YANLIŞ SORUYA DOĞRU CEVAP- NABİ AVCI
Agathe Christie’nin
kitaplarını okumadınızsa bile ismini mutlaka duymuş, belki televizyonda romanlarından
uyarlanan bir iki filmini seyretmişsinizdir. Söylentiler doğruysa, Christie,
bütün dünyada milyonlarca satılan kitaplarım sondan yazmaya, daha
doğrusu sondan kurmaya başlarmış. Bu söylentiyi inandırıcı buluyorum. Siz de matematik
derslerinden hatırlayacaksınız: Problem sormak, çoğunlukla problem çözmekten
daha kolaydır. Daha önce çözdüğünüz bir problemi tekrar soru haline getirmek
ise hepsinden kolaydır. Ama matematikte olduğu gibi, diğer bilim dallarında da
öyle sorular vardır ki, onların cevabını soran da bilmez. Bu sorulardan
bazılarını sormayı akıl etmiş olmak bile büyük bir marifet sayılır. Kimi
zaman da, soruyu ilk soranın kendi verdiği cevap yanlış çıkmış; ama soru doğru
sorulduğu, yerinde bir soru olduğu için, yıllar sonra birileri kalkıp sorununun
doğru cevabını verdiği zaman, kimse, soruyu ilk soranı, kendi verdiği yanlış cevaptan
ötürü ayıplamamıştır.
Agatha Christie’nin ve
benzerlerinin yazdıkları cinayet romanlarının değişmeyen sorusu «kaatil kim?» dir. Benim okuduğum Agatha
Christie romanlarında dikkatimi çeken küçük (ve adi) bir hile vardı: Her
defasında, olay aydınlanınca kaatilin bir kişi değil, birkaç kişi olduğu
görülüyordu. Dolayısıyla, romancının işin başından beri bizi hep «bir kaatil»
aramaya itmesi, gerçek kaatilleri «yakalamamızı)) önlüyordu. Yani, soru kasten
yanlış ve yanıltıcı bir biçimde sorulduğu için cevabı bulmak da güya güçleşmiş
oluyordu. Ama aynı yazarın iki-üç kitabını peşpeşe okuyunca şablon hemen
sırıtmaya başlıyor ve dolayısıyla merak unsuru silinip gidiyordu.
Şablon-mablon... Agatha
Christie böyle onlarca kitap yazmış ve milyonlarca insana okutmuş.
Siyaset sahasında da
Agatha Christie’yi aramayacak muhayyile sahipleri vardır. Bunlar da, zaman
zaman, «mürteci kim?» «irtica yuvalarında neler dönüyor?» «rejimin temellerini
dinamitlemek isteyenler kim?» «bu çocuk neden intihar etti?» gibi sorularla
kitleleri bir süre oyaladıktan sonra, paçadan kâğıt çeken bir kumarbaz hınzırlığıyla,
bu sorularla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir cevabı hepimize «cevap» diye
yutturuverirler.
Ancak bu yutturmacalar
hep aynı şablona oturmaya başlayınca da, toplumsal merak dağılıyor, yerine
kasvetli bir bıkkınlık çörekleniyor. Oysa, yazının başında da söylediğim gibi,
doğru cevabın ne olduğunu bilmese veya bunu söylemeye dili varmasa bile,
insanın hiç -değilse soruyu doğru sorması da büyük bir meziyettir.
Sh: 21-23
«Akbabanın Üç Günü» ünlü yönetmen Sidney Pollack’ın, CIA’yı eksen alarak
Amerikan toplumunu eleştirdiği bir film. Hatırımda kaldığı kadarıyla filmin
konusu kısaca şöyleydi:
Film kahramanı Turner, CIA tarafından yönlendirilen paravan bir araştırma
enstitüsünde çalışmaktadır. Enstitünün görevi, dünyanın dört bir köşesinde
yayınlanan her türden, her dilden yayınları izleyip, CIA için orjinal
düşünceler, alternatif senaryolar geliştirmektir. Yağmurlu bir günde, «Akbaba»
(Turner’in örgüt içindeki kod adı Akbaba’dır) pek kullanılmayan arka kapıdan
çıkarak öğle yemeğini getirmeye gider. O dışarıdayken bina baslır ve
içerdekilerin tümü öldürülür. Baskını düzenleyenler Turner’in arka kapıdan
çıktığını görmedikleri için, onun kurtulduğunu fark etmemişlerdir. Turner
binaya döndüğünde dehşete kapılır: En yakın çalışma arkadaşları acımasızca öldürülmüştür.
Hemen bağlı olduğu birimin sorumlusunu arar. Ancak, telefonla konuşurken, işin
içinde iş olduğunu sezinler. Arkadaşlarını öldürenler «düşman» casusluk örgütüne
mensup ajanlar değil; CIA içinde bir grup; daha doğrusu CIA içinden bir grubun
kiralık adamlarıdır. Zira, Turner ve arkadaşlarının geliştirdiği alternatif
senaryolardan biri, Ortadoğu’daki petrol üreticisi ülkelere Amerikan
müdahalesinin hangi koşullarda gerçekleşeceğini anlatmaktadır. Oysa, o
sıralarda, CIA içinde bir grup, gerçekten tam da böyle bir operasyon hazırlığı
içindedir. Bunun öğrenilmesini istemedikleri için de Turner’in bağlı olduğu
enstitüyü tümüyle ortadan kaldırmak istemişler, ancak Turner tesadüfen
kurtulmuştur. Bu andan itibaren Turner’le CIA içindeki grup arasında amansız
bir kaçma-kovalamaca başlar. İşte film, Akbaba’nın (Turner’in) üç gün süren bu
kaçışını anlatır.
Üç
gün süren amansız takip sırasında, CIA’nın en tecrübeli elemanlarından biri,
Akbaba gibi meslekten ajan olmayan bir amatörü bir türlü ele geçirememelerini
şöyle açıklar: «Adamı bir türlü ele geçiremiyoruz. Çünkü meslekten bir ajan
olsa, neleri yapıp, neleri yapmayacağını bilebilirdik. Oysa bu adam tam bir
amatör. O yüzden ne yapacağı hiç belli olmuyor... Olmayacak yerlerde, olmayacak
işler yapıyor...»
Gerçekten de, Akbaba, meslekten ajan
olmadığı için, yani bu oyunun kurallarını gerçekten bilmediği için paçasını
kurtarır. -Sanıyorum «Akbabanın Üç Günü», siyasî bildirisi kadar, bu
yaklaşımıyla da ilginçtir. Kısaca toparlamak gerekirse, şöyle denilebilir: Bazı
kurumların, örgütlerin en büyük zaafı, çok güçlü olmalarıdır. Çünkü bütün
hesaplarını, çok güçlü oldukları ve bunun da herkes tarafından bilindiği varsayımı
üzerine kurmuşlardır. Bu gücün «bilgesine sahip olmayan birinin, oyunun bütün
kurallarını alt-üst edebileceğini hiç hesaba katmazlar. Çünkü bu hesap,
oyunun mantığına («çok güçlü olmak») ters düşmektedir. Oyunun mantığı
içinde kalındığı, o mantığa teslim olunduğu sürece, gerçekten de güçlüdürler.
Yeter ki, karşılarında, kendileriyle güç yarışma girmiş; yani bir anlamda, bu
güçlerini sınamalarına fırsat vermeyi, onun nesnesi olmayı kabul etmiş
karşı-güçler olsun...
Nitekim, bazı uzakdoğu dövüş teknikleri de, bu yalın gerçeğe dayanamazlar
mı? Gücü, üzerine tatbik edilebileceği bir «nesne»den mahrum ederseniz, o güç
kendi kendini yıkmaktan başka ne işe yarar ki?
Eğer benim yumruğuma çenesini uzatmış bir
enayi bulamazsam, yumruğumun bir fili bile çökertebilecek kadar güçlü olması
ne ifade eder ki?
Akbaba örneğine daha uygun düşen bir başka benzetmeyle, dama oynar gibi
satranç oynamaya kalkan birini, en rafine satranç teknikleriyle mat etmeniz
mümkün değildir. Belki öfkelenip onu dövebilir, satranç tahtasını başına
geçirebilirsiniz ama, elifi elifine mat da edemezsiniz. Onu mat etmek için
önce satranç öğretmeniz; yani, bu oyunu, bütün kurallarına uyarak oynamasını
sağlamanız gerekir.
Sh: 83-85
Ünlü Alman düşünürü Martin Heidegger’in, 1907’den ölümüne kadar (1976)
«istisnasız her gün en az bir saat Homeros, Empodokles, Sofokles, Tukidides
gibi Yunan şairlerini okuduğu» söylenir. Ergun Göze’nin yıllarca önce derleyip çevirdiği bir konuşmada da,
Heidegger, «Bugünün tekniği ile eski Yunan’ın düşüncesi arasında bir bağ vardır
derken, atom bombasının da Parmenides’in şiirlerinden ötürü patladığı kanaatini
mi öne sürmektesiniz?» sorusuna şu cevabı veriyor:
«Evet. Fakat tabiatiyle bu şiirlerde atom bombasının formüllerini aramamak
şartıyla. Bugünkü tekniği tesis eden Parmenides’in şiirlerindeki araştırma
ruhudur ki o sayede bugünün ilmi doğabilmiştir. Yoksa bir formül verir gibi
böyle bir ifadede bulunmaktan kaçınmak lâzımdır.»
Parmenides’in şiirlerini hiç görmedim ama bu konuda Heidegger’e itimat
ederek, Yunan düşüncesi ile, (daha doğrusu eski Yunan’dan tevarüs edilen
belirli bir düşünme biçimiyle) bugünkü Batı uygarlığı arasındaki bağı bu
örneğin çok çarpıcı bir şekilde gözler önüne serdiğini düşünüyorum.
Bu örnek, ‘üç ölçü teknik, iki ölçü sanat, bir tutam da adab-ı muaşeret’
hafif meşe ateşinde, ağır ağır pişirilir, Kütahya işi çini kâselerde sıcak
sıcak servis yapılır gibisinden formüllerin bugüne kadar neden tutmadığını ve
bundan sonra da neden tutmayacağını çok güzel gösteriyor.
Madem örneğimizi Batı’dan seçtik, şahidini de Doğudan, ama Batı’nın
Doğusundan, Rusya’dan getirelim. Geçenlerde ölen ünlü Rus yönetmeni Tarkovski,
kendisinden daha ünlü filmi ‘Noltalgia’nın adının ‘nostalji’ gibi anlaşılmasına
şiddetle muhalefet edermiş. Tarkovski’nin bu muhalefeti, yalınkat bir sanatçı
kaprisinden kaynaklanmıyor. Ona göre, nostalgia, sadece Ruslara özgü olan ve
Slav hüznünü doğuştan içinde taşımayanların asla anlayamayacakları bir
duygudur. Tarkovski’ye göre nostalgia’yı nostaljiyle karşılamak nasıl
imkânsızsa, özgün kültür bütünlüklerini birbirlerine tercüme etmek de işte
öylesine imkânsızdır. Bu yüzden, bir İtalyan’ın Bostoyevski’yi, bir Rus’un da
Dante’yi tam tamına anlaması olacak şey değildir. Nitekim Yahya Kemal de, bir
şiirinde «Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden» demiyor mu?
Biz işi Tarkovski kadar ileri götürmeyelim ama her kültürün kendi içinde
sıkı dokunmuş bir bütünlük, bir tutarlılık taşıdığını; bu bütünlüğün bir
kısmına sağır kalarak, öteki kısmına nüfuz etmenin çok zor olduğunu da arasıra
hatırlamaya çalışalım.
Şüphesiz bütünlük falan dinlemeden parayı bastırıp, biryerlerden atom
bombası buluşturmak da mümkündür. Ama, bu bombaları ve daha binlerce başka
‘küçük aynntı’yı ilk kez ‘akıl edenler’ de ancak geçmişinde Parmenides gibi
şairler, Prometheus gibi kahramanlar («kahraman» kelimesini burada tam da
Peyami Safa’nm nüktesindeki anlamıyla, yani «vukuat çıkaran adam» yerine
kullanıyorum.) yatan kültürlerde yetişiyor.
Lâfı getirip getirip atom bombasına dayandırmam boşuna değil: Bu yazıyı,
Alev Alatlı’nın Ortadoğu gezisiyle ilgili izlenimlerini okuduktan sonra
yazıyorum. Alev Alatlı, Mısır’da, meşhur Müslüman Kardeşler Teşkilâtı’nın önde
gelen («lider» kadın temsilcilerinden biriyle de görüşmüş. «Kadın Lider» biraz
bizim yüz yıl önceki «fenci» lere benziyor: «Biz bu işte çok geç kaldık;
aslında ilk atom bombasını biz imal etmeliydik» gibisinden lâflar ediyor. Buna
karşılık Alev Alatlı’nın kapıldığı şaşkınlık ve dehşeti görür gibi oluyorum.
Zira, Mısırlı kadın lider (zaten «Lider» olarak doğduğu için) Parmenides’le,
bilmem kimle kafacığını hiç yormadan netice almaya çalışırken, Alatlı hâlâ «iç tutarlılık» peşinde
koşuyor. İkisi arasındaki fark da, bana kalırsa, bizim —uzaktan uzağa da
olsa— Parmenides diye birinin yaşadığını ve atom bombası denilen meretin öyle
durduk yerde ortaya çıkmadığını bilmemizden kaynaklanıyor.
Geçenlerde Cumhuriyet gazetesinde Karl Popper’la yapılan bir söyleşi
yayınlandı. Söyleşi Le Nouvel Observateur’da çıkmış. Söyleşide, eserleri
ve dünyanın bugünkü durumu üzerine ilginç şeyler söylüyor Popper. Benim sözünü
etmek istediğim, Popper’ın iyimserliği... Konuşmasının bir yerinde şöyle
diyor: «Milliyetçilik hep korkunç birşey olmuştur. Ama asıl tehlike, bugün aydınların
dünyamızı korkunç bir dünya, gerçek bir cehennem gibi göstermek için
vargüçleriyle uğraşmalarından kaynaklanıyor. Toplamlarımızın işlediği cinayetler
hakkında kim daha fazla kanıt getirecek yarışındalar. Bütün bunlar yanlıştır.
Bütünüyle yanlış. İşin acı yanı, insanlar bu felâket tellâllığından
etkileniyorlar. Tüm çağdaş sanat, edebiyat ve müzik, var oluşumuza ve
dünyamıza dramatik bir çehre vermek için propaganda yapmayı üstlenmiş
durumda.» Popper bunları söyleyince, Le Nouvel Observateur’un muhabiri soruyor:
«—Kendinizi mutlu bir aydın sayıyor musunuz?» Popper’ın cevabı: «Evet, ben çok
mutluyum, çünkü bu propaganda beni hiç etkilemiyor. Ama bu yalana dayalı
propaganda kesilseydi mutluluk şansı daha da artardı.»
Şimdi, Popper, gençliğinde düşlediği gibi, sadece bir müzisyen
olabilseydi, bu sözleri, safdil bir sanatçının uyurgezer romantizmi falan diye
geçiştirmek mümkün olabilirdi. Ancak, Popper’in Açık Toplum ve Düşmanları diye
ünlü bir kitabı var. Bu kitap yıllar önce Türkçe’ye de çevrildi. Kitap,
Platon, Hegel ve Marx’a yönelik çok kapsamlı, ayrıntılı bir polemik.
(Türkiye’de bazı Marxistlerin de söylediği gibi, bu kitapta geliştirilen tezlere
doğru-dürüst cevap vermeden bir adamın kalkıp «Ben Marxistim» demesi pek
«akıllıca» bir iş değil ve bu tezleri doğru-dürüst cevaplandırabilmiş bir
Marxisti doğrusu ben bilmiyorum. Ancak şimdi konumuz bu değil...) Popper, bu
kitabıyla ilgili olarak, aynı konuşmada şunları söylüyor: «O kitabı Hitler
yüzünden yazdım. İçinde Hitler’in adına rastlanmaz ama kitap ona karşı
yazılmıştır. Size o kitabı sevmediğimi söylemeliyim; her ne kadar içinde çok
iyi şeyler varsa da. Çünkü sosyolojiyi de, genel olarak sosyal bilimleri de
sevmiyorum ben. Bana kalırsa, «bilim» olarak vaftiz edilmemeleri gerekirdi,
çünkü hiçbiri «bilim» değil. (...) Benim ilgim daha çok bilimin sorunlarına
yöneliktir. Herhangi bir vatandaştan daha fazla ilgilenmiyorum artık toplumsal
ya da siyasal sorunlarla. Özellikle siyaset tarafından yoğun biçimde
kuşatıldığı savaş dönemlerinde, her vatandaş belli bir düzeye kadar siyasetle
ilgilenmelidir. Bu kitabı bir siyaset felsefecisi olarak değil, sade bir
vatandaş olarak yazdım. Yaşam öykümü anlattığım kitabımda, bu yapıttan «savaşa
katkım» olarak
söz ettim.»
Herhalde siz de, bu iki uzun alıntıdan sonra, sözü nereye getireceğimi
tahmin ediyorsunuzdur: Ucuz bir anti-semitizm ithamını da göze alarak, kendisi
de bir Yahudi olan Popper’a, Yahudiler tel örgülerin iç tarafındayken
kapkaranlık gördüğü dünyanın, Yahudiler tel örgülerin dış tarafında nöbet
tutmaya başlayınca mı güllük-gülistanlık kesildiğini sormak gerekir. Gerçekten, bütün mesele Hitler’den mi ibaretti? Popper’ın, «Platon’u,
Hegel’i ve Marx’ı harcamak pahasına» savunduğu «değerler», bugün Sabra’da,
Şatilla’da, Afganistan’da, Güney Afrika’da ne durumdadır? Diyelim ki «bu
işler» Popper’ı «sade bir vatandaş olarak» pek ilgilendirmiyor.
Peki, bir aydın olarak, kendi deyişiyle'«onun ayrıcalıklı olma durumundan
yararlanamamış kişilere karşı bir tür ahlâksal yükümlülüğü olduğunu hissetmek
zorunda» değil midir? Biz Türkiye’de, «Vietnam Savaşımız» diye kan ağlayıp
Afganistan’ı haritadan silen «aydın»ları çok gördüğümüz için, bu
çifte-standardı da pek yadırgamıyoruz ama yine de Popper’ın «hamulesiyle
mütenasip» bir gerekçesi vardır belki, diye düşünüyoruz.
Tarihçi-diplomat George Kennan’ın yeni yayınlanan «Sadık İttifak» adlı
kitabı, bazı batılı tarihçiler arasında ilginç tartışmalara neden oldu.
Tartışmaların odak noktasını, Birinci Dünya Savaşı, (daha doğrusu, Birinci
Dünya Savaşı’ndan önceki durumla dünyanın bugünkü hali arasında burulan
paralellikler) oluşturuyor. Özetlemek gerekirse, Kennan’ın tezi şu:
1914 yılında Fransa ile Rusya, Almanya’yı gerçek niyetleri hilâfına savaşa
sokmuşlardır. Kennan Almanya’nın o tarihte —en azından Avrupa’da— saldırgan
bir politika izlemediğini, Fransa ile Rusya’nın, Almanya’yı köşeye
sıkıştırarak bir savaşa adeta zorladıklarım iddia etmektedir. Fransa
ile Rusya’nın Almanya’yı böylesine köşeye sıkıştırmalarının nedeni ise, «karşı
tarafın niyetlerini yanlış değerlendirmeleri» ve askeri politikalarını, bu
değerlendirmeler doğrultusunda, saldırıyı esas alarak şekillendirmeleridir.
Oysa, gerek Fransa’nın gerekse Rusya’nın o dönemde sahip oldukları teknolojik
üstünlükler, savunmayı esas alan bir askeri politika izlemelerini hem
kolaylaştırmakta hem de bir bakıma zorunlu kılmaktadır. Bu iki ülke,
elde bulundurdukları teknolojiyi de doğru değerlendiremedikleri için, saldırıyı
esas alan bir politikanın, o teknolojinin iç dinamikleriyle birleşince
nasıl bir ivme kazanacağını ve sonunda gerçek bir saldırıyı nasıl
kaçınılmaz hale getireceğini görememişlerdir. Nitekim, Harvard Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Merkezi’nin yayın organı olan International Security
(Uluslararası Güvenlik) dergisinin bundan önceki sayısı da, Birinci Dünya
Savaşı’ndan önce izlenen saldırgan askeri politikaların tahliline ayrılmıştır.
Dergi editörleri, sözkonusu sayının sunuş yazısında, Kennan’ın tezlerini
doğrulayan bir üslupla şunları söylemektedirler: «1914 felâketinin
temelinde, Avrupa’daki bütün büyük güçlerin saldırı doktrinlerine gözü kapalı
teslim olmaları ve ellerindeki teknolojilerin sağladığı savunma kolaylıklarını
hiç düşünmemeleri yatmaktadır.»
Gerek Kennan, gerekse onun tezlerini paylaşanlar, 1914’ten önceki durumla
bugünkü durum arasında da ihmal edilemeyecek benzerlikler ve hatta özdeşlikler
olduğunu iddia ediyorlar. Nükleer silâhlanma yarışının, 1914 öncesini andıran
yanlış değerlendirmelerden kaynaklandığını iddia eden Kennan ve arkadaşları,
iki durum arasında bütün insanlığı ilgilendiren bir «fatura farkı» olduğuna
dikkati çekiyorlar. Bu nedenle, şu soruların gerek politikacılar, gerekse
askerler tarafından iyi değerlendirilmesi gerekiyor:
1-1914’te caydırıcılık politikası neden yürümemiştir?
2-Teknolojik ve politik varsayımlar, bunalım baş gösterdiğinde nasıl bir
ivme kazanmışlardır?
3-Biz bu nükleer çağda, aynı yanlışlara düşmekten nasıl kaçınabiliriz?
1914 öncesiyle bugünkü durum arasındaki benzerlikler şüphesiz sadece
nükleer düzeyde geçerli değil. Konvansiyonel silahlar düzeyinde de,
«caydırayım derken kışkırtmak» mümkün.. Bunun en son örneği de, Yunanistan’ın
izleyeceği söylenen «yeni strateji»... Bu yeni Yunan stratejisi de, mevhum bir
«Türk tehdidi» varsayımına göre şekillendiriliyor. Böyle bir stratejinin
konuşulmaya başlaması bile, gerginliğe, nerede nasıl noktalanacağı belli
olmayan bir ivme kazandırabilir. Aslında saldırgan olmayan bir ülke, köşeye
sıkıştırılmak istendiği duygusuna kapılarak gerçekten saldırganlaşabilir. Bu
yüzden, Papandreu’nun ve yeni kurmaylarının Kennan’ın kitabını dikkatle okumalarında
yarar var. Adından başlayarak, bu kitaptan çok şey öğreneceklerdir.
Jeremy Bentham Onyedinci Yüzyıl’ın sonuyla, Onsekizinci Yüzyıl’ın başında
yaşamış ünlü İngiliz düşünürü. Faydacılığın babalarından. Panopticon adlı
eserinde de, beş köşeli yıldız şeklinde bir hapishane tasarımı geliştirmiş.
Öyle bir hapishane ki bu, yıldızın merkezinden, bütün mahkûmların
hareketlerini izlemek mümkün. Panopticon lâfıda buradan geliyor herhalde: Tüın-görülür gibi bir lâf. Bentham, şaka maka, yıllarını
vermiş bu tasarıya. Bu uğurda bir servet harcamış. Ama sonunda, tasarısını o
dönemin etkili ve yetkili kişilerine benimsetmeyi başarmış. Onun çizdiği planlara
göre, İngiltere’nin Millbank kentinde kurulan hapishane, ilk ayrı odalı
hapishane olmak «şerefi» ni kazanmış. Dolayısıyla Bentham da, faydacılığın
olduğu kadar, modern hapishaneciliğin de babası olmuş.
Yeni ceza kanunu tasarısı, Bentham’ın Panopticon’unu çağrıştırıyor: Merkezî
otorite, adına yaraşır bir şekilde, merkezden, toplumun bütün köşelerini
sürekli gözetim altında tutuyor. Hemen herkes, potansiyel bir suçlu.
Vatandaşlar, suç işlemediklerini kanıtlamak için durmadan bazı hareketler
yapmak zorundalar. Bu hareketleri yapmayanlar veya merkezî otoritenin hoşuna
gidecek şekilde yapmayanlar, her an, sınırları son derece belirsiz bir
‘suç’un içine düşebilirler.
Yeni Panopticon’cular, bütün toplumu hedefleyen tehditleriyle insanları,
tıpkı Bentham gibi, ayrı ayrı odacıklara dağıtmayı da planlıyorlar. Çünkü yeni
ceza kanunu tasarısının en şiddetli cezalara müstahak gördüğü eylem, toplaşmak,
birleşmek, biraraya gelmek veya kanun diliyle söylersek «örgütlenmek». Neyin
örgüt olduğu, neyin örgüt olmadığı öylesine belirsiz ki, belediye otobüsünde
aynı anda öksüren üç kişiyi bile örgütlü kalkışmadan içeri atabilirsiniz. Bütün
dernek üyeleri, derneğin görünüşteki adı ve işlevi, ne olursa olsun, her an
«okkanın altına gidebilirler.» Bu tür kuruluşlara üye olanlar, ayrı ayrı, diğer
üyelerin yaptıklarından ötürü de hesap vermek zorunda bırakılabilirler. Böylece
müspet mânâsıyla birleşmeleri önlemek için ellerinden geleni yapan yeni
opticoncular, iş cezalandırmaya gelince, her yerde tehlikeli birleşmeler
görmeye başlıyorlar.
Oysa Bentham’ın yazdığı başka kitaplar da var: Ahlak ve Hukuk Prensiplerine
Giriş, Medenî Hukuk ve Ceza Hukuku gibi. Bir de (inanın uydurmuyorum)
Millet Meclislerinin Taktikleri diye bir kitabı varmış. Bentham, 1832 yılında
ölmüş. Oysa ne kadar da çağdaşımız gibi duruyor...
Sh: 199-207
İngilizlerin meşhur The Times
gazetesinin, kurulduğu günden beri uyguladığı bir kural var: Okuyucu mektupları
köşesinde, Kraliyet ailesini eleştiren mektupları yayımlamamak.
İlk bakışta, bu tutum modası geçmiş bir kraldan çok kralcılığın yansıması
gibi görülebilir. Oysa The Times’in titizlikle sürdürdüğü bu geleneğin
arkasında, çok yalın bir gerekçe yatıyor; Kraliyet ailesi ilke olarak kendisine
yöneltilen eleştirileri aynı yerde, aynı şartlarla cevaplayamayacağı için,
kamuoyunun tek taraflı oluşmasına katkıda bulunmak istemiyor gazete... Zira bu
köşede yayımlanacak bütün mektupların, gerekirse, muhatap olarak seçtiği
kişiler isterlerse, cevaplanabilecek nitelikte olması gerekiyor. Bir başka
deyişle, The Times’ın okuyucu mektupları köşesinde hiç kimse ezbere
konuşturulmuyor.
Ama bu meselenin bir de Kraliyet Ailesi tarafı var. Onlar da, uluorta
meydanlara çıkıp, İngilizlere hayatı nasıl yaşamaları gerektiği konusunda
harcıalem telkin ve tavsiyelerde bulunmuyorlar. İngiltere Kraliçesi, aynı
zamanda İngiltere Kilisesi’nin başı olduğu halde, bir günden bir güne
Canterbury Başpiskoposu’nun koltuğuna kurulup, inanan İngilizlerin nasıl ve
neye inanmaları gerektiği, neleri yapmalarının doğru, neleri yapmamalarının
yanlış olduğu gibi konularda bilir-bilmez ahkâm kestiği görülmemiştir. Sadece
kilise işlerinde değil, dünya işlerinde de Kraliçe’nin yetkileri sınırlıdır ve
üstelik bu sınırlar herhangi bir yazılı belgeyle belirlenmiş de değildir.
Sözgelişi, İngiltere Başbakanı Bayan Thatcher geçenlerde erken seçim kararı
alıp da Kraliçe’ye parlamentoyu feshetmesi için bildirimde bulunmaya gittiği
zaman, Kraliçe Elizabeth, «şu erken seçim meselesini bir kere de ben düşüneyim;
aklıma yatmazsa parlamentoyu feshetmem» diye düşünmedi bile... Herhangi bir
kayda-şarta bağlanmamış olsa bile, teamüller Kraliçe’nin başbakana uymasını
gerektiriyordu ve Kraliçe de uydu... Önümüzdeki aym onbirinde genel seçimlerin
yapılacağı ilân edildi ve parlamento feshedildi.
Şimdi bütün bunları neden anlatıyorum? Bu hikâyelerden Türkiye adına
hisseler çıkartmak için mi? Hayır. Gerçi örnekleri seçerken, Türkiye’deki
aktüaliteyi de hesaba katarak seçtim ve böylece okuyucunun zihninde
kendiliğinden bazı paralellikler kurulmasını sağlamaya çalıştım ama, niyetim
işte böyle uzak-yazık çağrışımlarla bir ülkeyi diğeriyle karşılaştırmanın ne
kadar yanlış olduğunu göstermek.
Evet, İngiltere’de gerçekten öyle teamüller, öyle mekanizmalar var ki,
onlardan bazıları bugün yüzyüze geldiğimiz kimi sorunların çözümünde çok
işimize yararmış gibi görünüyor. Ama, ister yazılı olsun, ister yazıya
geçirilmemiş olsun, bir milletin yüzlerce yıllık tecrübelerinin ifadesi olan
kanunları, kuralları, teamülleri evrensel hukuk şahaserleriymiş gibi bir başka
milletin toplum hayatına tercüme etmeye kalkışmanın ne kadar yanlış bir iş
olduğunu, 1987 yılının Mayıs ayında böyle bir köşe yazısı okumak zorunda
kalmanız da göstermiyor mu?
Ancak, uluslararası teknoloji transferinde olduğu gibi, uluslararası hukuk
transferinde de. bir kural var: Üretici değil de, aktarıcı durumda olan
ülkeler, her zaman, üretici ülkelerde görülmeyen ekstra bir toplumsal maliyet
farkı ödemek zorundadırlar. Hele bir teknolojinin (veya bir hukuk düzeninin)
birbirini bütünleyen parçalarından bir kısmını kendi keyfinize göre seçip
sadece onları transfer etmekle yetinebileceğinizi düşünüyorsanız, bu maliyet
farkı birkaç kat daha artıyor. Meselâ İngiliz kraliyet sistemini kendi
ülkesine aktarmak isteyen bir kral yahut kraliçe, hem vatandaşlarıyla her
konuda uluorta atışıp, hem de İngiltere kraliçesi kadar saygı görmeyi
bekleyemez. İngiltere kraliçesinin saygınlığı, kendi vatandaşlarının özel
hayatlarına, yaşayışlarına, inançlarına gösterdiği saygıya çok şey borçludur da
onun için...
Almanların ünlü Der Spiegel dergisi, Frankfurt Okulu’nun genç kuşak
temsilcilerinden Oskar Negt’le uzunca bir konuşma yapmış. Konuşma, genel
olarak, bugünkü üniversite öğrencilerinin politik tutumlarıyla, 1968
Kuşağı’nın politik tutumlarının karşılaştırılması çevresinde dönüyor’ Negt,
konuşmasında, beklenenin tersine, bugünkülerin. 68 Kuşağı’ndan daha radikal
olduklarını söylüyor. Konuşmanın can alıcı noktası da bu. Oysa, bugünlerde
ülkemizde de yayımlanan o dönemle ilgili kitaplar (istisnalar dışında) hep
«nerde o eski başkaldırılar» havasında ve bugünkü üniversite öğrencilerini
mıymıntılıkla suçlamak eğiliminde. 68 Öğrenci Hareketi’ni Sorbon’da dalgalanan
kızıl bayrakla, Che posterleriyle özdeşlediğiniz takdirde, bugünkülerin mıymıntılığına
diyecek bir söz yok. Ama eğer «radikallikten, dışa vurmuş taşkınlıkları ve
ayran kabartıcı keskin lâfları değil de, daha derinlerden işleyen, dönüştürücü
potansiyeli daha yüksek, belki daha alçakgönüllü ve gösterişsiz ama daha
işe-dönük bir tutumu anlıyorsanız, o zaman Oskar Negt’in bugünküleri
68’dekinden daha radikal bulan tespitlerine katılmamanız mümkün değil.
Bu konuşmada, özellikle dikkati çeken bir başka husus da, ünlü tezdeki
«dünyayı anlamak/ dünyayı değiştirmek» İkilisinde, ibrenin tekrar «dünyayı
anlamak» tan yana kaymaya başlaması. Negt’e göre, «68’liler, insanı
değiştirmekten çok ilişkileri değiştirmeye çalışıyorlardı. Bugün, insanları
yaralamamaya daha çok hassasiyet gösteriliyor.» Bir başka deyişle, bugünkü
kuşak, dünyayı değiştirmeden (hatta ilişkileri değiştirmeden) önce bazı
şeylerin, meselâ duyguların anlaşılması meselesine daha öncelikli bir yer
veriyor.
Önceliklerin sıralanmasında görülen bu değişiklik hiç de sebepsiz değil.
Bu nesil, mülk edinmenin tehlikelerine de daha farklı baktığı için,
sadece arabaların, evlerin, yatların değil, duyguların da mülk
edinilebileceğini görüyor. Galiba en tehlikeli zorbalar, alelâde nesnelere el
koyanlar değil, insanların duygularına el koyanlar. Hem de radikallik adına
ve hiçbir fiilî karşılığı olmayan bir sürü keskin laflar ederek el koyanlar.
(Şairlerin, bilimadamlarını, toplumbilimcileri zaman zaman nasıl
«solladıklarının» güzel bir örneğiyle karşı karşıya olduğumuzu herhalde
farketmişsinizdir: 1973 tarihli «Esenlik Bildirisi» başlıklı şiirinde, İsmet
Özel şöyle diyor: «Duygular paketlenmiş, tecime elverişli/gövdede gökyüzünü
kışkırtan şiir sahtedir».) Evet, böyle allı-yeşilli kurdelelerle paketlenmiş
duyguların, küçük küçük gruplar arasında, düpedüz birilerinin iktidar
tutkusunu tatmin etmek için nasıl paketlenip piyasaya sürüldüğünü biz de
görüyor ve biliyoruz. Ama burada da, gençler, keskin laflar etmekle iş
yapmanın aynı şey olmadığını görmüyorlar mı sanıyorsunuz?
Amerikan sinema endüstrisinin kalbi Holywood’da bugünlerde en fazla ümit
bağlanan senaryolardan biri, Rusların Sibirya’da inşâ ettikleri bir Amerikan
kasabasının hikâyesini anlatıyormuş. Senaryoya göre Ruslar, Amerika Birleşik
Devletlerine gönderecekleri casuslarını eğitmek, onlara Amerikan hayatının
inceliklerini öğretebilmek için, Sibirya’da biryerlerde, olabildiğince ‘tipik’
bir Amerikan kasabası kurmuşlar. Bu kasabada insanlar, ‘tıpkı’ Amerika’daki
gibi yiyor, içiyor, eğleniyor, çalışıyor ve bol bol Amrikan fıkraları
anlatıyorlarmış.
Gelin görün ki, bu kasabada ‘eğitilmiş’ casuslar, Amerika’da peşpeşe
yakalanmaya başlayınca, Ruslar, birşeylerin aksadığını farketmişler. Uzun
araştırmalardan sonra, bu ‘tipik’ kasabanın, meğerse 1958 yılındaki Amerikan
hayatını model olarak aldığını; bu yüzden Amerika’ya gönderilen casusların
aradaki zaman farkı nedeniyle bir sürü gariplikler yaptıklarını ve onun için
yakayı ele verdiklerini anlamışlar. Bunun üzerine, hemen iki tane «modern
Amerikan genci» ni yakalayıp, uyuşturduktan sonra Sibirya’daki kasabayı
‘güncelleştirsinler diye apar-topar Rusya’ya postalamışlar. Bu iki «modern
Amerikan genci», Sibirya’daki ‘tipik Amerikan kasabası’nda gözlerini açınca,
nasıl olduğunu anlamadan ‘zaman tüneli’nde kaybolduklarını sanmışlar.
Hikâye, bundan sonra, bu iki «modern Amerikan
genci» nin başından geçenleri anlatarak sürüyormuş.
Holywood’daki kurt sinemacılar, bu filmin çok iyi iş yapacağını, çünkü gişe
hasılatı bakımından çok büyük önem taşıyan iki öğeyi bir arada kullandığını
söylüyorlarmış. Bugüne kadar yapılan ‘pazar araştırmaları’ hem zaman tüneli
(geçmişe yolculuk) motifinin, hem de «bu Ruslara güven olmaz» yaklaşımının
gerek televizyonda, gerekse sinemalarda çok tutulduğunu ortaya koyuyormuş.
Yukarda özetlemeye çalıştığımız senaryoda ise, bu tutulan öğelerin ikisi de
var. O bakımdan, Holywood kurmaylarının gişe hesapları da pekâlâ tutabilir.
Hatırlar mısınız bilmem... Sidney Pollack’ın Akbabanın Üç Günü’nde
anlattıklarının, daha sonra Beyaz Saray’daki bazı kasalarda ciddi ciddi el
altında tutulan ‘proje’lerden olduğu anlaşılınca, bazıları pek şaşırmıştı. Oysa
ortada o kadar da şaşıracak bir durum yoktu. Çağdaş Amerikan toplumunun ortak
muhayyilesine durmadan birşeyler sokuşturan ve kendisi de o muhayyileden
derinlemesine etkilenen Holywood’un, Beyaz Saray’a da, Pentagon’a da o kadar
uzak olmadığı biliniyor. İşte bu nedenle, Holywood’un böylesine bel bağladığı
yukardaki senaryoyu, bir de bu gözle değerlendirmek, sanıyorum yanlış olmaz.
İsterseniz çevrenize; yakın geçmişte ve hatta günümüzde yaşadıklarımıza bir
göz gezdiriniz. Bizim de, on yıl öncesinin, yirmi yıl öncesinin, hatta otuz
yıl öncesinin «Amerikan kasabalarını»
inşâ etmeyi kafaya koymuş; zaman zaman modelinin teklediğini farkeder gibi olup
«modern Amerikan gençleri» yle güncel Amerika’yı yakalamaya çalışan
senaristlerimiz yok mu? Hatta, bizi adam etsinler diye ta Amerikalardan
getirdiklerimiz, bir süre sonra, kendileriyle birlikte bizi de zaman tüneline,
1930’lara, 1940’lara sürüklemek istemiyorlar mı?
Demek ki, Türk seyircisinin de Holywood’da
kotarılan bu ve benzeri filmlerden alacağı epey hisse var. Keşke şu film, bir
an önce çekilse de, hikâyenin sonunu öğrenebilsek.
Arthur Koestler’i Türk okuyucusu, daha
çok 12 Mart’tan sonra pek moda olan «Aldatan Put» türü kitaplar aracılığıyla
tanıdı. Bir dönem komünizme gönül verip de sonradan bu «gençlik aşkı» aleyhine
kitaplar yazan diğer ünlüler gibi, onu da Türk okuyucusuna yalınkat bir soğuk
savaş yazarı olarak tanıtmanın sorumluluğu biraz da işte bu Aldatan Put türü
kitaplara ait. (Ama Türk solu da, yıllardır, Aldatan Put’tan daha fazlasını
haketmeyecek bir bağnazlık içinde dönüp durduğuna göre, bu sorumluluğun tek
taraflı olmadığı söylenebilir.)
Oysa Arthur Koestler’in biyografisinde komünizm/antikomünizm salınımı o
kadar da belirleyici bir yer tutmuyor. Onun her türlü baskı rejimine yönelik
eleştirilerinin değerini inkâr etmeksizin, asıl dar anlamda ideolojik
kavgalardan elini eteğini çektikten sonra yazdıklarından öğrenebileceğimiz çok
şey var. Ve ne yazık ki, onun bu dönemine ait kitapların hiçbiri dilimize
çevrilmedi. Zaman zaman alabildiğine seviyesizleşen sağ/sol çekişmesi yüzünden
bilim alanında, düşünce alanında ortaya çıkan tartışmaları gereği gibi
izleyemedik. Oysa ideolojik bir yaklaşımla Koestler’i tanımış ve sevmiş olan
okuyucuların, bir adım .daha atarak, Koestler’le birlikte ilgi alanlarını
genişletmeleri mümkündü.
Zira, bilim adamları arasında kendisini hep «dışarlıklı», hep «amatör» biri
olarak hissetmesine rağmen, bilim tarihiyle, insan beyninin bilinmeyen
yönleriyle ilgili kitapları, denemeleri, makaleleri Koestler’e bambaşka bir
düzlemde yeni arkadaşlar, yeni dostlar, yeni karşıtlar ve yeni okuyucular kazandırmış.
Özellikle psikoloji alanında yazdıkları, burnu havada ortodoks uzmanlar
tarafından pek sıcak bir kabulle karşılanmamışsa bile yine de görmezlikten
gelinemeyecek eleştiriler olarak değerlendirilmiştir. Aynı şekilde, bilim
tarihinin izlediği çizgi konusundaki değerlendirmeleri de, akademisyenlerin
fildişi kulelerinden başlarını çıkartıp biraz temiz hava almalarını
sağlamıştır.
Yakalandığı
Parkinson hastalığından ümitsizliğe kapılıp kendi canına kıymadan önce yazdığı
vasiyetname de, Koestler’in ortodoks akademisyenlere yaptığı son «soğuk şaka»
olmuştu. Vasiyetnamesinde Koestler, kitaplarının
telif haklarından doğan bütün gelirini ve servetini İngiltere’de bir
Parapsikoloji Kürsüsü açmayı kabul eden ilk üniversiteye bıraktığını yazıyordu.
Koestler’in bu vasiyetini yerine getirmeyi üstlenen Edinburgh Üniversitesi
öğretim görevlilerinden psikolog John Beloff’un, «Parapsikoloji Kürsüsü adı
verilen bu Truva atını herhangi bir üniversitenin iç kalesine sokmayı» başarıp
başaramadığını bilmiyoruz.
Ama
bildiğimiz bir şey var: Bundan dört yıl önce PARAPSİKOLOJİNİN ÜNİVERSİTEYE
‘SIZMA’ İHTİMALİNE KARŞI ASLANLAR GİBİ KÜKREYEN ORTODOKS AKADEMİSYENLER,
bugünlerde geleneksel tıbbı görkemli törenlerle davet ediyorlar. Demek ki,
Batı üniversitelerinde dört yılda hava çok değişmiş.
Buna karşılık bizim üniversitelerimizde de bazı rektörler değişti. AMA
İLK ON DERECEYE GİREN ÜNİVERSİTE ADAYLARININ TERCİHLERİ PEK DEĞİŞMEDİ. ÜNİVERSİTEYİ
KAZANANLARIN «EN İYİ»LERİ YİNE ELEKTRONİK MÜHENDİSİ OLMAK İSTİYORLAR.
Geçtiğimiz pazar günü Graceland’da toplanan binlerce kişi onuncu ölüm
yıldönümü münasebetiyle ünlü şarkıcı Elvis Presley’i anmış. Belli başlı
Amerikan dergilerinin Elvis Presley’i haftalar öncesinden başlayan bir
kampanyayla yeniden gündeme getirmelerinden, Newsweek’in onu kapak konusu
yapmasından da anlaşılıyor ki, birileri «Elvis kültü» nü yeniden canlandırmayı
veya hiç değilse şöyle bir hatırlatmayı kafaya koymuş. Doğrusu bunda epey
başarılı oldukları da söz götürmez.
Bayram Değil, Seyran Değil...
Amerika gibi bir ‘fırsatlar ülkesi’nde, yani herkesin herkesi acımasızca
dirseklediği ve en kestirme kulvarı tenhalaştırmaya çalıştığı bir memlekette,
hiç kimseyi ölümünün onuncu yıldönümü diye durup dururken kapak konusu
yapmazlar.
Öyleyse Elvis’in ayrıcalığı nerede yatıyor?
Eğlence Sektörü ve ötesi
Elvis Presley, ilk plağını 1952 yılında doldurmuş. Amerika çapında üne
kavuşması ise 1955’ten sonra. O yıllar, ABD’de kişi başına millî gelirin
‘patladığı’ yıllar. Patlayan millî gelirden aldığı payı en fazla artıran
sektörlerden biri de eğlence sektörü. 1955’le 1970 yılları arasında plak
satışlarının tam beş kat artmış olması da bunu gösteriyor. İlginç bir nokta da
şu: Satılan plaklar içinde klasik müziğin oranı düşerken, pop müziğin oranı
yükselmiş; çünkü toplam nüfus içindeki genç nüfusun oranı da yükselmiş. Daha
kestirmeden söylersek, Amerikan ailelerinin hem paraları, hem çocukları artmış;
dolayısıyla bu genç nüfusa hitab eden eğlence sektörünün de hacmi genişlemiş.
Vietnam Bataklığında
Tabiî bu arada, cinsel ahlâkla ilgili değer yargılarında, uyuşturucu
kullanımında, zenci/beyaz ilişkilerinde de bazı değişiklikler görülmeye
başlamış. Bunun üstüne bir de ABD’nin hızla içine yuvarlandığı Vietnam
bataklığını ve bu savaşın Amerikan taşrasına yansımalarını eklerseniz, Elvis
Presley’in müziğinin nasıl bir zamanda ve ortamda tınladığını tahayyül
edebilirsiniz.
Hızlı ve Uyumlu Genç
Böyle bir ortamda Elvis Presley, anasına babasına delice düşkün, taşranın
normlarını fazla tehdit etmeyen, evet ritmi biraz hızlıca, ama sonunda
uzlaşmayı ve şişmanlamayı reddetmeyen bir tip çizerek yükseldi ve yükseltildi.
Ve Uyumsuzlar
Ama yine de, Vietnam savaşma paralel olarak, bir başkaldırı dalgası
üniversite kampüslerinden başlayarak bütün Amerika’yı etkisi altına alıyordu.
Bu başkaldırının müzik alanındaki sözcülüğünü ise Bob Dylan üstlenmişti. Bylan
açıktan açığa, Amerika’yı Amerika yapan değerleri sorguluyor; sorgulamak ne
kelime yerden yere çalıyordu. Vietnam savaşının Amerikan halkının vicdanında
bazı kıpırtılara yol açmasında bu müziğin payını kimse inkâr edemez.
Bugün İse...
Şimdi yıl 1989 Bob Dylan’ın «Masters of War» adlı o güzelim şarkısında
anlattığı silah üreticileri, ölüm tacirleri, başkalarının ellerine silah tutuşturup
masalarının arkasına saklananlar, kulakları kirişte Körfez haberlerini
dinliyorlar. Ama bu arada, yeni yetme Amerikalıların Japon malı müzik
setlerine Elvis’in otuz yıl önce çalıp söylediklerini sokuşturmayı da ihmal
etmiyorlar. «Sakın kimseye kitaplığınızdan ödünç kitap vermeyin; zira ben kendi
kitaplığımı ödünç aldığım kitaplarla kurdum,» lâfını kim söylemişse doğru söylemiş. Bu yakınlarda şu veya bu vesileyle
herhangi bir kitap lâzım olduğunda, çoğu kere o kitabın yerinde yeller estiğini
görüyorum, canım sıkılıyor. Bu yazıyı yazmak için oturduğumda da yine aynı şey
oldu: Edward de Bono’nun, Türkçe’ye «Po: Evet’le Hayır’ın Ötesi» diye
çevrilebilecek, kitabını aramaktan başım dönünce, bundan böyle kimseye ödünç
kitap vermemeye de ahdettim.
De Bono Diye Biri...
Edward de Bono, bir zamanlar Amerikan işletmecilik okullarının gözdesiydi.
Belki hâlâ da öyledir. Özellikle gündelik hayatta karşılaştığımız bazı
problemlerin çözümünde nasıl alışkanlıklarımızın esiri olduğumuzu gösteren
kitapları baskı üstüne baskı yapar; her biri bir lococco (doğru yazdık mı
acaba) olmaya aday genç işletmeciler birbirlerini de Bono bilmeceleriyle köşeye
sıkıştırırlardı.
Düşünmeyi öğrenebiliriz
Nasıl bazı düşünürler muhabbetin öğrenilir bir tarafı olduğunu
söylüyorlarsa, de Bono da «düşünme» nin öğrenilebilir ve öğretilebilir bir
tarafı olduğunu savunur. Kurduğu ve yıllardır yönettiği Bilişsel Araştırmacılar
Vakfı aracılığıyla, «düşünme» nin her dereceden okulların müfredat programına
uygun bir «ders» haline getirilmesi çalışmalarını yürütmektedir.
Ne Demek« Po?»
İşte bu Edward de Bono’nun bence en sevimli kitabı, yukarıda adını andığım
kitabıdır. Kitap şimdi elimin altında değil ve bazı şeyler aklımda yanlış
kalmış olabilir.
Hatırlayabildiğim kadarıyla de Bono, bu kitabında, bazı soruları
doğru cevaplandıramamamızın asıl nedeninin, cevabı, artık iyice kemikleşmiş
«evet» ve «hayır» kategorileri içinde aramamız olduğunu söylüyordu. Ona göre
«evet» ve «hayır» İkilisi, insan düşüncesinin önündeki en büyük engellerden
birini oluşturuyor. Cemil Meriç’i okumuş olanlar, buradaki bir benzerliği
herhalde farketmişlerdir. Hatırlayacaksınız,
merhum Cemil Meriç de, «ideolojiler» için buna benzer bir tarif geliştirmişti.
İşte bu manâda, ideolojiler nasıl «idrakimize giydirilen deli gömlekleri» ise,
de Bono’ya göre «evet» ve «hayır» da, aynı şekilde, problem çözme yeteneklerimizi
cendereye sokan kategorilerdir; daha doğrusu alışkanlıklardır.
Edward de Bono, bu «evet» ve «hayır»
cenderesinden kurtulmak için bir üçüncü cevap kategorisi öneriyor: Po.
Po, de Bono’ya göre evet’le hayır’ın ötesindeki muhtemel çözüm yollarını
düşünmeye başlamanın ilk adımıdır. Bütün dünyanın ya sıfır, ya bir; ya evet ya
hayır ilkesine göre işleyen bilgisayar teknolojisinin hâkimiyeti altına
girdiği; düşünmeyle ilgili alışkanlıklarımızın bu teknoloji tarafından
biçimlendirildiği bir dönemde Po, bana pek de entellektüel bir fantazi gibi
görünmüyor.
Siz ne dersiniz; evet mi, hayır mı?
Sh:210-222
Kaynak: Bombacı Parmenides, NABİ AVCI,
işaret yayınları,1989, İstanbul
“Akıllı insanlar aptal olabilir mi” diye merak
edenlerin, ne çok uzağa bakmalarına ne de dünyayı belirli bir ideoloji çerçevesinde
değerlendirmelerine gerek var..
•
Yale Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, Rhodes
burslu, * bir Birleşik Devletler başkanı o kadar “aptalca” davranışlar sergilemiştir
ki, bunları neden yaptığını hemen hiç kimse anlayamamıştır. Kamuoyu iyi
yetişmiş bir hukukçunun hormonsal zorlamaların ötesinde böylesine hukuksal bir
kâbusa karışmasına hayret etmiştir.
*Şirketlerle akademik dünya
arasındaki bağlan pekiştirmek amacıyla oluşturulan, yuvarlak masa gruplarının
yaratıcısı Cecile Rhodes’in adına verilen burs
•
İşinin ehli olarak değerlendirilen bir savcı ve
yargıç, bir Amerikan başkanına karşı açıkça kan davası güderek, Amerikan
halkının büyük bir kısmının gözünde ismini zedelemiştir. Savcının yürüttüğü
kampanya boyunca, halkın büyük çoğunluğu, kendisinin bir hukuk davasını
sürdürmediğine, sadece “kazanmak” için uğraştığına inanmıştı.
•
Siyasi duruşu belli, ancak aynı zamanda dengeli
ve bilge biri olarak tanınan bir Amerikan kongre üyesi, meclisteki partili
“yöneticilerle” birlikte kazanamayacağı bir davanın peşinden giderek namını
yerle bir etmiştir.
•
Delaware’nin eski eyalet başsavcısı, kendisini
reddeden kız arkadaşını öldürdüğü için ölüm cezasına çarptırılmıştır.
•
Çocuk pornografisi bulundurma suçlamasıyla
yargılanan ve hüküm giyen dünyaca ünlü bir jeolog, bir erkek çocukla ilişkiye
girmekle ve daha sonra ona tecavüz etmekle suçlanmıştır.
İster tek bir zekâ
türüne (g veya IQ), ister çoklu zekâya, ister ikisinin arasında bir şeye
inanın, yukarıda bahsedilen bireylerin davranışları (kimi zaman da kendi
davranışlarımız) zekâ hakkında bildiklerimizle açıklanamaz gibi görünürler.
Neden insanlar kariyerlerini, hatta hayatlarını mahvedecek ölçüde aptalca
düşünüp, aptalca davranırlar?
İşte zekâ teorileri
dahil, psikoloji teorilerinin büyük bir kısmının ihmal ettiği bu tür sorulara
cevap bulmak gerekir. Tüm dünyada, zekâ ve yetenek araştırmaları yürüten ve
kimin kendisini başarıya ulaştıracak bir zekâya sahip olduğunu belirlemeye
dönük testler geliştiren koca bir sektöre milyonlarca dolar harcanır; ama kimin
zekâsını en iyi biçimde kullanacağı ya da kimin zekâsını şaşırtıcı ve nefes
kesen ölçüde aptalca eylemlerde boşa harcayacağı konusuyla aslında hiç ilgilenmez.
Burada “aptallık”
kelimesiyle, herhangi geleneksel bir testte kötü performans gösteren bir kişiye
atfedilen “zihinsel gerilik”, “öğrenme güçlüğü” veya alışılmış başka bir etiket
kastedilmemektedir. Bu kişilerin büyük bir kısmı günlük hayatlarını normal bir
şekilde sürdürürler. Kastedilen, başkalarının canını alabilecek türden
aptallıklar gösteren kimselerdir.
Geleneksel anlamda
aptallığın, insanların ya da onların çevresindeki insanların hayatlarını
söndürdüğü neredeyse hiçbir şekilde görülmemiştir. Burada kastedilen, neyin
riske edildiğinin veya cephenin nerede olduğunun çoğunlukla belli olmadığı,
sonuçta kimsenin kazanmadığı, ülkeleri sürekli savaş kargaşasında bırakan
türden bir aptallıktır.
Tutarlılığı sağlamak
için, aşağıdaki konulara eğilmek gerekir.
•
Aptallık özelliğinin doğası.
•
Bu özellik için önerilen teoriler.
•
Aptallığın zekâ ile ilgisi.
•
Aptallık aptalca davranışa nasıl katkıda
bulunur?
•
Aptallık ölçülebilir mi?
•
Aptallık değiştirilebilir mi? (Bir kişi daha az
aptal hale getirilebilir mi?)
Sh: 7-9
Bu yazının başlığı,
Akıllı İnsanlar Neden Bu Kadar Aptal Olabilirler, akıllı insanların en azından
arada bir aptalca şeyler yaptığını farz eder. Bölüm başlığı, bu tür aptal
davranışların açıklanması gerektiği anlamını taşır. Açıklama getirmeyi deneyen
herhangi birinin karşılaşacağı ilk güçlük, başlığın günlük konuşma diliyle
yazılmış olmasıdır. Kilit sözcükler olan akıllı ve aptal halk psikolojisine ait
ifadelerdir. Aynı zamanda anlamları muğlak, belirsiz olup, kişiye ve
kullanıldığı duruma göre değişebilir.
Akıllı terimi psikolojik
bir kavram olan zekâya eşitlenebilir. Aslına bakılırsa, kitaba katkıda
bulunanların tercihi de bu yöndedir. Bu unsur bütün yazarların hemfikir olduğu
konudur. Ne yazık ki aptal teriminin psikoloji teorisinde açık bir tanımlaması
yoktur. Bunun sonucu olarak yazarlar bu kavramı incelerken büyük ölçüde farklı
yaklaşımlar sunmaktadır.
Başlık akıllı olmanın
insani bir özellik olduğunu açıkça belirtiyor. Bu, bireyin ayrılmaz bir özelliğidir.
Bugün akıllı olan bir kişinin yarın da, öngörülebilir bir gelecekte de akıllı
olması beklenir. Elbette ki en azından bazı yazarlar, zekânın sabit olmadığını
ortaya koymuştur. İnsanlar gayret göstererek ve uygun talimatlar rehberliğinde
zekâlarını geliştirebilirler. Ancak zekâda hızlı değişimler ve büyük
dalgalanmaların görülmesi nadirdir.
Diğer yandan aptallık
bir eylemin, davranışın, durumun veya bir kişinin özelliği olabilir. Sigara
içen bir kişinin niyeti, motivasyonu ve onu haklı gösterecek yorumu ne olursa
olsun, sigara içmenin aptalca olduğunu düşünebiliriz. İnsanların büyük bir
çoğunluğu aptal tanımını bu tür eylemler için kullanıyorsa da, yazarların bu
şekilde bir kullanım düşündüklerinden şüpheliyim. Kitap başlığındaki paradoksun
nedeni, aptal teriminin bireyin bir özelliği olarak kullanılma olasılığında
yatar. Çünkü, yazarlardan biri hariç tümü, aptal terimini akıllının zıddı
olarak ele almakta; öte yandan, her iki terimi de bireyin bir özelliği olarak
değerlendirmeleri, bir insanın aynı zamanda hem akıllı hem de aptal olabileceği
anlamına gelmektedir. Böylece başlık ilk bakışta bir paradoks ortaya koyar. Bu
da çözülmesi gereken bir bilmeceyi beraberinde getirir.
Bu paradoksu çözmenin
bir yolu Wagner, Stemberg ve belki diğer birkaç yazarın bölümlerinde dolaylı
olarak dile getirilmektedir. Çözüm zekâ ve aptallığı alana bağlı olarak ele
almaktır. Yani bir kişi profesyonel hayatında akıllıyken, özel sorunlarında
aptalca davranabilir. Bu paradoksu çözmenin diğer ilginç bir yolu, aptallığı
bir durum veya bir davranış özelliği olarak göz önüne almaktır. Bu, profesyonel
hayatında genellikle akıllı olan birisinin, aynı profesyonel hayatında zaman
zaman aptalca davranmasını açıklayabilir. Bu senaryo yazarların çoğunun
aklındaki yaklaşımdır.
Bütün yazarlar
akıllı insanların davranışlarına odaklanmıştır. Bu, budala (zeki olmayan)
insanların aptal olup olmadığı sorusunu açıkta bırakıyor. Yazarların
büyük bir çoğunluğunun, aptallığı, bir kişinin yeteneklerini ve bilişsel
kapasitesini optimal olarak kullanmada gösterdiği beceriksizlik olarak
değerlendirdiğini söylemek doğru olur kanısındayım. Bu her ne kadar makul
görünse de, aptallığın düşük zekânın göstergesi olduğu yönündeki yaygın kabulle
tutarsızmış gibi görünür. Aptallık, gerçek ve potansiyel davranış arasındaki
farklılık olarak değerlendirildiği takdirde, maladaptif (uyum göstermeyen; uygunsuz, uyumsuz)
davranan veya düşük entelektüel yeteneklerini tam kapasiteyle kullanan bir kişi
için kullanılamaz.
Anlaşma ve Anlaşmazlık
Noktaları
Çoğu yazar, akıllı
insanların neden aptal olabileceği sorusuna, meydan okurcasına yanıt aramayı
kabul etmiştir. Hem Perkins, hem de Ayduk ile Mischel konuyu öz düzenleme (self
regulation) eksikliği yönünden incelemiştir. Onlara göre aptalca davranış,
eylemin uygun olmayan zamanda uygun olmayan yerde tetiklenmesinin veya kişinin
daha önemli, ama daha uzun vadeli amaç peşindeyken o anki tatminini
bastırmaktaki beceriksizliğinin sonucudur. Dvveck’e göre aptallık, bireyin
kendi kapasitesini ve öğrenme fırsatlarını tam olarak kullanamamasının
sonucudur. Bu eksiklikler zekânın sabit olduğu kabulüyle ve kötü performansla
sonuçlanabilecek görevlerden kaçınma savunmasıyla ilintili gibi gözükmektedir.
Stanovich ve Austin ile Deary, aptallığın nedenlerini kişilikten ve zekâdan
bağımsız olarak kişinin başka huylarında aramışlardır. Wagner ve Grigorenko ile
Lockery, aptallığı sosyal sistem düzeyinde ele almışlardır. Halpem, Bili
Clinton’ın Monika Lewinsky ile olan ilişkisini ifşa etme biçimindeki
aptallığını, onun, çevresinde olan değişiklikleri anlama eksikliğine ve eski
alışkanlıklarına (düşüncesizlik) güvenmesine bağlamaktadır.
Stanovich, Moldoveanu
ile Langer ve Sternberg’in bölümlerinde bu paradoksu çözmenin birbirinden
çarpıcı ölçüde farklı üç ayrı yolu bulunmaktadır. Çoğu yazar “aptalı”
“akıllının” (zeki) karşıtı olarak kullansa da, Stankovich aptallığı
rasyonelliğin zıttı olarak ele almanın avantajlarından bahsetmektedir. Başka
bilişsel bilim insanlarını izleyen Stankovich, zihinsel fonksiyonu üç düzeyde
İncelenmektedir. İlki eylemin donanımını veya yerine getirilmesini gözeten
biyolojik düzeydir. İkincisi sistemin bilişsel kapasitesine karşılık gelen
algoritma düzeyidir. Stanovich akıllı olmayı veya zekâyı bu düzeye yerleştirir.
Üçüncüsü düşünme şekli, amaç belirleme, tarz kopyalama ve benzerlerinin
bulunduğu kasıt düzeyidir. Bu, rasyonel ve aptalca davranış hakkında konuşmanın
anlamlı olduğu düzeydir. Bu analize göre aptallık, hedefleri peşinde giderken
bilişsel yetenekleri kullanma eksikliğinin görüldüğü ikinci düzeyden kaynaklanır
(pragmatik veya epistemik).
Moldoveanu ve Langer
“aptal” etiketinin uygun olmayan kullanımına odaklanmıştır. Aptallığın çoğu
aşikâr durumda kişilerin gözlemciler tarafından akılsızca etiketlenmesinden,
toplumsal rollerin (öğretmen-öğrenci ilişkisi gibi) etkileşimli takibinin
akılsızca yapılmasından ve sosyal önyargıların kişi tarafından akılsızca
özümsenmesinden kaynaklandığını iddia etmektedirler. Onlara göre, standartlara
uygun hareketler göstermeyen deneklerle yapılan araştırmalardan, ne bu
bireylerin “mantıksız” (irrasyonel) davrandığı ne de “bilişsel kötürüm”
oldukları anlamı çıkar. Bu tür anlamlar, yalnızca deneklerin verilen bilgiyi
kendilerinden farklı bir şekilde algılayabileceklerini düşünemeyen akılsız
deneycilerin eksikliğini yansıtır. Moldoveanu ve Langer, deneklerin ele alman
problemi nasıl yorumladıkları göz önüne alındığında, rasyo-nelliklerinin
geçerliliğinin gösterilebileceğine inanmaktadırlar. Düşünceli/düşüncesiz
sürekliliğini zeki/zeki olmayan ile değiştirdiğimizde insanları ve davranışlarını
aptal olarak tanımlama eğiliminin ortadan kalkacağını ileri sürmektedirler.
Stemberg akıllı
insanların aptal olabileceğini reddederek paradoksu basitçe çözer. Stanovich’in
tersine Stemberg aptalı akıllının zıttı olarak kabul etmiş görünmektedir. Ama konuyu
akıllı insanlar neden bu kadar aptal olabilir tartışmasından çıkarıp akıllı
insanlar neden bu kadar ahmak olabilire çevirmiştir. Bu bağlamda ahmak bilgenin
zıttıdır. Bu, yazara bilgeliğin dengesi teorisi ve ahmaklığın dengesizliği
teorisini destekleme olanağı tanır. Bunların ışığı altında, Levvinsky olayında
Clinton’ın davranışının sonucu aptalca değil, elbette ki ahmakçadır. Stemberg,
Clinton’ın uygunsuz davranışının (Halpem’e göre aptalca, Stemberg’e göre
ahmakça) durumların ortaya koyduğu üstü kapalı işaretleri anlama eksikliğinin
sonucu olduğu konusunda Halpem ile aynı görüştedir.
Moldoveanu ve Langer,
hüristik tümevarım ve önyargı araştırmasının ekolojik geçerliliğini reddeden
yegâne yazarlar olarak ortaya çıkarlar. İki yazar da, bu araştırmanın günlük
yaşamdaki davranışları tanımlamada yetersiz kaldığını düşünmektedir. Öte yandan
Stanovich, laboratuvar ortamında keşfedilen bu peşin hükümlerin gerçek dünyada
nasıl işlediğine ilişkin çeşitli örnekler vermektedir -fizikçilerin kabulleri,
risk değerlemesi, vs. Wagner, Halpem ve Grigorenko ile Lockery bu peşin
hükümlerin günlük yaşamdaki gerçekliklerine açıkça atıfta bulunurken, diğer
katılımcılar bu kapsamı zımnen kabul ediyor görünmektedir.
Yazarlar arasındaki bu
açık anlaşmazlık, kısmen akıllı ve aptal terimlerinin muğlaklığına
bağlanabilir. Yazarlar arasında bu terimleri psikolojik temelde tanımlama ve
inceleme açısından farklılıklar gözlemlenmektedir. Bununla birlikte, görünür
anlaşmazlığın temel nedeni yazarların aptallığı anlatmakta kullandığı örneklemlerin,
bağlamların ve örneklerin farklı olmasıdır. Yazarların büyük bölümü, ilgi
çekici bulmadıkları bilgi eksikliği, anlık yanılmalar, yorgunluk ve basit
“performans” uygulamalarından kaynaklanan “aptallığı” göz önüne almaz. Kamyon
şoförünün ham-zemin geçitten trenden önce geçmeye çalışması ya da çocukların
tatminlerini geciktirme zaafları gibi güdüsel yapılan eylemler, en azından iki
bölümün odak noktasıdır. Clinton-Levvinski ilişkisi iki ayrı bölümde
önemli bir yer tutar. Yönetimsel yetersizlik, İran-Kontra olayı, sigara içme,
Çeçenistan, öğretmen öğrenci algılamaları, öğrenme güçlüğü, Vietnam ve Rodney
King olayı gibi sosyal aptallıklar yazarların ele aldıkları diğer örneklerdir.
Uyumlu ve uyumsuz
davranışlar çok farklı durum ve bağ-lamlarda meydana gelir. Bu bağlamların her
biri farklı konuları ortaya çıkarabilir. Bunların hepsinde bazı davranışlar o
kadar sorumsuz, dikkatsiz, düşüncesiz, savsak ve şaşırtıcıdır ki, “aptal”
tanımlamasını davet ederler. Moldoveanu ile Langer’in dolaylı olarak ifade ettikleri
gibi, bu küçük düşürücü tanımı kullanmaktan kaçınmak belki de daha iyidir. Ama
bu tanımı bırakırsak, bu sefer de düşüncesizliğin ötesindeki eylemleri
belirtmek için özdeş bir yola başvurma zorunluluğu duyacağımızdan şüphe
ediyorum. Bütün ahmaklar eşit yaratılmamıştır.
Wolfgang Köhler (1959)
ünlü klasiği The Meniality of Apes'te (Maymunların Zihniyeti), yaptığı geniş
çaplı gözlemler sonucunda şempanzelerin problem çözerken üç çeşit hataya
düştüğünü saptamıştır.
1. “İyi hatalar”: “Gözlemcinin, insanın
başarılarını zihninden soyutlayıp, yalnızca gözlenen davranışın doğasına
odaklanması durumunda fark edebileceği, hayvanın yaptığının aptalca olmadığı,
hatta neredeyse lehte bir izlenim bıraktığı hatalardır.”
2. “Görevin şartlarının tam olarak
anlaşılmamasından doğan hatalar:” “Böyle bir hata, bir kutunun hayvan
tarafından daha yükseğe konarak statik açıdan daha kötü bir konuma getirilmesi
sırasında görülebilir. Bu tür durumlarda edindiğimiz izlenim belli ölçüde
sınırlı bir masumiyettir.”
3. “Alışkanlıktan
kaynaklanan kaba (ham) aptallıklar.” “Hayvanın etrafı kolaçan edebilmesi
gereken durumlarda gözükür... Bu tür davranışlar, oldukça sinir bozucudur
-hatta neredeyse insanı kızdırır... Bu tür davranışlar benzer süreçler daha
önce gerçek bir çözüm olarak ortaya çıkmamışsa görülmezler. Aptallıklar
birincil çözümlerin çıkabileceği, kazara gerçekleşen ‘doğal’ kesitler
değildir... Bunlar önceki özgün çözümlerin daha sonra ortaya çıkan etkileridir;
sıklıkla tekrarlandıkları için, deneylerin özel şartlan göz önüne alınmadan
ikincil olarak ortaya çıkma eğilimi göstermeleri beklenir. Bu tür hataların
öncesinde oluşan koşullar uykulu olma hali, aşırı yorgunluk, soğuk ve hatta
heyecanlı olmak gibi görünmektedir.”
Köhler hayvan zekâsının
sadık bir savunucusuydu. Kitabı, Thomdike’ın her türlü hayvan “muhakemesini”
yalnızca deneme yanılma açısından ele almasına karşı yazılmış ateşli bir karşı
çıkıştı. Yine de Köhler’in bazı şempanze davranışlarını “aptal” olarak
tanımlamaya zorlandığını hissederiz. Gerçekten de şempanze dünyasında başka
davranışların zekice olduğunu görmesinden dolayı böyle bir tanıma ihtiyaç
duyar. Benzer şekilde sırf bazı bilişsel eylemleri aptalca olduğu için, insan
kavrayışının itibarını kötülemeyiz. İnsanın bilişini genellikle rasyonel ve
uyumlu kabul ettiğimiz için rasyonellik ve uyumdan sapan davranışları “aptalca”
olarak tanımlarız.
Daha önce, yazarların
aptallığa yaklaşımları arasındaki farkın, söz konusu kavramı farklı
kullanmalarından kaynaklandığını belirtmiştim. Uyumsuz davranış hakkında birkaç
örneği kısaca incelemenin akıllı insanların neden aptal olabileceği konusuyla
ilgili birçok unsuru anlayabilmemiz açısından yararlı olacağı kanaatindeyim.
Sh:11-17
Ahmaklığın Dengesizlik
Teorisi
İngiliz Dili American
Heritage Sözlüğü’ ne (1992) göre aptal (stupid) olan bir kişi” yavaş öğrenir
veya anlar zekâsı eksiktir” (sayfa 1784-1785). Ahmakça (foolish) davranan bir
kişi” değerlendirme eksikliği gösteriyordur, Yanlış bilgiden veya aptallıktan
kaynaklı böyle niteleniyordur, (İnsanların gülmesine neden oluyordur;
davranışları anlamsız veya saçmadır, aşırıya kaçar veya inatçıdır, makul
değildir” (sayfa 707). İki tanım oldukça farklı anlamlara işaret eder.
1990’ların
klasik vakası haline gelen olayı düşünün: Başkan Clinton’ın Monica Lewinsky ile ilişkisi.
Clinton ne yaptığını biliyor ve anlıyor muydu? Elbette çok iyi biliyordu.
Kısmen bu nedenden dolayı insanlar onu affetme yanlısı olmadılar. “Cinsel ilişki”
ifadesindeki gibi, sözcüklerin anlamını kılı kırk yararcasına kullanması,
eylemlerinin doğasının gayet farkında olduğunu gösteriyordu. Clinton aptalca
hareket etmemiştir. Ama iyi değerlendirme eksikliği göstererek ve genellikle
makul olmayan davranışlarda bulunarak ahmakça davranmıştır.
Siyasette bir kuşak
geriye gidersek ahmakça davranan çok zeki başka bir başkan daha buluruz.
Richard Nixon düşmanları hakkında bilgi toplayıp onlara darbe vurmaya
kararlıydı. Watergate hırsızlığı Demokratların uygulama ve planlarını öğrenme
fırsatı olacaktı. Nixon’un bu hırsızlıktaki rolü açık değildir. Ama açık olan
Nixon’un bu hırsızlığı örtbas etme girişiminin tam ortasında olduğudur. Hatta
başkan örtbas etmenin bütün dayanakları yerle bir olduğunda dahi gizliliği
devam ettirmeye çalıştı. Makul standartların hiçbirine göre Nixon aptal
değildi. Ama o ahmakça davranmıştı.
Bir kuşak daha geriye
gidip çok farklı bir bağlamda çok farklı bir siyasi lideri ele alırsak benzer
bir görüntü buluruz. Neville Chamberlain’in Hitler’i sakinleştirme
çabalarını sürdürmesi aptalca mıydı? Sözlüksel anlamda değildi. Chamberlain
ihtiyatlı davranma nedenlerini sıralayabilir ve zeki eylem yönünü tuttuğuna
birçok kişiyi inandırabilirdi. Ama o ahmakça davranmıştı. Değerlendirme
eksikliği gösterdi. Soru Hitler’in emperyalist macerasına devam edip
etmeyeceğiydi. Bütün işaretler devam edeceğini gösteriyordu.
Eğer Clinton, Nixon ve
Chamberlain’in aptal veya zihinsel eksiklikleri olmadıkları konusunda hemfikir
olabiliyorsak, o zaman şaşırtıcı eylemlerine başka yönden bakmalıyız. Kesin
konuşmak gerekirse, kendi içlerinde bu kişiler ya da eylemleri ahmakça değildi.
Ahmaklık daha ziyade bir kişi ve bir eylem arasındaki etkileşim ile olur. Bu
dünya liderleri belli şart ve durumlarda ahmakça davrandı. Diğer şart ve
durumlarda ise davranışları ahmaklık dışında her şeydi. Örneğin Nixon Çin’e
kapıları açtı. Clinton ABD tarihinin en güçlü ekonomisine başkanlık etti. Bazı
alanlarda çok etkili olan kişiler diğer alanlarda ahmakça davranabilirler.
Ahmaklığın Dengesizlik
Teorisi daha önce geliştirdiğim bilgeliğin denge teorisi üzerine kurulur
(Stemberg 1998). Önerilen teori ahmaklığa bilgeliğin zıttı olarak bakar. Aptal
olarak işaret ettiğimiz davranışların büyük çoğunluğu zekinin zıttı olan aptal
değildir; ama daha ziyade bilgeliğin zıttı olarak ahmakçadır. Ahmakça olmanın
başlangıcı, sözsüz bilgideki bir kusurda yatar.
Sözsüz Bilgi Yaklaşımı
Burada önerilen ahmaklık
görüşünün esasında sözsüz bilginin kazanılmasında veya kullanılmasındaki
kusurlar vardır.
Sözsüz bilgi genellikle
başkalarının doğrudan yardımı olmadan elde edilen ve bireylere kişisel olarak
değer verdikleri hedeflere ulaşmaya izin veren eylem odaklı bilgi olarak
tanımlanabilir (Stemberg et al. 1995; Stemberg et al. 2000). Sözsüz bilginin üç
ana unsuru vardır: Prosedüreldir; kişilerin değer verdiği hedeflere ulaşmayla
ilişkilidir; başkalarının küçük bir yardımıyla veya yardım almadan elde edilir.
Sözsüz bilginin
prosedürel ve eylemle yakın ilişkili olduğuna işaret ettiğimizde ona ‘bunu
bilme’nin değil ‘nasıl olduğunu bilme’nin bir biçimi olarak bakarız (Ryle
1949). Çalışmamızda şart eylem dizisini (üretim sistemleri) sözsüz bilginin
zihinsel temsilini anlamak için yararlı bir formalizm olarak görmekteyiz.
Örneğin bir pazartesi sabahı birisi kötü haberi patrona iletmeliyse ve patronun
golf oyunu bir gün önce yağmur nedeniyle yanda kalmışsa ve de patronun adamları
onu kızdırmamak için özen gösteriyorsa, patronun haftasını zehir etmemek adına
haberi bekletmek daha iyidir. Sözsüz bilginin her zaman belli durumlardaki veya
durum sınıflarındaki belli kullanımlara bağlı olduğuna dikkat edin.
Bir kişinin sözsüz
bilgiyi kazanması veya kullanmasında bir kusur olduğunu farz edin. Kişi belki
bu unsurlardan bir tanesini, örneğin pazartesi sabahının patron için önemini
(kötü haber haftasını berbat eder) hiç öğrenmemiştir. Veya belki de patronunun
pazar günü golf oynayamadığında keyfinin kaçmaya eğilimli olduğunu hiç
öğrenmemiştir. Alternatif olarak kişi bunları öğrenmiştir; ama buna rağmen
patronuna haberi iletmeye kararlıdır. Kişi kötü haberi yanlış zamanda söyler;
patron küplere biner ve hıncını haberi getirenden çıkarır. Mesajcı ahmakça
davranıp bedelini ödemiştir.
Sözsüz bilgi pratik
açıdan da yararlıdır. Kişilerin değer verdiği hedeflere ulaşmada araç olurlar.
Böylece insanlar bu bilgiyi hayatta başarıya -başarıyı nasıl
tanımlamışlarsa-ulaşmak için kullanırlar. Hayatla ilgili olmayan problemleri
çözen prosedürler hakkındaki soyut akademik bilgiye sözsüz bilgiyi oluşturan bu
perspektifte değinilmeyecektir.
Son olarak sözsüz bilgi başkalarının yardımı olmadan
kazanılır.
İdealde başkaları bu bilginin kazanılmasına rehberlik edebilir. Bu bilginin
kazanılmasına çevresel katkı genelde en az düzeydedir ve bazen organizasyonlar
sözsüz bilginin kazanılmasını gerçekte bastırabilir. Örneğin bir işletme,
çalışanlarının kişisel kararların nasıl alınması gerektiğine karşın nasıl
alındığını bilmelerini istemeyebilir. Gelişimsel açıdan bu görüş bilgeliğin
dolaylı kazanılmasından dolayı öğretilmediğini ileri sürer. Benzer şekilde
ahmakça olmak ahmakça davranışların biçimsel akışından değil, çevredeki
işaretleri okumadaki kusurlar yüzünden kazanılır. Kişi bilgeliğin gelişimi için
şartlan ve vaka çalışmalarım sağlayarak öğrencilerin bilgeliklerini
geliştirmelerine yardım edebilir, ama şartlar gözetilmeksizin bilgece olduğu
düşünülen belli eylem akışını öğretemez. Kişi kendisine ne kadar sözsüz bilgi
sağlayacak bir çevreye konursa konsun onu kazanmak hemen hemen her zaman
kişinin sorumluluğundadır. Eğer bu bilgi kazanılmaz ve etkin şekilde kullanılmazsa
birey kapılarını ahmakça davranışlara açar.
Sözsüz bilgi, içinde
bulunulan şartlara bağlıdır. Bu yüzden bir şartta uygulanan sözsüz bilgi başka
bir şartta uygulanamayabilir. Ancak insanlar bu şekilde düşünmeyebilir. Bir
alanda bilgece değerlendirme yaptıklarında genellikle alanlar arasında da
bilgedirler. Kendi bilgeliklerine olan bu inanışları çoğunlukla onların
düşmesine yol açar.
Clinton’ın Monica
Lewinsky krizini önlemek için ihtiyaç duyduğu sözsüz bilgi ince veya gizli bir
bilgi değildi. Bu durumda şu sorulmalıdır: Akıllı olduğu açık Clinton gibi
biri, bu bilgiyi kazanıp uygulamada nasıl başarısız olmuştur? Yanıt, konumu
gereği büyük güce sahip kişilerin çoğunlukla onları ahmakça davranmaya iten üç
eğilime sahip olmasıdır: Her şeyi bilme, her şeye gücü yetme ve zarar görmezlik
düşüncesi.
Her şeyi bilme
düşüncesi, kişinin bilinebilecek her bilgiye kendi tasarrufuyla ulaşabildiği
durumların sonucudur. Güçlü bir lider bir telefon konuşmasıyla hemen hemen her
türlü bilgiye ulaşabilir. Bu arada insanlar bu güçlü lideri çok bilgili veya
her şeyi bilmeye yakın olarak değerlendirir. Bu güçlü lider zamanla her şeyi
bildiği fikrine kapılabilir. Janis’in (1972) toplu düşünme kurbanları
analizinde gösterdiği gibi, başkanın kadrosu da böyle düşünebilir. Siyaset
tarihi, olduklarından daha fazla bildiklerine inanan parlak hükümet
yetkililerinin ahmakça kararlarıyla doludur.
Her şeye gücü yetme
düşüncesi, bireyin kullandığı aşın güçten kaynaklanır. Belli alanlarda birey
neredeyse ne yapmak istese yapabilir. Buradaki risk bireyin aşırı genellemeye
giderek bu yüksek düzeyli gücün her alanda uygulanabileceğine inanmasıdır.
Zarar görmezlik
düşüncesi tam bir korunma hayalinin var-lığından, örneğin büyük bir kadrodan
kaynaklanır. İnsanlar, özellikle de liderler onları korumaya her an hazır
birçok arkadaşa sahipmiş gibi görünür. Liderler kendilerini dalkavuklardan
korumalıdır. Harry Truman, çok güçlü (Washington) liderlere, kendilerine
arkadaş olarak bir köpek seçmelerini önermiştir. İşler kötüye gitmeye
başlayınca, dost bilinenler sadık dost dışında her şey olabilirler; ama köpeğin
sadakati koşulsuzdur.
Yaptığımız bir dizi
çalışmayla, (Stemberg, Wagner & Okagaki 1993; Stemberg et al. 1995; ve
Stemberg et al. 2000’de özetlenmiştir) gerçek dünyadaki sözsüz bilgiyi
değerlendirebilecek bir yöntem geliştirmeye çalıştık. Değerlendirme kurma
metodolojisi bir hayli karmaşıktır. Öncelikle insanlarla, mesleklerindeki
kritik durumlarla nasıl başa çıktıkları üzerine görüşmeler yaparız. Sonra bu
görüşmelerdeki üstü kapalı sözsüz bilgiyi çıkartırız. Ardından bu bireylerden;
kendilerini, başkalarını ve mesleki görevlerini yönetirken karşılaştıkları
problem türlerini çözmelerini isteyen değerlendirmeler hazırlarız. Bu
problemlerden her biri, tipik olarak, problemi ele almada muhtemel seçenekleri
barındıran iş hayatıyla ilgili bir senaryodur. Teste girenlerden problemlerin
kalitesini Likert ölçeğinde değerlendirmeleri istenir. Bütün problemler için
yanıt profilleri uzman grubun ortalama profiline göre puanlanır.
Burada önerilen ahmaklık
tanımı yukarıda anlatıldığı gibi hem sözsüz bilgi fikrine hem de dengesizlik
fikrine dayanır. İlk önce ahmaklığın zıttı olan bilgeliği göz önüne alalım.
Bilgelik var olan
çevreye uyum sağlama, var olan çevreyi şekillendirme ve yeni çevreyi seçme
arasında denge sağlamak için, kısa ve uzun vadede birey içi, bireyler arası ve
birey dışı menfaatler arasında denge kurarak ortak iyiyi başarmaya doğru
yönlenen sözsüz bilginin uygulanması olarak tanımlanır.
Buna karşın ahmaklık (1)
var olan çevreye uyum sağlama, var
olan çevreyi şekillendirme ve yeni çevreyi seçme arasındaki dengenin
başarısızlığı ile sonuçlanan, kısa ve uzun vadede birey içi, bireyler arası ve
birey dışı menfaatler arasındaki dengesizlik yüzünden ortak iyiyi başarmadan
uzaklaşan, sözsüz bilginin hatalı olarak kazanıldığı ve uygulandığı durum
olarak tanımlanır. Ahmaklık bilgeliğin aşırı başarısızlığıdır.
Önceki örneklere
dönersek, dengesizliğin nasıl ahmakça kararlara yol açtığını görürüz. Başkan
Clinton, Monika Levinsky ile girdiği ilişkide kendi menfaatlerini karısı,
ailesi ve ülkesinin (ona en üst düzeydeki yönetici olarak hizmet veriyorken)
çok üzerinde tuttu. Ayrıca durumun kısa vadeli hazzını potansiyel uzun vadeli
sonuçların üzerine koydu. Ama tabii ki, kendini her şeyi bilen, her şeye gücü
yeten ve aynı davranışı sergileyecek başkasının karşılaşacağı tehditlerden
kendini zarar görmez hissederek, yakalanacağım ummadı. Durumu şekillendirmesi
neredeyse her standart bakımından yetersizdi: çok az kişi ne yapıp yapmadığı
hakkındaki kılı kırk yarar tanımlarını itibarlı buldu.
Benzer şekilde, Nixon
olayı örtbas ederken, kendi menfaatlerini ülkesininkinden yüksek tuttu. Durumu
şekillendirme çabası anlamsal kılı kırk yarmalarla sekteye uğradı. Sonunda
azalan desteğinin kalanını da yitirdikten sonra Nixon başkanlıktan istifa etti.
Bilgelik sadece kendi
menfaatini azamiye çıkarmak değil, kendi çeşitli menfaatleri (birey içi) ile
başkalarının menfaatleri (bireyler arası) ve -bireyin şehri, ülkesi, çevresi ve
hatta Tanrı gibi içinde bireyin yaşadığı çevre ve şartların diğer yönlerinin
menfaati arasındaki dengeyi kurmaktır. Ahmakça olmak bu unsurlardaki
dengesizlik yüzündendir. Dengesizlik çoğunlukla hassas değildir. Her şeyi
bilme, her şeye gücü yetme, zarar görmezlik duygularının karışımı insanları
kendi yaptıkları yüzünden yakalanmayacaklarına inanmalarına yol açar.
Bilgelik pratik zekâdan
farklıdır. Birey pratik zekâyı uyguladığında, isteyerek, (muhakkak gerekmese
de) kendisi için iyi başkası için kötü olan sonuçları arayabilir. Bilgelikte
birey elbette kendisi için iyi sonlar arar; ama başkaları için de iyi sonuçlar
arar. Eğer bireyin motivasyonu belirli insanların menfaatini azamiye çıkarırken
başkalarınınkini asgariye indiriyorsa bu bilgelik değildir. Bilgelikte birey
ortak bir iyiyi arar. Bu ortak bilginin kimisi için diğerlerinden daha iyi
olduğunu idrak eder. Kötü dahi, akademik anlamda zeki olabilir, pratik anlamda
da zeki olabilir; ama bilge olamaz.
Ahmak olmak, başkaları
için kötü sonuç aramayı içerebilir. New York eyaletinden bir yargıç talihsiz
bir olaya karıştı. Sevgilisi tarafından terk edilince, gücünün yettiği her
şeyle bu kadına zarar vermeye çalıştı. Sonunda olay artaya çıktı ve yargıç
hapsedildi. Yargıç eski sevgilisine zarar vermeye çalışırken, kişisel tatmin
dışında -bunu da yaşamamış olabilir-herhangi bir şey kazanmadı. Bu tatmini
kadının, kariyerinin ve temsil etmesi gereken hukuk sisteminin üzerinde tutma
pahasına birçok şeyi feda etti. Tekrar edilirse, her şeyi bilme, her şeye gücü
yetme, zarar görmezlik duygulan yargıcın daha önceki en azından başka
alanlardaki konulan ele alışındaki iyi değerlendirmelere zarar verdi.
Bu tartışmada bilgeliğin
birçok teorisinde ortak özellik olan çoklu bakış açısıyla ilgili
“menfaatlerden” bahsediyorum (Stemberg 1990). Çeşitli menfaatler çoklu bakış
açısını içine alır; böylece “menfaatler” teriminin kullanımı “bakış açısını”
içerecek şekilde kastedilir. Ancak menfaatler yalnızca ıraksamanın bilişsel
yönlerini değil, etkili ve motivasyonel ıraksamaları da içerdiğinden bakış
açısının ötesine geçerler. Bakış açısındaki farklılıklar bazen motivasyondaki
farklılıklar kadar biliş farklılıklarından türemezler. Örneğin tütün
endüstrisindeki yöneticiler yıllarca ürünlerini savundular. Bakış açıları
birçok kişiden ıraksak olabilir, ama multi milyon dolarlık bir işi devam
ettirme motivasyonu herhangi bir bilişsel analize göre bakış açısındaki
ıraksamayla daha ilgilidir. Ekonomik menfaatler hiç şüphesiz ki bu yöneticileri
tütün ürünlerinin toplumda kullanılmaya devam edilmesine elverişli bakış açısı
uyarlamalarını motive etmiştir. Açılan davalar arttıkça bu yöneticilerin
davranışları gittikçe ahmakaça görünür. İnsanların ve toplumun uzun vadeli
menfaatlerini şirketlerinin kısa vadeli menfaatlerine karşı dengelemede
başansız ol-muşlardır.
Bilgelik isteyen
problemler her zaman her menfaat biçiminden en azından bazı unsurlar içerir:
birey içi, bireyler arşı ve birey dışı. Örneğin kişi üniversiteye gitmenin
bilgece olduğuna karar verebilir. Bu durumda konu görünürde yalnızca bir kişiyi
ilgilendirir. Ama bir kişinin üniversiteye gitme karan genel olarak birçok
kişiyi etkiler: ebeveynini, arkadaşlarını, o anki veya gelecekteki başkalarını,
çocuklarını ve bunlar gibi. Karar her zaman eldeki bütün seçeneklerin şartlan
göz önünde tutularak alınmalıdır. Benzer şekilde kürtaj olup olmamaya karar
vermek bilgelik gerektirir, çünkü bu yalnızca kişinin kendisini değil doğacak
bebeği, babası gibi kişinin yakın olabileceği diğer şahıslar, toplumun kural ve
âdetlerini de içerir.
Ahmakça olmak her zaman
menfaatlerin dengeden çıkmasını kapsar. Kişi kendi menfaatlerini genellikle
başkalarınınkinin üzerinde tutar. Ama her zaman değil. Chamberlain İngiltere
için en iyisini yapmış olduğuna gerçekten inanmış olabilir. Ama Chamberlain
Hitler’in acımasız yönetimi arasında ezilen diğer ülkelerin menfaatlerine
aldırmayarak ortak iyiyi ve daha sonra ortaya çıkacağı üzere kendi ülkesinin
uzun vadeli iyiliğini de göz ardı etmiştir.
Benzer
şekilde insanlar ara sıra başka birisi için her şeylerini feda ederler ve kendi
ahmaklıklarının altında ezilirler. “Klasik” vaka, antik Yunan ile Truva
arasındaki uzun süreli savaştır. Truvalı Helen uğrunda savaşılmaya değer biri
miydi? Birçok
savaş tepeden bakma veya aşağılama yüzünden başlamıştır. Tepeden bakılan veya
aşağılananların menfaati, intikam alma uğruna binlerce kişinin menfaatinin
önüne geçmiştir. Çeçenya’daki savaşın kısmen Rus ordusunun daha önce Çeçenya’da
yaşadığı aşağılanmadan kaynaklandığını düşünenler vardır. Birinci Dünya Savaşı
sonrası Almanya’nın uğradığı aşağılanma daha sonraki olaylara katkıda
bulunmuştur.
Bilgelik sadece üç tür
menfaatin dengelenmesini değil, bu dengelemeye tepki olarak üç farklı olası
eylem biçimini de içerir: Bireyin veya başkalarının var olan çevreye uyması;
kendisiyle veya başkalarıyla daha uyumlu hale getirmek için çevreyi
şekillendirmek ve yeni çevre seçmek. Birey uyum gösterirken şartları oluşturan
mevcut çevreye uyacak yolları dener. Verilen şartlar altında çevreye uyum
sağlamak bazen en iyi eylem seyridir. Ama çevreye uyumun sadece bireyin
kendisinin değişmesi değil çevrenin de değişmesi anlamına geldiğini anlayan
biri, genellikle uyum sağlama ve şekillendirme arasında bir denge arar. Birey
bu tür bir uyumu sağlamasının olanaksız veya en azından inanılması güç olarak
görüyorsa, örneğin bir işi, topluluğu bırakarak veya boşanarak, tamamıyla
farklı bir çevreyi seçebilir.
Ahmakça davranış bu
süreçlerin kötü kullanımı veya dengelenmesini temsil eden eylemlerde sonlanır.
Savaşlar çoğunlukla yararının az olduğu görülen çevreyi şekillendirme
örneğidir. Örneğin Yüzyıl Savaşları sonunda ne elde edildi? Veya daha yakın
zamandaki Soğuk Savaş sonunda? Ulusal liderler büyük yıkıma, çileye ve üzüntüye
neden olacak şekilde çevreyi değiştirmiştir. Dünyanın büyük bir bölgesinde bunu
yapmaya devam ediyorlar.
Ahmaklık sadece çevreyi
uygunsuz şekilde biçimlendirmekten kaynaklanmaz. Kişi kendini kurtarmak için,
ama eninde sonunda bedelini ödeyeceği zalim bir çevreye uyum sağlayabilir. Bu
prensibin bir örneği Pastor Martin Ni'emoller’in (1945) şiirinde görülebilir:
Almanya’da önce komünistler için geldiler
Ve ben bir şey demedim
Çünkü ben komünist değildim
Ve ben bir şey demedim
Çünkü ben komünist değildim
Sonra Yahudiler için geldiler
Ve ben bir şey demedim
Çünkü ben Yahudi değildim
Ve ben bir şey demedim
Çünkü ben Yahudi değildim
Sonra sendikacılar için geldiler
Ve ben bir şey demedim
Çünkü ben sendikacı değildim
Ve ben bir şey demedim
Çünkü ben sendikacı değildim
Sonra Katolikler için geldiler
Ve ben bir şey demedim
Çünkü ben Protestandım
Ve ben bir şey demedim
Çünkü ben Protestandım
Sonra benim için geldiler
Ve ortada kimse kalmamıştı
Benim için konuşacak
Ve ortada kimse kalmamıştı
Benim için konuşacak
Yaşlı kişiler iyi giden,
en azından kabul edilebilir olan evliliklerini, amaçlan yeni buldukları daha
oturaklı partnerlerinin finansal başarısını paylaşmak olan, çok daha genç
partnerler için bitirdiklerinde, bu seçim ahmakça değerlendirilebilir. Seçim
insanlardan ziyade çevreyle de ilgili olabilir. Kişi bir yerde yaşama fikrini
sevip, oraya taşınabilir ama sonra gerçeğin idealindekine az benzediğini
görebilir. Yurtdışında yaşayan bir Amerikalı bana acı bir şekilde yaşadığı
ülkeye gitmesindeki nedenlerin orada kalma nedenlerinden kaçınılmaz şekilde
farklı olduğunu söyledi. Ne için geldiklerini bulma umudunu sürdürenler
neredeyse kaçınılmaz olarak ABD’ye geri dönmüştür; çünkü aradıklarını hiçbir
zaman bulamamışlardır.
Bilgelik genel olarak
döngüsel olan ve çeşitli düzenlerde meydana gelen bir dizi süreçte kendini
gösterir. Bu süreçler problemin varlığını tanımayı, problemin doğasını
tanımlamayı, problem hakkındaki bilgiyi temsil etmeyi, problemi çözmek için
strateji formüle etmeyi, kaynaklan problem çözmeye ayırmayı, kişinin problemin
çözümünü izlemesini ve sonuçla ilgili geri beslemeyi değerlendirmeyi içeren,
düşüncenin değişmiş bileşeni (Stemberg 1985) ile ilişkilidir. Örneğin eşi
bırakıp bırakmamaya karar verirken kişi kalmayı ve terk etmeyi geçerli
seçenekler (problemi tanıma) olarak görmeli, sonra kalmanın ve terk etmenin
kendisi için tam olarak ne anlam ifade ettiğini bulmalı (problemi tanımlama),
sonra kalmasının veya terk etmesinin kendisine ve başkalarına olan bedeli ve
yararını göz önüne almalı (problem hakkındaki bilgiyi temsil etme) ve vs.
Ahmaklıkta problem çözme
süreci kusurludur. Çoğunlukla inandığım kişinin karşı karşıya kaldığı problemi
yanlış tanımlamasıdır. Clinton belki de Lewinsky ile olan ilişkisini zararsız
bir flört olarak tanımlamıştı. Nixon belki de örtbas etmeyi kimsenin işi
olmayan bilgiyi saklamak olarak tanımladı. Nixon’un bu durumu tanımlamasını
benzer durumları başarıyla müzakere eden başkalarınınkiyle karşılaştırmak
ilginçtir. Johnson & Johnson ekstra etkili Tylenolun zehirleme etkisiyle
karşı karşıya kaldığında üst yöneticiler hızla bütün ürünü geçici olarak
satıştan çekmeye karar verdiler. Facia hızla geçti. A.H. Robbins’in
yöneticileri ise doğum kontrol ilacı Dalkon Shield’in neden olduğu zararı
saklamaya çalıştılar, ama şirketin iflas etmesine neden oldular.
Sözsüz bilgi içinde
bulunulan şarta veya şartlar kümesi uyarınca kazanıldığından, denge teorisi
bilgeliğin en azından alan spesifik olduğunu öne sürer. Bilgi tipik olarak
kişinin şartları öğrenme amacıyla ilgili yeni bilgiyi seçici olarak kodlamayla,
yeni bilginin eskisine ne kadar uyduğunu görmek için yeni bilgiyi eskisiyle
seçici karşılaştırılmasıyla ve düzenli bir bütün olması için bilgi parçalarını
seçici olarak birleştirmeyle kazanılır (Stemberg, Wagner & Okagaki 1993).
Ahmaklık çoğunlukla
bilgi edinme sürecinin yanlış gitmesi veya kötü kullanılmasından kaynaklanır.
Hitler gibi kötü niyetli diktatörlerin tarihi, onların durdurulana dek nadiren
durduklarım gösterir. Cengiz Han ekmeğin yarısı olarak algıladığı hiçbir şeyle
tatmin olmuyordu. Genellikle bilgi olması gereken yerdedir. İnsan hazır halde
bulunan bilgiyi aramaktan veya tam olarak işlemekten çekinir
Ancak yukarıda görüldüğü
gibi, araştırmamız alanlar arası sözsüz bilgi puanları arasında önemli
korelasyonlar buldu. Örneğin hem akademik psikoloji ile yönetim (Wagner &
Stemberg 1986) hem de yönetim ve askeri liderlik (Stemberg et al. 2000) sözsüz
bilgi testlerinde elde edilen puanlar birbiriyle önemli miktarda korelasyon gösterdi
Bireyin bilgelik gelişimi bir miktar alana özgü olsa da bir alanda öğrenilen
sözsüz bilgi potansiyel olarak diğer alanlarda da geçerli olabilir. Aynı
zamanda bilge kişi kendi sözsüz bilgi sınırlarını bilmek durumundadır. Bu tür
korelasyonlar henüz deneysel olarak gösterilmemiş olsa da, bilgelik farklı
alanlar arasında korelasyon gösterebilir.
Gerçekleşen ahmaklığın
potansiyel ahmaklık üzerinde, bir miktar da olsa alan etkisi bulunduğundan
şüpheleniyorum. Bir alanda ahmak olan kişinin, diğer alanlarda da ahmak olma
potansiyeli vardır. Mesele bu bireylerin ahmaklık yapmak için güdü bulup
bulamamalarıyla ilgilidir. Ahmaklık insanların her şeyi bilme, her şeye gücü
yetme ve zarar görmezlik duygularına güvenerek sakınma duygusunu bırakma
eğilimlerinin sonucudur. Bir alanda belirli nedenler altında zarar
görebileceğini düşünen biri, bu hissini diğer alanlara da taşıyabilir.
Ama ne yazık ki,
ahmaklık için tek bir alan da yeterli olabilir. Rusyada Yeltsin yönetiminin
fınansal hilesi, Zaire’deki Mobutu yönetimi veya Nijerya’daki Abacha yönetimi,
bu ülkeleri borç çukuruna ve uçurumun kenarına itmeye yetti. Büyük bir zarara
yol açması için kaç tane ahmaklık alanı olması gerekir? Bu durumların her
birinde liderlerin ahmaklıkları birçok alanda ortaya çıkmış, ama bir alan
ülkelerine büyük zarar vermek için yeterli olmuştu.
Ahmaklığın bedeli çok
ağır olabilir. Bundan kaçınmak için ilk önce onu iyi anlamalıyız. Bu tür bir
anlayış ahmaklığa her şeyi bilme, her şeye gücü yetme ve zarar görmezlik
duygularından kaynaklanan dengesizlik olarak bakmakla başarılır.
Sh:312-324
Kaynak:
Akıllı İnsanlar Neden Bu Kadar Aptal Olabilirler, Editör: Robert J. Stemberg,
Orijinal Adı: Why Smart People Can Be So Stupid , trc: Metin Hüner Güncel
Yayıncılık Eylül 2006 İstanbul
S.J. Davey 1880’lerde
gerçekleştirdiği bir dizi deneyle, görgü şahidi ifadelerine dayanan
safsatalarla ilgili ilk sistematik araştırmayı yaptı (Davey 1887; Hodgson 1887;
Hodgson 1892). Davey spiritüalizm hakkındaki deneyimleri ve bu deneylerin
yapılmasını özellikle teşvik etti. Davey 1883’te kısa süre önce ölen bir
arkadaşının görüntüsüyle irkilmiş ve araştırmaya koyulmuştu. Spiritüalizm literatürünü ve psişik
araştırmaları yoğun bir şekilde okudu. 1884’te İngiliz medyum Eglinton’un
yönettiği seanslara gitmeye başladı. Eglinton’un özelliklerinden bir tanesi,
taş levhaların üzerinde sözde öteki dünyadaki ruhlara ait olan yazılan görünür
kılmasıydı. Davey, Eglinton’un güçleri hakkında çeşitli dergilere parlak
yazılar yolladı. Davey kendisinin de doğaüstü güçleri olduğuna inanmaya
başladı. “1884 Eylülünde, bir öğleden sonra, iki tane taş levha alıp ruhlarla
bağlantı kurmayı denemeye karar verdim. Bunları aralarına kurşunkalem sığacak
şekilde arka arkaya tuttum. Kütüphanemdeydim. Taş levhaları kutusundan kendim
çıkarmıştım. Onlara iyice baktım ve biraz önce anlattığım şekilde tutmaya devam
ettim. Birkaç dakika sonra taş levhaları kaldırdım ve üstte duranın alt
tarafında büyük harflerle ‘DİKKATLİ OL’ yazdığını gördüm (Davey 1887, sayfa
406). Bu tür deneyler Davey’i doğaüstü güçlere sahip olduğuna inandırdı. Bir
süre sonra esrarengiz gözüken deneylerin aslında arkadaşları tarafından
kendisine oynanan oyunlar olduğunu anladı.
Davey, seanslara bir
arkadaşının Eglinton’u hile yaparken gördüğünü söylediği 1885 yılına kadar
devam etti. Davey, bu olaydan Eglinton ve benzeri medyumların hileye dayalı
işlerini defalarca tekrarlayabilecekleri sonucunu çıkardı. Kendisi de
spiritüalist hileler sergilemeye başladı ve izleyicilerin verdiği tepki onu
şaşırttı.
Birçok
kişinin, onlara gösterdiğim yazılarla ve bu yazıların ortaya çıkma koşullarıyla
ilgili açıklamalarda bulunduğunu ve bu açıklamaların benim Eglinton hakkında
yazdığım raporlarda anlattıklarım kadar etkili olduklarını fark ettim. Üstelik
bu açıklamaların büyük bölümü tamamıyla yanlıştı. Hatta bazen bunları
hokkabazlıkla yaptığımı itiraf etsem de çoğunlukla duyduğum yanıt şu
biçimdeydi: ‘Evet, hokkabazlık olduğunu söylüyorsunuz, ama şöyle yaptığımda
(farz edilen bir testi anlatarak) yazılar bu şekilde ortaya çıkamazdı. Ama gene
de hep aynı yazıları gördük.’ (Davey 1887, sayfa 408)
Davey bu tür tepkileri
sistematik olarak incelemek için sabit aktivasyonlu bir seans geliştirdi. Daha
sonra aralarında akademisyenlerin, spiritüalistlerin, şüphecilerin ve diğer
kişilerin bulunduğu küçük gruplar için bu seansları yönetti. Her seansı kendi
hazırladığı metne göre yürüttü. Her seanstan sonra katılımcılardan olabildiği
ölçüde deneyimlerini yazmalarını istedi. Bu raporların çoğunun tamamı
yayımlanmıştır ve hâlâ sahtekârlığa ait görgü tanığı ifadelerinin geniş çaplı
analizi olarak kabul edilirler (Davey 1887; Hodgson 1887; Hodgson 1892).
Bu raporlarda,
psikolojik araştırmalarda ortaya çıkarılan bellek ve ifade çarpıklıklarına
ilişkin tüm verileri bulmak mümkündür. Davey’in deneylerinden önce şüpheciler
ve inananlar da dahil olmak üzere herkes sıradan insanların anlattıklarını
genellikle güvenilir bulmuştu. Yazısında Davey’in çalışmasına yer veren Richard
Hodgson 1877’deki durumu şöyle anlatıyordu:
Bay A.
R. Wallace spiritüalizmin fiziksel olgularıyla ilgili olarak şunları
söylemiştir: “Hepsi veya neredeyse hepsi 20 yıldır dünyanın gözü önündeydi;
teoriler, gözlemciler ve eleştirmenlerin teorilerinde ve açıklamalarında onlara
dokunulmamıştır; bunlar her düzeyden şüpheci kimseler, her türden sahtekârlığı
veya illüzyonu bulabilecek yetkinlikteki kişiler tarafından -eğitimli
fizikçiler, hekimler, avukatlar ve işadamları sınanmış ve incelenmiştir, ama
her seferinde araştırmacılar şaşırıp bocalamış veya bunlara inanır hale
gelmiştir.”... Belki de spiritüalistlerin çoğunluğu bu fiziksel olgularla
ilgili tanıklıkların bunların gerçekliğini göstermeye yeterli olduğunu, hatta
namuslu her araştırmacının kişisel deneyimlerine dayanarak bunların
gerçekliğini saptayabileceğini düşünmüştür. Yaklaşık on yıl önce ilk seansa
katıldığımda ben de bu görüşe büyük ölçüde katıldım; ama bugüne kadarki kişisel
deneyimlerim -çok geniş olmamakla birlikte-Bayan Sidgwick’in deneyimleriyle
aynı tabiattadır.
Tanık
olduğum fiziksel olguların hileli oldukları arkadaşlarım ve benim tarafımdan
açıkça saptanmış veya belli bir sonuca ulaşmayan ve hile kuşkusunu kuvvetle
destekleyen koşullar altında gerçekleştirilen olaylar saptanmıştır...” (Hodgson
1887, sayfa 381)
Hodgson’un giriş
bölümünde alıntı yaptığı Alfred Russel Wallace akıllıydı ve tüm zamanların en
büyük bilim insanlarından biriydi. Doğal ayıklanma evrim teorisinin eş kurucusu
olan Wallace, kariyeri boyunca antropoloji ve biyolojiye üstün katkılarda bulunmuştur
(Kottler 1974; Williams-Ellis 1966). Ayrıca tartışmalı politik, sosyal ve
bilimsel görüşleri destekleyen bir muhaliftir (Kottler 1974; Wallace 1875;
Williams-Ellis 1966). Aşının ateşli bir karşıtı ve frenolojinin * kuvvetli bir
taraftarıydı. Wallace, uzun süre Doğu Hindistan’da yaşadıktan sonra
İngiltere’ye dönerek spiritüal seanslara katılmaya başlamış, edindiği
deneyimler sonucu meslektaşlarını hayrete düşürecek düzeyde ateşli bir
spiritüalizm taraftan olmuştu. Hile yaparken yakalanan medyumları bile
savunuyordu.
* Frenoloji:Kafatasının
şekline göre bir kişinin zekâsı veya yetenekleri hakkında hüküm verme
Bir doğa bilimci olarak
Wallace, sözde psişik olgular hakkında yalnızca kendi gözlemlerine değil,
tanıklarınkine de güveniyordu. Seanslar sırasında ölmüş akrabalarını
gördüklerini söyleyen katılımcıların ifadelerini, doğruluklarını bile
sorgulamadan kabul ediyordu. Bir medyumun 180 cm boyundaki bir ayçiçeğini seans
sırasında görünür kıldığına tanık olduğunda ısrarla bunun hile ile yapılmasının
mümkün olmadığını savunmuştu (Wallace 1875, 1898). Journal for the Society for
Psychical Research dergisinde yayımlanan Davey’in deneylerine gösterdiği tepki
ilginçtir. Davey, basit hileler yapan bir hokkabazın, sözde gerçek medyumlar
tarafından yönetilen seanslardaki psişik ifadeleri aydınlığa
kavuşturabileceğini iddia ediyordu. Davey deney sonuçlarına ilişkin ilk
yazılarında seanslarını nasıl gerçekleştirdiğiyle ilgili sırları açıklamadı.
Deneylerine devam etmek istediği için yöntemlerini kendisine saklıyordu. Wallace
Journal for the Society for Psychical Research dergisi editörüne bu bağlamda
bir mektup yazmıştır:
Sayın
Bay, -Derginizin ocak sayısında Bay S. J. Davey’nin ölüm haberi Proceedings’in
4. cildinde yayımlanmış olan “deneylerine” atıf yapılarak verilmiştir. Ben ve
diğer bazı spiritüalistler bu deneylerin Bay Davey’in iddiaları haricinde başka
kimsenin değerlendirmesi göz önüne alınmadan “hileli” olarak nitelendirilmesini
bilim dışı ve adaletsiz bir muamele olduğunu düşünüyoruz, çünkü
spiritüalistlerin görüşlerine en ufak değer verilmeksizin sadece kendi kişisel
ifadesi kanıt olarak kabul edilmiştir.
Artık
daha fazla ketum olmaya gerek yoktur. Bay Davey’in haberleştiği Bayan
Sidgvvick, Bay Hodgson ve diğerleri, Bay Davey’in “hileli” olduğu izlenimini
verdiğini düşündüğümüz gerçek olgulara ait “metotlarının ayrıntıları”
açıkladığı takdirde, iddialarının vakaların gerçek unsurlarıyla ne kadar
desteklendiğini göreceğimize olan inancım tamdır.
Eğer
11. ve 12. oturumlarda kaydedilenlere benzer deneylerin sözde medyumların
başvurduğu mekanik el çabukluğu hileleri olduğu açık ve net biçimde ortaya
konmuşsa, bu spiritüel olguların kanıtlarını bugüne kadar öne sürülen karşıt
görüşlerden çok daha fazla zayıflatacaktır. Bir tanığın söylediği gibi:
“Metotlarının tam olarak açıklanması, uygar toplumların hemen hepsinde
zihinleri karıştıran, iyi insanları sıklıkla çıldırtan ve spiritüalizm olarak
adlandırılan olgulara karşı tüm dünyada duyulacak bir ‘silahı ateşleyecektir’.
Ama böylesi bir etkiye bazı olguları hile yoluyla açıklayıp daha gizemli olanı
çözümsüz bırakarak ulaşılamaz. Olguların hepsinin hile olduğu iddia edilmiştir
ve hepsi böyle açıklanmadıkça çoğumuzun düşüncesi Bay Davey’in hem gerçek bir
medyum, hem de hokkabaz olduğu yönünde doğrulanır, bu durumda yaptıklarının
hepsini “hile” üzerine inşa etmesi toplumu aldatmaktır (Wallace 1891, sayfa
43).
Hodgson (1892) Davey’in
kullandığı metotları ayrıntılarıyla betimlemiştir. Aynı yazıda Wallace’ın
mektubuna da yanıt vermiştir. Hodgson şunları belirtir: “Spiritüalizme
inananlar arasında Wallace’dan daha ünlüsü yoktur. Wallace’ın yanıtı, Bay
Davey’in gösterileriyle sıradan ‘medyumsa!’ olgular arasındaki farkı ayırt
edemediğini gösterir; tuhaf biçimde Bay Wallace’ın vardığı sonuç, Bay Davey’in
gösterilerinin hile yapan ‘medyum’ raporlarına benzemekten ziyade ‘medyumsal’
olduğu yönündedir... Bizden Bay Davey’in medyum olmadığını kanıtlamamız
istenir!” (sayfa 254-255)
Daha sonra Hodgson,
Davey’in spiritüalist olguları başarıyla simule ettiği metotları tam olarak
açıklamış olsa da, Wallace medyumsal olguları canı gönülden savunma konusunda
tereddüt etmemiş; spiritüal ve psişik olguların gerçekliği hakkmdaki her
şüpheli yaklaşımı kanıtlarla çürütme konusunda yorulmak bilmedi. Şüpheyle
yaklaşanlarla girdiği tartışmaları bugün tekrar okuduğumda, rakiplerinin zayıf
noktalarını bulmada gösterdiği hüner ve zekâ karşısında etkilenmemek mümkün
değil. Başka inananları utandıracak ölçüdeki görüntüler ve itiraflar, sözde
medyumların, benzeri diğer eylemlerini mantıklı gösterecek yollan her zaman
bulmuştur.
İtibar edilmeyen
inançlara bu denli bağlı olmasının nedenlerini kişisel etkenlere, daha önce
ortaya attığı orijinal iddialarının haksızca eleştirilmesine, Viktorya
toplumundan uzun süre yalıtılmış olmasına, eğitimsizliğine, vs bağlamak
kolaydır. Merhamet prensibi açısından bile itibarsız medyumları desteklemesini
ve Davey’in karşı yöndeki açıklamalarına rağmen onun gerçek bir medyum olduğu
konusundaki ısrarını mazur görmekte zorlanıyorum. Wallace’ın spiritüalist
arkadaşları ve paranormal olaylara inananlar bile, Wallace’ın en itibarsız
medyumlara desteğini yanlış bulmuşlardır.
Peki, Wallace’ın belli
bir alanda aptalca davranan akıllı bir kişi olduğunu söyleyebilir miyiz?
Örneğimizde alanına son derece bağlı bir uzman mı söz konusu? Wallace, biyoloji
ve botanik alanındaki yeni türleri tespit etmede önemli bir bilgi ve bilgelik
kazanmıştı. Ancak psişik araştırmalar konusunda Stemberg’e göre ahmak, günlük
kullanıma göre muhtemelen aptaldır.
Özellikle Wallace’la
ortaya çıkan durum, akıllı insanların akıllı olmaları dolayısıyla da aptal
olabilecekleridir. Eğer Walace daha az akıllı ve becerikli olsaydı spiritüalizm
ve frenolojiye duyduğu güçlü inancına karşı sunulan kuvvetli argüman ve
kanıtları savuşturamazdı diye düşünüyorum. Zekâsı inançlarına yöneltilen
saldırıları püskürtecek akıllı yöntemler bulmasına olanak sağlamıştır.
Sh:28-34
Arthur Conan Doyle tüm
zamanların en önemli dedektif kahramanı olan Sherlock Holmes’un yaratıcısıdır.
Holmes dikkatli bir gözlem ve tümdengelim ustasıydı. Sözde paranormal olan
olaylarla karşılaştığında Holmes bunları kanıtlarla çürütüp, mükemmel dünyevi
açıklamalar getirmiştir. Yaratıcısı, Holmes’un birçok niteliğini paylaşsa da
bazı önemli noktalar da ondan ayrılıyordu (Stashovver 1999). Doyle hayatının
son dönemini spiritüalizmi ve ilgili psişik konuları yaymaya ayırdı. İki
ciltlik History of Spiritualism (Spiritüalizmin Tarihi [1975]) kitabı her
spiritüalist iddiayı en üst düzeyde destekleyen tezleriyle Wallace’ınkiyle
yarışır. Tıpkı Wallace gibi Doyle da bariz şekilde hile yaparken yakalanan
medyumların dahi sahiciliğini savundu. Ve yine Wallace gibi, karşı argümanları
zekâsının kıvraklığını kullanarak savuşturdu.
Bilindiği
gibi Doyle roman kahramanı dedektifini sevmiyordu (Stashower 1999). Sherlock
Holmes’un popülaritesinin, onun ciddi bir tarihi roman yazarı olma isteğini
baltaladığını düşünüyordu. Doyle iki kez Holmes’u romanlarında öldürerek ondan
kurtulmayı denedi. Ama okurların tepkisi o kadar güçlü oldu ki, Doyle her
seferinde kahramanını tekrar diriltmek zorunda kaldı. Bazı
yorumcular Doyle’un Holmes’u öldürmeye kalkışmasının aslında, kişiliğinin
psişik ve diğer olası olmayan olaylara tamamen inanmasına engel olan şüpheci
yanını bastırma çabası olduğuna inanırlar.
Doyle’un sağduyudan
uzaklaşmasına dair en çarpıcı örnek, perilerin gerçek olduğunu savunmasıydı.
Kitabı The Corning of the Fairies (Perilerin Gelişi [1972]) iki genç kızın
ormanda yalnız başlamayken perilerin fotoğraflarını çekmeleri üzerine
kurgulanmış bir öyküydü. Doyle kitaba bu fotoğrafları koyup Sherlock Holmes
tarzıyla perilerin gerçek olduğunu ispat etmeye soyundu.
Kendi adına gerekenden
belki de daha “akıllı” olduğuna dair başka bir örnek Doyle’un, The Edge of the
Unknown (Bilinmeyenin Kenarında) kitabında yer alan Houdini’nin 1928’de
ölümünden kısa bir süre sonra yazmış olduğu “The Riddle of Houdini” (Houdini
Muamması [1970]) adlı büyüleyici bölümdür. Doyle bu bölümde spiritüalizmi
çürüten ve ünlü bir sihirbaz olan Houdini’nin iyi ve kötü huyları olarak düşündüğü
özelliklerini ele alır. Doyle efsanevi dedektifin kullanacağı türden
argümanlarla adım adım Houdini’nin ünlü kaçışlarını ve medyumlara yönelik
acımasız saldırılarını anlatır. Doyle’a göre, Houdini haksız saldırılarda
bulunarak, gerçek medyumlarla sahtelerini aynı kefeye koymuştur. Doyle yavaş
yavaş ve Holmesvari bir kusursuzlukla Houdini’nin gücünün el çabukluğunun
ötesinde olduğunu, onun ünlü kaçışlarını ruh haline geldikten sonra tekrar
vücut bularak gerçekleştiren gerçek bir psişik medyum olduğunu kanıtlamaya
çalıştı. Eğer Houdini’nin böyle psişik güçleri vardıysa neden hayatını bu tür
güçlerin varlığını reddetmeye adadı? Doyle’un (Holmes’un) yaratıcılığı yardıma
yetişir. Derhal Doyle’un ifadelerine bakılırsa, Houdini, gerçek psişik güçlerin
varlığını ve kendisinin de güçlere sahip olduğunu insanların bilmelerini
istemedi. Eğer insanlar Houdini’nin psişik güçlere sahip olduğunu anlasalardı,
ona becerikli bir sihirbaz olarak saygı göstermeyeceklerdi. Doyle’a göre
Houdini öylesine gururlu biriydi ki, becerikli bir sihirbaz olarak görülmeyi
tercih ediyordu. Kendisinde veya başkalarında paranormal güçlerin var olduğunu
tam da bu yüzden reddetmişti. Doyle akıllı olma özelliğini kendi aklını
çiğneyip spiritüalizm ve perilere olan sevgili inancını korumada kullandı.
Sonuçlar
Akıllı insanların neden
aptal olduğu (veya böyle göründükleri) sorusu birçok tartışmaya beraberinde
getirir. Yazarlar bazı konular hakkında görüş ayrılığına düşseler de, açık ya
da üstü örtülü bir fikir birliğine varılabildiğini ve bazı konuların dile
getirilebildiğini düşünüyorum. Bu ortak fikirlerin bazıları şöyle:
1. Aptallık hem bilişsel hem de
ahlaksal anlam içerir.
2. Gerekçelenebilir hata veya gaflar
“aptalca” olarak tanımlanmamalıdır. Zekâ ve mantıklılık, problemi ortaya
koyanın aklındaki temsili üretme yeteneğini içerebilir.
3. Aptallığın veya görünürdeki aptallığın
birçok eylemi düşüncesizlikten kaynaklanır. Az sayıda gerçekleşen düşünceli
hareket etme kapasitemizi önemli olaylara saklamak için dünyevi süreçleri
olabildiğince otomatikleştirmekten başka seçeneğimiz yoktur.
4. Birçok bariz aptallığın nedeni sınırlı
veya yetersiz bilgi ve kaynaklardır. En kapsamlı psikolojik araştırmalarda dahi
sözde psişiklerin söylediklerinde tutarlı herhangi bir geçerlilik bulunmadığı
halde, onlar bu korelasyonların gerçek olduklarına inanırlar. Bu insanların
büyük bir kısmı algıladıkları korelasyonların hayali olduğunu gösterecek
bilgilere kayıtsız kalmaktadır.
5. Budala insanlar aptalca şeyler yapmaz.
6. Akıllı insanlar akıllı oldukları için
aptal olabilirler. Bu noktaya değinmek için Alfred Wallace ve Arthur Conan
Doyle örnekleri gibi.
Açıkça görülüyor ki,
akıllı olma, bilgelik, aptallık ve ahmaklık hakkında söylenecek daha çok şey
var.
Sh:34-39
Kaynak:
Akıllı İnsanlar Neden Bu Kadar Aptal Olabilirler, Editör: Robert J. Stemberg,
Orijinal Adı: Why Smart People Can Be So Stupid , trc: Metin Hüner Güncel
Yayıncılık Eylül 2006 İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar