Print Friendly and PDF

YÂRE YADİGÂR



Sorular-Cevaplar

NEFS : Arapça bir kelime olup çok sayıda manaları ihtiva eder: Ruh, akıl, insanın bedeni, ceset, kan, azamet, izzet, görüş, kötü göz, bir şeyin cevheri, hamiyyet, işkence, ukubet, arzu, murad.
Tasavvufî olarak Kâşânî'nin ifâde ettiği gibi, kendisinde iradî hareket, his, ve hayat kuvveti bulunan latîf buharlı bir cevherdir.
Kötülüğü emreden manasında anlaşıldığı gibi, Allah tarafından insana üflenen ve ruh-i Rahmânî, ilâhî ben mânâsına da kullanılmıştır. Hakîm Tirmizî bunu şöyle tanımlar:
O, hayvanî ruhdur, kalb (nefs-i natıka) ile beden arasında vâsıtadır. Kendisine, Kur'ân-ı Kerim'de mübareklik özelliğini taşıyan, şarka ve batıya ait bulunmayan ağaç olarak işaret edilir. (Nur/35).
Bu kelime, Kur'ân'da sekiz ayrı manada kullanılmıştır:
1. Zâtullah manasına: Tâhâ/41, Al-i imran/28, En'âm/12,54, Mâide/116.
2. İnsan ruhu: Fecr/27, En'âm/93, Zümer/42.
3. Kalp, sadır vb. manalar: Al-i imrân/154, A'râf/205, Yusuf/77, Bakara/77, 109, 235, Nisa/113, En'âm/158, Yunus/100, Enbiyâ/64, Nemi/14, Fussilet/53.
4. İnsan bedeni: Al-i İmrân/146, 185, Enbiyâ/35, Ankebût/57, isrâ/33, Yusuf/26, 30, 61.
5. Bedenle bareber ruh: Bakara/286, En'âm/152, Yunus/23, 30, 44, 49, 54, Ra'd/11, 42, isrâ/7, Tâhâ/15, Ankebût/6, Zümer/70, Mü'min/17, Câsiye/15.
6. İnsana kötülüğü emreden kuvvet manasına: Yusuf/18, 53, Tâhâ/96, Mâide/30.
7. Zât manasına: Bakara/48, Lokman/28, 34, Müddesir/38.
8. Cins manasına: Tevbe/128, Rum/28, A'râf/188, Şûra/11. Türkçemizde bu kelime çeşitli şekillerde kullanılmıştır:
Nefsini bilen Rabbini bilir: Bu sözün, hadis olması hususu tartışmalıdır. Ancak sûfîler, bu ifadeyi sık sık kullanırlar. İnsanın, kendisi üzerinde düşünmesini tavsiye eden çeşitli âyetler vardır. Bu, âyetler, âfâk denilen dış dünya hakkında düşünerek Hakk'a ulaşmanın mümkün olduğunu gösterdiği gibi, enfüs denilen iç dünya üzerinde de düşünerek aynı sonuca varılabileceğini gösterir. Gölpınarlı bu ifâdeyi, şu şekilde açıklamıştır:
"Nefsini bilen, yani, kendisini acz ile, noksanlıkla, bilgisizlikle, yoklukla bilen, Rabbisini bilir, yani Rabbisini kudretiyle, yüceliği ve kemâliyle, bilgisiyle, varlığıyla bilir".
Bilmek istersen seni
Can içre ara canı
Geç canından bul ânı
Sen seni bil sen seni.
Hacı Bayram Velî
Nefes-Nefs ilişkisinin gizlenmiş gerçeklerini Nefes-i Rahmanda bulabiliriz. Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî) Futuhât-ı Mekkiyye’sinin birçok yerinde bu konuya izahlar getirmiştir. Bir kısmını burada zikredelim.
Nefsine dost diyen insanın kendisidir. İnsan diye bahsedilen varlığın ruh, nefs ve beden gibi ayrımlarla açıklaması karışık olunca, bazen ruhumuz mu diye sahiplendiğimiz nefsimiz olmaktadır. Âdem aleyhisselâm ve Havva annemiz “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik. Bizi yarlıgamaz, bize acımazsan ziyankârlardan oluruz” [A’raf, 23], dediklerinde ruhlarını ve nefislerini birlikte dile getirdiler.
Allah Teâlâ ise:
“Kim bir kötülük eder, yahut nefsine karşı zulümde bulunur da sonra Allah'tan yarlıganmak dilerse Allah'ı, suçları örtücü ve rahîm olarak bulur.” [Nisa,120]
Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem “Sakın nefsinizi kötülemeyin”, “Sizden biriniz, sakın ‘nefsim habis (pis) oldu’ demesin!” (S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118)
Buradan anlaşılan, Allah Teâlâ kulları üzülmesin diye kavramların/isimlerin çoğalmasını emretti ki, devran kendi içinde bir doludan bir boşa aksın hareket devam etsin.
Geniş izahat için bakınız. http://www.erdemyolu.com/ruh-beden/kuranda-nefis-ve-ruh-kavramlari.html
Kendinden vaz geçen nefs Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya hitâben: “Seni nefsim (kendim) için seçtim. ” (20/Tâhâ, 41) buyuruyor. Yarattığı âlemi insana hediye etmiş, kendini gizlemiştir.
Nefs, yaratılma gerçeği olarak Hakk tarafından aldığı vasfı nefes-i rahmanı unutmaz tanrılık vasfını bazen kul vasfının önüne geçirmek ister. Allah Teâlâ, nefse kul olmasını emretmiştir. Fakat yinede verdiği bir fıtrat gereği isyanı kaderine yazmıştır.
“Eğer günah işlemeseydiniz, sizi yokederdim.. “ hadisi buna işaret etmektedir.  Kötülük Allah Teâlâ’nın yaratma sırlarındandır.
Kötülük Allah Teâlâ’dan mıdır denilirse, bunun cevabını tam olarak vermesekte, kötünün sığınacağı yerin yine  Allah Teâlâ katı olduğu hakikattir.
Hz. Mevlâna buyurdu ki:
«Senden yalnız ihsan ıssı umarsa, peki, suçlu nereye sığınsın»
**
«Ey kerem ıssı, sen, yalnız iyi kişinin yaptıklarını kabul eder, yalnız onu yarlıgarsan, peki, aşâğılık kişi, suçlu kişi, nereye gitsin de ağlasın inlesin»
Bakınız: https://ismailhakkialtuntas.com/2016/02/27/hersey-allahtan-ama-sineme-dokunuyor/
Meleklerin sesidir. Allah Teâlâ cehenneme atarken dahi zebanileri vasıta kılması bu nedenlerdir.
Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî)  buyurdu ki:
Varlıkta gerçekleşen en şaşırtıcı iş söylediğimiz bu husustur. Şöyle ki: Allah Teala vahiy ilka ettiğinde, adeta taş üstüne vuran yağmur gibi ses çıkar, melekler baydırdı.
Nitekim Hz. Peygamber’e de vahiy taş üstüne vuran yağmur gibi geldiğinde baydırdı. Bu tarz vahiy, kendisine gelen vahyin en şiddetlisiydi.
Cebrail vahyi kalbine indirir, o ise duyu âleminden geçer, ağzı köpürür, vahiy bitene kadar üzerine örtüler alırdı.
Hz. Peygamber salla’llâhu aleyhi ve selleme soğuk bir günde böyle vahiy indiğinde, alnından terler boşalırdı.
Hz. Musa de Allah Teâlâ ile vasıtaların ortadan kalkmasıyla konuşmuş, o bayılmamış, duyusunu yitirmemiş, hem kendisi konuşmuş hem onunla konuşulmuştur. Bu makam, meleğin vasıtasıyla gelen vahiy makamından daha üstündür. O melek konuşma esnasında bayılır. İnsanların en şereflisi olan Hz. Peygamber’e vahiy gelince, Cebrail’in inişi esnasında bayılır, Hz. Musa ise vasıtalar ortadan kalkmasına rağmen bayılmamış, herhangi bir halle karşılaşmamış dağ ise dağılmıştı. Bilmelisin ki, bütün bunlar, perdenin eserleridir. Çünkü her nerede ortaya çıkarsa çıksın hüküm, perdelere aittir. Allah Teala onları perde olarak yarattığında, örtsünler diye yaratmıştır ve örtmeleri kaçınılmazdır. Örtmeselerdi, perde olmazlardı! Allah Teala perdeleri iki tür yaratmıştır: Manevi ve maddi perdeler!
Allah Teala maddi perdeleri de iki tür yarattı: Kesif ve şeffaf perdeler. Kesif perdelerde göz perdelerden başkasını görmezken latif olanlarda göz perdelerin ardında ve içinde bulunanları görür. Şeffaf perdelerde ise göz perdenin ardındakini görür. Bu esnada içinde olanı gördüğünde, karışıklık gerçekleşir.
[Futuhât-ı Mekkiye, 23. Sifr, cilt,12, 141]
Kalb'in Türkçe karşılığıdır. Gönül, Hakk binasıdır.
Duruş kazan, ye, yedir
Bir gönül ele getir
Yüz Kâ'be'den yeğrekdir
Bir gönül ziyareti.
Yunus Emre
Bunun en güzel cevabı “ne aynîdır, ne gayrıdır”.
Geniş izahat için bakınız. http://www.erdemyolu.com/ruh-beden/kuranda-nefis-ve-ruh-kavramlari.html
Dünya, tadıp da vazgeçemediğimiz cevher, tutkuyla bağımlı olduğumuz sevgili.
Acılarımızı ve sızılarımızı görmekten zevk alarak bizi çok seven, ölesiye sevdiğimiz aşkımız.
Dünya, cazibesiyle kolumuzu, kanadımızı kıran aşkımız.
Hışmından, bazılarımız belki kurtulabilir.
Bazılarımız da bu kurtuluşun verdiği coşkuyla, kırılan taraflarıyla, eskisinden daha güçlü olarak yöneldiğimiz ve daha çok bağlandığımız dünya.
İnsan olarak, bizde yaradılıştan zorbayız, acı çektirmeyi severiz. Fakat sen, kolunu kanadını kıramadıklarına karşı düşman olup, öldürmeye onu yutmaya çalışıyorsun.
Zalimliğinle, iyilerin ve cesur olanların, ağlamalarına, haykırışlarına hiç bakmadan, öldürmekten zevk alıyorsun. Birine ulaşamıyorsan, elde edemiyorsan veya istediğin gibi acı çektiremiyorsan, onu öldürmek için peş peşe düzenler, tuzaklar kuruyorsun. Muhtaç değilsin, acelen hiç yoktur, ama hep fırsat zamanını usanmadan, yılmadan bekliyorsun.
Ey dünya, biz seni seviyoruz, sen ise sevenlerine sınırsız zararlar veriyorsun. Seni sevmekle, kendimize zarar verişimiz aşkımızın bir karşılığıdır, niçin ailelerimizi, sevdiklerinizi ayrı tutmuyorsun?
Zulüm ve dehşetine meftun olduğumuz, vazgeçemediğimiz, dünya. Etrafımızı da yok edeceğini bilsek de, seni sevmekten kendimizi alamıyoruz.
Bil ki, son kudretimize kadar şansımızı deneyeceğiz. İçimizdeki “Yarın, yarın, her şey bitmiş olacak!..” arzusu hiçbir zaman son bulmayacak. Normalde bu herkesin  başaramayacağı, sonuçta  kesinleşmiş olan bir fikirdir. Ancak seninle olabilmek, bir şeyler başarmanın zevki, ne muhteşem, ne çılgınca kulağa hoş gelen pek garip bir duygudur.  Neden sana olan aşkımızdan vazgeçemiyoruz?  Yoksa insan, ne pahasına olursa olsun, tıpkı denize düşenin yılana sarıldığı gibi karşılıksız olan aşkına cevap mı bekliyor? (neyi umut mu ediyor?) Kabul edelim ki, denize düşen insan, eğer boğulmak korkusuna kapılmasaydı, ağaç kökü diye yılana niye sarılsın ki?
Nedenini bilemiyoruz ama sevgine hepimiz kapıldık. Kim bilir, belki de hiçbir seçeneğimiz kalmadığından mı, yoksa ayrılığın kader olduğu, hayatta son şansımız dediğimiz umudumuz musun?
Gerçekten de, beklenmedik talih ve olaylar ard arda gelişi bir sistem değilse de içinde bir çeşit düzeni barındırmakta. Bu durum elbette çok garip. Ancak dünya bizi yaratan hakkı için,  çok zaman Tanrımız yerine koyup, seni çok seviyoruz. İnsanın ayrılıkları bitmez. Bu sevginin hatırına bizi çok hırpalama. Allah ile aramıza girip, bir ayrılık acısı daha tattırma. Allah Teâlâ ile aramızı bulmada bizlere yardımcı ol. Bir şansımız var, “o da yarın”, diye umutlarımızı yok etme, bizi “farş olanlar” dan eyleme.
Âmin.


Varlığın birliği kulun etkisinin sınırlılığını en iyi izah edebilen ıstılahtır. Sonsuzluğun içinde varlığımızın yokluk mertebesidir.
Hakk cihâna doludur kimsene Hakk'ı bilmez
Anı sen senden iste, o senden ayrı olmaz.

İnsanların inançlarındaki tasavvuru iki şekildedir. “inançlarında yarattığı düşünce” veya “inanılan düşünce” dir.
İnsanın düşüncesi, inancına veya zannına göre doğru olunca başkalarını kabullenmekte zorlanmaktadır. Koyduğu sınırlar dahi diğer insanları öylesine kapsar ki, kendi dahi bir zaman sonra koyduğu sınırını artık aşamaz.
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Kulum beni nasıl bilirse (zannederse) ona öyle muamele ederim” [1]
Bu hadis insanların inancında çeşitliliğin oluşunu haber vermektedir. Bu durum, bir anlamda“sayısız inanç tasavvurunun[2] imkânı” nı doğurmaktadır.
Bir rivayette ise, Allah Teâlâ, kıyamet günü zâtında bulunduğu hal üzere kullarına tecellî eder. Fakat hiç kimse Allah Teâlâ’yı kabul etmez ve “Sen bizim Rabbimiz değilsin” diye kaçışırlar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, herkese herkesin zâtı hakkındaki tasavvuruna göre tecellî eder. Böylece herkes, kendi inancına göre gördüğü Allah Teâlâ’yı kabul eder. Ve O’nu ikrar ederler. Ancak Allah Teâlâ’yı hakkıyla bilmekten aciz kalmışlardır. Sadreddin Konevî kaddese’llâhü sırrah’ül azîz, bunu şöyle ifade etmiştir:
“Hakk, kıyamet günü müminlere tecellî eder, onlar da Hakk ile kendileri arasındaki alâmeti görmedikleri sürece, Hakkı inkâr ederler ve ondan kaçınırlar. Söz konusu bu alâmet, Hakka dâir ‘o şöyledir, şöyle değildir’ şeklindeki inançlarıdır. Hakk, onlar için suretlerde başkalaşır (tahavvül) ve her birisi, kendi alâmeti ile O’nu tanır.” [3]
Öncelikle inançtaki sonsuz çeşitlilik Allah Teâlâ’nın büyüklülüğünün işaretidir. Bu çeşitlilik ile herkes “kendisi bakımından” bir inanca sahip olur ve böylece pek çok inançlar ortaya çıkar.
İnsanın mutlaka “belirli” ve “sınırlı” bir inanca bağlanma ihtiyacı ve fıtratının gereği olduğunu bilmekteyiz. İnsanın hiçbir şekilde bilemediği ve hakkında hüküm veremediği bir şeye inanmasında çeşitlilikten kurtulması mümkün değildir. Ayrıca aynı inanç içinde buluştuğu kişilerle dahi bağdaşamadığı pek çok konusu da vardır. Bu durumun çıkışı inançtaki, bilme, ikna ve aldanma imkânları ile eşittir.
“Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır ve büyük azab onlar içindir.” [4]
Bu ayet ile insanın aldanmayacağını düşünmek yanlıştır. Yani insan yalnız kalınca ve bırakılınca muhakkak aldanır demektir.
Hz. Mevlana kaddese’llâhü sırrahu’l azîz mesnevisindeki uzun hikâyelerden birisi olan Yahudi padişahın hikâyesinde [5] ikna ve aldanmanın inançtaki seyri, aldatan ve aldananlar söz konusu edilmiştir. Bu nedenle inancın tahkik safhasına kavuşmadığında çok faydalı olmadığı ve sonuçta hüsran olunacağı anlatılmaktadır.
[1] Hadis müttefekun aleyhtir. Bkz. Buharı. Tevhid. 15: Müslim. Tevbe. 1. Zikir. 2.19: Tirmîzî. Zühd 51. Daavat. 131: İbn. Mâce. Edeb. 53.58: Darimi. Rikak. 22
[2] Tasavvur: Hayal gücü, imgelem, hayal, hayal etme, kuruntu,
[3] bkz. Suad el-Hakim, el-Mu’cem, 87 vd; Ebu’l-Ala Afifi, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar (trc. Ekrem Demirli, İz Yay. 2000), s. 54 vd. Vahdet-i vücûd ve ilâh-ı mutekâd hakkında bkz. Abdülganî en- Nablûsî,Gerçek Varlık, 76 vd; Konevî’de İlâh-ı mutekâd ve “sübjektif Tanrı” tasavvuru için bkz. Nihat Keklik, Sadreddin Konevî’nin Felsefesinde Allah-Kainat ve İnsan, s. 51 vd.; Ekrem Demirli, Sadreddin Konevî’de Mârifet ve Vücûd, s. 145 (doktora tezi, M. Ü. S. B. E., 2003)
[4] Bakara, 7
[5] Mesnevi, I, b. 324-739

Ben bilmez îdîm gizli iyan hep sen imişsin
Tenlerde ve canlarda nihân hep sen imişsin
Senden bu cihan içre nişan ister idim ben
Ahie senden bildim ki cihan hep sen imişsin
**
Abit kisvesinden görünen Hak’tır
Sen anı gayride arama ey can
Bâtını Hak olmuş zâhiri Haktır
Gizli sırlarını edeyim ayan
*
Esma sıfat zattan vücud istedi
Kendi vücûdiyle mevcud eyledi
Allemelesmıa’yi talim eyledi
Oldu âdem ol dem nâtık-ı Kur’an
*
Evvel âhir zâhir bâtın âdemdir
Her bir sırrı anın için mahremdir.
Mazî müstakbelde dem hep bu demdir
Külli şey’in Halik el’an kemâ kân
BASRİ BABA
**************
Mansur enel-hak söyledi.
Haktır sözü Hakk söyledi
*
Nakkaş bilindi nakş içinde
Lâ’l oldu iyan Bedahş içinde
*
Adem değil Hak oldu bilgil
Mescid-i hakıyka secde kılgıl
*
Âdemde tecelli eyledi Allah
Kıl âdeme secde olma güm-râh
*
Çün mümine mümin oldu mir'ât
Mir’atına hak-ü-anda gör zât
NESİMİ

[(İnsana göre) kâinattan daha büyük, ya da eski bir şey yoktur.
  • Peki, biz nereden geldik?
  • Kâinat nasıl var oldu?
  • Kâinatta yalnız mıyız?
  • Oralarda bir yerlerde uzaylı var mı?
  • İnsan ırkının geleceği ne?
1920’lere kadar, insanlar kâinatın durağan olduğunu ve zamanla değişmediğini düşünüyordu. Daha sonra kâinatın genişlediği keşfedildi. Uzaktaki galaksiler bizden uzaklaşıyordu. Bu, galaksilerin bir zamanlar bize yakın oldukları anlamına geliyordu. Eğer geriye gidersek, 15 milyar yıl kadar önce, hepimizin birbirimizin üstünde olması lazım. Bu Big Bang idi, kâinatın başlangıcı.
  • Peki Big Bang’den önce bir şey var mıydı?
  • Eğer değilse, kâinatı kim yarattı?
  • Neden kâinat Büyük Patlama’dan sonra bu şekilde gelişti?
kâinat teorisinin ikiye ayrılabileceğini düşünülmektedir.
Birincisi, kanunlar. Bir zamandaki tüm durumlar verilince, kâinatın evrimini belirleyen Maxwell denklemleri[1] ve genel görecelilik.
Ve ikinci kısım, kâinatın ilk hali ile ilgili soru sorulmuyordu. İlk kısımda çok iyi gelişme kat ettik ve evrim kanunları hakkında en uç durumlar hariç her şart için bilgiye sahibiz. Fakat daha yakın zamana kadar, kâinatın ilk hali hakkında çok az bilgiye sahip idik. ][2]
Stephen Hawking’in bahsettiği sorunlar ile zamanın da kendi içindeki bilmecesi hala devam etmektedir. Çünkü her şeyi yaratan Allah Teâlâ hakkında yeterli bilgi bulmak mümkün olmayınca başlangıcında ve geleceğinde bir insanlık açısından bilinmezi olacağı kesindir.
“Dehre (zamana) sövmeyiniz, çünkü dehr Allah’tır.”
“Âdemoğlu dehre söver. Hâlbuki ben dehr (in yaratanıy) ım. Gece ve gündüz benim elimdedir” [3]
[Pek çok ilim adamı şu soruların cevabını aramıştır:
“Allah Teâlâ’daki tekillik nereden geliyor?”
“Allah Teâlâ’dan önce bir şey var mı?”
“Kâinatın sınırının ötesinde ne var? ve en önemlisi “Kâinat hayatını başlatan şey nedir ne niçin bunu yapmıştır?” Bilim cevap veremez. Din en azından bir yön gösterir.] [4]
[Zaman bilim için çok önemlidir. Zamanın gerçekliğini inkâr, sıradan saat zamanı içinde yaşayan kimselerin hep aklını karıştırmıştır.] [5]
[Zamanın varlığı yoktur, çünkü gelecek henüz gelmemiştir, geçmişin artık varlığı kalmamış­tır, şimdiki zaman da ortalıkta değildir. Oysa bizler zaman­dan sanki varmış gibi söz ederiz: Gelecekteki şeylerin ileride olacaklarını, geçmişteki şeylerin eskiden var olduklarını, şim­diki şeylerin ise geçmekte olduklarını söyleriz. Geçmek bile bir hiç değildir. Var olmama savına direnişi geçici olarak des­tekleyenin, dilin kullanımı olduğunu görmek de dikkate de­ğer bir özelliktir. Zamandan söz ediyoruz, hem de akla yat­kın bir biçimde söz ediyoruz; bu da zamanın varlığı konu­sundaki bir sava temel oluşturur: “Zamandan söz edince, onu anlıyoruz kesinlikle; bir başkasının ondan söz ettiğini duyunca da yine anlıyoruz” (Augustinus, İTİRAFLAR 24,176).
“Nedir ger­çekten zaman?
Eğer hiç kimse bana sormazsa ne olduğunu biliyorum; ama bir soran olur da açıklamaya kalkarsam, bilmiyorum” (Augustinus, İTİRAFLAR 14, 17).
Böylece ontolojik paradoks, dili yalnızca o kuşkucu delille karşı karşıya getirmekle kalmaz, dili de ken­di kendisiyle karşıt duruma sokar:
“geçmiş olmak”, “birden­bire meydana gelmek”, “olmak” gibi fiilerin olumluluğu, “… artık yok”, “… henüz olmamış”, “… hep … değil” gibi belir­teçlerin olumsuzluğuyla nasıl bağdaştırılabilir? Demek ki so­runun sınırları bellidir:
“Eğer geçmiş artık yoksa gelecek he­nüz olmamışsa, şimdi de hep şimdi değilse, bu durumda za­man nasıl var olabilir ki?
Bu başlangıç paradoksu üstünde distentio tema’sının do­ğacağı ana paradoks yükselir. Olmayan bir şey nasıl ölçülebi­lir? Ölçme paradoksu doğrudan doğruya zamanın var olma ve var olmama paradoksu tarafından üretilmiştir. Burada da dil görece olarak güvenilir bir rehberdir. Uzun zaman ve kısa zaman diyoruz, bir biçimde uzunluğu gözlemliyor ve ölçümler yapıyoruz (bkz. İTİRAFLAR 15, 19’da ruhun kendi kendine seslenişi: “Sa­na zamanın yavaş ve ağır ilerleyişini algılama ve ölç­me yeteneği verilmiştir. Ne yanıt vereceksin bana?”).Üstelik yalnızca geçmiş ve gelecekle ilgili olarak uzun ya da kısa ol­duklarını söyleyebiliriz. Aporinin “çözüm”ünü öne almak için şöyle diyebiliriz: İnsanlar geleceğin kısaldığını, geçmişin ise uzadığını dile getirirler. Ama dil, ölçme işini doğrulamak­la sınırlar kendini; nasıl olduğuna ise, yine yanıt veremez; “nasıl oluyor da…”, “hangi sıfatla” (sed quo pacto, 15, 18) diye sorar yalnızca.] [6]
“Kâinatta geçmiş ve geleceğin birlikte var olduğu hipotezini öne sürebiliriz. İşte bu nokta da, şu sorular ortaya çıkabilir:
Geçmiş ve gelecek birlikte varsa, şimdiki zaman var mıdır?
Geçmiş ve gelecek bir eksenin iki uçlarıysa, şimdiki zaman denilen şeyi nereye koymak gerektir?
Acaba şimdiki zaman dediğimiz şey, durmaksızın değişen, tek tek anlardan mı oluşmaktadır?
Acaba biz insanların zaman gerçeği;   hep şimdi, şu anda yaşadığımız kısa kısa anlardan mı meydana çıkı­yor?
Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz:
Yok, olanın yolu, başka yoldur; çünkü aklı başında olmak da başka bir günahtır. Aklı başında oluş, geçmişleri hatırlamaktan ileri gelir. Geçmişin de Allah Teâlâ’ya perdedir, geleceğin de. Her ikisini de ateşe vur. [7]
[Muhakkak tüm zıtlar nihai zeminde birdir] [8] Kuantum Kuramına göre de evrende süreksiz bir bütün­lük vardır ve her geçmiş gelecek ile anında etkileşir. Bu ku­ramda zaman kavramı yerine “an” kavramı kullanıldığı­nı görerek anlıyoruz!
‘Şimdiki an’ içinde yaşayan biz insanlar için zaman, hem geçmişten hem de gelecekten etkilenen bir yapıya sahiptir. Sadece tek yönlü akan bir zaman kavramı, bizim için sa­dece pratik önemi olan bir yaklaşımdan iba­rettir. Gerçekte zaman, süreksiz anlardan oluşmaktadır. Her an kendi içinde bir bütün­dür ve bir an ile diğer an arasında sürekli bir ilişkinin bulunması zorunlu değildir. An adını verdiğimiz zaman süresi son derece kısa, adeta sıfıra yakın olmakla birlikte tamamen sıfır da değildir. Bu çok kısa süre Kuantum kuramındaki Planck[9] sabiti ile orantılı olup Planck zamanı olarak tanımlanmıştır. Tüm evren bu Planck süreleri arasında bir var ol­makta, bir yok olmaktadır.”   [10]
Kur’ân-ı Kerim’de gelmiş olan ayetlerdeki zaman anlayışı da konu hakkında bize yeterli bilgi vermektedir. Yani insanın anladığı zaman ile veya bir şeyin diğer şey ile zaman farkı çok bariz şekilde görülmektedir. Üzeyir aleyhisselâm hakkında gelen ayetler ;
Ya da altı üstüne gelmiş, ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini (görmedin mi?) Demişti ki:
“Allah, burasını ölümünden sonra nasıl diriltecekmiş?” Bunun üzerine Allah, onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra onu diriltti. (Ve ona) Dedi ki:
“Ne kadar kaldın?” O:
“Bir gün veya bir günden az kaldım” dedi. (Allah ona:)
“Hayır, yüz yıl kaldın, böyleyken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış; eşeğine de bir bak; (bunu yapmamız) seni insanlara ibret-belgesi kılmamız içindir. Kemiklere de bir bak, nasıl bir araya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?” dedi. O, kendisine (bunlar) apaçık belli olduktan sonra dedi ki:
“(Artık şimdi) Biliyorum ki gerçekten Allah, herşeye güç yetirendir. ” [11]
İnsan, yiyecek ve merkebi üçleminde zaman nasıl  farklı tecelli ettiği ve algılanıldığı anlaşılmaktadır. Yine Ashab-ı Kehf hakkındaki ;
“Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik). Sonra iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini belirtmek için onları uyandırdık.  [12]
“Böylece, aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki:
“Ne kadar kaldınız?” Dediler ki:
“Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık.”Dediler ki:
“Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir; şimdi birinizi bu paranızla şehre gönderin de, hangi yiyecek temizse baksın, size ondan bir rızık getirsin; ancak oldukça nazik davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin.” [13]
“Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl) daha kattılar. De ki:
“Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı O’nundur. O, ne güzel görmekte ve ne güzel işitmektedir. O’nun dışında onların bir velisi yoktur. Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz.” [14]
Bu ayetler ile geçmiş ve gelecek zamanın içinde kaybolup gitmektedir. Hakikatte zaman kavramının en temel gerçeklerinden biri de geleceğin geçmişten farklı gözükmesidir. Fakat kâinat bilimi açısından bakıldığından geçmiş ve gelecek aynı gözükebilmektedir. Bu durumdan da anlaşıldığına göre kâinatın doğru gözlemlenemediğidir.
[“Duyularımız yeterince hassas olsaydı, hareketsiz haldeki sarp kayalığı dans eden bir kaosu algılardık.”[15] ] [16] Bu bakışa sahip olmak çok zordur. Bu nedenle geleceğin sıkıştığı yerde zamanın geriye doğru akmaya başlaması ile gelecek geride kalmayıp geçmişin önüne geçer. Yukarıda bahsedilen engel olmamış olsaydı bu daha iyi fark edilecekti.
Mesela Dünya yüzeyi üzerinde belli bir yöne veya geleceğe gidildiğinde, hiçbir zaman aşılamaz bir engelle karşılaşılmaz ya da bir kenardan aşağı düşülmez; sonunda başlanılan yere geri dönüleceği görülmektedir.
Geçmiş başlangıç noktası olarak tanımlandığı sürece, dünya üzerindeki hareket bizi geleceğini belirlediğimiz noktaya götürürken yine geçmişe tekrar götürür. Dünya üzerindeki şartlarda çizgiden dışarıya taşmak gibi bir durum söz konusu değildir; çünkü çember boyutludur. Öte yandan, ilerlediğiniz yol zamanın sınırlarıdır. Zaman yoksa sınırlarınızın sınır olduğunu anlamanız mümkün olabilir mi? Dolayısıyla elbette ki sınırı yoktur dersiniz, fakat sınırları vardır.
[Bu çeşitliliğin ve birliğin birliği içinde kişi çeşitliliğe baktığında tarihte, değişimden ve olaylardan söz edebilir. Ama birlik penceresinden bakılınca hiçbir şeyin olmadığı her şeyin zaten öylece var olduğu sonucuna varılıyor. ] [17]
[Görünmeyen düzende zaman ve uzay içinde ayrım yoktur. Dolayısıyla ayrım yapmamızın nedeni bizim temel gerçeklik olarak görünür dünyaya büyük ölçüde bağlanmamızdır. Görünür dünyadaki ana esas, bir şekilde görece ayrı olan ve fakat etkileşim içindeki birimlerin varlığıdır. Görünmeyen gerçeklikte her şey birbirine nüfuz etmiş, birbiriyle bağlantılı halde birdir. Mamafih insanlığın bilinci derinlerde birdir. Bu bariz bir kesinliktir, çünkü vakumda bile madde birdir ve eğer bunu göremiyorsak gözlerimizi buna kapadığımızdan dolayıdır. ] [18]
Sonuç olarak, alıntılardan anlaşılacağı üzere zamanı algılamak geçmiş ve gelecekle, dışıyla algıladığımızdır. Zamanı kürenin yüzeyleri gibi açınca, geçmiş ve gelecek kendi üzerine kapanmış bir yüzey gibi olduğu görülür.
[Şimdiki zaman sadece arada bir nokta olarak görünse geçmişin mevcut olduğu, şimdinin sınırlı bir süreye sahip bulunduğu ve geleceğin henüz var olmadığı bir zaman kavramına ulaşabilir.] [19] Ancak geçmiş ve gelecek için ayrımı düşünmek saat zamanı için kolay olurken Allah Teâlâ için bu çeşit ayrım olmamaktadır.

[1] Maxwell denklemleri, James Clerk Maxwell‘ in toparladığı dört denklemli, elektrik ve manyetik özelliklerle bu alanların maddeyle etkileşimlerini açıklayan bir settir. Bu dört denklem sırasıyla, elektrik alanın elektrik yükler tarafından oluşturulduğunu (Gauss Yasası), manyetik alanın kaynağının, manyetik yükün olmadığını, yüklerin ve değişken elektrik alanların manyetik alan ürettiğini (Ampere-Maxwell Yasası) ve değişken manyetik alanın elektrik alan ürettiğini (Faraday’ ın İndüksiyon Yasası) gösterir.
[2]“Stephen Hawking kâinat hakkında büyük sorular soruyor”http://www.ted.com, TED Open Translation Project. Erişim: 27 Temmuz 2009
[3] Müslim. Elfâz. 5; İbn. Hanbel. II/237.272
[4] bkz: (Renée WEBER, 2001 ),s.32
[5] (Renée WEBER, 2001 ),s.33
[6] (Paul RICŒUR, 2007), s. 33
[7] Mesnevi, c.I, b.2200
[8] (Renée WEBER, 2001 ),s.47
[9] Max Karl Ernst Ludwig Planck (23 Nisan 1858, Kiel – 4 Ekim 1947,  Göttingen), Alman fizikçi. 1918 Nobel Fizik Ödülü sahibi.”Kuantum Kuramı”nı geliştirmiştir. Termodinamik yasaları üzerine çalıştı. Kendi adıyla bilinen “Planck sabiti”ni ve “Planck ışınım yasası”nı buldu. Ortaya attığı kuantum kuramı, o güne değin bilinen fizik yasaları içinde devrimsel ve çığır açıcı nitelikteydi.
[10] (ÖZDER, 2006), s.153-155
[11] Bakara, 259
[12] Kehf, 11-12
[13] Kehf,19
[14] Kehf, 25-26
[15] F. Nietzche
[16] (Renée WEBER, 2001 ),s.217
[17] (Renée WEBER, 2001 ),s.49
[18] bkz:(Renée WEBER, 2001 ),s.60
[19] bkz: (Renée WEBER, 2001 ),s.228-229
ÖZDER Cengiz Kuantum Felsefesi ve Mutluluk. İstanbul : Okyanus, 2006.
Paul RICŒUR trc. Mehmet-Sema RIFAT Zaman ve Anlatı. İstanbul : YKY, 2007.
Renée WEBER trc:Orhan DÜZ Kesişmeler Bilim Adamı Ve Bilgelerle Diyaloglar (dialogues with scientists and sages) . İstanbul  : İnsan , 2001 .
https://ismailhakkialtuntas.com/2009/12/15/zamandaki-gecmis-ve-gelecek/
Duâsıyla, bedduâsıyla insan bir bütündür.
Dinlerin temelinde duâ vardır. Duânın olmadığı bir din düşünemeyiz.
Kendim söylüyorum, dün itibarıyla “geçmişimize dua etme” nin bir gerçek olduğunu fark ettim. Aslında geçmişi hayırla yâd etmek kültürümüzde vardır. Fakat onların da neslimiz gibi geçmişimizin de iyi olmasını istemenin gerekli bir husus olduğu bir hakikattir.
Şöyleki; Kur’ân-ı Kerim’de geçen Musâ ve Hızır (aleyhimesselâm) kıssasındaki üç meseledeki olaylar için alınan kararlardaki, “İstedim”, “İstedik”, “İstedi” iradeleri bu konuda bize ışık tutmaktadır.  Benim için bu konuda parlayan ışık, adını anmak istemediğim bir yazarın yirmi yıl önce yazdığı eserde dinlere ve dolayısıyla İslâma haksız sataşması üzerine kalbimden geçirdiğim bedbaht düşüncelerimin daha önceden tecelli ettiğini görmemdir. Kızdığım bu kişi hakkında vehmettiğim hislerin tam olarak günümüz tarihiyle 20 küsür sene önce o kişiyi zor hayat şartlarına itmiş ve Allah Teâlâ tarafından dünya aleminde bile ceza görmüş olmasıdır. Benim o kişi hakkımdaki yargının yirmi yıl önce gerçekleşmesi bana şu hususu ihtar etmiştir ki, “geçmişinizede hayırla dua ediniz.”
Konuyu biraz daha anlaşılsın diye birkaç misal vereyim.
Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;
[Sevgi ve buğz ezeli ve gizlidir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin evladını seven kişinin sevgisi,  kendisinden sonra çocuklarına, Ehl-i Beyt’e düşmanlık edenin düşmanlığı da çocuklarına geçmiştir.  Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin evladını sevenlerde bu sevgi meydana çıkmıştır.  Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur:
“Onlar, ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini ya da Rablerinin bir takım alametlerinin gelmesini gözetliyorlar. Rabbinin bazı alametleri geldiği gün, önceden iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış bir kimseye o günkü imanı hiçbir yarar sağlamaz. De ki: “Gözetin! Çünkü biz de şüphesiz gözetiyoruz.” [2]
Yine; Gavs’ül-âzam İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Toprak Sivasî ihvanlarından Orhan Zarifoğlu Efendiden şu vakıayı bizzat dinledim ki;
İhramcızâde  İsmail Hakkı Efendi hazretleri yanımızda Hikmet Hanım’da varken şöyle buyurdu;
“Gardaşlarım kıymetinizi bilin.” O an için normal bir söz gibi gelen kelamını biraz daha açıkladı dedi ki;
“Gardaşlarım!
 Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile bugün manada görüşmek için giderken sizi de yanımda götürmüştüm. O zaman Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
“İsmail Efendi, bunlar kimdir?” Bende
“Ya Rasûlüllah! (sallallâhü aleyhi ve sellem) Uhud harbinde sıkıntıya düştüğünüzde etrafınızı saran ihvan gardaşlarımızdır.” Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
 “İsmail Efendi ne kadar ayıksın”
Yine; Hazret-i Ömer radiyallâhü anh  şöyle anlatır:
“Bedir günü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem müşriklere baktı, onlar bin kişiydiler. Ashâbı ise üç yüz on üç kişi idi. Hemen kıbleye yönelip, ellerini kaldırdı. Rabbine sesli olarak şöyle yakarmaya başladı:
“Ey Allâh’ım!
Bana olan vaadini ihsân eyle!
Allâh’ım! Bana zafer nasîb et.
Ey Allâh’ım! Eğer ehl-i İslâm’ın bu topluluğunu helâk edersen, artık yeryüzünde Sana ibâdet edecek kimse kalmayacak!”
Ellerini uzatmış vaziyette münâcâtına öyle devâm etti ki, ridâsı omuzundan düştü. Bunu gören Ebû Bekir radiyallâhü anh yanına gelerek ridâsını aldı, omuzuna koydu ve yanına yaklaşıp:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Rabbine olan yakarışın yeter. Allâh Teâlâ Sana olan vaadini mutlaka yerine getirecektir.” dedi.
O sırada Azîz ve Celîl olan Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu:
“Hani siz Rabbinizden imdâd istiyordunuz, O da; “Muhakkak ki Ben size meleklerden birbiri ardınca bin(lercesi ile) imdâd edeceğim.” diyerek duânızı kabul buyurmuştu.” (Enfâl, 9)
Allah Teâlâ o gün mü’minlere melekleriyle yardım etti.” [3]
(Yardım ayetin açıklamasında gelecek nesillerdeki Müslüman ruhlarında bu yardıma dahil oldukları bildirilmiştir.)
Misalleri artırabiliriz. Söylemek istediğimiz “geçmişimize dua etme”nin gerekliliği ve onların da geleceğimizdeki neslimiz gibi hayırlı, güzel, salih amel üzere yaşamalarını arzu etmektir.
Bazılarımız için bu konuyu fantastik bulabilirler. Fakat aşağıda zaman konusunda aldığım alıntılar konun hayal olmadığı, gerçek olup yalnızca“zaman” kavramında insanların sorun yaşadığı için anlamsızlık içine düştüğüdür. Aşağıdaki alıntılar size bir aydınlık verir zannediyorum.
[“Zaman evrende hep geçmişten geleceğe doğru akar.
Niçin?
Aslında bu soru hiç de mantıksız sayılmaz. Üstelik tamamen fiziksel bulgu ve prensiplere uyan gerçekçi bir sorudur da.. Zamanın niçin hep geçmişten geleceğe doğru aktığının cevabını, şimdiye kadar hiç bir bilimci verememiştir!
Bilimciler zamanın kapsamlı bir tanımını yapmakta da çok zorlanıyorlar. Her şeyin, her nesnenin içine sinmiş; istesek de istemesek de hep “akan”bir özelliği, beynimize saplanmış ön yargılı düşüncelerin dürtüleriyle nasıl tarif edebiliriz?
Uzmanlar, zamanı sürekli akan bir dereye benzetiyorlar. Akan dere değil, sudur. Su, sabit duran çevreye göre hareket halindedir. Akarsular hep yüksek seviyelerden, alçaktaki deniz yüzeyine doğru akarlar. Zamanın da hep geçmişten geleceğe doğru aktığı gibi… İyi de böyle bir tasviri anlatımla zamanın tanımını yaptığımızı nasıl iddia edebiliriz? Kaldı ki, zaman çok yüksek hızlarda “daha yavaş” akmakta; kütle çekim kuvvetinin çok şiddetli olduğu bölgelerde daha da yavaşlamakta, sanki durma noktasına gelmektedir. Zamanın “durması” ne anlama gelir?
İnsan bu kavramı nasıl anlar?
Nasıl kavrar?
Nasıl algılar?
Zamanın bu derece karmaşık bir özellik göstermesi, onun uzayda dördüncü bir “boyut” olarak kabul edilmesinden kaynaklanıyor. Uzay, en, boy ve yükseklikle (x, y, z) ifade edilen bir koordinat sistemine sahiptir. Gemiler, denizde seyir halindeyken enlem (x) ve boylamlarını (y) vererek yerlerini belli ederler. Uçaklar da bulundukları mevkii, tıpkı gemiler gibi verirler ama buna bir de yerden olan yüksekliği (z) ilave ederler. Eğer uçak, bulunduğu yeri, bir de saat (t) söyleyerek belirtirse, o zaman, gerçek anlamda uzaydaki bir noktanın koordinatı belirgin hale gelmiştir deriz.. Bu sadece trafik kolaylığı bakımından pratikte kullanılan bir örneğin anlatım şeklidir. Bilimsel açıdan zamanın tanımı ise çok zor, hatta imkânsız gibidir. Bütün bu zorluklara rağmen, ünlü fizik ustası Dr. Albert Einstein zamanı bir boyut olarak denklemlere dahil edince, matematiğin önü açıldı[4]. Formüllerin nefis dengelerindeki katsayılarla, yeni terimler, yeni anlamlar, yeni yorumlar ortaya çıktı. Denklemlerin zarif ilişkilerinden doğan olağanüstü sonuçlar, bilimcileri büyülenmiş gibi kaskatı bıraktı:
Zaman da yaratılmıştı!
1980’li yıllarda Oxford Üniversitesinden ünlü teorisyen Prof. Roger Penrose ile Cambridge Üniversitesinden seçkin bilimci Prof. Stephan Havvking, zamanın da tıpkı evren gibi 15 milyar yıl önce yaratılmış olduğu gerçeğini birlikte ispatladılar. İspatları, çok ileri matematiğin günümüzde pek az kişi tarafından bilinen mantığı ile anlaşılabildi. Bu karmaşık denklem gruplarına göre, zaman daima geçmişten geleceğe doğru yönelmişti.
Üç türlü zaman oku mevcuttu.
Kozmolojik zaman oku, evrenin geçmişten geleceğe doğru daima genişlemekte olduğunu; termodinamik zaman oku da, zamanla (geçmişten geleceğe doğru) kozmik fon ışımasının daima sıcaktan soğuğa doğru yöneleceğini belirtiyordu. Bir de üçüncü tip ok vardır. Ona da psikolojik zaman oku diyorlar. Psikolojik zaman oku da, hep geçmişten geleceğe doğru yöneliyor. Beyin hücrelerimiz hep “geçmişi” hatırlıyor, “anı” yaşıyor ve “geleceği” planlıyor. Bu ok da öteki oklarla çakışıyor!
Böylece üç tane ok, daima geçmişten geleceğe doğru gerilen bir yay boyutunun şaşmaz isabeti ile aynı hedefte buluşuyor.
Zamanın “hiçlikten ve “yokluktan t=0 anından itibaren YARATILMASI, zaman planlanması anlamını taşır. Fizik buna “zaman planlaması” demiş. Siz isterseniz KADER deyin!..] s:86
[Evrenin zamanla genişlemesi, zamanla soğuması ve bir sıfır zamanı içinde yaratılması, bize “zaman” dediğimiz garip bir kavramın önemini haber verir. Zamanın bir başlangıcı olması demek, zamanın da tıpkı madde gibi yaratılması anlamını taşır. Zamanın yaratılması demek, zamanın “planlaması” demektir. Bu planlamanın ses getiren bir diğer ismi de “kader”dir!
Zamanın 3 boyutlu olan en, boy ve yükseklikle ifade edilen uzaya dahil edilmesi sonucu; zamanın “uzaysız” var olamayacağı; uzayın da “zamansız” hiç bir anlam taşımayacağı kesinlikle anlaşılmış olacaktır. Nitekim tüm zamanların ünlü fizikçisi Einstein, zamanı dördüncü bir boyut olarak uzaya ekleyerek “uzay-zaman” kavramını gündeme getirmiştir. Einstein’dan bu yana artık “uzaya” tek başına uzay demiyorlar, uzay-zaman diyorlar. Zaman, maddenin her köşesine sinmiş; her nesnenin vazgeçilmez temel bir bileşeni haline gelmiştir. Yukarıda belirttiğimiz gibi uzmanlar, zamanın“geçmemesini”, bir nehirde akan suya benzetiyorlar. Zaman hep akıyor, iki olay arasında mutlaka bir zaman aralığı bulunuyor. Mutlak anlamda düşündüğümüzde evrende hiç bir cismin “hareketsiz” olmadığı; güneşlerin, dünyaların, galaksilerin döndüğünü; atomların, moleküllerin titreştiğini anlıyoruz.
Nerede bir hareket varsa orada bir hız var demektir. Hız ise zaman birimiyle ölçülür. Bu zaman birimi, bize zamanın aktığını; bir “yere” doğru yöneldiğini haber verir. Teorik fiziğin önde gelen isimleri ile kozmoloji uzmanlarının ortaya koydukları bizim için sanki son derecede olağan ve normalmiş gibi gelen zamanla ilgili karakteristik sonuçlara göre, zamanın bir de yönü varmış.. Yön, belirli bir yerden, her hangi bir yere doğru olan doğrultunun “gidiş” istikametidir.]sh:119
[Dünya üzerinde “uzay yolculuğuna” çıkmış insanlar, o güzel şarkıda olduğu gibi, “bir sonsuzdan bir sonsuza” doğru hareket halindeler, hatta belki de hayaller ve düşünceler; uzay-zaman çizgilerine tesbit ediliyor. Sözler, davranışlar, hareketler, ibadet ve dualar hep o uzay-zaman ağının sağlam ve fakat görünmez iplerine resmediliyor, şekilleniyor.. İnsanlar çalışıyor, didiniyor, kavga ediyorlar. Her hareketleri, her davranışları her an uzay-zaman sistemi içine görüntüleniyor. Bir müzik parçası plağa nasıl alınırsa; iğne dönen plağın üzerinde nasıl inişli çıkışlı izler bırakırsa, insanların bir ömür boyu faaliyetleri de uzaya öylesine kaydediliyor. Dünyadan ayrılanların“amelleri” ise uçsuz bucaksız uzayın derinliklerinden gelen bir zaman çizgisi üzerinde inişli çıkışlı izler gibi kalıyor. Ölenler için artık uzay yolculuğu sona ermiştir. Ancak onların her çeşit hareketleri, sanki eski plaklardaki titrek bir şarkı gibi ya da bir film şeridindeki solgun resimler gibi uzayda “saklı” duruyor. Kim bilir, sırası geldiğinde o filmi bize tekrar gösterecekler!
Buna inanmak oldukça zor gibi geliyor, ama gerçek!
Aslında buna film demek bile doğru değil. Her çeşit görüntülerimiz, fiil, eylem ve davranışlarımız aynen gözleniyor. Bakınız nasıl? Evrenimizde saniyede 300.000 kilometre ile en hızlı hareket eden nesne ışıktır. Ayın ışığı dünyamıza 1 saniyede, güneşin 8 dakikada, en yakın sabit yıldız olanAlfa Centauri‘nin ise 4.5 yılda gelir. Şimdi şöyle bir örnek alalım: Diyelim ki, BU GECE teleskopun başına geçtik ve Alfa Centauri yıldızını gözledik. Bu yıldızın ZAMANIMIZDAN 4.5 yıl önce gönderdiği ışığı, ŞİMDİ aldığımıza göre, yıldızın 4.5 yıl önceki halini göreceğiz demektir.“Orada”” ŞİMDİ 4.5 yaşında olan bir çocuğun doğumunu biz “burada” ŞİMDİ görecektik. Gördüğümüz şey, basit bir görüntü, hayal, video, film veya fotoğraf değil; tastamam gerçek bir olaydır. Buna göre ışığı bize 500 senede gelen, yani dünyamızdan 500 ışık yılı uzaklıkta olan bir yıldızı gözlediğimiz zaman, onun 500 yıl önceki durumunu izliyoruz demektir. Bu yıldız eğer ŞİMDİ sönse bile, biz onu 500 sene daha görmeye devam edeceğiz demektir. Mesele bu kadar basit! Aslında pek o kadar da basit değil! Örneğimizi şimdi tersinden alalım. Diyelim ki, bize 500 ışık yılı uzaklıkta olan bir yıldızdan dünyamızı ŞİMDİ gözleyen biri olsaydı, acaba neyi ve kimi görürdü?
Eğer gözlemci güçlü teleskopunu mesela İstanbul’a doğru yöneltmiş olsaydı, kimi görecekti? Fatih Sultan Mehmed’in elinde kılıcı ile İstanbul surlarına doğru atını sürdüğünü GÖRECEKTİ. Gördüğü şey, bir film görüntüsü değil; hakikatin ta kendisidir. Fatih’in kendisini, gerçeğini tüm açıklık ve netlikle görmüş olacaktı. Peki biz Fatih’i ÖLMÜŞ biliyorduk! Hani Fatih ölmüştü! Halbuki Fatih yaşıyor! Fatih, bu dünya zamanına ve mekânına göre, yani bize göre, ölmüştür. Aslında bir başka zaman boyutunda hâlâ yaşıyor. Buradan şu ilgi çekici sonuçla karşı karşıya geliriz. Gerçek, yani mutlak anlamıyla ölüm yoktur. Tıpkı doğumun da olmadığı gibi.. Çünkü herkes evrenle aynı anda doğmuştur. Canlı cansız her şey, her nesne, her cisim, evrenin yaşıyla aynı yaştadır! Bu yalın sonuç, “Birliğe”, beraberliğe ve TEK’liğe verilen en güzel bir örnektir. Artık çokluk (kesret) ortadan kalkmış, çeşitli izafî (nisbî, göreceli) şekil ve görüntüler (mâsivâ) silinmiş; tek bir gerçek kalmıştır!
Bilin bakalım bu gerçek nedir?
[Prof. Steven Weinberg, ABD’de ünlü bir çekirdek fizikçisidir. 1977 yılında yazdığı “İlk Üç Dakika” (The First Three Minutes) adlı kitabı bir hayli ilgi toplamış ve yabancı dillere de tercüme edilmişti. Steven Weinberg, evrenin NASIL yaratıldığını, atom altı parçacıkların üç dakikalık zaman içindeki karşılıklı reaksiyonlarını nefes kesen bir teknik ve üslûp güzelliği ile anlatarak nefis bir özet yaptı. Evrenin yaratılışı konusunu işleyen bütün kitaplar, Weinberg’in bu eserini hep referans olarak vermişlerdir. Biz de “ilk üç dakika” yerine daha kısa bir zaman aralığını seçerek BİG BANG’in İLK ÜÇ SANİYE içinde neler olup bittiğini anlatmaya çalıştı.] sh:107
İşte: Evren  t=0 anında hiçlikten varlığa geçişi yaratılışın başlangıcı kabul edilir. Bu andan sonraki aşama  10⁻43  saniye aralığıdır. Evren Saatimize göre  yaratılıştan bu yana 10⁻11 saniye geçti…]sh:87
[Ruh, insan, nefis, hayat, ölüm … vb. gibi kavramlar alabildiğince genişlemiş ve bazan da eksik yorumlarla “kavram kargaşası” haline getirilmiştir. Hele, “ruh çağırma” ve “ruhlarla temas kurma” gibi aldatıcı avuntular, inanç sömürüsü ve falcılık malzemesi olarak hep gündemde tutulmak istenmiştir. İslâm verilerine göre, fincanla ya da kim olduğu bilinmeyen birtakım medyumlarla ruh çağırılamaz. Ruhlarla temas ve ilişki kurulamaz. Çünkü ruh, doğuş olarak bu âleme ve bu evrene ait bir varlık değildir. Bu dünyaya ait olmayan bir varlığın, bu dünyaya bir “beden elbisesi” giyerek görünmesi, “insan” olmanın en karakteristik özelliğidir. Bu özellik, onun bu evrene gelmeden önce de var olduğunun en belirgin bir göstergesi sayılır. Buraya kısa bir ziyaret için gelen bir varlığın, buradaki görevini bitirdikten sonra tekrar eski yerine, ana yurduna dönmesi, “ölümsüzlüğün” bir başka adıdır. Tıpkı doğumsuzluk gibi…
Bu dünyada doğmayan bir varlığın, bu dünyada ölmesi düşünülemeyeceğine göre, ruhun ölümsüzlüğü yani hep var ve mevcut oluşu gerçek ve çarpıcı bir sonuç olarak karşımıza çıkar. Bu sonuca göre, Fahreddin Irakî’nin “Parıltılarında”[5] da belirttiği gibi ruh, bu evrene, ruhlar ve melekler âleminden derece derece inerek gelmiştir. Yola çıktığı yer, sanal ve soyut kavramların bulunduğu; BİR’liklerle karakterize edilen gece gibi renksiz bir mânâ âlemidir. Geldiği yer ise; ÇOK’luğun egemen olduğu, gündüz gibi renkli ve aydınlık bir cismânî âlemdir. Aydınlığın olması için karanlığın olması şarttır. Çünkü karanlık, mümkünlerin imkânıdır. Çünkü her şey zıddı ile kaimdir. Çünkü her şey çift çifttir.
Hz. Mevlânâ, ünlü eseri Mesnevî’de şöyle sesleniyor:
“Varlığı EMRİYLE yaratan Allah’ın çevganları önünde mekân âleminde de koşup duruyoruz, Lâmekân (mekânsızlık) âleminde de.
Renksizlik âlemi (mânâ âlemi) renge (vücud âlemi) esir olunca, bir Musa öbür Musa (Firavun) ile savaşa düştü.
Renksizlik âlemine ulaşırsan, Musa ile Fıravun’un karıştığı âleme erişirsin.” [6] ]sh:169
[Son söz olarak fizik ustalarının birkaç özdeyişini buraya aktaralım: Schrodinger şöyle der:
“Eğer yaptığınızı başkasına anlatamıyorsanız, yaptığınız bir şey yok demektir.”
Bohr ise şu çarpıcı gerçekle fiziği yorumlar:
“Kuantum mekaniğinden şok olmamış bir fizikçi, onu anlamamış demektir!”
Heisenberg’in belirsizlik prensibi ise, maddenin; neresinin, ne kadarlık bir doğrulukla gerçeği yansıttığı hâlâ tartışma konusu olmağa devam ediyor. Bir dostuna yazdığı mektupta şunları söylüyordu:
“Öyle bir prensip ortaya attım ki, ne olduğunu ben bile anlamadım!”] sh:47
Bu alıntıları daha vazıh şekilde (Taşkın TUNA’nın, Sonsuz Uzaylar,  Boğaziçi Yayınları İstanbul, 1995) kitabından okuyabilirsiniz.
[1]—En’am, 158
[2][2] Niyâzi Mısri,  İrfan Sofraları,  Süleyman Ateş,  1971, s156, 62. sofra
[3] (Müslim, Cihâd, 58; Buhârî, Megâzî, 4)
[4] Ustalığın bir çok tarifi vardır.. Herhalde en güzel olanı şudur: “Usta, başkalarının henüz düşündüğü ve tasarladığı şeyi çoktan bitirmiş olan kişidir.”
[5] Parıltılar, MEB Yayınları, trc: Saffet Yetkin, İstanbul, 1992, Shf: 9
[6] Mesnevi, 1. cilt, shf: 198, MEB Yayınları, Çev.: Veled İzbudak, 3. baskı
https://ismailhakkialtuntas.com/2011/10/03/nicin-gecmisimize-dua-etmeliyiz/
Var olmak, ahlaklı olmak, mistik olmak, yaşarken hayatın arka planındaki geçirebileceğimiz evrelerdir. Yokluk, ahlak ve mistisizm birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Bu bağlılık yoluyla birey bir bütünlüğe kavuşur ve büyük bir dinginlikle ölümle varlık yolculuğuna çıkar. Yokluğun hayata yansıdığı evrede birey ahlak yoluyla mistisizme ve mistisizm yoluyla hakiki ölümüne ulaşır ve böylece ebedi dönüş gerçekleşir.
Mistisizm ahlakın aksine bir içe dalış eylemidir. Yokluğumuzun en yoğun gerçekleşme biçimide içe dalıştır. Uçsuz bucaksız yolculuklarımızda üzüntülerimizin, umutsuzluklarımızın uçup gittiğini fark ederiz. İçimizde geniş alanların açıldığını, gözlerimizin yaşlandığını, bedenimizin kasıldığını duyumsarız. Bütün her şeyin bulanıklaştığı, derin tünellerin açıldığı, sevdiğimiz ölülerin bizimle kucaklaştığı bu esrik/sarhoş ruh halimiz bizi belki de bu sıradan hayatta ulaşabileceğimiz en yüksek tepelere çıkarır.
Yokluk hareketimiz ahlakla, mistik deneyimle, binlerce yıllık serüvenin boşluğundan duyulan hoşnutsuzlukla şiddete, paraya teslim olan insan türünün karşısına çıkar. Mistik yolculuk, hiçliğin içinde hiçliğe doğru giden bir yolculuktur. Mistik deneyim hiçlik deneyimidir.Yokluk işte bu hiçliğin içinden fışkırır.
Herkes bilinçli veya bilinçsiz olarak bu hayatın kendine yitmediğinin farkındadır. Hırçınlığının nedeni budur. Gelip geçici heyecanlar, zevkler huzursuzluk yaratır ve bu da hayat da şiddetin birikmesine yol açar. Bunun ilacı mistik yolculuktur
Ölüme doğru giderken hiçliğe karşı çıkamazsınız. Hiçliğin ne olduğunu araştırmak belki de en önemli çalışmadır. Bu çalışına bir inanç çalışmasıdır. Hiçliğe inanmak yoğun bir mistik yolculuğu gerektirir. Derin karanlıkların, içinde aydınlığa kavuşmak olarak özetlenebilecek bu olağanüstü, hayat-ötesi yolculuk esrimeye yol açarak hiçliğin içindeki yokluğu açığa çıkarır.
Bu mistik, yolculuğun ön koşulu yokluğun hayattaki yansıması olan bireysel ahlaktır. Bu ahlak hiçliğin içindeki yokluğa inancın doğrudan ifadesidir.
Bu meyanda temelde varlık vardır ve yokluklar onun üzerinde hareket eder. Yokluk bir eylem olduğu içinde dengesizlik barındırır. İnsan zanneder ki varlık her şeyi kaplıyor. Varlık, yokluk hareketinin üzerinde kaydığı zemindir.
Yokluklar varlığın içinde otururlar. Varlık yokluğun dışına çıkamaz.
Ölüm varlığı değil hayatı sona erdirir. Hayattaki varlık ölümden sonraki yokluğu hiçlik olarak algılar.
Yokluk bir patlamadır. Bu patlamanın dış görünüşü cinselliktir. Şehvet tıpkı elektrik gibi kaçıcı, uçucudur. Yoklukla varlık arasındaki boşlukta nefs ortaya çıkar.
İnsan adındaki yokluk sadece bir varsayımdır. Sırf fiziksel benzerlikten yola çıkılarak yapılmış bir sınıflandırmadır. Bu sınıflandırma hareketini durdurmakta ve sanki bir amaç varmış yanılgısına neden olmaktadır.
İnsan adı ve kavramı tüm araştırmaların yanlış bir yöne sapmasına neden olmuştur. İnsan böyledir, şöyledir, tepkileri şudur şeklindeki genellemeler tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır. İnsan yoktur, yokluk vardır. İnsan belirli bir sınıflandırmanın içindeki bir addır, gerçekliği yoktur
Yokluk serüveni içinde şu an bulunduğumuz aşamayı evren ve bulunduğumuz arzıda dünya olarak adlandırmışız. Yokluğun kendini birdenbire içinde bulduğu ve hiçbir zaman benimseyemediği ve çoğu zaman garipsediği dünya, sadece bir yüzeydir. Dil, duygular, hayaller, düşler bu yüzeyi delmektedir. Dünya genellikle yokluğumuz için kaçmak, kurtulmak istediğimiz bir engel olarak kalmaktadır. Hep ötesinde başka yerde olmak. Yokluğun dünyayla hiç bilmeyen bir uyumsuzluğu vardır. Burası değil, şurası da değil Böylece serüven başlar.
Hiçbir yerde olmamak diye özetlenebilecek yokluk serüveni dünyayla kaçıcı bir ilişki kurar. Ben yokum, başka yerdeyim. Bu başka yer her zaman bir olabilirliliktir. Gerçekleşemeyecek hayalle yokluk arasındaki bağlantı kaçışa zemin hazırlar. Kaçış dünyanın maddeselliğini yok eder. Dünya kaçıp giden, kaybolan görüntülerden ibarettir. Kusura bakma hemen gitmeliyim. Çabuk, daha çabuk. Düşler, hayaller kaçışla eşzamanda oluşur. Hep bulunabilecek bir şey vardır. O şey ortaya çıktığında öldürücü can sıkıntısı yokluğu dünyaya çiviler. Bu çivilemeyi her zaman bir patlama izler.
Yokluk hareketini bu dünyada kendini hayatla ortaya koymakladır ama bazı uç durumlarda yokluk hareketi hayatın sınırlarını aşar. Hayatın sınırlarını belirleyen biyolojik varlığımızın bu uç durumlarda bizi kapalı bir yere hapsettiği duygusuna kapılırız. Bu kapalı yerden birden esrimeyle/cezbeyle/vecdle çıkarız. Biyolojik varlığımızın dışında uçmaya başlarız. Bütün bedenimiz kasılır, gözlerimiz kapanır ve böylece bütün sonsuz evrenleri bir çırpıda dolaşırız.
Yokluk hayata nasıl dönüşmüştür?
Hayat kendi içindeki güçlerle hayatı yaratabilir miydi?
Hayatı aşan bir gücün varlığını gösteren en önemli belirti, zahirî hayatın sonluluğudur. Sonlu bir oluşumun mümkün olması, sonsuz bir hareketin varlığını zorunlu kılmaktadır. Yoksa her şey yokluğa mahkum olurdu.
Sonsuzluk ölümsüzlük demek değildir.
Ölümün bir son değil bir yenilenme olması, sonsuz yokluk hareketinin doğrudan bir sonucudur. Ölüm hayatın bitmesi anlamına geldiğine göre ölümsüzlük hayatın bitmemesi demektir. Hayatın bir başlangıcı ve bir de sonu vardır, o halde ölümsüzlük yoktur.
Hayatın öncesini ve sonrasını içine alan yokluk hareketi midir? Yokluk başlangıçsız ve sonsuz mudur? Ölüm yokluğun geçiş noktalarından biri midir? Hayattan yokluğa geçiş esrimeye, yokluğun hayata geçişi dehşet duygusuna neden olur. Burada dikkati çeken yokluk ile hayat arasındaki uyumsuzluktur. Hayat yokluğu içine alamamakta, bu da hayat içindeki en değişmez, belirgin duygu olan korkuya neden olmaktadır. Korku her zaman hayata neden olan temel yokluk hareketmizin hayatın biyolojik yapısının çerçevesini kırmasının sonucudur. Korkudan sonra yokluk hareketi yavaşlar ve geri çekilir, böylece biyolojik varlığımız kendini onarır.
Hayat neden fiyaskodur?
Hayatı gülünç hale getiren, güçsüz insanların oynadığı güç oyunudur. Biyolojik varlığımız yokluk hareketini içine alamadığı zaman, esrimenin içine girerek sonsuz bir hızla hayatın dışına çıkarız. Esrime, hayatın dışına çıktığımızı gösteren bir yokluk durumu olarak, hayat öncesi başlangıçsızlığınızı ve hayat sonrası sonsuzluğumuzu hissetme biçimimizdir.
Hayatımızı küçük görmemize yol açan olgu, hayatın kendi yokluk gücümüzü yansıtacak donanıma sahip olmamasıdır.
Hayat yokluk hareketini içine alamadığı zaman olumsuz tepkisini depresyonla verir. Zannedilenin aksine depresyonda hızlanmış ve biyolojik yapımızı tehdit eder hale gelmişin biyolojik yapımız ancak düşük düzeydeki yokluk hareketine dayanıklıdır.  Sınır durumlarda, hayat kendini ya esrime, ya da nefsin zevklerini öldürmenin yoluna düşer. Aşk ve nefsde, biyolojik varlığımız yokluk hareketinin hızı karşısında alt-üst olur.
Esrime/cezbe/vecd, yokluk hareketini hayatın çerçevesineyamamasının belirtisidir. Esrimede biyolojik varlığın ötesindeki hareketimizi duyumsarız. Hiçliğin bir yokluk hareketi olduğunu farkederiz. Hiçlik yokluğun değil, hayatın yokluğudur. Hiçlik, yokluğumuzun hayatın ötekisindeki hareket imidir. Hiçlik, hayat-dışı yokluktur.
Dehşet duygusu, yüksek yokluk hareketinin biyolojik varlığımızın tepe noktasını aşarak, hiçliğe dalmasının hayatsal algılamayı alt-üst etmesinden kaynaklanan bütün sıkıntı ve kaygımız, yokluğumuzun biyolojik varlığımızın dar kalıplarına sığamamasından doğmaktadır. Nefsin yüksek hareketine dayanamayan bedenin çaresiz, umutsuz çırpınışlarını, kasılmalarını göz önüne getirin.
Kadın ile erkek arasında bitmek tükenmek bilmeyen tatminsizliğin kaynağı, erkek ile kadının kurdukları ortak hayatın ikisi arasındaki yüksek hareketin için yetersiz olmasıdır. Hiç tatmin olmayan temel bir arzu vardır. İnsan neslindeki ortak hayat, arzunun neden olduğu hayalleri tatmin etmekten o kadar uzaktır ki, erkek ile kadın arasındaki arzular biyolojik varlığımızın, daha doğrusu bedenlerimizin tatmin edeceği küçük istekler karşısında her zaman hayat dışına çıkarlar. Bu çıkış iki yolla olur: esrime veya nefsi öldürmek. Nefsi öldürmek hayatı yadsıyan bir yokluk çığlığıyken, esrime arzuyu hiçliğin derinliklerinde gezdirirken hayatı erteleyerek onu korur.
Hayal veya-düş, yokluk hareketi hayat tarafından emilemeyen bölümüdür. Biyolojik varlığımızdan taşan bitmek tükenmez arzuları hayatı ve anlamım küçümsememize neden olur, evet, evet hayat fiyaskodur. Bizi avutan her zaman sevgilimizle yarattığımız hayal ülkeleridir. İşte bu hayal ülkeleri yokluğun hareket kazandığı yerlerdir.
Ebedi dönüş, sonsuzluğun kaçınılmaz bir sonucudur. Ya ebedi dönüş vardır ya da hiçbir şey yoktur. Ebedi dönüş olmasaydı, bugün var olamazdık. Yokluk ancak ebedi dönüşle anlamını buluyor. Yoksa hayatımızdaki rastlantılar bizim için gereklilik haline gelemezlerdi.
Ebedi dönüşün bu hayattaki itici gücü kadınla erkek arasındaki farklılaşmadan doğan gerilimdir. Bu gerilimin neden olduğu çekim hepimizi döndürmektedir.
Hayatın ayrıcalıklı anlar mı diğer anlardan ayıran nedir.?
Günler günlerin üzerine amaçsızca yığılırken bir an içimizi dolduran coşkunun kaymağı nedir?
Gösterilen bütün yabalar sonuçsuz kalmasına rağmen nasıl oluyor da bu çabalar bazı özel anlarda anlam kazanabiliyor?
Bu anlar ebedi dönüşün yeniden ivme kazandığı anlardır. İşte bu anlarda yenilenil ve ebedi dönüşe büyük bir güç katarız.
Umutsuzduk ve umutsuzluğumuz bizi hareketlendiriyordu. Bu berbat dünyadan hiçbir şey beklememize rağmen kendimiz ve sevdiklerimiz için çaba gösteriyoruz. Çalışmak ve her şeye rağmen Çalışmak işte yokluğumuza anlam kazandıran şey. Hiçbir şeyi olduğu yerde bırakamayız. İçimizdeki gücü her şeye yansıtmalıyız. Umutsuzluğu bir yokluk ilkesi haline getirmeliyiz. Çünkü sonsuzluğu ancak umutsuzluğumuz aracılığıyla kavrayabiliriz. En tehlikeli ve kaçınılması gereken şey umutlu olmak ve bu nedenle beklemektir. Umutlu olmak, edilgen olarak bu dünyadan size iyi bir şeyler sunmasını beklemek demektir. Böyle bir davranış kendimizi alçaltmak demektir. Bu dünyada beklemek yerine eyleme geçmeliyiz. Ebedi dönüşü hızlandırarak ve farklılaştırarak yokluk hareketinin bize yüklediği sorumluluğu yerine getirmeliyiz.
Hayat sürerken yokluğumuzun temel referanslarına kavuşuruz. Bazı yokluklar bizi sonsuz döngünün içine sokar. Dönüp dururken aynı yokluklarla temas ederiz Aynı yokluklarla olan temaslar sonsuzca yinelenirken hayatın sınırlılığından, sonluluğundan, yokluğun sınırsızlığına, sonsuzluğuna geçeriz. Bu yokluklar bizi ebedi donüşe hazırlarlar. Tek bir yokluk bu referanslar olmadan geri dönemez. Bu referanslar her zaman geri gelen tarih teki adlardır. Bu adlar herbirimizin ebedi dönüşteki geçiş noktalarıdır.
Olup biteni daha iyi görmek ve kavramak için zevk ve acının nasıl oluştuğuna bakmalıyız. Organlarımızın aldıkları darbeleri veya maruz kaldıkları mikrobik saldırıları bildirme biçimi acıdır. Zevk ise organların önceden programlanmış bir amacı gerçekleştirmesinden doğar. Zevk her zaman aynı yollardan geçer. Zevk sonsuzca yinelenen aynı hareketlerden doğar. Acı her zaman beklenmeyendir. Zevk programlıyken, acı programsızdır. Bir yokluğun ebedi dönüşünün referans noktalarındaki yokluklar onun ebedi dönüşünü sağladıklarından sürekli yinelenen zevki üretirler.
Hepimizin kendi olduğunu farkettiği sonsuz yokluklar vardır. Hepimiz bu referans noktalarını izleyerek gelecekteki sonsuz dönüşlere hazırlanırız.
Hepimizin kadınları ve erkekleri vardır. Bu kadınlardan veya erkeklerden geçerek yokluğun ebedi dönüşünü gerçekleştiririz. Nefsânî hallerin sonsuzluğa açılmasının anlamı, ebedi dönüşün erkek kadın arasındaki hareketine dönüşmesi aşamasında ortaya çıkar. Erkek kadınını, kadın erkeğini bulurken o kadını veya erkeği sonsuz dönüşün değişmez bir referansı haline getirir Ve yaşanan aşk, ebedi yokluğa, ebedi dönüş olarak yansır.
Bütün yanlışlık, hayat ile yokluğu aynı görmekten kaynaklanmaktadır. Hayat ile yokluk arasında farklılık ve gerilim vardır. Bu olguyu ebedi dönüşle aşmaya çalışırız.
Yokluk sonsuz sayıda gerçekleşen hayattan geçmektedir. Hayatlar aynı referans noktalarından geçerek yokluğu görünür hale getirirler.
**
 Not: Bir varoluşcu yazının “yokluk hareketi” üzerinden okumasıdır”.
Derleme Kaynak:
Mehmet Mukadder YAKUPOĞLU, Varoluş, Ahlak Ve Ölüm, Birinci Basım,  2001 Ankara sh:9-17

Âşık sadece lisan-ı hâl ile şunu der:
“Sen benim din ve dünyamın helakisin. Benim küfrüm, imanım arzum ve rağbetimin gayesisin. Ve sen bensin”.
Hallaç diyor ki:
عجبتُ منك ومنـّـي        يامُنـْيـَةَالمُتـَمَنّـِي
 أدنيتـَني منك حتـّـى      ظننتُ أنـّك أنـّــي
 “Sana şaşıyorum beni benden (alıp) sende fanî kıldın.
Bazen âşık aşkta fâni olur.
O zaman âşık aşk hâline gelir.
Sonra aşk maşukta fanî olur.


[ Rifaî, s.8/ beyit no.:30; Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, C.I, s.96/beyit no.30.]

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar