Print Friendly and PDF

YERYÜZÜNDEKİ SON AŞK (2011) -PERFECT SENSE-FİLM

Bunlarada Bakarsınız



(Eşiyle cinsel sorun yaşayanlar bu yazıyı muhakkak okumalıdırlar.  Dolayısıyla filmi de seyretmeli.)
Yönetmen: David Mackenzie       
Ülke: İngiltere, İsveç, Danimarka, İrlanda
Tür: Dram | Romantik | Bilim-Kurgu
Vizyon Tarihi: 26 Ağustos 2011 (Türkiye)
Süre: 92 dakika
Dil: İngilizce, Sign Languages
Senaryo: Kim Fupz Aakeson        
Müzik: Max Richter 
Görüntü Yönetmeni: Giles Nuttgens       
Yapımcılar: Gillian Berrie | Brian Coffey | Malte Grunert
Çekim Yeri: Glasgow, Strathclyde, Scotland, UK
Oyuncular: Ewan McGregor (Michael), Eva Green (Susan), Connie Nielsen (Abla), Stephen Dillane (Samuel), Ewen Bremner (James)
KONUSU:
Kadınlara bağlanmakta sorunları olan yetenekli yemek şefi Michael, soğuk görünümlü güzel doktor Susan ile tanışır.
Susan uzun bir süredir kendini işine adayıp özel hayatından vazgeçmiş, Michael ise kadınlarla ciddi ilişki kurmaktan kaçınmıştır. İkisi de birbirlerine karşı daha önce deneyimlemedikleri derin duygular hissederken, tüm dünyada insanların duyularını sırayla yok eden salgın bir hastalık baş gösterir.
FİLMDEN
Karanlık vardır.    Işık vardır.    Erkekler ve kadınlar vardır.    Yiyecek vardır.    Restoranlar vardır. Hastalıklar.    İş vardır.    Trafik.   
Hepimizin bildiği günler.    Nasıl hayal ediyorsak, öyle bir dünya.   
-Sen daldın ama ben dalamadım.    Yatağımda başkası varken uyumakta zorlanıyorum.    Beni kovuyor musun?   
-Yatağımda başkası varken uyuyamıyorum.   
 Bak bu garip işte.    Nedir garip olan?   
-  Ama artık koku alamıyormuş.    Koku mu alamıyormuş?    Ona hastaneye gitmesini söyledim. Çünkü normal değil, değil mi?   
- Evet, Susan. Artık koku alamıyorum.    Psikolojin normale döndü mü peki?    Neredeyse on bir saattir burada oturuyorum. Psikolojim çok iyi değil.    Ama koku alamama dışında başka bir rahatsızlığın yok, değil mi?   
-Aberdeen'de yedi tane daha böyle vaka var.    Dundee'de beş tane.    Burada, Glasgow'da on bir tane ve Edinburgh'da on sekiz tane.    İngiltere çapında yüzün üzerinde şikayet var.    Fransa, Belçika, İtalya ve İspanya'da da.    Hepsi son yirmi dört saat içinde olmuş.    Hastalığı nasıl kapmışlar?   
Bir yerden kaptıklarından pek emin değilim.    Nasıl yani?    Belirtilere baktığımızda birbirleriyle alakalı olmadıkları anlaşılıyor.    Temas yok benzerlik yok, hiçbir şey yok.   bütün vakaları kontrol ettik ama hiçbir benzerlik bulamadık.    Protein eksikliği prion, virüs hiçbiri yok.    Virüs olması için bir sebep de yok.    Bildiğimiz hiçbir şeye benzemiyor.    Fakat kesinlikle bulaşıcı olmadığını söylemek mümkün.    Giderek yayıldığını söylemek de mümkün.    Pekala.    Çevresel etkenler ya da daha önce bilmediğimiz bir zehir yüzünden ortaya çıkmış olabilir.    Ya da terörist bir saldırı.    Tamam, o zaman. Bir salgın yok.    Onlara hastalığın geçeceğini ve paniklememelerini söyleyeceğim.    Belki de suya bir şey karışmıştır.    Kederle doluyorlar.    İnsanların akıllarına bütün kaybettikleri asla sahip olamadıkları aşkları kendilerini terk eden arkadaşları geliyor.    Bütün kırdıkları insanları düşünüyorlar.    İlk önce kederle doluyorlar sonra da koku alamamaya başlıyorlar.    Hastalık bu.    "Akut Duyu Yetersizliği" diyorlar.    A.D.Y.   
Bu tabii ki çok ciddi ve yüksek önlem alınmasını gerektiren bir durum ama paniğe kapılmak yersiz olur.    Sağlık Bakanlığı bu konuda her türlü bulaşıcı vaka bildirimine karşı hazırlıklıyız.    Dünya Sağlık Örgütü'nün açıklamasına göre alarm seviyesinin beşe çıkartılmış olması...    Bulaşıcı değil diyorlar.    Fakat buna kim inanmaya cesaret edebilir ki?    
   Tamam.    Tamam, tamam. Bir şey yok.    Çok yaklaşma. Ne olacağı belli olmaz.    Hayır, bulaşıcı değilmiş.    Tam olarak bilmiyoruz. Sadece insanlara öyle söyledik.   
Büyük Sabun. Büyük Sabun.    Büyük bir tütün şirketiyle kola şirketi birleşip meyve aromalı oksijen satacaklarmış.    Gerekli pazarı oluşturmak için de büyük sabun şirketiyle anlaşıp milletin sinir sistemini geçici olarak çökertmek için çevreye organofosfat salmasını sağlamışlar.    İşte bu yüzden yıkanmayı bıraktım.    Yani kokunun nereden geldiğini merak ediyorsanız...    Gözümün önünden çekilir misin?    Saçmalayıp duruyorsun.    Çevre örgütleri, bunun genetiğiyle oynanmış hormonlu bitkilerin ve hava kirliliğinin yol açtığı ekolojik bir kıyamet olduğundan eminler.    Gizli servisler bunun özgür dünyaya yapılmış bir saldırı olduğunu söylüyorlar.    Bütün işaretler radikalleri gösteriyormuş.    Radikaller ise bunun Tanrı'nın ona inanmayanları cezalandırma biçimi olduğunda ısrarlılar.    Bir kısım ise buna, ekonomiyi canlandırmak için bir virüs salgını başlatan kapitalist sistemin neden olduğunu düşünüyor.    Daha başka teoriler de var.    Uyanın, Dünya'da çok fazla nefret var.    Çok fazla nefret var.   
Gördüm ben. Gördüm. Sonunda hepimiz yalnızız.    Böyle söyleme.    tek başına ölüyorsun ve her şey kararıyor.    Bu doğru değil. Böyle konuşma.    Sen yalnız değilsin! Sen yalnız değilsin!    Bütün vücudun bir çorbaya dönüyor.   
İlk önce terör.    Beni bırakma, Michael. Beni bırakma, Michael.    Sonra bir açlık hissi.    Aman Tanrım. Ne oldu? Ne oldu? Neler oluyor?    Tat alma duyusu işte böyle yok oluyor.    Hastalığa bir isim verme vakitleri bile olmuyor.    Sence diğer duyularımızı da kaybedecek miyiz?    Koku ve tat birbiriyle ilişkilidir. Kimyasal iki duyudurlar.    O zaman diğerlerine bir şey olmayabilir.    Olmayabilir.    Bekleyip göreceğiz.   
 İnsanlar önceden yaptıkları şeyleri ellerinden geldiğince yapmaya çalışıyorlar.    Birkaç hafta içinde tat almak uzak bir hatıraya dönüşüyor.    Bunun yerini daha değişik zevkler alıyor.    
Beyindeki temporal lob'un işlevini kaybetmesi.    Beyindeki temporal lob'un işlevini kaybetmesi.    Fakat en önemlisi diğer insanlara duyulan sevgiyi ifade etme arzusu.    Samimiyet hissi.    Anlayış.    Kabullenmek.    Affetmek.    Sevgi.    Artık etraf karanlık.    Fakat birbirlerinin nefeslerini hissediyorlar.    Bilmeleri gereken her şeyi biliyorlar.    Öpüşüyorlar.    Birbirlerinin gözyaşlarını yanaklarında hissediyorlar.    Eğer birisi onları görebiliyor olsaydı birbirlerinin suratını okşayan normal bir çift olduklarını düşünürdü.    Vücutları birbirine yakın.    Gözler kapalı.    Etraflarında olan bitenden bihaber.    Çünkü hayat öylece devam eder.    Öylece.

YORUM
(Hiç kıyametin bu şeklini düşündünüz mü? Yoksa Darwin’in kabul etmediğimiz evrimi, yani tekâmül silsilesi bu çerçevede mi gelişti?
Hissiz hayatın tekrar zevk ve his halini almaya başlaması mı?
İnsanlığın tekrar tekrar yaratıldığı bahsedildiği konu bu minval üzere mi oldu?[1]
Günümüzde orijinal kokusunu deodorantlarla kaybetmiş insanlar olarak geleceğimiz vahim gibi görünüyor. Orijinal koku almayı kaybedenler bir gün birbirine dokunmayı da kaybedecekler demektir. Ve bu şekilde birbirlerinden uzaklaşacaklar.
Gençler arasında son zamanlarda artan yalnızlık aşkı buradan mı başladı? Satılan kokularda bir hile var gibi görünüyor. Hiç dikkat ettiniz mi etrafınızdaki çarşılarda artan “parfümeri dükkânları” bir şeylerin habercisi mi?
Bu parfümeriler niye birden patlama gösterdi?
Devletimiz bu konuda hassas incelemede geç kalırsa “üç çocuk hayali” projeleri havada kalacaktır demektir. Sonuçta kokusunu da kaybeden milletimiz cinsellikten uzaklaşacak ve  kısırlaşacaktır, demektir.
Terörün de “beyaz”ı olur mu demeyiniz. Asıl bu sinsi “beyaz terör”den sakınmak gerekiyor. İhramcızâde İsmail Hakkı )
********

BASINDA FİLM HAKKINDA ÇIKAN YAZILAR

TEK KURTULUŞ SEKS Mİ?/ 25 Ağustos 2011 Kerem AKÇA
Tek duyunuzun ‘dokunma’ olduğu bir distopya [1]hayal edin. Onun içine özgün bir soyut aşk filmi iskeleti yerleştirin. Üzerini de ‘duyusal bir salgın filmi’ ile doldurup, politik-sistemsel değişimleri muhalif motivasyon olarak içeriye ilave edin. İşte o zaman “Yeryüzündeki Son Aşk”ı elde edebilirsiniz. “Tutku Nehri”, “Tutku Çemberi” gibi eserlerindeki ‘ilişki yansıtma simsarı’ izlenimiyle dikkat çeken David Mackenzie, bu sefer insan ırkının tek yaşamsal dayanağının seks, tutku veya aşk olduğu bir dünya hayal etmemizi istiyor. Bunun içinde de Kubrick, Tarkovsky, Trier, Boe, Resnais gibi isimlerin bilimkurguda uyguladığı ‘şiirsel’, ‘stilize’, ‘evrimi sorgulayan’ ve ‘belleksel’ evreni ‘nesnel ve eklektik bir yapı’yla dolduruyor. “Yeryüzündeki Son Aşk” soruyor: Sadece seks ile sınırlı kalan, köklerine geri götürülmüş yeni bir insan ırkının ömrü ne kadar sürebilir?
Duyuların yok olması ile yaşanabilecek kaosu düşünebiliyor musunuz? Peki bunun dünya çapındaki kapitalist sistem, silahlanma sorunsalı, kölelik meselesi, küresel ısınma, ırkçılık, emperyalizm gibi evrensel meselelerin yol açtığı bir ‘soyut hareket’ olduğunu? İşte “Yeryüzündeki Son Aşk” (“Perfect Sense”, 2011) da tam olarak bu tanımlamayı inceleyen ‘duyusal bir salgın filmi’ olarak anılabilir. Halihazırdaki eserin bunlardan sadece birini hedef göstermemesi ise filmin oklarını ‘dünyanın miyadı dolmuş, yeni bir insan ırkı yaratmak lazım’ tümcesine yönlendiriyor.
“Körlük”ten esinlenen dönüştürücü, çığır açıcı ve duyusal bir salgın filmi
José Saramago’nun ‘Körlük’ romanından esinlendiği de belli olan senarist Kim Fupz Aakeson, aslında son hamlede bu konuda yaptığı ‘karanlık’ dönüşümle çarpıcı, hassas, düşündürücü ve çığır açıcı bir noktaya ulaşıyor. Ana hedef ise insanoğlunun nesiller boyu; sevmeyi, fedakârlık yapmayı, aşkı, bağlanmayı, tutkuyu ve dokunmayı unutarak maruz kaldığı o hazin beyin yıkanması sorunsalını eleştirmek. Bu durum, binlerce politik veya yapısal olaya bağlanmış işin doğrusu.
Ancak yönetmen David Mackenzie, bilimkurguda çokça ele alınan bu mesele üzerinden ‘duyusal’ bir salgın filmi çıkarmak istemiş. “Tehdit” (“Outbreak”, 1995), “Veba” (“Carriers”, 2009), “Salgın” (“The Crazies”, 2010) gibi son yılarda gördüğümüz çağ dışı tür örneklerinin uzağında “Körlük” (“Blindness”, 2008) ile aynı noktaya konuşlanan bir yapıt karşımızdaki. Bu bağlamda da filmin kurduğu yapının Tarkovsy, Boe, Trier gibi ‘distopya’ meselesine düşünsel bakış atan yönetmenlere yaklaştığını söylemek mümkün. Bu durum ‘nesnel ruh hali’ portresiyle kendisine dönüştürücü bir uzantı kazanınca da asıl ‘etkileyici’ güç o noktada başlıyor.
Peki ya sadece dokunabilseydik?
Zaten buradan açılan yol; dört duyuyu zamanla kaybeden insan ırkını, çıkışı ilk göz ağrısı olan ‘aşk’ta ya da ‘dokunma’da aramasını masaya yatırır hale geliyor. Bu da beşinci duyu olarak konumlanan ‘dokunma’ üzerine ‘iletişimsizlik’ ya da ‘yabancılaşma’ meselesi odaklı çok katmanlı bir söylem çıkarıyor karşımıza. Bunu sayısız kez Avrupalı yönetmenlerin işlerinde görmüşüzdür.

Fakat Mackenzie burada ‘insan ırkı’nın kurtuluşunu ‘dokunma’ya teslim ettiği bir ‘evrimsel egzersiz’ getirirken; tutku, seks ya da şehveti birincil yaşama algısı konumuna yerleştiriyor. Bir bakıma insanoğlunu bu ‘kimyasal’ ya da ‘küresel’ açmazdan kurtarmak için aşkın ilkellik yıllarındaki haline geri götürüyor. ‘Koşulsuz’ bir duygu transferi fanusunun içine sokuyor.
Yeryüzündeki Son Aşk”ın da bu temasal düstur doğrultusunda ulaştığı noktaya varırken izlediği yol için ‘her açıdan çarpıcı’ diyebiliriz. Zira burada McGregor ile Green’in anlatıcı seslerinden de güç alan beş ‘ara bölüm’ izliyoruz hikayenin orta kısımlarına yerleşen. Bu durumun genelde ‘desature edilmiş’ renklerle karaktersel algıyı bozup evrensel bir meseleye doğru odaklanması tüylerimizi diken diken edecek nitelikte. Ancak esas amaç yabancılaştırıcı ve hikayesiz, şiirsel ve stilize omurgayı seyircinin üzerine atmak.
Salgını gideren ile yaratan bir arada
Bu durum gerçekleştirilmeye çalışılırken aslında 20 dakikalık girizgah bölümünde Michael ile Susan’ın toplumsal ya da bireysel durumlarını incelemek şart. Bir köprünün yanında yürüyen Susan’ı geniş açı objektif ile hedefi büyük bir plan sekansın içine sokan yönetmenin, sonrasında orta ölçekli bir açıdan Michael’ın bir kadın ile ‘günlük seks’ yaptığını gözlemlemesi sürpriz değil.
Zira elimizde ‘doktor’ ve ‘aşçı’ gibi, biri salgın giderici, diğeri safkan tüketici iki birey var. Ancak işin ilginci yönetmen 20 .dakikaya kadar bunları karşılaştırmazken, Michael’ı genelde bisiklete, tekerlekli masaya veya başka bir yere yerleştirdiği ‘steadicam’vari bir kamera ile resmetmeyi seçmiş. Susan’ı ise ‘geniş açı’larla yabancılaştırması adeta ‘salgın’ öncesi halet-i ruhiyeyi ortaya koyuyor. Sadece birbirine ‘anahtar’ atarak iletişime geçebilen bu ikilinin, birinin ‘beyaz’, diğerinin ‘siyah’lar içindeki hali görülmeye değer diye düşünüyoruz.
Seks sahnelerinden ziyade çıplak bedenlere odaklanmış
Ancak salgının ilk silsilesi olan ‘koklama’ patlak verince bir şekilde bu ikili birbirlerine tutku ile yöneldikleri seks sahnesi ya da ‘dokunma bütünü’yle yüzleşiyoruz. Buna ulaşırken ana hedef Michael’ın ‘zihinsel’ deformasyon ile gecelik ilişki arzusunu yitirirken, Susan’ın ‘koklama’ yetisini kaybedip eli balık tutan karaktere yakınlaşması. Yani tamamen ‘kişisel çıkarlar’ doğrultusunda bir tutku ya da aşk paylaşımı var burada.
Mackenzie “Tutku Nehri” (“Young Adam”, 2003) ve “Tutku Çemberi” (“Asylum”, 2005) gibi yasak ilişki filmlerinde gördüğümüz ‘noiresk’ düzenle örülü yapısının ‘seks sahnesi’ni öne çıkaran anlayışını burada çok hissettirmemiş. Seks sahnelerini asgariye indirirken ‘aşk’ı ya da ‘tutulma’yı ‘tatma’, ‘duyma’ ve ‘görme’ gibi duyuların gidişatına göre ‘çıplak bedenler’ odaklı yerleştirmiş. Zaman zaman da ‘sabun yeme’ gibi ‘yeni bir evrimle ilkelleşen insan ırkı’nın temsiline ayırmış.

Miyadını dolduran insan ırkının kurtarıcısı tutkulu seks
Ancak esas amaç aşkın tamamen ‘dokunma’ya yöneldiği bir dünya düzeninin tasvirini yapmak aslında. Yani aşktan ziyade seksin ve cinsel tutkunun her şeyin önüne geçmesini istiyor yönetmen. Zira bir anda birbirine aşık olan bu ikilinin bu duruma düşmelerinin ana sebebi salgınsal deformasyondan arınıp bir şekilde ‘soyut’ bir müdahaleye kapılmaları.
Mackenzie’nin de ideolojisi günümüz toplumundaki yozlaşmış seks ilişkisini burada ‘kurtarıcı’ durumuna ‘duygusal’ bir şekilde yerleştirmek olmuş. Zira virüsün önceden bıraktığı ‘etrafı kırıp dökme’ algısıyla ‘duyu’lara da hitabı bir şekilde beyinsiz bireyler yaratıyor. Yani savaş ve kapitalist düzen karşımıza sürekli seks yapacak bir insan ırkı çıkaracak yönetmene göre. Böylesi bir distopik söylemin ondan çıkması ise doğrusunu söylemek gerekirse hiç ama hiç şaşırtıcı değil, kariyerinin geri kalanını göz önüne alınca.
Konformizmi[2] bozan ‘koklama’ duyusu
Peki bu noktalara ulaşırken nasıl yollardan geçilmiş? Girizgahı ‘kısmi’ müdahale ile atlatan Mackenzie’nin, hafif ‘ölçeksel bozulumlar’ ile bir ruhsal tasvir yaptığı söylenebilir. Ancak genelde ‘öznel’ bir bakıştan ziyade nesnel ve alegorik bir toplumsal analiz izliyoruz. Bu da esaslı ve bilinen uygulamanın dışına çıkarıyor izleyiciyi. Bu sebeple bu bölüm dikkatlice izlenmeli.
Birinci koklama kısmının ardından ise yavaş yavaş seyircinin algısı ve tabiri caizse ‘mükemmel yabancılaşma’ yitirilmeye başlanmış. Zira bu durum karşısında kamera ‘gren’li haliyle ‘puslu’ bir duruma düşerken, adeta seyircinin duyusal kaybolma ile ilgili tepkisi ölçülmüş. Koklamanın yani ‘nefes’ almanın şekillendirici etkisinin de bu şekilde konformizmi bozduğu söylenebilir.
Ey seyirci kendini duyabiliyor musun?
İkinci tatma girizgahında yamyamlığa varan bir tedirgin ediciliğin yanında ‘fotoğraf kareler’iyle de bir iletişimsizlik temsili sunulduğunu görebiliyoruz. Buraya girişin ‘renk filtreleri’ ile yapılması ise görsel yapıdaki plastiğe açılımın bir devamı. Ancak esasen ‘duyma’ meselesi devreye girdiğinde bir anda sessiz ve hikaye içi seslerin ortadan kalktığı bir anlayışla yüzleşmemiz kilit bir işleve sahip. Bu durum klasik müziğin ve çığla yükselen anlatıcı sesinin ‘şiirsel’ katkısıyla biraz olsun yıkılıyor. Fakat aktifliğinden bir şey kaybetmiyor.
Lafın özü son bölüme gelene kadar ‘koklama’, ‘tatma’ ve ‘işitme’ yetilerimizi seyirci olarak biz de kaybediyoruz. Böylece Mackenzie’nin üslubu, standart bir stilize yönetmenin ya da yabancılaşma odaklı bir sinemacının uzağında bir yerde konumlanıyor.
Bütün yaşanmışlıkları insanoğlunun yüzüne tokat gibi çarpıyor
Tüm bunların devamında finalin koltuğunda oturan izleyicinin yüzüne tokat gibi çarpan ‘karanlık bir körlük’le yapılması hiç ama hiç şaşırtıcı değil. Zira yönetmenin baştan itibaren iki karaktere özel çizdiği renk skalası ve öznel ruh hali algısının bir sonucunu izliyoruz bu sayede. Seks sahnelerinin grenli ve doğal ışığın yalıtıldığı atmosferinin, ‘koklama’ ile dış mekanın yeşil filtreye kayması veya ilişki sonrası daha bir orta plan odaklı anlatının hakim hale gelmesiyle de bağlantı kurduğu açık.

Zira konformist dünya düzeni, doğal renklere, grene, renk filtrelerine, sessizliğe ve karanlığa doğru uzanan bir ‘dökülme’ ivmesi izliyor filmin süresi boyunca. Bu da “Yeryüzündeki Son Aşk”ın ‘nesnel’ duruşunu gözler önüne sererken normal şartlarda karşılaşamayacak iki birey üzerine postmodern bir aşk-seks algısı yerleştirdiği görülebiliyor. Çünkü Mackenzie’nin esas derdi seyircinin bu duyusal değişime bireysel olarak şahit olması ve kendini filmin bir parçası olarak görüp ‘simsiyah’ ya da ‘bütün yaşanmışlıklardan arınmış’ hale gelmesi.
İlkelleşen yeni ırkın ne kadar ömrü var?
Uzun lafın kısası “Yeryüzündeki Son Aşk”, yitip biten duygular, dokunmalar ve daha nicesi üzerine muhalif ve sarıcı bir şiir kıvamında. İnsanoğlunun tek kurtuluşunun ilkelleşme olduğunu ele alırken; bunu yamyamlık, konuşmama, duymama ve görmeme gibi tersine çevrilmiş ‘doğumsal’ motivasyonlarla yürütmesi unutulmamalı.
Sonuna kadar Mackenzie’nin cesaretini taşıyıp kapkaranlık ve sessiz dakikalara uzanması ise bir bakıma yaradılışımızı sorgulamamıza yol açıyor. Esin kaynağı diye bakınca ise ilk olarak “2001: Uzay Yolu Macerası”nın (“2001: A Space Oyssey”, 1968), “Aşk Zamanı”nın (“Fa Yeung Nin Wa”, 2000), “Stalker”ın (1979), “Kaynak”ın (“The Fountain”, 2005), “Je t’aime, je t’aime”in (1968) ve “Allegro”nun (2005) isimleri dolanıyor ağzımıza.
Yeryüzündeki Son Aşk”, Tarkovsky, Resnais, Godard, Kar-Wai gibi yönetmenlerin stillerini iç içe geçirmiş gibi. Ancak bu atmosfer filminin esas sırrı bunların hepsinden yeni bir şey çıkarmasında saklı. Sonunda nokta koymadan tanım yapması ise takdire şayan ve kalıcı olmasını sağlayacaktır.
[keremakca@haberturk.com]

İnsanlık sonuna yaklaşırken aşk tüm bu engellere rağmen hayatta kalabilecek midir?
***************

TABİAT ANANIN İNSANLIĞA CEZASI/ Ali ERDEN/26 AĞUSTOS 2011

İskoçya’da 1966 yılında doğan yönetmen David Mackenzie, 2003 yapımı “Young Adam - Tutku Nehri”nde, karanlık kasvet yüklü atmosferiyle suç ve erotizm fırtınası yaratmıştı perdede. “Tutku Nehri”, İngiliz yazar Alexander Trocchi’nin 1957′de yazdığı “Young Adam” romanından uyarlanmıştı. Trocchi (1925 - 1984), “beat kuşağı” yazarlarındandı. Mackenzie bu romanı, büyük yönetmen Jean Vigo’nun 1934 yapımı “L’Atalante - Geçip Giden Çatana” filminin ruhuyla bütünleştirmişti. Anarşist yönetmen Vigo, 1934′te daha 29 yaşındayken veremden ölmüştü. Mackenzie, perdede karanlık atmosfer yaratmaya tutkulu bir yönetmenlerden. Vigo gibi anarşist ruh taşımasa da, öncelikle gördüğümüz son filmi “Perfect Sense - Yeryüzündeki Son Aşk”la çoğu anda mahşeri fütüristik bir yapıt ortaya koymuş. Tabiat ana, yavaş yavaş insanlardaki beş duyu fenomenini yok ediyor bilinmeyen bir virüsle. Bu salgın insanlığı kuşatırken önde de bir aşk hikâyesi var. Şef aşçı Michael’la epidemiyolog (salgın hastalıklar bilimi uzmanı) Susan arasında. Sanki bu virüsle bu aşk birbirleriyle savaşıyor öznel anlamda. Geneldeyse insanlık mahvoluyor tüm hislerini kaybederken.
Film, Michael’ın evinde açılıyor. Michael’la bir kadın, yataktalar. Sabah olmak üzere. Michael, yatakta biri varken uyuyamıyor ve kadınının gitmesini istiyor. Sonra hikâye, birbirlerine uzak Susan’la Michael’ın günlük hayatlarının yansımasıyla gelişiyor. Filmdeki kıyameti, bir kadının anlatımıyla anlamaya çalışıyor seyirci. Önce koku alma duyusu gitmeye başlıyor insanların. Bu duyu yok olmadan önce duygu patlaması yaşıyorlar. Ağlamaya başlayan insanlar, sanki suçluluk duygusu yaşıyorlar. Michael’ın şef aşçılık yaptığı restoran iyi iş yapıyor. Bu duyu gitmeye başlayınca müşteriler gelmez oluyor. Restoranın arka kapısında sürekli sigara içen Michael, dairesinin penceresinde sigara içen Susan’ı görüyor ve tanışıyorlar. Aşk da başlıyor aralarında.
Tabiat ananın intikamı…
Filmin senaryosunu, 1958′de Kopenhag’ta doğmuş Kim Fupz Aakeson yazmış. Aakeson, senaryolar yanında romanlar da yazıyor. Geride senarist olarak iyi yapıtlara imza atmasına rağmen, yaratıcılığını ortaya koyduğu filmler buralara pek uğramadı. Filmin senaryosu gerçekten iyi yazılmış ve kurgu da sağlam. Ses efektleri de mükemmel. Yönetmen, filminde sadece Glasgow’dan değil, başka kıtalardan da anlar yansıtıyor. Güney Amerika, Afrika ve Hindistan’dan. Duyularını kaybeden insanların trajedileri her yerden hikâyeye dahil oluyor. Tat alma duyusunu kaybeden insanlar, vahşi hayvanlar gibi yiyeyecekleri oburca midelerine indiriyorlar. Etleri bile çiğ çiğ yiyorlar. Duyma duyusunun yitirildiği anlarda o anı seyirci karakterlerle beraber yaşıyorlar. Sessizliğin sesi var bu anlarda. Duyma yetisini kaybetmek, duyguları da tüketiyor ve insanlar birbirlerine karşı sert davranıyorlar, kırıcı oluyorlar. Şehirler savaş alanına dönüşüyor. Sonra gelense körlük. Her yer kararıveriyor birden. Son fenomen dokunma duyusu hakkında bir şey hissettirmiyor yönetmen. Ama, günümüzün postmodern dünyasında insanlar birbirlerine dokunmaktan çekiniyorlar.
…………..
(Bu yazı 26 Ağustos 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)
**************

BU HAFTA BİRLİKTE BİR FİLM SEYREDECEĞİZ... /YERYÜZÜNDE SON AŞK

10 Eylül 2012 Pazartesi /Fatma BARBAROSOĞLU
Dünya Sağlık Örgütü'nün yaptığı araştırmaya göre Türk gençliği en öfkeli gençlik sıralamasının başında yer alıyor.
Bu habere şaşırmalı mıyız?
Gençlik üzerine yorumda bulunmadan önce toplumun genel eğilimlerini yakalamak için gelin bu hafta bir film üzerinden iz sürelim.
Duygularınızla, duyumlarınızla aranız nasıl. Hayattan ne kadar tat alıyorsunuz.
En son hangi koku sizi hatıraların bahçesine götürdü.
Ağzınızın tadı nasıl? Isırdığınız ekmeği çok şükür diyerek tadına vara vara yavaş yavaş çiğnediniz mi? Çiğneyip şükrettiniz mi?
Elinizi oynatabiliyorsunuz, bacaklarınız bütün gövdenizi şikayetsiz taşıyor. Bunun ne büyük nimet olduğunun ne kadar farkındasınız?
En son ne zaman bu ses ve bu söz benim kalbimi karartır diyerek seyretmekte olduğunuz ekranı terk ettiniz. En son ne zaman şu fani dünyada ipe sapa gelmez laf meclislerini terk ettiniz.
En son ne zaman doğan güne hamd ettiniz. Yağan kara, toprağın koynundan bereket çıkaran yağmurun yüreğinizi de yıkadığına tanık oldunuz.
Kadim zamanlar ile modern zamanları ayıran sınır tam da burada başlar. Kadim zamanlarda an geçmişe bağlana bağlana yaşanır. Modern zamanlarda ânı geleceğe bağlaya bağlaya dahil oluruz hayata.
Bu haftayı film üzerinden okuyacağız. Seyretmediyseniz seyretmenizi tavsiye ederim.
Perfect Sense. Film Türkçe'ye Yeryüzündeki Son Aşk diye çevrilmiş. Bu çevirinin filmi karşıladığını düşünmüyorum. Nitekim filmin tanıtımında modern bir aşk hikâyesi cümlesi yer alıyor. Yanlış bir tanıtım. Çünkü aşk hikâyesine odaklı olarak seyredenlerin çok göreceği bir şey yok. Filmi, orijinal ismi çok iyi karşılıyor. Film Türkçe'ye YERYÜZÜNDEKİ SON HİS olarak çevrilseydi muhatabını çok daha iyi bulurdu.
Filmin kadın kahramanı bir doktor. Hep 'pislik adamlara'rastlamış hayatının adamını bulamamış bir doktor.
Erkek kahraman şık bir lokantada şef. Ölümcül bir hastalığa yakalanmış kız arkadaşını terk ettiği için kadınlarla ilişkisini 'terk etmek' üzerine inşa etmiş bir 'lezzet avcısı'.
Filmde çok başarılı bir şekilde belgesel dili kullanılmış. Bu dil, film üzerinde dikkatle yoğunlaşmayı ve düşünmeyi sağlıyor. Zamanı tefekkür etmek üzere yaşayanların seveceği ancak zamanı eğlenceli bir şekilde geçirmek isteyenlerin sıkılacağı bir film. Nitekim ben filmin dvd'sini alırken görevli genç kız hiç tavsiye etmem. Aşk filan yok. Bir şey olmuyor. Bekliyorsun bekliyorsun öylece bitiyor dedi. Neyi beklediniz film boyunca dedim. HİİÇÇ dedi genç kız. Merak etmeyin dedim ben bekleme estetiğine sahibim. Daha önce duymadığı bir kelime idi. Beklemenin estetiği mi dedi yüzüme tuhaf tuhaf bakıp.
Görevli genç kız ne bekliyordu bilmiyorum. Film tam da yaşadığımız hayat. Ne ki hayatı yaşarken çoğumuz ne olduğunu anlayamayız. Çünkü hayatın bütününü kavrayacak basiretimiz yoktur. Uzmanların bize izah etmesini bekleriz. Ama uzman dediğimiz kişiler hayatı anlatmayı değil daha anlaşılmaz kılmayı bilirler. Uzmanlıkları onlara böyle bir bakış açısı kazandırmıştır. Bünyede ne olup bittiğini bilmek için bünyenin tamamına dair bir fikir sahibi olmak gerekir çünkü. Oysa uzmanlaşmanın geldiği son nokta sağ burun deliği sol burun deliği uzmanlaşması. Burnun tamamına dair bir şey söylemenin imkânsızlaştığı bir durum söz konusu velhasıl.
Film, dünyada baş gösteren bir salgını konu alıyor.
Daha önce sizlere önermiş olmalıyım. Aranızda okuyanlar var muhakkak. Saramago'nın Körlük ve Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş romanlarını hatırlatıyor film.
Körlük herkesin kör olduğu bir dünyayı anlatıyor.
Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş ise bir ülkede ölümün ortadan kalkmasını konu ediniyor.
Güzel bir şey gibi geliyor, ölümsüz bir dünya. Fakat yazar ölümsüz dünyayı bize o kadar iyi anlatıyor ki ölümün olduğuna nasıl şükredeceğimizi bilemiyoruz.
Ölüm ortadan kalkınca ölüm üzerinden para kazanan bütün sektör iflas ediyor. Ölüm ortadan kalkınca yaşlıların, ölümcül hastaların bakımı bir sıkıntı haline geliyor. Sonunda sınırı geçince insanların öldüğü farkediliyor ve mafya eliyle insanlar, hastalarını sınırın öbür tarafına geçirip ölümünden sonra tekrar getiriyorlar. Bunu herkes biliyor. Ama bilmezliğe gelmek işleri kolaylaştırıyor.
Filmden bahsedip niye şimdi size Saramogo'nın romanlarını özetliyorum. Özetleme sebebim şu: Film bütün duyularımız bizi terk ettiğinde ne olduğunu çok iyi anlatıyor.
Salgın önce koku duyusunun yitirilmesiyle başlıyor. İnsanlar koku alma duygularını yitirmeden önce derin bir hüznün içine düşüyor.
Çarşamba günü kokunun dünyası üzerinden devam edelim mi?
Diyorsunuz ki terörün her mahalleden can aldığı, her olayın aramızdan ayrılanları rakamlara gömerek uğurladığımız/ kodlandığımız bir zamanda filmin sırası mı?
Neden sırası olduğunu filmi seyredince ve üzerine konuşunca anlayacağınızı ümit ediyorum.
Not: Film internette var. Atlatmanız gereken birkaç sahne var. Onları atlattıktan sonra ailece seyredebileceğiniz bir film.
Kaynaklar
http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=10.09.2012&y=FatmaKBarbarosoglu
http://www.haberturk.com/kultur-sanat/haber/663082-tek-kurtulus-seks-mi
http://www.sabah.com.tr/Cumartesi/2011/08/27/yok-olus-karsisinda-askin-sinavi
http://www.sadibey.com/2011/08/20/tabiat-ananin-insanliga-cezasi/


[1] Distopya, (anti-ütopya Yunanca dystopia) çoğunlukla ütopik bir toplum anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılır. Distopik bir toplum otoriter - totaliter bir devlet modeli, ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir. Kelime ilk defa John Stuart Mill tarafından kullanılmıştır. Filozofun Yunanca bilgisi göz önüne alınırsa, kelimeyi "ütopyanın tersi" olarak değil, "kötü bir yer" anlamında kullandığı anlaşılır.
[2] Conformism: geleneklere uyma, törelere uyma, konformizm

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar