YASA KILIÇ
Yağmur Yağdırıcılar, Hekimler,
Gözbağcılar
İlkel diye adlandırılanların
Yasa’yla uygulama arasına koydukları aşılmaz engellerin en iyi örneğini Avustralya’daki
Kaitishler vermişlerdir: Bir fratride yiyecek tabusunu çiğnemiş olanı, ancak
bir başka fratrinin üyeleri cezalandırabilirdi.
Bu sınır bazen düpedüz bir
düşmanlık sınırıydı: Trobriand adaları yerlilerinden Tabalular
Lukwasisigalar’la yarı sürekli bir savaş içindeydiler. Ancak, savaşlar kimin
yenilgisiyle biterse bitsin, ardından mutlaka törensel bir uzlaşmayla barış
kuruluyor ve önderler savaş öncesi konumlarım koruyorlardı. Tabalular,
savaştıkları klanın da bölgesi dahil olmak üzere, hiçbir çatışmanın
değiştiremeyeceği genel denetim yetkisine sahiptiler. Tabalular’ın bu sarsılmaz
üstünlüğü, önderlerinin güneş ve yağmur büyüsü yapma yeteneklerinden
kaynaklanıyordu. Oysa alt düzeydeki Lukvvasisigalar, savaşta daha etkili ve
korkutucuydular. İki klan arasında kutsallığa ve savaşa ilişkin bu işbölümünü
dikkat çekici kılan özellik, Lukwasisigalar’ın, düşmanları Tabalular’ın
buyruklarını uygulama işlevini üstlenmiş olmalarıydı. Tabalu önderinin verdiği
ölüm cezasını ezeli düşmanı Lukwasisiga önderi yerine getirirdi.
Öndersiz ve önderli ama yöneticisiz toplumlarda,
meşruiyet alam gücün kullanıldığı alandan koparılmıştı.
Toplum, düzenlenme nedenini ya
da düzenleyici bir ilkeyi kendi dışında tutuyordu. Yöneticili toplumların
ortaya çıkışı, bu iki alanın birleşmesi, toplum içinden bir kesimin,
düzenleyici dışsallığı sahiplenerek, eski insanüstü gücü toplum içinde
maddileştirmesi demek olacaktır.
Kuşkusuz, bir toplum tipinden
ötekine nasıl geçildiğini, toplumla düzenleyici dışsallık arasındaki ilk
ayrımın nasıl ortadan kalktığını, insanların ötesinde ve üstündeki gücün insani
bir biçime nasıl bürünebildiğim kesin olarak söylemek mümkün değildir. Ama, en
azından yöneticilerin, kutsal/kutsal olmayan ayrımı sayesinde ortaya
çıktıkları ileri sürülebilir. Siyasi iktidarın önce yalnızca kutsallaşmasına,
sonra da kurumsallaşmasına ortamı hazırlayan bu ayrımdır. Gauchet’nin
deyimiyle, sorunun anahtarım dinsel olgunun derin köklerinde aramak gerekecektir.
Kutsallık arayışı, toplumun
varolma ilkesiyle kendisi arasındaki bir farklılaşmaya yol açar ve böyle bir
farklılaşmayı yaşamayan, kutsal olmayanı/kutsala bağlamayan toplum yoktur.
Her toplum, tarihin her anında, kendini, kendi dışına yerleştirdiği bir üstün
güce göre anlamlandırmak zorundadır: İnsanların önce dünyadışı bir güç
tarafından, sonra da bu gücü temsil edenlerce yönetilmesini mümkün kılan bir anlam borcu. Toplumlar kaçınılmaz
olarak, varlık nedenleri ve güvenceleri saydıkları şeyden farklılaşmaya
yönelirler.
Siyasi iktidar farklılaşmış ve
kutsallaşmış, sonra da kurumsallaşmışsa, bunun nedeni, farklılaşma, kutsallaşma
ve kurumsallaşma olasılığının, potansiyel olarak, baştan beri kutsal/kutsal
olmayan ikileminde varolmasıdır: Toplumun kendi kendisini anlamlandırma
zorunluluğu, ona bir kutsallık odağı yarattırdığı için, bu odak sonradan,
kutsallıktan kurumsallığa nitelik değiştirebilmiştir. Toplumla, kendi dışında
yarattığı güç arasında bir ilk farklılaşma olduğu için, sonradan toplum içi bir
farklılaşma ortaya çıkabilmiştir. Toplum, yaygın sosyal denetimini, anlamım
borçlu olduğu bir güce bağlı kıldığı için, sonradan o gücün kendi içindeki
uzantısına sosyal denetim yetkisini terk edebilmiştir. Başlangıçta Yasa, ona
göre düzenlenen toplumdan koparılmış olduğu için, sonradan, Yasa’yı söyleyenler
ve uygulayanlar toplumdan soyutlanabilmişlerdir. Toplumun kendisini düşünenden kendisini ayırarak kendisini düşünmesini
sağlayan bir ilk kesinti olduğu için, toplum sonradan kendisini
bölebilmiştir.
Siyasi iktidar farklılaşmasının
kökenini kutsal/kutsal olmayan ayrımında bulmak, kralların soyağacını da
kutsallaştırmaktır. Siyasi iktidarın uzmanlaşma ve merkezileşmesinin kaynağı
sosyal işlevlerdeki ilk farklılaşmayı yaratan dinsel törenler olduğuna göre,
ilk krallar yalnızca dinsel önderler olabilirlerdi.
Afrika’da, kutsal bir krallığın
çoğunlukla, yağmur yağdırma işlevinden başka dayanağı olmayan bir önder
otoritesiyle belirdiği saptanmıştır. Tabii yağmur yağdırma yeteneğinin büyüyle
bağlantılı olduğu açıktır. Ancak bu toplumlarda din ve büyü, bugün sahip
oldukları özerklikten ve hatta karşıtlıktan uzaktılar. Kutsal önderlikle
büyücülüğün tam olarak çakıştığı söylenemezse de, ilk önderlerin bir anlamda
büyücü de oldukları ileri sürülebilir. Frazer, Kic kabilesi önderinin,
karnından konuşma yeteneğiyle, vahşi hayvan sesleri çıkararak saygınlık kazandığını
söyler ve ilk önderlerin, sözcüğün tam anlamıyla bir gözbağcı olduklarım
vurgular. Roheim’sa, Yumalar’da önderlerin her şeyden önce hastalıklarla mücadele
ettiklerini saptadıktan sonra, önderliğin kaynağım bu ilk mesleğe bağlar. Ancak
hastalıklara karşı savaşın, büyünün ve dinin birbirine karıştığı bir alanda,
önderin yağmur yağdırması, karnından konuşması ya da bir hastayı iyi etmeye çalışması
arasında pek de fark yoktur. Büyüyü ve büyücülüğü bütünüyle içermese bile,
kaynak yine de dinseldir. Adler bu kutsal otoritenin çerçevesini, Frazer’a
dayanarak, şöyle çizer:
1-Kutsal kral, isteyerek ya da istemeyerek, iyi ya da kötü amaçlarla
kullanabileceği bir güçle tabiatı etkiler.
2-Kralın evrenin dinamik merkezi olduğuna inanılır ve bu nedenle,
eylemleri, hatta yaşantısıyla dünyanın düzenini değiştirebilir. Öyleyse
eylemleri ve yaşantısı sıkı bir denetim altında tutulmalıdır.
3-Kral, şu ya da bu biçimde güçlerini kaybederse, dayanağı olduğu
dünyanın onun çöküşünden etkilenmemesi için, yok edilmelidir.
Önderlik, Yasa ve düzen
bekçiliği olarak, kutsal bir kaynaktan doğar ve savaşçı niteliklerle asla
bağdaşmaz: Winnebagolar’da toplum "yukarıdakiler" ve
"yerdekiler" diye bölünmüştü. Yukarıdakiler dünyanın yaradılışıyla
bağıntılıydılar ve barışla düşüncenin temsilcisiydiler; yerdekiler savaşıyor
ve güvenliği sağlıyorlardı. Siu kabilelerinden Osageler de, aynı yapılanmayı
göstererek, biri barışı öteki savaşı temsil eden iki fratriye ayrılmışlardı.
Dinkalar toplumlarını balık oltasına sahip klanla, mızrağa sahip klan arasında
bölüştürmüşlerdi. Dinsel törenleri düzenleme işlevi birinci klanın, savaş
işlevi ikinci klanındı. İki işlevi birbirinden ayıran bu örgütlenmede üstün
durumda olan ve önderleri üreten, birinci klandı. Yeni Gine’deki birçok
kabilede bir sağ önder, bir de
sol önder vardı. Sol önder,
yürütmenin başı olarak sağ önderin önerilerini uygulamaya geçirirdi; savaş da
onun yetki alanına girerdi. Sağ önderse, barışı temsil edendi; toplum içi
çatışmaları engellemesi için, bir dracaena
yaprağını sallayarak çatışanların arasına girmesi yeterliydi. Yorumbalar’da da
açıkça göksel önder/dünyevi önder ayrımı saptanmıştı: Göksel önder yalnızca
Yasa’yı söylerdi.
İlk önderler silah tutmazlardı
ya da tuttuklarında önder olmaktan çıkarlardı: Lere Moundangları’nın kralı, her
yıl bir kez yapılan ve en gencinden en yaşlısına kadar bütün erkeklerin
katıldığı törensel bir avda bulunmak zorundaydı. Kral görkemli giysiler
içinde, ardında eşleri ve silahlı savaşçıları, avcıların onu beklediği yere
giderdi. Orada eşleri, halkının önünde, kralın giysilerini üzerinden çıkarır ve
ayaklarına, onu kutsallığından arındırıcı
bir su dökerlerdi. Kral ancak o zaman, halkının arasına karışıp ava
çıkabilirdi. Ve avda krallık etmenin gereği yoktu: Avcılar onu alaya alabilir,
el şakaları yapabilirlerdi.
Afrika’da Gordioiler,
aralarındaki en şişman adamı kral seçerlerdi. Şişmanlıktan kıpırdayamamak
iktidara yaraşan bir zenginlik ve rahatlık işaretiyse de, savaş etkinlikleri
açısından pek de övülebilecek bir özellik sayılmazdı. Bu şişman krallardan iyi
savaşçı çıkamazdı. İyi savaşçılarsa, çeşitli tekniklerle pasifize edilmesi gereken
tehlikeli yaratıklardı.
Baruyalar’da aoulatta denen büyük savaşçıların, saygınlıklarını
borçlu oldukları kişisel güçlerini, toplumun huzurunu kaçıracak biçimde
kullandıkları olurdu. Bu zorbalıklar, olsa olsa, komşuların domuzlarım
öldürmek, eşlerine sarkıntılık etmek, karşı koyarlarsa onları dövmek ve
kocalarım alaya alıp küçük düşürmek türünden eylemlerdi. Baruyalar, böyle bir
tiranlığa heves eden savaşçılardan kurtulmak için, son çare olarak,
düşmanlarıyla işbirliği yapıyorlardı. Onlara, nerede ve ne zaman kendi
savaşçılarım pusuya düşürebilecekleri konusunda bilgi sızdırıyorlardı.
Düşmanlar törensel savaşlar için ne kadar gerekliyse, toplum için tehlikeli
bir savaşçı iktidarına son verebilecek aykırı müttefikler olarak da o kadar
gerekliydi.
Önderin iktidarsız
bırakılmasını sağlayan sosyal mantık açısından, savaşçı da sürekli
dizginlenmesi gereken potansiyel bir iktidarlıydı. Savaşçının saygınlığından
doğan üstünlüğün bir siyasi iktidar hiyerarşisine dönüşmesine izin
verilmeyecekti.
Kenya’da Gikuyular, savaştan
dönenleri düşmanlarının lanetinden koruyacak arındırma törenlerinde, savaşçıların
uzun saçlarını keserken, onları kadınların giydiği türden uzun giysilerle de
dolaştırırlardı. Kutsal kral kutsanma törenleri sonrasında toplumdan
dışlanırken, savaşçı ancak arındırma törenlerinden geçip savaşçı niteliklerinden
sıyrıldıktan sonra toplumun içine sokulabiliyordu.
Bir Fidji atasözü şöyle der: "Bu krallık bir yıkıma doğru gidiyor. Çünkü bütün dişleri
hâlâ ağzında olan bir insan tarafından yönetiliyor". Toplumun
çıkarı, gençliğin ateşinin ve yıkıcılığının, yaşlılığın tecrübe, sabır ve sükûnetiyle
dengelenmesini gerektiriyordu. Uygulamanın karşısında onu belirleyen, ama ondan
ayrı tutulan Yasa, savaş önderinin karşısında sözü dinlenen, ama toprağına
silahlı girilemeyen barış önderi vardı.
Kaldı ki yarı sürekli savaşan
toplumlar, genelde, gücünü kaybetmemiş bütün erkeklerin savaştığı ya da savaşmanın
özel bir beceri gerektirmediği toplumlardı. Ancak bazı toplumlarda, her erkeğin
savaşa katılmasını gerektiren durumlar dışında, savaşmayı kişisel ve sürekli
bir uğraşa dönüştüren bir kesim oluşabilirdi. Bu, geleneksel sınırları zorlayan
bir uzmanlaşmanın, bölünmenin, merkezileşme tehlikesinin işareti demekti.
Toplum içinde ayrıcalık kazanmış bir savaşçı küme, kutsallığın temsilciliğine
soyunarak, eline yasa kitabını da alarak, ilkeyle kullanımı bir araya
getirerek, farklılığını bir sürekliliğe dönüştürebilir ya da
kurumsallaşabilirdi.
Kurumsallaşmış siyasi iktidara
karşı toplum, bu tehlikeyi savaşçının kişisel saygınlık isteğini kullanarak
önlemeye çalışacaktı. Savaşçı, bir özel girişimci olarak, farklılık ardında
koşardı. Özel bir ada, özel bir görünüme sahip olup sivrilmek, kendisini
toplumdan ayıran bir saygınlık edinmek, göze girmek, özellikle de kadınların
beğenisini kazanmak isterdi. Toplum kurumsal bir farklılaşmaya dönüşebilecek
bu farklı olma isteğine, savaşçıyı yalnız bırakarak cevap verirdi. Saygınlık
çabuk unutulacak tek bir başarıyla korunamazdı; savaşçı bir anlamda kışkırtılır,
hep tek başına en iyi, en tehlikeli savaşı vermeye zorlanırdı. Amansız bir
rekabete itilerek, yalnız başına ölüme gönderilirdi. Savaşçıyı iktidarsız
bırakmanın yolu, onu sürekli savaştırarak yok etmekti.
Her şeyden önce, saygınlık
kolay kazanılmazdı. Crowlar’da iyi bir savaşçı olabilmek için, dört zor işin üstesinden
gelmek gerekiyordu: Düşmandan at çalmak; vücut vücuda bir çarpışmada düşmanın
silahını elinden almak; savaşta silahla ya da elle düşmana dokunmak; bir
saldırıyı başarıyla yönetmek. Bunları pek az savaşçı becerebilirdi; birçoğu
çılgınca yok olurken... Kabilenin en cesuru olmak isteyen gözü karalar,
anlamsız yiğitlik gösterileriyle, ölümün kucağına atılırlardı. Bir tek savaşçının,
bir düşman topluluğuna saldırdığı çok görülmüştü.
Üstelik savaşçı olmak, yalnızca
düşman karşısında değil, her an, hayatla kumar oynamaktı. Zulular’da, her
savaştan sonra, yüksek rütbeliler, komuta ettikleri arasından, öldürülmesi
gereken korkakları seçmek zorundaydılar; savaşta kimse korkakça davranmış
olmasa bile.
Kahraman her kahramanlıkta
yeniden yaratılır, savaşçı her savaşta yeniden doğar ve savaş bittiğinde, belleklerde
ya da gerçek hayatta yok olurdu. Hafıza-i beşer nisyan ile maluldu ya da arkaik
kollektif hafıza tarih dışıydı. Orada gerçek olaylara ve kişilere yer yoktu.
Kişisel anılar önemsiz, savaşçı da yalnızca öteki dünyada yararlıydı. Arkaik
zihniyet bireysel olanı
reddeder, ömeksel olanı
korurdu.
Kaşgarlı Mahmut, Divanü Lugati’t-Türk’de, Türkler’in
savaşta ruhları da çarpıştırdıklarını anlatır: Ruhlararası savaşı hangi
topluluk kazanırsa, gerçek savaştan da, o topluluğun zaferle çıkacağına
inanılırdı. Toradjalar’daysa, kafaavcıları avlarına çıktıklarında, kadınlar
ruhlar evi lobo’nun kapılarım
sıkıca kapatırlardı. Çünkü atalarının ruhları da savaşçıları korumak için
onlarla birlikte sefere çıkarlardı ve evlerine bir yabancı girerse öfkelenip
geri dönebilirlerdi.
Savaşın kaderini bile
belirleyecek olanlar, gündelik ve ölümlü savaşçılar değil, gerçek kahramanlar
olan ataların kafaavcısı ruhlarıydı... Bu toplum, tıpkı kral gibi, savaşçıyı
da yaşayan bir ölüye dönüştürerek denetimi altında tutuyordu.
Önderli ilk toplumlarda, siyasi
iktidarın başındakiler tuttuğunu koparan genç ve atak savaşçılar değildi.
Toplumlar silahlı önderlere boyun eğmeyi çok sonra öğrendiler. Savaşçılar
kutsal önderlerin önünde diz çökerlerdi ve mareşal sözcüğü eski töton dilinde
yalnızca seyis anlamına geliyordu.
Tabii, siyasi iktidarın
ilkesiyle kullanımını ilk kez biraraya kimlerin getirdiği sorusunu, kutsal
önderin önceliğiyle açıklamak mümkün değildir. Hocart, Seylan’da, başarılı
başkomutanların kendilerini kral ilan ettirip dinsel önderi devreden
çıkardıklarını söylerken, eli kılıçlı seyislerin, efendilerinin kutsal
kitaplarım ele geçirdiklerini düşünmektedir.
Zulu kralı Chaka’nın ölümünden
sonra, komutası altındaki örgütlü savaşçılar topluluğu, iktidarı ellerine geçirmişlerdi.
Ama ya eski önderleri? O kutsal kökenli bir kral mıydı, yoksa krallaşmış bir
savaşçı mı?
Bu konuda ne söylenebilir ki? Savaşçının
kutsal kralı
altedip, bir siyasi iktidar
tipi yerine bir başka siyasi iktidar tipi oturttuğunu daha mantıklı bulan
kuramcılar bile, bunun nerede, ne zaman, nasıl gerçekleştiği konusunda haklı
olarak suskunluklarını korurlar. Onların yerine, mitoslar ve masallar gevezelik
eder: Gözünü budaktan sakınmayan genç avcı ya da savaşçı, kutsal önderin kızını
kapar ve yeni bir saltanat başlar.
Morgan, yerli kabilelerinde
barış önderleri sachem’lerden
birinin bazen baş önder sayıldığım, kimi yazarların onu bir krala
benzettiğini, ancak başönderin olsa olsa bir kral karikatürü olabileceğini ve
ona yürütmenin başı demlemeyeceğini yazar, ileride, yürütmenin, kral,
imparator ya da başkan diye anılacak olan başı, yerli kabilelerinde tüm savaşçı
önderlerin başı ya da başkomutanı olan kişiydi.
Aztekler’in önderi
Moteçuçuma’nın asıl görevi Teuctli
diye adlandırılan başkomutanlık göreviydi. Ama kendisinden Barış önderinin
görevlerini de yerine getirmesi bekleniyordu. Askeri bir görevli bu tür
işlevleri de yüklenince, Yasa’yı söyleyen ve uygulayan bir kraldan
farksızlaşıyordu. Morgan’a göre, iki alana ilişkin iktidarı tek elde toplayan
bu siyasi konum, "barbarlığın aşağı
döneminden bugüne dek" insanlığın tüm geçmişindeki en tehlikeli konum
olmuştur.
Kutsal krallığın bir kurban
konumundan bu tehlikeli konuma, genel olarak, nasıl sıçradığı söylenemezse de,
en azından niteliksel bir değişikliğin saptanabildiği yerler vardır: Malabar kıyısındaki Kalikut krallığında,
kral oniki yıl hüküm sürdükten sonra Maha
Makkam ya da Büyük Kurban töreninde, halkının önünde boğazını kesmek
zorundaydı. Ama XVII. yy sonlarında kesin bir değişiklik oldu. Yeni
uygulamaya göre, artık kral kendini öldürmeyecek, ama onun yerini almak isteyen
herhangi biri, tören günü, belki de kutsal yükünden kurtulmuş olan krala
saldırabilecekti. Ne var ki bu saldırının başarılı olması mümkün değildi.
Çünkü kral zorlayıcı gücünü hayatını korumak için kullanabiliyordu.
Muhafızları, çevresinde, aşılması imkânsız bir duvar oluşturuyordu. Yine de
krala ulaşamayacaklarını bile bile, mutlak bir ölüme yalın kılıç giden
kahramanlar ya da yeni kurbanlar çıkıyordu. Kralın artık kendi yerine kurban
edebileceği ve kurban olmak isteyen uyrukları vardı. Önderlerinin yaşamasına ya
da ölmesine onlar karar vermeyecek, Büyük Kurban törenini elindeki kılıcı
kaldırarak açan kral onlar için karar verecekti.
Aynı değişikliği Romalılar
yüzyıllar önce yaşamışlardı. Romalı askerler IV. yy’a kadar, her yıl Satürn
onuruna yapılan şenlikten bir ay önce, aralarından güzel bir delikanlıyı
seçer, ona kral giysileri giydirir ve bir ay boyunca tüm tutkularım sınırsızca
gerçekleştirmesine izin verirlerdi. Ama süre dolduğunda, genç adam, temsil ettiği
tanrının sunağı üstünde boğazını kesmek zorundaydı. Bu geleneğin, gerçek bir
kutsal kralın kurban edilme töreninin uzantısı olduğu açıktı. Doğudan batıya,
Malabar’dan Roma’ya, çok geç ya da çok erken bir dönemde, kurban edilmeye hiç
de niyetli olmayan hırslı uygulayıcılar ya da gerçek-simgesel kurbanlıktan
bıkan dinsel önderler, geleneksel kurban sistemini ve kutsal/kutsal olmayan
ilişkisini değiştirmişlerdi.
Batı’da, Yasa’yı söyleyen Papa
karşısında yalnızca birer uygulayıcı olması gereken krallar, laikleşme adı verilen
bir süreçte modern devleti oluşturarak, siyasi iktidarın ilkesiyle kullanımım
bir araya getirerek, uygulama işlevine kutsal bir işlev de eklemişlerdi. Ama
bu, kutsal önderlerin de arada sırada kılıç dersleri almadıklarım göstermez.
Haçlı seferlerinin gizli amacı Papalık’a bağlı bir silahlı güç oluşturmaksa,
kutsal önderin ne tür bir iktidar ardında olduğu açıktır. Papa zorlayıcı güce
sahip olmaya niyetlenmişse, kutsal/kutsal olmayan ayrımım da yok etmeyi göze
almıştır; ruhani gücünü cismani bir güçle birleştirerek...
Laiklik kavramının aykırı yanı
burada ortaya çıkar: Kavram, sözlük anlamıyla ve ruhani alanın cismani alandan
ayrılması anlamında, "Devletin, dinsel iktidara, Kilise’nin de siyasi
iktidara sahip olmaması" diye açıklanmaktadır. Bu, Yasa’yı söyleyen
Papa’nın otoritesiyle (Auctoritas)
Yasa’yı uygulayan kralın gücünün (Potestas)
birbirine karıştırılmaması gereğini ortaya koyar. Laiklik buysa, sözkonusu ayrım
insanlık tarihi kadar eskidir. Yukarıda gözden geçirilmiş olan ve Yasa’yı
uygulamadan, kutsal otoriteyle kutsal olmayan gücü birbirinden ayıran tüm
toplumlar, sözcüğün tam anlamıyla laiktir. Siyasi iktidarın ilkesiyle
kullanımım birleştiren modern krallıksa bu anlamda laik olamaz; Hindular
olur...
Hindular’da toplum hiyerarşik
bir biçimde, yukarıdan aşağıya, Brahmanlar ya da rahipler, Kshatriyalar ya da
savaşçılar, Vaiçyalar ya da tacirler, Çudralar ya da ayak işlerine bakanlar ve
dokunulmazlar diye adlandırılan beş kategoriye bölünmüştü. Brahmanla Kshatriya
arasındaki ilişki yalnızca rahiple kral arasındaki değil, aynı zamanda rahiple
diğer dört kategori arasındaki kesin bir ayrım ilişkisiydi. Kutsal otorite
karşısında kutsal olmayan güç ya da Dumont’ün deyimiyle Statü karşısında İktidar, bu beş kategoriyi kutsal
olan/olmayan iki alanda paylaştırıyordu. Rahibin mutlak üstünlüğü altında
kral, ideal olanla edimsel olan, düşünceyle olgu, Brahman bilgeliğiyle ampirik
dünya arasındaki bağı kuruyordu. Rahipler Yasa’yı söylüyor, o elini kana
buluyordu... İki işlev arasındaki bu zorunlu "dayanışma-ayrım-hiyerarşi" ilişkisi, Aitareya Brahmana’da iki çalgıcıyla
anlatılır: Biri Brahman’dır, gündüz çalan; öteki Kshatriya’dır, gece çalan...
"İşte sizin kralınız" der Brahmanlar topluma, Kshatriya’yı
göstererek, "Bizim kralımızsa Soma’dır". Ve "Brahman, kralı
kendisinden güçsüz kılar; kral düşmanlarından daha güçlü olsun diye' . Bu
sosyal yapılanma, aşama aşama saf olmayandan safa ya da kutsal
olmayandan/kutsala giden dinsel bir hiyerarşiden başka şey değildir. Laiklik
ruhani olanın cismani olandan ayrılmasıysa, Ansart’ın deyimiyle bu sosyal açıdan hiyerarşik dinsel ideoloji
de laiktir.
Papa I. Gelasius 500’e doğru, De Anathemis Vinculo adlı
kuramsal yapıtta, Hz. İsa’nın, hem kral hem de rahip olma savındakilere karşı,
farklı işlevler ve saygınlıklarla, iki iktidarı birbirinden ayırdığını
belirtir. Papa’ya göre yalnızca şeytan bu iki işlevi birleştirmeye çalışabilir.
Katolik Kilise’nin iktidar kuramı, tanrısal olanla dünyevi olanın kesin olarak
ayrı tutulmasını savunur. Laiklik buysa,
sözkonusu kuram da su götürmez biçimde laiktir; VIII. yy’a kadar Katolik
Kilise de...
Papalık VIII. yy ortalarında bu
geleneksel tavrını değiştirir: II. Stephanus, ilk kez dünyevi anlamda siyasi
bir rol oynayarak, Franklar’ın kralı Kısa Pepin’le anlaşma yapar ve Papalık’a
bağlı toprakların, dünyevi hakların onun tarafından tanınmasını sağlar.
Tanrısal olanla dünyevi olan arasındaki eski ilişki yokolmuş, kutsallığın
temsilcisi kutsal olmayan alanda da hüküm sürmeye başlamıştır. Dumont’un hiyerarşik diyarşi diye adlandırdığı ve
kutsal olmayanı/kutsala, onları birbirinden uzak tutarak, bağlayan bağ
koparken, iki alan ya da işlev bileşmektedir.
Papa zorlayıcı güç elde etmek
için giriştiği mücadelede başarılı olsaydı, krallarla arasındaki savaşı
kazansaydı, siyasi iktidarın kurumsallaşması açısından hiçbir şey
değişmeyecekti. Kral kullanıma ilkeyi, uygulamaya Yasa’yı ekleyeceğine, Papa
ilkeye kullanımı, Yasa’ya uygulamayı katmış olacaktı. Global olarak hayatı
düzenleme savındaki krallık, kralın Yasa’yı söyleme gücüyle, aynı zamanda bir
kutsal odağa dönüşeceğine, global olarak hayatı düzenleme savındaki kutsal
odak, Papa’nın uygulama gücüyle, bir krallığa dönüşecekti.
Papa’nın "Yasa ve uygulama birarada olmalı" savına, kralın aynı
savla karşılık verdiği ortadadır. O da tıpkı Papa gibi, iki işlevi, Yasa’nın
söylenmesini ve uygulanmasını biraraya getirerek tek güç olmaya çalışmaktadır.
Eğer laiklik iki gücün birbirinden ayrılması değil de, Papa’yla aynı amacı
güden kralın, onun kutsal gücünü ele geçirme mücadelesiyse, bu kavram, Batı
siyasi tarihinde kesin bir dönüm noktası olan, amansız bir kurumsallaşmış
siyasi iktidar savaşından başka şey anlatmaz. O zaman da, sözkonusu tarihi
çerçeve dışında kullanılabilecek bir kavram olmaktan çıkar. Laiklik, kralın,
bir başı Papa olan ikibaşlı bir yapılanmayı kırarak, uygulama gücüne
Yasakoyucu gücü de ekleyerek, tek global düzenleyici konumuyla özerkleşmek
için verdiği bir siyasi iktidar savaşıysa, laikliğin yukarıdaki sözlük tanımı
hem düşünsel açıdan, hem de sosyal gerçeklik açısından anlamsızdır.
Tabii laiklik, devletin dünyevi
etkinlik alanından bağımsızlaşmış bir dinsel alanda, kişiyi vicdanıyla başbaşa
bırakan bir inanç sorunu da olamaz. Teolojik söylem de, dolaylı ya da dolaysız,
sosyal hayatın her yönünü kapsar. Bu iki alanın ayrılmasıyla, toplum, sözde
birbirinden bağımsız, din ve dünya adlı iki parçaya bölünmek istenmektedir.
Ama bu mümkün değildir, çünkü iki alan da hayata ilişkin kurallar içerir. Ve
hayata ilişkin kurallardan, özerk iki kategori oluşturulamaz. Ne Papa ne de kral böyle iki
kategorinin varolabileceğine inanacak kadar saftı. Onlar dinsel düzenlenmenin
sosyal, siyasi bir olgu olduğunu çok iyi biliyorlardı. Kullarım vicdanlarıyla
başbaşa bırakmak için değil, onları yönetebilmek için birbirlerinin boğazına
sarıldılar. Laikleşme süreci bu acımasız hesaplaşma sürecidir.
Papalık’la mücadele eden
İngiltere kralı I. James’e karşı, 1613’te yazdığı Defensio Fide i’de Francisco Suârez şunu savunuyordu:
Kilise’ye bağlı tüm krallıklar üzerinde, Papa’ya doğrudan cismani iktidar sağlayan
hiçbir şey yoktur. Kilise manevi bir bütündür, siyasi bir birlik
oluşturamaz, cismani alanda doğrudan ve evrensel bir iktidarından söz
edilemez... Ama Kilise’nin her yerde Kutsal Kitap’ın öğretilerini yayma hakkı
varsa, bu hakkın kullanılmasını zorla engelleyen herkes Kilise’nin hakkını
çiğnemiş olur ve Kilise bu hakkını koruyabilir. Kralın ruhani, Papa’nın da
cismani alana el atmasına karşı çıkarak, ruhani iktidar açısından kralı,
cismani iktidar açısından da Papa’yı sınırlamak laiklikse, Papalık savunucusu cizvit din adamı bir laiklik
abidesinden başka şey değildir. Ne var ki Suarez, ne için, nerede, ne zaman
mücadele edildiğini biliyordu. Kilise’nin siyasi gücünü kaybetmeye başladığı
bir dönemde, onun ruhani alandaki üstünlüğünü elden geldiğince korumaya,
Kilise’nin krallık içinde erimesini engellemeye çabalıyordu. Umutsuz bir
çaba... Tıpkı IV. Amenofis gibi, I. James de, Papa’nın elinden asasını almak,
dinin belirleyicisi olmak, Yasa’yı söylemek istiyordu ve bunu başaracaktı.
Kilise’ye karşı Krallık: Kralın
bu çerçevede verdiği siyasi iktidar mücadelesi olarak laiklik, kabaca din ve
dünya işlerinin birbirinden ayrılmasını değil, bunun tam tersini anlatır.
Toplumlar, kurumsallaşmış siyasi iktidarlı toplum dışında, kutsalı/kutsal
olmayandan, dinsel önderi uygulayıcıdan, ilkeyi kullanımdan, Yasa’yı uygulamadan
kesin bir biçimde soyutlamışlardır. Bu ilk ayrımı sürdürmeyen ve iki alanı
teke indirgeyen kurumsallaşmış siyasi iktidarlı toplumda ya da Hobbes’un, bir
eline kılıcı öteki eline asayı vererek çizdiği Leviathan’da, siyasi iktidarın
ilkesiyle kullanımı denen iki unsur iç içe geçmiştir. Laiklik dinsel alanla
dünyevi alanın birbirinden uzak tutulması, bağımsızlaştırılması değil, biraraya
getirilmesi, güçlerin birleştirilmesidir. Modern krallıkta, kendisine rıza
gösterilen otoriteyle, boyun eğilen meşru şiddet tekeli adlı güç ya da Auctoritas’la Potestas kaynaşır; bunun adı da
Kuvvetler Birliği’dir...
Merkezileşme sürecinde,
yürütmenin başı kutsal önderi ya da kutsal önder yürütmenin başını devredışı
bırakıp, geleneksel bir ayrımı yokeder. İnsanlığın sürüden bölünmemiş topluma
sıçradığı andan beri sürdürdüğü gerçek bir Kuvvetler Ayrılığı sona erer.
Kurumsallaşmış siyasi iktidarın birleştirici mantığı, ayrılığı bir özleme dönüştürür:
Mitolojik bir özlem ya da somut, yaşanmış bir ayrımın kuramsal kalıntısı...
Kuvvetler Ayrılığı denilince
akla Montesquieu gelir: Soylu Fransız o güne
kadar kimsenin hayal bile edemeyeceği şeyi yapmış, yasama-yürütme-yargı diye
adlandırılan üç gücün birbirinden ayrı tutulması gerektiğini söylemiştir. Montesquieu gerçekten böyle bir ayrımı önerdiyse, Kuvvetler Ayrılığı’nın geç
kalmış mucidi olarak, kronolojik açıdan yazıyı bulan toplumdan bile daha
geride olduğu söylenebilir. Ama Eisenmann’a bakılırsa, Montesquieu Montesquieu’cülere rağmen Montesquieu’dür ve
okuyabilme fırsatı bulanlar için, kendisine söyletilmek istenenleri
söylemediğini yazabilme fırsatı bulmuştur.
İran Mektupları yazarının yöntemi açık ve etkilidir: Kültürel benzeşmezliklerden
yola çıkar ve toplumunun yapılanmasına, dışarıdan açılmış bir pencereden bakmaya
çalışır; sözkonusu yapılanmada kendisine göre çarpık olan yanları gösterebilmek
için... Kanunların Ruhu XI.
kitap VI. bölüm, bu tekniği açığa çıkaran iyi bir örnektir. Montesquieu’nün içinde yaşadığı yapılanma Kuvvetler Ayrılığı’na yer vermez: İki
düzlemde okunması gereken kitap, ilk düzlemde, satır aralarında, Fransa’da ne
olmadığını söyler.
Buraya kadar sorun yoktur.
Sorun, Montesquieu, olan karşısında, olması gerekeni
söylemek için, Fransa adlı krallığa çok yakın bir pencereden, İngiltere’den baktığında
çıkacaktır. Çünkü Montesquieu’nün bu ülkeden
önerdiği de bir Kuvvetler Ayrılığı değildir.
Burada ideal olanı gösteren
örnek olarak İngiltere’nin seçilmesi üstünde durmak yersiz olur. İran Mektupları da ne İranlılar
tarafından, ne de İran’dan yazılmıştı. Montesquieu,
James
I’in torunlarının "böyle bir
özgürlükten yararlanıp yararlanmadıklarını incelemenin onun işi olmadığım"
söylerken, örneğin gerçek
olmaktan çok kurgusal olabileceğini sezdirmektedir. Bu açıdan, sözde
Kuvvetler Ayrılığı kuramı gerçek bir ayrılığa denk düşseydi, İngiltere’de böyle
bir ayrılık olmasa da hiçbir şey değişmeyecekti.
Ne var ki, bir ayrılığı temel
aldığı varsayıldığı sürece, bu kuramda görmezden gelinemeyecek çatlaklar belirir:
Her şeyden önce, Kanunların Ruhu, yargılama gücü diye
adlandırılabilecek bir üçüncü gücü düpedüz yoksayar: "Sözü edilen üç güçten, yargılama gücü bir anlamda sıfırdır.
Geriye yalnızca iki güç kalır" . Üç güçten birinin hemen elenmesinin
nedeni açıktır: Yargılama işlevi kaçınılmaz biçimde Yasa’ya bağlıdır, Yasa’yı söyleyenin söylediğini yeniden
söyleme işlevinden başka şey olmadığı için... Ulusun yargıçları Yasa’nın
sözlerini dile getiren ağızlardan başka şey değildirler: Onun gücünü ve kesinliğini
asla etkileyemeyecek güçsüz
varlıklar.
Öyleyse, güç olmayan bu
işlevin, "sözü edilen üç güç" arasında ne işi vardır? -Montesquieu gerçek bir soylu olarak kendi kendisiyle tutarlı, amacı da
açıktır: Soyluların ve yalnızca onların, kralın keyfi yargılamalarından
kurtarılması... Soyluların, ulusun sıradan mahkemeleri önünde değil, yasama
organının soylulardan oluşan kesimi önünde yargılanmaları gerekir.
Bu yüzden Montesquieu soylu bir
kaygıyla, yargı organlarının uzmanlaşmış ve süreklilik kazanmış organlar
olmaması gerektiğini söyleyecektir: Yargılananlar soylu olmadığı zaman da,
yargılama işlevi düzenli toplanan bir organın elinde bırakılmamalıdır. Halk
arasından, yılın belli zamanlarında, yasanın gösterdiği biçimde ve gerekli
olduğu sürece etkinlikte bulunan bir organ, seçimle oluşturulmalıdır... Yoksa
aynı corpus içinden seçilen yargıçlarla bu güç kullanılırsa, güçler bir araya
gelmiş demektir. '
Yasa’ya bağlı kalması gereken
yargının, yalnızca bir işlev olarak, soylular lehine özelleştirilmesi. Montesquieu’nün ünlü, yargının bağımsızlığı kuramının özü budur: Krala ya da
krallığa, "ekmeğini yiyen kamu görevlileri bağımsız olamaz, önce
soyluları sonra da -tabii soylular sayesinde halkı sen yargılama",
diyebilmek...
Yargının böyle
özelleştirilmesinin, bir özerkleştirme olmadığını Montesquieu çok iyi bilir: Yargı organları belirsiz de olsa, yargılama
öylesine bir belirginlik taşımalıdır ki, kesin bir Yasa metninden başka şey
olmamalıdır. Gerçekten de geriye iki güç kalır. Yargı değil bunlara eşdeğer
bir güç olmak, ikincil bir güç bile sayılmaz. Montesquieu’de yargılama işlevi, bir güçler birliği içinde eridiğinde de,
yargılayanın belirsizleştirilmesiyle diğer iki güçten soyutlandığında da, özgül
bir güç olamaz. Yargı Yasa’nın kölesidir; yeter ki yargılayan kralın kölesi olmasın...
Kaldı ki, önce bir güç olmaktan
çıkarılan işlev, Montesquieu’nün önerdiği
belirsizlikten, özellikten de olmakta ve en azından bir bölümüyle, Yasama
organının soylular kesimine bağlanmaktadır... Ve bu, hukuki değil, siyasi
güvenceler ariyan soyluların korunmasına yönelik bir kuramsal çabadır; krallığa
karşı da, geç kalmış bir soylu savunusu... Geriye kalan iki güç
paylaştırılabilecekse bile, Kanunların
Ruhu, güç olmayan bir üçüncü güçle donatılmak istenen soyluların, bu
paylaştırmadan pay alamayacaklarını çok iyi gösterir.
Aslında Kuvvetler Ayrılığı
kuramında aslan payım kendine ayıran ya da iki gerçek güce el koyan kraldır.
Gerçekte olduğu gibi, Kanunların Ruhu
kitap Xl’de de yasama gücü yürütme gücünü engelleyemez, onun Yasa’yı nasıl
uyguladığım inceleyebilir, ama yürütmenin başım ve dolayısıyla davranışlarını
yargılayamaz. Oysa yürütme gücü yasama gücünün girişimlerini engelleme
yetkisine sahiptir ya da kralın veto yetkisi, Montesquieu’nün sözde Kuvvetler Ayrılığı kuramında, yasama gücünü yürütme gücünün
güdümü altına sokar .
Modern krallık, Montesquieu döneminde Fransa’da ya da İngiltere’de ya da herhangi bir dönemde
dünyanın herhangi bir köşesinde, Kanunların
Ruhu’nda anlatıldığı biçimde, din adamlarının ve soyluların
soyutlanmış olduğu bir düzlemde, güçleri bileştirmektedir; Montesquieu’nün, olması gerekeni değil, olanı söylediği satırlarla:
"Her
devlette üç tür iktidar vardır...
Birincisiyle hükümdar ya da yüksek görevliler, belli
bir süre ya da her zaman için, yasalar
yapar, yapılmış yasaları düzeltir ya da iptal ederler.
İkincisiyle hükümdar barış ya da savaş yapar, elçiler
gönderir, elçileri kabul eder, güvenliği
sağlar, istilaları engeller.
Üçüncüsüyle, suçları cezalandırır ya da özel kişiler
arasındaki anlaşmazlıkları çözümler.
Bu son güce yargılama gücü denir; İkincisine de devletin uygulama gücü...
Avrupa’da birçok krallıkta,
yönetim ılımlıdır, çünkü ilk iki iktidara
sahip olan hükümdar, sonuncunun kullanımını uyruklarına bırakır.
Kral
Yasa’yı söyler, yargılar ve cezalandırır:
Montesquieu Paris’te 1755’de öldü. Robert
François Damiens de, aynı şehirde 1757’de: Suçu baba katili olmaktı. 2 Mart günü, Grève meydanında, seyirciler önünde, çelik kıskaçlarla bacaklarından,
baldırlarından, kollarından ve göğüslerinden parçalar koparıldı. Bu işlemi yapan
cellat oldukça zorlanıyor ve kıskaçlarıyla, aynı yerde, ancak iki üç denemede
yeterince büyük yaralar açabiliyordu. Sonra yarala nn üstüne, bir kepçeyle, erimiş
kurşun ve kızgın yağ döküldü. Damiens dehşet verici çığlıklar atıyor, "bağışla beni Tanrım" diye
bağırıyor ve arada başım kaldırıp yaralarına bakıyordu. Dört at getirildi ve
bacaklarıyla kollan halatlarla bu atlara bağlandı. Atlar kırbaçlandı; kollar
ve bacaklar kırıldı, ama kopmadı. Onbeş dakika süren bu uğraştan sonra,
bacaklara bağlı halatları çeken atlara, iki at daha eklendi, ama altı at da
istenen sonucu vermedi. Hâlâ başını kaldırıp kendini seyredebilen Damiens,
çevresindeki din adamlarına "beni öpün" dedi ve peder Marsilly onu
alnından öptü. Sonra, suçlu, cellatlara, kızgın olmadığını, işlerini yapmalarını
söyledi ve onlardan kendisi için dua etmelerini istedi. Saint Paul kilisesi
papazına da, ilk ayin için, aynı dilekte bulundu. Atlar iki üç kez daha
kırbaçlandıktan sonra, onlardan ümidini kesen cellat Samson ve yardımcıları,
ceplerinden çıkardıkları bıçaklarla, bacakları, gövdeye bağlandıkları yerden
kestiler. Önce sağ bacağa koşulu iki at, sonra da sol bacağa koşulu iki at,
bacaklarla birlikte serbest kaldı. Kolları da, omuzlara bağlandıkları yerden
kemiğe kadar kesmek gerekti. Önce sağ kolla, sonra da sol kolla, iki at
uzaklaştı. Damiens’den geriye kalan hâlâ yaşıyor ve alt çene konuşmak ister
gibi oynuyordu. Onu canlı canlı ateşe attılar. Kol ve bacaklar da gövdeyi
izledi.
İşkence, bir sorgulama ve
cezalandırma yöntemi olarak, insanlık tarihi kadar eskidir. Ama bu kadar eski
olmayan, tabii 1757 gibi çok geç bir tarihte de keşfedilmeyen şey, Yasa’yı
söyleyen olarak ortaya çıkan önderin, otoritesine eklenmiş gücü böyle bir
kurban töreninde kanıtlamasıdır: Silahlı bir güçle beliren kral iktidarında,
düzene yönelik işlevle savaşçı işlev bir aradaydı. Adalet kralın silahlı
adaleti olmuştu. Yasa onun bedensel-siyasi gücünü içeriyor ve suçlu, Yasa’yı
çiğnerken, ilkeye, kralın bedensel varlığında saldırıyordu. Damiens, siyasi
iktidarın ilkesiyle kullanımının birleştiği modern krallıkta, kralın kan
düşmanına dönüşmüştü. Artık her suçu, tıpkı bu suç gibi, kişisel bir kan davası
olarak gören kral, Damiens’i halkının önünde parçalatarak ve altettiği bu
bedeni teşhir ederek, uyruğun küstahlığının öcünü alıyordu:
îbret’i-âlem için... ya da
vücut vücuda bir mücadelede, zorlayıcı gücüyle ne denli üstün olduğunu topluma
göstermek ve öğretmek için.
Hobbes’un devleti tanımladığı Leviathan başlıklı kitabın kapağında, bir elinde asa, öteki elinde kılıç
tutan bir devin resmi vardır. Asa otoriteyi, kılıç da gücü temsil eder. Bu iki unsuru birarada
düşünmeden, devleti düşünmek mümkün değildir. Devlet, kendisine itaat edilmesini
sağlayan zorlayıcı gücünü ona meşruiyet kazandıran, yönetilenlerin rızasını
sağlayan otoritesiyle birleştirir. Potestas
artı Auctoritas.
Kurumsallaşmış siyasi iktidar
tipi diye adlandırılan devletin bu iki unsuru, siyasi iktidarın kullanımı (güç)
ve siyasi iktidarın ilkesi (otorite) diye adlandırılabilir: Devlette ilke ve kullanım biraraya gelir.
Yönetme eylemi, kaçınılmaz,
olarak, yönetenin şu ilk soruyu karşılamasını gerektirir: Neden ya da ne adına
yönetilir? Yönetebilmek için, buyrukların, güç kullanımıyla uygulatılması
gerektiğinden, bu gücü kullanma hakkı nereden alınır?
Soru, bir meşruiyet sorusudur. Devlet, soruyu,
kullanımı ilkeye bağlayarak karşılar. Meşruiyetini güçle otorite arasında
ilişki kurarak açıklar: Yönetmek için gücü kullanır, çünkü onu sahip olduğu
otoriteden alır. Devlet güç ve aynı zamanda o gücün kaynağıdır.
Bu ilişki, otorite ya da
ilkenin yerine Yasa, gücün ya
da kullanımın yerine de uygulama
sözcükleri oturtularak açıklanabilir: Devlet uygular ve bu uygulamanın
yasallığı tartışılamaz, çünkü devlet Yasa söyleyendir.
Hobbes’un XVII. yy ortasında
ortaya attığı bu kuram, siyasi düşünce tarihi açısından çok belirleyici olmuştur:
Hobbes sonrasında, devleti düşünmeye yönelik tüm kuramsal çabalar, özellikle ulus ve halk unsuruna ağırlık vererek devreye soktukları ince
ayrımlara rağmen, siyasi iktidarın ilkesiyle kullanımını kaynaştıran bu kuramı
aşamamış, bir Gordion düğümünü çözememişlerdir.
Yasa’nın yaratıcısı olarak ulus
ya da halkın kendini kurallandırdığına ve devletin yalnızca bu kuralların uygulanmasını
sağlayan bir aygıt olduğuna ilişkin sav, devletin böyle bir düzlemde ulustan
ya da halktan uzaklaştırılarak düşünülebilmesini sağlayamamıştır.
Bunun ilk nedeni, ulusun ya da
halkın, kendisini oluşturan bireylerin sayısal toplamından farklı, soyut bir
bütün olarak düşünülme zorunluluğudur. Ulus ya da halk, bireysel olandan
koparıldığı, "Bir" olarak düşünüldüğü için, Yasa yaratıcısı olarak
sunulsa da, karşısına oturtulduğu bir başka soyut bütünle çakışır. Ya da bir
sözcüğün yerine, aynı şeyi anlatan bir başka sözcük bulunmuş olur.
İkinci neden nesnel gerçekliğe
ilişkindir: Başka bir düzlemde yapılan Yasa’nın bağladığı devlet düşüncesi,
kuramsal olarak toplumdan soyutlanarak farklılaşan ve donatıldığı otoriteyle
Yasa’yı söyleyen, nesnel gerçeklikte de Yasa uygulama gücüyle toplumu güdümü
altında tutan bir Leviathan yüzünden etkili olamamıştır.
Yasa’yla sınırlanmış devlet
kavramının belirsizliği burada ortaya çıkar. Çok genel bir tanımla, kavram,
devletin Yasa’ya bağlı olması gerektiğini anlatıyorsa, zaten devlet bundan
başka bir şey olamaz. Yasa’ya saygılı devlet kavramı, bir sistem karşısına bir
başka sistem oturtmak isteyenlerin, birinciyi yadsımak için kullandıkları bir
kavram olabilir, ama devlet hep aynı devlettir.
Bir elinde kılıcı, öteki elinde
Yasa kitabını tutar. Totaliter ya da liberal, her devlet, özgül Yasa’sının
devletidir.
Buna karşı, Yasa’yı devletsiz
düşünme çabaları gündeme getirilebilir. Elbette, kurallar doğrultusunda düzenlenmemiş,
bir Yasa’ya göre sosyal denetimi gerçekleştirmemiş toplum düşünülemeyeceğine
göre, Yasa devletsiz düşünülebilir. Ama Yasa’nın devletsiz düşünülebildiği
toplumlar da devletsiz toplumlardır. Hedef devletin yerine bir modern kabile
sistemi oturtmak ya da devletlerüstü bir Yasa odağınca belirlenen düzende özerk
devletleri yoketmek değilse, devletin olduğu yerde, devletsiz Yasa da olmaz.
Yasa’sız devlet olamayacağı için...
Devletin basit bir aygıt olarak
görülebilmesini engelleyen budur: Yasa söyleme işlevi, onu, toplumun yaratmak
zorunda olduğu kutsal bir aynaya da dönüştürür. Yasa, onu uygulayandan ayrı
tutulabilseydi, devlete yalnızca başka bir düzlemde söylenen Yasa’nın
belirlediği aygıt denilebilirdi. Ama devlette, Yasa ve aygıt sözcükleri
biraraya gelir ve devleti düşünmek Yasa’yı, Yasa’yı düşünmek devleti düşünmek
olur. Yasa koyucunun kim olduğu söylenirse söylensin, devletin olduğu yerde,
insanlar için onun yasaları vardır.
Bunda da aykırı bir yan yoktur.
Tabii, soyut bir bütün yasaları yapamaz, onları insanlar yapar. Ama Yasa
insanları aşar. Kimse, "kurallar şu
kişinin, şu kurulun, şu kümenin bağımsız buyrukları olmalıdır"
diyemeyeceğine göre, Yasa ancak sosyal bütünün yaratısı olarak sunulabilir. O
zaman da, böyle soyutlaştırılması ve genelleştirilmesi gereken Yasa’yı,
yaratıcısını göstererek devletten bir çizgiyle ayırmanın neyi çözümleyeceği
sorulabilir.
Sorun da bu değildir: Devlete
karşı düşünmeye çalışanlar, onun Leviathan diye adlandırılmasına yol açan
olağanüstü gücünü, nesnel bir aygıtın, şu ya da bu biçimde,
kutsallaştırılmasına bağlarlar. Oysa onu olağanüstü kılan nitelik, elindeki
kılıcıdır, kutsallığı değil. Devlet, Yasa söyleyen boyutuyla, salt otoritedir
ve toplumun kendisini kutsallaştırma zorunluluğunun bir ifadesidir. Bu eylemsiz
konum, ona eklenen zorlayıcı güçle değişir. Gerçek anlamda toplumdan
farklılaşma da o zaman başlar. Zorlayıcı güç, o gücü kullanacak insan demektir.
Otoriteyle eylemsiz devleti, güçle eylemli kılan, devletin, toplumdan
farklılaşmış zorlayıcı unsurlarıdır.
Yasa’ya başka yaratıcı aramak
hiçbir şeyi değiştirmez, devletin adından başka... Toplum kendini denetleme
gücünü terk ettiği sürece, bu güce bir yaratıcı sahip çıkar ve ilkeyle kullanım
yine birleşir. Belirleyici olan, bu ilişkidir: Toplum kendini ya yönetir, ya da
yönettirir. Ama her durumda, yöneten kendine bir Yasa bulur.
Devlet ya da değil, bir
meşruiyet kaynağı aramayan, düzenleyici ya da uygulayıcı gücünü bir Yasa’ya
bağlı kılmayan siyasi iktidar tipi yoktur. Siyasi iktidarın bir bütün olarak
toplumun elinde kaldığı sosyal yapılanma türlerinde de, toplumdan
farklılaşarak kutsallaştığı ya da kurumsallaştığı sosyal yapılanma türlerinde
de, bir ilkeye ya da Yasa’ya gönderme yapılmadan, siyasi iktidarın
kullanılması mümkün değildir. Toplum kendini yönettiği zaman da, onu ondan
farklılaşmış bir odak yönettiği zaman da, yöneten ne adına yönettiğini söylemek,
meşrulaşmak zorundadır...
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar