YERYÜZÜNDEKİ SON AŞK (2011) -PERFECT SENSE-FİLM
(Eşiyle
cinsel sorun yaşayanlar bu yazıyı muhakkak okumalıdırlar. Dolayısıyla filmi de seyretmeli.)
Yönetmen: David
Mackenzie
Ülke: İngiltere, İsveç,
Danimarka, İrlanda
Tür: Dram | Romantik |
Bilim-Kurgu
Vizyon Tarihi: 26
Ağustos 2011 (Türkiye)
Süre: 92 dakika
Dil: İngilizce, Sign
Languages
Senaryo: Kim Fupz
Aakeson
Müzik: Max Richter
Görüntü Yönetmeni: Giles
Nuttgens
Yapımcılar: Gillian
Berrie | Brian Coffey | Malte Grunert
Çekim Yeri: Glasgow,
Strathclyde, Scotland, UK
Oyuncular: Ewan McGregor (Michael),
Eva Green (Susan), Connie Nielsen (Abla), Stephen Dillane (Samuel), Ewen
Bremner (James)
KONUSU:
Kadınlara bağlanmakta sorunları olan
yetenekli yemek şefi Michael, soğuk görünümlü güzel doktor Susan ile tanışır.
Susan uzun bir süredir kendini işine
adayıp özel hayatından vazgeçmiş, Michael ise kadınlarla ciddi ilişki kurmaktan
kaçınmıştır. İkisi de birbirlerine karşı daha önce deneyimlemedikleri derin
duygular hissederken, tüm dünyada insanların duyularını sırayla yok eden salgın
bir hastalık baş gösterir.
FİLMDEN
Karanlık vardır. Işık vardır. Erkekler ve kadınlar vardır. Yiyecek vardır. Restoranlar vardır. Hastalıklar. İş vardır. Trafik.
Hepimizin bildiği
günler. Nasıl hayal ediyorsak, öyle
bir dünya.
-Sen daldın ama ben dalamadım.
Yatağımda başkası varken uyumakta zorlanıyorum. Beni kovuyor musun?
-Yatağımda başkası
varken uyuyamıyorum.
Bak bu garip işte. Nedir garip olan?
- Ama artık koku alamıyormuş. Koku mu alamıyormuş? Ona hastaneye gitmesini söyledim. Çünkü
normal değil, değil mi?
- Evet, Susan. Artık
koku alamıyorum. Psikolojin normale
döndü mü peki? Neredeyse on bir
saattir burada oturuyorum. Psikolojim çok iyi değil. Ama koku alamama dışında başka bir
rahatsızlığın yok, değil mi?
-Aberdeen'de yedi tane
daha böyle vaka var. Dundee'de beş
tane. Burada, Glasgow'da on bir tane
ve Edinburgh'da on sekiz tane. İngiltere
çapında yüzün üzerinde şikayet var.
Fransa, Belçika, İtalya ve İspanya'da da. Hepsi son yirmi dört saat içinde
olmuş. Hastalığı nasıl kapmışlar?
Bir yerden
kaptıklarından pek emin değilim. Nasıl
yani? Belirtilere baktığımızda
birbirleriyle alakalı olmadıkları anlaşılıyor. Temas
yok benzerlik yok, hiçbir şey yok. bütün vakaları kontrol ettik ama hiçbir
benzerlik bulamadık. Protein eksikliği
prion, virüs hiçbiri yok. Virüs olması
için bir sebep de yok. Bildiğimiz
hiçbir şeye benzemiyor. Fakat
kesinlikle bulaşıcı olmadığını söylemek mümkün. Giderek yayıldığını söylemek de
mümkün. Pekala. Çevresel etkenler ya da daha önce
bilmediğimiz bir zehir yüzünden ortaya çıkmış olabilir. Ya
da terörist bir saldırı. Tamam, o
zaman. Bir salgın yok. Onlara hastalığın
geçeceğini ve paniklememelerini söyleyeceğim.
Belki de suya bir şey karışmıştır.
Kederle doluyorlar. İnsanların akıllarına bütün kaybettikleri
asla sahip olamadıkları aşkları kendilerini terk eden arkadaşları geliyor. Bütün kırdıkları insanları
düşünüyorlar. İlk önce kederle
doluyorlar sonra da koku alamamaya başlıyorlar. Hastalık bu. "Akut Duyu Yetersizliği" diyorlar. A.D.Y.
Bu tabii ki çok ciddi ve
yüksek önlem alınmasını gerektiren bir durum ama paniğe kapılmak yersiz olur. Sağlık Bakanlığı bu konuda her türlü
bulaşıcı vaka bildirimine karşı hazırlıklıyız. Dünya Sağlık Örgütü'nün açıklamasına göre
alarm seviyesinin beşe çıkartılmış olması...
Bulaşıcı değil diyorlar. Fakat
buna kim inanmaya cesaret edebilir ki?
Tamam.
Tamam, tamam. Bir şey yok. Çok
yaklaşma. Ne olacağı belli olmaz.
Hayır, bulaşıcı değilmiş. Tam
olarak bilmiyoruz. Sadece insanlara öyle söyledik.
Büyük
Sabun. Büyük Sabun. Büyük bir tütün
şirketiyle kola şirketi birleşip meyve aromalı oksijen satacaklarmış. Gerekli
pazarı oluşturmak için de büyük sabun şirketiyle anlaşıp milletin sinir
sistemini geçici olarak çökertmek için çevreye organofosfat salmasını
sağlamışlar. İşte bu yüzden
yıkanmayı bıraktım. Yani kokunun nereden
geldiğini merak ediyorsanız... Gözümün
önünden çekilir misin? Saçmalayıp duruyorsun. Çevre örgütleri, bunun genetiğiyle oynanmış
hormonlu bitkilerin ve hava kirliliğinin yol açtığı ekolojik bir kıyamet
olduğundan eminler. Gizli servisler bunun özgür dünyaya
yapılmış bir saldırı olduğunu söylüyorlar.
Bütün işaretler radikalleri gösteriyormuş. Radikaller ise bunun Tanrı'nın ona
inanmayanları cezalandırma biçimi olduğunda ısrarlılar. Bir kısım ise buna, ekonomiyi canlandırmak
için bir virüs salgını başlatan kapitalist sistemin neden olduğunu
düşünüyor. Daha başka teoriler de
var. Uyanın, Dünya'da çok fazla nefret
var. Çok fazla nefret var.
Gördüm ben. Gördüm.
Sonunda hepimiz yalnızız. Böyle
söyleme. tek başına ölüyorsun ve her
şey kararıyor. Bu doğru değil. Böyle
konuşma. Sen yalnız değilsin! Sen
yalnız değilsin! Bütün vücudun bir
çorbaya dönüyor.
İlk önce terör. Beni bırakma, Michael. Beni bırakma,
Michael. Sonra bir açlık hissi.
Aman Tanrım. Ne oldu? Ne oldu? Neler oluyor? Tat
alma duyusu işte böyle yok oluyor.
Hastalığa bir isim verme vakitleri bile olmuyor. Sence
diğer duyularımızı da kaybedecek miyiz?
Koku ve tat birbiriyle ilişkilidir. Kimyasal iki duyudurlar. O zaman diğerlerine bir şey
olmayabilir. Olmayabilir. Bekleyip göreceğiz.
İnsanlar önceden yaptıkları şeyleri ellerinden
geldiğince yapmaya çalışıyorlar.
Birkaç hafta içinde tat almak uzak bir hatıraya dönüşüyor. Bunun yerini daha değişik zevkler alıyor.
Beyindeki
temporal lob'un işlevini kaybetmesi.
Beyindeki temporal lob'un işlevini kaybetmesi. Fakat en önemlisi diğer insanlara duyulan
sevgiyi ifade etme arzusu. Samimiyet
hissi. Anlayış. Kabullenmek. Affetmek.
Sevgi. Artık etraf karanlık. Fakat birbirlerinin nefeslerini
hissediyorlar. Bilmeleri gereken her
şeyi biliyorlar. Öpüşüyorlar. Birbirlerinin gözyaşlarını yanaklarında
hissediyorlar. Eğer birisi onları
görebiliyor olsaydı birbirlerinin suratını okşayan normal bir çift olduklarını
düşünürdü. Vücutları birbirine
yakın. Gözler kapalı. Etraflarında olan bitenden bihaber. Çünkü hayat öylece devam eder. Öylece.
YORUM
(Hiç
kıyametin bu şeklini düşündünüz mü? Yoksa Darwin’in kabul etmediğimiz evrimi,
yani tekâmül silsilesi bu çerçevede mi gelişti?
Hissiz
hayatın tekrar zevk ve his halini almaya başlaması mı?
Günümüzde
orijinal kokusunu deodorantlarla kaybetmiş insanlar olarak geleceğimiz vahim
gibi görünüyor. Orijinal koku almayı kaybedenler bir gün birbirine dokunmayı da
kaybedecekler demektir. Ve bu şekilde birbirlerinden uzaklaşacaklar.
Gençler
arasında son zamanlarda artan yalnızlık aşkı buradan mı başladı? Satılan
kokularda bir hile var gibi görünüyor. Hiç dikkat ettiniz mi etrafınızdaki
çarşılarda artan “parfümeri dükkânları” bir şeylerin habercisi mi?
Bu
parfümeriler niye birden patlama gösterdi?
Devletimiz
bu konuda hassas incelemede geç kalırsa “üç çocuk hayali” projeleri
havada kalacaktır demektir. Sonuçta kokusunu da kaybeden milletimiz
cinsellikten uzaklaşacak ve kısırlaşacaktır, demektir.
Terörün de
“beyaz”ı olur mu demeyiniz. Asıl bu sinsi “beyaz terör”den sakınmak
gerekiyor. İhramcızâde İsmail Hakkı )
********
BASINDA FİLM
HAKKINDA ÇIKAN YAZILAR
Tek duyunuzun ‘dokunma’ olduğu bir
distopya [1]hayal edin. Onun içine
özgün bir soyut aşk filmi iskeleti yerleştirin. Üzerini de ‘duyusal bir salgın
filmi’ ile doldurup, politik-sistemsel değişimleri muhalif motivasyon olarak
içeriye ilave edin. İşte o zaman “Yeryüzündeki Son Aşk”ı elde
edebilirsiniz. “Tutku Nehri”, “Tutku Çemberi” gibi eserlerindeki ‘ilişki
yansıtma simsarı’ izlenimiyle dikkat çeken David Mackenzie, bu sefer
insan ırkının tek yaşamsal dayanağının seks, tutku veya aşk olduğu bir dünya
hayal etmemizi istiyor. Bunun içinde de Kubrick, Tarkovsky, Trier, Boe, Resnais
gibi isimlerin bilimkurguda uyguladığı ‘şiirsel’, ‘stilize’, ‘evrimi
sorgulayan’ ve ‘belleksel’ evreni ‘nesnel ve eklektik bir yapı’yla dolduruyor.
“Yeryüzündeki Son
Aşk” soruyor:
Sadece seks ile sınırlı kalan, köklerine geri götürülmüş yeni bir insan ırkının
ömrü ne kadar sürebilir?
Duyuların yok olması ile
yaşanabilecek kaosu düşünebiliyor musunuz? Peki bunun dünya çapındaki
kapitalist sistem, silahlanma sorunsalı, kölelik meselesi, küresel ısınma,
ırkçılık, emperyalizm gibi evrensel meselelerin yol açtığı bir ‘soyut hareket’
olduğunu? İşte “Yeryüzündeki Son
Aşk” (“Perfect Sense”, 2011) da tam olarak bu
tanımlamayı inceleyen ‘duyusal bir salgın filmi’ olarak anılabilir.
Halihazırdaki eserin bunlardan sadece birini hedef göstermemesi ise filmin
oklarını ‘dünyanın miyadı dolmuş, yeni bir insan ırkı yaratmak lazım’ tümcesine
yönlendiriyor.
“Körlük”ten esinlenen dönüştürücü,
çığır açıcı ve duyusal bir salgın filmi
José Saramago’nun ‘Körlük’
romanından esinlendiği de belli olan senarist Kim Fupz Aakeson, aslında son
hamlede bu konuda yaptığı ‘karanlık’ dönüşümle çarpıcı, hassas, düşündürücü ve
çığır açıcı bir noktaya ulaşıyor. Ana hedef ise insanoğlunun nesiller boyu;
sevmeyi, fedakârlık yapmayı, aşkı, bağlanmayı, tutkuyu ve dokunmayı unutarak
maruz kaldığı o hazin beyin yıkanması sorunsalını eleştirmek. Bu durum,
binlerce politik veya yapısal olaya bağlanmış işin doğrusu.
Ancak yönetmen David Mackenzie,
bilimkurguda çokça ele alınan bu mesele üzerinden ‘duyusal’ bir salgın filmi
çıkarmak istemiş. “Tehdit” (“Outbreak”, 1995), “Veba” (“Carriers”, 2009),
“Salgın” (“The Crazies”, 2010) gibi son yılarda gördüğümüz çağ dışı tür
örneklerinin uzağında “Körlük” (“Blindness”, 2008) ile aynı noktaya konuşlanan
bir yapıt karşımızdaki. Bu bağlamda da filmin kurduğu yapının Tarkovsy, Boe,
Trier gibi ‘distopya’ meselesine düşünsel bakış atan yönetmenlere yaklaştığını
söylemek mümkün. Bu durum ‘nesnel ruh hali’ portresiyle kendisine dönüştürücü
bir uzantı kazanınca da asıl ‘etkileyici’ güç o noktada başlıyor.
Peki ya sadece dokunabilseydik?
Zaten buradan açılan yol; dört
duyuyu zamanla kaybeden insan ırkını, çıkışı ilk göz ağrısı olan ‘aşk’ta ya da
‘dokunma’da aramasını masaya yatırır hale geliyor. Bu da beşinci duyu olarak
konumlanan ‘dokunma’ üzerine ‘iletişimsizlik’ ya da ‘yabancılaşma’ meselesi
odaklı çok katmanlı bir söylem çıkarıyor karşımıza. Bunu sayısız kez Avrupalı
yönetmenlerin işlerinde görmüşüzdür.
Fakat Mackenzie burada ‘insan ırkı’nın kurtuluşunu ‘dokunma’ya teslim ettiği bir ‘evrimsel egzersiz’ getirirken; tutku, seks ya da şehveti birincil yaşama algısı konumuna yerleştiriyor. Bir bakıma insanoğlunu bu ‘kimyasal’ ya da ‘küresel’ açmazdan kurtarmak için aşkın ilkellik yıllarındaki haline geri götürüyor. ‘Koşulsuz’ bir duygu transferi fanusunun içine sokuyor.
Fakat Mackenzie burada ‘insan ırkı’nın kurtuluşunu ‘dokunma’ya teslim ettiği bir ‘evrimsel egzersiz’ getirirken; tutku, seks ya da şehveti birincil yaşama algısı konumuna yerleştiriyor. Bir bakıma insanoğlunu bu ‘kimyasal’ ya da ‘küresel’ açmazdan kurtarmak için aşkın ilkellik yıllarındaki haline geri götürüyor. ‘Koşulsuz’ bir duygu transferi fanusunun içine sokuyor.
“Yeryüzündeki Son
Aşk”ın da bu
temasal düstur doğrultusunda ulaştığı noktaya varırken izlediği yol için ‘her
açıdan çarpıcı’ diyebiliriz. Zira burada McGregor ile Green’in anlatıcı
seslerinden de güç alan beş ‘ara bölüm’ izliyoruz hikayenin orta kısımlarına
yerleşen. Bu durumun genelde ‘desature edilmiş’ renklerle karaktersel algıyı
bozup evrensel bir meseleye doğru odaklanması tüylerimizi diken diken edecek
nitelikte. Ancak esas amaç yabancılaştırıcı ve hikayesiz, şiirsel ve stilize
omurgayı seyircinin üzerine atmak.
Salgını gideren ile yaratan bir
arada
Bu durum gerçekleştirilmeye
çalışılırken aslında 20 dakikalık girizgah bölümünde Michael ile Susan’ın
toplumsal ya da bireysel durumlarını incelemek şart. Bir köprünün yanında
yürüyen Susan’ı geniş açı objektif ile hedefi büyük bir plan sekansın içine
sokan yönetmenin, sonrasında orta ölçekli bir açıdan Michael’ın bir kadın ile
‘günlük seks’ yaptığını gözlemlemesi sürpriz değil.
Zira elimizde ‘doktor’ ve ‘aşçı’
gibi, biri salgın giderici, diğeri safkan tüketici iki birey var. Ancak işin
ilginci yönetmen 20 .dakikaya kadar bunları karşılaştırmazken, Michael’ı
genelde bisiklete, tekerlekli masaya veya başka bir yere yerleştirdiği ‘steadicam’vari
bir kamera ile resmetmeyi seçmiş. Susan’ı ise ‘geniş açı’larla
yabancılaştırması adeta ‘salgın’ öncesi halet-i ruhiyeyi ortaya koyuyor. Sadece
birbirine ‘anahtar’ atarak iletişime geçebilen bu ikilinin, birinin ‘beyaz’,
diğerinin ‘siyah’lar içindeki hali görülmeye değer diye düşünüyoruz.
Seks sahnelerinden ziyade çıplak
bedenlere odaklanmış
Ancak salgının ilk silsilesi olan ‘koklama’ patlak verince bir şekilde bu
ikili birbirlerine tutku ile yöneldikleri seks sahnesi ya da ‘dokunma
bütünü’yle yüzleşiyoruz. Buna ulaşırken ana hedef Michael’ın ‘zihinsel’
deformasyon ile gecelik ilişki arzusunu yitirirken, Susan’ın ‘koklama’ yetisini
kaybedip eli balık tutan karaktere yakınlaşması. Yani tamamen ‘kişisel
çıkarlar’ doğrultusunda bir tutku ya da aşk paylaşımı var burada.
Mackenzie “Tutku Nehri” (“Young
Adam”, 2003) ve “Tutku Çemberi” (“Asylum”, 2005) gibi yasak ilişki filmlerinde
gördüğümüz ‘noiresk’ düzenle örülü yapısının ‘seks sahnesi’ni öne çıkaran
anlayışını burada çok hissettirmemiş. Seks sahnelerini asgariye indirirken
‘aşk’ı ya da ‘tutulma’yı ‘tatma’, ‘duyma’ ve ‘görme’ gibi duyuların gidişatına
göre ‘çıplak bedenler’ odaklı yerleştirmiş. Zaman zaman da ‘sabun yeme’ gibi
‘yeni bir evrimle ilkelleşen insan ırkı’nın temsiline ayırmış.
Miyadını dolduran insan ırkının kurtarıcısı tutkulu seks
Miyadını dolduran insan ırkının kurtarıcısı tutkulu seks
Ancak esas amaç aşkın tamamen
‘dokunma’ya yöneldiği bir dünya düzeninin tasvirini yapmak aslında. Yani aşktan
ziyade seksin ve cinsel tutkunun her şeyin önüne geçmesini istiyor yönetmen.
Zira bir anda birbirine aşık olan bu ikilinin bu duruma düşmelerinin ana sebebi
salgınsal deformasyondan arınıp bir şekilde ‘soyut’ bir müdahaleye kapılmaları.
Mackenzie’nin de ideolojisi günümüz
toplumundaki yozlaşmış seks ilişkisini burada ‘kurtarıcı’ durumuna ‘duygusal’
bir şekilde yerleştirmek olmuş. Zira virüsün önceden bıraktığı ‘etrafı kırıp
dökme’ algısıyla ‘duyu’lara da hitabı bir şekilde beyinsiz bireyler yaratıyor.
Yani savaş ve kapitalist düzen karşımıza sürekli seks yapacak bir insan ırkı
çıkaracak yönetmene göre. Böylesi bir distopik söylemin ondan çıkması ise
doğrusunu söylemek gerekirse hiç ama hiç şaşırtıcı değil, kariyerinin geri
kalanını göz önüne alınca.
Konformizmi[2]
bozan ‘koklama’ duyusu
Peki bu noktalara ulaşırken nasıl
yollardan geçilmiş? Girizgahı ‘kısmi’ müdahale ile atlatan Mackenzie’nin, hafif
‘ölçeksel bozulumlar’ ile bir ruhsal tasvir yaptığı söylenebilir. Ancak genelde
‘öznel’ bir bakıştan ziyade nesnel ve alegorik bir toplumsal analiz izliyoruz.
Bu da esaslı ve bilinen uygulamanın dışına çıkarıyor izleyiciyi. Bu sebeple bu
bölüm dikkatlice izlenmeli.
Birinci koklama kısmının ardından
ise yavaş yavaş seyircinin algısı ve tabiri caizse ‘mükemmel yabancılaşma’
yitirilmeye başlanmış. Zira bu durum karşısında kamera ‘gren’li haliyle ‘puslu’
bir duruma düşerken, adeta seyircinin duyusal kaybolma ile ilgili tepkisi
ölçülmüş. Koklamanın yani ‘nefes’ almanın şekillendirici etkisinin de bu
şekilde konformizmi bozduğu söylenebilir.
Ey seyirci kendini duyabiliyor
musun?
İkinci tatma girizgahında yamyamlığa
varan bir tedirgin ediciliğin yanında ‘fotoğraf kareler’iyle de bir
iletişimsizlik temsili sunulduğunu görebiliyoruz. Buraya girişin ‘renk
filtreleri’ ile yapılması ise görsel yapıdaki plastiğe açılımın bir devamı.
Ancak esasen ‘duyma’ meselesi devreye girdiğinde bir anda sessiz ve hikaye içi
seslerin ortadan kalktığı bir anlayışla yüzleşmemiz kilit bir işleve sahip. Bu
durum klasik müziğin ve çığla yükselen anlatıcı sesinin ‘şiirsel’ katkısıyla
biraz olsun yıkılıyor. Fakat aktifliğinden bir şey kaybetmiyor.
Lafın özü son bölüme gelene kadar
‘koklama’, ‘tatma’ ve ‘işitme’ yetilerimizi seyirci olarak biz de kaybediyoruz.
Böylece Mackenzie’nin üslubu, standart bir stilize yönetmenin ya da
yabancılaşma odaklı bir sinemacının uzağında bir yerde konumlanıyor.
Bütün yaşanmışlıkları insanoğlunun
yüzüne tokat gibi çarpıyor
Tüm bunların devamında finalin
koltuğunda oturan izleyicinin yüzüne tokat gibi çarpan ‘karanlık bir körlük’le yapılması hiç ama hiç şaşırtıcı değil. Zira
yönetmenin baştan itibaren iki karaktere özel çizdiği renk skalası ve öznel ruh
hali algısının bir sonucunu izliyoruz bu sayede. Seks sahnelerinin grenli ve
doğal ışığın yalıtıldığı atmosferinin, ‘koklama’ ile dış mekanın yeşil filtreye
kayması veya ilişki sonrası daha bir orta plan odaklı anlatının hakim hale
gelmesiyle de bağlantı kurduğu açık.
Zira konformist dünya düzeni, doğal renklere, grene, renk filtrelerine, sessizliğe ve karanlığa doğru uzanan bir ‘dökülme’ ivmesi izliyor filmin süresi boyunca. Bu da “Yeryüzündeki Son Aşk”ın ‘nesnel’ duruşunu gözler önüne sererken normal şartlarda karşılaşamayacak iki birey üzerine postmodern bir aşk-seks algısı yerleştirdiği görülebiliyor. Çünkü Mackenzie’nin esas derdi seyircinin bu duyusal değişime bireysel olarak şahit olması ve kendini filmin bir parçası olarak görüp ‘simsiyah’ ya da ‘bütün yaşanmışlıklardan arınmış’ hale gelmesi.
Zira konformist dünya düzeni, doğal renklere, grene, renk filtrelerine, sessizliğe ve karanlığa doğru uzanan bir ‘dökülme’ ivmesi izliyor filmin süresi boyunca. Bu da “Yeryüzündeki Son Aşk”ın ‘nesnel’ duruşunu gözler önüne sererken normal şartlarda karşılaşamayacak iki birey üzerine postmodern bir aşk-seks algısı yerleştirdiği görülebiliyor. Çünkü Mackenzie’nin esas derdi seyircinin bu duyusal değişime bireysel olarak şahit olması ve kendini filmin bir parçası olarak görüp ‘simsiyah’ ya da ‘bütün yaşanmışlıklardan arınmış’ hale gelmesi.
İlkelleşen yeni ırkın ne kadar ömrü
var?
Uzun lafın kısası “Yeryüzündeki
Son Aşk”, yitip biten duygular, dokunmalar ve daha nicesi üzerine muhalif
ve sarıcı bir şiir kıvamında. İnsanoğlunun tek kurtuluşunun ilkelleşme olduğunu
ele alırken; bunu yamyamlık, konuşmama, duymama ve görmeme gibi tersine
çevrilmiş ‘doğumsal’ motivasyonlarla yürütmesi unutulmamalı.
Sonuna kadar Mackenzie’nin
cesaretini taşıyıp kapkaranlık ve sessiz dakikalara uzanması ise bir bakıma
yaradılışımızı sorgulamamıza yol açıyor. Esin kaynağı diye bakınca ise ilk
olarak “2001: Uzay Yolu Macerası”nın (“2001: A Space Oyssey”, 1968), “Aşk
Zamanı”nın (“Fa Yeung Nin Wa”, 2000), “Stalker”ın (1979), “Kaynak”ın (“The Fountain”,
2005), “Je t’aime, je t’aime”in (1968) ve “Allegro”nun (2005) isimleri
dolanıyor ağzımıza.
“Yeryüzündeki Son Aşk”,
Tarkovsky, Resnais, Godard, Kar-Wai gibi yönetmenlerin stillerini iç içe
geçirmiş gibi. Ancak bu atmosfer filminin esas sırrı bunların hepsinden yeni
bir şey çıkarmasında saklı. Sonunda nokta koymadan tanım yapması ise takdire
şayan ve kalıcı olmasını sağlayacaktır.
[keremakca@haberturk.com]
İnsanlık sonuna yaklaşırken aşk tüm bu engellere rağmen hayatta kalabilecek midir?
İnsanlık sonuna yaklaşırken aşk tüm bu engellere rağmen hayatta kalabilecek midir?
***************
TABİAT ANANIN İNSANLIĞA CEZASI/
Ali ERDEN/26 AĞUSTOS 2011
İskoçya’da 1966 yılında doğan
yönetmen David Mackenzie, 2003 yapımı “Young Adam - Tutku Nehri”nde,
karanlık kasvet yüklü atmosferiyle suç ve erotizm fırtınası yaratmıştı perdede.
“Tutku Nehri”, İngiliz yazar Alexander Trocchi’nin 1957′de yazdığı “Young
Adam” romanından uyarlanmıştı. Trocchi (1925 - 1984), “beat kuşağı”
yazarlarındandı. Mackenzie bu romanı, büyük yönetmen Jean Vigo’nun 1934 yapımı “L’Atalante
- Geçip Giden Çatana” filminin ruhuyla bütünleştirmişti. Anarşist yönetmen
Vigo, 1934′te daha 29 yaşındayken veremden ölmüştü. Mackenzie, perdede karanlık
atmosfer yaratmaya tutkulu bir yönetmenlerden. Vigo gibi anarşist ruh taşımasa
da, öncelikle gördüğümüz son filmi “Perfect Sense - Yeryüzündeki Son Aşk”la
çoğu anda mahşeri fütüristik bir yapıt ortaya koymuş. Tabiat ana, yavaş yavaş
insanlardaki beş duyu fenomenini yok ediyor bilinmeyen bir virüsle. Bu salgın
insanlığı kuşatırken önde de bir aşk hikâyesi var. Şef aşçı Michael’la
epidemiyolog (salgın hastalıklar bilimi uzmanı) Susan arasında. Sanki bu
virüsle bu aşk birbirleriyle savaşıyor öznel anlamda. Geneldeyse insanlık
mahvoluyor tüm hislerini kaybederken.
Film, Michael’ın evinde açılıyor.
Michael’la bir kadın, yataktalar. Sabah olmak üzere. Michael, yatakta biri
varken uyuyamıyor ve kadınının gitmesini istiyor. Sonra hikâye, birbirlerine
uzak Susan’la Michael’ın günlük hayatlarının yansımasıyla gelişiyor. Filmdeki
kıyameti, bir kadının anlatımıyla anlamaya çalışıyor seyirci. Önce koku alma
duyusu gitmeye başlıyor insanların. Bu duyu yok olmadan önce duygu patlaması
yaşıyorlar. Ağlamaya başlayan insanlar, sanki suçluluk duygusu yaşıyorlar.
Michael’ın şef aşçılık yaptığı restoran iyi iş yapıyor. Bu duyu gitmeye
başlayınca müşteriler gelmez oluyor. Restoranın arka kapısında sürekli sigara
içen Michael, dairesinin penceresinde sigara içen Susan’ı görüyor ve tanışıyorlar.
Aşk da başlıyor aralarında.
Tabiat ananın intikamı…
Filmin senaryosunu, 1958′de
Kopenhag’ta doğmuş Kim Fupz Aakeson yazmış. Aakeson, senaryolar yanında
romanlar da yazıyor. Geride senarist olarak iyi yapıtlara imza atmasına rağmen,
yaratıcılığını ortaya koyduğu filmler buralara pek uğramadı. Filmin senaryosu
gerçekten iyi yazılmış ve kurgu da sağlam. Ses efektleri de mükemmel. Yönetmen,
filminde sadece Glasgow’dan değil, başka kıtalardan da anlar yansıtıyor. Güney
Amerika, Afrika ve Hindistan’dan. Duyularını kaybeden insanların trajedileri
her yerden hikâyeye dahil oluyor. Tat alma duyusunu kaybeden insanlar, vahşi
hayvanlar gibi yiyeyecekleri oburca midelerine indiriyorlar. Etleri bile çiğ
çiğ yiyorlar. Duyma duyusunun yitirildiği anlarda o anı seyirci karakterlerle
beraber yaşıyorlar. Sessizliğin sesi var bu anlarda. Duyma yetisini kaybetmek,
duyguları da tüketiyor ve insanlar birbirlerine karşı sert davranıyorlar,
kırıcı oluyorlar. Şehirler savaş alanına dönüşüyor. Sonra gelense körlük. Her
yer kararıveriyor birden. Son fenomen dokunma duyusu hakkında bir şey
hissettirmiyor yönetmen. Ama, günümüzün postmodern dünyasında insanlar
birbirlerine dokunmaktan çekiniyorlar.
…………..
(Bu yazı 26 Ağustos 2011 tarihli Taraf
Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)
**************
BU HAFTA
BİRLİKTE BİR FİLM SEYREDECEĞİZ... /YERYÜZÜNDE SON AŞK
10 Eylül 2012 Pazartesi /Fatma
BARBAROSOĞLU
Dünya Sağlık Örgütü'nün yaptığı
araştırmaya göre Türk gençliği en öfkeli gençlik sıralamasının başında yer
alıyor.
Bu habere şaşırmalı mıyız?
Gençlik üzerine yorumda bulunmadan
önce toplumun genel eğilimlerini yakalamak için gelin bu hafta bir film
üzerinden iz sürelim.
Duygularınızla, duyumlarınızla
aranız nasıl. Hayattan ne kadar tat alıyorsunuz.
En son hangi koku sizi hatıraların
bahçesine götürdü.
Ağzınızın tadı nasıl? Isırdığınız
ekmeği çok şükür diyerek tadına vara vara yavaş yavaş çiğnediniz mi? Çiğneyip
şükrettiniz mi?
Elinizi oynatabiliyorsunuz,
bacaklarınız bütün gövdenizi şikayetsiz taşıyor. Bunun ne büyük nimet olduğunun
ne kadar farkındasınız?
En son ne zaman bu ses ve bu söz
benim kalbimi karartır diyerek seyretmekte olduğunuz ekranı terk ettiniz. En
son ne zaman şu fani dünyada ipe sapa gelmez laf meclislerini terk ettiniz.
En son ne zaman doğan güne hamd
ettiniz. Yağan kara, toprağın koynundan bereket çıkaran yağmurun yüreğinizi de
yıkadığına tanık oldunuz.
Kadim zamanlar ile modern zamanları
ayıran sınır tam da burada başlar. Kadim zamanlarda an geçmişe bağlana bağlana
yaşanır. Modern zamanlarda ânı geleceğe bağlaya bağlaya dahil oluruz hayata.
Bu haftayı film üzerinden
okuyacağız. Seyretmediyseniz seyretmenizi tavsiye ederim.
Perfect
Sense. Film Türkçe'ye Yeryüzündeki Son Aşk diye çevrilmiş. Bu çevirinin filmi
karşıladığını düşünmüyorum. Nitekim filmin tanıtımında modern bir aşk hikâyesi
cümlesi yer alıyor. Yanlış bir tanıtım. Çünkü aşk hikâyesine odaklı olarak
seyredenlerin çok göreceği bir şey yok. Filmi, orijinal ismi çok iyi
karşılıyor. Film Türkçe'ye YERYÜZÜNDEKİ
SON HİS olarak çevrilseydi muhatabını çok daha iyi bulurdu.
Filmin kadın kahramanı bir doktor.
Hep 'pislik adamlara'rastlamış hayatının adamını bulamamış bir doktor.
Erkek kahraman şık bir lokantada
şef. Ölümcül bir hastalığa yakalanmış kız arkadaşını terk ettiği için
kadınlarla ilişkisini 'terk etmek' üzerine inşa etmiş bir 'lezzet avcısı'.
Filmde çok başarılı bir şekilde
belgesel dili kullanılmış. Bu dil, film üzerinde dikkatle yoğunlaşmayı ve
düşünmeyi sağlıyor. Zamanı tefekkür etmek üzere yaşayanların seveceği ancak
zamanı eğlenceli bir şekilde geçirmek isteyenlerin sıkılacağı bir film. Nitekim
ben filmin dvd'sini alırken görevli genç kız hiç tavsiye etmem. Aşk filan yok.
Bir şey olmuyor. Bekliyorsun bekliyorsun öylece bitiyor dedi. Neyi beklediniz
film boyunca dedim. HİİÇÇ dedi genç kız. Merak etmeyin dedim ben bekleme
estetiğine sahibim. Daha önce duymadığı bir kelime idi. Beklemenin estetiği mi
dedi yüzüme tuhaf tuhaf bakıp.
Görevli genç kız ne bekliyordu
bilmiyorum. Film tam da yaşadığımız hayat. Ne ki hayatı yaşarken çoğumuz ne
olduğunu anlayamayız. Çünkü hayatın bütününü kavrayacak basiretimiz yoktur.
Uzmanların bize izah etmesini bekleriz. Ama uzman dediğimiz kişiler hayatı
anlatmayı değil daha anlaşılmaz kılmayı bilirler. Uzmanlıkları onlara böyle bir
bakış açısı kazandırmıştır. Bünyede ne olup bittiğini bilmek için bünyenin
tamamına dair bir fikir sahibi olmak gerekir çünkü. Oysa uzmanlaşmanın geldiği
son nokta sağ burun deliği sol burun deliği uzmanlaşması. Burnun tamamına dair
bir şey söylemenin imkânsızlaştığı bir durum söz konusu velhasıl.
Film, dünyada baş gösteren bir salgını konu alıyor.
Daha önce sizlere önermiş olmalıyım.
Aranızda okuyanlar var muhakkak. Saramago'nın
Körlük ve Ölüm Bir Varmış Bir
Yokmuş romanlarını hatırlatıyor film.
Körlük herkesin kör olduğu bir
dünyayı anlatıyor.
Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş ise bir
ülkede ölümün ortadan kalkmasını konu ediniyor.
Güzel bir şey gibi geliyor, ölümsüz
bir dünya. Fakat yazar ölümsüz dünyayı bize o kadar iyi anlatıyor ki ölümün
olduğuna nasıl şükredeceğimizi bilemiyoruz.
Ölüm ortadan kalkınca ölüm üzerinden
para kazanan bütün sektör iflas ediyor. Ölüm ortadan kalkınca yaşlıların,
ölümcül hastaların bakımı bir sıkıntı haline geliyor. Sonunda sınırı geçince
insanların öldüğü farkediliyor ve mafya eliyle insanlar, hastalarını sınırın
öbür tarafına geçirip ölümünden sonra tekrar getiriyorlar. Bunu herkes biliyor.
Ama bilmezliğe gelmek işleri kolaylaştırıyor.
Filmden bahsedip niye şimdi size
Saramogo'nın romanlarını özetliyorum. Özetleme sebebim şu: Film bütün
duyularımız bizi terk ettiğinde ne olduğunu çok iyi anlatıyor.
Salgın önce koku duyusunun
yitirilmesiyle başlıyor. İnsanlar koku alma duygularını yitirmeden önce derin
bir hüznün içine düşüyor.
Çarşamba günü kokunun dünyası
üzerinden devam edelim mi?
Diyorsunuz ki terörün her mahalleden
can aldığı, her olayın aramızdan ayrılanları rakamlara gömerek uğurladığımız/
kodlandığımız bir zamanda filmin sırası mı?
Neden sırası olduğunu filmi
seyredince ve üzerine konuşunca anlayacağınızı ümit ediyorum.
Not: Film internette var. Atlatmanız
gereken birkaç sahne var. Onları atlattıktan sonra ailece seyredebileceğiniz
bir film.
Kaynaklar
http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=10.09.2012&y=FatmaKBarbarosoglu
http://www.haberturk.com/kultur-sanat/haber/663082-tek-kurtulus-seks-mi
http://www.sabah.com.tr/Cumartesi/2011/08/27/yok-olus-karsisinda-askin-sinavi
http://www.sadibey.com/2011/08/20/tabiat-ananin-insanliga-cezasi/
[1]
Distopya, (anti-ütopya Yunanca dystopia) çoğunlukla ütopik bir toplum
anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılır. Distopik bir toplum
otoriter - totaliter bir devlet modeli, ya da benzer bir başka baskıcı sistem
altında karakterize edilir. Kelime ilk defa John Stuart Mill tarafından
kullanılmıştır. Filozofun Yunanca bilgisi göz önüne alınırsa, kelimeyi
"ütopyanın tersi" olarak değil, "kötü bir yer" anlamında
kullandığı anlaşılır.
[2]
Conformism: geleneklere uyma, törelere uyma, konformizm
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar