YAHYA KEMAL BEYATLI VE TÜRKLÜK MESELESİ
Bu eğitimciler arasında Yahya Kemal’i en çok
etkileyen, TARİH BİLGİNİ ALBERT SOREL olur. Onun
derslerinden zevk alarak yararlanır ve Sorel’in, zaman zaman öğrencilerine
verdiği çay partilerine gider. Zamanın toplumsal bilim ve tarih konularının
tartışıldığı bu toplantılarda genel olarak Sorel konuşur, öğrenciler de ara
sıra sorular sorarak tartışmalara katılırlar. [Bu toplantılar Yahya Kemal’i
pek etkilemiş olmalı ki, o da yaşamı boyunca dostlarıyla yemek ve çay masalarında
bir araya gelerek, bir öğretmen edasıyla hep kendisi konuşmayı,
çevresindekilere daha çok kendi görüşlerini aktarmayı gelenek edinmiştir.]
“Albert Sorel, giinün birinde kendisine harikulâde bir
tesir icrâ eden [etki yapan] bir cümlesini söylemiş. Bu
Fransızca cümleyi Yahya Kemal ’in ağzından aşağı yukarı şimdi şöyle
hatırlıyorum. Zira, kırk yıl kadar devam edecek bir müddet içinde hâtırasından
Yahya Kemal 'e bir kaç defa bahsetmiştim ve kendisi de hâtırasından, Albert
Sorel’in şöyle dediğinden bahsetntişti. O, ‘Dans le
monde on n ’a pas encore decouvert des choses: lepöle dans la geographie et le
Turc dans l’histoire!', yani, ‘Dünyada daha keşfolunmamış iki meçhul var:
Bunlardan biri, coğrafyada kutup, diğeri de tarihte Türklük! ’ demiş
olacak" Hisar, 184-185).
Sorel’in düzenlediği bu toplantılarda, dönemin ileri
gelen tarihçilerinin tarihi inceleme yöntemlerini, bu konudaki yenilikleri ve
tartışma konularının neler olduğunu öğrenir.
O sıralarda Fransa’da en sıcak tartışma konularından
biri de, ulusçuluğun kaynaklan, yurt toprağının önemi, ulusun ve ulus kavramının
oluşum süreci gibi sorunlardır. Ünlü Fransa Tarihi yazarı
Michelet’den başlayıp, Fustel de Coulanges ve onun öğrencisi Camille Julian’ın
geliştirdiği “tarih içinde Fransızlığı arama” sorunsalının ilkeleri ve
yöntemleri, Yahya Kemal’in çok ilgisini çeker. Çünkü, bu dönemde Fransız
düşüncesinde, ulus kavramı ırk kavramından ayrılmış, bunun yerini toprak,
gelenek, dil ve din gibi toplumsal ve coğrafî kavramların bireşimi (terkibi)
almıştır. Bu dizge içinde din, “şeriat” yanıyla değil, yalnızca
toplumsal, halkbilimsel ve göreneksel yanıyla vardır. Genel olarak ümmetçi
niteliklerin belirlediği bir toplum ve kültür yaşamından gelen Yahya Kemal için
bu görüşler, ilginçtir. Onun, ileriki sayfalarda değineceğimiz “tarih içinde
Türklüğü arama” çabasının kökeninde de elbette bu dönemde edindiği bilgi ve
ilkeler vardır; hem eski hem de yeni biçemdeki şiirlerinin düşünsel temelini,
bu görüşe dayandıracaktır. Yahya Kemal, ne Tanzimatçıların, özellikle Şinâsi
ve Nâmık Kemal’in ileri sürdüğü “ÇEKİNGEN OSMANLI MİLLİYETÇİLİĞİ”ne ne de
sonrakilerin kozmopolitliğine bu nedenle ilgi duyar.
Fransız tarihçinin bu düşüncelerini bizim tarihimize
uyarlamayı düşünür; bunun için önce “bir başka gözle” tarihimizi öğrenmesi
gerektiği kanısına varır. Ne var ki, bu konuda yazılmış Türkçe kaynak hemen
hemen hiç yoktur. Çünkü bizim tarihçilerimizin hepsi, yalnızca olay
anlatıcısıdır; tarih deyince, kültürün, ulusun, dilin, toplumsal yaşamın vb.
değil, “padişahların ve olayların kaydı”nın anlaşılması
söz konudur. Bir başka deyişle, ulusun ve kültürün oluşumunun, bizim tarihçilerimizin
bilmediği bir tarih sorunsalı olduğunun farkına varır. Bunun nedeni, belki de,
bizim, Avrupa uluslarının geçirdiği eytişimsel (Diyalektik) gelişmeleri bilmeyişimiz,
toplumsal ve dolayısıyla tarihsel alanda, onların yaşadığı çatışmaları yaşamayışımızdır.
Bu da Osmanlı’nın toplumsal ve özellikle ekonomik alanda kendisine özgü bir
yapısı olmasından dolayıdır. O zaman, tarihimize, Sorel ve öteki tarihçilerin
yöntemini kullanarak, ama kendi geçmişimizin özgül koşullarını göz önünde
bulundurarak bakmak zorunluğu doğmaktadır. Yahya Kemal’in ilerde yapacağı da
budur.
Yahya Kemal, bu öğrenme açlığını duyunca, bir yandan
da Paris’in toplumsal yaşamına karışır, tiyatrolara, konserlere gider:
“Henry Becque 'in Parisli
Kadın ”nın üç gece sırayla görmüştük; sanat ateşimizin ne derecede olduğu
bundan anlaşılabilir. Tiyatroyu, sahne arkasında ömrünü geçiren meraklılar gibi
seviyorduk.
“Mounet-Sully, Le Bargy, Feraudy, Leloir,
Trophier, Paul Mounet, Ogne, De Max, Guitry, Geemier, Bernard, Sarah Bernardt,
Bartet, Pierre Souna, Lecomte, Berthe Cerny âdetâ rüyâlarımıza girerdi; bu
sanatkârların bilmediğimiz bir sırları kalmamıştı. Boulevard piyeslerini ve
artistlerini sevmezdik. “Comedie Française” ve “Odeon ”dan sonra, sevdiğimiz
yerler Lune Russe gibi Fransız zekâ ve zarâfetinin en hâlis ayarıyle tecellî
ettiği [göründüğü] bir “cabaret” idî' (Beyatlı, 1960:85).
Bu tiyatro gezmelerini, orada tanıştığı, Hâlid Râşid
adlı bir öğrenci arkadaşıyla birlikte yapar; İstamos adlı bir Rum ve Guy (de)
Rober de Costal adlı bir Fransız genciyle de yakın arkadaşlıklar kurar.
Dostluklarının temelinde, üçünün de şiiri sevmeleri vardır.
Bir yandan da çeşitli kütüphanelere giderek elde
edebildiği yazma ve basma yapıtları okumaya; bunları bilincine yeni vardığı
görüşle değerlendirmeye başlar; özellikle uOsmanlı
tarihini, yeni baştan, lâkin yeni bir usûlle yıl sırasıyla iyi okumaya” (Banarlı,
1960:45) yönelir. Bir Balkan taşrasından sönük bir doğu başkentine gelen ve
oradan da Paris’e “kaçan” genç Yahya Kemal’in gözleri, bu düşünce, sanat ve
bilim başkentinde kamaşacak; 1912’de Türkiye’ye döndüğünde, sudan çıkmış
balığa dönecek;
“Burada şu itirafta bulunayım ki, Fransa 'dan İstanbul
’a döndüğüm zaman, ilk manzarada, İstanbul bana köy gibi göründü. İçimde hâlâ
Paris ’e karşı bir nostalji vardı. Bir zaman bu hissin tesirinden
kurtulamadım,"
diyecektir
(Banarlı, 1960:50). Yahya Kemal’in her zaman böyle doğulu görünerek batılı
oluşunun nedeni bu göz, beyin ve ruh kamaşması olmalıdır.
Kütüphanelerde yalnız tarihle ilgili kitapları değil,
yazınla ilgili olanları da okur; özellikle Fransız şairlerinin kitaplarına,
onun için okul olacak denli tutkuyla bağlanır. (sh:25-26)
Vehbi
Eralp’ın belirttiğine göre, “On
dokuz yaşında Paris ’e ayak bastığı zaman daha çok Osmanlıcılık görüşünü
benimsemiş gibi idi; bu görüş sayesinde Osmanlı imparatorluğunun dağılmaktan
kurtulacağını ileri süren yaygın kanaate o da kapılmış görünüyordu. Ama Paris
'te meselâ bir Fransız milliyetçiliğinin, daha garibi bir Rum, bir Bulgar, bir
Sırp milliyetçiliğinin de bulunduğunu hayretle gördü. Bu milletlerden olan
kimseler orada sık sık toplanıyorlar, kendilerinin ayrı bir millet olduklarını
söylüyorlar, yazıyorlar, haykırıyorlardı. Osmanlı imparatorluğu içinde kendi
milliyetinden bahsetmeyen, bunun sözünü bile etmekten âdetâ utanarak çekinen
yalnız Türkler kalmıştı. Bu
aykırı durum, Yahya Kemal ’e bir Türk milliyetçiliğinin de bulunduğunu,
bulunması gerektiğini anlattı” (H. Vehbi Eralp, YKSD, 50). [Bugünde Kürd’ün
hakkını savunuyorum diyerek, Türk’ün hakkını görmekten kaçınanlar gibi.)
Siyasal
düşünceleri konusunda, Yahya Kemal ise şunları söylemektedir: “Bir aralık
Turancı oldum. (...) Leon Cahun ’un A l’Histoire des Peuples de Asia [Asya
Halklarının Tarihi] ismindeki eserini okumak beni Turancı yaptı. Türk ırkının
zaman ve mekân içindeki vüs’ati [genişliği] karşısında gözlerim kamaşmıştı. O
sıralarda havada böyle bir şey vardı. Fakat benim Turancılığım uzun sürmedi.
Baktım bunun bir sonu, bir neticesi olmayacak. Milliyetçiliği tahdid etmek
[sınırlandırmak] lâzım. Zaten o zamanlar, Turan’a gayr-ı müslim Türk kavimleri
de ithal ediyorlardı [katıyorlardı]. [Macarlar, Finliler gibi kavimleri Turan
çerçevesine sokanlardan biri de Mehmet Emin Yurdakul’dur], (...) İşte o
sıralarda (...) Camille Julian ’ın bir yerde tesadüf ettiğim şu cümlesi
imdadıma yetişti: “En
mille ans le sol de la France a cree le peuple français” [Fransız halkını,
binlerce yılda, Fransız toprağı yarattı]. (...) Bizi de yaratan Anadolu ve
Rumeli toprağı idi. Milliyeti zaman bakımından da tahdit etmek lâzımdı. Tarih
kitaplarını karıştırdıktan sonra kanaat getirdim ki, bu bakımdan Malazgirt
muharebesi mebde [başlangıç] olarak kabul edilebilir" (Adile Ayda,
“Neşredilmemiş Mülâkat", Cumhuriyet, 1-2 Mayıs 1958; ay bk. Yücebaş,
1962:30). Yahya Kemal’in Turancı görüşlerinin kökeninde, Ziya Gökalp’ın ilk
dönem görüşlerinin de etkisi vardır.
Eralp’ın
sözünü ettiği Osmanlıcı görüşün kökeni, Osmanlı devletinin toprak yitimlerinin
iyice arttığı dönemde başım Namık Kemal’in çektiği aydınların görüşüdür; buna
göre, İmparatorluğun yönetiminde yaşayan, azınlıkların “milliyetçilik dâvâsına” kapılmaları, çok uluslu imparatorluğun dağılmasına yol
açar. Bu nedenle onları, “Osmanlı olduklarına inandırarak, onlarda Osmanlı
bilincini uyandırarak” bu dağılmanın önüne geçilebilir. Hele Türk ulusçuluğu
gütmek felâket getirir. Bununla birlikte, dönemin, Osmanlı aydınlarının
farkında olmadıkları siyasal ve ekonomik koşulları yaratması nedeniyle, bu
görüşün hiç bir etkisi olmamıştır. Yahya Kemal’in de, düşünen bir genç insan
olarak, etkileri hâlâ sürmekte olan Osmanlıcılık görüşüne kapılmış olması
doğaldır.
Ancak,
Paris’in canlı siyasal ve kültürel ortamında, Yahya Kemal’in düşüncelerinde
köklü değişikliklerin olması da kaçınılmazdır; Fransa, özellikle Paris, o
dönemde her ülkeden siyasal muhaliflerin özgürce toplandığı, düşünce
alışverişinde bulunduğu, siyasal eylemlerini yürüttüğü, bir yandan da Fransız
sosyalistlerinin ve anarşistlerinin sık sık toplantılar ve gösteriler
düzenledikleri, zaman zaman da ürkütücü çatışmaların yaşandığı, canlı
hareketli bir kültür merkezidir. Yahya Kemal, bu coşkulu siyasal ve kültürel
havaya kendisini çabucak kaptırır. Jön Türklerin siyasal toplantılarına,
söyleşilerine katılmaya başlar; ama, Jön Türklerin, “oldukça dar kafalı”
olduklarını da düşünmektedir. Osmanlı
azınlıklarından muhalifler; Ermeniler, Rumlar, Bulgarlar yeni bir ulus yaratmak
peşinde koşarlarken,
Jön Türklerin yalnızca II. Abdülhamid’i tahttan indirerek anayasayı yürürlüğe
koymakla her şeyin düzeleceğini sanmaları, kısır çekişmelerle zaman
yitirmeleri, ona göre, tam bir aymazlıktır.
Yahya
Kemal’e göre, bütün bu bocalayışların, yanılgıların temelinde, aydınların, bir
ulusun ve o ulusun kültürünün, dilinin nasıl oluştuğu konusunda bilgisiz
olmaları yatmaktadır. Camille Julian’ın, “FRANSIZ ULUSUNU BİN YILDA FRANSIZ TOPRAĞI YARATTI”
diye özetlenen düşüncesi,
onun kafasında “vatan” [yurt] ve “vatan toprağı” kavramlarını yeniden
biçimlendirmiştir. Artık onun için yurt, Namık Kemal’in “AŞİRETTEN İMPARATORLUK
YARATAN” ataların uğruna can verdiği kutsal topraklar olmaktan öte bir
kavramdır. Bu onda, tarihimizi gerçek anlamda bilmediğimiz düşüncesini
yaratır. Turan ve Osmanlıcılık görüşlerinin, birer düşlemden başka bir şey
olmadıklarını, ulusu, dili, kültürü yaratanın, eskilerin “iklim” dedikleri
“toprak” olduğunu, bunların belirli özellikleri taşıyan yurt toprağında çok
uzun bir süreçte biçimlendiğini düşünür. Kütüphanelerde Türk tarihiyle ilgili
ne bulursa okumaya, okuduklarını kafasında tartmaya, değerlendirmeye başlar.
Amacına
ulaşmak için Selçuk ve Osmanlı yüzyıllarını, daha önceki görüş ve kuramları
göz önünde bulundurmadan, yıl yıl, o olmazsa dönem sırasıyla, olaylar
sırasıyla öğrenmesi gerektiği sonucuna varır. Okumadığı “Frenk” ve Türk
yapıtlarını ve yeni araştırmaları inceleyerek, düşlemini gerçekleştirmeye karar
verir: “İşte o zaman, kafamın içince Malazgird bir başlangıç gibi tecellî
etti. 1071'den sonra Anadolu ’ya, sonra Rumeli ’ye, daha sonra İstanbul ’a
yerleşerek yepyeni ve yaratıcı bir millet oluşumuzu hayâl meyâl görmeye
başlamıştım” (Banarlı, 1960:46). Vardığı sonuca göre Türk ulusu,
kültürü ve dili, asıl 1071’den sonra ulusal kimliğini bulmuştur. Malazgirt meydan savaşıyla
Anadolu’ya giren Türkler, bir süre sonra, artık doğudan gelen, göçebe toplum
özellikleri taşıyan insanlar olmaktan çıkarak Anadolu kokusu ve rengini
taşıyan, Türk dilini ve kültürünü yaratmışlardır. Buna, Trakya’ya geçişten sonra,
Balkan topraklarının getirdiği renk ve koku da eklenmiştir.
YAHYA KEMAL’İN
BU SONUÇTAN ÇIKARDIĞI ŞUDUR:
Kültürde,
yazında ve dilde bir devrim yapılacaksa, bu dönem sonrasının yazınının,
şiirinin ve kültürünün incelenmesi, eskiyen yanlarının ayıklanması, “kültürel
süreklilik”i sağlayan etken neyse onun anlaşılması gerekmektedir. Ona göre, bu
kültürün beşiği Anadolu ve Rumeli’dir; bu toprakların oluşturduğu kültürün de
en süzülmüş ve incelmiş biçimi İstanbul’dadır [Yahya Kemal’in İstanbul
konusunda pek çok şiir ve düzsöz yazmasının, her fırsatta İstanbul hayranlığını
ya da özlemini dile getirmesinin nedeni, kentin o zamanki güzelliği değil, ona
göre Türk kültürünün bir simgesi olmasıdır.]
Bu
konuda Yahya Kemal, “Türkçe’nin, mimârînin, müziğin, güzel hat
sanatının, kent görünümlerinin ve öteki büyük küçük sanatlarımızın ulaştıkları
gelişmenin, en çok Rûm [Anadolu] Selçukluğu Anadolu’ya geçtikten sonra ve
Osmanlı yüzyıllarında ortaya görkemli bir terkîp’i [bireşimi], Rumeli ve
İstanbul ana vatanla yekpâre bir kitle olduktan sonra, kısaca yeni yurt, yeni
koşulları içinde ulusumuza yeni bir biçim verdikten sonra ortaya çıktığını”
belirterek İstanbul Türkçesini incelemeye, dilinde bu ağıza uymayan ne varsa
ayıklamaya, dilbilgisi kuralları yerine İstanbul ağzım kullanmaya karar verir.
Bu kararının bir başka nedeni de, gerileme dönemi divan şairlerinin; ne denli
halka yaklaşmaya çalışırlarsa çalışsınlar bunu başaramayan Tanzimatçıların;
zaten halka değil kendilerine yönelik bir dille yapıt veren Edebiyat-ı
Cedîdecilerin; yazım ve şiiri makale gibi gören Ziya Gökalp, Mehmet Emin gibi
Türkçülerin; Ahmet Hâşim gibi saf şiiri bulmak için kendi içine
kapanarak köklerinden kopan şairlerin kesintiye uğrattıkları “gerçek Türk
şiiri”nin dilini, edasını, deyişini bulmak düşüncesidir. Bu nedenle Ziya
Gökalp’ın düşüncelerinden de uzaklaşır.
Ona
göre, ulusun oluşumunda temel olan “TOPRAK BİRLİĞİ”dir. Toprak, üzerinde yaşayan insanları biçimlendirir.
Dil, din, halkbilim, tarih gibi ulusal özellikleri yaratan öğeler bu
biçimlendirmenin sonucunda oluşurlar. Bundan dolayı, Türk ulusunu ortaya
çıkaran etmenin, Anadolu ve Rumeli topraklarının “terkîb”i [bireşimi] olduğunu
belirtir. Bu terim, Yahya Kemal’in tarih görüşünün sihirli sözcüklerinden
biridir ve onun neden yeni Türk yazınının [yaklaşık XVIII. yüzyılın ikinci
yarısından 1910’lara dek] gerçek anlamda Türk yazını olmadığını düşündüğünü de
açıklar. Dil ve halkbilim, bu nedenle başka Türk asıllı halkların dilinden ve
halkbiliminden; din, bu nedenle başka Müslüman ümmetlerin
Müslümanlığından [Yahya Kemal bu konuda, Müslümanlıkta domuz etinin ve
içkinin yasak olmasına karşın, Türklerin kendi Müslümanlık anlayışlarına göre,
domuz eti yemediklerini ama içki içmeyi de sevdiklerini söyler]; uygarlık, bu
nedenle başka ulusların uygarlık anlayışından farklıdır; bu farkları oluşturan
etmenler de, “ulusal özellikler" diye adlandırılır. Yine bu
nedenle, Yahya Kemal’e göre, yüzyılın dönümünde Ziya Gökalp’ın Türkçülüğü
[Kurtuluş savaşından önce, bu Türkçülük enikonu Turancılıktır]; Mehmet Akif’in
İslamcılığı [Âkif, sonuna dek, İslamlığın aslına, yani “asr-ı saâdet”e
dönülmesini savunur] ve Prens Sabahattin’in Batıcılığı başarıya ulaşamamıştır:
“Divan, Arab’ı meşketti; bu onun kaderi idi. Tanzimat ve Edebiyat-ı
Cedide, Frenk ’i meşketti. Onun gücü de ancak buna yetiyordu. Divan, isterdi ki
ve özenirdi ki, eseri Acem ’e benzesin ve şimdikiler özeniyor ki, eserleri hiç
bir şeye benzemesin” (YKSD, 38). Bu görüşleri birbiriyle
bağdaştırmaya çalışan İttihat ve Terakki politikalarının başarısız olmasının
nedeni de budur; bu görüşlerin ortak yanları, çözümü Anadolu uluslaşma süreci
dışında aramalarıdır. Bununla birlikte, Türk toplumunun evrimleşmesinde, yani
Yahya Kemal’in “terkîb” dediği oluşumda, bütün bu görüşlerin etkisi olmamıştır
denemez. (sh:32-36)
ZAMANDİZİM
(Yahya Kemal’in kendi anlatımı olanlar ve [Banarlı, 1960:130-134
ekleriyle ]):
1884’te doğdu (2 Aralık).
1889 Yeni Mektep’e girdi.
1892 Mekteb-i Edeb ’e
kaydolundum.
1897’de âilem Selânik’e nakletti. Annemin teverrümü, sonra ölümü,
ilk dile teşekkülümüzün bozulması ve benim mukadderatımdaki istikamet bu
senedendir.
1898 Karşıyaka 'da ikamet.
Pederimin izdivâcı.
1899 Üsküp 'teki eski eve
nakil. Benim Rufâî dergâhına devâmım.
1901 İlk şiiri İstanbul’da
bir dergide yayımlandı.
1902 [Nisan] İstanbul’a
gönderildiğim sene. -1903 İstanbul’da (Fazlıpaşa, Sirkeci, Sarı Yar [Sarıyer],
Kadıköyü).
1903 [Ağustos] Paris’e
firar. - 1912 Muttariden Paris’te (Gidip gelişlerim: Londra ’ya, Cenevre ’ye,
Bolonya 'ya, Bretannya ’ya)
1904 Science Politiques
Mektebi’ne kaydolunuşum.
1906 Londra ’ya, Belçika
’ya seyâhat. Londra’da Abdülhak Hâmid’i ziyaret.
1909 Biraz refah.
Pederimin Paris ’e gelişi.
1910 İsviçre 'de seyâhat.
1911 Bretanya ’ya seyâhat.
1912 İstanbul’a avdet. Tevfik Fikret’le tanışma.
-1922 Muttariden İstanbul (Sofya, Filibe)
1913 Dârüşşafaka 'da
muallimlik. Basında ilk dözsöz yazısının yayımlanması.
1914 Medreset-ül-Vâ’ızîn’de
ders vekâleti. Eyüp Rüşdiyesi’nde öğretmenlik.
1916 Dârülfünûn
Müderrisliğine intihâbım. Aşkım.
1918 Paris’ten döndükten
sonra ilk şiirlerinin “Bulunmuş Sâhife- ler" genel başlığıyla yayımlanışı.
1919 Aşkımın hâtimesi
[bitişi].
1920-1921 Büyük Mecmua’da yazılar.
1921 Bulgaristan ’a
seyâhat. Dergâh dergisinin yayımlanması.
1922 Atatürk’ü Bursa’da
ziyaret. Ankara’ya gidiş. Lozan Konferansı ’na iştirak
1923 Mebus intihâb edildim
[Urfa], -1925 Ankara (İstanbul, Adana, Payas, Dörtyol, Paris, Versay, Viyana,
Budapeşte, Nis ve Côte d’Azur).
1925 Suriye sınırının
düzeltilmesi için kurulan kurula üyelik.
1926 Varşova ortaelçiliği.
1926-1929 Muttariden Varşova (Bükreş, Danzig, Gdyna, Berlin,
Leipzig, Viyana, Tuna, Sofya, İstanbul)
1929 Kötü tâlihle geçmiş
bu hazîn senemde: Varşova'dan Prag ’a, oradan Cenevre'ye, Lozan’a, Bern’e.
Madrid elçiliğine oradan gittim. İspanya içinde geziler.
1930 Madrid ortaelçiliği.
1930 İki defa Paris’de, bir defa Bern’e. Oradan Floransa, Roma,
Napoli. Cebelitarık ve Elcezîre’ye gezi.
1932 Madrid elçiliğinden
çekildim [Mart], Paris’e geldim.
1933 İki kez Cenevre’ye,
bir defa Lozan’a, Bern’e, Hamburg’a. Yıl sonunda Bükreş. Aralık’ta Hamdullah
Suphi ile birlikte Karadeniz yoluyla İstanbul’a, oradan da Ankara’ya.
1934 Yozgat
milletvekilliği - Tekirdağ milletvekilliği.
1939 Atina’ya, Kahire’ye. Diyarbekir, Kayseri, Malatya, Adana,
Mersin. Savaş başlayacağı sırada Erzurum hattının açılışına katıldım. Erzurum
ve Sivas.
1941-1946 Park Otel’de, 75 numarada yaşadım. İzmir’e.
1945 İstanbul
milletvekili.
1946 Mebus çıktığım vakit
de Ankara'ya gittim. Ankarapalas’ta kaldım. Üç ay sonra İsmet Paşa seçimi iptal
edince yapılan yeni seçime de girdi ama yitirdi.
1947 Karaçi elçiliğine
atandı. Emeklilik işlemlerinin başlaması.
1948 Elçilik görevine başladı.
1955 Hastalandı ve Roma’da sağaltım gördü.
1957 Hastalığı yineledi.
1958 Ekim’de Cerrahpaşa
Hastanesi’e yatırıldı; 1 Kasım’da Hakk’a yürüdü.
Yahya Kemal’in mezar taşma, vasiyetine uyularak,
kendisinin en iyi şiirlerinden kabul ettiği Rindlerin Ölümü’nün ikinci
kıtası yazılır:
Ölüm
âsûde bahar ülkesidir bir rinde,
Ruhu her
yerde bir buhurdan gibi yıllarca tüter;
Ve serin
serviler altında kalan kabrinde
Her
seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter
Yahya Kemal Beyatlı 2 Aralık 1884 - 1 Kasım 1958
Kaynak:
Kemal BEK, Yahya Kemal Beyatlı,
Yaşam Öyküsü ve Yapıtlarını Okuma Kılavuzu, Tarih ve Özne 1 Araştırma, 2001,
İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder