Aynü'l-Hakîka fî Râbitati't-Tarîka / Mehmed Fevzî Efendi
(Tarikatte râbıta, hakikatin ta kendisidir)
(Eski Edirne Müftüsü)Terceme-Sadeleştirme-Tahkik-Tahriç ve Ta'lîkat
Halis ECE
Müellif, el-Hâc Mehmed
Fezvî b. Ahmed (rh.), eski Edirne müftülerinden âlim, arif, fâzıl bir zâttır.
Hicrî 1242'de (M. 1826) Tavas'a bağlı
Yârangüme kasabasında dünyaya gelmiştir.
İstanbul, Edirne ve daha
bir çok büyük İslâm beldelerinde ikâmet etmiş ve Hicrî 1318 (M. 1901) yılında
76 yaşında iken İstanbul'da vefat etmiştir. Na'ş-ı şerîfi Fâtih Câmii
hazîresinde medfûndur.
Mehmed Fevzî Efendi çok
çalışkan bir âlimdi... Tefsir ve diğer ilimlere dair altmıştan fazla eseri
vardır. Tefsirleri bazı sûrelere aittir... Bunlar; kimi kısa, kimileri de
uzunca te'lif edilmiş eserlerdir.
Arapça-Farsça ve Türkçe yazılmış bir kısım
manzûmeleri de vardır.
Eserlerinden bazılarının
bir listesi, "Hakîkatü'l-Hürriyet" isimli kitabının sonunda
mezkûrdür.
Mehmed Fevzî Efendi, evvela
Hâdimî Saîd Efendi'den, sonra da Manisa müftüsü Evliyâzâde Ali Rıza Efendi'den
ilim tahsil etmiştir.
Hicrî 1256 Ramazanı'nda İzmir'de, 1257
Ramazanı'nda İskenderiye'de tefsir okutmuştur.
Yine 1257 senesinde
Hicaz'a gidip, 1259 yılına kadar Mekke-i Mükerreme'de mücâvir kalmış, yani
kendini o mübârek beldenin hizmetine adamış; Ka'be-i Muazzama'da Rükn-i Yemâni
karşısında Arapça tefsîr-i şerif dersleri vermiş ve Aliyyü'l-Kârî'nin (rh.)
"Menâsikü'l-Hacc"ını da Türkçe olarak okutmuştur.
Daha sonra Manisa'ya dönerek müteaddit
ilimlerden icâzet almıştır.
1263 yılında ise
Edirne'ye gidip, orada yirmi sene ikâmet ederek, o güne kadar tahsil etmiş
olduğu ilimleri tâliplere okutup öğretmekle meşgul olmuştur. Bu esnada iki defa
icâzet vermiş, orada kaldığı süre içerisinde üç medrese te'sis etmiş ve bir
müddet şehrin müftülüğünü de yapmıştır.
Sonra müftülükten istifa
ederek İstanbul'a gelmiş, vefâtına kadar da burada ikâmet etmiştir.[1] (Rahmetüllâhi
aleyhi ve aleyhim ecmaîn.)
İnsanları sırât-ı
müstakime (doğru yola) dâvet edenden râzî ve celîl[2] olan
Allâh'a hamdolsun.
Topyekûn insanları ve
cinleri İslâm'a dâvet eden ve melik-i cemîl[3] olan
Peygamber'e salât ve selâm olsun.
Kezâ onun, insanları
hidâyet yoluna dâvet eden âl ve ashâbı üzerine de salât ve selâm olsun.
Nakşibendî Tarîkatı
mensupları arasında, âdetâ Ashâb-ı Kehf'in Kıtmîr'i[4] gibi olan, kusurlarla dolu el-Hâc Mehmed
Fevzî... Kutlu ve mutlu şehir Edirne'de müderris bulunduğum esnâda, ziyaret
maksadiyle Filibe'ye[5] gitmek
için, gayet çevik ve cevval bir at ile yola çıktım...
Şehre varır varmaz,
Şihâbüddîn Veli Paşa (aleyhirrahme) hazretlerinin medreselerine uğradım. Orada
müderrislik yapan, Nakşibendî yolunun büyüklerinden; cennete giden yolu
gösteren, kalblere bolca feyz ve nûr ekip saçan, Hak yolunun yolcusu ve
kerâmetler sahibi üstâz el-Hâc Ali hocaefendimiz hazretlerinin irşâda vesîle
olan ayaklarının tozu ile kendimi süsledim...
Âlimlerin ekserisi,
Naşibendî Tarîkatı'nı en emîn, en kuvvetli ve en sağlam bir kale (sığınak)
kabul ederler... Ve o yolun büyüklerine intisap ederek, kendilerini muhâfaza
altına alırlar.
Gerek Nakşibendî
Tarîkatı'nda ve gerekse diğer bütün tarîkatlarda râbıta-i şerife, zikir
âdâbının başı ve feyz alabilmenin menşei-kaynağı kabul edilir.
Hakîkat böyle iken,
[nûr-i İlâhî'den ve feyz-i Muhammedî'den nasipsiz] birisi, yazdığı risâlede,
râbıta-i şerifeye "pis put", râbıta ehline de "putperest"
ve "müşrik" diyerek hezeyanlarda bulunuyor.
Allah Teâlâ o kitabı ve bilhassa bu
hezeyanların geçtiği sayfaları kimseye göstermesin.
Bu fakîr; insanların en
câhili ve en günahkârıyım... Hasta bir akla sahibim. Bu itibarla râbıta-i
şerife gibi ince mevzûları kavrayamam.
Ancak şu apaçık meseleyi
de bilmeyecek kadar ahmak değilim. Zira insaf sahibi olan her insan; tevhid,
zikir ve râbıta ehlini küfürle itham etmenin ne derece büyük bir hatâ olduğunu
bilir. Çünkü bu mesele; "Ezheru min şemsi's-semâi fî vakti'd-duhâ (Kuşluk
vaktinde gökteki güneşten daha açık)"tır.
Lâkin herkesçe bilindiği
gibi, bazı mevzûların gerek şiir, gerekse nesir hâlinde yaldızlı sözlerle ifade
edilmesi, onu okuyan ve meselenin hakikatini bilmeyen insanları aldatabilir.
Nitekim meşhur sözdür:
"el-Avâm, ke'l-hevâm, yüncerrûne bi
şi'irin vâhid."
Mânâsı: Halk, böcekler
gibidir, bir şiirle (hoş ve tatlı, güzel ve yaldızlı bir sözle istenilen yöne)
çekilip götürülürler.
Bu itibarla Nakşibendî
büyüklerinin rûhâniyetlerinden feyz alarak, yardım dileyerek, o bozuk risâleye
cevap mâhiyetindeki bu risâleciği kaleme almaya cesaret eyledim.
Risâlenin ismini de
"Aynü'l-Hakîka fî Râbıtati't-Tarîka (Tarîkattaki râbıta, hakikatin ta
kendisi)" koydum.
Âcizâne temennim odur
ki; halk, o sapık risâleyi okuyup da, Müslümanları küfürle itham etmesinler...
Çünkü, Allah korusun, aksi takdirde kendileri kâfir olur!
Doğru yola hidâyet eden Allah Teâlâ'dır.
Açıklama:
Bu "önsöz"den
sonra müellif merhum, mâhut risâleden iktibaslar yaparak, gereken cevapları
veriyor.
Biz bu çalışmamızda,
iktibasları çift tırnak içerisinde "italik" karakterle verdik...
Akabinden de müellifin cevaplarına "normal" karakterle devam ettik.
Ayrıca; rahat ve kolay
okunup anlaşılabilmesi için, her iktibas ve buna verilen cevapları da ara
başlıklarla ayırdık.
Mevlâ-yi zû'l-Celâl
ve'l-Kemâl hazretleri, çalışmalarımızı rızâsına muvâfık kılıp, cümlemize ifade
ve istifâde ile ifâza ve istifâza nasip eylesin. Âmîn. (H. E.)
İslâm Dîni Dünyevî ve Uhrevî Menfaatlere
Vesîledir
"Hamd, Allâh'a
mahsustur. O; şerîatini, dünyevî ve uhrevî menfaatlerin temini için bir vesîle
kıldı."
Evet, tevhîd ehline
kâfir diyen o zâtın, bu şekilde hamdetmesi doğrudur. Böyle inanılması lâzımdır.
İnkâr eden veya aksi inançta bulunan şüphesiz ki küfre düşer. Zira Şerîat-i
Muhammediye'nin dünyevî ve uhrevî menfaatlere vesîle olduğu, aklî ve naklî
delillerle sâbittir.
Şerîatte Gizli ve Açık Şirkler
Açıklanmıştır
"Salât ve selâm;
şerîati beyan ederek ümmetini açık ve gizli bütün şirklerden temizleyen,
Allâh'ın Resûlü Muhammed Mustafâ üzerine olsun."
Eğer ki maksadı; hâce-i
âlem[6] Resûlüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz hazretleri, şerîat-i garrâ-i zehrâ-i
Muhammediye'sinde[7], "Allâh'ın Zât ve sıfatlarında eşi ve benzeri
olduğunu söylemek küfürdür, ibâdet ve tâatta riyâkârlık en büyük kabahat ve
gizli şirktir" diye beyan buyurarak, ümmet-i merhûmeyi (rahmete mazhar
olmuş bu ümmeti) temizledi, demek ise; bu üslûp ile Resûlüllah Efendimiz
üzerine salât ve selâm etmesi münâsiptir.
Ama şayet gizli şirkten
murâdı; ihlâs sahibi bir mürîdin, mürşid-i kâmil olan şeyhine râbıta yapması ve
o şeyhi, Allâh'ı zikre, ma'rifet-i İlâhiye'yi tahsîle güzel bir vesîle ve sebep
kabul etmesi ise, Resûl-i Ekrem ve Hâdî-i Ümem (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz hazretlerine iftirâ ve bühtan etmiş olur.
Zira Sevgili
Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem), şerîat-ı mutahharesini tebliğ ve
beyan ederken, yüce haklarında Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"O, hevâdan da
(nefsinin arzularına göre de) konuşmuyor. O(nun konuşması) ancak bir vahiydir;
(başka türlü söylenmez o, yalnız) vahyolunur."[8]
Binâenaleyh o, Allah
Teâlâ'nın emirleri hilâfına, zerre kadar, hatta zerreden daha da az hiçbir bir
söz söylememiştir.
İşte Cenâb-ı Hak, bu mübârek kelâmı ile bu
hususa bizzat şehâdet ediyor.
Buna rağmen mürîdi,
şeyhine olan râbıtasından men'etmeye çalışmak, Allah Teâlâ'nın, "Ona
(yaklaşmaya) vesîle arayın" kavl-i şerifine muhâlefet etmektir. [Zira
Cenâb-ı Kibriyâ, bizzat geliniz buyurmuyor; vesîle ile yaklaşmamızı
emrediyor... Böylece, vâsıtasız vuslatın mümkün olmadığı, bunun sünnet-i
İlâhî'ye yani âdetullâh'a, İlâhî kanunlara aykırı bulunduğu tezâhür etmiş
oluyor.]
İnsanı Allâh'a götüren
en efdâl vesîle ve vâsıtalar da, Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz ve onun vârisleri olan kâmil ve mükemmil mürşidlerdir.
Binâenaleyh râbıtaya
karşı olmak, Allah Teâlâ'nın emrine karşı gelmek mânâsını ifade eder.
Ashâb-ı Kirâm Bid'atlere Uymaktan Elbette
ki Münezzehtirler
"Ve yine salât ü
selâm; Güneş'ten daha parlak olan dînin, aslında olmayan bid'atlere uymaktan
münezzeh bulunan o Resûl'ün âl ve ashâbı üzerine olsun."
Gene burada da,
"bid'atler"den maksadı; Resûlüllah'tan (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
bu yana yapılagelen, bid'atle uzaktan ve yakından hiçbir alâka ve münâsebeti
bulunmayan râbıta-i şerife ise, iki yönden hatâ etmiş olur:
1. Her
şeyden evvel râbıta-i şerifeyi bid'at kabul etmesi büyük hatadır! Zira râbıta-i
şerife, ihlâs sahibi müridlerin ma'rifet-i İlâhiye'yi tahsil için, kâmil bir
şeyhin rûhâniyetinden feyz almasıdır. Ve o şeyhin de mürîde, rûhânî imdat ve
nûrânî tasarruf eylemesidir. Bunun böyle olduğu ise, tefsir ve hadis
kitaplarında yazılıdır...
Bidâyetten
(başlangıçtan) beri devam eden bu hâl, bid'at olamaz. Nitekim Hz. Yûsuf'un
(aleyhi's-selâmü'l-melikü'l-münezzehi ani'-l-âlâmi ve't-te'essüf) yüce
haklarında, "... Eğer Rabb'inin burhânını (delîlini) görmemiş
olsaydı..."[9] buyruluyor.
Bu âyet-i kerîmenin tefsirinde Allâme
Zemahşerî şunları naklediyor:
Yûsuf aleyhisselâm,
kendilerini tahzir (sakındırma) sadedinde, müennes zamîri Züleyhâ'ya râci
olarak "iyyâke ve iyyâhâ" diye bir ses işitti. Fakat îtimat
edemedi...
İkinci defa işitti, yine îtimat edemedi.
Üçüncü defa aynı sesi gene duydu; fakat bu
sefer de îtimat edemedi.
Daha sonra babası Hz. Yâkub'un
(aleyhisselâm) mübârek sûretini gördü.
Diğer bir rivâyette de, Hz. Yâkub'un
mübârek parmaklarının ucunu ağzına aldı.
Başka bir rivâyette ise,
Yâkub (aleyhisselâm) şerefli elleriyle Yûsuf'un (aleyhisselâm) kalblerinin
üzerine vurarak zuhûr eyledi... Ve Hz. Yûsuf'a mürşidlik yaparak, nûrânî imdat
ve rûhânî tasarruf buyurmuş oldular.[10]
2. O bozuk niyeti üzere,
ashâb-ı güzîne (aleyhimü'r-rıdvân) iftirâ etmiş olur.
Zira râbıta-i şerife
denilen şey; diğer bir mânâ ile, evvela şeyh-i kâmilde "fenâ
fi'l-vesîle" mertebesine, sonra da o fenâ fi'l-vesîle sebebiyle "fenâ
fillâh" mertebesine vâsıl olmaktır. Bu ise, ashâb-ı kirâm (rıdvânullâhi
teâlâ aleyhim ecmaîn) hazerâtının hepsinde vâkîdir.
Çünkü öyle olmamış olsa,
kelâm kitaplarında, "es-Sahâbiyyü men rae'n-Nebiyye ve âmene bih (Sahâbî,
Peygamberi gören ve ona iman eden kişidir)" denilerek yapılan bu târif,
onların hâllerine münâsip düşmez ve doğru olmazdı.
Nitekim
Tercümânü'l-Kur'ân Abdullah b. Abbas (r.anhümâ) bir gece rüyalarında, erkek ve
kadın bütün mü'minlerin anneleri olan, Resûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) Efendimiz'in zevcelerinden (r.anhünne) birini, iffetlerinin sığınağı
olan şerefli hânelerinde ziyaret ediyorlar...
Resûl-i Ekrem'in o pâk
zevceleri, Peygamberimiz'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mübârek ve şerefli
aynalarını çıkarıp Abdullah b. Abbas (r.anhümâ) hazretlerine veriyorlar.
İbn Abbas hazretleri ise
o aynada, kendi sûret ve heyûlâsını görmeyip, âdete muhâlif olarak,
ma'rifetullah aynası olan Peygamber-i zîşân (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz'in nurlu cemâllerini görüyorlar.
İşte bu hâl, fenâ fi'l-vesîle mertebesinin
sırrıdır.
Bakınız şimdi; ashâb-ı kirâmda râbıta
varmıymış, yokmuymuş?!
Bu bahsi daha genişçe
okuyup anlamak isteyenler, İmâm Süyûtî'nin (rh.) "Tenvîrü'l-Felek fî
Ru'yeti'n-Nebiyyi ve'l-Melek" isimli risâlesini ve İbn Hacer-i
Askalânî'nin (rh.) "Şerhu Şemâil"inin sonunu mütâlaa etsinler.[11]
Hak Din İslâm'dır
"Bundan sonra,
Kur'an'dan alarak; 'Allah indinde hak din, İslâm'dır.'[12] 'Kim
İslâm'dan başka bir din ararsa, ondan (bu din) aslâ kabul olunmaz ve o,
âhirette de en büyük zarara uğrayanlardandır.'[13] 'İnsanlardan
bazısı da Allah'tan başkasını (ona) eşler ve benzerler edinir; onları, Allâh'ı
sever gibi severler.'[14] 'Dikkat edin, bütün işler sonunda Allâh'a
döner."[15]
Evet, Allâhü zû'l-Celâl
ve'l-Kemâl hazretleri İlâhî kelâmında sâdıktır. Hakîkaten bir insan, İslâm'ın
dışında başka bir din kabul edecek olsa, âhiret gününde en büyük zarar ve
ziyâna uğrayanlardan olur! Yine bunun gibi, Cenâb-ı Mevlâ-yi Müteâl'den başka,
bir takım şeyleri putlaştırıp, onlara, Hz. Allâh'a muhabbet ettiği gibi
muhabbet ve itâat ederse, bu hareketi, Allâh'ı inkâr olacağından, kâfir olur.
Bunda aslâ şüphe ve hilâf yoktur.
Ancak bu zâtın, işbu
âyet-i kerimeleri burada zikretmekteki maksadı; hakîkatı söylemek değildir.[16] Zira
râbıta-i şerife, İslâm'ın dışında ve ondan başka bir şey değildir. Çünkü İslâm;
kalb ile tasdik, dil ile ikrar, îcap ve iktizâsınca İlâhî emirlere imtisâl ve
nehiylerinden de ictinap etmek (kaçınmak)tir.
Bu ise Allâh'a dâvet
eden, ona vuslata vesîle olan mürşid-i kâmile râbıta yapan ihlâslı bir müridte,
mükemmel bir şekilde hâsıl olur. Bunun böyle olduğu; İlâhî hidâyet aynasına,
ince ve dikkatli bir nazarla bakan ma'rifet ehline açıktır.
Yine bunun gibi,
râbıta-i şerife "endâddan ma'dûde" yani resim ve sembollerden
hareketle, muayyen ve belli bir şeye kurulan bir irtibat da değildir.
Endâd; timsaller,
sûretler, resimler ve semboller demektir. Binâenaleyh râbıta-i şerife,
cahiliyye devri insanlarının yaptıkları gibi, resimleri ve putları vâsıta kabul
ederek yapılan bir ibâdet şekli de değildir. Zira bütün mü'minler bilirler ki,
insanların kendi elleri ile yaptıkları sembollerin, onlara tapanlara; ne bir
faydası, ne de bir zararı dokunur.
Nitekim Cenâb-ı Hak,
insanları; ağaç ve benzeri maddelerden yapıp tapındıkları heykeller için,
"O putların yürüyecek ayakları mı vardır?"[17] diye
îkaz buyurarak, onlardan fayda ve zarar gelmeyeceğini hatırlatmaktadır.
Kezâ, Kur'ân-ı Kerîm'in
muhtelif âyetlerinde Mevlâmız, kendi zâtı ile alâkalı olarak da şöyle
buyuruyor: "Onun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi dahi yoktur.[18] Hiçbir
şey onun dengi (ve benzeri) değildir.[19] Onu
gözler idrâk etmez (kavrayıp ihâta edemez, kuşatamaz), gözleri o idrâk eder
(hepsini ihâta eder, görür, bilir)."[20]
Zâtını, kendi kelâmiyle
bu şekilde tavsif eden Cenâb-ı Hak, mutlak ve tek mâbuddur. Bu itibarla, onun
zâtından başka şeylere ibâdet eden kâfirlerin, ibâdetleri bâtıldır,
boşunadır... Allâh'ın nûrundan nasipleri kesilmiş, perişan bir haldedirler!
Yoksa, -hâşâ sümme hâşâ[21]- mürşid-i kâmillere râbıta yapan zâkirler,
muvahhidler, âşıklar ve sâdıklar, Hz. Allah'ta fenâ-i küllî bulmak için,
temsilleri vâsıta kabul etmemişlerdir.
Şayet, belki kabul
etmişlerdir, diye bozuk ve sakat bir iddiâ ile ortaya çıkan olursa, o ya gâfil
ya da hâindir... Dolayısiyle, "Kim bir Müslümanı tekfîr ederse (küfürle
itham edip ona kâfir derse), mutlaka kendisi kâfir olur" hükmünün altına
girmiş olur.
Bid'atler ve Devirlerin Hayırlısı
"Hadis-i
şeriflerden alarak; İşlerin kötüsü, sonradan ortaya çıkan şeylerdir. Dînin
aslında olmayıp, sonradan meydana gelen her şey bid'attir. Her bid'at ise
sapıklıktır. Hz. Allah; bid'at sahibinin orucunu, haccını, ömresini, cihâdını,
nâfilelerini ve tevbesini kabul etmez. Hamurdan kılın çıktığı gibi İslâm'dan
çıkar. Devirlerin hayırlısı benim devrimdir. Yani, benim içerisinde yaşayıp
bulunduğum zamandır. Ondan sonra, benim zamanıma yakın olan devirlerdir. Daha
sonra 'kizb (yalan)' yayılır ki, onlara îtimat etmeyin."
Evet; Resûlüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz, kavl-i şerîf-i Muhammedî'lerinde
sâdıktır, o doğruyu söylemiştir. Lâkin bid'at ehlinden murad; kelâm
kitaplarında gayet genişçe anlatılan sapık fırkalardır. Yoksa, tarîkat-i
Muhammediye ehli, bid'at ehli değildir. Aslâ "tarîkat ehli, zikir ehli
olduğundan dolayı bid'at ehlinden sayılırlar" da denilemez. Zira zikir,
âyet ve hadislerle me'mûrun bih olan yani yapılması emredilen bir keyfiyettir.
Bu münâsebetle zikir, kat'iyyen bid'at olamaz.
Ve eğer, "râbıta
ehli olduklarından dolayı bid'at ehlindendirler" denilecek olursa, o da
büyük hatâdır. Çünkü râbıta-i şerife de, yine zikir gibi âyet, hadis, âsâr
(eserlerde) ve ehlüllâhın icmâı ile sâbittir. Binâenaleyh, râbıta-i şerife de
bid'at değildir.
Yine, zamanların en
hayırlısı Resûlüllâh'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) zamanı olduğuna göre,
onun zamanındakilerin de tamâmının râbıta ehli oldukları güneşten bir zerre,
deryâdan bir damla misâli açıklandı.
"Kizb"ten
murad ise, bid'at ehlinin sözleridir... Deccâl'in fitnesidir. Yoksa Allâhü
zû'l- Celâl'in kullarına, ma'rifet-i İlâhiye'nin yolunu gösteren, mîzân-ı
kulûbten müridlerin mecrâ-yı kulûbüne (mürşidlerin kendi kalblerinden
müridlerin kalbine), zevki tadanlarca mâlum olan feyz-i İlâhî'yi akıtan
mürşid-i kâmili vesîle edinmek ve ona sâdık bir şekilde râbıta yapmak
"kizb (yalan)" değildir.
Bir Şeyin En Büyük Rüknünü İnkâr Etmek, O
Şeyin Tamamını İnkârdır
"Ey kardeşim!
Tarîkat, hakîkat ve ma'rifete dahlolunmaz (müdâhale edilmez, karışılmaz). Bu
fakîrin girdiği tarîkatta, feyzin menşei kabul edilen ve ismine râbıta denilen
hâl; puttur, şeytânîdir... Şerîata aykırı ve şirk denilecek bir husustur."
Bu zâtın tarîkata
karışılmaz deyip, (sonra da edepsizce) râbıta-i şerifeye dil uzatması, aynen,
târikat-hakîkat ve ma'rifeti inkârdır.
Zira bir şeyin, "Mâ
yetümmü bihi'ş-şey"i yani tamamlayıcı cüz'ü-parçası olan en büyük
rüknünü-esâsını inkâr etmek, o şeyin diğer rükünlerini de inkâr etmektir.
Meselâ: Mâlum vakitlerde
farz olan namaz, hususî rükünlerden ibârettir. Bu itibarla bir kişi,
"Namaz inkâr edilemez ama, namaz içindeki kıyâmın aslı yoktur" demiş
olsa, bu adam, namazın aslını, yani tamamını inkâr etmiş olur.
Kezâ râbıta-i şerife de,
zikir ehli için, namazın kıyâmı gibidir. Zikrin en büyük rüknüdür, özüdür. Bu
takdirde râbıtayı inkâr eden, hakîkat ve ma'rifetin mebde'i (başı-kaynağı) olan
âlî tarîkatleri tamamen inkâr edip, bütün ehlüllâhın yüce kapılarından kovulmuş
olur!
Sapıtmaktan veya saptırılmaktan Allah
Teâlâ'ya sığınırız.
Yine herkesin mâlumudur
ki, râbıta-i şerife denilen hâl, "pis put" değildir. Zira pis putlara
tapanlar kâfirlerdir. Putlara yapageldikleri ibâdetleri de boş ve
faydasızdır... Hem inançları, hem de amelleri bâtıldır. Dünya ve âhirette zarar
ve ziyan içerisindedirler!
Nitekim, bu mânevî
iflaslarının neticesi olarak, nasıl perişan vaziyete düştükleri, bir çok yerde
anlatılmıştır. Bu cümleden olarak, Kâzî Beyzâvî (rh.) hazretlerinin ve diğer
bazı müfessirlerin, "Onlar (yani cinler), Süleyman'a kalelerden,
heykellerden, havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, sâbit kazanlardan ne dilerse
yaparlardı"[22] âyet-i
kerimesinin tefsiri esnasında geniş açıklamalar vardır.
Bu açıklamalardan
anlaşıldığına göre; bizden önceki ümmetlerden bazıları ibâdethânelerine, geçmiş
peygamberlerin (aleyhimüsselâm) çektikleri zahmetleri, meşakkatleri, çileleri,
sıkıntı ve zorlukları... kısacası, karşılaştıkları bütün belâ ve musîbetleri
dile getiren ve bunlara rağmen onların, Allah Teâlâ'ya karşı ibâdetlerini nasıl
dosdoğru ve eksiksiz bir şekilde yaptıklarını gösteren sûretlerini tasvîr
ederler, resimlerini yaparlardı. Dolayısıyla bu resimleri birer ibret tablosu
ve Allâh'a kulluk vazifelerini hatırlatan bir vesîle olarak kabul ettiklerini
söylerlerdi.
Ancak daha sonra, bazı
câhil kimseler bu düşünceyi terk ederek, "Bu resimler kıyâmet gününde bize
şefaat etsinler, diye hürmet ve saygı gösteriyoruz; çünkü bunlar, Allah indinde
şefâatçidirler" demeye başladılar.
Zamanla cehâlet, daha da
şiddetli bir şekilde artarak, birinci ve ikinci mülâhazaların her ikisi de
bozuldu. Yani o düşünceler de terkedildi... Resimleri, heykelleri ma'bûd olarak
kabul etmeye başladılar.
Böylece, eşi ve benzeri
olmayan, tek ve mutlak ma'bûd olan Hz. Allâh'a karşı şirklerini açığa vurarak
kâfir oldular!
Gelelim râbıta erbâbına...
Kâmil bir şeyhe râbıta
yapan ihlâslı bir mürid, deli bile olsa, mürşidini ma'bûd olarak kabul etmez.
Hiçbir zaman, ona ibâdet ediyorum demez. Şeyhinin, ancak Allâh'a vuslatın
keyfiyetini gösteren bir kılavuz olduğuna inanır.
Bu sebeple râbıta ehli
putperest olmayıp, bilakis Hüdâperest'tir, Allâh'a kulluk etmektedir. Çünkü,
fenâ fillâh makamında olan kâmil bir şeyhe, bir müridin râbıta yapması; farz
olan bir vakit namazının edâsında, takvâ sahibi bir zâtı imam kabul ederek ona
uyması gibidir. Kılınan namaz, Allah içindir; imam ise, sadece bir vâsıtadır. Nitekim
Fâtiha-i şerîfeyi okurken, "Yalnız sana ibâdet eder (kullukta bulunuruz),
yalnız senden yardım isteriz" diyerek, bütün ibâdet ve kulluğu Allah
Teâlâ'ya tahsîs ediyoruz.
Bilindiği gibi, cemaatle
edâ olunan farz namazın sevâbı, kişinin niyetine ve ihlâsına göre, münferiden
(tek başına) kıldığı namazın sevâbından çok daha fazladır. "Allah, kime
dilerse ona kat-kat verir."[23]
İşte namazını cemaatle
kılan kimse de, Allah Teâlâ'nın dilediği bu kimseler topluluğu cânibine
(tarafına) doğru sür'atle yol alır... Kat-kat ve pek ziyade bir sevâba
kavuşur... Huzûr ve huşûa nâil olur.
Binâenaleyh, kâmil bir
şeyhe bağlanan râbıta ehli de bunun gibidir. Hatta daha farklı ve daha ulvî
dereceler, makamlar elde eder. Ancak, bu bir hâl işi olduğu için, kaal ile
anlatılması güçtür. Bununla beraber kısaca bir şeyler söylemek gerekirse şöyle
diyebiliriz:
Tunç gibi katılaşıp
sertleşen kalb, mürşid-i kâmile olan râbıta ile yumuşar, hamur gibi olur.
Rabb'imiz Teâlâ ve Tekaddes hazretlerinin tesellîlerine kavuşur, İlâhî
tecelliyâtın ka'besi hâline gelir.
Kezâ, müridin mürşidine
olan râbıtası; hacıların Beytullâh'ı delil ile tavâf etmeleri, Ravza-i
Resûlüllâh'ı da delil ile ziyaret etmeleri gibidir.
Çünkü huccâc-i kirâm,
"Tûfû bi ehli Mekkete ve zûrû bi ehli'l-Medîne (Mekke ehli ile tavâf
ediniz, Medîne ehli ile ziyaret edeniz)" diye emrolunmuşlardır.
Ve yine bu hâl, Elifbâ
okuyan bir çocuğun, okumayı öğrenme esnasında, hocasının önünde diz çöküp
oturması gibidir.
Şimdi, namaz kılan
hakkında imama; Ka'be'yi tavâf eden, Peygamberimiz'in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) kabr-i şerifini ziyaret eden hacılar hakkında delile; talebe hakkında
da hocaya pis put (!) demek mümkün ve münasip olursa, müridler hakkında da,
şeyh-i kâmile (hâşâ) pis put demek mümkün olur!
Halbuki bunu, bugüne
kadar -deli de olsa yahut zindanlara tıkılıp işkenceler bile görse- hiçbir
kimse söylemedi.
Nakşibendî büyüklerinin
(k.e.) rûhâniyetlerinin kahrından korkmadan, ehlüllâh'a iftirâ etmeye
yeltenenlerin şerrinden Allah Teâlâ'ya sığınırız.
Delîli İddiâsından Bozuk!
"Râbıtanın şeytânî
olduğunun aklî alâmeti ise, şeyhe yapılan râbıtada meydana gelen keyfiyetin,
İblis aleyhi'l-lâne'ye yapılacak râbıtada da aynen meydana gelmesidir."
Aman efendim, yazıklar
olsun!.. "Özrü kabahatinden büyük", "Delîli iddiâsından
bozuk" sözlerinin mânâsı budur işte...
Çünkü şeytana râbıta, ya
onu mürşid kabul etmeksizin tecrübe ve sınama maksadıyla, ya da hidâyet yolunu
gösteren bir mürşid kabul ederek yapılır.
Şimdi birinci mülâhazayı ele alalım...
Tecrübe niyetiyle mel'ûn şeytana râbıta yapmak
ki, bu büyük küfürdür!
Niçin denilecek olursa;
çünkü, bu râbıta-i şerifede hâsıl olan rûhânî zevk ve nûrânî şevkin pek
lezzetli olan meyvesi; "İ'râzun an cemî'i mâ sivâ'llâhi ve ikbâlün
külliyyün ila'llâhi ve vicdânü'l-halâveti min kavli'l-mü'mini âmentü billâhi
ve'l-fenâü'l-hakîkiyyü fi'llâhi teâlâ"dır. Yani; Allah'tan gayri her
şeyden (mâsivâdan) yüz çevirmek, tamamen Allâh'a yönelmek, mü'minin 'âmentü
billâh: Allah'a iman ettim' sözünün tadını letâifinde bulmak ve Allah Teâlâ'da
fenâ-i hakîki ile fânî olmaktır.
Şeytan ise, isyânı
sebebiyle Allâh'ın huzûrundan kovulmuş, rahmet-i İlâhî'den uzaklaştırılmış ve
ebedî hüsrâna mahkûm olmuştur!..
Dolayısıyla, pek azîm
bir devlet, çok ulvî bir saâdet olan Allâh'ın cemâlini görmeye ve sâir büyük
nîmetlere nâil olmaya vesîle olabilecek bir hidâyet rehberi aslâ değildir.
Aksine; her zaman, her yerde mütemâdiyen olanca gücü ile küfür, dalâlet ve her
türlü kötü yolların kılavuzluğunu yapar!.. Nitekim bunun böyle olduğunu,
Cenâb-ı Mevlâmız bizlere çok açık bir şekilde şöyle bildirmektedir:
"Allah, iman
edenlerin velîsidir (yani dostu ve yardımcısıdır). Onları zulmetlerden nûr'a
çıkarır. (Küfrün karanlıklarından imanın nûruna kavuşturur.) Küfredenlerin
velîleri ise, Tâğut'tur... Onları nûr'dan zulmete çıkarır. Onlar, ateş
ehlidirler; orada, (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar."[24]
Cenâb-ı Hak, şeytanın
apaçık bir düşman olduğunu açıklayıp dururken, bu zâtın, şeytanı tecrübe etmeye
kalkışması, Allâh'ın kelâmından şüphe etmesidir... Allâh'ın kelâmından şüphe
ise, küfürdür!
İkincisine gelince...
Yani tecrübe etmek
gâyesiyle değil de, şeytanı, bizzat Hak yolu gösteren bir mürşid kabul ederek
râbıta yapmak ki; bu daha da büyük bir küfürdür!
Niçin denilecek olursa;
çünkü, dostlarını azîz, düşmanlarını da zelîl kılıcı olan azamet sahibi Yüce
Mevlâmız, şeytana, "Muhakkak ki ceza gününe kadar lânetim senin
üstündedir"[25] buyuruyor.
Ve yine, "Muhakkak
ki sen artık kovuldun"[26] kavl-i
kerîmi ile de, dergâh-ı izzetinden atıp uzaklaştırdığını ihtar ediyor.
Kullarına da, Fâtır
sûresinin 6'ncı âyet-i kerimesinde, şeytanın ne denli şiddetli bir düşman
olduğunu şöyle haber veriyor:
"Hakîkaten şeytan,
sizin amansız bir düşmanınızdır; onun için, siz de onu düşman sayın.
(İnançlarınızda ve amellerinizde onu bir düşman olarak tanıyın, bütün
hallerinizde ondan kaçının!)"
Binâenaleyh akl-ı selim
sahipleri -gerek öncekiler ve gerekse sonrakiler- şeytanın; Allâh'ın
rahmetinden kovulmuş, huzûr-i İlâhî'den atılıp uzaklaştırılmış olduğunda,
dolayısıyla cehennemde ebedî olarak kalacağında ittifak etmişlerdir.
Hakîkat böyle iken o
zâtın; şeytanı, hidâyet yoluna götüren bir mürşid kabul ederek ona râbıta
yapması gerçekten doğru ise, onun bu hâli, mel'ûn İblis'in, Hz. Âdem'e secde
kaziyesinde (uyd. önerme) ortaya koyduğu muhâlefet, itâatsizlik ve
inatçılığından daha tehlikelidir. Bu vaziyetin, Allâh'a karşı en büyük
muhâlefet ve bir düşmanlık olduğu hususunda hiçbir kimsenin itirâzı olamaz.
Şayet denilirse ki; bu
zâtın söylemek istediği, senin yukarıda, "şeytana râbıta iki tarzın
dışında olmaz" diye îzah ettiğin şıklardan hiçbirisi değildir. Belki
onlardan başka, diğer iki tarz vardır...
Bunlardan birincisi;
faraziyeler, itibarlar ve temsiller yani var sayılan şeyler kabilinden olması
ki, câizdir.
İkincisi de, tecrübe
etmeyi kastettiği takdirde, maksadı; "Bakalım şeytan, min haysü hüve hüve
şeytan (şeytan, şeytan olması cihetiyle) hidâyet rehberi olmaya kaadir
mi?" demek değildir.
Belki maksadı; "Şu,
şeyhe râbıtada meydana gelen keyfiyet, bakalım, şeytana yapılan râbıtada da
hâsıl oluyor mu? Şayet hâsıl olursa, râbıtanın şeytânî olduğu anlaşılır. Bu
şekilde tecrübe edip râbıtanın şeytânî olduğunu bileyim de, bundan sonra ben
ondan kaçınayım, uzak durayım" demektir.
Kabul... Ancak, bu iki
şıktan hiçbirisi ile iddiâ edilen şey isbat edilmiş olmaz. Çünkü her ikisi de
bâtıldır.
Şöyle ki:
Birincisi,
faraziyelerden saymak; iddiâyı isbat için söylenen ve hükmü kat'î olmayan, farz
ve takdire bağlı bulunan bir mesele olarak kabul etmek... Faraziyelerin yani
meseleyi aydınlatmak için getirilen temsil çeşitlerinin, verilen misâllerin
ise, zâhirde mevcut olmasının îcap etmediği bütün ilim erbâbınca mâlumdur.
Dolayısıyla böyle bir
delil ile bu iddiâyı isbâta kalkışmak hatâlıdır. Ve meşhur olan,
"Levle'l-farziyyâtü lebetaletü'l-hikmetü"[27] kaziyesi de, bu noktada kullanılabilecek
geçerli bir söz değildir.
Gelelim ikincisine...
Yâni, şeytânî olduğunu öğrenip de ondan
kaçınmak için tecrübe etmek ki, bu da bâtıldır.
Zira, mûteber kitaplarda geçen şeytan ile
alâkalı mevzûlar, hemen herkesin mâlumudur.
Bu mel'ûn, nice yüksek
derece ve mertebe sahiplerine Hak yönünden gelip, bâzı hârikalar gösterir,
onları Hak tarafından nefret ettirip, kendi çirkin hâl ve gidişâtına yöneltmeye
çalışır. Ancak Cenâb-ı Hakk'ın hidâyet ettiği kimseler bunun, Hak yönünden gelse
de, şeytan olduğunu anlamaya muvaffak olurlar... Ve gösterdiği hârikaların da,
"el-Kitâbetü ale'l-cemedi fi'l-harri'l-mümteddi"[28] kabilinden,
şeytânî bir keyfiyet olduğunu anlarlar. Üzerinde yürüdükleri doğru yoldan
ayrılıp sapmazlar...
Fakat, bazıları da
anlayamazlar... Çünkü Cenâb-ı Hak, anlamaya muvaffak kılmaz. Allah korusun;
böyleleri Hak yoldan ayrılıp, bâtıl yollara düşerler! Hatta niceleri görülüyor
ki, tevhid ehli bir mü'min iken, mürted bile oluyor!
Nitekim bu zâta da,
birçok büyüklerin berbat olmalarına sebep olan mel'ûn -yukarıda anlatılanlar
gibi- gölge ve hayâl cinsinden bir takım şeyler gösteriyor... Ve,
"Akrabü't- turukı ila'l-lâhi ve menşeü'l-feyzi mina'l-lâh (Allâh'a götüren
yolların en yakîni, Allah'tan fezy almanın menşe'i-kaynağı.)" olan
râbıta-i şerifenin terki yönüne irâdesini sarfetmesine sebep oluyor.
"Allâhümme
erine'l-Hakka Hakkan ve'r-zukne'l-itibâa ileyh, ve erine'l-bâtıle bâtılen ve'r-
zukne'l-ictinâbe anh."
Mânâsı: "Allâh'ım,
bize Hakk'ı Hak olarak göster ve bizi, ona uymakla rızıklandır... Bâtılı da
bâtıl olarak göster ve yine bizi, ondan kaçınmakla rızıklandır."[29]
Râbıtanın Meşru'iyeti Âyet-Hadis-İcmâ' ve
Kıyas ile Sâbittir
"Eğer, 'Râbıta
hakkında Hâlid Efendi'nin ve diğer birçok ulemânın risâleleri ve cevâzı
hakkında da delilleri vardır' denilecek olursa, cevâben derim ki: Onların
herbiri tarafımızdan mütâlaa olundu ve oradaki delillerin, "Evhenü min
beyti'l-ankebût"[30] olduğu
anlaşıldı."
Yâhu, her şeyden evvel o
deliller; âyet, hadis ve Allah dostlarının icmâ'ıdır. Bu itibarla (hâşâ)
"örümcek ağından daha zayıf" değildir. Tam aksine, "Erfeu min
âlemi'l-melekûti ve a'lâ min Arşi'l-Ceberût"tur. Yani melekût âleminden daha
yüksek, ceberût olan Allâh'ın Arş'ından daha a'lâdır.
Bu zât kimdir
bilmiyorum. Ancak, "Kad tenkiru'l-aynü dav'e'ş-Şemsi min ramedin / Ve
yenkiru'l-femü tâ'me'l-mâi min sekamin."
(Bazan göz, herhangi bir
hastalıktan dolayı Güneş'in ışığını göremez de inkâr eder. Ve yine ağız da,
bazan bir illetten dolayı, suyun tadını anlayamaz) fehvâsınca, bazı inkârcı ve
inatçılar tarafından çeşitli eserlerde, yalan-yanlış sözler sarfedilmiş
olabilir. Bunların doğru olup olmadıklarını araştırmak gerekir.
Lâkin bu zât, tedkik mumunu
yakıp, râbıta ehli hakkında kulağına gelen çirkin sözlerin ne denli birer
iftira ve karalamadan ibaret olduğuna bakmıyor... Böyle bir araştırma lüzûmunu
hissetmiyor. Bütün bu karalamaları, birer hakîkatmiş gibi kabul edip, ona göre
ahkâm kesiyor!
Râbıta-i Şerife Tevhîde Aykırı Olmadığı
Gibi Bid'at da Değildir
"Ve bu râbıtanın
mevcut olup olmadığını tesbit için tefsirler, hadisler ve sûfiyyenin kitapları
taranmıştır. Hiçbirisinin herhangi bir yerinde, râbıtanın şerîatta olduğunu
ifâde eden bir ibâreye rastlanmamıştır. Belki bu râbıta müteahhirînden câhil
sûfîlerin ihdâs eylediği bir şeydir. Binâenaleyh, tevhîde münâfî ve dinde büyük
fitnedir."
Bu sözleriniz;
"Yâr nezdikter ez
men bimenest Ve in acepter ki men ezvay dûrem"
(Dost bana, benden daha yakın. Ne tuhaftır
ki, ben ondan uzağım) nev'indendir.
Ve yine,
"Yerâ eşcâru fâkın, velâ yerâ mâ
nekaşe alâ zufrih" (Yüksek ağaçları görür, tırnağı üzerindeki nakışları
görmez) kabilinden sözlerdir.
Çünkü, tefsir kitapları
dediğiniz, Kur'an âyetlerini tefsir ve te'vil eden eserlerdir. Bu takdirde,
aşağıda zikredeceğimiz şu âyetlerden daha kuvvetli nasıl bir delil olabilir?
1. "Ey iman edenler! Allah'tan
korkun. Bir de sâdıklarla beraber olun."[31]
2. "Rüku' edenlerle
berâber rüku' edin."[32]
3. "Her
kim Allâh'a ve Resûlü'ne itâat ederse; işte onlar, Allâh'ın kendilerine
nîmetler verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerle beraber
olurlar; bunlar ise ne güzel arkadaştır!"[33]
4. "Ona (yani Allah'a
yaklaşma hususunda) vesîle arayın."[34]
5. "Eğer
Rabb'inin burhânını (delîlini) görmemiş olsaydı..."[35] Ancak akla şöyle bir soru gelebilir:
Bu âyet-i celîlelerin
her birinin sebeb-i nüzûlleri (iniş sebepleri) değişiktir... Zâhirî delâletleri
başka başkadır. Bu münâsebetle râbıta-i şerifeye hangi yönden, nasıl delil
olabilir?
Buna cevâben deriz ki:
Âyet-i kerime ve hadîs-i
şeriflerde, zâhirî-bâtınî her ahkâmın zâhirî delilleri mevcut olsa, zâhirî
hükümlerin istinbâtı (ortaya konulması) için zâhir ilimlerde müctehid olanlara;
bâtınî ahkâmın istinbâtı için de, bâtın ilminde müctehid ve turuk-ı aliyye
ashâbına (yüce tarîkatlere mensub olan Allah dostlarına) hiçbir ihtiyaç
kalmazdı. Herkes kendi çıkarttığı hükümlerle amel ederdi. Halbuki bakınız,
müfessirlerin kıdvesi (kendisine uyudukları) Allâme Beyzâvî (beyyezallâhü
vechehü'n-nûrânî) hazretleri, Bakara sûresinin tefsirinde, "O (öyle bir
lûtuf ve ihsânı bol Rabb) ki, yeryüzünü sizin (ikâmet ve istirahatiniz) için
bir döşek, semâyı da (yüksek kubbe gibi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek
onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile
bile Allâh'a şirk koşmayın"[36] âyet-i
kerimesinin zâhirî mânâsını tefsir ettikten sonra, İbn Abbas'tan (r.anhümâ) ve
başkalarından rivâyetlerde bulunarak şöyle demiştir:
"Kur'ân-ı Kerîm'in her âyetinin
zâhirî tefsiri olduğu gibi, mutlaka bâtınî te'vili de vardır."
Madem ki öyledir, yâni
her âyetin bâtınî te'vili vardır; öyleyse yukarıda geçen âyetlerin her biri,
râbıta-i şerifenin mevcut olduğunun en kuvvetli delilleridir. Ve yine hadis
kitaplarından Ekmelüddîn'in Şerhu Meşârik'ında, İbn Hacer'in Şerhu Şemâil'inde
ve diğer mûteber kitaplarda, râbıta-i şerife ile alâkalı geniş açıklamalar
vardır. Fakat oralardaki açıklamaları, bu risâleye aktarmamız imkânsız; zaman
ve zemin müsait değil... Arzu edenler oralardan okusun. Zira, oralarda
gösterilen delillerden daha başka ve daha fazla nasıl bir delil olabilir?
Ayrıca;
V Ebû
Yezîd-i Bestâmî[37] [H.
188-261] hazretlerinin, "Men lem yekün lehû şeyhun fe şeyhuhû
şeytânün"[38] sözleri...
V Hz. Mevlânâ'nın (M.
1207-1273),
"Zânki bâ aklî çû
aklî cüft-i şüd Mâni' bed fiil ve bed güft-i şüd"
(İki akıl birleşirse,
yani biri diğerine yardım ederse, hem kötü iş hem de kötü sözlere mânî olur)
beyti...
V İmâm Bûsîrî (M. 1213-1296)
hazretlerinin, Kasîde-i Bürde'de zikrettiği,
"Men lî bireddi cimâhın min
gavâyetihâ / Kemâ yüraddü cimâha'l-hayli bi'l-lücüm"[39]
beyti de gayet açık
delillerdir. Yani tasavvuf kitaplarında geçen bu sözler de, yine bir mürşid-i
kâmile râbıtanın lüzûmuna delâlet etmektedirler.
V İmâm
Şa'rânî (M. 1492-1565) hazretleri, Nefehât-ı Kudsiyye'sinde zikrin âdâbını
sayarken buyururlar ki:
"Zikrin âdâbının
yedincisi, müridin zikir esnâsında mürşid-i kâmili iki gözünün önünde hayâl
etmesidir... Rabb'imiz Teâlâ'dan feyz alabilmenin menşei ve âdâbının başı
budur."
V Âllâme
Seyyid Şerif Cürcânî (M. 1340-1413) hazretleri, Şerhu Mevâkıf'ının sonunda,
"Mürşidân-ı kirâmın sûretleri, müridine zuhûr eder... Onlar da, mürşidin o
sûretinden feyz alırlar" diye îzahta bulunur.
V Molla
Câmî (M. 1414-1492) ve İsmail Hakkı (1653-1725) kaddesallâhü esrârahümâ
hazretleri de bu hususu, "Zikrin iki yolu vardır ve bu iki yoldan birisi
râbıta yoludur" diye beyan buyururlar.
V Ebû
Saîd Hâdimî kuddise sırruhü's-sâmî[40] hazretleri
ise bu mevzû ile alâkalı olarak yazdıkları risâlelerinde, "Fe-yetehayyelü
sürete'n-Nebiyyi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ev sûrete şeyhihî (Mürid,
Nebiyy-i Muhterem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in veya şeyhinin
sûretini tahayyül eder, hayâlinde canlandırır)" diye kaydederler ki, hepsi
de râbıtanın varlığını, meşru'iyetini ve hatta lüzûmunu ifade etmektedir.
Bunlardan daha kuvvetli ve daha fazla nasıl bir delil olabilir?
Şayet râbıtayı inkâr
eden bu zât, insaflıca mütâlaa etmiş olsa, "Hâzâ hısnü'l-lâhi mine'l-
hadîd (Şu râbıta-i şerîfe, Allâh'ın demirden (çelikten) bir kalesidir)"
kabilinden daha çoook deliller bulurdu. Fakîr, bu zâtı görmedim ama, hüsn-i
zannım şöyledir:
Geniş bilgiye sahip bir
âlim ve te'lif ettiği eserler de, âdeta bir ağacın dalları gibi uzayıp filizler
atmış, etrafa yayılmıştır.
Bu fakîr ise ilim
yönünden o zâta nisbetle, uçsuz bucaksız bir deryânın sâhilinde, terkedilmiş
susuz bir kuyu gibidir. Ancak, Allâh'ın (c.c.) muvaffak etmesi başka bir
şeydir...
"Allah kime nûr
vermemişse, artık onun için hiçbir nûr yoktur."[41] "Hamdolsun
o Allâh'a ki, bizi hidâyetiyle buna kavuşturdu. Eğer Allah bize hidâyet
etmeseydi, kendiliğimizden bunun yolunu bulmuş olamazdık."[42]
Şerîatın Zâhir ve Bâtınına Âit Hükümlerin
İstinbâtı
"Ey aziz kardeşim!
Eğer, 'sen zâhir ulemâsındansın, bâtın ulemâsı üzerine bilgin yoktur' diyecek
olursan, cevâben derim ki: 'Bu âciz kul, Hâlidiyye yolundan icâzetli bir kul
idi. Ve bir teveccühte yedi-sekiz müridi iğmâ ediyor (kendinden geçiriyor)du.
Fakat bu denî râbıta [hâşâ lillâh![43]] sebebiyle terkine, Hâdî hidâyet eyledi."
Şayet söylediği doğru
ise, bu zât; Tarîk-ı Nakşibendiye'nin nûr oluğundan akan feyz-i İlâhî'den
içmiş... Müridlerden yedi-sekiz kişiyi de bir teveccühte kendilerinden
geçirirken, râbıta sebebiyle bu yolu terketmiş. Fakat, onun bu yolu terketmesi
ile, kalbleri ve ruhları sâf ve berrâk olan diğer ihvânın da terkederek kopup
gitmesi îcap etmez. Nitekim Hâfız Şirâzî bir beytinde, bu mânâyı şöyle ifade
eder:
"Dûş ez mescid sûy-i mîhâne âmed
pîr-i mâ / Çîst yârân-ı tarîkat bâde zîn tedbîr-i mâ?"
Mânâsı: "Dün bizim
şeyhimiz, mescidten meyhâneye doğru gitti! Ey tarîkat dostları, bundan sonra
bizim tedbirimiz ne ola?!"
Yine Şeyh Ferîdüddîn Attar hazretlerinin,
"Şeyh San'ân bûd muhterem / Bâ mürîd
çâr sâd ender harem"
Mânâsı: "Şeyh
San'ân, muhterem bir şeyh idi. Harem'de müridleri ile birlekte dörtyüz kişi
idiler" diye başlayan beyitlerinde anlattığı hikâye de bu mânâya delâlet
eder.
Kezâ, Bel'âm b. Bâûrâ
Vak'ası[44] ile Arapça ve Farsça birçok eserde, gerek
nazım gerekse nesir hâlinde dile getirilen hâdiselerin hemen hepsi de
yukarıdaki iddiâmızı isbât eden delillerdir. Nitekim birçokları -her ne
hikmetse- başlangıçta feyz-i İlâhî'den, esrârı sübhânîden bolca istifâde
ederler... Kendilerinden nice güzel haller zuhûr eder... Fakat, yine ne
hikmetse, daha sonra velîler dairesinden çıkartılıp atılırlar.
Bu zâtta da gurur,
kibir, eşi ve akrânı olmadığı iddiâları görülüyor... Sözlerinden öyle
anlaşılıyor. Allah korusun, bu enâniyet çok kötü bir şeydir!.. Çünkü bu
dünyada, "Her ilim sahibinin üstünde, daha iyi bilen birisi vardır"[45] âyet-i
kerimesinin şehâdetiyle nice âlimler, müttakîler ve zâhidler vardır. Lâkin her
biri, mahviyet köşesine çekilmişler; tezellül gömleğini giyip, inkıyat ve itâat
hâlinde Allâh'ın rızâsını ve evliyâullâhın hoşnutluğunu intizâr ederler
(bekleyip gözlerler). Bilhassa bu nûrlu yol, yani Tarîkat-ı Aliyye-i
Nakşibendiye'nin bahçesinde esrâr-ı İlâhî'den nasiplerini alan, makâm-ı
hayrette[46] nice
mümtaz âlimler, âbidler, zâhidler vardır ki, onların rûhâniyetleri insanı,
Allâh'ın (c.c.) kahrı ile kahreder. Allah Teâlâ, onların kahırlarına uğramaktan
bizleri muhâfaza buyursun.
Bu zât bulmuş bulmuş da,
İlâhî aşk ile yanıp tutuşan tevhîd ehlini mi bulmuş?! Sanki yazılacak,
araştırılıp incelenecek hiçbir mesele kalmamış gibi, oturuyor, râbıta ehlinin
ehli bid'at ve hatta putperest olduğunu yazıyor... Ve aklınca, bu iddiâlarını
isbâta kalkışıyor. Daha sonra da, bu talihsiz risâleyi etrafa yayıyor...
Maksadı; râbıta ehline karşı, herkesin kalbinde bulunan güzel itikâdı çekip
almak ve böylece onları halkın nazarında kötü göstermeye çalışmak!..
Eğer bu zât er ise,
Allâh'ın varlığına ve birliğine inanmaktan yüz çevirip kaçanları iman dairesine
dâvet etsin. Onlara; Allâh'ın hiçbir şeye ve hiçbir kimseye muhtaç olmadığını;
bilakis, bizim ona şiddetle muhtaç olduğumuzu ve bunun için iman ve amel
etmemiz gerektiğini anlatsın. Kabul etmeyenlerle de, usûl ve şartlarına uygun
şekilde mücâdele etsin. Etrafa yayılan ahlâksızlık, arsızlık ve hayâsızlığın;
kısacası, dînimizce yasaklanan her türlü kötülüklerin ortadan kalkması için
çalışsın, gayret sarf etsin.
Hulâsa; herkesin,
lüzumlu gördüğü meselelerle alâkalı olarak, aklının erdiği ve dilinin döndüğü
kadar bir şeyler söylemesi, îcab ediyorsa yazması şarttır. Bunun için de, o
mesele ile alâkalı kaynaklara mürâcaat edip, mevzuu iyi bir tahlîle tâbi
tutması gerekir. Ancak, eserin başında da belirttiğimiz gibi, Filibe'de
misâfiriz. Bu sebeple vaktimiz dar, imkânlarımız sınırlı. Bir an evvel
bitirebilmek için de acele ediyoruz. Hudutsuz hamd ü senâlar olsun ki, büyüklerin
rûhâniyetlerinin himmeti ve sırf Cenâb-ı Mevlâ'nın muvaffak kılmasıyla -hemen
herkesin bildiği şeylerden ibâret olan- bu risâleyi iki saat gibi az bir zaman
zarfında yazdık.
Huz mâ safâ, da' mâ
keder (Sen, güzel bulduklarını al, hoşuna gitmeyenleri terket). Ve's-Selâmü alâ
meni't-tebea'l-hüdâ (Selâm, hidâyete tâbi olanların üzerine olsun).
ŞEYH SAN'ÂN VE BEL'ÂM B. BÂÛRÂ VAK'ALARI
ŞEYH SAN'ÂN KİMDİR?
Şeyh San'ân, Abdülkadir Geylânî (k.s.)
hazretleri zamanında yaşamış velî bir zâttır.
Bir gün zamanın büyük
velîleri, Abdülkadir Geylânî hazretlerinin sohbet halkasında onun nasîhatlerini
dinliyorlardı... Birden Fahr-i Kâinât Efendimiz'in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) rûhâniyetleri tecellî ediyor ve buyuruyorlar ki:
"Söyle ey Abdülkadir; senin ayakların
bütün velîlerin omuzları üzerindedir!"
Abdülkadir Geylânî
hazretleri, Resûlüllâh Efendimiz'in bu sözlerini orada bulunanlara aynen
naklediyor. Onların da tamamı kabul edip; "Alâ rakabetinâ ve alâ re'sinâ
(Senin ayakların, bizim omuzlarımız ve başımız üstündedir)" diyerek
teslimiyetlerini gösteriyorlar. Hatta o anda huzûrda bulunmayan bir çok velîye
de ma'nen haber veriliyor ve onlar da, "Ale'r-re'si ve'l-ayn
(Başımız-gözümüz üzerine)" diyerek, Abdülkadir Geylânî hazretlerinin
büyüklüğünü kabul ediyorlar.
Ve yine o anda, Ümmü
Übeyde kasabasında bulunan Rufâî pîri Seyyid Ahmed Rufâi hazretleri de, başını
toprağa koyarak yanındakilere, "Abdülkadir şu anda Kavsiyet'ini îlan etti;
siz de onun büyüklüğünü kabul edin" diyor... Orada bulunan bütün velîler
de, "Abdülkadir'in ayakları, bizim omuzlarımızın üstündedir" diyerek,
bu emre inkıyâd ediyor (itâat edip boyun eğiyorlar).
Ancak, Bağdat
yakınlarında bulunan meşhur Şeyh San'ân, "Ben de onun gibi büyüğüm"
diyerek boyun eğmeyeceğini söylüyor.
İşte tam o anda,
Abdülkadir Geylânî hazretlerinin rûhaniyetleri tecellî ederek, "Madem ki
bana boyun eğmiyorsun, öyleyse senin omuzun üzerinde domuzun ayakları olsun ve
kâfir kızına boyun eğesin" diye aleyhinde duâ ediyor.
Aradan fazlaca bir zaman
geçmiyor; Şeyh San'ân, Rum beldesine doğru yola çıkıyor. Bizans sınırları
içerisine girdiğinde, bir kâfir kızına âşık olup evlenme teklifinde
bulunuyor... Rum kızı ona, "Seninle evlenirim; ancak, benim dinime girip,
babamın çiftliğinde en az bir sene domuzlarına bakmak şartıyla" diye
karşılık veriyor.
Şeyh San'an da, kıza
kavuşmak için buna râzı oluyor. Rum'un çiftliğinde domuzları gütmeye başlıyor.
Gün geliyor, Abdülkadir
Geylânî hazretlerinin dediği oluyor. Dîninden dönen şeyh, yeni yavrulayan
domuzların yavrularını omuzlarında taşıyor.
Etrafındaki müridleri
de, daha dîninden ayrıldığı ilk günden itibaren onu terkedip, melûl ve mahzûn
bir şekilde geri dönüyorlar... Şeyhlerinin bu hâlini her yerde dile getiriyor
ve bunun, Abdülkadir Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü kabul etmediğinden
dolayı başına geldiğini de gayet iyi biliyorlardı.
Şeyh San'ân'ın Mekke'de
velî bir dostu vardı... Arkadaşının başına gelen hâdiseyi duymuş ve son derece
üzülmüştü... Kendisini ziyarete gelen Şeyh San'ân'ın müridlerine, "Siz, bu
hâdiseden dolayı, neden şeyhinizin etrafını terk ettiniz? Abdülkadir Geylânî
hazretlerine gidip, şeyhinizin affı için yalvarsanız olmaz mı? Şimdi vakit
kaybetmeden hemen gidiniz... Vaziyeti ona anlatınız... Şeyhinizin bağışlanması
için yalvarınız" dedi.
Onlar da bu tavsiyeye
uyarak derhal gidip, Gavs-ı A'zâm'dan, şeyhlerinin bağışlanmasını dilediler.
Ayaklarına kapanarak gözyaşı döktüler. Gavs-ı A'zâm da, "Hz. Allah
şeyhinizi, sizin yalvarmanız üzerine affetti... Gidin; şeyhinizin domuz güttiği
çiftliğe varın; ona yakın bir mahalde, zikre başlayın... O sizin yanınıza
gelecek" buyurdu.
Şeyh San'ân'ın
müridleri, Abdülkadir Geylânî hazretlerinin dediği gibi yaptılar: Gidip şeyhin
hizmet ettiği Rum'un çiftliğini buldular. Ona yakın bir yerde, "Lâ ilâhe
illallâh" diyerek kelime-i tevhîd zikrine başladılar... Bunu duyan Şeyh'in
hemen aklı başına geldi; ne hallere düştüğünün farkına vardı ve derhal
müridlerinin yanına koştu... İstiğfar edip, kelime-i şehâdet getirdi...
Söylediği sözden, yaptığı işlerden pişmanlık duyarak, "Abdülkadir
Geylânî'nin ayakları benim omuzlarım üzerindedir" dedi ve onlarla birlikte
zikre başladı.
San'ân'ın gittiğini
gören Rum kızının da, aklı başından gitti ve derhal peşine düşüp, "Mâdem
ki bu zamana kadar sen bana hizmet ettin; şimdi ise ben senin dînine girip sana
hizmet edeceğim" dedi. Ve hemen oracıkta kelime-i şehâdet getirerek
Müslüman oldu; onunla evlenmeyi de şartsız kabul etti.[47]
BEL'ÂM B. BÂÛRÂ
Bel'âm bin Bâûrâ,
ülû'l-azm[48] peygamberlerden
Hz. Mûsa aleyhisselâm zamanında yaşamış, İsm-i A'zam'ı bilen âlim ve duâları
makbul olan velî bir zât idi. Belka şehrinde oturuyordu.
Şehrin vâlisi Belak, Hz.
Mûsa'nın askerlerinin şehre doğru geldiğini duyunca, şehre girmemeleri için,
ondan duâ etmesini istedi.
Kabul etmeyince; ölümle
tehdit etti! Halk da kendisine çeşitli rüşvetler verdi... Gene de kabul
etmeyince; hanımı devreye girdi. Ve nihayet hanımı vâsıtasıyla, Hz. Mûsa ve
askerleri aleyhine duâ ettirdiler. Yani dünya sevgisi sebebiyle, zâlimlere
taraftarlık etmiş oldu. Cenâb-ı Hak da, duâsını kendi aleyhine çevirdi ve son nefesinde
imansız olarak gitti. Halbuki ilk zamanlarında sohbet ve va'zlarında on ikibin
divit ve kalem ile talebeler, onun Rabbanî ilhamlarıyla ledün ilminden
duyduklarını yazarlardı. Ancak sonunda helâk denizine batıp; âlemin yaratıcısı
yoktur diye kitap yazanların da ilki olmuştur.[49] Kur'ân-ı
Kerim'de onun hâli, soluyan köpeğin hâline benzetilmiştir ki, bahis mevzuu
âyetlerin meali şöyledir:
"Habîbim onlara,
kendisine âyetlerimizi verdiğimiz o adamın kıssasını da anlat; o bunlardan
sıyrılıp çıkmış, derken şeytan onu arkasına takmış, nihayet azgınlardan
olmuştu. Eğer dileseydik, biz, elbette onu bu âyetlerle yükseltirdik. Fakat o,
yere- alçaklığa saplandı ve hevâsının, nefsanî arzu ve isteklerinin peşine
düştü. Artık onun ibret verici hâli, o köpeğin hâline benzer ki, üzerine varsan
da dilini uzatıp solur; bıraksan da dilini sarkıtıp solur."
Yani, onu yorsan da
dilini uzatır solur, rahat bıraksan da dilini uzatır solur... Hiçbir zaman
ıztıraptan kurtulmaz. Köpeğin en aşağılık hâli, başka hayvanda bulunmayan bu
soluyuştur. İşte o kimsenin hâlindeki bu alçalma, köpeğin örnek olmuş olan bu
en aşağılık hâli gibidir. Yani alçalmanın son kertesidir ki, korkutsan da
korkutmasan da aynıdır; onun için bir şey fark etmez.
"İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan
kavmin misâlidir", onların sıfatı budur.
Habîbim! "Artık
sen, bu kıssayı onlara anlat; belki iyice düşünürler." İçlerinde, uyanıp
aklını başına toplayacak olanlar bulunur; yani sen, bu ihtimâli de göz önünde
bulundur, dikkate al."[50]
KİTÂBİYAT
A) Sırf râbıta-i şerifeyi
mevzu' edinen başlıca matbu' eserler:
1. er-Rahmetü'l-Hâbita
fî Zikri İsmi'z-Zâti ve'r-Râbita. Müellifi: Hüseyin ed-Devserî (k.s.). Hicrî
1237-M. 1820 tarihinde te'lif olunan bu eser, isminden de anlaşılacağı üzere
Arapaça'dır. Fazilet Neşriyat tarafından basımı yapılan Mektûbat-ı İmâm-ı
Rabbâni'nin (Düreru'l-Meknûnât) hâşiyesinde matbu'dur.
2. Risâletün
fî Tahkîki'r-Râbita. Hâlid Ziyâüddîn Bağdâdî (M. 1778-1826) tarafından kaleme
alınan bu risâle, Sultan II. Mahmud dönemi devlet adamlarından Muhammed Es'ad
Efendi'ye (M. 1789-1848) gönderilmiştir ve mektup tarzındadır.
3. Tabsiratü'l-Fâsılîn
an Usûli'l-Vâsılîn. Müellifi: Süleyman Zühdî bin Hüseyn el-Hâlidî. Eser
Arapça'dır. Hicrî 1305-M. 1888 tarihinde, İstanbul-Kıztaşı'nda Kırımî Abdullah
Matbaası'nda basılmıştır. Müellifin tasavvufla alâkalı yine Arapça olarak
kaleme aldığı iki eser daha vardır. Bunlar da, Sahîfetü's-Safâ li-Ehli'l-Vefâ
ve Nehcetü's-Sâlikîn ve Behcetü'l-Müslikîn isimli risâlelerdir.
4. Tuhfetü'l-Uşşâk
fî İsbâti'r-Râbita. Arapça 32 sayfadan ibaret olan bu kitapçık, Hicrî 1293'te
İstanbul'da basılmıştır. Eserin müellifi, İbrahim Fasîhuddîn b. Sıbgatullah b.
Es'ad el-Hayderî'dir. Kısaca İbrahim el-Fasîh olarak tanınır. Tasavvufa dair
bir başka eseri de, el-Mecdü't-Tâlid (en büyük köle) isimli risâlesidir.
5. İsbâtü'l-Mesâlik
fî Râbitati's-Sâlik. Mustafa Fevzî Efendi tarafından kaleme alınan bu eser,
Osmanlıca manzum bir risâledir. 1123 beyittir. Kitabın üzerinde, Hicrî 1324
tarihi vardır ki, miladî 1906'ya rastlamaktadır.
6. Râbıta-i
Şerîfe Risâlesi. Bu kitapçık, Abdülhakîm Arvâsî tarafından 1923 yılında
yazılmıştır. Osmalıca'dır. Daha sonra Necip Fazıl Kısakürek tarafından
sadeleştirilmiştir.
7. ez-Zâbıta
fi'r-Râbita. Yazarı, Şeyh Seydâ olarak tanınan, Cizreli Said b. Ömer ez-
Zengânî'dir (1889-1968).
B) Muhteviyâtında râbıta-i
şerifeyi de anlatan eserler:
1. Mektûbat-ı
İmâm-ı Rabbânî. Bu eser, ikinci bin yılının müceddidi İmâm-ı Rabbânî Ahmed
el-Fârukî es-Serhendî (k.s.) hazretleri tarafından muhtelif zâtlara, değişik
zamanlarda yazılıp gönderilmiş olan mektupların bir araya toplanmasından
meydana gelmiştir. Mektupların aslı, az bir kısmı Arapça, ekserisi ise
Farsça'dır. Bu kıymetli eser, Osmanlı ulemâsından Müstakimzâde Süleyman Efendi
(?-H. 1202/M. 1787) tarafından Türkçeye terceme edilip, Hicrî 1277'de
taşbaskısı yapılmıştır. Muhammed Murâdü'l-Kazanî hazretleri tarafından da, H.
1302'de "Düreru'l-Meknûnât" ismi ile gayet selîs (düzgün ve akıcı)
bir ibâre ile Arapça'ya terceme edilmiş, 1316 yılında Mekke-i Mükerreme'de
Mîriyye matbaasında basılmıştır. Miladî 1963 yılında İstanbul'da da basılan
Mektûbat'ın Arapçası, hâlen Fazilet Neşriyat tarafından sürdürülmektedir. Bazı
yayınevlerince, Türkçe'ye çevirtilip latin harflerle basılı olanları da
mevcuttur. Ancak eserin aslının, daha çok kaal ile değil hâl ile alâkalı mevzu
ve meseleleri muhtevi oluşu hasebiyle bunların, pek de muvaffak bir terceme
olduğunu söylemek imkânsız. O bakımdan bu mükemmel eserin, tasavvufa ilmen
vâkıf, hâlen de yaşayan hakiki mütercim veye mütercimlerini beklediğini
söyleyebiliriz. Kitabımızın bilhassa I. kısmında da görüldüğü gibi İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, mektuplarının pek çoğunda râbıta-i şerifeden
bahsetmektedir.
2. Miftâhu'l-Kulûb.
Müellifi, Muhammed Şemseddin Nûri Efendi (?-H. 1280/M. 1863). Nakşibendî âlim
ve şeyhlerinden olan bu zât, kısaca Şemseddin Nûri Efendi diye tanınmaktadır.
Kitap Osmanlıca'dır. Yazıldığı dönemde pekçok baskısı yapılmış, hâlen de
yapılmaktadır. Cumhuriyet döneminde kısmen sadeleştirilerek iki ayrı yayınevi
tarafından latin harfleriyle basılmıştır. Son olarak da Bedir Yayınevi
tarafından, güzel bir baskı ve temiz bir cilt içerisinde okuyucuya arz
edilmiştir.
3. Reşahât
Aynü'l-Hayât. Kitabın aslı Farsça'dır. Müellif Ali b. Hüseyin el-Vâiz el-Kâşifî
el- Beyhakî (H. 867/M. 1462-H. 339/M. 1533), Hâce Ubeydullah Ahrâr
hazretlerinin sohbetlerinde dinleyip gördüklerini bu kitapta toplamıştır.
Kitap, İzmir Kadısı Trabzonlu
Muhammed b. Ma'ruf b.
Muhammed eş-Şerîf el-Abbasî tarafından, Sultan III. Murad Hân zamanında, H.
993/M. 1585 yılında Türkçe'ye de çevrilmiştir. Cumhuriyet döneminde ise bu
terceme, Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilmiş ve Reşahât
Aynü'l-Hayat (Can Damlaları) adıyla 1971'de Eser Kitabevi tarafından
bastırılmıştır.
4. Avârifü'l-Maârif.
Eser Arapça olarak kaleme alınmıştır. Müellifi, Ömer b. Muhammed b. Abdullah b.
Muhammed Şihâbüddîn Ebu'l-Hafs es-Sühreverdî'dir. Hicrî 539-632, Miladî
1145-1234 yılları arasında yaşamıştır.
5. Risâle-i
Tâciyye. Müellifi, Tâcüddîn b. Zekeriyya'dır. Bu zât, Silsile-i
Nakşibendiye'nin 22'nci halkası Muhammed Bâkîbillah hazretlerinin
halîfelerindendir. Kitap Arapça'dır. Müellifin, bu mevzûda yazmış olduğu bir
başka eseri de, Âdâbü'l-Meşîhati ve'l-Mürîdîn isimli kitabıdır.
6. Şerhu's-Silsileti'l-Murâdiyye.
Müellifi, Derviş Ahmed et-Trabzonî'dir. Kitap Arabça olarak kaleme alınmıştır.
7. er-Risâletü'l-Medeniyye.
Arapça olan bu eser, 91 sayfadan ibarettir. Müellifi Nimetullah b. Ömer'dir.
8. Terceme-i
Risâle-i Hâlidiyye. Tamamı 56 sayfa olan bu kitap Osmanlıca'dır. Mütercimi,
el-Hâc Şerif Ahmed b. Ali'dir.
9. el-Hadîkatü'n-Nediyye
fi't-Tarîkati'n-Nakşibendiyye. Arapça olan bu risâle, 122 sayfadır. Müellifi,
Muhammed b. Süleyman el-Bağdadî'dir.
10. Risâletün
fî Âdâbi't-Tarîkati'n-Naşibendiyye. Kitap Arapça'dır. 85 sayfadan ibaret olan
bu eserin müellifi, Şeyh Ahmed b. Halil el-Bigâî'dir.
11. el-Behcetü's-Seniyye
fî Âdâbi't-Tarîkati'l-Aliyyeti'l-Hâlidiyye. Muhammed b. Abdullah el-Hânî'ye ait
olan bu eser, Arapça'dır.
12. er-Risâletü'l-Kudsiyye.
Bu eser, Osmanlıca manzum bir risâledir, 1328 beyitten meydana gelmiştir.
Nâzımı, İsmet Garîbullah adında İstanbu'da yaşamış bir derviş kişidir.
13. es-Saâdetü'l-Ebediyye
fî Mâcâe bihi'n-Nakşibendiyye. 48 sayfalık bu eserin müellifi, Abdülmecid b.
Muhammed el-Hânî'dir.
14. el-Hadâiku'l-Verdiyye
fî Hakâikı Ecillâi'n-Nakşibendiyye. Eser Arapça olarak kaleme alınmıştır.
Müellifi, Abdülmecid b. Muhammed b. Muhammed el-Hânî'dir.
15. Câmiu'l-Usûl.
Müellifi, Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî'dir (1813-1893). Kitap Arapça'dır.
16. Meşgûliyet
Risâlesi. Eserin Farsça aslının müellifi, Ahmed Said Müceddidî'dir. Mütercimi,
Manisalı Şeyh Ali Nâilî'dir.
17. Nûru'l-Hidâyeti
ve'l-İrfân fî Sırri'r-Râbitati ve't-Teveccühi ve Hatmi'l-Hâcegân. Kitabın
müellifi, Hâlid Bağdâdî'nin yiğeni Es'ad Sâhib'dir. 92 sayfadan ibaret olan bu
eseri müellifi, et-Tâcü'l-Mükellel isimli kitabında, râbıtanın "çirkin bir
bid'at" olduğunu iddia eden Sıddîk b. Hasan Hân'a reddiye olarak kaleme
almıştır.
18. Tenvîru'l-Kulûb
fî Muâmeleti Allâmi'l-Guyûb. Müellifi, Muhammed Emîn el-Kürdî el- Erbilî'dir.
Eser Arapça'dır. Türkçe'ye terceme ettirilip latin harflerle de basılmıştır.
Şâfiî mezhebine ait fıkhî bilgiler ihtiva eden bu kitabın, 517'nci sayfasında
râbıtadan da bahsedilmektedir.
19. Makâsıdü't-Tâlibîn.
Eserin aslı Osmanlıca'dır. Latin harfleriyle de basılmıştır. Müellifi Mehmed
Raif Efendi'dir.
20. Risâle-i
Es'adiyye. Kısmen Arapça, kısmen de Türkçe olan bu eserin yazarı, Muhammed
Es'ad Erbilî'dir.
21. Risâle-i Bahâiyye Tarîkat-ı
Nakşibendiyye Prensipleri. Kitabın yazarı Ali Kadrî'dir.
22. İrğâmü'l-Merîd.
Müellifi Zâhidü'l-Kevserî'dir. Kitabın 65'inci sayfasında râbıtadan bahsedilmekte
ve mevzû ile alâkalı bazı kaynakların da ismi zikredilmektedir.
23. Tasavvufî
Ahlâk. Mehmed Zâhid Kotku tarafından yazılan bu eserin, 2. cildinin 271-
275'inci sayfalarında râbıta mevzuu işlenmiştir.
24. Tasavvuf
ve Tarîkatlarla İlgili Fetvâlar. Kitabın asıl adı Fetâvâ-yi Ömeriyye'dir ve
Osmanlıca'dır. Müellifi, Ömer Ziyâeddîn Dağıstânî Gümüşhânevî'dir (18491921).
İrfan Gündüz ve Yakup Çiçek tarafından sadeleştirilmiş ve 192 sayfadan ibaret
olan bu kitabın, 148-170'inci sayfalarında râbıtaya geniş yer verilmiştir.
25. Şâh-ı
Nakşibend. Yazarı A. Faruk Meyan'dır. Kitabın 48-55'inci sayfalarında râbıtadan
bahsedilmektedir.
26. Tasavvufî
Âdâb. 1982'de yazılmış ve 288 sayfadan ibaret olan bu kitabın, 216- 233'üncü
sayfaları râbıtaya ayrılmıştır.
27. Gümüşhânevî
Ahmed Ziyâeddîn / Hayatı-Eserleri-Tarîkat Anlayışı. 336 sayfadan ibaret olan bu
kitap, bir ilâhiyatçı tarafından kaleme alınmış. Eserin 274-278'inci
sayfalarında râbıtadan bahsedilmektedir.
28. Mezhepler
ve Tarîkatlar Ansiklopedisi. Eser, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı başkanlığında
bir ekip tarafından hazırlanmıştır. Bu kitaptan râbıta ile ilgili birkaç cümle:
"... Râbıta, vücut gemisinin dümeni gibidir; onsuz hayat yolculuğu sürekli
bir çalkantıdan ibarettir. Kusur ve eksiklikler râbıta ile düzeltilir....
Mürid, şeyhine râbıta yapmakla gerçekte Allâh'a ulaşmak istemektedir... "
29. Tam
İlmihâl (Seâdet-i Ebediyye). Yazarı, Hüseyin Hilmi Işık. Bu kitabın pek çok
yerinde râbıtadan bir hayli bahsedilmiştir.
30. Râbıta
ve Tevessül. Hazırlayanlar: Dilaver Selvi, Enbiya Yıldırım, Kemal Yıldız, Ömer
Yıldız. 1994'te İstanbul'da basılan bu kitap, Umran Yayınları'na aittir.
31. Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü. Yazarı, Prof. Dr. Süleyman Uludağ. Marifet Yayınları,
İstanbul, 1995.
32. İslâmî Terimler Sözlüğü.
Yazarı, Dr. Hasan Akay. Yayınlayan İslâm Bilgi Merkezi.
33. Mektuplar. Müellifi:
Ebû'l-Fâruk Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri.
C) Râbıta aleyhinde yazılmış
bazı makale ve kitapçıklar:
1. İktibas
dergisinin Haziran 1991 sayısında Mehmet Durmuş imzası ile yayınlanan makale.
2. Tasavvuf
ve İslâm. Yazarı Ercüment Özkan. 79. sayfasındaki bir makalede râbıta aleyhinde
yazı bulunan bu kitap, 1993'te yayınlanmıştır.
3. Mehmed
Fevzî Efendi'nin, hakkında reddiye yazdığı mâhut risâle. Bunun matbu' veya el
yazması bir nüshasını göremediğimiz için isminin de ne olduğunu bilemiyoruz.
Muhteviyâtında nelerin olduğunu ise, kitabımızın ikinci kısmında yer alan, M.
Fevzî Efendi'nin "Aynü'l-Hakika fî Râbitati't-Tarîka" isimli o güzel
risâlesinde nakledilen inkâr, itiraz ve ithamlarından anlıyoruz.
4. Tarîkatta
Râbıta ve Nakşibendîlik. Yazarı Ferit Aydın. Süleymaniye Vakfı Yayınları
arasında 2000 yılında çıkan bu kitabın, elimizdeki nüshasında kaçıncı baskısı
olduğu yazılmamış. Ancak, içindeki "Açıklama"da belirtildiğine göre
II. baskısı olduğu anlaşılmaktadır. Kendi ifadeleriyle, "adların ve
terimlerin yazılışında Batı dillerine ait (Q, W, Sh) gibi özel karaterler
kullanılmıştır." 293 sayfadan ibaret olan bu "yapıt", râbıtaya
karşı kaleme alınanlar arasında en genişidir. Kendi ifadesiyle yazar,
"Kuşaklar boyu Nakşî Tarîkatı'nın liderliğini yapmış olan bir ailenin
çocuğu olarak 1945'te dünyaya gelmiş. Güneydoğu'nun Şeyh'ul-Hazîn
(Hazinoğulları) adıyla ünlü bir şeyh ailesinden gelen ve 'beşik şeyhi' sayılan
AYDIN, yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra aile geleneğine uyarak 1968
yılında özel tasavvuf terbiyesi aldı ve şeyhlik makamına getirildi." Evet,
bütün bu ünvanların sahibi olan Aydın, Nakşî yolunun üssü'l-esâsı olan
râbıta'nın İslâmla ilgisinin olmadığını ve tıpatıp Hind yogasına benzediğini
iddia ediyor ve bu iddialarını da "bilimsel bir metodla!" kanıtlamaya
ve okuyanları aydınlatmaya(!) çabalıyor. Ortaya konulan tablo insana; ister
istemez, "Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!" tâbirimizi hatırlatıyor.
O bakımdan temel İslâmî ilimlere vukûfu olmayan, tasavvufî zevk ve neş'eye
sahib bulunmayan Müslümanların bu kitabı okumaları, i'tikadî-amelî ve ahlâkî
bakımdan kendileri ve çevreleri için fevkalâde zararlı olacağına dair âcizane
kanaatimi belirtmeyi bir vazife telakkî ediyorum.
***
Yukarıda isimleri geçen
makale, risâle ve kitaplardan başka çeşitli mektup, lûgat ve ansiklopedilerde
de râbıtadan az çok bahsedilmiştir. Ayrıca, râbıtaya karşı yazılmış başka
yazılar da elbette ki vardır. Ancak bunların hepsini sayıp dökmeye lüzum da
yok, sanırız ihtiyaç da yoktur. İlgilenenler zaten bulmakta güçlük çekmezler.
BİBLİYOĞRAFYA
• Kur'ân-ı Kerim ve muhtelif tefsirler
• Hâzin, Mecmûatün mine't-Tefâsîr
• Aynî, M. A., İslam Tasavvuf Tarihi, İstanbul 1985
• İbrahim Fasîhuddîn b. Sıbgatullah b. Es'ad el-Hayderî,
Tuhfetü'l-Uşşâk fî İsbâti'r-Râbita
• Erol, Ali, Hâtıratım
• Molla
Hüsrev, Mir'âtü'l-Usûl fî Şerhi Mirkâti'l-Vusûl, Ergin ve Salah Bilici
Kitabevi, İstanbul, 1967
• İbnü Melek (Usûl-i Fıkıh)
• Fahreddin Irâkî, Istılâhât-ı Ehl-i Tasavvuf.
• Ebû Said Ebû'l-Hayr, Esrâru't-Tevhîd
• Bilmen, Ömer Nasûhî, Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye
Kâmusu
• Şemseddin Sâmi, Kâmûs-i Türkî, Şerîat Maddesi
• Seyyid Bey, Usûl-i Fıkıh, Cüz'ü Evvel, MEDHAL, İstanbul,
Matbaa-i Âmire 1333
• Abdürrahman Câmî, Nefehâtü'l-Üns, Terc. ve Şerh, Lâmiî Çelebî
• Kitâbü't-Târîfât, Es'âd Efendi Matbaası, İstanbul,1300
• İmâm-ı Rabbani, ed-Düreru'l-Meknûnât (el-Mektûbat)
• Salâhuddîn İbn Mevlânâ Sirâcüddîn, Mektuplar ve Bazı Mesâil-i
Mühimme
• Kuşeyrî, Risâle, Terc.
• Muhammed b. Ali et-Tehânevî, Keşşâf-ı Istılâhât-ı Fünûn,
Hind., 1862, İstanbul 1318
• Elmalı'lı M. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur'an Dili, Eser Neşriyat,
İstanbul
• Bu tâbirlerle ilgili geniş bilgi için Ansiklopedik Lûgatçe'ye
bkz..
• Kâşânî, Abdürrazzak, Istılâhâtü's-Sûfiyye, Kahire, 1981
• İslâm Ansiklopedisi, M.E.B. Devlet Kitapları, M. Eğitim
Basımevi 1979
• Muallim
Nâci (1849-1893), İ'câz-i Kur'ân, İkinci tab'ı, Dersaâdet, Matbaa-i Nişan
Berberyan, 1308
• Tirmizî, Sünen
• İbn Mâce, Sünen
• İmâm Ahmed bin Hanbel, Müsned
• el-Gazâlî, İhyâU Ulûmiddîn
• Hüseyin
ed-Devserî, er-Rahmetü'l-Hâbita fî Zikri İsmi'z-Zâti ve'r-Râbita, el-Mektûbât,
İmâm-ı Rabbânî hâşiyesinde matbu'
• Mütercim Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, Bahriye Matbaası,
İstanbul 1305;
• İbn Manzur, Lisânü'l-Arab
• Firuzâbâdî, Besâir
• Isfehânî, Müfredeât
• Ahterî-i Kebîr;
• Meydan Larousse, Meydan Yayınevi İstanbul
• Şemseddin Sâmi, Kamûs-i Türkî, Dersaâdet 1317
• Devellioğlu Ferit, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lûgat
• Abdülmecid b. Muhammed el-Hâni, el-Hadâiku'l-Verdiyye
• Ali Kadrî, Risâle-i Bahâiyye
• Muhammed b. Abdullah el-Hâni, el-Behcetü's-Seniyye
• Buhârî, Sahîh
• Müslim, Sahîh
• İsmail Hakkı Bursevi, Tefsîru Rûhu'l-Beyan
• Şemseddin Nûrî, Miftâhu'l-Kulûb
• Taberânî, Mu'cemü's-Sağîr
• Heysemî, Mecmau'z-Zevâid
• Beyhakî, Delâil
• Şevâhidü'l-Hak'tan Vehhâbîlere Cevaplar, Mehmed Emre, Fazilet
Neşriyat, İst.
• Risâle-i Kibrît-i Ahmer, Limuharrihî.
• Âdâb-ı Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye Risâlesi
• Herevî, Menâzilü's-Sâirîn, s. 29; İbnü Arabî,
Istılâhâtü's-Sûfiyye
• Rûhu's-Salât Aynü'l-Hayat.
• Ferit
Aydın, Tarîkatta Râbıta ve Nakşibendîlik, Süleymaniye Vakfı Yayınları,
İstanbul, 2000
• Meyan, A. Fâruk, Dört İmam, Salah Bilici Yayınları, No: 22,
İstanbul 1968
• Bilmen, Ömer Nasûhi, Tabakâtü'l-Müfessirîn, İstanbul
• Bursa'lı Mehmet Tâhir Efendi, Osmanlı Müellifleri, Meral
Yayınevi, İstanbul.
• Mehmed Fevzî Efendi, Hakîkatü'l-Hürriyet
• el-Gazâlî, Kitâbü'l-Maksadi'l-Esnâ, Şerhu Esmâi'l-lâhi'l-Hüsnâ
• Ahmed b. Mübarek, el-İbrîz
• Çantay, Hasan Basri, Kur'an-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm
• Allâme Zemahşerî, Keşşâf
• İbn
Haceri'l-Heytemiyyi'l-Mekkî Şerhu Şemâili'n-Nebî, Süleymaniye Kütüphânesi,
Hasan Hüsnü Paşa Kısmı, eski kayıt no: 198
• Prof.
İhsan İlâhi Zâhir, eş-Şîa ve's-Sünne, 1973 Lahor, Terc. Yrd. Doç. Dr. Sabri
Hizmetli, Ar. Gör. Hasan Onat, Şîa'nın Kur'an, İmâmet ve Takiyye Anlayışı,
Ankara 1984
• Nehcü'l-Belâğa, s. 72-204, Dâru'l-Kütüb, el-Lübnân, Beyrut
1387/1967
• Necmüddin—i Kübra, Te'vilât-ı Necmiye
• Davudoğlu, Ahmed, Kur'ân-ı Kerim ve İzahlı meâli, Çile
Yayınevi, İst. 1988
• Ebû Nasr es- Serrâc, Luma', Kahire 1960
• A. Gölpınarlı'nın Mantıku't-Tayr tercemesi, MEB, İst. 1990
[1] İstifade edilen kaynaklar: (a) Bilmen,
Ömer Nasûhi, Tabakâtü'l-Müfessirîn, 2, 762. (b) Bursa'lı Mehmet Tâhir Efendi, Osmanlı
Müellifleri, Meral Yayınevi, İstanbul. (c) Mehmed Fevzî Efendi,
Hakîkatü'l-Hürriyet.
[2] el-Celîl: Cenâb-ı Hakk'ın 99 Esmâ-i Hüsnâ
(güzel isimleri)sından birisidir. Kadri büyük, mertebesi yüksek ve âlî
mânâlarını ifade eden "el-Celîl" ismi, Allah Teâlâ'nın sıfatlarının
kemâline delâlet eder. "el-Kebîr" de, zâtının kemâline;
"el-Azîm" ismi ise, hem zât hem de sıfatlarının kemâline delâlet
eder. (el-Gazâlî, Kitâbü'l-Maksadi'l-Esnâ, Şerhu Esmâi'l-lâhi'l-Hüsnâ, s. 83.)
[3] Melik-i cemîl: En güzel hükümdar, en iyi hâkan
demektir. Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkında
kullanılan bir tâbirdir ki; hiç şüphesiz o, her bakımdan öyleydi.
[4] "Ashâb-ı Kehf", Kehf sûre-i
celîlesinde haklarında genişçe bahsedilen 7 kişinin ünvânıdır ve "mağara
arkadaşları" demektir. İsimleri: Yemlîhâ, Mekselînâ, Mislînâ, Mernûş,
Debernûş, Şâzenûş, Kefeştatayyuş; Kıtmîr de onların köpekleridir. Onunla 8
oluyorlar. Cennete girecek hayvanlardan biri de budur.
[5] Filibe, bugün Bulgaristan hudutları içerisinde
kalan eski bir vilâyetimizdir.
[6] "Hâce-i âlem", âlemin hocası,
efendisi ve muallimi demektir.
[7] Terkipte geçen "garrâ" kelimesi; ak,
parlak, güzel, gösterişli, şatafatlı gibi mânâları ifade etmekte.
"Zehrâ" da, yüzü pek beyaz ve parlak olan mânâsınadır. Buna göre
terkip; Peygamberimiz'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tebliğ ettiği, pırıl
pırıl parlayan, her türlü hata-kusur ve noksanlık gibi lekelerden uzak,
bembeyaz, âdeta güneş gibi bütün âlemi aydınlatan İlâhî hükümler manzûmesi,
yani İslâm dininin hükümleri demek oluyor.
[8] Kur'ân-ı Kerim, Necm sûresi, 53/3-4.
"Vahiy", sür'atle işâret etmek ve işâretin meydana getirdiği şey
mânâsındadır. Dînî ıstılâhta ise vahiy, Cenâb-ı Hakk'ın dilediği hükümleri,
sırları, hikmetleri peygamberlerine bildirmesi demektir. Âyet-i kerimede,
"Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur;
yahut bir resûl gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hüküm ve
hikmet sahibidir" (eş-Şûrâ, 42/51) buyruluyor. Buna göre, İlâhî vahyin
geliş yolları ve şekilleri üçtür: 1) Sâlih ve doğru rüya ile veya kalbe
ilhamla, 2) Perde arkasından, tabiat âleminde herhangi bir şeyin diliyle, 3)
Resûl göndermek, yani vahiy meleği Cebrâil (a.s.) vâsıtasıyla olur. (Râgıb
İsfehânî, Müfredât; Firuzâbâdî, Besâir, 5, 177)
[9] Kur'ân-ı Kerim, Yûsuf sûresi, 12/24.
Âyet-i kerimenin baş kısmı ile birlikte meâli: "Andolsun ki, o kadın
(Züleyhâ) ona niyeti kurmuştu. Eğer Rabb'inin burhânını (delîlini) görmemiş
olsaydı, o (Yûsuf Peygamber) da onu dövmeyi kastetmişti..." Ahmed b.
Mübârek (k.s.) diyor ki: Ümmî mürşidim Abdülazîz ed-Debbâğ (k.s.) hazretlerine,
'Yûsuf aleyhisselâmın o kadına kast ve niyet ettiği şey ne idi?' diye sordum.
Derhal şu cevabı verdi: 'Onu dövmekti.' Bunun üzerine bazı müfessirlerin, bu
babta zikrettiklerini açtım. Bunları şiddetle reddederek dedi ki:
'Peygamberlerin mâsûmiyeti nerede kaldı ya? Velîye bir feth (kemâl hâller) vâki
olduğu zaman, Allah onun yetmiş iki zulmet damarını söküp atar ki; onların bir
kısmından yalan, bir kısmından kibir, kiminden riyâ, kiminden dünyâ muhabbeti,
kiminden de şehvet ve zina sevgisi ve benzeri kötülükler neş'et ediyordu.
Veliyyullah hakkında keyfiyet böyle olunca, ya 'ismet' sıfatıyla yaratılan
(ma'sûm olan, günah işlemekten uzak bulunan), zâtı ancak bu sûretle neş'et eden
(yaratılan) bir peygamber hakkında nasıl olmak lâzım geleceğini düşün."
(el-İbrîz, s. 262-263'den naklen, Çantay, Hasan Basri, Kur'an-ı Hakîm ve Meâl-i
Kerîm, 1, 350.)
[10] Keşşâf, c. 2, s. 456-457. Allâme
Zemahşerî, tefsirinde bunları nakletmekle birlikte, kendisinin kabul etmediğini
de ifade ediyor.
[11] Kezâ, İbn Haceri'l-Heytemiyyi'l-Mekkî'nin,
Şerhu Şemâili'n-Nebî'sinin de 177. sayfasına mürâcaat edebilirler. (Süleymaniye
Kütüphânesi, Hasan Hüsnü Paşa Kısmı, eski kayıt no: 198).
[12] Kur'ân-ı Kerim, Âl-i İmrân sûresi, 3/19.
[13] Kur'ân-ı Kerim, Âl-i İmrân sûresi, 3/85.
[14] Kur'ân-ı Kerim, Bakara sûresi, 1/165.
[15] Kur'ân-ı Kerim, Şûrâ sûresi, 42/53.
[16] Yâni, hak olan kelâm ile bâtıl kastedilmektedir.
Nitekim Hz. Ali (k.v.), Hâricîler'in, "Lâ hükme illâ lillâh (Hüküm ancak
Allâh'a aittir)" dediklerini duyunca, "Bu kelâm, kendisiyle bâtıl
kastedilen hak bir kelâmdır. Evet, hüküm ancak Allâh'a âittir" demiştir.
Yine buyurmuştur ki: "Benden sonra öyle bir zaman gelecektir ki; o devirde
haktan daha gizli, bâtıldan daha açık hiçbir şey bulunmayacaktır." (Prof.
İhsan İlâhi Zâhir, eş-Şîa ve's-Sünne, 1973 Lahor, Terc. Yrd. Doç. Dr. Sabri
Hizmetli, Ar. Gör. Hasan Onat, Şîa'nın Kur'an, İmâmet ve Takiyye Anlayışı,
Ankara 1984, s. 1-2; Nehcü'l-Belâğa, s. 72-204, Dâru'l-Kütüb, el-Lübnân, Beyrut
1387/1967)
[17] Kur'ân-ı Kerim, A'raf sûresi, 7/195.
[18] Kur'ân-ı Kerim, Şûrâ sûresi, 42/11.
"Her ne şey ki, Allah sübhânehû ve teâlânın zâtının gayridir; o şey, onun
isimleri ve sıfatları bile olsa, 'gayr' ve 'sivâ' olarak tâbir olunur...
Mütekellimînin yani kelâm âlimlerinin; Allah Teâlâ'nın sıfatlarından
bahsederken; 'ne aynıdır, ne gayrıdır' demeleri, başka bir mânâyadır. Onlar;
'gayr' ile kelâm ilminin ıstılah mânâsındaki gayr tâbirini murad etmemişler,
gayriyet tâbirini de mutlak mânâda değil, bu mânâda nefyetmişlerdir. Nefy-i hâs
ise nefy-i âmmı istilzâm etmez; yani sıfatlar, kelâm ilmindeki mânâsına göre
'gayr' değil ise de, umumî mânâya göre onun gayridir. Selb sıfatları (zâtî
sıfatlar) olmadan, zâttan söz etmek mümkün değildir. Zât mertebesinde her isbât
ilhâddır. Bu hususta tâbirlerin en üstünü, ibârelerin en toplu olanı şu âyet-i
kerîmedir: "Onun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibi dahi bir şey
yoktur." Bunun Fârisî olarak mânâsı, "Bî çûn ve bî çigûne (Belli bir
vasfa sığmayan, benzeri olmayan)"dir. Allah sübhânehûnun zâtında ilme,
şühûda ve ma'rifete yol yoktur. Her ne şey ki, onu gözler görür, kulaklar
işitir; o zanna girer, Hak Teâlâ'nın gayrıdır... Bunun, "Lâ ilâhe (hiçbir
ilâh cinsi yoktur)" kelimesi ile nefyi îcap eder. Misli bulunmaktan
münezzeh olan zâtı isbat ise, "İllallâh (sadece Allah vardır)"
kelimesi ile olur. Bu isbat, evvela taklid yolu iledir; en sonunda bu taklid,
tahkîke tahavvül eder, dönüşür... (el-Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî, 1, 38.)
[19] Kur'ân-ı Kerim, İhlâs sûresi, 112/4.
[20] Kur'ân-ı Kerim, En'âm sûresi, 6/103.
[21] "Hâşâ", birine atfedilen söz
veya davranışın kesinlikle reddedildiğini belirtmek için kullanılır:
"Yook, hâşâ. O demek değil efendim!" gibi. Dine aykırı olabilecek bir
şeyin zarûri olarak söylendiğini belirtmek için kullanılır. Meselâ: "Kendi
sözünü, hâşâ, Hakk'ın irâdesinden müessir zannettin" gibi. (N. Kemal)
"Hâşâ sümme hâşâ" tâbiri de, öyle olmasına imkân yok, kat'iyen öyle
değildir, mânâsında kullanılır.
[22] Kur'ân-ı Kerim, Sebe' sûresi, 34/13.
[23] Kur'ân-ı Kerim, Bakara sûresi, 2/261.
[24] Bakara sûresi, 2/257. Burada;
zulümât'ın cemi' (çoğul), nûr'un müfred (tekil) getirilmesi ne kadar dikkat
çekicidir. Demek ki âlemde çeşit çeşit zulmetler vardır. Bütün bu zulmetleri
yok edecek olan nûr ise tekdir, birdir. O da, 'Allah, semâvât ve arzın nûrudur'
(Nûr sûresi, 24/35) âyeti îcâbınca, Hak Teâlâ'nın nûrudur. Yani gökleri ve yeri
nurlandıran, aydınlatan; gerek cisme ve gerekse rûha ait nûrlar ile onları
nurlandıran Allah Teâlâ'dır. Herhangi bir hususta Allâh'ın nûru bulunamadı mı,
insanı her tarafından sayısız zulmetler kaplar! Hakk'ın nûru tecellî edince de,
o zulmetler kalkar... Allâh'ın nûru bulunamadı mı; yerler-gökler hiç, gündüzler
gece, güneşler zifir, gözler kör, kulaklar sağır olur! Kalbler bin türlü
hayâller ile buhranlar-krizler içinde çırpınır kalır! Aranan bulunmaz, ne
aranacağı bilinmez. Gönüllere vesveseler, elemler, azaplar, ıztıraplar çöker!
Etrafı evhamlar, umacılar kaplar; cinler şeytanlar başa toplanır... (Elmalı'lı,
Hak Dini Kur'an Dili, 2, 874).
[25] Kur'ân-ı Kerim, Sâd sûresi, 38/78.
[26] Kur'ân-ı Kerim, Hicr sûresi, 15/34.
[27] Şu demek: Faraziyeler olmamış olsaydı, hikmet
bâtıl olurdu; yani güzel sözler, kıymetli fikirler, hakikate uygun değerli
düşünce ve tecrübeler ortaya çıkmazdı.
[28] Yâni; "Devamlı bir sıcağın altında, buz
üzerine yazı yazmak" nev'indendir. Ya da bir başka tâbirle, "Su
üzerine nakış yapmak" gibidir.
[29] Cenâb-ı Hakk'ın insanoğluna olan nimetlerinin
en büyüğü; Hak ve bâtılı anlamak ve bilmek, râzi olacağı ve olmayacağı halleri
fark ve ayırt edebilmek, muktezâlarıyla amele muvaffak kılınmak hâl ve
sıfatlarına mazhariyettir. (Salâhuddîn İbn Mevlânâ Sirâcüddîn k.s., a.g.e.,
19).
[30] Mânâsı: "Örümcek evinden-ağından daha
zayıf" demek. Burada iddiasına delil olarak zikrettiği bu söz, aslında
aleyhinedir. Zira, örümcek ağı teşbihini Cenâb-ı Hak, o ve onun gibiler için
zikrediyor. Nitekim Ankebût sûresindeki (29/41) bu âyet-i kerimenin meal ve
tefsiri şöyledir: "Allah'tan başka bir takım velîlere tutunanların meseli
(onları dost edinenlerin benzeri-örneği), yani Allah'tan başkalarını
ihtiyaçlarına karşı yardım eder, menfaatleri dokunur, işlerini görür,
tehlikeden kurtarır, diye velî-sâhip-hâmî kabul ederek ma'bûd edinenlerin örnek
olacak halleri, örümceğin örnek olmuş hâline benzer. O bir ev edinmiştir. Hiç
dîni olmayanlar gibi, büsbütün evsiz değil... Bir sinek avlayacak kadar bir
hâneye tutunmuştur. Halbuki evlerin en çürüğü, şüphesiz ki örümcek evidir.
Evinde ev mefhûmundan bir şey yoktur. Ne gölge yapar, ne korur. Bir rüzgârla
târumâr olur. Onun için örümcek evinin çürüklüğü meşhur misâldir. İşte o
örümcek kafalı müşriklerin de; dayandıkları deliller zayıf, tutamakları böyle
çürüktür. Bütün tutundukları fânîdir, yok olmaya mahkûmdur... Keşke bilmiş
olsalardı..." (Elmalı'lı, a.g.e., 5, 3777-3778)
[31] Tevbe sûresi, 9/119. "Sâdıklar, Allâh'a
vuslat yolunu gösteren mürşidlerdir. Sâlik; onların ahbâbı ve kapılarının
eşiğinde hâdimleri olduğu zaman, bu mürşidlerin muhabbet, terbiye ve velâyet
kuvvetleri ile mâsivâyı terk ederek 'seyr-i ilallâh' mertebelerine
ulaşır." (Bursevî, İsmail Hakkı, a.g.e., 3, 532). Ubeydullah Ahrâr k.s.,
"Sâdıklarla beraber olmak, sîreten ve sûreten onlarla bulunmak
mânâsınadır. Bu mânevî beraberlik ise, râbıtadır" buyururlar. Sâfî Mevlânâ
Ali b. Hüseyin (k.s.) de Reşahât Aynü'l-Hayât'ta (s. 273-274) şu açıklamalarda
bulunuyor: "Sâdıklar ile olmanın iki mânâsı vardır: Biri zâhir bakımından,
öbürü de mânâ bakı mı ndan onlarla beraber olmaktı r. Birincisi sâdıklarla
düşüp kalkmayı, ikincisi de o tâifeye gönül verip onların üstünlüğünü kabul
etmeyi ve izlerinden gitmeyi gerektirir. Birincisinde ülfetin yalnız sûreti,
ikincisinde hem sûreti hem de rûhu vardır. Sâdıklar şu kimselerdir ki, mâsivâ
onların gözünden silinmiştir. İnsanoğlunda, temas ettiği şahıstan tam mânâsıyla
müteessir olma kabiliyeti bulunduğu için, sâdıklarla düşüp kalkmakta birinci
derecede ehliyetlidir, yani bu işe en ehil ve en liyâkatli varlık
insandır."
[32] Bakara sûresi, 2/43. "İnkisâr-i
kalb ve nefy-i vücutta, Allah Teâlâ'ya vuslat için bezl-i vücût eden
münkesirîne iktidâ ediniz." (Bursevî, İsmâil Hakkı, Te'vilât-ı Necmiye'den
naklen, a.g.e., 1, 122) Yani, enâniyetten kurtulup bir hiç olduğumuzun idrâkine
varabilmek, kalbi kırık ve mütevâzî bir insan olabilmek için, olanca varlığını-benliğini
Allâh'a vuslat yolunda bezletmiş, saçıp-serpip ortaya koymuş olan mürşid-i
kâmil ve mükemmillere uyunuz, demek istiyor.
[33] Nisâ sûresi, 4/69. "Burada; Allah
indindeki en yüksek derecelere ve ona en yakın olan kullara arkadaşlık
va'dedilmesi cihetiyle mü'minleri; Allâh'a, Resûlü'ne ve onun vârislerine itâat
ve ittibâa, her hususta onlara uymaya teşvik vardır." (Bursevî, İsmâil
Hakkı, a.g.e., 2/234.)
[34] Mâide sûresi, 5/35. "Te'vîlât-ı
Necmiye'de denildi ki: Şüphesiz bu âyet-i kerime, vesîleyi talep emrini
açıklıyor. Vesîle elbette ki lâzımdır; çünkü vusûl, ancak vesîle ile hâsıl
olur. Vesîle ise, hakikat âlimleri ve tarîkat şeyhleridir." (Bursevî,
İsmâil Hakkı, a.g.e., 2, 388.)
[35] Kurân-ı Kerim, Yûsuf sûresi, 12/24. İbn
Abbâs'ın (r.anhümâ) beyânına göre; Hz. Yûsuf'un gördüğü 'burhân-delil',
babasının hayâlini müşâhede etmesidir. Hz. Yâkub'u görünce, menfî duygular
kendisinden silinmiştir. (Davudoğlu, Ahmed, Kur'ân-ı Kerim ve İzahlı meâli, Çile
Yayınevi, İst. 1988) Görüldüğü üzere bu anlatılan husus da, râbıta-i şerifeden
başka bir şey değildir.
[36] Kur'ân-ı Kerim, Bakara sûresi, 2/22.
[37] Ebû Yezîdi'l-Bestâmî (M. 803-874)
hazretleri, İran'ın Kûmis eyâletinde Bestam'da doğmuştur. Silsile-i Tarîkat-ı
Aliyye-i Nakşibendiye (k.e.) hazerâtının beşinci halkasını teşkil etmektedir.
[38] Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır, demek olan
bu sözün mânâsı şudur: Hidâyet yönünde, Allâh'a götüren yolda yürümek için bir
rehberi-kılavuzu olmayanın, dalâlet yolunda rehberi şeytandır. Kendisine
Peygamber'i (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve onun vârisi olan âlimleri rehber
edinmeyen, şeytanı ve şeytanlaşmış kimseleri önder edinir. Zira Hakk'ı bâtıldan
ayırmak hususunda, akıl, tek başına kâfi değildir. Mutlaka vahye dayanan bir
rehbere ihtiyacı vardır.
[39] Meâli: Zaptedilemeyecek derecede azgın
ve sert başlı bir atın dizginler ile durdurulduğu gibi, nefsin azgınlığından
ileri gelen itâatsizliğine mâni olabilmeyi benim için kim tekeffül eder? Yani,
öyle bir zâta bağlanmak isterim ki, nefsime bir gem vurup onun inat ve
itâatsizliğine son versin, demek istiyor.
[40] "Allah Teâlâ onun, yüksek ve yüce
sırrını mübârek ve mukaddes kılsın" mealinde bir duâdır. Ehl-i Sünnet'e
mensup Müslümanlar arasında, bu ve buna benzer sözler, evliyâullâha saygı ve
hürmet ifadesi olarak kullanılır.
[41] K.K., Nûr sûresi, 24/40. "Onun
için körler görmez, sağırlar işitmez, vicdansızlar anlamaz, kâfirler Hakk'ı
kabul etmez." (Elmalı'lı, a.g.e., 5, 3527).
[42] Kur'ân-ı Kerim, A'raf sûresi, 7/43.
[43] "Hâşâ lillâh", aman yâ Rabbî,
Allah göstermesin, hiçbir vakit mânâlarına gelen "hâşe lillâh"
terkibinin değiştirilmiş şekli veya galat-ı meşhûrudur. Türkçe'de, Allah
korusun, kesinlikle, aslâ, kat'iyen gibi mânâlarda kullanılır. Yalnızca
"hâşâ" şeklinde de ifade edilir ve bu, Allah göstermesin, uzak olsun
mânâsına gelir. Tiksinti duyulan bir şey söylendiği zaman, "sözüm
meclisten dışarı" mânâsında, "hâşâ huzurdan" veya "hâşâ
ani'l-meclis" tâbirleri de kullanılır. Bunlarda da uzak tutma, kabul
etmeme, ayırma mânâları vardır.
[44] "Şeyh San'ân" ve "Bel'âm ibn
Bâûrâ" vak'ları ile alâkalı geniş bilgi için, bu kısmın sonuna bkz.
[45] Kur'ân-ı Kerim, Yûsuf sûresi, 12/76.
[46] "Hayret", kelime olarak şaşmak,
şaşırmak mânâlarınadır. Tasavvufta ise, kalbe gelen bir tecellî sebebiyle
sâlikin düşünemez, muhâkeme edemez hâle gelmesidir. Hayret, ya delîlde olur
veya medlûlde. Allâh'ın varlığını isbatlayan delilde hayrete düşmek
zındıklıktır, mülhidliktir. Medlûlü, yani delille varılan Hakk'ın tecellîlerini
temâşâda hayrete düşmek ise, sıddîklıktır. (Ebû Nasr es- Serrâc, Luma', Kahire
1960, s. 421) "Hayret makamı", çok yüce bir makamdır. Bu mertebede,
Cenâb-ı Hakk'a tam bir yakınlık ve ma'rifet vardır. Nitekim Resûlüllah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz, "Allâhümme zid tehayyüren fîk:
Allâh'ım! Zâtında, sıfâtında, isim ve ef'âlindeki hayretimi artır!" diye
iltica etmişlerdir. (Li-muharririhî, Risâle-i Kibrît-i Ahmer, s. 13)
[47] Şeyh San'an'ın hikâyesi, A.
Gölpınarlı'nın Mantıku't-Tayr tercemesi (MEB, İst. 1990, s. 95-127) ve diğer
bazı eserlerden derlenmiştir.
[48] Ülû'l-azm, terkip olarak azim yani
kesin karar sahipleri demektir. İslâmî ilimler ıstılahında ise, beş büyük
peygambere verilen ortak ünvandır. Bunlar; Hz. Nûh, Hz. İbrâhim, Hz. Mûsa, Hz.
Îsa ve Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa'dır (salavâtullâhi teâlâ ve selâmühû
aleyhi ve aleyhim ecmaîn).
[49] Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetnâme,
(Sadeleştiren: M. Fuad Başar) Âlem Tic. ve Yayıncılık San., İstanbul 2003, s.
202-203.
[50] Kur'ân-ı Kerim, A'raf sûresi, 7/175-176;
Elmalı'lı, a.g.e., 4, 2335-2336; Erol, Ali, a.g.e., s. 84.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar