âmennâ bihi"(Âl-i İmran-7) buyurdu. “El-gayb”daki “Elif lâm” istiğrak içindir. Her gaybi bilen de ancak O, vâhid-i kahhârdan ‘ibâretdir. Binâen-aleyh burada asla işkâl yokdur!?
Her şeyde hattâ her zerrede bile bütün ‘avâlim mevcûddur. Görülmez mi ki, bir habbede bir ağacın cümlesi bi’l-kuvve mevcûd ve mündemiç olduğu gibi habbe dahî bi-külliyetihi ağacın her cüz'ünde bi’l-kuvve mevcûd ve mündemicdir, çünki ağaç habbeden, habbe de ağacın meyvesinden, ve meyve ise ağacın bi’l-cümle eczasından husule gelmekdedir. İşte avâlim de böyle olub, bi’l-cümle eczâsiyle kendi aslında ya’nî vücûd-i mutlakda var ve aslı dahî bi’l-külliye avâlimden her birinde mevcûd ve mütehakkıkdır.
Öyle ise bütün avālimin her zerrede mevcûd ve mündemiç olduğu şübhesizdir. Burası malûm olunca, Tâlib-i Hakk'a “küntü kenzen mahfiyyen feahbebtü en u’rafe fehalaktu’l-halka li-u’rafe” hadîs-i kudsî'sinin sırrı elbetde zuhur eyler, Cenabı Hakk “Bir kenz-i mahfî idi, bilinmek istedi, bilünsün diye bu mahlûkâtı halk etti, halbuki ânı(onu) bilen yine kendisidir, başkası değil; kendisi her şeyden münezzeh olmakla beraber her şey ile muttasıfdır!
(4/A) Beyt: Safâ lî nûrun fitîluhu şahmu sîne
Fekeyfe’l-kalbu mahfûfun bi-elfi meş’ale
[Kalb'de mahfî olan şahmden (iç yağı) ibaret bir fitilin mücâhede-i Hakk ateşi ile erimesinden bana bir nûr-i musaffa (saflaşmış) hâsıl oldu, bu nûr nasıl hâsıl olmasın ki kalb, bin meş’ale ile ihata edildi!]
“Ey sâlik!  Me’yûs olma ki kat’-ı mehâlik itdikten (tehlikeleri aştıktan) sonra senin de o nûr ile safâyâb olacağın me'muldur (umulur).”
İnsanlar yekdiğerine yâhûd derâhim (dirhemler) veya denânir (dinarlar) veya izzet ü mefahire, meâkil (me'kele/yiyecekler) ve meşâribe (içecekler) ibâdet ediyorlar da “ALLÂH’a ibâdet ediyoruz zannında bulunuyorlar!
Cenâb-ı Hakk; “İnnâ arazne’l-emânete alâ-s-semâvâti ve’l-ardi ve’l-cibâli fe-ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehâ-l insân(ü) innehu kâne zalûmen cehûla(n)” (Bakara 283) buyurdu. Ehl-i tahkik: “Buradaki emânetden maksad marifetullâh'dır.” dedi. Ben derim ki, bu emânetden maksad “sûret-i Hakk” olmak ihtimâli daha kuvvet-lidir. Zira insân sûret-i Hakk üzre halk olunmuşdur. Çünkü sûret-i “Hakk” sûret-i küll olub, bu ise başkasında değil ancak insândadır, binâen-aleyh “es-semâvâti ve’l-ard, ve’l-cibâl”, kavillerinde bir ehil lafzı takdirine hacet yokdur, şu hâlde ma’nâ-yı nazm “Biz bizzat semâvâta, arza, cibâle, kendi sûretimizi arz ettik, ânlar o sûreti haml ve kabulden ibâ(çekinme/tiksinme) itti, insân ânı hâmil olub, kabul eyledi, halbuki insân sûret-i Rahmâniyye'yi kabulden evvel maddesi itibariyle zalûm ve cehûl idi, o sûreti kabul idince âdil ve alim oldu.” dimekdir.
Seni Hakk'a tergîb ve teşvik iden her şey bir “melek” ve Rahman, mâsivâya tevcih ve sevk eyleyen her şey dahî İblîs ve Şeytân'dır. Bu hâlde seni sebîl-i Hakk ve irşada meyl ettiren ya’nî kalbinde o meyli uyandıran kendi kuvâ-yı insâniyyen “Melaike” ve tarik-i fitne ve sebîl-i fesada sevk eyliyen şehevât-ı hayvâniyyen ve kuvâ-yı vehmiyyen dahî şeyâtîndir. Binâen-aleyh sende melâ’ike ve şeyâtîn dolu olup, hükm ise galibindir. “Cinn de bu iki kuvâ arasında birtakım mu’tedil kuvvetlerden ibâretdir!
Katarât-ı matar'dan (yağmur katreleri) her katrenin bir sebebi vardır. Bir katre ancak o sebeple ufk-ı arzdan bir mevkie düşer, bu sebebe “sükūt-i katre”nin “illet-i tâmmesi” denür. İşte katreyi o mahalle indiren melek o sebebden, o kuvvetden ibâretdir. Kezâlik her katrenin eczâ-i vücûdiyyesinden yani vücûdunu teşkil iden eczadan her bir cüz'ü (5/B) içün dahî bir sebeb ve bir kuvvet vardır ki, o sebebler, o kuvvetler vâsıtasiyle katre-i mezkûre teşekkül etmiş ve katre hâline girmişdir. Bu hâlde “Her katre içün bir melek vardır” ve “Her katre içün birtakım melâ’ike vardır” kaziyyeleri arasında münâfât aykırılık (münâfî/menfî/tenâfî/nefy) yokdur. Zîrâ bu iki kaziyyeden birincisi sükūt-i katrenin illet-i tâmmesi, ikincisi dahî esbâb-ı vücûdiyyesi ‘itibariyle bilâ-şekk sâdıkdır. Bunun böyle olması o kuvvetin bir sûretle temessül etmesine ve o sûrete “Melek” tesmiye olunmasına da mâni* değildir. Ya’nî her kuvvet bir sûretle temessül idebiliyor ve o sûrete de “Melek” nâmı virilebiliyor!
‘Ukubet, rahmet, elem, lezzet ve emsali şeylerin cümlesi “Hak Teâlâ'dır. Bunların “Hakk Te’âlâ'dan ibaret olmalarına hiç mâni dahî yokdur. Çünki bunlar Cenâb-ı Hakk'ın (6/A) tenezzülâtı mukteziyâtından olub umûr-i nisbiyye kabîlindendir. Hakk Te’âlâ bunların cümlesinden bizzat münezzehdir. Görülmez mi ki insân ve yılandan her birinin ağzındaki lüab(salya) kendisine mülayim ve münâsib olduğu hâlde diğerine muzır ve zehrdir. Halbuki hakîkat-i hayvâniyye hem her ikisinden gayr-i hâlî ve hem de o zehr ü zarardan bi’l-külliye münezzeh ve arîdir. İşte Hakk Te‘âlâ da böyle olub, hem merâtib-i mevcûdât-ı mukteziyâtından biri ve hem de o mevcûdâtdan gayr-i hâlîdir. Çünki “Hakk Te’âlâ” “Külli’l-külliyyât” dır.
Cenâb-ı Hakk'ın zuhûr'a meyl-i zatîsi vardır. Çünki ânın tahakkuku ancak cüz’iyyâta tebaiyyetledir. “Küntü Kenzen” hadîsinde zikr olunan muhabbet de işte o meyl-i zatî ve iktizâ-yı zatîden ibâretdir. İmdi hadîs-i şerifin manâsı: “Ben bir kenz-i mahfî ya’nî her sûretden arî bir vücûd-i mutlak idim. Fakat zuhura meyl-i zâtim olmağla bu mahlûkātla (6/B) taayyün ve tahakkuk iderek zuhura geldim” dimekdir. Bu ma’nâ ile ba’zı meşâyihin o hadîse virdikleri ve tahayyül eyledikleri ma’nâ arasında mesâfe-i ba’îde vardır. Tenebbüh ve teemmül ile de o gibi cemaat-ı câhile ve seyyi’eden ihtiraz it. Hatîb ve imâm ve sâ’ire gibi bir re’îs-i cema'atın maksûdı “Hakk” olmaz ise o cema'atdan uzlet itmek lâzımdır. Meğerki ânları(onları) irşâd kasd oluna. Çünki, ibâdetin rükn-i a’zamı maksûdun “Hakk” olmasından ‘ibâretdir. Bir cemâ’atda bu rükn fevt olunca ânların(onların) ibâdetleri de fevt olur. Yalnız sû’-i cem’iyyetleri kalır. Sû-i cem’iyyetden ihtiraz ise evlâdır!
“Hakk Te’âlâ” dan başka mevcûd yokdur. Asıl “maksûd” dahî ancak O'dur. ‘Urefânın “Yâ mâksûde” ve “yâ mevcûde” sözleri dahî buna delildir. Binâen-aleyh Hakk Te’âlâ” bi’l-cümle eşyâya şâmildir. Velevki eşyânın ba'zısı ba'zısına zıd olsun. (7/A) Çünki hep eşyâ “vücûd” mefhûmu tahtında mündericdir, ta’bîr-i diğerle her biri o asl-ı vâhid'in bir sûret-i uhrâsıdır. Tezâd ve tenâfî ancak bu sûretler, bu mertebeler i’tibâriyledir. Binâen-aleyh Hakk Te’âlâ bu mertebelerden münezzeh olmakla beraber ânlardan(onlardan) hâlî de değildir. Öyle ise “Bâtıl” “min haysi'l-vücûd” “Hakk” olub butlanı ise emr-i nisbîdir!
Kâffe-i merâtib-i âlem hep ecsâmda muntavî(dürülmüş/tayy) ve mündemicdir. Hattâ âlem-i ecsâm bi’l-külliye mahv ü ma’dûm olsa âlem-i ervah ve âlem-i mücerredât bile kalmaz. “Sâhib-i Mirsâd” bir mesel îrâd eylemiş ve o meselde ecsâmı şeker kamışlarına, ervahı da ânların ‘usaresine teşbih etmiş ve bu teşbihle ecsâmsız ervahın mevcûd ve bakî olabileceğini îhâm(vehme düşürme) eylemiş ise de ecsâmsız ervahın vücûd ve bekası mümkin değildir. Çünki bu ikisi arasındaki tegayur bir emr-i hakîkî değil belki emr-i i’tibârîdir. Zîrâ hakikat ve nefsü’l-emrde ervâh ile ecsâm yekdiğerinin aynıdır. (7/B) Ez cümle beden-i insân fî’l-asl rûh idi. Ta’bîr-i diğer ile “Hak” idi. Ya’nî bir cevher-i gayr-i maddî ve bir mevcûd-i gayr-i sûrî idi. Teraküm ve teâkub-u suver ile tekâsüf ide ide bir kalıbdan diğer kalıba gire gire nihayet beden-i insân oldu. Hâlbuki şu tekâsüf ve ictimâ'dan hâsıl olan sûretler birer birer zail olunca yine telattuf iderek(latifleşerek) şerîk ve nazîrden münezzeh “Hakk” olur!
İnsân, min haysi’t-te’sîr “Hakk” ve min haysi’t-te’essür “Abd, mahlûk, mahkûm, mecbur, makhûr”dur. Binâen-aleyh bi’l-cümle ef 'al “Hakk”ın olub sûretler hep O'nun âletleridir. Ya’nî “Hakk” sûret-i insân'da tecellî itmiş ve o sûret ve o âlet vâsıtasiyle faaliyetini icra eylemekde bulunmuşdur. Fakat insân bundan gaflet ederek kendisine mahsûs irâde, ihtiyar, fiil, vücûd olduğunu tahayyül ider. İnsânın bu gaflet ve tahayyülü bir dülgerin kendisinden (8/A) sudūr iden bir fi’ili yine varlığı kendisinden husule gelmiş olan bir âletine isnâd etmesine benzer. Şurasını ihtar iderim ki, insânın bu tasavvuru bu tahayyülü mücerred bir gaflete mebnî olduğu içün mezmûmdur. Amma eğer kendisinin “Hakk”dan ve “Hakk”ın da kendisinden başka bir şey olmadığını biliyor da fi’ili, ihtiyarı kendi nefsine hakk olduğu cihetle isnâd eyler ise tahayyül ve tasavvur-i mezkûr mezmûm değildir. Zîrâ abd bu takdirce fiil-i mahsûsun bir sûret-i mahsûsadan sudūr etmiş olacağını ve o sûret-i mahsûsanın sahibi ise Hakk'dan başka bir şey olmadığını bilmiş olduğundan tasavvur ve tahayyül-i mezkûr vâki’ ve nefsû’l-emr’e mutâbıkdır. Bunun içündir ki “Ben yaptım” ve “Ben işledim” gibi sözlere ârifler musîb olub câhiller ise muhtîlerdir!(hatalılar)
İnsânda “irâde” ve “ihtiyar” denilen şey kendisinden sudūr iden bir fi’ili bir işi isdâr ve îcâd ideni bilmekden ‘ibâretdir. Yoksa (8/B) diler ise işlemek, dilerse terk etmek manâsına değildir. Zîrâ ef 'alin sudûru meşiyyetle olub, meşiyyetde esbâb-ı hârice ve dâhilenin ictima ile hâsıl birtakım suvar ve merâtib mukteziyâtından bulunmakla, esbâb-ı mezkûre ictimâ’ itdikde meşiyyet bi’z-zarûre ve bi’l-vücûb zuhūr ider. Ve bunu müte’âkib ef 'al dahî bi-tarîki’l-vücûb husule gelür. Fî’l-vâki ‘insân kendisinin ef 'al-i mezkûreyi terke muktedir olduğunu zannider. Fakat bu zan bi’l-külliye yanlışdır. Tavrun dahî ef 'al gibidir. Öyle ise ‘inde’t-tahkîk bir fi’ili isdâr ve îcâd idende o fiilin kendisinden sudūr ettiğini bilmekden başka bir şey kalmamışdır. “İrâde ve ihtiyâr”ın manâsı ise bundan ibâretdir. Bir hayvandan ef 'al-i mütezâdenin(zıd) sudūr etmekde olduğu o hayvanda “diler ise işlemek ve diler ise terk itmek” manâsına bir irâde ve bir ihtiyar bulunduğunu îhâm ediyorsa da hakîkat-i hâl benden istediğin şeydir.
Horozun mezbelede eşinmesinde ve nısfi’l-leylde ötmesinde bir nev’-i garabet (9/A) vardır. Avam zann ider ki, horozun (diler ise işlemek ve diler ise terk etmek) manâsına irâde ve ihtîyârı vardır da horoz o irâde ve ihtiyar ile mezbelede eşiniyor ve nısfü’l-leyl’de ötüyor. Hâlbuki bu bir zann-ı bâtıl ve kavl-i kâzibdir. İşte keşf ve ilhamın bana i’tâ eylediği tahkik bundan ibâretdir. Fakat bu tahkik ‘ukūl-i nâkısa'ya muvafık gelmez!
Âlem cinsiyle, nev’iyle şahs-ı mutlakiyle kadîm olmakla beraber hudûs ile de muttasıfdır. Fakat bu hudûs, hudûs-i zemânî değil hudûs-i zatî ‘dir. Ya’nî âlemin muktezâ-yı vücûd-i Hakk olmasına “Hudûs” nâmı verilmiş ve fakat muktezî ile muktezâ arasına bir ân bile girmemişdir. Cenâb-ı Hakk'dan ezdâd(zıdlar) sudūr ile bunların ba'zısına razı olur, diğer ba’zısına da razı olmaz. Hele eşyâ-yı mütezâdenin Hakk'dan sudûru müktezâ-yi Zât olduğundan bunun vukû’u behemehâl lâzımdır. Çünki müktezâ-yi Zât'dan (9/B) tehallüf itmez.
Ba'zısının marazî ve diğerinin gayr-i marazî olduğuna gelince, bu da doğrudur. Çünki bu eşyâ ve ef 'al-î mütezâde iki kısma munkasımdır. Birisi nizâm-ı âleme âid ve diğeri ise bu maksad-ı alî'den hâricdir. Birincisine “marazî” ve ikincisine dahî “gayr-i marazî” nâmı virilmişdir. Cenâb-ı Hakk’dan böyle gayr-i marazî eşyâ ve ef 'alin sudûru, bir şahsdan hâl-i sükût ve zemân-ı i’tidâlde râzî olmayacağı birtakım ef’âl-i kabîha’nın hasebü’l-gazab bilâ-ihtiyâr sudūr itmesine benzer. Vâkı’a sudûr-i ef 'al ve eşyâ meşiyyetledir. Fakat o meşiyyet iktizâ-yı zât manasınadır. Ehl-i zâhirin zann ettiği manâya değil, ânlardan ba'zıları kabâyih ve fevâhişin Cenâb-ı Hakk'dan sudūr ittiğini i’tikād ile beraber bu sudûrun kendilerince muteber olan ma’nâya göre irâde ve ihtiyar ile husule geldiğini iddi a etmişler ise de Hakk Te’âlâ Hazretleri o misillû irâde ve ihtiyârdan müteâlî ve o zâlimlerin dedikleri şeyden bi’l-külliye berîdir!
(10/A) Tâlib-i Hak hastaya, kemâlât-ı matlûbe de sıhhate, cehl-ü nâdânî dahî maraza, mürşid ise tabîb-i hâzıka benzer, şöyle ki bir hasta kendisini tabîbe teslim ider. Tabîb ânı iktizâ itdiği vechile muayene ve tedâvî eyler. Envâ-i edviyyeyi itâ ve birçok mualecâtı(ilac tedavisi) icra ider. Hasta bu edviyye'nin merâretine(acılık) ve mu’âlecâtın âlâm ve ekdârına sabr ü tahammül eyler. Kesb-i sıhhat ve i’âde-i afiyet itmek ümidiyle tabîbin her emrine imtisal eyler. Halbuki ümîd ettiği sıhhat ve afiyete ba'zan nâ’il olur, ve ba’zan de olamaz.
Ma’a hâzihi yine emr-i tabîbe imtisal kendisine behemehâl lâzım gelir. Hattâ “Beni şifâyâb itmeyince senin emrine imtisal etmiyeceğim, dediğin şeyleri yapmıyacağım” dise, bu söz kat’iyyen ma’kûl görülemez. Tâlib-i râh-ı hakikat ve sâlik-i tarîk-ı hidâyet olan kimse de böyle olub, ‘avâ’ık-ı(âika/engel) dünyeviyye ve alâ’ik-ı(alâka) nefsâniyyesini kat’ iderek matlûbuna vuslat içün “şeyh” ve “mürşid”i tarafından ne gibi şeyler tavsiye ve emr olunur ise o emirlere cidden imtisal ve hemân ânlar ile gerçekden istifâde (10/B) eylemek kendisine lâzım gelür. Binâen-aleyh mürşidine “matlûbum hâsıl olmayınca dediğin şeyleri icra edemiyeceğim” dise bu söz emâre-i sefâhet ve delîl-i cehalet addedilir!
Beyt:
Velil meri en yes’â bitnâfîhi nefuhu
Veleyse aleyhi en yusaidehu eddehru
Fe innale bissayi el müna temme emruhu
Ve in aradal makdûru kâne lehul ğadru

[Meâlen: İnsân kendisine nâfi ‘olan şey’i tahsile sa’y etmeli ve ma’a hâzâ dehrin de her husûsda kendisine müsâ’ade etmeyeceğini bilmelidir. Binâ’enaleyh eğer insân sa’ylığı ile matlûbuna nâ’il olur ise temâmen mürur ve eğer bir mâni-ı makdûr-i zuhur ise bilâ-şek ma’zûrdur.]
Meselâ dünya ile iştigâli terk Hakk'a vusul ve sâ’ilinin a’zam-i usûlüdür. İş bu merkezde iken birçok adamlar vardır ki, hasebü’z-zâhir vuslat-ı Hakk arzusunda bulundukları hâlde kendilerine bu cihet yani dünyâ ile iştigâli terk ciheti arz ve teklif olundukda: “Mat-lûbuma nâ’il olmayınca dünyâ ile iştigâlimi terk idemem” derler, bu sözün akl’dan ba’îd bir söz olduğunu hiç de düşünmezler.
Enbiyâ, evliya-yı etfâle benzerler. Evliyâ-yı etfâl çocuklarını nefsû’l-emrde mevcûd olmayan birtakım eşyâ ile itmâ(tamah) veya ihâfe(korkutma) iderek kesb-i kemâlât’a teşvik ve tergîb ettikleri gibi, enbiyâ dahî meb’ûs oldukları akvamı birtakım eşyâ-i maddiyye ve suvar-ı mahsûse ile i’tmâ veya inzâr eyliyerek ânları kemâlât-ı Hakk'a ve maarif-i ilâhiyyeye teşvik ve tergîb eylemişlerdir.
Şu kadar ki etfâlî kesb-i kemâlâta teşvik içün zikr olunan şeyler ba’zan kizb-i mahz olabilür. Fakat enbiyâ-i i’zâm hazerâtı şâ’ibe-i kizb'den münezzeh olduklarından ânlar tarafından ümmetlerinin ahvâline münâsib olarak serd ve ityân edilen tebşîrât ve tenzîrâtın diğer manâları dahî vardır. O manâları ancak ârifler bilirler. Meselâ avamdan birisine “şu işi işler isen sana nurdan iki kuş virilecekdir” denildiği zemân o kimse buradaki “nurdan iki kuş” sözünü beyne’l-‘avâm ma’rûf (11/B) ve meşhur olan manâya haml ider. Hâlbuki kasd ve irâde olunan manâ bu değil belki beyne’l-enbiyâ ve’l-evliyâ mâ’rûf olan manâdır ki, o da o iki kuşun iki mes’ele-i ‘ilmiyye'den ibaret olmasıdır. Rü’yâda bunun nazîri olub, ândagörülen sûret-i zahirî üzere değildir. Lâkin rü’yâ herkes hakkında kesîrû’l-vuku olduğundan ânın zahirî üzere olmadığını bilürler. Ve binâen-aleyh ta’bîri hususunda teemmül ve tefekkür iderek delâlet ideceği şeyi anlarlar. Fakat mesâlik-i(meslek/sülûk) enbiyâ, evliyâullâh'dan başkalarına mesdûd(sedd konmuş) olduğu cihetle evliyadan ma’dâ bütün nâs o yollarda a’mâ olub, adetâ nereye basdıklarını bilemezler. Amma evliyâullâh nûr-i keşif ve ziyâ-i ilham ile bi-avni hüdâ mesâlik-i mezkûreyi pek güzel görüb anladıklarından, oralarda basiret üzre yürüyüb giderler. Nâs'ın “sülûk” ettikleri turûku teemmül ider isek bu tarîklar fünûna münkasım ve cümlesinin zünûnuna mübtenî(bina edilmiş) olduğunu görürsün. “Men lem yezuk lâ ya’rif” (Tatmayan bilmez).
“İsâ” aleyhi’s-selâm rûhu ile “Hayy” ve cesed-i unsurîsiyle “Meyyit”dir. Fakat kendileri “Rûhu’llâh” olduğu ve binâen-aleyh rûhâniyyet ânda gâlib bulunduğu ve mevt ise rûha değil ancak cesede te’alluk ettiği içün “İsâ ölmedi” denildi. Ve bu söz “el-hükmü li’l-gâlib” hikmetine binâ edildi. Yoksa “İsâ ölmedi” sözünden “İsâ cesed-i unsurîsiyle ölmedi” manâsı kasd edilmedi, zira cesed-i ‘unsurîsinin ölmeyüb el-ân “Hayy” olması kat’iyyen muhaldir, f’efhem, sekizyüzsekiz senesinde bir Cuma gicesinde âlem-i manâda serâpâ yeşil elbiseye bürünmüş iki âdem gördüm. Bunlar İsâ aleyhi’s-selâm'ın cesed-i meyyitini iki elleriyle tutarak bana arz ediyorlar. Ve bu vechle mûşârü’n-ileyh’in vefat etmiş olduğuna beni îkâz ve irşâd eyliyorlar idi!
Avamın zu’m itdiği gibi haşr-ı ecsâd mümkün olamaz. Meğer bir zemân gele ki, ânda nev’-i insândan bir şâhs kalmıya ve ba’dehu peder ve mâdersiz olarak toprakdan insân tevellüd idûb, (12/B) ândan sonra yine tenasüle başlaya.
[“Hakka’l-yakîn” mertebesine vâsıl olmayan erbâb-ı sülûk dâima rûhâniyetle meşgul olub, cismâniyâta asla iltifat edemedikleri içün haşr-ı ecsâd’ı şiddetle inkâr iderler. Bunlara ‘”Urefâ” denir. Hazret-i Şeyh'de bunlardan olduğundan haşr-ı ecsâdı inkâr etmiştir. (Mütercim)]
Cennete, nâra ve bunların tafsilâtına âid lafızlar içün manâlar vardır. Fakat o manâlar ukūl-u cühhâle yerleşmiş olan manâların gayri'dir. Melâ’ike de âlem-i melekûtdandır ve bu melek-i mahsûs zımnında mevcûdlardır. Çünki âlem-i melekût bu âlem-i mahsûs'un bâtınından başka bir şey değildir. El-hâsıl bevâ’is-i hayra “melâ’ike”, bevâ’is-i şerre de “şeyâtîn” ve “ebalis” tesmiye olunmuştur. Bazı insân y-i mahsûs surbu bevâ’isden birisini tahayyül ve tasavvur ettikde ânı kendi isti’dâdına göre bir şeetinde görür. Ve bunun üzerine eşyâ-yı sâ’ire gibi ânın da hakîkaten hâricde mevcûd bir şey olduğunu zan ve i’tikād ider, hâlbuki bu zan ve bu i’tikād hilâf-i vâkı’dır. (13/A) Çünki o şey haricde değil ânın kuvve-i hayâliyyesinde mevcûddur. Bu zan ve itikadın sebebi ise müşâhede-i hayâliyye'nin müşâhede-i hissiyyeye ziyadesiyle benzemesidir. Hattâ bir insân bir şey’e bir zemân dikkâtle bakdıktan sonra gözlerini yumdukda o şeyi zahirde olduğu gibi hayâlen müşahede ider, ânın ne şekilde ne va’zîyyetde ne keyfiyyetde olduğunu gözleriyle görür gibi görür.
“Hakk”dan i’râz iden bir recül-i fâsık’a ve bir şâhs-ı mütemerride dahî “Şeytân” tesmiye olunur. Evham ve ebâtıldan hâlî bir kalbe mâlik olan bir merd-i sâlih de ba’zân âlem-i menâmda istikbâlde zuhura gelecek şeyleri aynen görür!
Hükemâ, hakikat-ı rü’yâyı beyânda “Rûh-i insânî âlem-i mücerredâta ittîsâl ider de suvar-ı vekâyi’ oradan kendisine mün’akis olur” dediler. Bunun böyle olmak ihtimâli olduğu gibi, görülen şey’in nâ'imden(uyuyan) hâriç olmayıb belki ânın kendi hayâlât-ı dimâğiyyesi ve tasavvurât-ı zihniyyesi olmak ihtimâli dahî vardır. Çünki insân eşyâyı (13/B) hâl-i yakazada tasavur ettiği gibi hâl-i nevm'de de tasavvur ider. Şu halde bir nâimin hâl-i nevm de müşahede eylediği şey’in rûhan mücerredâta kesb-i ittisal itmesi ve ânlara mukabele eylemesiyle hâsıl olmak bir sûret, bir ma’nâ olduğu te’ayyün itmez. Ve binâen-aleyh hükemânın rü’yâ hakkındaki sözleri kat’iyyet hükmünü alamaz. Hattâ me’mûl iderim ki hakk benim dediğim gibi olub hükemânın dediği gibi değildir. Zira nâ’îm(uyuyan) ancak hâl-i yakazada bildiği veya gördüğü veyahut işittiği veya tasavvur eylediği veyâhud âna münâsib bir şey görebilir. Eğer rü’yâ hükemânın dediği gibi mücerredâta mukabele ve ittisal ile hâsıl olmuş bir şey olmasa idi, na'îmin âlem-i ma’nâda gördüğü şeyler meyânında gerek kendisini ve gerek cinsini evvelce hiç de görmediği ve işitmediği veya kalbine hutur eylemediği bir şey dahî bulunabilür idi. Hâlbuki nâ’îm böyle bir şeyi asla göremiyor, âlem-i menâm(uyku)da gördüğü şeyler hep hâl-i yakazadaki kendi tasavvurâtı ve tahayyûlâtı dâ’iresinde deveran ediyor. Kalb ve dimağ hâl-i yakazada olduğu gibi hâl-i nevm'de de faaliyetini icra iderek tasavvurât ve tehayyülâtından (14/A) asla hâlî kalmaz. Safvet ve hâlisiyyet nisbetinde bu tasavvurât ve tehayyülâtda isabet dahî eyler. El-hâsıl rü’yâ denilen şey’ nâ’îm'in birtakım sûretlere temessül etmiş kendi havâtır-ı zihniyyesinden başka bir şey değildir.
“Cenâb-ı Hakk evvelâ bir ‘cevher’ yaratdı. Ba’dehû o cevherden bu âlemi halk ve îcâd itdi” kaziyesi meşhûr-i enam(mahlukat/herkes)dır. Ben derim ki, bu “cevher”den maksad sûret-i Hakk en evvel kendisinde zuhur itmiş olan birinci mazhardır. Binâen-aleyh “kaziye-i mezkûre Cenâb-ı Hakk evvelâ bir sûret-i basîta'da zuhur eyledi. Ba’de o sûretden diğer sûretler teşa’üb(şu'be) ederek nihayet şu mükevvenât husule geldi” demekdir!
Du'alar zikirler, hep kalbin matlûba ya’nî Hakk’a teveccüh itmesi içündür. Binâen-aleyh bunlar râbıta hükmünde olub, asıl müessir ise ancak teveccühdür. Bu meseleye eşyâ-yı kesîre teferru’ ve bununla ehl-i gaflete hafî olan şeyler tebeyyün eyler. Amelsiz ilm, imansız amele veyâhud(14/B) ruhsuz bedene benzer!
Mütekellimîn; “Cenâb-ı Hakk kādir-i muhtardır” didiler ve bu ihtiyara da “sıhhâtü’l-fi’il ve’t-terk” manâsını virdiler. Binâen-aleyh ânların bu sözleri Cenâb-ı Hakk'ın kâfir'in küfrünü ve zâlim'in zulmünü irâde ve ihtiyâr itmiş olduğunu ifâde eder. Ebu ‘Alî ve emsali de “Allah-u Te’âlâ mûcib-i bi’z-zât’dır, ya'nî ânın vücûdu âlem'in vücûduna mugayir ve ândabi-tarikil-îcâb müessirdir” reyinde bulundular. Bu iki itikadın ikisi de bâtıl olub, cehl-i mahzdan ve Hakk'a ‘adem-i ıttılâ'dan neş'et eylemişdir. Birincisi bâtıldır, zira Hakk’ın irâdesi, meşiyyet-i ihtiyarî hep isti’dâd-i âlem üzre câri ve âna tâbidir. Bir şeyde isti’dâd olmayınca ândabir eser zuhur itmek ihtimâli yokdur. “Yef 'alullahu mâyeşau ve yahkümu mâyürîd” kavlinin manâsı “Cenâb-ı Hakk ‘şey-i vâhid'de her ne olursa olsun işler’ dimek değildir”, belki bunun manâsı “Cenâb-ı Hakk bir şey’in her neye istî’dâdı vâr ise ânda ânı diler ve ânı işler” dimekdir. Çünki meşiyyet-i ilâhiyye istidada tâbi’ ve bütün kâ’inât bi-hasebi’l-isti’dâd (15/A) kendilerinden sâdır ve hâsıldır. İşte meşiyyet-i ilâhiyye'nin taalluku ancak böyle olub, bunun hilâfina te’alluk meşiyyet gayr-i mümkindir.
Evet, “Allah” dilediği şeyi işler ve fakat ancak isti’dâdda olan şeyi diler. Hakk Te’âlâ Hazretleri dilediği şeyi nasıl işlemez ki, dilemesi muktezâ-yı Zât ve işlemesi kendi zuhuruna mir’âtdır. İnsandaki irâde ve ihtiyar dahî “Sıhhatü’l fiil ve’t-terk” mânâsına değildir. “İrâde ve ihtiyar” sıhhatu’l-fiil ve’t-terk manasına nasıl olabilir ki insân ba’zan bilmediği bir sebebden nâşî gam-nâk olur. Hâlbuki eğer o sebebi bilse gam ve kederi derhâl zâ’il olur. Ânı bilemediği içün bâtınen kendisinde bir elem hisseder. Ve bu elemle, bir müddet mâğmûm olur gider. İşte bu gam bâtini ve elem de vicdanî bir işdir. O insân bunu da mı, “sıhhâtü’l-fiil ve’t-terk” mâ’nâsınca kendi irâde ve ihtiyariyle yapmışdır. İkincisi, ya’nî hûkemâ’nın kavli de bâtıldır. Çünkü vücûdda te’addüd yokdur!
(15/B) “La ilahe illallah” "Mâ fî’l-kevni gayrullâh" dimekdir. “el-melekü lâ yedhulu beyten fîhi kelb” hadîs-i şerifi de kendisinde sıfât-ı kelbiyyeden bir eser bulunan bir kimsenin kalbinde merâtib-i melekiyye'den bir mertebe ve evsâf-ı kudsiyyeden bir vasıf bulunamaz” mealindedir.
İnsanlar zamân-ı cehâletde sanem-i mahsûsa ibâdet ediyorlar idi, bu zamanda da sanem-i mevhuma ‘ibâdet ediyorlar. Ümîd iderim ki, Allah Hakk'ı izhâr ider de nâs ma’bûd-i Hakk'a bi-hakkın ibâdet iderler!
Allah, Vücûd-ı mutlak'dan ibâretdir. Bi’l cümle ef 'al o vücûd'dan zuhur ettiği ve binâen-aleyh kâffe-i kemâlâtı müctemi’ olduğu cihetle âna “Allah” tesmiye olunmuşdur. Şu kadar ki, ef 'alin, sıfatın, şu’ûnun, kemâlâtın ândan zuhuru ancak mezâhir vasıtasiyle ol-duğundan ‘umûmiyyeti itibariyle mezâhirin cümlesi kemâlât-ı ilâhîyye'yi itmam etmiş ve ânların (16/A) ihtilâfları hasebiyle her birinden eşyâ-yı muhtelife sudūr ve zuhūr eylemekde bulunmuş ve bu sebeble kesret-i zahirde değil belki mezâhirde vukū’a gelmişdir.
İmdi Allah Te’âlâ Hazretleri bi’l-cümle mezâhirde tecellî etmiş bir vücûd-i aslî ve bir cevher-i bâtınî olmağla mezâhîrden her biri diğerine bi-hasebi's-sûret mugayir ise de bi-hasebi’l-hakîkat cümlesi birdir. Binâen-aleyh mezâhirden birisi “Ben Allah'ım” dise, bu söz bi-hasebi’l-hakika sahîh ve doğrudur. Çünki fî’l-vâki’ kâffe-i eşyâ ânın yâ’nî o mazharın asl ve hakikatinden zuhur itmişdir. Bundan te’âddüd-ü ilâh da lâzım gelmez, zira karîben zikr olunduğu veçhile ta’addüd zahirde değil mezâhirdedir. Tâ’bir-i diğerle asılda değil suvardadır. Zahir ve asl hepsinde birdir. Kezâlik mezâhirden birisi “Ben Hakk'ım” dedikde bu söz dahî ale’l-ıtlâk sahîh ve gerçekdir. Zira her şeyde vücûd olub, vücûd ise mutlakiyeti ya’nî birşey ile adem-i tekayyüdü i’tibâriyle “Hakk” tesmiye olunmuştur.
“Bu söz, ale’l-ıtlâk sahîhdir” dimek, “İster o mazhardan herşey veyâhud ba’zı şey' sudūr itmiş olsun ve ister ise hiçbir şey' sudūr (16/B) itmemiş bulunsun, kezâlik ister her şey' ile ittisâf eylemiş olsun ve ister ise eylememiş bulunsun” dimekdir. Şu kadar var ki, bi-i’tibâri’s-sûret her şey' kendilerinden südûr itmemiş bulunduğundan “mezâhirden her biri gayru’llâh'dır” sözü dahî doğrudur.
Bunu biraz da şöyle îzâh edelim; mâsadâk i’tibâriyle cümle eşyâ birdir. Meselâ “Hâlık” lâfzının sâdık olduğu şey ne ise “Rezzâk” lâfzının sâdık olduğu şey dahî odur. “Abd” ve “Hakk” ve sâ’ireyi de buna kıyâs eyle. Binâen-aleyh “Bi-hasebi’z-zât kesret ve tegâyür olmayub bunlar hep hasebi’l-mefhûmât ve hasebi’l-i’tibârâtdandır. Ta’bîr-i vâzıh ile, kesret ve mugâyeret hep evhâm-ı hayâlât kabilindendir. Nitekim: “Kâna’llahu ve lem yekûn ma’ahu şey’ün ve Hüve’l-ân alâ mâkân” hadis-i şerîfiyle; “Kûllî şey’in hâlikun illâ vecheh” âyet-i kerimesi dahî buna delâlet etmekdedir.
Kur'an-ı Kerîm'de dünyâya “Lehv” ve “La’b” denildi. Buradaki el-lehv ve el-melha manasınadır ki, insânı Hakk'a teveccüh ve meyl’den men’ iden şey dimekdir. Dünya dahî insânı Hakk'a meyl ve teveccühden men’ eylediği içün “Lehv” ve “La’ib” nâmlarını almışdır. Fakat bir şey iki ciheti cami’ olur ve bu iki cihetden birisiyle insânı Hakk'a diğerleriyle de masivâya sevk eyler ise ânda hem “Hâl” ve “İbâhiyyet” hem de “Hürmet” ve “Kerâhiyyet” i’tibâr olunmak lâzım gelür. İşte dünyâda böyle iki ciheti cami’ olduğundan ânınla iştigâl “Hakk” ile iştigâl olmak itibarıyla mübâh, ve belki de ibadet ve mâsivâ ile iştigâl olmak cihetiyle dahî haram ve kerahetdir. “Semâ” da bu kabildendir. Evkât-ı mahsûsaları hasebiyle fukarâ-i muhlisin haklarında helâldir. Zira esvât-ı haseneyi işitdikleri vakit ânların kalbleri Cenâb-ı Hakk'a tayarân ider. Efkâr-ı dünyâdan kalblerinde bir zerre bile kalmayub kalbleri muhabbet-i (17/B) ilâhiyye ile dolar. Şimdi insaf idelim şu sûretle vuslat-ı Hakk'a vesile olan bir şey’ tahrîm itmek, âna haramdır, dimek bir müslime nasıl helâl olur!
Ashab-ı sülûk, odun gibi sunûf-i adîde’ye münkasımdır. Odun üç sınıfdır. Birinci “sınıf-i yâbis”dir ki onu bir ateş ile işti'al ider(tutuşturur/meş'ale) ve bir daha sönmeyub yana yana bil-külliye ateş olur gider. Bir fakir-i muhlis tekemmül itdikte “Allah olur” diyenlerin maksadları dahî bu manâya hami olunur. İkincisi dahî son derece sınıf-ı ratb’dır ki, rutubeti biraz zâ’il olmadıkça ânı ihrâkda ne kadar ilhâh ve ikdam olunsa işti'al etmesi mümkin olamaz.
Üçüncüsü de; sınıf-ı mutavassıtdır ki, ba’zı aksâm-ı onu meşakkatle işti'al ider. Ve ba’de’l-işti’âl bir daha sönmeyip bitinceye kadar yanar ise de diğer ba’zı aksâm-ı ziyâde meşakkatle yanar. (18A) Ve bi’l-cümle rutubeti zâ’il oluncaya veya biraz tenakus idünceye değin uğraşmak ve çalışmak iktizâ eder, sâlikîn de böyledir. İşte bu teşbih ile ahvâl-i tâlibîn ve etvâr-ı sâlikîni bil de bundan sonra halkın âdat ve harekâtına akvâl ve ahvâline ve ef 'aline ehemmiyet virme!
“Zât-ı Hakk her şeyden münezzehdir. Bununla beraber her şey ânda ve O her şey'dedir. Vâcibdir. Hiçbir tavırda vücûdun ândan ayrılmak ihtimâli yoktur. “İmkân” bi-hasebi’s-sûret ve binâen-aleyh hayâlidir. Hudûs ve kıdem, hep sûrete teâkub ider. “Allah”, sûretden münezzeh olmakla beraber yine sûretdedir. Çünki o sûretin aslı, hakikati Ândan(O'ndan) başka bir şey değildir. Bunun içün vücûd-i mümkin bi-hasebi’l-hakîkat “Hakk” ve bi-i’tibâri’s-sûret mahlûkdur. “Sübhâne men merece’l-bahreyni yeltekiyân beynehümâ berzahu’n-lâ yebgiyân”. Buradaki “Bahreyn’den maksad “vücûb” ile “imkân” bahirleridir. Ânların yekdiğerine (18/B) mülâki olması da ikisinin vücûdda iştirak eylemesidir. Beynlerindeki “berzah” da işte o vücûd’dan ibarettir. “Lâ yebgiyân’dân müstefâd olan ânların “adem-i bağiyleri de birisinin diğerine ‘adem-i iltibasından kinayedir. Hem “vücûd” hem de imkân i’tibâriyle ne “Hakk” bir şey-i mümkin olabilür, ne de bir şey-i mümkinden “Hakk” olabilür. Fakat “ayn-i vücûd” i’tibâriyle ikisi de birdir. Çünki hakîkatde vâcibde olsun mümkinde olsun ayrı ayrı vücûd yokdur. Bazıları da “her birinin ayrı ayrı vücûdu vardır” dimiş ise de bu emr-i  i’tibârîden başka bir şey değildir!
“Vücûd-u Mutlak” fi’il ve tesir i’tibâriyle “Allah, İlâh, Hâlık" olub, teessür ve infial cihetiyle de abd ve mahlûkdur!
“Vücûd-u Mutlak” mutlakiyyeti i’tibâriyle bi’l-cümle eşyâya sirâyet etmiş ve hepsi ânınla tezeyyün (19/A) etmişdür. Hâlbuki bu Vücûd-u a’zâm yine mutlakiyyeti cihetiyle cümlesinden münezzeh olub, “Hisset, şerâfet, zulmet, kedûret,” gibi şeyler hep mezâhirde zuhûr etmekde ve bu tefâvüt yine o mezâhire nisbetle husule gelmektedir. Yoksa Vücûd-i Mutlak'a nisbetle hepsi bir olup hakîkâtde gayr yokdur. O “vücûd-u mutlak” bin sûretde zuhur etse yine şey-i vâhid’dir. Bu matlabı biraz da şöyle izah edelim!
“Vücûd-u Mutlak”, “Hakk”dır. “Hakk” her şeyde ve her şey' dahî ânda zuhur etmekdedir. Binâen-aleyh hakikat ve nefsü’l-emr’de zâhir ve mazhar şey-i vâhid olub, beynlerindeki tegâyür ve tehâlüf, bir emr-i i’tibârîdir. Hakk’ın eşyâda zuhur etmesi de, kendi zâtı i’tibâriyle değil belki mahallin kabiliyet ve isti’dâdı cihetiyledir.
Hakk’ın meşiyyet ve irâdesi, iktizâ-yı Zât’dan ‘ibâretdir. Yoksa cühhâl ve ulemâ-i rüsumun zu’m etdikleri gibi değildir.(19/B) Cenâb-ı Hakk’ın “Ve izâ sevveytuhu ve nefehtu fihi min rûhî” kavli de “esbabın içtimâı ve isti’dâdın husûlü sebebiyle beden-i insân vech-i mahsûs üzere tesviye olundukda yani her azânızı kendi mahall-i lâyıkda zuhur iderek bedenin kabûl-u rûha olan isti’dâd ve kabiliyyeti tamâm olundukda ânda nefh  ta’bîr olunan rûh zuhur eyler.” mealini müîddir. Rûha “nefh” ta’bîr olunması beynlerindeki bir münâsebet ve bir müşâhebete mebnîdir. Yoksa bu  ta’bîr bir ta’bîr-i hakîkî değildir.
Bedende hâsıl olan hayât hâsiyet-i terkîb ve faâliyet-i ecza ile hâsıldır. Nutk, dıhk gibi şeyler de böyledir.
İnsân ile hayvan arasındaki tefâvüt de terkîbden nâşi olup hepsinin aslı ise birdir. Bu asl-ı vâhid her mertebede bir zuhûr-ı mahsûs iktizâ itmiş ve o zuhûr-ı mahsûsa mertebe-i hayvâniyyede rûh-ı hayvânî ve mertebe-i insâniyede nefs-i nâtıka unvânı verilmişdir. Yoksa rûh-ı hayvanî başka, rûh-ı insânî de başka bir şey değildir. (20/A) Mertebe-i hayvâniyye’de “hayvân” olan şey ne ise mertebe-i insâniyyede “insân” olan şey dahî odur. İkisi arasındaki tefâvüt ancak isti’dâd hasebiyledir!
Bir beden vefat ettikde ândan iftirâk iden “cevher” o bedende, o sûretde zuhur etmiş olan Vücûd-i Mutlak’dan ibarettir. Vücûd-i Mutlak sûretin fesâdiyle fâsid olmaz. Belki ile’l-ebed bakî ve kendisine suvar-ı eşyâ ‘alâ’d-devâm mütevâlîdir. Çünki bu cevherin kendi kendine tâayyünü olmadığından her zemân kendisi içün bir sûretin bulunması emr-i zârûrî ve binâen-aleyh cevher-i mezkûr lâ-a’letta’yîn bir sûretden gayr-i hâlidir.
(Ez serima reştenumuden ve bi dest ve o nest ez yaran kuşiden âlem-i dîl hud bi payanest her zaman bi hasabi vakt rahi bi numayed tacil nemi bayed kerd ki her meyvera vakitest veleykin der ciddi mücahede tacil bayed kerd ki taksir.)
[Bizden ser-reşte gösterib ele virmek yârandan da sa'y ve gayret itmekdir. ‘âlem-i dîl ya’ni makāmât-ı kalbiyye bî-pâyândır. Her zaman hasebü’l-vakt bir tecelli gösterir. (…..zahid…..vardır. Hat mücahede ve ta’cîl eden taksir etmemelidir.)]
“Vücûd-i Mutlak” li-zâtihî vâcibdir. Mümteni’ olması gayr-i kābildir. Zîrâ vücûd ile ‘adem beyninde münâfât(aykırılık) olduğunda birisi diğeri ile ittisâf(vasıflanma) idemez. Ve hiçbir sebeble vücûd ma’dûm olamaz. Nerede kaldı ki vücûd’un ‘ademi vâcib ola. Vücûd-i Mutlak imkân-ı hâs ile mümkün de olamaz.
[İmkân-ı âmm ile mümkin olmak vücûbe münâfî olmadığı içün Hazret-i Şeyh imkân-ı hâssı tahsis bi’z-zikr etmişdir.]
Zira Vücûd-i Mutlak imkân-ı hâs ile mümkin olub, ya’nî varlığı da yokluğu da vâcib ve lâzım değil belki her iki tarafı müsavi bulunur ise varlığı mükteseb olmak lâzım gelür. Ve bu hâlde nefsine nazaran fi’l-asl ma’dûm bir şey’ olması iktizâ eder. Hâlbuki Vücûd-i Mutlak fî’l-asl ma’dûm olunca zâtına hakîkatine nazaran adem ya’nî yokluk ile ittisâf etmiş olması icâb eyler. Vücûd’un ‘adem ile ittisâfı ise karîben beyân olunduğu üzere bilâ- şekk muhaldir.
Bir de Vücûd-i Mutlak imkân-i hâs ile mümkîn olduğu takdirde varlığı içün bir mûcide muhtâc olur. Bu ise kat’iyyen bâtıldır. Zira o mûcid mevcûd bir şey’ ise, Vücûd-i Mutlak’ın (21 /A) behemehâl ânın zımnında tahakkuk etmiş olması lâzım ve lâbüd [şüphesiz, kesin]  olduğundan vücûd-i mutlak’ın nefsinden ol tahakkuku, ta’bîr-i diğer ile tahakkukdan evvel tahakkuku lâzım gelür. Bu ise bir şeyin kendi nefsine takaddümü dimek olduğundan kat’iyyen muhaldir. Yok, eğer o mûcid mevcûd değil belki ma’dûm bir şey ise, bir şey ma’dûmun diğer bir şeyi icâd idemeyeceği der-kârdır. Öyle ise şu iki takdire göre dahî vücûd-i mutlak’ın imkân-ı hâss ile mümkün bir şey olamayacağı taayyün iderek bi’zzât “vâcibü’l-vücûd” olduğu sabit olur.
“Vücûd-i Mutlak” vâcibü’l-vücûd olunca ânın “Allah” olduğu ve her şey’in vücûdu ancak ânınla husule geldiği ve binâen-aleyh cümle eşyâ âna mazhar ve kendisi o eşyâda zahir olduğunu tahakkuk eyler!..
Vücûd-i Mutlak ayn-i Hakk’dır. Hakk, her mertebe’de iki i’tibârdan hâlî değildir. Birisi te’sîr, diğeri de teessür ve infi'aldir. Hakk birinci i’tibâr ile “İlâh” ve “Allah”, ikinci i’tibâr ile de “Âlem, Halk, Hâdis” tesmiye olunmuştur. Fefhem…!
Vücûd’da diğer üç i’tibâr daha vardır. “Vücûd-i sırf”, “Vücûd-i Mutlak”, “Vücûd-i Mukayyed”. Itlak ve takyîdden hâlî olan vücûd-i sırf “Hakk”dan ibaret olduğu gibi, ıtlak ve takyîd ile ittisâf eyleyen vücûd dahî “Hak”dan ibarettir. “Hakk” ıtlak ve takyîdden hâlî bir vücûd-i sırf olmak i’tibâriyle ne küllî ne cüz’îdir. Çünki külliyet ıtlak cüz’iyyet de takyîd itibâriledir.
Ya’nî kendisinin kâffe-i eşyâya şümulü ve eşyânın ânda iştiraki i’tibâr olundukda âna “külli” unvânı virilür. Eşyâ-yı kesîre’nin ânda iştirakinden kat-ı nazar ânın mezâhirden bir mazhar-ı muayyende zuhuru i’tibâr edildiği sûretde ise “cüz’î” nâmını alur. Binâen-aleyh Hakikat-i sırfe-i ilâhiyye min haysi'z-zât külliyet ve cüz’iyyet üzre sabık ve bunlar ânınla mesbûkdur. Her ne kadar ıtlak ve takyîd sıfatlarıyla ittisâf i’tibâriyle iştirak ve adem-i iştirâkden hâlî değil ise de!
Min haysi’z-zât her şeyden mücerred olan vücûd-i sırf, Hüviyyet-i İlâhiyye’dir. Ânın fevkinde bir mertebe daha yokdur. Vücûd-ı sırf, her şey’in fevkinde olduğu cihetle cümle eşyâ’ ândan sâdır ve ma’a hâzâ kendisi cümle eşyâda dâhildir. Her şey O ve O her şey’dir. Bu mertebe-i sırfda evveliyet, âhiriyyet, zâhiriyyet, bâtıniyyet de yokdur. Evsâf ve usûlde sâ’ireyi de buna kıyâs eyle: Zira bu mertebede vücûd, her şey’den mücerred olub evveliyet, âhiriyyet gibi şeylerin tahakkuku ise vücûdun kâffe-i eşyâ’ya umûm ve şümulü ve ânlarda duhûlü cihetiyledir. Hattâ o mertebe Zât-i sırfda ezel ve ebed dahî yokdur. Ânda ikisi de şey-i vâhidden ibâretdir!
“Vücûd-i Mutlak”da diğer iki i’tibâr daha vardır. Birisi “adem-i te’ayyün” diğeri de “te’ayyün’dür. Birinci i’tibâr ile ânâ “Ehad” tesmiye olunur. Ve celâl sıfatiyle tavsif idilür. İkinci i’tibâr ile de âna “vâhid” tesmiye olunduğu ve celâl sıfatiyle tavsif (22/B) edildiği gibi cemâl sıfatiyle dahî tavsif idilür. Bu iki sıfatdan “yedeyn” lafziyle de ta’bîr idilür. Kezâlik “yedeyn” nâmı zahir, bâtın, kâbız, bâsıt, gibi sıfât-ı mütekābile’den her ikisine de ıtlak olunur. Nitekim “Halaka Âdeme bi-yedeyhi” hadis-i şerifiyle de zikr olunan sıfât-ı mütekābileden her iki sıfata işaret olunmuşdur. “Yedeyn” lâfzı sûret-i âlem ile sûret-i “Hakk’a dahî ıtlak olunur!
“İnna’llâhe halaka Âdeme alâ sûretihi” hadisinin manâsını Resûl-ı Ekrem: “Cenâb-ı Hakk, Hazreti Âdem’i kendi sûreti üzre halk itdi” buyurdu. Tevrât’da dahî böylece vâki’ oldu. Bunun manâsı: “Cenâb-ı Hakk Âdem’i kendi sûret-i kemâliyyesi üzre halk itdi” dimekdir. Binâen-aleyh bu sûretden maksad sûret-i hissiyye değil sûret-i ma’neviyyedir. Çünki Rûbûbiyyet ve Ulûhiyet mertebelerinde “Hakk”ın sûret-i hissiyyesi yokdur.
Cenâb-ı Hak bu mertebelerde sûret-i hissiyyenin kâffesinden münezzehdir. Zîrâ sûret-i hissiyye hakâyık-ı âlemden olub sûret-i Hak ise (23/A) o mertebelerde sûret-i bâtıniyye’den ibâretdir. “Mâ mena’ake en tescude limâ halektü bi-yedey'”(Sâd-75) kavl-i şerîfindeki “yedî”den maksad dahî sûret-i hissiyye ile sûret-i ma’neviyye ve bâtıniyye’dir. Hakk Teâ’lâ mertebe-i Rûbûbiyyet ve Ulûhiyyetde sûret-i hissiyye’den değil, belki ma’neviyye’den ibaret olduğu içündür ki, bir hadîs-i Kudsî’de: “Küntü sem’ahu ve basarahu” denildi; “Küntü üzünehu ve aynehu” denilmedi. “İnnâ araznâ'l-emânete”(Ahzâb-72) kavl-i şerifindeki “el-Emânete” lâfzı da sûret-i hissiyye ile sûret-i ma’neviyye’nin beynini câmi’ olan sûret-i ilâhiyye’ye işâretdir ki, “Âdem” işte bu sûret üzre halk olunmuş ve ânınla rû-yi zeminde “Halîfetu’llâh” olmuşdur.
Âlem-i menâmda görülen vekāyî’ ve suvar hep derecât-i ma’rifet ve hakîkat-i tevhîd’e işâretdir, çünki bundaki hikmet sâlîkini tarîk-i Hakk'a irşâd ve delâletdir. Tâ ki sâlikîn bu vekâyi’i müşahede itsün, bu vâsıta ile maksad-ı aksa'ya ya’ni tevhid-i hâlî-i zevkî’ye vuslat (23/B) içün nefsiyle mücâhedeye sa’y ve gayret eylesün. Çünki tevhid-i hâlî-i zevkî, âlem-i menâmdaki vekâyî’ ve suvar-ı mer’iyye ile kendisine işaret idilen tevhîd’e mugayirdir. Bu iki tevhîd arasında mesâfe-i ba’îde vardır. Bunu ancak o mertebeye vâsıl olanlar bilirler.
Maksadımızı biraz îzâh idelim! Ba’zân sâlik, hâl-i yakaza’da serr bi-hasebi’l murâkabe oldukda kendi cisminin kesb-i inbisât ve ittisâ’ ittiğini ve hattâ bütün mele-i a’lâ kendisinden ibaret bulunduğunu müşahede ider. Ve nefsinde cibâl, enhâr, eşcâr, besâtin ve sâ’ir bi’l-cümle eşyâyı gördüğü gibi kendisinin bu şeylere mugayir değil, belki hep o şeylerin ayni olduğunu dahî görür. Ve öylece hükm eyler. Basar-ı basireti her hangisine ihale eder ise “O ben ve ben O’yum"der. Nefsinden başka bir şey görmez, hattâ şems ile zerreyi yekdiğerinden fark itmez. Zamânın dahî bir olub, ânda evvel ve âhir olmadığında dahî asla tereddüd eylemez. “Şu zamân-ı Âdem’dir, bu da zamân-ı Muhammed’dir” sözüne ta’accüb eyler. El-hâsıl bu hâletde evveliyyet ve âhiriyyet olmadığını ve zamânın tebeddül itmeyüb hepsinin (24/A) “Ân-ı vâhid"den ibaret bulunduğunu aynen görür. Ba’dehû bu müşâhedât ve hâlâtdan diğer bir hâlete intikāl eyler, bu hâletde de ânın kalbi ba’zan âlemin mevcûdiyyetine, ba’zan de ma’dûmiyyetine hükmeyler! Sonra bi’l-cümle eşyâyı hattâ kendisini dahî hayret içinde bulur. Ve bunu müteakiben kendisi dahî dâhil olduğu hâlde bi’l-cümle eşyânın; adem-i sırfdan ibaret olduğunu müşahede eyler bir hâlde ki ânı tavsife kendisi dahî muktedir olamaz. Ba’dehû âlem-i kesret’e intikāl iderek, orada eşyânın yekdiğerine zarf ve mazruf ve sebeb ve müsebbib olduğunu görür. Ve o âlemde dahî bir mikdâr tevakkuf ettikden sonra artık Hakk-i zâhirisine avdet ider.
Tasvir ettiğim şu hâlât, ba’zı mürîdlerimizin vekâyi’inden olub, te’vîl ve tavzihi de şudur: âlemin, eşyânın, adem-i sırfdan ibaret olması “Mertebe-i Ehâdiyyet’e; kalbin, ânların ba’zan mevcûdiyyetine ve ba’zan de ma’dûmiyyetine hükm eylemesi de “Mertebe-i Vâhidiyyet’e; kesret de “Tecellî-i şuhûda”; herhangi şeye nazar itdikde “O ben ve ben O’yum” dimesi dahî “Tevhîd’e işâretdir.
(24/B) Binâen-aleyh bunların hepsi “Hakk'dan Hakk’a” birtakım tenbîhâtdır. Halbuki tevhid-i hâlî-i zevkî bundan ibaret değildir. Belki tevhîd-i hâlî-i zevkî hâlât-ı mezkûrenin delâlet eylediği tevhîdin fevkinde diğer bir tevhîd olub, sâlik ânı ancak kendi zevki ile bulabilir. eşyânın cümlesi bu tevhide merbut ve belki de cümle eşya' ândan ibaret ise de bu mertebeyi lisân ile ta’bir ve tavsif mümkin olamaz. Ve ânı zevk itmeyen bilemez!
Tevhîd üç kısımdır. Kısm-ı evvel tevhîd-i ilmiyyedir ki, efvâh-ı rical ve kütübden me’hûzdur. Kısm-ı sâni tevhîd-i tenbîhdir ki, vekâyi-i nevmiyye ve ilhâmât-i ilâhiyye ile hâsıl ve evvelkine fa'ikdir. Kısm-ı sâlis tevhîd-i hâlî-i zevkîdir ki, cümlesinden a’lâ olub, matlûb olan tevhîd dahî odur!
Tasavvuf tamâm oldukda nifaka münkalib olur. Çünkü sûfî-i hakîkî, gözlerin görmediği, kulakların işitemediği, bir beşerin kalbine gelmediği birtakım ahvâl ve esrara muttali olur. (25/A) Hâlbuki ahvâl ve esrâr-ı mezkûrenin ekserisini halk'a söyliyemez. Belki ‘ukūl-i nâsa mülayim geleni ve insanların ahvâline münâsib olanı izhâr ve olmıyanı kalbinde izmâr eyler. Zîrâ her muttali olduğu şeyi izhâr edecek olur ise nâsın kendisini katl ideceklerini kat’iyyen bilür. Bu hâlde bir sûfî-i hakîkî münafık olmaz da ya ne olur!
“Seriyy-i Sakatî’nin kavli dahî buna delâlet ider. Zira müşârü’n-ileyh: “sûfî-i hakîkî o kimsedir ki nûr-i marifetiyle nûr-i takvasını söndürmez ve zâhir-i kitâba münâkız olan ‘îlm bâtınını izhâr itmez. İzhâr ittiği kerâmât kendisini estâr-i mehârim-i ilâhiyyeyi hetk'e hâmil ve bâ’is olmaz” dimiş ve bu sözleriyle bizim didiğimiz gibi tasavvuf hakikatin nifak olduğuna işaret eylemişdir. Ma’a hazâ buna “Bir sûfî-i hakîkî izhâr ettiği şey i’tikād ettiği gibi, izhâr eylediği şey de i’tikād ider ve bu hâlde zâhiri bâtınına muvafık olarak münafık olmaz” diye cevâb virmek dahî mümkündür. Bir sûfî-i hakîkînin i’tikādda iki zıddını fasl-ı cem’ itdiğine veya idebileceğine ta’accüb olunur ise de biraz müteâmmikāne(derinlemesine) muhakeme (25/B) idülür ise bunda ta’accüb olunacak bir şey olmadığı görülür. Çünkü bu iki i’tikāddan her biri kendi makamında, kendi mahal ve mertebesinde Hakk’dır!
Ey tâlib-i Hakk; Bil ki ehl-i Hakk, ilmi üç kısma taksim ettiler. Birincisine “ilme’l-yakîn” ikincisine “ayne’l-yakîn”, üçüncüsüne de “hakka’l-yakîn” dediler. Ehl-i Hakk bu sözlerini ibârât-i muhtelife ile şerh ve izah eylediler ise de bu bâbda sadra şifâ virebilecek güzel bir ibare söyliyemediler. O ibareleri nakl ve hikâyeye mahal ve makam müsa'id olmadığından, bu husûsda fakire zuhur ve inkişâf ideni söyliyeyim.
Aksām-ı mezkûre tevhide mahsûs değildir; şecaat, sehâvet gibi şeylerde de câridir. Meselâ bir kimse bir adamın sahi veya seci’ olduğunu bi’t-tevâtür işitdikde kendisinde o adamın şecaatine “İlme’l-yakîn” hâsıl olur. Ve o şecâ’at veya sehâveti bi’z-zât kendisi müşahede itdikde ânda“Ayne’l-yakîn” vücûde gelir. (26/A) Ve bu sıfât-ı fâzıla kendisinden südûr eyledikde ve ânı bi’z-zât kendisi hâ’iz oldukda ânda “Hakka’l-yakîn” denilen ilm mevcûd olur. El-hâsıl “ilme’l-yakîn” müşâhedesiz ve fakat delîl-i kat’î ile hâsıl olan, “ayne’l-yakîn” de müşahede ile husule gelen ilm olup, “Hakka’l-yakîn” ise nefsinin ândan ibaret olduğunu ya’nî kendisiyle meselâ şecaatin başka başka şeyler olmayub ikisinin bir olduğunu idrâkdir. Şimdi bunları tevhîd’e tatbik ve ânda tahkik idelim:
Bir sâlik vücûd-i Hakk’dan başka fâ’il ve müessir olmadığını şübhesiz bir delîl ile bilür ise bu bilişe “ilme’l-yakîn” tesmiye olunur. Ve bunu bi’z-zât rü’yet ve müşâhede ile idrâk eyler ise âna da “ayne’l-yakîn” nâm virülür. Şunu ihtar idelim ki bu aradaki “rü’yet ve müşahede” ve sâ’ire gibi elfâzdan maksad, rü’yet-i basariyye ve müşâhede-i ayniyye değildir. Belki bu lafızlar kemâl-i ilm ü ma’rifetden kinayedir. Çünki Vücûd-i Hakk misâl ve emsalden münezzehdir. Ve eger sâlike başkası içün vücûd olmadığı ve vücûd ancak(26/B) Hakk’dan ibâret bulunduğu tahakkuk ider ise ânın bu bilişine de “Hakka’l- Yakîn” unvânı verilir. Çünki sâlik bu mertebeye vâsıl oldukda kendisinin hattâ hiçbir şeyin ayrı vücûdu olmayub belki vücûd mâhiyetinin “Hakk’a münhasır olduğu ve kendi vücûdunun ayn-ı vücûd-i Hakk‘dan ibaret bulunduğu kendisine bi-hakkın tahakkuk ve taayyun eyler. Sûfiyye’nin “Zikr, zâkir, mezkûr hep birdir” sözleri dahî vücûdun Cenâb-ı Hakk’a münhasır olduğunu ve binâen-aleyh, şey'in hakîkat-ı vücûd itibariyle “şey’-i vâhid”den ibaret bulunduğunu ifâde eyler. Sâlik’in bunu keşf ve müşahede eyleyebilişi de “Ayne’l-yakîn” olub, buradaki “Hakka’l-yakîn” ise, sâlikin şu manâ ile tahakkuk itmesinden ya’ni o manânın ayni olduğunu bi-hakkın bilmesinden ibâretdir. Bu makamda bana zuhur iden şey de ber-vech-i âtidir(aşağıdaki gibidir):
Lisânda cereyan eden zikr-i zâhir, zikr-i hakikatin sûretidir. Zikr-i hakîkî de kalbin şekl-i zikr ile teşekkülünden ibâretdir. Bu i’tibâr ile kalbe “Zikr” tesmiye olunmuştur. Kalb ise “Hakk”dan (27/A) ibaret olduğundan “Zikr, zâkir, mezkûr” hepsi birdir. Bunu bir misâl ile îzâh idelim: Rüzgâr şiddetle esdiği zaman “su” bir şekl-i mahsûs ile teşekkül iderek, âna"dalga" tesmiye olunur. Hâlbuki dalganın o sudan başka bir şey olmadığını her âkil bilür. İşte kalb de tıbkı böyle olub, kendisini “zikr” 'ahz u istilâ eyledikde bi’l-külliyye “zâkir” olur; ve bu şekil zikr ile teşekkül eylemesi i’tibâriyle “Zikr-i hakîkî nâmını alur. Lisân üzre câri olan zikr-i zahirî’ye de ânın sûreti dinür. Vâkı’a zikr-i hakîkî şekilden münezzeh ise de tefhîm-i meram içün bi’l-külliye kalbi istilâsından “şekl” ile ta’bîr olunur; şu beyânımızdan iki hâtıranın kalbde defaaten içtimâ idemiyeceği dahî bilinür. Çünki her hangi bir hâtıra kalbe hutur ve vürûd ider ise o ânda kalb bi’l-külliye ândan ibaret olur, ânınla meşgul bulunur ve bu hâl devam itdiği hengâmda diğer bir hâtıranın âna duhûl ve vurûdu muhal hükmünü alur. Rüzgârın su ile bi’t-temevvüc şekl-i mahsûsu peyda itmiş olan bir denizin o şekli hâiz olduğu esnada diğer bir sûret-i mevc ile temevvüc etmesi ve başka bir şekle girmesi (27/B) muhal hükmünü aldığı gibi teşbîhâtıma dikkat eyle! Zira bu bahs gayet dakik olub, bu bâbda beni kimse takaddüm itmemiştir. Allah-u a’lem!
Ben bazen kendimi görülmez ve hissolunmaz derecede kesb-i letafet itmiş bir şey gibi görüyor ve binâen-aleyh şu sûret-i bedeniyyenin benim mer’î olmaklığıma sebebiyyetden başka bir şey olmadığını biliyor ve bu sebeble hükm ediyorum ki bu sûret-i bedeniyye o latîfe-i insâniyye’nin sûret-i zahiresi olub, âna mübâyin bir şey değildir. O latîfe-i insâniyye bu sûret-i bedeniyye ile zuhura gelmiş ve bu sebeble his ve müşahede olunmuşdur. Bunu bir misâl ile izah idelim! Ma’lûmdur ki ebhire-i mâ’iyye gayet latîf olduğundan rü’yet olunmaz. Fakat bi’t-tekâsüf bulut sûretine girdikde rü’yet olunur. Binâen-aleyh bulutun sûret-i zahire ve sûret-i hissiyyesi sûret-i bâtıne-i latifesine mübâyin değil, belki ânın ayni olub, beynlerindeki fark yalnız letafet ve kesafet cihetiyledir. Yoksa diğer bir vücûd-i ebhire-i mezkûreye munzam olarak bulut olmuş değildir. İmdi bulutun sûret-i mer’îyesi sûret-i latifesinin(28/A) ayni olduğu ve beynlerindeki fark yalnız letafet ve kesâfetden ibaret kaldığı gibi, insânın sûret-i mer’îyesi de sûret-i latifesinin aynı olub, mücerred letafet ve kesafet cihetleriyle yekdiğerinden fark olunmuşdur. Ma’a hazâ bu bir temsil olub, bize zuhur iden şu müşahedeyi bir dereceye kadar tefhîm içün îrad edilmişdir. Yoksa buhar ile insân arasında min külli’l-vücûh müşabehet yokdur!
Ba’zen murakabe ile meşgul olduğum bir sırada birden bire kalbime birisinin sûreti tulû ider. O hâlde ki bütün kalbimi istilâ iderek, adetâ beni zikr ve murâkabeden men’ eyler, her ne kadar def’ine çalışıyor isem de muktedir olamam, o sûreti kalbimden bir dürlü çıkaramam. Ferdası ale’s-sabâh o sûretin sahibi beni ziyaret iderek bana kendisini hissen dahî gösterir. Resûl-i Ekrem “Nübüvvet’den ancak mübeşşirât kalır” buyurmuş. Ve bu hadîsle mübeşşirâtın nübüvvetden cüz’ olduğuna işaret eylemişdir. Binâen-aleyh tâlib-i râh-ı (28/B) Hakk olan bir mürîd mübeşşirât ve ta’birinden gaflet itmemelidir. Çünki ândan fâide-i kesîre vardır. Ez-cümle mugayyebâta ve sıhhat ve fesâd cihetiyle ahvâl-i sâlike ve etvâr-ı tâlibe, ancak ânınla vukuf hâsıl olur. Zira hâlât-ı mezkûre envâr-ı Hakk’dan bir nûr olub, sahibini pür-ziyâ eyler. Bir gice bu nûrunu ahz eyledi. Ziyayı hayret efzâsı her tarafımı istilâ itdi, tarif olunmaz bir hâl-i vecde geldim. Kendimi bi’l-külliye gâ’ib itdim. O sırada nice mugayyebât-ı îlâhiyye ve lezzât-ı azîmeye mazhar olarak şu beytleri min gayri ihtiyârin söyledim!
Beyt:
“Yâ nefsî seci ebeden
Yâ nefsî mevta kemeden
Velâ temenni ehaden
İllâ celîlan sameden”
[Manâsı: Ey nefs, ağyardan ebediyyen müfârekat it. Ey nefs, zarar ve kederden kebirde [büyüklüklükte] celîl ve samed’den başka kimseye arz-ı ihtiyâç itme!]
O gice yanımda fukahâdan bir cema’at dahî hazır idiler. Ânlar benim bu hâlimden müteessir olmuşlar! Bu şiddet-i ıztırâb ve kesret-i hayretimden havfa düşmüşler! Bunlar içinde Mısır’da Berkûkiyye medresesinin müderrisi Mevlânâ Seyfüddin dahî bulunuyor idi.
(29/A) Sahve geldiğim zaman evvelâ ânı gördüm. Fakat kendi sûretinde değil, belki “Şeyhûniyye” medresesinin müderrisi Mevlânâzâde sûretinde gördüm. İkinci bir nazarda müşârün ileyhi kendi sûret-i asliyyesinde müşahede ettim. Bu tebeddül-i sûret meselesi ya’nî bir şâhsın ba’zan bir şahs-ı âhar sûretinde görünmesi dahî garib bir şeydir. Ehlullâha göre bir şahsın şahs-ı âhar sûretinde görünmesi o şahsın kendi değil belki o sûrete münâsib bir manânın maksûd ve matlûb olduğuna ya’nî o iki şahs arasında min vechin münâsebet bulunduğuna delâlet itdiği gibi tevhide dahî delâlet eyler!
Cenâb-ı Hakk “Ve alleme Âdem el-esmâ’e küllehâ sümme aradahum ale’l-melâ’ikeh” (Bakara-31) buyurdu. Buradaki esmâ’dan maksad semî’, basîr, alîm, ve sâ’ire gibi esmâullâh olmağla Cenâb-ı Hakk bu kavl-i şerîfi ile melâ’ikenin değil belki insânın esmâ-i mezkûreye mazhar-i kâmil olduğuna işaret olundu. Binâen-aleyh kavl-i şerîfde “Cenâb-ı Hak ilm, kudret, semi’, basar, irâde, ihtiyar gibi sıfât-ı kudsiyyesine (29/B) ve bunlardan müştak esmâ-i ilâhiyyesine bi-temâmihâ mazhar olmak üzre mela’ikeyi değil belki insânı halk itdi” dimekdir ki, asıl şeref de budur, yoksa mücerred hacer ü şecer gibi birtakım müsemmeyât hizasına mevzu olan elfâz-ı masrufu bilmek değil. Çünki elfâz ve hurûf-i mezkûreyi bilmek insân içün mûcib-i mefharet olamaz.
Semâya, arza, anâsır’a ve sâ’ireye mü’vekkel olan melâ’ike ânlardaki kuvâ-yı tabi’iyyedir. O kuvâ-yı tabi’iyye ki ânlardan daimâ âsâr zuhur itmekdedir. Melâ’ikenin tâ’at-ı Hakk’dan bir ân hâlî kalmamaları, ezelî ve ebedî teşbihleri dahî âsârın kendülerinden ale’d-devâm sudūr ve zuhur itmesinden ibaret ve “Ve in min şey’in illâ yüsebbihu bi-hamdih”(İsrâ-44) kavl-i şerîfi de buna işâretdir. Kezâlik insânın damarlarına hulul iden şeyâtin de insânı meşîhiyât-ı hayvâniyyeye sevk iden ve şer’a, Hakk'a dâ’imâ muhalefet eyliyen kuvâ-yı hayvâniyye ve kuvâ-yi vehmiyyeden ibaret ve Resûl-i Ekrem’in “Eş-şeytânu yecri mecrâ’d-dem”“İnneş-şeytâne yecrî min ibn-i âdeme mecred-dem” kavl-ihadîs-i şerîfi de buna işâretdir.
(30/A) Ey cühela, ey ulemâ-i rüsum, siz lisân-ı Hakk’ı anlamadığınız gibi, lisân-ı enbiyâ ve lisân-ı evliyayı da anlamazsınız. Aklınızın kılleti ile, kalbinizin kedûretiyle,[ Gam, tasa, keder. ] âhiretden gafletiniz ile, dünyâya fark-ı muhabbetiniz ile, ânların kelâmlarından anladığınız şeylerin hiç birisi vâki’ ve nefsü’l emre mutabık değildir. Siz bu bâbda dalâlettesiniz. Lâkin sizden hidâyetiniz dalâlinizdedir. Hâlinize merhameten şâri’-i Te’âlâ o şeyleri ya’nî maneviyât ve ahvâl-i âhireti size o yollarla tasvir itmiş ve sizi cehâletde bırakmıştır. Çünki hidâyetiniz  cehâletinizdedir. Nitekim mes’ele-i kaderde cehaletiniz sizi Hakk'a hidayet ve irşâd eylemiş ve halbuki cehliniz sebebiyle kasr-ı basîretiniz o meselenin hakikatini görmekden mahrum kalmışdır. Yoksa enbiyâ ve evliya hakikati bilmiyor değillerdir. Ânlar hakâyık-ı ahvâli şems ile kameri bildikleri gibi bilürler. Ve ânları gördükleri gibi görürler. Fakat siz sefele kibr ü hinden ve ukūl-i za’îfe erbabından olduğunuz içün o hakâyıkı size izhâr itmezler. Siz de biraz tasfiyye-i bâtın iderseniz o zaman belki ânların sözlerini biraz anlarsınız!
Tâlib-i Hakk'a lâyık olan şey ibâdât-ı kesîresini kalîl ve kemâlât-i azîmesini sagîr, zünûb ve uyûb-i sagîresini de kebîr görmelidir. Eğer böyle yapmaz ise ânda maksûda vuslat ümidinin yokluğuna hükm idilir. Keza tâlib-i Hakk Kûr’an'a bakarak dünyaya müteallik âyetler ile ahirete dâ’ir âyetleri bi’l-mukâyese beynlerindeki nisbeti bilme ve âna göre evkāt-i ömrünü şu’ûn ve fünûn-i dünyeviyye ile ulûm ve umûr-ı uhreviyyeye bi’t-taksîm ol vechile sarf-ı makderet eylemelidir.
Kur'an otuz cüzden ibâretdir, hâlbuki bu otuz cüzden ancak bir cüz mikdârı dünyâya â’id, mütebakisi hep âhirete mü’teallikdir. Kur’an'ın bu nisbet üzre nüzûlü de avamın dünyâ ve âhiretle, ulemânın dahî ulûm-i dünyâ ve ulûm-i âhiretle o nisbet üzre iştigâl itmeleri lâzım ve vâcib olduğuna tenbîh ve irşâd içündür. Nüzûl-i Kur'an hakkındaki tefekkür, bu mütâlâa dahî vâridât-ı Hakk’dan bir vâride olub, hâkîkat-ı hâli daha ziyâde bilen ise ancak Allâh’dır!
Esma ve sıfat ve ef 'al hepsi isti’dādâta tâbi’dir. Yani ilm, kudret, irâde, semi’, basar gibi sıfatlar ve halk, tekvin, terzīk, ihya, imâte gibi fi’iller ve bunlardan müştak kılınan isimler eşya' ve mezâhirde zuhur itmekde ve fakat bunların zuhuru kendi kendilerine değil bu mezâhirdeki isti’dādât sebebiyle husule gelmektedir. Eğer isti’dādât olmasa idi, bunların birisi zuhur etmez idi. Sırr-ı kader de buna mübtenîdir. Hamd olsun Cenâb-ı Hakk’a ki, beni şu umûr-î dakîkaya muttali’ eyledi. Çünki bu dekâyıkın bana zuhuru ne bir kitâb mütâla’asiyle, ne de bir muallim sûrîden ahz sûretiyledir!
Cennet, âlem-i melekûtden ibaret olduğu gibi, Âdem aleyhi’s-selâm’ın ândan hurûcu da bi’t-tedrîc tekâsüf iderek, nihayet şu sûreti ihraz eylemesinden ibâretdir!
Fukahâ şu’ûnât ve muamelât-ı dünyeviyyeye müteallik mesâ’il-i fıkhiyye’yi kitâb ve sünnet’den istinbât eyledikleri gibi, ulemâ-i âhiret de âhirete müteallik umûr ve vekâyii kitâb [ve] sünnetden ahz ü istinbât eylemişlerdir. Binâen-aleyh tarîk-i âhiret ve tefâsîline muttali’ olmak ve ahvâl-i âhireti bi-hakkın bilmek arzusunda olan bir kimseye ehl-i âhiretin musannefât ve müellefâtını mütâlâa behemehal lâzımdır. Mesâ’il-i fıkhiyyeyi bilmek talebinde bulunan bir kimseye her hâlde kütûb-i fıkhiyyeyi mütâlâa lâzım olub “Ben de ânlar gibi bir insanım, ânlar kitâb ve sünnetden ahkâm istinbât ettikleri gibi ben dahî iderim, ânların kitâblarını mütâlâaya hîç de mecbur değilim” dimek lâyık olmadığı gibi, ahkâm ve ahvâl-i âhireti bilmek arzusunda bulunan bir âdem de ehl-i âhiretin musannafât ve müellefâtını mütâlâa lâzım olub, (32/A) “Hümü’r-rical nahnu’r-ricâl” [onlar da adam biz de adamız] da'iyyesine düşmek lâyık değildir. Çünkü ba’zı kümmelîn müstesna olduğu hâlde bu fikr tazyî’-i ömrden ibâretdir?
Zât-ı Hakk-ı hüviyyet-i ilâhiyyeyi göz ile idrâk mümkün değildir. Vâkı’a muhabbet-i ilâhiyye ile âlûde olmakla bir ârife bazen Cenâb-ı Hakk gayr-i ma’rûf olan bir sûretle tecelli ider. Fakat bu pek nâdirdir. Binâen-aleyh bu bâbda i’timâd olunacak şey tasfiyye-i kalbdir. Çünki kalb safî oldukda hâsıl eylediği nûr-i marifet sayesinde kendisine “Hakk” sûret-i mahsûsa ile değil belki sûret-i hakîkıyyesi ile tecellî eyler. Ve bu hâlde hakikat zâhir ve reyb ve şekk bi’l-külliye zâ’il olur gider!
Şecer’in “İnnî ena’llâh” dimesi, bir insân bu sözü söyledikde istib’âr olunmayacağına bir tenbîh ve belki de bu sözün insândan kabûlu evlâ bi’t-tarîk olacağına bir delildir. (32/B) Mademki bütün âlem sûret-i Hakk’dan ibâretdir, bu hâlde her kim ve hangi şey “ben O'yum” der ise bu söz bilâ-şekk sâdıkdır. Çünkü buradaki “ben” lafzı cüz’-i âlem olan ve mazhar-ı nutk-i insânî bulunan şahsa, zâta değil belki sûret-i âlemin sahibi olan “Hakk'a işâretdir. Bunu bir misâl ile tavzih idelim. Zeyd tekellüm idüb “Ben Zeyd’im” dediği zaman bu söz sâdıkdır. Hâlbuki buradaki “ben” lafzı bir kıt’a lahmden ibaret bulunan lisâna değil, belki zât-ı hüviyyet-i Zeyd’e işâretdir. İşte bir insanın, bir şey’in “ena’llâh” demesi dahî bu kabildendir. Ya’nî bu söz dahî bilâ-şekk sâdıkdır. Zîrâ buradaki “ene” lafzı şecere veyâhûd o insâna değil belki o sûretlerin sahibi olan Cenâb-ı Hakk'a işâretdir. İşte bu i’tibâr ile şecerin, insanın değil hattâ her zerrenin bile “ena’llâh” dimesi bilâ-şekk sâdıkdır. Şurasını da ihtar idelim ki lisân “Ben Zeyd’im” cümlesini tekellüm etdikde bu söz sâdık olduğu halde, başka bir kimsenin “bu lisân-ı Zeyd’dir” veyâhud “Zeyd o lisân-dır” dimesi sahih olmadığı gibi, bir şecer veyahûd bir insân (33/A) veya başka bir şey dahî “Ena’llâh” dedikde bu söz dahî sâdık olduğu hâlde diğer bir kimsenin o insana ve yâhûd o ağaca veyâhûd o şey’e “İşte O Allâh’dır” ve yâhud “Allah odur” demesi dahî sahîh olmaz. Resûl-i Ekrem’in: “Kâna’llahü ve lemyekûn mâ’ahu şey’ün” ilâh…[devamıyla] kavli de mertebe-i vâhidiyyet’e “Allah” ıtlak olunacağına delâlet ider. Zîrâ bi’l-cümle eşya' o mertebeden i’tibâr olunabilür!
Kevn ü fesâd maddeden bir sûretin zevâliyle yerine diğer bir sûretin hudûs ve arazından ibaret olub bu da ezelî ve ebedîdir. Binâen-aleyh dünyâ ve âhiret bir emr-i i’tibârî olub süver-i zâhire dünyâ-i fâniyye, süver-i bâtına da âhiret ve ukbâdır. Dünyâ ve âhiret ikisi de ezelen ve ebeden mevcûddur. Fakat i’tibâr-ı galibe olduğundan dünyâya fâniyye âhirete de bâkiyye nâmı virilmişdir?
(33/B) Kümmelîne [kâmillere] hâsıl olan lezâ’iz-i akliyye ve kemâliyye lezzât-ı hûr ve kusūr-u cinân’a teşbih olunarak bunların isimleri lezâ’iz-i mezkûre içün isti'are idilmiş ve bu da mücerred ol lezzetleri fehm ve idrâkden kāsır olan ukūl-i nâkısa-i câhiliyyeye bir dereceye kadar tefhîm-i hikmete binâ kılınmıştır. Zira eğer bu lezâ’iz doğrudan doğruya tasrîh idilse idi, ukūl-i kāsıra erbabı ânlardan i’râz iderek lezâ’iz-i dünyeviyyeyi tahsile koyulacaklar ve bu hâllerle o ma’bûd-i a’zamı bi’l-külliye unutacaklar idi. İmdi lezâ’iz-i kemâliyyeden hûr ve kusūr ve cinân ile ta’bîr buyuruldu. Tâ ki ukūl-i kāsıra ashābı ânlara iştiyak itsünler de Hakk'a vuslat içün baliğ hükmüne girince ya’ni hakikati anlayıncaya kadar ibâdât ve ta'at ile iştigâl iderek bu tarîkle “Hakk”ı idrâk eylesünler. Eğer böyle yapılmamış olsa idi tarîk-i Hak ihmâl idilmiş olur idi. Fi’l-vâki’ Hak vuslat içün evvelemirde bundan başka bir sebeb ve bir delîl yokdur. Zira ukūl-i kāsıra erbabı ancak lezâ’iz-i hissiyeyi idrâk idebildiklerinden ibâdât ve ta'ata terettüb eyleyecek (34/A) olan lezâ’iz-i akliyyeden hûr ve kusūr gibi şeyler ile ta’bir olunur ise ânlar ol lezâ’iz-i hissiyeye neyl-i ümid ile ibâdât ve mücâhedât ile uğraşa uğraşa bi’t-tedrîc kesb-i kemâlât iderek nihayet min gayr-i kasdin Hakk'a vâsıl olurlar!
Cenâb-ı Hakk hakkı söyler ve halkı tarîk-i Hakk'a hidâyet eyler. Resûl-i Ekrem’in “İnsanların mâlik oldukları şeyden ictinâb it ki inde’n-nâs makbul olasın ve Allah’a mahsûs olan kibriyâ ve azamet sıfatlarından ihraz eyle ki inda’llâh mahbûb olasın” diye buyurdukları hadis-i şerifleri de beyân-ı hidâyete işaretdir.
El-hâsıl taraf-ı ilâhîden beyân olunan va’d ve va’îdin cümlesi hakdır. Fakat iş, ânları anlamakdadır.
“Ölmezden evvel öl ki ebedî hayy olasın” buyuruldu. Bu kelâm ber-vech-i âtî vücûh ile tefsir ve tevcih olunur. Evvelen: ölmezden evvel ölmekden maksad, lezâ’iz-i dünyeviyye ve şehevât-i hayvâniyyeden ictinâb olub hadis-i şerif “Lezâ’iz-i dünyeviyye ve şehevât-ı hayvâniyyenden (34/B) ictinâb it ki ezelen ve ebeden vücûd-i hakîkî mevcûd ve hayât-i ebediyye ile Hayy olasın” meâlindedir. Lâkin insanlar hayât-ı dünyeviyyeyi ziyâde sevdikleri içün o misül-lü hayâta rızâ ve rağbet göstermezler. Saniyen: “Ölmezden evvel öl dimek” Ahlâk-ı İlâhiyye ile tehalluk it” dimekdir. Bu halde hadîs-i şerif “Ahlâk-ı İlâhiyye ile tehalluk it ki ba’de’l-mevt evsâf-ı cemilen ile’l-ebed yâd olunarak Hayy-ı daimî hükmünde olasın” mealini müfîddir(ifade eder). Sâlisen: Ölmezden evvel ölmekden maksûd “Fena fî’llâh" mertebesine vâsıl olmak ve Allâh’dan başka bir şeye vücûd isnâd itmemekdir. Binâen-aleyh hadîs-i şerif “Kendi varlığını selb idüb senin yenâbi-i vücûd-i ilâhî’den bir yenbu’ olduğunu bil ve Hakk'a bilâ-isneyniyet kesb-i ittisal eyliye ki ebediyyen hayy olasın” müfâdındadır. Fî’l-hakîka bu mertebeye vâsıl olan bir sâlik nazarında ancak bir vücud kulûb bu vücûdun adem ile ittisâfı ise muhaldir!
Cennetin sekiz kapısı olduğuna dâ’ir ba’zı ahbâr vârid olmuş (35/A) ve bunun vechi dahî bize şu yolda zuhur eylemişdir. Arş-ı Cennet felek-i sevâbitde zemîn-i Cennetdir. Felek-i sevâbitin makadı da sakf-ı nârdır. Binâen-aleyh ikisinin tahtında bulunan eflâkdan her biri bir bâbdır. Bu hâlde cennetin sekiz ve cehennemin yedi kapusu olduğu şübhesizdir. Çünkü felek-i atlasın ya’nî arşın tahtında sekiz felek vardır ki felek-i sevâbit, felek-i zuhâl, felek-i müşteri, felek-i merîh, felek-i şems, felek-i zühre, felek-i utarid, felek-i kamer'dir. İmdi felek-i sevâbitin: makadı sakf-ı nâr olunca ânın tahtında yedi felek bakî kalır ve binâen-aleyh her felek bir bâb i’tibâr olunur. Ve bu hâlde cennetin sekiz, nârın da yedi kapusu olduğu tezahür ider.
Bu bahsi yazdığım sırada tefe'ul içün mushaf-ı şerifi elime aldım, keyfe m'ettefâk açdım: “İnne’llezîne kezzebû bi-âyâtinâ v’estekberû anhâ lâ tufettahu lehüm ebvâbü’s-semâ’i ve lâ yedhulûne’l-cenneteh”(A'râf-40) âyet-i kerîmesi zuhur eyledi. Bu âyet “âyetlerimizi tekzîb ve ânlar ile amel ü i’tikādda istikbâr idenlere, ebvâb-ı cennet olan semâvât açıl-maz” me'alini (35/B) müfîd olduğundan bizim dediğimiz şeye dahî bi’l-işâre delâlet ider;
Tertîb-i fevâ’id hakkında muhtelif sûretde birtakım ahbâr vârid oldu. Bunların bazıları tertîb-i mezkûrun vücûbuna, bazıları da adem-i vücûbuna delâlet itdi. Birinciye Ebû Hanîfe, ikinciye de Şâfi’î zâhib oldu. Kezâlik teşehhüd duası hakkında da muhtelif eserler vürûd eyledi. Bu eserlerin teşehhüdde kelâm-ı nâsa müşabih sözler ile duanın cevazına bazıları da adem-i cevazına delâlet itdi. Ve bu burada da birinciye Şâfi’î, ikinciye de Hanefî kā’il oldu. İşte bu minval üzre sa'ir birtakım a’mâl-ı zahire hakkında dahî birçok âsâr-ı muhtelife vürûd eyledi.
Böyle birtakım a’mâl-ı zahire hakkında âsâr ve ahbâr-ı muhte-lifenin sudūr eylemesi ise asıl matlûb ve maksûdun a’mâl-i zahire değil belki ânlar vâsıtasiyle husule gelecek olan tasfiyye-i bâtın ve tehzib-i ahlâk olduğuna ve bu bâbda asıl dikkat ve ihtimamın ancak bunlara ma’tûf olması lâzım geldiğine delâlet ider.
(36/A) Çünkü a’mâl-i zahire maksûd bi’z-zât olsa idi, amel-i vâhid hakkında muhtelif sûretde eserler vürûd itmez idi. Fakat asıl maksad tasfîyye-yi bâtın ve tehzîb-i ahlâk olub, bunlar ise her ne sûretle olur ise olsun ale’l-ıtlâk ibâdet-i bedeniyye ve a’mâl-i zahire ile husule geleceğinden tertîb-i fevâ’id ve sâ’ire gibi birçok ibâdât ve a’mâl-i zahire hakkında muhtelif sûretde âsâr ve ahbâr şeref-vurûd ve şeref-sünûh eylemişdir. Lâkin ulemâ-yı zâhir “aslaha umûru’llahi Te’âlâ”, bâtını terk idüb kışra itimâd itdiler. Hattâ ekserisinin bâtınları şakk edilse hubb-i dünyâ ve hubb-i riyâsetden başka bir şey bulunmaz. Hazzelehumu’llâh!
“Ve yes’elûneke ani’l-cibâli fekul yensifuhâ Rabbî nesfen feyezeruhâ kâ’an safsafân lâ terâ fîhâ 'ivecen velâ emtâ”(Tâ-Hâ 105,6,7) kavl-i şerifi âhir zamanda “Hakk” zahir olub, tevhîd şüyu’ bulacağına ve binâ’en-aleyh ândan sonra hükm ancak zât-ı vâhid içün(36/B) olacağına işâretdir. Çünki Resul-ü Ekrem halkı tevhîd-i sırf’a davet itdi. Sırr-ı tevhîdde ahkâm-ı sıfata hacet bırakmadı. İbâdât ve tâ’at ise “Allah” ve “Rahman” isimleriyle müsemmâ olan zâtın ahkâmını kabule isti’dâd hâsıl itmek hikmetine mebnî idi, halbuki enbiyâ-yı sâlife’nin şerâyi’i ahkâm-ı sıfâtdan hâli değiller idi. El-hâsıl bu âyet-i kerîme âhir zamanda ahkâm-ı sıfat artık bâtıl olub, yerine ahkâmı-ı Zât kā’im olacağına tenbîh ve işâretdir ki, kıyâmet-i kübrânın manâsı dahî budur. Hakk Te’âlâ bu âyette ahkâm-ı sıfatı cibâle, ânların mahv ve izâlede cibâlin kum gibi olarak savurulmasına teşbih itmiş ve ba’dehu müşebbehün bihe mevzu’ olan elfâz-ı müşebbihete isti’mâl eylemişdir!
Hakk Te’âlâ Hazretleri sûre-i Enbiyâ’da: “Evelem yerâ-llezîne keferû enne's-semâvâti ve’l-ardi kâneta retkan fe fetaknâhümâ”(Enbiya-30) buyurdu. Müfessirîn bunu tefsirde “Evvelce semâ ile arz bitişik idi.(37/A) Ba’dehu biz ânları yekdiğerinden ayırdık” diye tefsir eylediler. Ben derim ki semâvât Âlem-i Melekût'a, arz da Âlem-i mülke işaret olub, insanlar ise bu ikisini dahî cami’ olduğundan bu âyetdeki semâ ile arzdan maksad insandır. Binâ’en-aleyh âyet-i kerime nutfede, rahimde âlem-i melekût ile âlem-i mülkte muttasıl idi. Ba’dehû biz o mazhara nefh-i rûh iderek ânları yekdiğerinden tefrik ve o mazharda âsâr-ı Mülk ve melekûti izhâr eyledik” mealini müfîddir!
Velayet, muhâbbet-i İlâhiyyenin kalbe cidden hulûliyle kalbin hubb-i dünyâdan bi’l-külliye hâli olmasından ibâretdir!
“İhyâ-i Ulûm” ve “Kimyâ-yı Sa’âdet” gibi bazı kitâblar ilm-i tahkîkî ile ilm-i taklîdî arasında birer berzahdır. Bu tarîk-i berzah irşâd-ı âlem içün güzel bir tarîkdir. Zira halkın ibtidâ-yı emirde tahkîk-i mahza kābiliyyeti yoktur. Binâ’en-aleyh eğer ibtidâ ânlara (37/B) hakâyık tasrîh idilür ise tabiatları kabûl-u Hakk’dan imtina iderek yâ dalâletde kalırlar veyâhud bu hakâyık erbabını tekfire kadar varırlar. Halbuki bu tarîk-i berzah mümtezic bir tarik olub, min vechin muvafık min vechin de muhalif olduğundan ibtidâ-yi emr’de bu tarîke sülûk iderler ise bu sayede kesb-i isti’dâd iderek, yavaş yavaş Hakk’ı kabul iderler. Ve o zaman tarîk-i mezkûrun bir âlet-i sayd(av) olduğunu anlarlar!
“El-cinnet”ü ta’bîr-i Kur'anîsi melâ’ikeye, şeyâtîn ve iblise şâmil bir ta’birdir. Bunların kâffesi de âlem-i ecsâmdan değil, âlem-i ervâhdan olub, âlem-i ervah ise ecsâmdaki kuvâ-yı külliyye ve kuvâ-yı cüz’iyyeden ibâretdir. İnsânı Allâh’u Te’alâ'ya takrîb eden kuvâya Melâ’ike ve Allâh’dan teb’îd ve dünyâya takrîb eyleyen kuvâya da şeyâtîn tesmiye olunmuşdur. Bizim “el-cinnet” lâfzı melâ’ike ve şeyâtîne şâmildir” sözümüze delil ise “Ve ce’alû beynehu ve beyne’l-cinneti nesebâ”(Sâffât-158) kavl-i şerîfidir. Çünkü bu âyet “küffâr, Allah ile cinn arasında neseb isbât ettiler(38/A), cinler Allah’ın kızları olduklarına kāil oldular” dimek olub, küffâr ise “Allah’ın kızları” nâmını cinn ve şeyâtîne değil belki melâ’ikeye virdiklerinden, şu âyet “el-cinnet” lafzının melâ’ikeye dahî ıtlak olunduğunu, ta’bîr-i diğerle Melâ’ikenin “el-cinnet” lâfzının medlûlâtı cümlesinden bulunduğunu kat’iyyen ifâde ider!
“Me’âd” hakkında şeref-nüzûl iden “Feenzelnâ bihi’l mâ’e ve ahrecnâ bihi min küllî’s-semerâtı kezâlike nahrucu’l-mevtâ le’alleküm tezzekkerûn”(A'raf-57) âyet-i kerimesi, semerât-ı zahire ve keennehu semerât-i fâniyye’nin misli olub aynı olmadığı gibi, ebdân-ı hâdise’de ebdân-ı fâside’nin misl ü müşabihi olub, aynı olmadığına delâlet itmekdedir!”
“Mâ halkuküm ve lâ ba’süküm illâ kenefsin vâhide(tin)"(Lokman-28) kavl-i şerîfi, a’lâsiyle, ednâsiyle, gaybiyle, şehâdetiyle, el-hâsıl her işiyle bütün âlemin şahs-i vâhid gibi olduğuna ve binâ’en-aleyh te’addüd-i eşya' te’addüd-i a’zâ gibi olub, a’zânın te’addüdü şahsın vahdetine (38/B) gayri mâni’ olduğu misillü, eşyânın taaddüdü de Hakk'ın vahdetine gayr-i münâfî bulunduğuna işaretdir.
Hakâyık-ı eşyâya vukuf ve riyâzât-ı bedeniyye ve mücâhede-i mutlakıyye ile hâsıl olur. Ve fakat ezminenin, emkinenin ihtilâfı hasebiyle envâ’-i mücâhedâtın tesiri dahî ihtilâf ider. İşte bunun içün şerâyi’de ihtilâf görülür. Enbiyâ ve rüsül-i kiram hazerâtının ahvâl-i seniyyeleri de buna delâlet ider. Çünki ânların şeri’atleri fürû’ cihetiyle yekdiğerinden muhalif olduğu hâlde, usûl cihetiyle beynlerinde asla fark yokdur! Binâ’en-aleyh cümlesi “Hakk”dan Hakk üzerine ba's ve irsal buyurulmuşlardır!
Resulü Ekrem (sallalâhû aleyhi ve sellem)’in (“Lâ ilahe illa’llâh" diyen cennete girer.) kavli vücûh-i âti ile tevcih ve tefsir olunur. Evvelân: Buradaki (39/A) 'cennet'den maksad hûr ve kusūr ve sâ’ire ile müzeyyen olan Dârü’s-sevâb’dır ki, cennetin ma’nâ-yı meşhuru dahî budur. Saniyen: Buradaki cennet hısn-ı emân hâletden kinayedir; küffâr, katl ve esaret ve nehb ve gârât ve darb ve mukātelât ile ta’zîb olundukları ve islâm olanlar ise bu azâbdan halâs buldukları içün Resül-i Ekrem (sallallâhû aleyhi vesellem) “Men kāle ilâh….” buyurub, kelime-i tevhidi ityân eyliyenin bu azâbdan bi’t-tahallüs hısn-ı emân cennete dâhil olacağına imâ ve bağçe dimek olan “cennet”i o hısn hâletinden kinaye kılmıştır. Sâlisen: Buradaki cennet “setr ü seyr” manâsına olub Hadîs-i Şerif: “Kelime-i Tevhîd’i ityân iden(getiren) kimse kendisini bi’l-cümle gavâ’il ve mesâibden himâyet ve siyânet itmiş olur,” me'alini müfîddir. Râbi’an: Buradaki "cennet", cennet-i vechiyye, yani “Zâtiyye”den ibaret olub, Hadîs-i şerif: “Kevneyn-i âlemeyn’de Allâh’dan başka bir mevcûd olmadığını bilen kimse cennet vechiyye-i Sübhâniyye ve Zât-ı İlâhiyeye’ye dâhil ve vâsıl olur” dimekdir. Hâmisen; buradaki Cennet'den maksad Vücûd-i Bâkî-i Firdevsî (39/B) olub, Hadîs-i şerif: “Fenâfî’llâh mertebesine vâsıl olarak vücûd-i zulmânî cehenneminden bi’t-tahallüs Vücûd-u Bâkî-i Firdevsî’ye dâhil olur” meâlindedir. Sâdisen: Buradaki cennet, merâtib-i şerife ve makāmât-ı Âliyye manâsına olub, Hadîs-i mezkûr: “Kelime-i Tevhîd’i ityân iden kimse, kemâlât-ı şerîfe ve merâtib-ı Aliyye’ye nail olur” ma’nâsını müfîddir. Zîrâ her hâlet-i hasîse ve deniyye’ye “Cehennem” tesmiye olunduğu gibi, her hâlet-i şerîfe ve mertebe-i âliyyeye dahî “Cennet” tesmiye olunur. Hâlet-i Tevhîd bir hâlet-i şerife ve hâlet-i işrâk’da bir hâlet-i hasîse ve deniyye olduğundan “Lâ ilâhe illa’llâh” diyen bir âdem bilâ-şekk hâlet-i hasîseden bi’l-hurûc, hâlet-i şerîfeye duhûl itmiş olur. El-hâsıl dünyada olsun âhiretde olsun, her hâlet-i şerîfeye “Cennet” ıtlâkı sahîh olduğu gibi her hâlet-i kerîhe ve rezîleye de “Cehennem” (nâr) ıtlâkı sahîhdir. Binâ’en-aleyh kütüb-ü semâviyyede vasf olunan “hûr”, “kusūr” ve sâ’ire hep bu dediğimiz şeylerin sûretlerine haml idilür. Buna rü’yâ-yı sâdıka dahî delâlet ider. (40/A) Bir âdem âlem-i manâda kendisinin müzeyyen bir bağçede yâhud âlî bir köşkde bulunduğunu görür ve bu hâl ânın bir mertebe-i âliyye ve bir hâlet-i şerîfe’ye vâsıl olduğuna delâlet ider. Ve fî’l-vâki’ biraz zaman sonra o âdem mutlaka bir hâlet-i şerîfeye ve mertebe-i âliyyeye vâsıl olur. O zaman mukaddemen görmüş olduğu bağçenin veya köşkün işte bu hâletden bu mertebeden ibaret bulunduğunu anlar. “Nevm” denilen şey de bir “Mevt-i sagîr”den ibaret olduğundan müşâhedât-ı nevmiyyenin, müşâhedât-i uhreviyye cinsinden olmasını iktizâ ider. İmdi makāmât ve hâlât-i mezkûreye mütenâsib olan suver-i nevmiyye süver-i uhreviyye cinsinden olduğu sabit olunca kütüb-ü semâviyyede zikr ve vasf olunan cennet, hûr, kusūr, nâr, azâb ve sâ’ire gibi şeylerin herbiri kendisine münâsib bir makam ve bir hâlete işaret olduğu bilâ-şekk taayyün ider. Bu didiğim şeyden tenebbüh it de âhiretin, cennetin, nârın, hûrun, kusūrun neden ibaret olduklarını bil, gaflet itme,(40/B) fakat bu hakâyıkı bi’l-mütâla’a vâkıf-ı esrâr-ı hakikat ve mu’tekıd-ı Hakk-ı hakkâniyyet olduğun zaman dahî zinhar ibâdât ve tâ’ati terk eyleme, zîrâ maarif-i hakîkiyyenin mükâşefât-ı yakîniyyenin kemâlât-ı aliyyenin makāmât-ı şerîfenin menşe’i ancak riyazet ve ancak ibâdetdir. Öyle ise sakın aldanub da “Dünyâ ve âhiret ve huri ve cennet bunlardan ibaret olunca ibâdât ve riyâzâta hacet yokdur” dime, zira bu sözleri söyliyen bir âdem hem dâl hem de mudil olub, katli mübâhdır. Sâbi’an: Buradaki “Cennet” mestur manâsına olub, hadîs-i mezkûr “Kelime-i tevhidi ityân iden kimse mahsûsdan bi’l-hurûc, gayr-i mahsûsa duhûl eyler. Ya’ni hiss-i zahiri ile hiss olunan asnâma ibâdetden fariğ olarak hissen idrâk olunmıyan Zât-ı Hakk'a ibâdetle meşgul olur” mealindedir. Şol zikr olunan vücûh ile Resûl-i Ekrem’in “İnne li’l-Kur’ane zahren ve batnan ve libatnihi batnan ilâ seb’ati ebtunin” kavl-i hadîs-i şerîfiyle beyân buyurduğu bütûn-ı seb’a tamâm oldu.
Çünki Resulü Ekrem “Bütûn-i Seb’a’nın Kur’an hakkında câri olduğunu"(41/A) ihbar buyurmuş ise de kendileri mazhar-ı cevâmi’ül-kelim olduklarından ânın her kelâmı hikmet nisabında ve ale’l-husûs kendilerine vahy olunan ve binâ’en-aleyh Kur’an hük-münde bulunan şu hadîs-i şerifde butûn-i mezkûrenin tahakkuku şübhesizdir. Hattâ bu hadîs-i şerîf “Cevâmi’ü’l-kelim”den olduğu içündir ki avam ândan vukû’u mümkün olmayan birtakım şeyler anlamış ve bu da “Allah” ile “Râsihûne fî’l-‘ilm”den ma'adâ kimsenin bilemiyeceği bir hikmete binâ kılınmıştır ki, bütün umûma karşı şeref vârid olan bir şeri’atin de böyle olması muktezâ’-yi maslahatdır. Ba’zı kimseler vahiyde, şeri’atde i’vicâc(ivec/eğrilme) görüyorlar ise de bu i’vicâc vahiyde, şeri’atde değil kendi his ve idrâklerindedir. Her nebiye gelen vahiy bi’l-cümle muhtemilâtiyle zâhiriyle bâtınıyla maksûddur.
Zamân-ı Resul aleyh’is-selâmda ba’zı nâs, Kur’an'dan hadîsden anlamış oldukları “Deccâl”, “Kıyamet”, “Dâbbetü’l-arz” ve sâ’ire gibi şeylerin kendi zamanlarında zuhuruna muntazır (41/B) oluyorlar idi. Nitekim ânların bu intizârları meşhur ve kütüb-i mufassalada mesturdur.
Sonra müte’ahhirîn dahî kendi zamanlarında bunların zuhuruna muntazır oldular, hattâ bu bâbda birçok kitâblar dahî tasnif ve te’lîf eylediler. Bunlardan bazıları o şeylerin hicretin üçyüz senesinde bazıları da zamân-ı Mehdî de zuhur ideceğini ve zuhûr-i Mehdî’nin de yediyüz ile sekizyüz arasında vukû’a geleceğini tevkît ve ta’yîn itdiler.
Hâlbuki hicret-i seniyye’nin sekizinci asrının nısfına doğru tekarrüb etmiş olduğumuz hâlde ânların tahayyül etmiş bulundukları şeylerden hiç birisi zuhur etmediği gibi bundan sonra daha nice bin seneler dahî mürur idecek ve yine o şeylerden hiç birisi zuhur eylemiyecek. Kezâlik ânların zu’m itdikleri gibi haşr-ı ecsâd dahî asla vuku'a gelmiyecekdir!
Beyt:
Sevfe tera izâ incelel-gubâru
Eferesi tuhibbuke em hımâru
[Toz duman ortadan kalkınca, altındakinin at mı yoksa eşek mi olduğunu anlayacaksın.]
Ya Rab, kelimât-i tâmmen ve nüfûs-i kâmilen hürmetine nâr-ı cehennemden sana sığınıyorum.
“Va’llâhu min veraihim muhît”(Burûc-20) kavl-i şerîfi Hakk Te’âlâ’nın bi’z-zât bütün kâ’inâtı muhît olduğunu ifâde etmiş ve hakikat ve nefsü’l-emr de bundan ‘ibaret bulunmuşdur!
Cenâb-ı Hakk’ın bu âlemi muhît olması Zeyd'in kendi a'zâsını muhît olmasına benzer. İmdî a’zâ-yı Zeyd’den bir uzuv hareket itdikde veya bir iş yapdıkda o hareketin o fi’ilin fâ’ili o uzuv değil belki o uzvun sahibi olan Zeyd olduğu ve binâen-aleyh a’zâ mezâhir-i âsâr ve ef 'alden ibaret kaldığı gibi ecza ve efrâd âlemden bir cüz ve bir ferd dahî hareket itdikde veya bir iş yapdıkda o hareketin o fi’ilin fâ’ili dahî o cüz veya o ferd değil belki Allah olub, ecza ve efrâd hep mezâhir-i asardan ibaret kalmışdır.
Kezâlik a’zânın taaddüdü ile taaddüd-i Zeyd lâzım gelmediği gibi ecza ve efradın taaddüdü ile de Allah’ın ta’addüdü lâzım gelmez ve bu hâlde Allâh’dan başka fâ’il-i sâmi müteharrike olmadığından(42/B) hiç şübhe edilmez; bunu biraz da şöyle îzâh idelim. Zeyd a’zâsından ibaret değildir. Belki a’zâ Zeyd’in mezâhiridir. Zeyd her uzuvda o uzvun isti’dâdına göre zuhur ider. Ve ânda(onda) bir eser izhâr eyler. Meselâ elde “batş” bir şey’i şiddet ve kuvvetle ahz itmek ayakda meşy, lisânda tekellüm, kulakda sem' zuhura gelir. Binâ’en-aleyh mâşî, sâmî’ ne ise mütekellim-i batş dahî odur. Yoksa bunları beyân kendilerinin mahall-i zuhurları olan a’zâlar değillerdir. Görülmez mi ki Zeyd bir şahsı darb ettiği vakit o şahs-i madrûb “beni Zeyd darb itdi” der. “Zeyd’in eli” ve yâhûd “ayağı darb etti” dimez. Binâen-aleyh asıl Zeyd tecezzi ve inkısâmı gayr-i kābil bir şey olub, tecezzi ve inkısâmı kabul iden şey ancak beden ve a’zâdır. Fakat tecezzi ve inkısâmı kabul iden beden-i mahsûsda zuhur etmiş ve halbuki hissen beynlerinde fark olmadığı içün o bedene “Zeyd” denilmişdir. Yoksa hakikat ve nefsü’l-emr’de Zeyd beden değil bel-ki bizim dediğimiz şeyden ibaretdir, bunun(43/A) içün der ki bir uzuv tekellüm veya birisini darb yahud bir sadâ istimâ’ eyledikde veya bir mahalden diğer mahalle gitdikde bunların hepsi şey’-i vâhid olan hakîkat-i Zeyd’e isnâd olunur. Herhangi bir uzuv tekellüm idüb “Ene Zeyd” dise bu söz sâdık olur. Ve bundan “Zeyd”in taaddüdü lâzım gelmez.
İşte Hakk Te’âlâ dahî mahlûkāta nisbetle böyle olub o mezâhirde zuhur itmiş ve her mazhardan sudūr iden eserin müessiri dahî o mazhar değil belki ânda hasebü’l-isti’dâd zuhur itmiş bulunan Hakk Celle ve Alâ Hazretlerinden ibaret bulunmuş ve mezâhirin taaddüdü ile Cenâb-ı Hakk’ın taaddüdü lâzım gelmiyeceği dahî kat’iyyet hükmünü almışdır. Öyle ise bu âlemde Allâh’dan başka kā’il, fâ’il, sâni’, mâşî, yokdur. Benim bu hakâyıka vukūfumu istib’âd itme. Zîrâ Hakk Te’âlâ “Velev enne ehle’l-kurâ âmenû vettekav le-fetahnâ aleyhim berekâtin mine’s-semâ-i ve’l-ard”(A'râf-96) buyurmuş ve buradaki (43/B) “Semâ” âlem-i melekûte, “arz” âlem-i mülke işaret olmağla nazm-ı kerîm vücûd-i hakîkî erbabı riyazet ve ibâdetle bize teveccüh eyler ise kendilerine âlem-i mülk ve melekût yollarını feth ider. Ve iki âlem’in hakâyıkını kâşif olan ilhâmât-ı ilâhiyye ve vârîdât-ı kalbiyye'yi müyesser kılarız” mealini ifâde etmiştir.
Bir “Nebi” veya “Velî”ye kendi zamanında pek az kimseler meyl ü muhabbet ider ve vefatından sonra ise nâsın âna meyl ü muhabbeti yavaş yavaş artmağa başlar. Nihayet herkes ânın nebi veya velî olduğunu tasdik eyler bu da ber-vech-i âti esbâbdan neşet ider. Evvelen bir nebi veya velînin kendi zamanında hasûdları bulunur. Ve ekseriya bu hasûdlar erbâb-ı nüfuzdan olur. Bunlar ânın hakkında şurada burada âna mukabele iderler. Halkın ândan nefretini mûcib birtakım sözler söylerler. Halk da bunların sözlerine inanarak o nebi veyâhûd o velîye lâyık olduğu ehemmiyeti virmezler.(44/A) Halbuki o nebî veya velî vefat edince bi’t-tabiî hasûdlar dâhî birer birer vefat iderek ânın hakkında mûcib-i nefret olan sözler dahî tedrîcen ortadan zâ’îl ve ânların yerine menâkıb-ı sırfa [Sadece, yalnızca] kâim olur. İşte bunun üzerine nâs dahî âna muhabbet ve i’tikād itmeğe başlıyarak nihayet cümlesi ânın nebî veya velî olduğunu tasdik eyler. Sâniyyen: kesret-i mülakat taklîl-i muhabbete bâdî olduğundan bir nebî veya velî ile kavminin dâima yekdiğerini müşahede etmesi ve birbiriyle muhâdara ve muhavere eylemesi ânın hakkında muhabbet ve i’tikādı taklîl ider. Ve bu cihetle zamân-ı hayâtında kendisine pek az kimseler ittibâ’ eyler, vefatından sonra ise bu hâl zâ’il olarak gittikçe kavminin âna muhabbeti, hüsn-i zannı tezâyüd eyler.
Sâlisen: Bir nebî veya velînin meziyyet ve fazileti tedricen zâhir olur. Râbi’an: Avâm-ı nâs nübüvvetde, velâyetde vâki’ ve nefsü’l-emre muhalif birçok şeyler tevehhüm eyler. Nitekim Kitâb-i Mübîn’in delâlet ettiği üzre münkirler Peygamber olan (44/B) Zâtın ekl ü şürb itmiyeceğini ve sokaklarda meşy ü hareket eyliyemeyeceğini ve insândan değil meleklerden olacağını, vukû’u muhal olan birtakım havârıkı(harikalar) izhâr ve icâda muktedir olabileceğini tevehhüm eylemişler ve Resulü Ekrem (sallallâhû aleyhi ve sellem) ise bunların zu’m ettikleri gibi olmadığından “Muhammed de bizim gibi bir insandır, yiyib içiyor, sokaklarda geziyor, bununla beraber istediğimiz havârikı de izhâr idemiyor, halbuki Enbiyâ-i sâlife böyle değil idiler. Bizim ândan taleb ettiğimiz şeylerin emsalini ânlar ityân ve izhâr ediyorlar idi. Binâ’en-aleyh Muhammed nebi değildir” diye ta'n itmişler idi. İşte avâm-ı nâs Enbiyâ’nın bu gibi evsâf-ı muhâliyyeyi hâ’iz olmalarını tevehhüm ve tahayyül itdikleri cihetiyle içlerinden zuhur iden bir nebi veya bir velînin evsâf-ı mezkûreyi hâ’iz olmadığını görünce “Enbiyâ-i sâlife şöyle idi böyle idi. Bu ise ânlar gibi değil” diye hemen ânı inkâra müsâra’at(sür'at) iderler de Enbiyâ-i sâlife’nin dahî o nebî gibi olduklarını bilmezler ve hattâ o ciheti hatır ü hayâllerine bile getirmezler.
(45/A)Halbuki bu münkirler Enbiyâ-i sâlife zamanlarında gelmiş olsalar idi bilâ-şekk ânları da inkâr idecekler idi. Nitekim ol zamanlar mevcûd olan avam dahî bunlar gibi olub, şu zu’m-u faside binâen içlerinden zuhur iden Enbiyâ-i izâm Hazarâtını inkâr etmişler idi, el-hâsıl her kâmilin zamanı mürur ettikde ukūl-i nâkısa erbâbı ânlara birtakım kemâlât-i muhâliyye isnâd ve ânların o evsâf-ı muhâliyyeyi hâ’iz olduklarını i’tikād itmekde olduklarından, asırlarında zuhur iden kâmillerde evsâf-ı mezkûreyi bulamayınca hemân ânları inkâra müsâra’at iderler. Ma’a hazâ eğer ânlar kâmilîn-i sâlifeyi görmüş olsalar idi, ânları dahî inkâr idecekler idi.
Çünki zu’mlarınca enbiyâ ve evliyâda bulunması lâzım gelen kemâlâtın ekserisini ânlarda bulamayacaklar idi. Nasıl bulabiliyorlar ki bu gibi kemâlât o zamanlarda vâki’ olmadığı gibi gerek şimdi ve gerek ilerüde dahî vâki’ olmak şânında değildir. İşte ekseriya avâm-ı nâsın kâmilîn-i hâzırayı inkâr (45/B) ettikleri hâlde kâmilîn-i mâziyyeyi i’tikād eylemeleri bu zikr olunan sebebden nâşîdir. Allah'ü a’lem!
Avâm’ın ibâdâtı âdete, ehl-i sülûkden olan mübtedîlerin ibâdâtı da havf ü recâya, mutavassitînin ibâdâtı da meyl-i makāmât ve vuslat-ı kerâmâta, müntehîlerinki ise hudûd-i şer’iyyeyi hıfz ü siyânete mebnîdir. Fakat riyâzet-i ciddiyye ve mücâhede-i hakîkîyyenin nihayeti yokdur. Çünki riyazet ve mücâhede maarif-i ilâhiyyeyi ve “seyr-i fî’llâh’ı tahsil içün olub, bunlar ise nâmütenahi olduğundan riyazet ve mücâhede dahî nâmütenahidir. Binâen-aleyh kelâm ve taksîm-i sabıkımız ibâdât-ı mahsûsa ve tâ’at-ı mukannene(kanunlu) hakkında olub, mücâhede hakkında değildir!
“İnkıta ilâ’llâh” ta’bîri ıstılâh-ı ehl-i tasavvufda tefekkür ve teyakkuz manâsında müsta’meldir. Bunun da hâsılı tahsîl-i ma’rifetu’llâh içün ala'ik-ı dünyeviyyeden bi’l-inkıtâ’ garîk-i lücce-i (46/A) tefekkürât ve teyakkuzât olmakdan ibâretdir. Vâkı'a ma’rifetu’llâh ancak bu yolda tahsil olunabilür. Şu kadar ki insanlar Allah’ı bi-hakkın bilecek olurlar ise içlerinden pek az kimseler ibâdât ve tâ’at ile iştigâl idüb ekserisi ise bunlardan âzâde kalacaklarından Hakk Te’âlâ Hazretleri ânların kalblerini mühürleyerek kendisini ânlara bildirmemiş ve hevâ ve heveslerini kendilerine ilâh ittihâz itdirerek ulûlara ânları tâ’at ve ibâdete sevk eylemişdir ki bundaki hikmet ve menfaati ancak ârifîn takdir iderler.
“Savm-ı Visal” mekruh değildir. Vâkı’a ânın hakkında bir nehiy vârid olmuşdur. Fakat bu nehiy bizim aleyhimize değil lehimizedir. Bu gibi nehiy ise tahrîm ve kerahet içün olmayub belki terfih ve şefkat içündür. Nitekim usûl-i fıkıhda dahî böylece tasrîh idilmişdir. Binâen-aleyh savm-ı visali terk câ’iz olduğu gibi (46/B) bilâ-kerahet fi’il dahî câ’izdir. Eşhâd hakkında nazil olan “Ve eşhidû żevey ‘adlin minkum”(Talak-2) kavl-i şerîfindeki “Ve eşhidû” emri vücûb içün olmayub, belki terfih ve şefkat içün olduğu ve binâen-aleyh terk-i işhâd ile ism ve kerahet lâzım gelmediği gibi savm-ı visal hakkında vârid olan nehiy de tahrîm veya kerahet içün değil belki terfih ve şefkat içün olub, gerek fi’iliyle ve gerek terkiyle ism ve kerahet lâzım gelmez.
İmâm Müslim’in silsile-i rivayetini Enes İbn Mâlik Radiyâllahu anh’e ısâl eylediği “Vâsale’n-Nebi Aleyhi’s-selâm fi âhiri şehr-i Ramazân fevâsala nâsun mine’l-müslimîn febelagahu zâlike. Fekāle lev-muddelenâ eş-şehru levasalnâ visâlen hattâ yede’ul-mute’ammikûne te’ammukahum.” hadîs-i şerifi de şu müddeâmızın hakikatine delâlet ider. Zîrâ bu hadîs-i şerif mantûkunca Hazret-i Resul aleyhi’s-selâm bir Ramazânın âhirinde savm-ı visal itmiş ya’nî iftar etmeksizin ertesi günün orucuna niyyet eylemişler, müslümânlardan birtakım kimseler de bu husûsda kendilerine pey-rev olmuşlardır. Bu hâl Cenâb-ı (47/A) Resulü Ekrem’e baliğ oldukda Resulü Ekrem ânların bu fi’illerini takbih itmeyüb belki ekser şehr-i Ramazânda bizim içün biraz daha uzadılmış olsa idi “Müte’ammikūn” terk-i visal idinceye kadar biz visalimizde devam ider idik” demişdir. Eğer savm-ı visal haram olsa idi, Hazret-i Resul ânların bu visallerini takbih ider ve “Bir daha böyle şey yapmayınız” diye ânları o fi’ilden men’ eyler idi.
İmdi işte bu hadîs delaletiyle anlaşıldı ki mukaddemen taraf-ı Risâletpenâhî’den “Savm-i Visal” hakkında vârid olan nehiy, nehy-i tahrîm değil belki ehl-i imân ve islâm’ın düçâr-ı külfet olmamaları içün vârid olmuş bir nehy-i terfih ve şefkatdir.
Öyle ise bugünkü orucunu iftar itmeksizin yarınki orucuna vasi itmek isteyen bir kimse içün savm-i visal haram değildir, belki mendûbdur. Hazret-i Sıddîk’in altı gün, Abdullah bin Zübeyr’in yedi gün, ba’zı selefin de üçer gün savm-i visal eylemiş oldukları dahî mervîdir ki, (47/B) bunlar hep o gibi savmın mendûb olduğuna delâlet ider. Ba’zı muttakîlerin de “kırk gün savm-ı visal” ettiği rivayet olunmuş ve hattâ sulehâ “Her kim giceli gündüzlü kırk gün sâ’im olur ise âna âlem-i melekût’dan bir nev’î kudret zuhur iderek, o kimse ba’zı esrâr-ı ilâhiyye’ye vâkıf olur” dimişlerdir!
Ba’zı kimseler âlem-i menâmda Resûlü Ekrem’i görürler ve gördükleri sûretin hakîkaten Resulü Ekrem’in sûreti olduğunu zann iderler. Fakat bu zann bâtıldır. Sâhib-i rü’yâ’nın gördüğü şey’ yine kendisidir. O günlerde Resulü Ekrem’e peyda itmiş olduğu bir münâsebet üzre kendi ruhu Resulü Ekrem’in sûretine temessül iderek âlem-i menâmda kendisine görünmüşdür.
Nâ’imin âlem-i rü’yâda gördüğü sair sûretler dahî hep bu kabildendir. Bir adam hâl-i yakaza’da her kime münâsebet peyda ider veya hangi şey ile iştigâl eyler ise hâl-i nevm’de ânın rûhu (48/A) o kimse veya o şey sûretine temessül iderek kendisine görünür. Âlem-i manâda ba’zan sâhib-i rü’yânın ba’zan da sâhib-i sûretin hâli sâhib-i rü’yâya münkeşif olur. Ve bu bâbda ârif ile gayr-i ârif arasında min vücûhin fark bulunur. Ez-cümle ârif “Ba’de’r-Rab” gayr-i ârif ise “Kable’r Rab”dır. Ya’nî ârif olanlar bir fi’ilî evvela ve bi’z-zât kendilerine isnâd ettikleri hâlde ârif olmayanlar her fi’ili evvelen bi’z-zât Rablerine ve ba’de kendilerine isnâd nisbet iderler!
Bir gün hücremde oturmuş ve ser-be-ceyb murakabe olmuş idim. Bu sırada kendimi muztarib bir hâlde gördüm. Nefsimin hâl-i ihtirâk ve iştialde bulunan bir odun parçasında zuhur iden alevin sadâsına müşabih bir sadâ virdiğini işitdim bunu müteakib karşımda kırmızıya mail bir levn-i ebyaz müşahede itdim. Ba’dehu hiss-i zahirîye avdet ile karşımdaki ocakda (48/B) bir odun parçasının iştial etmekde ve muztarib olmakda ve kendisinden kırmızıya mâ’il beyaz renkde bir ‘alev çıkmakda bulunduğunu ve o alevin rü’yâda gördüğüm alev gibi bir alev olduğunu ve işittiğim sadâ gibi bir sadâ virdiğini gördüm. Bunun üzerine hâl-i murâkabede nefsimde vâki’ olan şey’in işte bundan ibaret bulunduğunu bildim ve hükm ittim ki ocaktaki odun benden ve ben de ândan ibaret olub, ânın savtı benim ve benim savtım da ânındır. Kezâlik ânın iştial ve ıztırâbı benim, ve benim iştial ve ıztırâbım da ânındır. O gördüğüm üzre işte bu odundan zuhur iden alevin levni olub, başka bir levn değildir.
Hazret-i Sıddîk Radiya’llâhü anhü “Her neye bakar isem evvelâ Allâh'ı görürüm. Hattâ kalbimin nefsimin dahî mezâhir-i ilâhiyyeden birer mazhar olduklarını yakînen bilürüm” dimiş ve bu sözüyle her gördüği şeyde evvelen nefsini müşahede itmekde olduğunu ve ânın da Allâh’dan ibaret bulunduğunu i’tirâf eylemişdir.
(49/A) Zîrâ kuvve-i bâsıra ve kuvâ-yı sâ’ire hep ândan ibaret olmağla kendisi de bilâ-şekk ânın aynıdır. Fakat Hazret-i Osman Radiya’llâhü ânhu her ne şeye nazar ider ise evvelen o şeyi ba’dehu Allah’ı müşahede itmekde olduğunu söylemişdir!
Hava gayet bulutlu olduğu ve şems o kesîf bulutlar altında kalmış bulunduğu bir gün hücremde oturuyor ve vaktini bir dürlü ta’yîn idemiyor idim. Birdenbire kalbime “Şimdi ikindi ezanı okunacak” hatırası tulü’ itdi. Ve bu hâtıra birkaç kerre tekerrür iderek zihnimde karargîr oldu. O ân'da vakt-i asrın hulûl itmiş olduğunu bildim. Ve hemen ezan sadâsını dahî işitdim, gaybı biliş ise ancak o ya’ni “Allah” olduğundan kendimin Allâh’dan başka bir şey’ olmadığını işte bu hâdise ile de bi’l-istidlâl anladım bir de ahyânen nefsimde vâki’ oluyormuş gibi bir hareket-i kaviyye (49/B) ve bir meşiyyet-i serî’a hissederim, hem de bunu yalnız kuvve-i sâmi’am ile değil bi’l-cümle kuvvetlerim ile duyarım, işte bu da vahdet-i vücûd’un hakikatine delâlet ider.
[Not:Şeyh'e aidiyeti meşkûk; bu kadar zayıf bir vakayı delil göstermiş olamaz!..]
Bu esrarın tarafımdan dermiyân idilmesi bir fi’il-i ilâhî’den başka bir şey’ değildir. Zîrâ Hakk Te’âlâ “Mâyeftehi’llâhu li’n-nâsi min rahmetin felâ mumsike lehâ vemâ yumsik felâ mürsile lehû min ba’dihi min rahmetin vehuve-l'azizu'l hakîm”(Fâtır-2) buyurmuşdur ki, bunun cümleten meanîsinden biri de Hakk Te’âlâ bir nebî veya velî vâsıtasiyle nâsın hidâyetini irâde itdikte ânın men'ine kimse kādir olamayub ânın behemehal vukū’a geleceğinden ibâretdir. “Va’llâhu mütimmu nûrihi velev kerihe’l-kâfirûn”(Saff-8)
Eczâ-i ferdiyet-i bedeniyye’nin te’essürâtiyle bedende zâhir ve âlât-ı bedeniyye vâsıtasiyle ef 'al ve harekât-ı mahsûsanın bedenden sudûruna bais olan keyfiyet “Ruh” ıtlak olunur. Bazı hükemâ ve mütekellimînin didikleri gibi “ruh” ba’de’l-beden hâdisdir. Kezâlik âlem-i misâl vâsıtasiyle beden (50/A) sûretine temessül etmiş olan şeye de --ki bir cevher-i nûrânîdir-- rûh ıtlak olunur. Rûh bu cevherden ibaret olduğuna göre hudûs-i bedene iki mertebe takaddüm etmiş olur.
Zîrâ âlem-i misâl bedenden bir mertebe, âlem-i ervah da âlem-i misâlden bir mertebe mukaddem olduğundan cevher-i nûrânîden ibaret olan rûhun bedenden iki mertebe mukaddem olması iktizâ ider. Resulü Ekrem Efendimizin “Hulika’l ervâhu kable’l-ecsâdi bi elfey âmin” hadîs-i şerifleri dahî buna işâretdir. Zîrâ buradaki “elfey” lafzı “mertebeteyn” mânâsına olub, hadîs-i şerîf “Ervah, ecsâddan iki mertebe evvel halk olundu” me'alini müfîddir. Bundan ervahın hudûs-ı zamânî ile hâdis olması da lâzım gelmez.
Resulü Ekrem (sallallâhû aleyhi ve sellem) Efendimize şu iki mertebeden her biri bin yıl sûretine temessül itmiş olduğundan kendisine zuhur ve inkişâf eylediği gibi haber vermiş, ta’bîri ve tavzihi ise bizim dediğimiz şeyden ibaret bulunmuşdur.
(50/B) Bu ta'birden gaflet itme zîrâ bu ta’bîr ile Resulü Ekrem’e zuhur idüb, cühelânın ta’bîrinden âciz ve gafil kalarak zahiri üzre hami itdikleri pek çok şeyler sana münkeşif olur. Ma’a hazâ hikmet ve maslahat yine ânları zahirleri üzre terkdedir. Ehlu’llâhdan “kümmelîn” (kâmiller) bunu da pek a’lâ bilürler. El-hâsıl Resûl-i Ekrem’e zuhur iden manâlar hep suver-i mahsûsâtda zuhur itmiş ve halbuki böyle suver-i mahsûsâtda zuhur iden manâlar ekseriya ta’bîr ve tevile muhtâc bulunmuşdur. Resûl-i Ekrem bunları niçün ta’bîr ve te’vîl itmedi de zahirleri üzre bırakdı” diye suâl olunur ise diriz ki hasebü’z-zamân bir nev’î hikmete binâen Resûl-ü Ekrem ânları ta’bîr ve tevile me’zûn değil idi. Bir ma’zeret-i meşru’aya binâen o zaman Resûl-i Ekrem ânları ta’bîr ve tevîl itmedi. Bu zamanda ise o mazeret mevcûd olmadığından artık şimdi ânları ta’bîr ve te’vîlde hiçbir mahzur yokdur. Bu sözlerimizden Nusûs-u Kur’aniyye ve Ehâdis-i Nebeviyye’nin ma’ânî-i zahiresi nefy ve inkâr itmiş (51/A) olduğumuz anlaşılmasın zîrâ Resul-ü Ekrem “İnne li’l-Kur'ani zahran batnan ve li-batnihi batnan ilâ seb’ati ebtunin” buyurmuşdur. Binaen-aleyh biz bir âyetin ve yâhûd bir hadîsin ma’nâ-yı zahirisine mugayir bir ma’nâ-yı bâtınîsi hakkında bir şey söyler isek maksadımız, zâhiri nefy değildir. Belki biz zâhire de bâtına da hem de yedinci batna kadar bâtına da kā’il ve zâhir ile bâtın beynini câmî’yiz. İndimizde Kur’an olsun, hadis olsun zâhiren ve bâtınen Hakk’dır. Meğer ki zâhirden mâni’ bir mecaz taayyün itmiş ola!
Bir gün beyne’n-nevm ve’l-yakaza hâlinde bulunduğum bir sırada karşımda bir sûret zuhur etti, bana birçok sözler söyledi. Ezcümle birisi “Bana meyl ideni ve beni tahsil eyleyeni Allâh’dan teb’îd iderim” kaziyyesi idi. Gözümü açub bunun rü’yâ olduğunu anlayınca o gördüğüm sûreti dünyâ ile ta’bîr ve te’vîl eyledim. (51/B) Yine aynı hâlde bulunduğum bir zamanda rûhum bana tecellî itdi, etrafıma şemsden daha ziyâde nurlar ziyalar saçıyor idi. Bir hâldeki ânın nûruna haddü pâyân tasavvuru bile mümkin değil idi. Bunun üzerine bana nâ-kābil-i ta’rîf bir vecd ve bir bükâ(ağlama) arız oldu. Ve bu sırada birisi bana "âhiret ile dünyâ arasındaki tağayyür ihtiyarlık ile gençlik arasındaki tagayyür gibidir” diye hitâb eyledi. Ve yâhûd bu söz kendi kendine kalbime tulû’ itdi.
Yine bir gün bir yerde oturuyor idim. Bana bir nevm-i hafif arız oldu. Âlem-i menâmda bütün mevcudatın Allâh’dan ibaret olduğunu müşahede itdim. Ve bu sırada Hakk Te’âlâ'nın benim lisânım üzre “Ya Allah” diye nida eylediğini işitdim. Çünkü bütün âlem andan ibaret ve lisânım da ânın lisânı idi. Bu hengâmda bende bir vecd husule geldi ki ândan aldığım lezzet hâlâ beni gaşiy eylemekdedir!
(52/A) İnsân nefs-i natıka ile bedenden ibâretdir. Hâlbuki bunlardan her ikisi içün de, rızk, rıfk, gıda, tenâ’um lâzımdır. Binâen-aleyh insân agziyye-i(gıda) bedeniyyesini tahsil içün sa’y eylediği gibi ag-ziyye-i rûhiyyesini tedârik içün dahî sa’y itmelidir.
Hattâ âkil olan kimse agziyye-i rûhiyyesini tedârik içün daha ziyâde gayret eylemelidir. Çünki insân, bedeniyle değil asıl rûhiyle insân olduğundan agziyye-i bedeniyyesini tahsile sa’y idüb de agziyye-i rûhiyyesini tedârike sa’y etmeyen hâ’ib(mahrum/haybet) ve hâsır ve mevta a’dâdına dâhildir.
Resul-ü Ekrem Efendimiz “İnne lillâhe fi eyyâmi dehrikûm nefehâtün elâ fete’eradu en-nefehâte” buyurmuş ve buradaki “nefehât” lafziyle mürşîdîn-i kâmilîne işaret eylemiş ve diğer bir hadîsinde de “Men ehâbbe kavmen fehüve minhüm” buyurmuştur. Zîrâ birşeyi bir şeye takrîb eyledikde ânın hükmünü ahz ider. (52/B) Muhib de mahbûba kalben karîb ve mukbil olduğundan mazmûn-u hadîs bilâ-şekk Hakk ve savâbdır. Hattâ görülmez mi ki gice ile gündüz yekdiğerine tekarrüb itdikde birbirinin hükmünü ahz idiyorlar. Ve bu cihetle “İhvan” nâmını alıyorlar.
Sûfî ahvâl-i mâzîyeyi tefekkür ve ânın içün teessüf etmediği gibi ahvâl-i müstakbeleyi de teemmül itmez, belki vaktini teveccühe, tasfiyyeye, hâl-i hâzırda kendisine lâyık olan şeyleri tefekküre sarf eyler. Sûfî bir tarîk-i ibâdet dahî iltizâm itmez, her vakit Hakk'a tâbi’ olur. Hakk’dan başka bir şeye nazar eylemez. Ba’zan tatyîb-i hatır içün halk ile meşgul olur ise de bu sırada ve belki her nev’i iştigālinde ve her hâl ü kârında Hakk'a mukārindir. Her ne kadar şu iki iştigâl beyninde hasebe’z-zâhir tebâyün ve tezâd bulunur ise de. Zira a’mâl niyyât iledir. El-hâsıl sûfî “İbnü’z-Zamân’dır.
Bir sâlik mertebe-i küfre vâsıl olub, o mertebeyi kat’ itmeyince tam müslümân olamaz. Bu mertebe iki islâm arasında bir berzah olduğundan orada tevakkuf iden sâlik tezânduk ider. Bu tevakkufdan Allah’a sığınırız. Ben dahî o mertebeye vâsıl oldum ve orada birçok zamanlar kaldım ise de lehü’l-hamd ve’l-minne inâyet-i ezeliyye imdâdiyle oradan kat’-ı mesafe iderek sâhil-i selâmete çıkdım!
Mürîdlerimizden bazılarını bizim bağın muhafazasına me’mûr itmiş idim. Bir gün ânlardan birisi yanıma gelüb ber-vech-i âtî ifâdede bulundu ve "geçenlerde bir çocuğun bizim bağa girdiğini ve bir ağaçdan meyve koparmak üzere bulunduğunu gördük. Arkadaşlarımızdan filân derhâl (53/B) çocuğun yanına koşarak çocuğa bir tokat vurdu. Ben ise karşudan bu hâli seyr idiyor idim. Gayet müte'essir oldum. Hattâ teessürümden ayakda duramayub, derhâl yere düşdüm. Çocuk ise düşmedi. Tokadı yiyen o çocuk olduğu hâlde benim ândan daha ziyâde müte’essir oluşuma ta’accüb ittim ve hâlâ idiyorum". Bizim mürîd kendisine zuhur iden bu vaka-yı garâ’ibden add eyledi ise de bu gibi şeyler müntehilere ve hattâ mutavassıtlara göre mukteziyât-ı sülûkden olub, ânlarda asla garabet yokdur. Kezâlik ara sıra bizi ziyaret iden ve muhibbân-ı sülehâdan bulunan bir genç tüccara zuhur itmiş olan vak’a-i âtiye dahî bu kabildendir. Mümâ’ileyh bir gün yanıma gelüb şu yolda ifâdede bulundu:
"Bir gice odamda uyuyor idim. Birisi beni uyandırdı. Yatağımın üzerine oturdum, uyandıran adamın yüzüne bakdım, yüzünden leme'an iden nurlar derûn-u hücreyi (54/A) tenvir eyliyor ve bu nûr gayet latif ve gayet dilgarîb (gönle yakın) bir nûr olmağla bence ma’rûf ve ma’lûm olan nurların, ziyaların hiçbirisine benzemiyor idi. Bu zât karşumda bir zaman durdu ise de bu müddet zarfında bana hiçbir şey söylemediği gibi ben de âna hiç bir şey söyleyemedim. Ba'dehu birden bire gâ’ib olub gitti. Zulmetde yine avdet iderek derûn-i hücreyi istilâ eyledi. İkinci, üçüncü giceleri dahî ayni hâl vuku’ buldu. Fakat üçüncü gicede o zâtın yanında diğer bir zât daha bulunuyor idi. O gice sabah oldukda bu vakayı ehibbâmdan ba’zılarına hikâye itdim. Ve bunun üzerine gerek o zâtı ve gerek refikini bir daha göremedim. Birkaç gün sonra şiddetli bir hastalığa tutuldum, az kaldı ki ölüyordum!"
Nev-i insânda olan idrâkât, ıttılâât, tasarrufât, gerek mücerredâtda ve gerek ânların māfevklerinde bulunmak ihtimâli yokdur. (54/B) Yani şu mertebe-i nev’-i insânî’de “Vücûd-i Mutlak” içün hâsıl olan kemâlât merâtib-i sâ’ire’nin hiçbirisinde hâsıl olmak mümkin değildir. Çünki Vücûdun mir’ât-ı mücellâ-yı uzmâsı ancak insândır. Bunun içündür ki bir hadîs-i kudsî'de “Levlâke levlâk lemmâ halaktü’l-eflâk” buyurulmuş ve melâ’ike dahî insâna secde ve inkıyāda me’mûr olmuşdur.
Akl-ı küll, Nefs-i küll ve bunların fevkindeki merâtib vücûdu insânda zuhur itmedikçe insân gibi bir şeyi idrâk ve ilm ânlar içün gayr-i kabildir. Çünki nefsî vücûd herşeyden ârî olduğundan vücûd’un bir şeyi insân gibi idrâk etmesi kendisine ancak mertebe-i insâniyyede mümkin olabilür. Vâkı’a âlemde zuhura gelmekde olan eşyâ-yı acîbe ve âsâr-ı garibenin fâ’ili, mutasarrıfı, müdriki hep vücûddur. Fakat merâyâ (aynalar) ve mezâhir vâsıtasıyle vücûd’dur. Eğer bu tahkiki anlar isen rüşde baliğ olarak hidâyeti kabul itmiş olursun!
(55/A) Bilmelisin ki, akıl, nefis, rûh, kalb hep “Allah” ismiyle müsemmâ olan Vücûd-i Mutlakdan ‘ibâretdir. Bunlara “Vücûd” nâmı virilmesi her birinin merâtib-i vücûd’dan bir mertebe ve mezâhirinden bir mazhar olması i’tibâriyledir. “Vücûd-i Mutlak” o şeydir ki etvâra sirayet eder. Ve bir mertebeden diğer bir mertebeye intikāl eyler, ba’zan felek ba’zan melek, ba’zan unsur, ba’zan me’adin, ba’zan nebat, ba’zan hayvan, ba’zan insân sûretinde zuhur ider. Elhâsıl esfel-i sâfilîn ândan ibaret olduğu gibi a’lâ-i illiyyîn de ândan ibâretdir.
“Vücûd-i Mutlak” o şeydir ki, evvelâ sûret-i anâsırda zuhur itmiş ba’dehu sûret-i me’âdinde zuhura gelmiş sonra ândan sûret-i nebâtiyye’ye ve ba’dehu sûret-i hayvâniyyeye, ândan sonra dahî sûret-i insâniyyeye intikāl eylemişdir.
Binâen-aleyh bu sûretlerin sahibi hep o “Vücûd-u Mutlak” olub, o da Hakk Te’âlâ Hazretlerinden ibâretdir!(55/B) Hattâ bu sûretler za'il olsa vücûddan başka bir şey kalmaz. Nitekim bir koyun ekl olundukda (yenildiğinde) insân olur ve bu da nefsin bedende tedbiriyle husule gelir. Çünki bedende hâsıl olan şeylerin müdebbiri hep nefs olub, iktizâsına göre orada envâ’-i tedbîrâti icra ider.
Me’kûlât-ı sâ’ireyi de buna kıyâs eyle, işte Vücûd-i Mutlak’ın bir nev’inden diğer nev’e ve bir mertebeden diğer mertebeye intikāli buna benzer. Bütün merâtibde intikāl iden vücûd-i mutlak olduğu içündir ki, Hazret-i Alî (kerremâllahu veche)’den “Ene’l-kalem”, “Ene’l-levh”, “Ene’l-arş”, “Ene’l-kürsî” sözleri südûr itmişdir.
Cenâb-ı Hakk’ın suver-i mahsûsâtdan bir nev’-i sûrette kendisini evliya kullarına göstermesi ve bu tarîk ile ânların Cenâb-ı Hakk’ı görmesi mümkindir. Bu da ânlara taraf-ı İlâhîden bir nevi atıfet ve bir nevi keramet olmak hikmetine mebnîdir. Çünki Hakk Te’âlâ bir abd-i muhlisine bu vechile görünmeğe kādirdir.
(56/A) “Risâle-i Kuşeyriyye”de bâb-ı keramet fasıllarında bu nev’ rüyet hakkında iki kavil zikr olunmuşdur.
Bir gice hücremde oturuyor idim, bir pervane geldi, sirâcin etrafında uçmağa başladı, kendisini birkaç kere sirâca çarpdı, nihayet yere düşdü. Vefat idüb itmediğini anlamak içün pervaneyi elime aldım, cisminin her tarafını nazar-ı tedkîkden geçirdim. Zavallıda hayâtdan bir eser kalmadığını görünce artık vefat itmiş olduğuna kat’iyyen hükm itdim. Ba’dehu Bâyezid-i Bistâmî Hazretlerinin vefat itmiş bir karıncaya nefh-i rûh iderek diriltmiş olduğu meseleyi tahattur idüb ben de bu pervaneyi ol vech ile diriltmek istedim ve hemân safî bir kalb, hâlis bir yürek ile üfürüb bi-izni’llâh ânı ihya eyledim. Pervane dirildikden sonra kemâ fî’s-sâbık uçmağa başladı. Güya ki evvelce âteşe düşmemiş ve bi’l-ihtirâk vefat itmemiş idi.
(56/B) Zinhar bunu inkâr itme. Zîrâ ârifde Allah mütecellî olub, Allah ise her şeye kādirdir. Nitekim gaybi de ancak o bildiği hâlde ekmel-i mezâhir olan insânda zuhur etmesi ve bu sûretle ârifin ândan ibaret bulunması sebebine binâen ârif dahî mugayyebâta muttali olmakdadır. İşte bir ârifin ihyâ-i mevta itmesi de bu kabildendir!
Enbiyâ, hâl-i nevmde (uykuda) olduğu gibi hâl-i yakazada da bu âlemden âlem-i misâle rûhen intikāl iderek, orada birtakım eşya' müşahede iderler. Bunun içün ânların müşahede ettikleri şeylerin bazıları te’vîl ve ta’bîre muhtâc olurlar. Nitekim, Resulü Ekrem sallalâhû aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri bir gün yakaza hâlinde iken âlem-i misâle rûhen intikāl itmiş ve orada kadın sûretinde bir sûret müşahede eylemiş idi de ba’dehu o sûreti dünyâ ile ta’bir buyurmuşlar idi. İmdi âlem-i misâlde görünen o sûreti dünyâ ile ta’bîr itmek lâzım gelince bir nebîye yine o âlemde görünen cennet, hûr, kusūr, (57/A) gibi eşyânın sûretlerini kendilerine münâsib birer manâ ile ta’bîr itmek ve ânların muhtemelâtından olan me’ânî-i uhrâya haml itmek ve ol bâbda şeref-nüzûl iden âyetleri de ol vechile te’vîl ve tefsir itmek dahî mümkin olur. Bunun içündür ki Resulü Ekrem “İnne li’l Kur’âni zahran ve batnan ve li-batnihi batnan ilâ seb’ati ebtunin” buyurmuşdur!
Cenâb-ı Hakk’ın sem’, basar, kudret, hayât, ve sâ’ire gibi birçok sıfatları vardır. Bunların cümlesi mezâhire zuhur itmekde bu vâsıta ile his ve idrâk olunmakdadır. Mezâhirden nazarı kat’ ile Cenâb-ı Hak bi’z-zât kendisi dahî bu sıfatları hâ’izdir. Ve bu i’tibâr ile sıfât-ı mezkûre sıfât-ı zâhiriyyeye teşbîhden beri aklın, vehmin, hayâlin id-râkinden müte’âlîdir. Sıfât-ı Hak rûhâniyye olsun, cismâniyye olsun, hayvâniyye olsun, cemâdiyye olsun, semâviyye olsun, arziyye olsun, nebâtiyye olsun, hulâsa her ne olur ise olsun (57/B) bi’l-cümle eşyâda sabit ve mevcûddur. Ezcümle hayât sıfatiyle cümle eşya' hayât bulmakda, kelâm sıfatıyla da her şey ânı tesbîh ve takdîs eylemekdedir!
İnsânın sem’i, basarı ve sa'ir kuvâ-yı zâhiriyye ve bâtıniyyesi hep “Hakk’dan ibâretdir. Bunu nevâfil ile kesb-i kurbet idenlere tahfife sebeb ise ma’rifet-i kâmilenin ânlarda husulüdür. Ya’nî envâ’-i nevâfil ile bi’l-iştigâl Cenâb-ı Hakk’a tekarrüb idenler kendi kuvâ-yi zahire ve bâtınalarının hep Hakk’dan ibaret olduklarına ilm ve ma’rifet hâsıl ettikleri ve nevâfil ile iştigâl itmiyenlar ise bu hakîkatden gafil bulundukları içün hadîs-i kudsîde: “Envâ’-i nevâfil ile bana takarrüb idenin sem’i, basarı, eli, hep ben olurum” buyurulmuş ve başkaları bu hükümden istisna idilmişdir. ‘İlmiyle âmil olmayan, câhil addolunarak zümre-i cühelaya ilhak olunduğu gibi!
İ’tikādın ihtilâfıyle te’sîr-i me’âsî dahî ihtilâf iderek (58/A) bir âsî kendi itikadına göre muamele olunur. Nitekim “Ene inde zanne abdî bî” hadîs-i kudsîsi dahî buna delâlet ider. İşte elem, tenâ’um, azâb, derekât, lezzât, derecât hep bu asla teferru’ eyler.
Binâen-aleyh ba’zı şahsın mu’azzeb ve müte ellim olmasına sebeb olan bir fiil diğer şahsın mütena’îm ve mütelezziz olmasına sebeb olur. Kezâlik te’sîr-i rü’yâ dahî bi-hasebi’l-i’tikād tefâvüt ve ihtilâf eyler. Ayni rü’yâ hasebe’l-i’tikād bir müslim hakkında sû-i te’sîr itdiği halde bir Nasrânî hakkında hüsn-i te’sîr ider. Aks-i kaziyye de bunu îcâb eyler!
“Sekizyüzon” senesinde saferü’l-hayr’in bir gicesinde idi. Şiddetli bir hastalığa dûçâr oldum. O derece ki hayâtumdan kat-i ümîd itdim. Ve hemân mâsivâdan bi’l-külliye sarf-ı nazar iderek Hakk'a teveccüh eyledim. Derûn-i dilden: “Yâ Rab! Bu hastalıklarını alacak mısın?” deyü niyaz itdim. Bunun üzerine hiçbir sûret müşahede itmeksizin Hakk Teâlâ’nın: (58/B) “Ben seni bu hastalıkdan halâs ideceğim” dediğini işitdim. Ve hemân kendime gelüb vücûdumda âlâm ve ıztırâbdan eser kalmadığını hisseyledim, derhâl kemâl-i beşâşetle kalkub oturdum! Allah şâfi-i hakîkîdir.
Akıl ve nazar tarikiyle iştigâl, insân içün bir ikāl(bağ) ve bir hicâbdır. Zîrâ kuvve-i müfekkire vehim ve hayâl ile mahlut ve memzûc olduğundan bir insân fikir ve nazar tarikiyle uğraşdıkça bu iki kuvvetin kendisine tasallutundan halâs olamaz. Ve binâen-aleyh bu tarîk ile eşyâyı bi-hakkın bilemez. Mütekellimînin mesâilden bir meseleye fikir ve nazar tarikiyle ilim hâsıl ve ânın üzerine karar verdikden bir müddet sonra kendisine o meselenin hilafı zuhur iderek ândan rücû itmeleri dahî müdde'amızı isbât ider! Hâsılı, nazar ve fikr ile iştigâl i’tibâriyle akla i’timâd yokdur. Çünki karîbandan beyân olunduğu vechile vehim ve hayâl âna tasallut (59/A) itdiğinden bu hâl ânı idrâkât-ı sâfiyye’den ve bir şeyin hakikatini lâyikıyle keşf ve izhârdan men ider. Bu maksadı biraz da şöyle îzâh idelim.
Akılda iki cihet vardır: Birisi “Fikir” ve “Nazar” tarikiyle eşyâyı idrâk; diğeri de “Tasfiy-ye-i bâtın” ile bir şeyi “keşf” ve “izhâr”dır. Aklın bi-tarîki’l-keşf bir şeyi idrâki, etemm ve hatâdan eb’ad (uzak) olub, bi-tarîki’n-nazar idrâki ise hâyâlât-ı vefîre (çok) ve hatâyâ-yı kesîre ile mahlut (karışık -halt) ve memzûcdur. Halbuki tarîk-i keşf ancak tasfiyye ve teveccüh ve enbiyâya ittiba ile hâsıldır. Binâen-aleyh bunlardan hâlî olan fikir ve nazar tarîki, insân içün mûcib-i hacâlet ve dalâletdir.
Öyle ise riyâzetde mücâhedede hep enbiyâya ittibâ itmek, fikir ve nazar ile iştigâli i’tibâriyle akla ittibâ’ı terk eylemek her âkile ve her sâlike evlâ ve elyakdır. Tâ ki hakikat kendisine tecellî eylesün de hakâyık-ı eşyâyı hakkıyle bi’l-idrâk, aklı kedürât ve evham ve hayâlâtdan masun ve mahfuz kalub Cenâb-ı Hakk’ı lâyık olduğu vechile bilsün!
Birgün âlem-i manâda semâdan bir iki yıldızı elimle mess(temas) ederek ânların eczâ-i semâdan birer cüz gibi olub başlı başlarına birer şey olmadıklarını müşahede itdim. O ânda hatırıma şu geldi; tavus kuşunun kanadındaki altun gibi şeyler başlı başına birer cüz olmayub belki o kanad eczasından oldukları ve şu kadar ki, bu cihetle bunların eczâ-i saireye mugayir bulundukları gibi bu kevkebler de ayrı ayrı birer şey değil belki eczâ-i semâdan olub yalnız beyazlık gibi kırmızılık gibi birtakım elvân-ı muhtelife ile eczâ-i sâ’ireden temeyyüz etmişlerdir. Kevâkibin hadd-i zâtında böyle olmaları da muhtemeldir. Bu hâl bazı elmalarda dahî müşahede olunur. Zîrâ bir elmanın bazı mahalleri kırmızı ve diğer mahalleri ise bu renkden hâli olduğu kesîrü’l-vukû’dur. Halbuki kırmızı rengi ha'iz olan cüz başlı başına bir şey değil belki eczâ-i sâ’ire gibi o elmadan bir cüzdür. Şu kadarki haiz olduğu kırmızı renk ile eczâ-i sâ’ireden temeyyüz eylemişdir. İşte kevâkibin de (60/A) semâya nisbetle böyle olmasına hiçbir ma’nî yokdur!
Her şey’in evveline “dünyâ” ve akıbetine de “âhiret” tesmiye olunur. Meselâ zinâ, şarâb ve hamr gibi şeyler ile evvelâ bir nev-i lezzet husule gelîr ba’dehu bu lezzet ve meserreti bir fezâhat, bir nedamet ta’kîb ider ki işte o lezzete “Dünyâ” ve o nedamet ve fezâhata da “Âhiret” nâmı virilür. Halbuki bunların her ikisi de şu âlemde vâki’ olur. Bi’l-cümle ef’âli ve ânları ta’kîb iden âsâr ve netâyic-i sâ’ireyi de buna kıyâs eyle!
“Sekizyüz onsekiz” senesinde cemâziye’l-âhîr’in aşr-ı evvelinde Perşembe gicesinde âlem-i manâda Muhyiddîn-i Arabi’yi gördüm. Bana didi ki; “Şeytânı bu âlemden atmak istedim ve atdım. Şimdi bu âlemde şeytân kalmadı (60/B) yalnız ba’zı âsârı kaldı." Ba’dehu bu rü’yâyı ashabımdan bazılarına hikâye itdim ve bunu hıfz idüb suâl ettiğim zaman bana hikâye eylemelerini kendilerine ekîden(kesinlikle) tenbîh eyledim. Allâh’ü a’lem bunun te’vîli şudur. Şeytân insândaki kuvve-i vâhimeye; Muhyiddîn’in ânı bu âlemden atmış olması da tesânîf ve te’lîfât-ı kesîresiyle o kuvvetin hemân bi’l-külliye denilecek kadar hükmünü izâle ve yerine tevhîd-i sırfî ikāme eylemiş olmasına ve ândan bazı âsârın bekası da o kuvvetin bazı kimselerde hâlâ hüküm-fermâ olmasına işâretdir.
Bu rü’yânın bana zuhuru da o günlerde “Fusûs” müzakeresiyle meşgul bulunduğuma mebnî’dir. Yine bir gün âlem-i manâda birisinin bir bağçede zikrullâh ile meşgul olduğunu gördüm. Uykudan uyanınca yanımda bir müridin Allah‘ı zikr eylediğini müşahede itdim ve bunun üzerine: “Men ehabbe en yertâdâ riyâda’l-cenneti fel yüksur zikrullâhi Te’âlâ” hadîs-i şerifinin hakikatine kat’iyyen hükm eyledim. Çünki bu hadîsin meali Allâh'ı çok zikr iden bir kimsenin (61/A) cennet bağçelerinden bir bağçeye mâlik olacağını ifâdeden ibaret olub, zuhur iden şu vak’a-i nevmiyye ise bu hakikati bana ay-nen gösterdi!
Allah Teâlâ Hazretlerini çok zikr itmek miftâh-ı cümle-i kemâlâtdır. Zîrâ bi’l-cümle kemâlât Allâh’dan olub âna takarrüb ise ancak devâm-ı zikr ile hâsıldır. Çünki “Men ehâbbe şey’en eksere zikrâ” hadîs-i şerifi mantûk-i âlîsince zikr-i kesîr muhabbeti, muhabbet de kurbeti îrâs(irs) ider. Fi’l-vâki muhâbbetu’llâh zikirden başka bir şeyle hâsıl olmaz. Zîrâ Hak Te’âlâ rü’yet-i basar ile idrâk idilemez ki gözümüz ile ânı görelim de o vâsıta ile âna muhabbet idelim, bâtında başka bir şey ile meşgul olur ise bu hâlde ayn-i basiret ile de idrâk idilemez. Ve binâen-aleyh artık âna muhabbete imkân bulunamaz. Bunun içündür ki ibtidâ-yi emr de sâlik ile Allah arasında ülfet ve münâsibet gayet suûbetlidir (zordur). Celb-i ülfet ve tahsîl-i münâsebet (61/B) içün Allah’ı tezekkür ve tahayyül lâzım gelür. Ve bu da ancak “Zikr-i da'imî” ile husûl-pezîr olur. İşte buna binâen Hakk Te’âlâ Hazretleri “Üzküru'llâhe zikran kesîrâ”(Ahzâb-41) ve “kezikriküm âbâ'uküm”(Bakara-200) âyetleriyle ibâdette tarîk-i zikri talîm itmiş ve bununla dahî ânlara re’fet ve şefkatini izhâr eylemişdir.
Fî’l-vâki’ bir sâlik zikre devam ettikde bu zikr ânın bâtınına sirayet eyler. Ba’dehu kalbe vâsıl olur. Ve işte o zaman matlûb olan muhâbbetullâh dahî husule gelerek ânınla telezzüz itmeğe başlar, ândan sonra da isti’dâdına göre kendisine ebvâb-ı rahmet feth olunur.
Zikr-i dâ’imî ile telezzüz muhâbbetullâh’ın husulüne alâmet ve bu da cennetin infitâhına ve seadet-i ma’neviyyenin husulüne bir emaredir. Nitekim “Mektubun alâ bâbü’l-cenneh lâ ilahe illa’llâh” hadîs-i şerifi dahî zikirsiz Allah idrâk olunamayacağına ve ebvâb-ı Cennetin feth idilemeyeceğine işâretdir!
(62/A) Bütün âlem a’lâsiyle esfeliyle sahîhu’l mizâc bir insân gibi olub, cevf-i âlemde ve şu fezâ-yı nâ-mütenâhîde bulunan bilcümle eşyâ ve ecsâmın yekdiğerine şiddet-i irtibat ve te’sîri vardır. İşte bu âlemin nizâmına sebeb olan şey ânın şu evzâ' üzerine bulunmasıdır. Ve bunun içün “Eflâk bulundukları hayizlerden biraz irtifa veyâhud bir mikdâr inhitat itseler nizâm-ı âlem bilâ-şekk muhtell(ihlal) olur” dimişler!
Bu âlemde her şeyde iki cihet vardır. Birisi cihet-i hüsn diğeri de cihet-i kubhdur. İmdi Hakk Te’âlâ bir kuluna bir işi işletmek ister ise âna o işin o fi’ilin cihet-i hüsnünü irâ’e ider. Ve bunun üzerine o kullar da o işi işler. Kezâlik eğer Hakk Te’âlâ bir kuluna bir şey terk ittirmek diler ise âna da o şey’in cihet-i kubhunu irâ’e eyler. O kul da o işi terk eyler. İşte bu hâl esbâb-ı kemâlâtda dahî carî olduğundan Hakk Te’âlâ bir insânı derece-i kemâle îsâl itmek (62/B) ister ise âna esbâb-ı kemâldeki cihet-i hüsnü ve ezdâdındaki cihet-i kubhu irâ’e ider. Ve bunun üzerine o insân dahî esbâb-ı mezkûre ile iştigâl ve ezdâdını terk iderek maksûduna nail olur. Meselâ Zikr-i dâ’imî esbâb-ı kemâlât cümlesindendir.
İmdi Hakk Te’âlâ herhangi bir kimseyi kemâlât-i ekâbir ve derecât-i ebrâra îsâl itmek ister ise zikr-i dâ’imîdeki cihet-i hüsnü ve terkindeki cihet-i kubhu âna göstererek bu zikri kendisine sevdirir. Bunun üzerine o da zikr-i dâ’imî’ye mülâzemet ide ide nihayet bi-mennihi’l-kerîm matlûbuna vâsıl olur. Vesail-î sâ’ireyi dahî buna kıyâs eyle, herşeyin böyle iki ciheti cami' olması hiç de istib’âd(uzaksama) olunamaz. Çünki Allah buna kadir bu da büyük bir asl'a müsteniddir ki o da zerrât-ı âlemden her zerrenin câmi’ü-ezdâd olmasıdır. Zîrâ Hakk Te’âlâ Cemâl ve Celâl sıfatlarıyla her zerrede tecellî itmiş ve binâen-aleyh her zerre ve her şey bu iki sıfatın eserini haiz olmuşdur. Meâsîr ve seyyiât dahî böyle olub, ânlardaki cihet-i hüsnü görenler ânları fi’ile ve cihet-i kubhu görenler dahî ânları terke müsâra at eylerler.
İntiha.
***********
Şeyh Bedreddin birtakım kaynaklara göre Edirne civarında eski bir kaza merkezi olan Simavna'da dünyaya gelmiştir. Babası Selçuklu kadılarından İsrail b. Abdülaziz’dir. Dedesi Abdülaziz Selçuklu Sultanı III. Ala'addin Keykubat’ın kardeşinin oğlu ve aynı zamanda veziridir.
Babası Simavna’da kadı iken h. 760 / m. 1359 yılında Bedreddin Mahmud dünyaya gelir. İlk derslerini babasından alan Şeyh Bedreddin, babasının yanında hafız olur. Daha sonra babasının izniyle Edirne’ye gidip Kaplıca Medresesinde tedrisatına devam eder. Mevlana Yusuf’tan sarf, nahiv; Şâhidî’den fıkıh dersleri alır. Bu iki zattan bir süre ders aldıktan sonra tahsile devam etmek için Mısır’a gitmek üzere yola çıkar. Bir süre Konya’da kalır. Mevlana Feyzullah’tan sarf, nahiv ve ilm-i nücûm dersleri alır. Bu zat vefat edince Halep ve Şam üzerinden Kudüs’e gider. Memlüklülerin Kudüs emiri Ebû Ali el-Keşmirî ile karşılaşır. Bedreddin’in zekâsına ve ilmine hayran kalan emir, ona çok iltifat eder. Bir müddet burada kalan Bedreddin, Mescid-i Aksa’daki âlimlerin ders halkalarına katılır.
Bundan sonra Mısır’a geçer. O devirde Ezher en şaşaalı dönemlerini yaşamaktadır. Seyyid Şerif Cürcânî, Kutbuddin Râzî, Bedreddin-i Aynî gibi âlimler orada bulunmaktadır.
Şeyh Bedreddin orada ilim tahsiline devam ile Seyyid Şerif-i Cürcânî ve Mübarekşah Mantıkîden mantık tahsil eder. Bu esnada Hacca gider. Mekke'de Zeylaî'den fıkıh dersleri alır. Burada el-Keşmiri ile buluşur ve Kudüs’e giderler. Tekrar Mısır’a döner. Mısır’da Hacı Paşa ile buluşur ve Şeyh Ekmeleddin ile tanışır.
Zekâsı ve ilimlerdeki ustalığı dolayısıyla Sultan Berkok’un oğluna öğretmen tayin edilir. Bu dönemde Bedreddin kitap telifine başlar. Ukûdu’l-Cevâhir adlı esere şerh yazar. Letâifü’l-İşârât isimli fıkıh kitabını kaleme alır. Bu sırada tasavvufa temayül gösterir ve Şeyh Hüseyin Ahlatî ile tanışır.
Onun ölümü üzerine posta geçer; ancak itirazlarla karşılaşınca Mısır’ı terk eder. Kudüs, Halep ve Şam yoluyla Konya’ya gelir. Burada Somuncu Baba lakabıyla meşhur olan Hamîdüddin Aksarayî onu ziyaret eder. Oradan Germiyan ülkesine, ardından Aydın ve Tire’ye geçer. İzmir’e gelince Sakız’dan birçok papaz gelir, elinden müslüman olur.
Şeyh Bedreddin, Aydın ve Tire yolu Edirne’ye dönmek ister. Ancak beyler arasındaki çatışmalardan dolayı Kütahya’ya ve Domaniç’e gider. Bursa’dan Gelibolu yoluyla Malkara’ya gelir, oradan Edirne’ye geçer.
Fetret devrinde Musa Çelebi Edirne’de sultanlığını ilan edip, Şeyh Bedreddin’i kazaskerliğe getirir. Bedreddin, Câmiü’l-Fusûleyn adlı eserini burada kaleme alır. Üç buçuk yıl boyunca vazifesini sürdüren Şeyh bu esnada Teshîl’i yazmaya başlar.
Musa Çelebi yenilip hayatını kaybedince, Mehmet Çelebi, Şeyh Bedreddin’e aylık bağlayarak İzmir’e sürgüne gönderir. Teshîl’i burada tamamlar. Padişaha sunar ve Hacca gitmek için izin ister.
Sultan buna müsaade etmez. Bunun üzerine Şeyh gizlice İznik’ten kaçar, İsfendiyar Beyi'ne gider. Ancak Bey, Çelebi Mehmed’den korktuğu için ülkeyi terk etmesini ister ve Zağra’ya gönderir.
İran tarafına gitmek isteyen Şeyh Bedreddin’in bu isteği reddedilir. Bey razı olmaz. Kırım Hanına gemiyle yollar. Şeyh gemiye binerek Kırım’a doğru yol alır. Ancak oradaki deniz yolu Cenevizliler tarafından tutulduğu için, kaptan gemiyi Eflâk sahillerine yanaştırır. Şeyh’i burada bırakarak, gemiyi hareket ettirir.
Şeyh Bedreddin, karaya çıkınca bazı Eflâklılarca şehre götürülür.
Padişah Şeyh'in geldiğini işitince, Elvan Bey ve adamlarını, üzerine gönderir. Onlar da Şeyh'i alıp Serez’e getirirler ve bir eve hapsederler.
Selanik üzerine sefer için yola çıkan, Sultan, haberi işitince Serez’e gelir.
Serez’de Sultanın karşısına çıkarılan Şeyhe saltanat ve nebilik davasında bulunduğu şeklinde ithamlar vardı. Şeyh bunları reddeder.
Şeyhin torunu Hafız Halil, Sultanın, Şeyh'in faziletini bilmesine rağmen, onun etrafına çok mürit toplanmasından ürktüğünden, Şeyhi ortadan kaldırma kararında olduğunu yazar.
Bir kısım tarihçiler, Şeyh’in kendi fetvasını kendisi vererek kendi idamına fetvayı verdiğini, diğer bir kısım tarihçiler ise, diğer alimlerin Şeyh Bedreddin’in ilim ve tasavvuftaki ululuğu karşısında aciz kalıp onun hakkında fetva vermekten çekindikleri ve Haydar-ı Acemi adlı bilginden fetva aldığını söylerler. Ancak verilen ceza şer’î olmaktan ziyade örfî olmalıdır. Hafız Halil de şer’an Haydar-ı Acemi'nin fetva vermediğini, bu sebeple insaf sahibi biri olduğunu yazmaktadır.
Neticede h. 818’de idam edilmiştir.
Eserleri:
1.         Letâifü’l-İşârât
2.         Teshil
3.         Câmiû’l-Fusûleyn
4.         Varidat
5.         Ukûdül-Cevahir Şerhi
Şeyhe en fazla hücum, Varidat adlı eserden dolayıdır. Ancak eldeki mevcut Varidat nüshalarının Şeyhe aidiyeti son derece tartışmalıdır. Zira eldeki Varidat nüshaları düzenli ve tertipli olarak kaleme alınmış bir eser manzarasını göstermemektedir. Ders notları ve şifahî olarak söylenmiş birtakım sözlerin birileri tarafından rastgele, düzensizce yazıya geçirilmesi tarzındadır, birbirinden kopuk musahabeler şeklindedir. Söylenen sözlerde konu bütünlüğü olmadığı gibi, çelişkileri de barındırmaktadır. Daha çok vecize tarzındadır. Zaten mevcut Vâridât’ın ortaya çıkışı 16. yy başlarıdır. Sohbetler şeklinde olup mukaddime ve hatimesi yoktur. Bazı kimselerce notlar şeklinde derlenip tasnif edilmiş olduğu görülmektedir. Mevcut nüshanın onun kaleminden çıkmadığı anlaşılmaktadır. Belki de farklı bir Varidat nüshası bile olabilir. (M. Yüksel, s. 104)
Varidat gözönüne alınırsa, Şeyh’in ibahîliğe açık meşrepli hatta batini olduğu iddiaları vardır. Bu görüşü, Aziz Mahmud Hudayî ve Sofyalı Bâlî dile getirmişlerdir. Ancak bu görüşler Şeriata aykırı inançlardır. Câmiû’l-Fusûleyn ve Teshil gibi eserlerin sahibinin, kazaskerlik yapmış birisinin bunlara inanması beklenemez.
Vâridât’ın birçok şerhi vardır. Muslihiddin Yavsî ve Muhammed Nuru’l-Arabî Şerhleri, meşhurlarındandır.
Elimizdeki eser de son Osmanlı Şeyhülislamlarından Musa Kazım Efendi’nin şerhidir. Dinî makamların en üst derecesine çıkmış bir zâtın şerhinin okuyuculara ufuk açacak bir eser olduğunu düşünmekteyiz.
M. Serhan Tayşi
(Not: Yazının internete aktarımda tashih: Umut NAYMAN)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar