Print Friendly and PDF

YAHYA KEMAL BEYATLI VE TÜRKLÜK MESELESİ



Bu eğitimciler arasında Yahya Kemal’i en çok etkileyen, TARİH BİLGİNİ ALBERT SOREL olur. Onun derslerinden zevk alarak yararlanır ve Sorel’in, zaman zaman öğrencilerine verdiği çay partilerine gider. Zamanın toplumsal bilim ve tarih konularının tartışıldığı bu toplantı­larda genel olarak Sorel konuşur, öğrenciler de ara sıra sorular sora­rak tartışmalara katılırlar. [Bu toplantılar Yahya Kemal’i pek etkile­miş olmalı ki, o da yaşamı boyunca dostlarıyla yemek ve çay masala­rında bir araya gelerek, bir öğretmen edasıyla hep kendisi konuşma­yı, çevresindekilere daha çok kendi görüşlerini aktarmayı gelenek edinmiştir.]
“Albert Sorel, giinün birinde kendisine harikulâde bir tesir icrâ eden [etki yapan] bir cümlesini söylemiş. Bu Fransızca cümleyi Yahya Kemal ’in ağzından aşağı yukarı şimdi şöyle hatırlıyorum. Zi­ra, kırk yıl kadar devam edecek bir müddet içinde hâtırasından Yah­ya Kemal 'e bir kaç defa bahsetmiştim ve kendisi de hâtırasından, Albert Sorel’in şöyle dediğinden bahsetntişti. O, ‘Dans le monde on n ’a pas encore decouvert des choses: lepöle dans la geographie et le Turc dans l’histoire!', yani, ‘Dünyada daha keşfolunmamış iki meç­hul var: Bunlardan biri, coğrafyada kutup, diğeri de tarihte Türk­lük! ’ demiş olacak" Hisar, 184-185).
Sorel’in düzenlediği bu toplantılarda, dönemin ileri gelen tarih­çilerinin tarihi inceleme yöntemlerini, bu konudaki yenilikleri ve tar­tışma konularının neler olduğunu öğrenir.
O sıralarda Fransa’da en sıcak tartışma konularından biri de, ulusçuluğun kaynaklan, yurt toprağının önemi, ulusun ve ulus kavra­mının oluşum süreci gibi sorunlardır. Ünlü Fransa Tarihi yazarı Michelet’den başlayıp, Fustel de Coulanges ve onun öğrencisi Camille Julian’ın geliştirdiği “tarih içinde Fransızlığı arama” sorunsalının il­keleri ve yöntemleri, Yahya Kemal’in çok ilgisini çeker. Çünkü, bu dönemde Fransız düşüncesinde, ulus kavramı ırk kavramından ayrıl­mış, bunun yerini toprak, gelenek, dil ve din gibi toplumsal ve coğrafî kavramların bireşimi (terkibi) almıştır. Bu dizge içinde din, “şeriat” yanıyla değil, yalnızca toplumsal, halkbilimsel ve göreneksel yanıyla vardır. Genel olarak ümmetçi niteliklerin belirlediği bir toplum ve kültür yaşamından gelen Yahya Kemal için bu görüşler, ilginçtir. Onun, ileriki sayfalarda değineceğimiz “tarih içinde Türklüğü arama” çabasının kökeninde de elbette bu dönemde edindiği bilgi ve ilkeler vardır; hem eski hem de yeni biçemdeki şiirlerinin düşünsel temelini, bu görüşe dayandıracaktır. Yahya Kemal, ne Tanzimatçıların, özel­likle Şinâsi ve Nâmık Kemal’in ileri sürdüğü “ÇEKİNGEN OSMANLI MİLLİYETÇİLİĞİ”ne ne de sonrakilerin kozmopolitliğine bu nedenle ilgi du­yar.
Fransız tarihçinin bu düşüncelerini bizim tarihimize uyarlama­yı düşünür; bunun için önce “bir başka gözle” tarihimizi öğrenmesi gerektiği kanısına varır. Ne var ki, bu konuda yazılmış Türkçe kay­nak hemen hemen hiç yoktur. Çünkü bizim tarihçilerimizin hepsi, yalnızca olay anlatıcısıdır; tarih deyince, kültürün, ulusun, dilin, top­lumsal yaşamın vb. değil, “padişahların ve olayların kaydı”nın anla­şılması söz konudur. Bir başka deyişle, ulusun ve kültürün oluşumu­nun, bizim tarihçilerimizin bilmediği bir tarih sorunsalı olduğunun farkına varır. Bunun nedeni, belki de, bizim, Avrupa uluslarının ge­çirdiği eytişimsel     (Diyalektik) gelişmeleri bilmeyişimiz, toplumsal ve dolayısıyla tarihsel alanda, onların yaşadığı çatışmaları yaşamayışımızdır. Bu da Osmanlı’nın toplumsal ve özellikle ekonomik alanda kendisine özgü bir yapısı olmasından dolayıdır. O zaman, tarihimize, Sorel ve öteki tarihçilerin yöntemini kullanarak, ama kendi geçmişimizin özgül ko­şullarını göz önünde bulundurarak bakmak zorunluğu doğmaktadır. Yahya Kemal’in ilerde yapacağı da budur.
Yahya Kemal, bu öğrenme açlığını duyunca, bir yandan da Pa­ris’in toplumsal yaşamına karışır, tiyatrolara, konserlere gider:
“Henry Becque 'in Parisli Kadın ”nın üç gece sırayla görmüştük; sanat ateşimizin ne derecede olduğu bundan anlaşılabilir. Tiyatroyu, sahne arkasında ömrünü geçiren meraklılar gibi seviyorduk.
Mounet-Sully, Le Bargy, Feraudy, Leloir, Trophier, Paul Mounet, Ogne, De Max, Guitry, Geemier, Bernard, Sarah Bernardt, Bartet, Pierre Souna, Lecomte, Berthe Cerny âdetâ rüyâlarımıza girer­di; bu sanatkârların bilmediğimiz bir sırları kalmamıştı. Boulevard piyeslerini ve artistlerini sevmezdik. “Comedie Française” ve “Odeon ”dan sonra, sevdiğimiz yerler Lune Russe gibi Fransız zekâ ve zarâfetinin en hâlis ayarıyle tecellî ettiği [göründüğü] bir “cabaret” idî' (Beyatlı, 1960:85).
Bu tiyatro gezmelerini, orada tanıştığı, Hâlid Râşid adlı bir öğ­renci arkadaşıyla birlikte yapar; İstamos adlı bir Rum ve Guy (de) Rober de Costal adlı bir Fransız genciyle de yakın arkadaşlıklar ku­rar. Dostluklarının temelinde, üçünün de şiiri sevmeleri vardır.
Bir yandan da çeşitli kütüphanelere giderek elde edebildiği yaz­ma ve basma yapıtları okumaya; bunları bilincine yeni vardığı görüş­le değerlendirmeye başlar; özellikle uOsmanlı tarihini, yeni baştan, lâkin yeni bir usûlle yıl sırasıyla iyi okumaya(Banarlı, 1960:45) yönelir. Bir Balkan taşrasından sönük bir doğu başkentine gelen ve oradan da Paris’e “kaçan” genç Yahya Kemal’in gözleri, bu düşünce, sanat ve bilim başkentinde kamaşacak; 1912’de Türkiye’ye döndü­ğünde, sudan çıkmış balığa dönecek;
Burada şu itirafta bulunayım ki, Fransa 'dan İstanbul ’a döndüğüm zaman, ilk manzarada, İstan­bul bana köy gibi göründü. İçimde hâlâ Paris ’e karşı bir nostalji vardı. Bir zaman bu hissin tesirinden kurtulamadım,"
 diyecektir (Banarlı, 1960:50). Yahya Kemal’in her zaman böyle doğulu görünerek batılı oluşunun nedeni bu göz, beyin ve ruh kamaşması olmalıdır.
Kütüphanelerde yalnız tarihle ilgili kitapları değil, yazınla ilgili olanları da okur; özellikle Fransız şairlerinin kitaplarına, onun için okul olacak denli tutkuyla bağlanır. (sh:25-26)
Vehbi Eralp’ın belirttiğine göre, “On dokuz yaşında Paris ’e ayak bastığı zaman daha çok Osmanlıcılık görüşünü benimsemiş gibi idi; bu görüş sayesinde Osmanlı imparatorluğunun dağılmaktan kurtula­cağını ileri süren yaygın kanaate o da kapılmış görünüyordu. Ama Pa­ris 'te meselâ bir Fransız milliyetçiliğinin, daha garibi bir Rum, bir Bulgar, bir Sırp milliyetçiliğinin de bulunduğunu hayretle gördü. Bu milletlerden olan kimseler orada sık sık toplanıyorlar, kendilerinin ay­rı bir millet olduklarını söylüyorlar, yazıyorlar, haykırıyorlardı. Osmanlı imparatorluğu içinde kendi milliyetinden bahsetmeyen, bunun sözünü bile etmekten âdetâ utanarak çekinen yalnız Türkler kalmıştı. Bu aykırı durum, Yahya Kemal ’e bir Türk milliyetçiliğinin de bulundu­ğunu, bulunması gerektiğini anlattı” (H. Vehbi Eralp, YKSD, 50). [Bugünde Kürd’ün hakkını savunuyorum diyerek, Türk’ün hakkını görmekten kaçınanlar gibi.)
Si­yasal düşünceleri konusunda, Yahya Kemal ise şunları söylemektedir: “Bir aralık Turancı oldum. (...) Leon Cahun ’un A l’Histoire des Peuples de Asia [Asya Halklarının Tarihi] ismindeki eserini okumak beni Turancı yaptı. Türk ırkının zaman ve mekân içindeki vüs’ati [genişliği] karşısında gözlerim kamaşmıştı. O sıralarda havada böyle bir şey var­dı. Fakat benim Turancılığım uzun sürmedi. Baktım bunun bir sonu, bir neticesi olmayacak. Milliyetçiliği tahdid etmek [sınırlandırmak] lâ­zım. Zaten o zamanlar, Turan’a gayr-ı müslim Türk kavimleri de ithal ediyorlardı [katıyorlardı]. [Macarlar, Finliler gibi kavimleri Turan çer­çevesine sokanlardan biri de Mehmet Emin Yurdakul’dur], (...) İşte o sıralarda (...) Camille Julian ’ın bir yerde tesadüf ettiğim şu cümlesi imdadıma yetişti: “En mille ans le sol de la France a cree le peuple français” [Fransız halkını, binlerce yılda, Fransız toprağı yarattı]. (...) Bizi de yaratan Anadolu ve Rumeli toprağı idi. Milliyeti zaman bakı­mından da tahdit etmek lâzımdı. Tarih kitaplarını karıştırdıktan sonra kanaat getirdim ki, bu bakımdan Malazgirt muharebesi mebde [baş­langıç] olarak kabul edilebilir" (Adile Ayda, “Neşredilmemiş Mülâkat", Cumhuriyet, 1-2 Mayıs 1958; ay bk. Yücebaş, 1962:30). Yahya Kemal’in Turancı görüşlerinin kökeninde, Ziya Gökalp’ın ilk dönem görüşlerinin de etkisi vardır.
Eralp’ın sözünü ettiği Osmanlıcı görüşün kökeni, Osmanlı dev­letinin toprak yitimlerinin iyice arttığı dönemde başım Namık Ke­mal’in çektiği aydınların görüşüdür; buna göre, İmparatorluğun yö­netiminde yaşayan, azınlıkların “milliyetçilik dâvâsına” kapılmaları, çok uluslu imparatorluğun dağılmasına yol açar. Bu nedenle onları, “Osmanlı olduklarına inandırarak, onlarda Osmanlı bilincini uyandı­rarak” bu dağılmanın önüne geçilebilir. Hele Türk ulusçuluğu güt­mek felâket getirir. Bununla birlikte, dönemin, Osmanlı aydınlarının farkında olmadıkları siyasal ve ekonomik koşulları yaratması nede­niyle, bu görüşün hiç bir etkisi olmamıştır. Yahya Kemal’in de, düşünen bir genç insan olarak, etkileri hâlâ sürmekte olan Osmanlıcılık görüşüne kapılmış olması doğaldır.
Ancak, Paris’in canlı siyasal ve kültürel ortamında, Yahya Ke­mal’in düşüncelerinde köklü değişikliklerin olması da kaçınılmaz­dır; Fransa, özellikle Paris, o dönemde her ülkeden siyasal muhalifle­rin özgürce toplandığı, düşünce alışverişinde bulunduğu, siyasal ey­lemlerini yürüttüğü, bir yandan da Fransız sosyalistlerinin ve anarşistlerinin sık sık toplantılar ve gösteriler düzenledikleri, zaman za­man da ürkütücü çatışmaların yaşandığı, canlı hareketli bir kültür merkezidir. Yahya Kemal, bu coşkulu siyasal ve kültürel havaya ken­disini çabucak kaptırır. Jön Türklerin siyasal toplantılarına, söyleşi­lerine katılmaya başlar; ama, Jön Türklerin, “oldukça dar kafalı” olduklarını da düşünmektedir. Osmanlı azınlıklarından muhalifler; Ermeniler, Rumlar, Bulgarlar yeni bir ulus yaratmak peşinde koşar­larken, Jön Türklerin yalnızca II. Abdülhamid’i tahttan indirerek ana­yasayı yürürlüğe koymakla her şeyin düzeleceğini sanmaları, kısır çekişmelerle zaman yitirmeleri, ona göre, tam bir aymazlıktır.
Yahya Kemal’e göre, bütün bu bocalayışların, yanılgıların teme­linde, aydınların, bir ulusun ve o ulusun kültürünün, dilinin nasıl oluş­tuğu konusunda bilgisiz olmaları yatmaktadır. Camille Julian’ın, “FRAN­SIZ ULUSUNU BİN YILDA FRANSIZ TOPRAĞI YARATTI” diye özetlenen düşüncesi, onun kafasında “vatan” [yurt] ve “vatan toprağı” kavramlarını yeniden biçimlendirmiştir. Artık onun için yurt, Namık Kemal’in “AŞİRETTEN İM­PARATORLUK YARATAN” ataların uğruna can verdiği kutsal topraklar olmak­tan öte bir kavramdır. Bu onda, tarihimizi gerçek anlamda bilmediği­miz düşüncesini yaratır. Turan ve Osmanlıcılık görüşlerinin, birer düş­lemden başka bir şey olmadıklarını, ulusu, dili, kültürü yaratanın, eski­lerin “iklim” dedikleri “toprak” olduğunu, bunların belirli özellikleri taşıyan yurt toprağında çok uzun bir süreçte biçimlendiğini düşünür. Kütüphanelerde Türk tarihiyle ilgili ne bulursa okumaya, okuduklarını kafasında tartmaya, değerlendirmeye başlar.
Amacına ulaşmak için Selçuk ve Osmanlı yüzyıllarını, daha ön­ceki görüş ve kuramları göz önünde bulundurmadan, yıl yıl, o olmaz­sa dönem sırasıyla, olaylar sırasıyla öğrenmesi gerektiği sonucuna varır. Okumadığı “Frenk” ve Türk yapıtlarını ve yeni araştırmaları inceleyerek, düşlemini gerçekleştirmeye karar verir: “İşte o zaman, kafamın içince Malazgird bir başlangıç gibi tecellî etti. 1071'den sonra Anadolu ’ya, sonra Rumeli ’ye, daha sonra İstanbul ’a yerleşe­rek yepyeni ve yaratıcı bir millet oluşumuzu hayâl meyâl görmeye başlamıştım(Banarlı, 1960:46). Vardığı sonuca göre Türk ulusu, kültürü ve dili, asıl 1071’den sonra ulusal kimliğini bulmuştur. Malazgirt meydan savaşıyla Anadolu’ya giren Türkler, bir süre sonra, artık doğudan gelen, göçebe top­lum özellikleri taşıyan insanlar olmaktan çıkarak Anadolu kokusu ve rengini taşıyan, Türk dilini ve kültürünü yaratmışlardır. Buna, Trak­ya’ya geçişten sonra, Balkan topraklarının getirdiği renk ve koku da eklenmiştir.
YAHYA KEMAL’İN BU SONUÇTAN ÇIKARDIĞI ŞUDUR:
Kültürde, yazında ve dilde bir devrim yapılacaksa, bu dönem sonrasının yazını­nın, şiirinin ve kültürünün incelenmesi, eskiyen yanlarının ayıklan­ması, “kültürel süreklilik”i sağlayan etken neyse onun anlaşılması gerekmektedir. Ona göre, bu kültürün beşiği Anadolu ve Rumeli’dir; bu toprakların oluşturduğu kültürün de en süzülmüş ve incelmiş biçi­mi İstanbul’dadır [Yahya Kemal’in İstanbul konusunda pek çok şiir ve düzsöz yazmasının, her fırsatta İstanbul hayranlığını ya da özle­mini dile getirmesinin nedeni, kentin o zamanki güzelliği değil, ona göre Türk kültürünün bir simgesi olmasıdır.]
Bu konuda Yahya Kemal, “Türkçe’nin, mimârînin, müziğin, gü­zel hat sanatının, kent görünümlerinin ve öteki büyük küçük sanatla­rımızın ulaştıkları gelişmenin, en çok Rûm [Anadolu] Selçukluğu Ana­dolu’ya geçtikten sonra ve Osmanlı yüzyıllarında ortaya görkemli bir terkîp’i [bireşimi], Rumeli ve İstanbul ana vatanla yekpâre bir kitle olduktan sonra, kısaca yeni yurt, yeni koşulları içinde ulusumu­za yeni bir biçim verdikten sonra ortaya çıktığını” belirterek İstanbul Türkçesini incelemeye, dilinde bu ağıza uymayan ne varsa ayıklama­ya, dilbilgisi kuralları yerine İstanbul ağzım kullanmaya karar verir. Bu kararının bir başka nedeni de, gerileme dönemi divan şairlerinin; ne denli halka yaklaşmaya çalışırlarsa çalışsınlar bunu başaramayan Tanzimatçıların; zaten halka değil kendilerine yönelik bir dille yapıt veren Edebiyat-ı Cedîdecilerin; yazım ve şiiri makale gibi gören Zi­ya Gökalp, Mehmet Emin gibi Türkçülerin; Ahmet Hâşim gibi saf şiiri bulmak için kendi içine kapanarak köklerinden kopan şairlerin kesintiye uğrattıkları “gerçek Türk şiiri”nin dilini, edasını, deyişini bulmak düşüncesidir. Bu nedenle Ziya Gökalp’ın düşüncelerinden de uzaklaşır.
Ona göre, ulusun oluşumunda temel olan “TOPRAK BİRLİĞİ”dir. Top­rak, üzerinde yaşayan insanları biçimlendirir. Dil, din, halkbilim, ta­rih gibi ulusal özellikleri yaratan öğeler bu biçimlendirmenin sonu­cunda oluşurlar. Bundan dolayı, Türk ulusunu ortaya çıkaran etme­nin, Anadolu ve Rumeli topraklarının “terkîb”i [bireşimi] olduğunu belirtir. Bu terim, Yahya Kemal’in tarih görüşünün sihirli sözcükle­rinden biridir ve onun neden yeni Türk yazınının [yaklaşık XVIII. yüzyılın ikinci yarısından 1910’lara dek] gerçek anlamda Türk yazı­nı olmadığını düşündüğünü de açıklar. Dil ve halkbilim, bu nedenle başka Türk asıllı halkların dilinden ve halkbiliminden; din, bu ne­denle başka Müslüman ümmetlerin Müslümanlığından [Yahya Ke­mal bu konuda, Müslümanlıkta domuz etinin ve içkinin yasak olma­sına karşın, Türklerin kendi Müslümanlık anlayışlarına göre, domuz eti yemediklerini ama içki içmeyi de sevdiklerini söyler]; uygarlık, bu nedenle başka ulusların uygarlık anlayışından farklıdır; bu farkla­rı oluşturan etmenler de, ulusal özellikler" diye adlandırılır. Yine bu nedenle, Yahya Kemal’e göre, yüzyılın dönümünde Ziya Gökalp’ın Türkçülüğü [Kurtuluş savaşından önce, bu Türkçülük enikonu Tu­rancılıktır]; Mehmet Akif’in İslamcılığı [Âkif, sonuna dek, İslamlı­ğın aslına, yani “asr-ı saâdet”e dönülmesini savunur] ve Prens Saba­hattin’in Batıcılığı başarıya ulaşamamıştır: Divan, Arab’ı meşketti; bu onun kaderi idi. Tanzimat ve Edebiyat-ı Cedide, Frenk ’i meşketti. Onun gücü de ancak buna yetiyordu. Divan, isterdi ki ve özenirdi ki, eseri Acem ’e benzesin ve şimdikiler özeniyor ki, eserleri hiç bir şeye benzemesin (YKSD, 38). Bu görüşleri birbiriyle bağdaştırmaya ça­lışan İttihat ve Terakki politikalarının başarısız olmasının nedeni de budur; bu görüşlerin ortak yanları, çözümü Anadolu uluslaşma süre­ci dışında aramalarıdır. Bununla birlikte, Türk toplumunun evrimleş­mesinde, yani Yahya Kemal’in “terkîb” dediği oluşumda, bütün bu görüşlerin etkisi olmamıştır denemez. (sh:32-36)

ZAMANDİZİM
(Yahya Kemal’in kendi anlatımı olanlar ve [Banarlı, 1960:130-134 ekleriyle ]):
1884’te doğdu (2 Aralık).
1889    Yeni Mektep’e girdi.
1892    Mekteb-i Edeb ’e kaydolundum.
1897’de âilem Selânik’e nakletti. Annemin teverrümü, sonra ölümü, ilk dile teşekkülümüzün bozulması ve benim mukadderatımdaki istikamet bu senedendir.
1898    Karşıyaka 'da ikamet. Pederimin izdivâcı.
1899    Üsküp 'teki eski eve nakil. Benim Rufâî dergâhına devâmım.
1901    İlk şiiri İstanbul’da bir dergide yayımlandı.
1902    [Nisan] İstanbul’a gönderildiğim sene. -1903 İstanbul’da (Fazlıpaşa, Sirkeci, Sarı Yar [Sarıyer], Kadıköyü).
1903    [Ağustos] Paris’e firar. - 1912 Muttariden Paris’te (Gidip gelişlerim: Londra ’ya, Cenevre ’ye, Bolonya 'ya, Bretannya ’ya)
1904    Science Politiques Mektebi’ne kaydolunuşum.
1906    Londra ’ya, Belçika ’ya seyâhat. Londra’da Abdülhak Hâmid’i ziyaret.
1909    Biraz refah. Pederimin Paris ’e gelişi.
1910    İsviçre 'de seyâhat.
1911    Bretanya ’ya seyâhat.
1912   İstanbul’a avdet. Tevfik Fikret’le tanışma. -1922 Muttariden İstanbul (Sofya, Filibe)
1913    Dârüşşafaka 'da muallimlik. Basında ilk dözsöz yazısının yayımlanması.
1914    Medreset-ül-Vâ’ızîn’de ders vekâleti. Eyüp Rüşdiyesi’nde öğretmenlik.
1916    Dârülfünûn Müderrisliğine intihâbım. Aşkım.
1918    Paris’ten döndükten sonra ilk şiirlerinin “Bulunmuş Sâhife- ler" genel başlığıyla yayımlanışı.
1919    Aşkımın hâtimesi [bitişi].
1920-1921 Büyük Mecmua’da yazılar.
1921    Bulgaristan ’a seyâhat. Dergâh dergisinin yayımlanması.
1922    Atatürk’ü Bursa’da ziyaret. Ankara’ya gidiş. Lozan Konferansı ’na iştirak
1923    Mebus intihâb edildim [Urfa], -1925 Ankara (İstanbul, Adana, Payas, Dörtyol, Paris, Versay, Viyana, Budapeşte, Nis ve Côte d’Azur).
1925    Suriye sınırının düzeltilmesi için kurulan kurula üyelik.
1926    Varşova ortaelçiliği.
1926-1929 Muttariden Varşova (Bükreş, Danzig, Gdyna, Berlin, Leipzig, Viyana, Tuna, Sofya, İstanbul)
1929    Kötü tâlihle geçmiş bu hazîn senemde: Varşova'dan Prag ’a, oradan Cenevre'ye, Lozan’a, Bern’e. Madrid elçiliğine oradan gittim. İspanya içinde geziler.
1930    Madrid ortaelçiliği.
1930 İki defa Paris’de, bir defa Bern’e. Oradan Floransa, Roma, Napoli. Cebelitarık ve Elcezîre’ye gezi.
1932    Madrid elçiliğinden çekildim [Mart], Paris’e geldim.
1933    İki kez Cenevre’ye, bir defa Lozan’a, Bern’e, Hamburg’a. Yıl sonunda Bükreş. Aralık’ta Hamdullah Suphi ile birlikte Karadeniz yoluyla İstanbul’a, oradan da Ankara’ya.
1934    Yozgat milletvekilliği - Tekirdağ milletvekilliği.
1939 Atina’ya, Kahire’ye. Diyarbekir, Kayseri, Malatya, Adana, Mersin. Savaş başlayacağı sırada Erzurum hattının açılışına katıldım. Erzurum ve Sivas.
1941-1946 Park Otel’de, 75 numarada yaşadım. İzmir’e.
1945    İstanbul milletvekili.
1946    Mebus çıktığım vakit de Ankara'ya gittim. Ankarapalas’ta kaldım. Üç ay sonra İsmet Paşa seçimi iptal edince yapılan yeni seçime de girdi ama yitirdi.
1947    Karaçi elçiliğine atandı. Emeklilik işlemlerinin başlaması.
1948 Elçilik görevine başladı.
1955 Hastalandı ve Roma’da sağaltım gördü.
1957    Hastalığı yineledi.
1958    Ekim’de Cerrahpaşa Hastanesi’e yatırıldı; 1 Kasım’da Hakk’a yürüdü.
Yahya Kemal’in mezar taşma, vasiyetine uyularak, kendisinin en iyi şiirlerinden kabul ettiği Rindlerin Ölümü’nün ikinci kıtası yazılır:
Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde,
Ruhu her yerde bir buhurdan gibi yıllarca tüter;
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter
Yahya Kemal Beyatlı 2 Aralık 1884 - 1 Kasım 1958


Kaynak:
Kemal BEK, Yahya Kemal Beyatlı, Yaşam Öyküsü ve Yapıtlarını Okuma Kılavuzu, Tarih ve Özne 1 Araştırma, 2001, İstanbul


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar