[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] DOKSAN İKİNCİ KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
YETMİŞ DÖRDÜNCÜ
BÖLÜM
Tövbe
İtiraf
her muhakkikin tövbesidir
Hakk İlah, onunla gönlünü açar
İlah
muhaliften razı olduğu gibi
Emrine
uyandan da razıdır
Nice kişi
amacına ulaştı
Özellikle
de sırrım biliyor ise
İhsanının
aynısından muhalif de ulaşır
Kadrinin bilmediği kimsenin ulaştığına '
Allah Teâlâ sana ve bize yardım
etsin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey
müminler! Hepiniz Allah Teâlâ’ya tövbe edin ki, kurtuluşa eresiniz-’91
Allah Teâlâ kullarına tövbe etmeyi emretmiş, sonra onlara kanıt telkininde
bulunarak emrine muhalefet ettiklerinde şöyle demiştir. ‘Tövbe
etsinler diye Allah Teâlâ da onlara dönmüştür (tâbe aleyh).’91 Ayette böyle denilmelisinin nedeni,
kendilerine sorulduğunda, ‘Sen bize dönseydin biz de sana dönerdik’ dememeleri
içindir. Bvı dunun, ‘Seni kerim Rabbine karşı ne kışkırttı?’93 ayetine benzer. Buna karşı insan
‘Senin keremin’ diye cevap verir. Bu üslup, sana karşı kanıt kullansın diye
-sevilen birisiysehasma kanıt öğretme amacı taşır. Burada, ‘kışkırtma’ tüm
insanları içersin diye insan kelimesi belirlilik takısıyla gelmiştir. Bu da
Hakk’ın onlar hakkındaki nihai iradesinin muduluk olduğunu gösterir. Bununla
beraber, onlara muüulukla çelişen şey ulaşabilir.
Allah Teâlâ’nın tövbesi ‘alâ
(üzerine)’ edatına bağlıdır. Çünkü onun isimlerinden birisi el-Alî’dir.
Yaratıkların tövbesi ise, ‘ilâ’ edatına bağlıdır. İlâ (-e hali) tövbenin
gayesidir. Hakk ve halle (yaratıklar), tövbe fiilinde ‘-den’ ifadesinde bir
araya gelir: Halk kendilerinden Allah Teâlâ’ya dönerlerken, ârifler O’ndan
O’na dönerler. Allah Teâlâ’yı bilenler ise, O’na dönmekten O’na dönerler.
Sıradan insanlar, günahlardan emre uymaya dönerler. Hakk ise, ‘sizi başarısız
kılacak’ ifadesinden, daha önce ayrıntılı şekilde açıkladığımız gibi,
makamlarının gereğine göre O’na dönmeleri için onlara döner. Haklc’ın
kullarının kendisine dönmesi için onlara dönmesi, ‘Onları
sever, onlar da O’nu sever’94 ayetine
benzer. Haldc’ın onlara dönmesi, onların tövbe etmesi için, ezeli sevgi
inayetinin gereği olan bir dönüştür. Kullar tövbe ettiklerinde ise, kendisine
dönenin sevgisi gibi onları sever. Öyleyse bu bir karşılık sevgisidir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ tövbe edenleri sever.™ O’ndan olan
bu sevgi, ilktir. Kul ise, diğer sevginin sahibidir ve ‘O’nu
severler’96 sözüne
ilavedir. Bu durum, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in, ‘Size verdiği
nimet karşılığında Allah Teâlâ’yı seviniz’ ifadesidir. Bu sevgi, kendilerine
verdiği nimet nedeniyle, nimet vereni sevmektir. Kulların bu sevgisi ‘Allah
Teâlâ tövbe edenleri sever’97 ifadesinin
karşılığında bir karşılık sevgisidir. Birincisi ise kendiliğinden Allah
Teâlâ’nın inayet sevgisiydi. Kulların Allah Teâlâ’yı sevmesi ise O’nun
mertebesini tercih etme sevgisidir, yoksa nimet ve ihsan sevgisi değildir. Onların
tövbesi O’nun sevgisinden meydana gelirken Allah Teâlâ’dan olan başka bir
sevgiyi meydana getirir. Bu tövbe, Allah Teâlâ’nın onlarla ilgili iki muhabbeti
arasında bulunur. Bu durum, kendisini
sevmelerinden kaynaklanan Al» • . . . lah’ın onlara tövbesinin kullarda ikinci
bir Allah Teâlâ sevgisini meydana getirmesine benzer. Binaenaleyh Hakk’ın
onlara dönmesi de, iki sevgi arasındadır. İşte bu, ‘Allah Teâlâ Adem’i kendi
suretine göre yarattı’ kapsamına girer. Başka bir ifadeyle, ilahi mertebenin
kabul ettiği bütün nitelikleri küçük ve büyöik insan da kabul eder.
Tövbenin tanımı, bulunulan halde
ezikliği terk etmek, kaçmış olana pişmanlık ve yüz çevirdiğine bir daha
dönmemeye karar vermektir. Bundan sonra ise Allah Teâlâ dilediğini yapar.
Bulunulan halde günahın terki zorunludur. Çünkü vaktin otoritesi, hayâ
duygusudur. Hayâ, otoritesini kullanarak günahın bulunduğu kişiyle Allah
Teâlâ’nın sınırlarını aşmak arasına girer. Allah Teâlâ’nın hadiste zikredilen
isimlerinden birisi de Hayâlı’dır (Utangaç). ‘Allah Teâlâ kıyamet günü yaşlıdan
utanır.’ Allah Teâlâ’nın kuldan utanması, kendilerine dönünceye kadar kulların
O’na dönmeyecek olmasını bildirmesini gerektirir. Allah Teâlâ kendisine
dönmediği için tövbe etmeyen başarısız insan, kıyamet günü, ‘Sonra O’na
dönsünler diye onlara dönerm ayetini
hatırlayarak O’nun önünde durur. İşte Allah Teâlâ günahından dolayı böyle bir
kulu cezalandırmaktan hayâ eder.
Aynı şekilde, kul da Allah Teâlâ’ya
tövbe ederken Allah Teâlâ’dan utanır. Bu utanma, bu halde iken kendisinden bir
günahın gerçekleşmesiyle ilgilidir. Çünkü o, bu durumda tövbekar değildir. Biz
ise, tövbekârdan söz ediyoruz. Öyleyse utanma duygusu tövbekâr için zorunludur.
Hayâ bulunulan halde günahı terki gerektirir. Tövbekâr-arif için günahın terkinin
bir yönü de, onu Rabbine nispet etmeyi terktir, ârif günahı Allah Teâlâ
karşısında edebin gereği olarak kendine nispet eder. Gerçekte fiil, Allah
Teâlâ’nın fiilidir. Kader ise Allah Teâlâ’dandır. O fiilin günah ya da hata
olmasıyla ilgili hüküm Allah Teâlâ’nın hükmüdür. Bütün bunlara rağmen saygı
tövbekâr ârife şöyle söyletir: ‘Bu fiili kendine nispet et, çünkü o
kınanmıştır.’ Bu nedenle nefsin tanımında ‘her türlü kötü düşünce’ denilir.
Asıl ise, ‘Ona günah ve takvayı ilham eden Allah Teâlâ’dır599 ayetidir.
Allah Teâlâ’yı bilenlerden bir gruba
göre, içinde bulunduğu anda günahı terk etmek, onun günah olduğunu görmemektir.
Bu, Allah Teâlâ’nın o şey hakkındaki takdiridir. Çünkü onun günah olduğuna
hükmeden Allah Teâlâ’dır. Bir fiil Allah Teâlâ’nın fiili olması bakımından son
derece güzel ve hoştur. Onun günah (zelle) diye isimlendirilmesi, kaymak
anlamındaki ‘zelle’ kelimesinden gelir. Başka bir ifadeyle fiil Allah Teâlâ’nın
fiili olmaktan Allah Teâlâ’nın hakkında günah hükmünü verdiği bir alana kaymış,
böylelikle Allah Teâlâ da onun hakkında bu mertebeden kaymış olmak hükmünü vermiştir
(zelle), bilesin!
Allah Teâlâ’yı bilenlerden bir gruba
göre günahı terk, fiilin kınanma ya da övgüye konu olması halamından değil,
(Hakk’ın fiili olmak mertebesinden) kaymış olması bakımından fiili görmelde
sınırlıdır. Sonra bu fiilin kula nispetini görür -ki bu sayede zelle diye
isimlendirilir ve ardından fiil kınanır. Gerçekte kula nispet edilen bütün
fiiller bu kapsamdadır. Öte yandan bütün kevni fiiller de, iyisiyle kötüsüyle
günah kapsamındadır.
İnsanların bir kısmı için bulunulan
halde günahı terk, Rabbine dönmesiyle ilgilenmesidir. (Sapmak ve kaymak
anlamındaki) Zelle, gerçekte, kulun Rabbinden uzaklaşması demektir. Kişi
(bulunması gereken yerin) aksi bir yerdedir ve şimdiki halde onun zıddı olan
bir yerde bulunamaz. Zorunlu olarak (tekrar Hakka döndükten sonra) onun günahı
olmaz.
İnsanların bir kısmına göre şimdiki
halde günahı terk, Ona dönmesi için Hakk’ın kendisine dönmesini görmelde
ilgilenmesidir. Böylece kişi, kendisine dönsün diye Hakk’ın kula dönmesi ile
kulun Hakk’a dönmesinin amaçlanmadığı diğer bir dönüşü ayırt eder. Bu durumda
iki dönüş ayırt edilir ve kul kendisi için Allah Teâlâ karşısmda yapması gereken
amelleri yapacağı bir terazi ortaya koyabilir. Bu amellere örnek olarak kalple
ya da dille zikir yapmayı ya da bir organla ameli ya da hepsini veya bir
kısmını verebiliriz. Böyle bir meşguliyede ilgilenen kimse, bulunulan halde
günah işlemez.
İnsanların bir kısmına göre şimdiki
halde günahı terk, Hakk’ın kendisine dönüşünü görmesidir. Burada ayrım amacı
olmadığı gibi kulun kendisine dönmesini sağlamak amacı da bulunmaz. Burada kul
Hakk’ın dönüşünün anlamını öğrenir: Acaba bunu kime nispet edecektir: Zât’a
mı, yoksa ilahi bir isme mi? Dönmenin sebebi nedir? Zât’tan mı kaynaklanır,
başka bir şeyden mi? Yoksa zât ile ilgisi yok mudur? Bu ve benzerleri bulunulan
halde pinahı terki gerektirir.
Tövbenin ikinci unsuru, geçmişe
pişmanlıktır. Bu ise, fıkıhçılara göre tövbenin en büyük unsurudur. Bu yönüyle
pişmanlık, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Hac Arafat’tır’ hadisine
benzer. Çünkü Arafat hacdaki en büyük unsurdur. Burada pek çok şey
tövbekârlarda bölümlenir: Necim (pişmanlık) kelimesinde m b’den dönüşmüştür. Bu
durum lazım kelimesindeki m’nin lazıb’m b’sinden
dönüşmesine benzer. Bu, kaçırmış olduğu şeye duyulan üzüntünün eseridir. Bu
nedenle nedb diye isimlendirilmiştir. Nedb eser
demektir. B harfi m harfine dönüşmüş, kelime
özel anlamda bir üzüntü anlamı kazanmıştır.
Pişmanlığın geçmişle ilgili olmasına
gelirsek, arkadaşlarımızın bir kısmı bunun .vaktin kaybı olduğu kanaatindedir,
çünkü kaçırılan şey, geri döndürülemez. Bir kısmı ise pişmanlığın ‘vaktin
sahibi’ olduğu görüşündedir. Yararı ise, pişmanlığın geçmiş şeyi onarmasıdır.
Bu görüştekiler ‘Tövbe eden ve salih amel işleyenlerin
günahlarını iyiliklere çevirir’100 ayetinden delil getirir.
Arkadaşlarımızın bir kısmı ise şu görüştedir: Pişmanlık, günahı akılda tutmakla
mümkün olabilir. Bu günah kişi ile kaçırdığı emre itaatin arasında bir engeldir.
Duruluk esnasında sıkıntıyı hatırlamak, bir sıkıntıdır. Öyleyse günahı unutmak
gerekir. Bu görüş, tövbe günahı unutmamaktır diyen ilk görüşün aksinedir.
Konuşma, kaçırılan hakkındadır. Bazı kimseler, her günahın ardından istiğfar
etmemiş olmaktan pişmanlık duyar. Bir kısmı pişmanlığın vaktin kaçırılmasıyla,
bir kısmı ise muhalefet vaktinde itaatin kaçırılmasıyla ilgili olduğunu
söyler. Bir kısmına göre pişmanlık, itaatsizlik vaktinde büyük günahların
işlenmeyişiyle ilgilidir. Çünkü insan (ayette belirtildiği üzere) günahların
değiştirildiğini görür. Her günah ona denk bir iyilikle değiştirilir. Örnek
olarak bir adam öldürme günahının bir cana hayat vermeyle ya da kınanmanın
övgüyle ya da sadakanın öfkeyle ya da hırsızlık ya da hainlikle değiştirilmesini
verebiliriz.
İnsanların bir kısmına göre, geçmişe
dair pişmanlık, günahı işlerken Allah Teâlâ karşısında huzur sahibi olmamayla
ilgilidir. Bir kısmına göre geçmişe pişmanlık, fiili yaparken onu failine
izafeyi unutmayla ilgilidir. Son görüş, parıltılı büyük bir nurdur. Onun
perdesi Allah Teâlâ’nın şu ayetidir: ‘Kötü
amelinin kendisine süslenip de onu iyi gören kimse..:10' Allah
Teâlâ, kul fiili kendisine izafe edip güzel gördüğünde onu kötü diye nitelemiştir.
Öyleyse bir varlık mertebesi olmalıdır. Bu mertebe, fiilin mahalli (olan
öznenin) davranışını güzel gördüğü yerdir. Çünkü mümkün yokluğu göremez. Bir
şeyin güzel olması, onun Allah Teâlâ’nın fiillerinden olması demektir. Fiili
kötüleştiren ise kula izafesidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: -Rabbine ait
olmasıyla‘Kendisine süslenmiş kimse...’'02 ‘Amelinin
kötülüğü.’103 Bu ise, kendi ameli olması
bakımındandır ve Böylelikle ona kötülük kazandırır. Hakk’ın süslemesiyle ‘Onu güzel
görür.’104 Allah
Teâlâ’nın süslemesi yasaklanmış değildir. Amel, gerçekte Allah Teâlâ’nın
süsüyle süslenmiştir. Kulun nezdinde ise, kuldaki bilince göre bulunur. Kulda
bulunan şeytanın süslemesi ise, bu, kötülük üstüne kötülüktür; kuldaki şey
dünya hayatının süslemesi ise bu, kötülük üstünde bir gaflettir. Allah Teâlâ’yı
süslemesiyle birlikte kula izafesi kulda bulunuyorsa bu, iyilik içindeki bir
kötülüktür. Kul -Hakk’a saygının gereği olarakkötülüğü amele izafe ederse bu,
güzellik içinde bir güzelliktir.
Senin içinde olduğun her şey güzeldir Güzellik ne
giydiğimize bakmaz
. Biz emre uyma ya da itaatsizlik
elbisesi giyebiliriz. Çünkü emre uymazsan iradeye uymuş olursun. Kötü amel ile
güzel amel arasında ikisini bir hakikatte birleştiren bir ilişki bulunup bu
sayede amel kötügüzel olmasaydı değişme gerçekleşmezdi. Halbuki değişme ‘Allah
Teâlâ onların günahlarım iyiliklerle değiştirir,m ayetinde
dile getirilir. Ayrıca amelin kötülüğü, sahibinin görüşünde güzellikle de
nitelenemezdi. Amelin kötülüğü, sahibinin nezdinde güzellikle nitelenmiş, bu
sayede amel, varlık yönlerinin birisinden güzellik niteliğini kabul
edebilmiştir. O halde amel, haber bakımından kötü, görme balcımından iyidir.
Adeta görme, haberi doğrulamaz. Görmenin kanıtı ise daha kesindir.
Fakat anlamın incesi gözlere aittir Bu nedenle Musa
‘görmek’ istedi
İnsanlar hubr’un haberi onaylamasını
ister. Hubr ise görmek demektir. Görmenin haberi tasdik ettiği gibi haberin
görmeyi tasdik etmesini isteyen yoktur. Bu nedenle körün tanıklığında görüş
ayrılığı varken görenin tanıklığında bir görüş ayrılığı yoktur. Allah Teâlâ ‘Dilediğini
saptırır’106 buyurur. Yani bu gibi konularda ameli iyi ya
da kötü olarak niteleyerek insanı hayrete düşürür. Böylece yükümlü insan, amele
neyin hakim olduğunu bilemez. Allah Teâlâ’nın ‘süslendi’"17
sözü, faili belli olmayan meçhul kalıptır. Yükümlü, ameli süsleyenin kim
olduğunu bilmez: Süsleyen Allah Teâlâ mı, şeytan mı, yoksa dünya hayatı mı?
Sonra şöyle buyurur: ‘Dilediğine hidayet eder.,,m Yani, bu
amelin güzellik ve kötülüğünün anlamının ve kulun onu nasıl alması
gerektiğinin bilgisine diledilderini ulaştırır. ‘Kendini
onlar hakkında üzme.’109
Başka bir ifadeyle, onlar için üzüntü çekme. Bu ayet, herkesin Mutlu olduğuyla
ilgili Allah Teâlâ’dan bir müjdedir. Çünkü burada peygamber ile onuıı insanlığı
arasında bir engel yoktur. O, her bakımdan insan -insan-ı kâmildirdolayısıyla
ondan üzüntü ancak bütün insanların sonuçtaki mutluluklarını öğrenmeyle
kaybolabilir. Öyleyse geçici durumlar önemsizdir, çünkü amel için kötülük
arızi bir durumken güzellik kalıcıdır. Geçici her şey yok olucudur. Zâtı
olanlar ise, baki ve kalıcıdır. ‘Allah Teâlâ haberdardır.’"0 Yani, denemeden yaptıklarınızı
bilendir. Allah Teâlâ sizde ve sizden ortaya çıkan tüm fiilleri bilir.
Tövbenin bu ikinci unsurundaki
‘geçmişe (‘alâ mâ-fâte)’ pişmanlık ifadesi, cömertlik bakımından birisi
diğerini geçtiğinde ve daha fazla cömert olduğunda söylenen ‘fâte fülânün
fulânen cûden’ anlamından türetilmiştir. Bu kişi tövbede pişmanlığın kaçırılan
şeye dönük olduğunu görür. Yani değişen kötülüğün güzelliği, değişmeyen iyinin
güzelliğine ilave olmamıştır. Çünkü güzelin güzelliği, başka bir şeye değil,
kendisine bağlıdır. Kötünün güzelliği değiştirildiğinde iki güzelliği vardır:
Birincisi zâti güzelliğidir. Bu, her fiilin Allah Teâlâ’ya ait olması bakımından
sahip olduğu güzelliktir. Diğeri ise (bu zâti güzelliğe ait) ilave güzelliktir.
Bu ise Hakk’ın değiştirmeyle bu fiile kazandırdığı güzelliktir. Böylece fiilde
ortaya çıkan kötülük, güzellik elbisesi giyer. Bu durumda amelin kötülüğü,
Hakk’ın kendisine giydirdiği amelin güzelliği üzerine güzellik katar. O halde
güzelliği şöyle örneklendirebiliriz: Üzerinde elbise bulunmayan son derece
yakışıklı bir şahıs düşünün. Başka biri ise, tıpkı birinci gibi yakışıklıdır ve
ona toz ilişmiştir. (Tebdil ile) bu geçici çamurdan temizlenerek güzelliği
ortaya çıkar. Ardından güzel ve pahalı bir elbise giyer, bu sayede güzellik ve
hoşluğu katmerlenerek, güzellik bakımından birinciyi geçer.
Tövbekâr ‘kaçırdıklarına pişmandır.’
Çünkü kul bütün fiillerinin bu mesabade olup olmadığını bilemez. (Bilseydi)
sevinci süreklilik kazanırdı. Allah Teâlâ şu ayette buyurur ki: ‘Allah
Teâlâ bağışlayandır (ğajur, örten!).’1" Başka bir
ifadeyle, böyle bir meseleyi keşf yoluyla öğreneni örter. ‘Rahimdir.’112 Yani, bildiği bir anlam nedeniyle
ona merhamet eder ve bunu bize belirtmez. Böyle bir tövbekârın pişmanlığı -ki
üzüntünün neticesidiraşığın kendisine güzel gösterilmiş sevgilisinin haklarını
ihmal etmesi nedeniyle duyduğu vecd, sıkıntı, hüzün ve pişmanlığına benzer. Bu
pişmanlık neticesinde sevgilisi, bilinci halden daha büyük bir saygı ve
hürmetle kendisini karşılar. Âdem’in dili bu konuda şu dizeleri söyler:
Ey itaatim! Sen olsaydın,
hasret çekerdim
Günahım! Sen olmasaydın,
seçilen olmazdım.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sonra
Rabbi onu seçti, ona yöneldi ve hidayet etti.™
Binaenaleyh tövbe eden Allah Teâlâ’dır, Âdem değil! Âdem’den ortaya çıkan,
öğrendiği kelimelerin gereği ve onlardaki tövbe zikridir. Âdem’den çıkan şey,
salt bir itiraftır. Bu ise ‘Rabbimiz kendimize zulmettik"14 ifadesidir. Çünkü nefslerini yok
olmayla karşı karşıya bıraktılar. Nefslerinin üzerlerindeld hakkı ise,
Efendilerinin emrine bağlanarak, kurtuluşu uğruna çalışmaktır. ‘Bize
mağfiret ve merhamet etmezsen...ms Bizi emre
itaatsizlik ‘vâridi’nden gizleyip onun bizde hüküm sahibi olmasını
engellemezsen ve bu örtmeyle ‘Bize merhamet
etmezsen, hüsrana uğrarız"16,
ticaretimiz fayda vermez. Bu itirafın neticesi, ‘Allah
Teâlâ da ona döndü (günahını bağışladı) ve hidayet etti"17 ayeti oldu. Başka bir ifadeyle
kendilerini bağışlayarak (ve örterek) onlara döndü. Bu ilahi örtme, itaatsizliğin
gereği olan cezalandırmayla Âdem ve Havva’nın arasında bir perde oldu. Allah
Teâlâ ise, bunu seçmenin inayetiyle yaptı. Başka bir ifadeyle Rabbi Âdem’i
seçtiğinde, ona kelimeler vermiş ve hidayet etmiş; yaptığı şeyin değerini ve Hakk
ettiği karşılığı, ona ihsan ettiği seçimin değerini açıklamıştır. Tövbe etmiş
olmakla birlikte Allah Teâlâ Âdem’e (yeryüzüne) ‘in’ demiştir. Bu iniş, kovulma
değil, yönetici ve halife olarak inmedir. Öyleyse bu, tenzil-i rütbe değil, bir
yerden inmeydi.
(Âdem’in inişi) Mekân inişiydi, mertebe inişi değil .
Ona başarı, mülk ve
kalıcılık kazandırmak üzere.
Saptırdığı kimsenin haklı
olarak söylediği gibi
Çünkü bu sözü llah’tan
isabetli bir söz olarak aldı
İblis Âdem’e şöyle demişti: ‘Sana
ebedilik ağacını ve tükenmeyen bir mülkü göstereyim mi?’"8
Âdem ise bu hitabı Rabbinden duymuştu ve Âdem’in Rabbine karşı hüsn-ü zannı
nedeniyle de doğruydu. Bu nedenle Hakk’ın hitabının ortaya çıktığı yer -ki
İblis idinedeniyle Âdem’e bir durum ilişti. Bu ise, hitabın kendisinde gerçekleştiği
yerden dolayı kötülüklerin Âdem için ortaya çıkmasını sağladı. Yemek de Âdem’e
ebedilik ve tükenmeyen bir mülk kazandırdı. Fakat bu mülk, yaratıkların içinde
onun ve oğullarının saltanat ve vekilliğinin ortaya çıkmasından sonra
gerçekleşir. Onlar, hakim, adil ve adaleti uygulayan vekillerdir. Bütün bunları
ise, Rabbinin tövbesi sağlamıştır.
Bilmelisin İti, Adem’in Rabbinin
tövbesinin kabul edildiği kesindir. Kulun tövbesi ise imkân dahilindedir, çünkü
bu tövbe illetlidir, gerek ve şartlarının yerine getirilip getirilmediği
bilinmediği gibi Allah Teâlâ’nın ona dair bilgisi de bilinmemektedir, ârifler,
Rablerinden kendilerine dönmesini isteyen Âdemlerdir. Onlarm tövbeden paylan,
itiraf ve istekten . ibarettir. İşte bu ‘Hepiniz
Allah Teâlâ’ya dönünüz’"9 ayetinin anlamıdır. Babanız Âdem’in
yaptığı gibi itiraf ve duaya dönünüz demektir. Çünkü söz vererek Allah
Teâlâ’ya dönmede -ki insan Allah Teâlâ’nın bilgisinde bulunanı bilemezbüyük
tehlike vardır. Söz verende itaatsizlikten bir şey kalırsa, verdiği söz
bozulur. Bu kişi, ‘Söz verdikten sonra Allah Teâlâ’ya
verdiği sözü bozanlar”20 ayetinin kapsamına girer. Bu nedenle
itiraf ve duasında bilgice kendisinden daha kâmil kimsenin görülmediği Âdem, Allah
Teâlâ karşısında ‘bir daha dönmeme sözü vererek’ tövbe etmemiştir. Hâlbuki
şekilci bilginler, tövbede bunu şart koşar. Kendine karşı samimi olan kimse
Âdem’in yolunu tutan kimsedir. Çünkü azmetmede her bakımdan Allah Teâlâ’ya
karşı bir saygısızlık vardır. Böyle biri, Allah Teâlâ’nın o kişiden günah
meydana gelip gelmeyeceğiyle ilgili bilgisini ya biliyordur ya da bilmiyordur.
Biliyorsa, dönmeyeceğini bildikten sonra dönmemeye niyetlenmenin bir yararı
yoktur. Allah Teâlâ’nın bilgisini (takdirini) bilmiyor ve bu konuda söz
veriyorsa, bu kişi -Allah Teâlâ’nın günaha dönmesini takdir ettiği kimselerden
iseAllah Teâlâ’ya verdiği söz ve misakı bozar. Allah Teâlâ tekrar günaha
döneceğini bildirmişse, onun döneceğini bildikten sonra bu niyeti, büyüklük taslamaktır.
Öyleyse her halükârda, ne (Allah Teâlâ’nın kendisi hakkındaki takdirini) bilen
ne de bilmeyen için, kendiliğinden (günaha dönmemeye) azmetmenin bir yararı
yoktur. Öyleyse Allah Teâlâ’nın bizden talep ettiği tövbe, Âdem’in yaptığı
tarzdaki tövbedir. Allah Teâlâ ehlinin nezdinde tövbenin anlamı budur. Çünkü Allah
Teâlâ tövbe eden herkesi sever. Yani, her nefeste kendisini sınadığı ve o
nefeste -Allah Teâlâ’ya dönüpgünaha dönmeme konusunda kesin bir niyet
taşımayanları sever.
Bize göre, sûfılerin üçüncü şart
hakkındaki görüşlerine gelirsek, onlar şöyle demişti: ‘Üçüncü şart, tövbe
edilen şeye dönmemeye azmetmektir.’ Bu şart tam bir bilgisizliktir. Çünkü yüz
çevirdiğin bir şeye bir daha dönmek,imkânsızdır. Dönersen -ona değilbenzerine
dönebilirsin. Allah Teâlâ varlıkta bir şeyi tekrarlamaz. Bunu bilen kimse,
dönmemeye azmetmez. Allah Teâlâ ehlinin tövbekarın dönmemeye azmetmesinde dikkate
aldığı husus, ona ait olmayan şeyi kendisine nispete dönmemeye azmetmektir.
Ameli kendisine nispete dönerse, bu azmedişte dönüşün -kendisine değilAllah
Teâlâ’ya olduğu öğrenilir. Aslı tashih ettikten sora, gaflet kendisine zarar
vermez. Burada azmetmek, amele başlarkenki niyet gibidir. Amel sahibi amele
başlarken aklında tuttuğu şeyi amelin devamında aklında tutmasa bile, gaflet
ameli bozacak şekilde ona etki etmez. Azmeden kişinin azmetmeyle ilişkisi de
böyledir.
Bilmelisin ki, tövbe makamı, ölünceye
kadar insana eşlik eden makamlardandır. Kul yükümlü olduğu sürece, bu makam
sürer. Kastedilen meşru tövbedir. Muhakkiklerin tövbesi ise, ne dünyada ne de
ahirette kalkar. Onun başlangıcı vardır, fakat sonu yoktur. Şu var ki etTevvab
mazharda zuhur edenin aynıdır. Bu durumda, her tövbenin bir başlangıcı olsa
bile, onun hallerinde bir başlangıç ve son yoktur.
Kevııî tövbe, sûfilere göre ceberut
âlemi kaynaklı bir sahipliktir (mülkiyet). Bu, onların görüş birliğine vardığı
bir konudur. Bir kısmı ise, buna melekût âlemini eklemiştir. Tövbenin melekût
kaynaklı olduğunu düşünmeyenler ‘Tövbe sahibine sekiz yüz sekiz makam verir demiştir.
Melekût kaynaldı olduğunu düşünenler ise ‘Tövbe dört yüz on üç makam verir’
demiştir. Muhammed b. Abdülcabbar en-Nifferi ve Ebu Yezid el-Bestami gibi vakfe
ehli olan kimseler ise, ‘Tövbe gaybîdir, etkileri dünyada görülür’ demiştir.
Bu amellerin içerdiği yüce ilahi
makamların hiçbirinde, kaidede ortaya konulduğu gibi, tekrar edilen bir makam
yoktur. Melek, insan, cin, maden, bitki, hayvan ve feleğiyle bütün yaratıklar
tövbe edip bu makamlara ulaşmış olsalardı, iki ldşi tek bir zevkte bir araya
gelmezdi. Bunlar, onlardaki menzillerdir. Kul tövbe ya da bir başkası olan bu
makamı sağlamca yaptığında, ona yerleşir. Her menzil, Allah Teâlâ’dan başkasının
bilmediği bir takım bilgi ve sırları kendisine yerleşen kula verir. Bu makamın
perdesi ve keşfi vardır.
Tövbenin dönmemeye azmetmek değil,
bir itiraf ve dua olmasıyla ilgili görüşümüzü destekleyen husus, sahih
haberlerde yer alan şu ifadedir: ‘Kul bir günah işler ve günahı bağışlayan ya
da cezalandıran bir rabbi olduğunu hatırlar.’ Tıpkı Adem gibi, buna bir şey
eklemez. ‘Sonra tekrar günah işler ve günahı bağışlayan ve cezalandıran bir
Rabbi olduğunu bilir.’ Bu, üç ya da dört kez tekrarlanır. ‘Sonunda Allah Teâlâ
ona şöyle der: Dilediğini yap! Seni bağışladım.’ İşte bu, Allah Teâlâ’nın böyle
birinden günah nedeniyle cezalandırmayı kaldırdığı hakkındaki ifadesidir. Bu
durum, bu niteliğe sahip olmayan kimse hakkındaki hitabın geçerli olduğunu
düşünen kimseye göre böyledir. Hadisin zahirine gelirsek, Allah Teâlâ daha önce
yasakladığı bir şeyi bu durum nedeniyle mubah kıldı. Nitekim Allah Teâlâ zorda
kalana ölü eti yemeyi helal kılmıştır. Halbuki zorda kalmadan önce domuz eti
yemek de haramdı.
Sonra şunu açıkladık: Allah Teâlâ’nın
kullarından başlangıçta kendisinden gerçekleşecek davranışa muttali ettikleri
vardır. Böyle biri, döneceğini bildiği halde, (tekrar günaha) dönmemeye nasıl
azmedebilir Ki? Meşru tövbenin tanımının başlangıçta ‘azmetmek olduğuyla ilgili
herhangi bir dini hüküm gelmemiştir. Öyleyse tövbe, Âdem hadisinde
belirttiğimiz gibi olmalıdır. Allah Teâlâ’nın şu ayeti de bunu destelder: ‘Sonra
tövbe etsinler diye Allah Teâlâ da onlara döner. Allah Teâlâ çokça tövbe
edendir (tövbeyi kabul eden ya da kula dönendir).’121 Yani iki halde tövbe fiilinin faiü
siz değil, Allah Teâlâ’dır. Bu ifade ‘Attığında
sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı’122 ya da ‘Onları
siz öldürmediniz, Allah Teâlâ öldürdü’123 ya da ‘Her
neyi keser ya da bırakırsanız, Allah Teâlâ’nın izniyledir’124 âyederinde belirtilen duruma benzer,
ilahi izin, ilahi emirdir. Allah Teâlâ bazı ağaçların ayakta kalmasını
emretmiş, onlar ayakta kalmış; bir kısmının kesilmesini emretmiş onlar da
-insanların kesmesiyle değilAllah Teâlâ’nın izniyle kesilmiştir. Diğer ağaçlar
da Allah Teâlâ’nın izniyle ayakta kalmıştır. Bununla beraber insanlar, kesme
ve kesmeme fiiliyle nitelenmişlerdir. Onlara ait bu nitelik, Allah Teâlâ’nın
izniyle çelişmez, çünkü Allah Teâlâ’nın ağaca dönük izni, burada bir şeydeki
istidada benzer. Bu yorumla ağaç, kesilmeye müsaittir. Ağaç da kesme eylemini
kesenden kabul etmiştir. O halde ‘Allah Teâlâ’nın izniyle’125 ağaca söylenmiştir. Bu ifade ‘İznimle
kuş olur’12” ifadesine benzer. Hz. İsa’nın
üflemesi, hayvanı ruhun var olması içindi. Çünkü üfleme, yani Hz. İsa’dan çıkan
hava, hayvani ruhun ta kendisiydi. Bu üfleme kuşun cismine girmiş ve ona
yayılmıştı. Kuş ise nefes vasıtasıyla hayatı kabul etme istidadındaydı. Nitekim
buzağı da Samiri’nin kendisine attığı şey nedeniyle canlılığı kabul etmişti.
Kuş Allah Teâlâ’nın izniyle uçtuğu gibi Samiri’nin buzağısı da Allah Teâlâ’nın
izniyle böğürmüştü. Bu nedenle Allah Teâlâ ayette, ‘Fâsıkları
başarısızlığa erdirmek için’127 dedi. Fâsıldar (çıkanlar, dışta
kalanlar), bir ağacı kesen diğerini bırakan ilahi iznin bilgisinden ‘dışta
kalanlardır.’
Şeyhlerimizin bu makamda bir takım
tanımları vardır ki mümkün olanlarını zikredeceğim ve bu sözlerdeki
maksatlarını (tasavvuf) yolun gereğine göre açıklayacağım. Bütün makamlarda
şeyhlerin sözlerine böyle yaklaşacağım. Onlara bir şeyin mahiyeti sorulduğunda,
o şeyin zâtî tanımıyla cevap vermezler. Bunun yerine, söz konusu makamın sahibinde
meydana getirdiği duruma göre cevap verirler. Onların cevapları, zevk ve hal
bakımından bu makamın onlar adına gerçekleştiğini gösterir. Nice insan vardır,
bir makamı tanımıyla bilir, fakat onda o makamın kokusundan eser bulunmaz.
Hatta o makamdan uzaktır, mümin bile değildir. Bu ldşi, o makamın zâtî vc
betimsel tanımını ise bilir. Binaenaleyh bir şeyin sonuç ve haline göre cevap
vermek, kuşkusuz onun zâtî tanımıyla cevap vermekten üstündür. Çünkü makamların
bilinmesindeki yegâne neden, şahısta bir etkilerinin bulunmasıdır. Makamlar,
başka bir şey için değil, sadece bunun için amaçlanır. Doğruya ulaştıran Allah Teâlâ’dır!
Arkadaşlarımız, sâliklerin ilk
menzilinin ne olduğu hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmına göre ilk
menzil yakaza, bir kısmına göre intibah, bir kısmına göre de tövbedir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Pişmanlık bir tövbedir.’ Bu
hadis, ‘Hac Arafattır’ hadisiyle aynı bağlama girer. Peygamber ‘Pişmanlık
tövbedir’ deseydi, ilkine göre tanıma daha yakın bir şey söylemiş olurdu. Bu
bölümde tövbeyi sahih kılan üç şarttan konuşmuştuk. Sûfılerden biri -Ebu Ali
ed-Dekkâkşöyle demiştir: ‘Tövbe üç kısımdır: Tövbenin başlangıcı, ortası ve
sonu vardır. Başlangıcı tövbe, ortası inabe ve sonu evbe diye isimlendirilir.
Tövbe korkana, inabe tamah edene, evbe ise ilahi emri gözetene aittir.’ Bu
taksimiyle ed-Dekkâk, tövbenin bilhassa itaatsizliklerden dönmek ve zimmetinde
bulunan hakları imkân ölçüsünde yerine getirmek olduğuna dikkat çeker. Söz
konusu haklar, ancak başkasının affı, kısas veya verilmesi mümkün olanı
sahibine vermekle ortadan kalkan haklardır.
Tövbenin ne olduğu sorulduğunda
Rüveym şöyle demiştir: ‘Tövbe, tövbeye tövbedir.’ Nitekim İbn Arif de şöyle
der:
Pek çok kavim tövbe etmiş
Tövbeye ise bir ben tövbe
ettim
Sûfilerin tövbe hakkındaki sözleri
pek çoktur; Münziri’nin elMakamat’mda, Kuşeyri,
Mutavvili ve Amr bin Osman el-Mekki ve diğerlerinin kitaplarında
zikredilmiştir, oralara bakılabilir.
YETMİŞ
BEŞİNCİ BÖLÜM
Tövbenin Terki
Ne zaman itaatsizlik ettin de tövbe
ediyorsun
Tövbenin
terki müşahedeye imkân verir
Tövbe
edene de ki: ‘Perdelendiniz’
Gelen
hakikati idrakten
Kimden ve
kime dönüyorsunuz?
Efendi
yapan ve yapılandan başkası yok ki!
Kendisinden
O’na ve onunla geldiğim hakikat kimdir?
Kulun
hakikati kimdir?
îlah’ın
isimleridir onlar
Varlığın
yücesiyle nitelenmiş olarak inen.
Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin,
bilmelisin ki, Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her nerede
olursanız, O sizinle beraberdir’12* ‘O her şeyi ihata edendir.’129 ‘Allah Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?’130 ‘Ayağa kalktığında seni gören O’dur.’131 ‘Biz ona şah damarından daha yakınız’132,
‘Biz ona sizden yakınız, fakat siz görmezsiniz’133 Bu niteliklere sahip kişi Allah
Teâlâ’ya dönmez. Öyleyse Allah Teâlâ’ya sadece bu yakınlığı görmeyen ve
bilincine varmayan kimse dönebilir. Bilinç, bilincine varılan bir şeyin olduğu
hakkında özet ve kesin bir bilgidir. Fakat hissedilen bu şey nedir? Öyleyse Allah
Teâlâ’yı bilmek bir şuur ve hissetmektir, yoksa bilincine varılan ;şeyin
mahiyetini bilmek değildir. Allah Teâlâ’nın bizi bilmesi ise böyle değildir.
Kul manasını hangi anlama çevirirse çevirsin, Hakk çevirende, çevrilende ve
çevirme fiilindedir. Öyleyse nereye döneceğim? Nida ederse nida edilen O’dur.
Çünkü ancak duyan çağrılır. O senin kulağındır. O halde sen ancak O’nunla
duyarsın. Sana nida ederken O’nu yitirmiş değilsin. İşte doğru bilginin tanımı
budur.
Bu nedenle Allah Teâlâ tövbeyi
müminlere emrederek şöyle demiştir: ‘Ey
müminler (eyyuhe)! Hepiniz Allah Teâlâ’ya dönün.’134 Burada ‘eyyuhe’ bilenin bildiği ve
müminin farkına varmadığı gizli bir hikmet nedeniyle belirsiz gelmiştir.
Öyleyse bu, ‘Ey müminler’ dediğinde, uyarı harfi yerindedir. Bu, Elif siz
olduğunda hüviyete işaret eder. Kisai ayeti ‘eyyuhu’ şeklinde okumuş ve iki
sakin harf bir araya geldiği için vav düşürülmüştür. Öyleyse burada Allah
Teâlâ şöyle der: ‘O, müminlerdir.’ Çünkü Allah Teâlâ elMümin’dir. Hakk’ın
nidası, Hakk vasıtasıyla duyulur. Duyan mümindir, duyanlar ise pek çoktur. O
halde ‘O’, müminlerdir. Tövbenin terki, dönmenin terkidir. Çünkü Allah Teâlâ ‘Arkanıza
dönünüz’1™ demiştir. Bu emir, oluşunun
karanlığında bulunana dönüktür. ‘Bir nur arayın.’136 Sizi var edeni araştırın! O,
kendisiyle oluşun gerçekleştiği nurdur. Onu gördüğünüzde, size sizden ortaya
çıkar. Böylelikle O’nun size ‘sizden yakın olduğunu’, ‘ancak sizin
görmediğinizi’ öğrenirsiniz. Görmemenizin nedeni, nurun olmayışıdır.
Onlar adma bu kadarlık bir bilgi
gerçekleştiğinde, tövbekar olduklarını düşünmezler artık. ‘Onlara
tövbe eder.’137 Gerçekte tövbe eden Allah Teâlâ’dır.
Kul ise, niteliğin zuhur ettiği yerdir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘tövbe
etmeleri için’13S demiştir. Sonra şöyle buyurmuştur: ‘Allah
Teâlâ tevvabtır.’139 Bu, mübalağa bildiren bir ifadedir.
Çünkü burada Allah Teâlâ için iki tövbe vardır: Birincisi ‘Sonra
onlara tövbe etti’140, İkincisi ise ‘onların
tövbe etmesi için’141 ayetindedir. Her kulun iki tövbesi
de Allah Teâlâ’ya aittir ve tövbe eden O’dur, onlar değil! ‘Attığında
sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı’142 Bu hüküm, kulların bütün fiillerine
yayılır. Öyleyse tövbe eden, tövbe etmemiş, Allah Teâlâ tövbe etmiştir. Bu
nedenle sûfiler ‘Tövbe, tövbenin terkidir’ ve ‘Tövbe, tövbeye tövbedir’
demiştir. Onun olumsuzlanması ispatıyken ispatı olumsuzlanmasıdır.
Tövbenin terld, iddiadan
uzaklaşmaktır. Meşru tövbe, itaatsizlikten emre uyma haline dönmektir. Dolaylı
emre itaatsizlikten -başkasına değilO’nun emrine uymayı kastediyorum. Tövbeye
tövbe ise, Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ’ya Allah Teâlâ ile dönmektir. Öyleyse
tövbeden tövbe, keşf sahibidir, perdesi yoktur. Sahibi ise, sorumludur, çünkü o
iddiayla iddiadan uzaktaşmıştır. İddia sahibi herkes, iddiasının doğruluğuna
kanıt getirmekle yükümlüdür. Mükemmel insan, Hakk’ın ispat ettiği yerde ve
kimse adına tövbeyi ispat edip sınırını aşmayan kimsedir. Bu tövbenin, onu
yerine getiren adamları olduğu gibi onuıı üzerinde hüküm sahibi olanlar da
vardır. Onlar bundan uzaklaştırılmıştır, çünkü o ‘gurbet halidir. Onlar
doğdukları yerde olduklarına göre gurbet de yoktur. Ailesine dönen kişi,
uzaktaki kimsedir. Uzaktaki ise gariptir. Garipler tövbekârlardır. Allah
Teâlâ’nın onları duyduğu sevinç, ailenin kendilerine gelen uzaktaki bireyini
(görmedeki) sevincine benzer. Gurbet esnasında ailesini gören kimse, kendi
adına aileyi görmelde sevinmez, çünkü o zaten ailesini yitirmiş değildi. Onun
sevinci, vatanına dönmekten duyduğu sevinçtir, bu bir uyum sevincidir. Örnek
olarak, sevgilinin sevenini sevmesini verebiliriz. Bu sevgi, gerçekte onun
kendisini sevmesidir. Bu nedenle kendisini sevdiği için, sevdiğini sevmeyeni de
sevmez. Allah Teâlâ itaatsizlik ve uyum gibi her durumda ‘Kendisine
dönenleri ve tövbe edenleri sever.’143 Bu dönüş, her durumda makbul ve
sevilen bir iştir. Tövbe vuslat nedeniyle sevildiğine göre vuslata eren kişi
(bir daha) ermeyecektir. O halde eren kişi, sevginin en aşırı halinde ve hazzın
en büyüğündedir. Bu kişinin durumu, ‘tövbenin terki’ diye ifade edilir.
İlahi emri ve Rabbani hakikatin
genişliğini gören kişide belirli bir hal sürekli olmaz ve böyle bir şey uygun
da değildir. Bu nedenle ‘O her gün bir iştedir’ ve iş yinelenmez. Böyle birine
göre tövbe geçerli değildir, çünkü tövbe dönüştür ve dönüş dönülen şeyden
ayrılmadan kaynaklanır. Hakk ise böyle değildir. Öyleyse ne tövbe ne dönüş! Allah
Teâlâ ‘Bütün iş O’na döner’144 der. Çünkü iş, perdeliler nezdinde,
kendilerine ait olduğu iddiasıyla kendi mertebesine yabancılaşmıştır. Bu
nedenle onlara ‘İşin bütünü O’na döner’145 denilir. Baksaydınız, bu fiili
nispet ettiğiniz kimsenin Allah Teâlâ olduğunu görürdünüz. ‘Allah
Teâlâ yaptıklarınızdan habersiz değildir.’146 Kastedilen, işin O’na döneceği
hakkındaki iddianızdır. Bu iş, gerçekte Allah Teâlâ’ya aittir. Esas olan
dönüşün olmayışı ve işin kuşaklamayacak ve nihayetsiz bir şekilde artış içinde
olmasıdır. Çünkü varlığı zorunlu olanın bir sonu olmadığı için mümkünlerin de
bir sonu yoktur. Allah Teâlâ sürekli yaratıcıdır (el-Hallak). Bu hükmün O’ndan
ayrılması, geçerli değildir. Bir şeyin olumsuzlanması onun olumlanmasıyla gerçekleşiyorsa,
olumsuzlanması imkânsızdır.
Bu kitapta bir önceki bölümde dile
getirilen konunun terkiyle ilgili yaptığımız açıklamalar, öncekine göre ilave
gibidir ve onun bir kısmıdır. Konuyu özetle anlatıyoruz, çünkü kitap uzun
açıklamaya imkân vermiyor. Bu bir önceki bölümün fasıllarından biridir ve
konuyu özede açıkladık. ‘Allah Teâlâ hakla söyler ve doğru yola ulaştırır.’
YETMİŞ
ALTINCI BÖLÜM
Mücahede
Sabah akşanı ilahını tespih et Ayakkabı hidayet vasıtasıyla taca döner
Arzunla
mücadele et, ara verme Vekiller için dost ol
Mücahid
sürekli mücadele edendir
Şartları arzular ve nedenlere tutkundur .
Ten,belliğe yönelme, çünkü
tembellik Seni örter, hadiseler içinde vasıl ol!
Allah Teâlâ sizi başarıya erdirsin,
bilmelisiniz Ki, bu bölümde söze başladığımda bana sahih bir rüya gösterildi.
Bu rüyada insanlara geçici-ilahi bir emrin indirilmesi gerektiği bildirildi.
Onlar, bu emirde sıkıntı, nefsanî ve duyusal güçlüklere muhtaçtır. Bana şöyle
denildi: ‘Her bölüme küçük harfleri katmayı unutma! Bunların işbaı ile üç
harfin -ki illet harfleridirmeydana geldiğini açıklarsın. Söz konusu harfler,
uzatma ve yumuşatma harfleridir ve neden ve nedenliden (illet ve malül)
bileşiktir. Küçük harfler hakkındaki konuşman ve işaretin dört sınıfa
yöneliktir: Birincisi, ilahi bilgilerin sahibi olan -ki bunlar gerçek
bilgilerdirâriflerdir. İkinci sınıf, ilahi sınırlarda duran vakfe ehlidir
(durak ehli). Bunlar, henüz elde etmedikleri bir Hakk geçerken birinci ve (lâ)
ikinci makam arasında saygıyı öğrenmek için duran berzah ehli, aynı zamanda
vuslat ve ünsiyet ehlidir. Vuslat ve ünsiyet ehli de öyledir. Her makamda
onlara ait dereceler belirlenir. Nitekim vakfe ehli için de bunu açıklarsın.
Böylece sâlik, işi karıştırmaz. (Rüyada denilenlerden biri de, Açıklamalarımın)
halleri bilinmeyenlere yönelik olmasıydı. Bunlar, tanıyan fakat tanınmayan
Melamilerdir. Onları mârifet sahiplerinden ayırıp kendilerine ait kemali
ortaya çıkartmalısın. Bunlar, Allah Teâlâ’yı bilenlerdir. Bu dört grubun her
makamdaki hallerinin izahı gerekir. Bunlar arifler, Melamiler, ünsiyet ve
vuslat ehli ve vakfe ve söz ehli olan ediplerdir. Sen Allah Teâlâ’nın emrinden
Allah Teâlâ’nın kullarına nasihatle memursun. ‘Din de nasihat demektir: Allah
Teâlâ için, Peygamber’i için, müslümanların önderleri ve geneli için!’
Vakıa’da berzah varidi işini
tamamlayınca, uykudan kalktık ve sözde, amelde ve halde Allah Teâlâ’nın bizi
korumasını diledik. Bu vakıada kendimle beraber arkadaşımız Taceddin Abbas bin
Amr es-Serrac’ı gördüm. Arkadaşım, üç illet harfinin kendilerinden oluştuğu
küçük harfler hakkında konuşmam hususunda Hakk canibinden beni ikaz ediyordu.
Küçük harflerle ne denmek istendiğini ve onların çocuklarının -ki illet
harfleridirmertebelerinin mahiyetini açıklamalıyız. Daha önce kitabın harfler
bölümünde ve ikinci bölümde bunları açıklamıştık. Rüya nedeniyle harflerin
burada tekrar açıklanması zorunludur.
VASIL
Küçük Harfler ve Çocuklarının Mertebeleri
Bilmelisin ki,
küçük harfler derken üç harekeyi kastederiz: Ötre, kesre ve fetha. Bunların iki
hali vardır: İşba’ hali ve işba’sız hal. Bunlardan biri işba ile
nitelendiğinde, kendisine uygun bir malülün (nedenli) varlığının illeti olur.
Zamme veya ötre işba edildiğinde, ondan malül vav meydana gelir. Hareke fetha
ise Elif; kesre ise malül Ya meydana gelir. Burada Vav ve Ya’yı illet olmakla
sınırladık, çünkü bu ikisi sağlıklıyken de illetle nitelenmeksizin
bulunabilir. Elif ise her zaman illetli bulunabilir. Bu nedenle onun öncesi,
fethalı olabilir ve bu işba’ edilmiş bir fethadır.
Bu harfler
‘illet harfleri’ diye isimlendirilir. Yani, bu illetlerin nedenlisi olarak var
olmuşlardır. Böylelikle hükümler, illcdcrinin tarzında ortaya çıkar. Bu sayede
onlarla kelimeler irab edildiği gibi illetleri de irab edilir. Söz gelişi
‘Zeydün ehûke’ (Zeyd kardeşindir) dersin. ‘Zeyd’deki ötre, dal’in ötresidir ve
zammenin işbaındaıı meydana gelmiştir. ‘Ehûke’ sözünde zammenin işbaından ise,
vav meydana gelmiştir. Merfuluk alameti ise, zammeden doğan vav harfidir.
Böylece isim, malul harf kendisiyle var olduğu için, ‘mutell (illetli)’ diye
isimlendirilir. O da bu harflerden biridir. Bu üç harften bir harfin bulunduğu
hiçbir kelime ‘sahih’ diye isimlendirilmez -ki malül olmayan, yani kendisinde
illet harfi bulunmayan demektir-. Söz gelişi ‘Raeytü ehâke Zeyden’ (kardeşin
Zeyd’i gördüm) dersin. Zeyd kelimesindeki fetha nasp alametiyle ‘ehâke’
kelimesindeki Elif ise He’nin fedıasından meydana gelmiş nasp alametidir.
‘Merartü bi ehilce Zeydin’ (kardeşin Zeyd’e rastladım). ‘Zeyd’deki kesre hafz
(hafz: kelimenin sonunu ‘î’ okumak) alametidir. Ehîlce’delci î de (ya), hafz
alametidir. Böylelikle Ya’ya edeilediği harfin hükmü verilmiştir. Kelime bu
harflerle illedendirilmiş, babasının hükmünü kazanmıştır. .
Ötrenin -ki reftirilahi isimlerden
payı cl-Alî iken fethanın payı erRahman’dır. Bu nedenle Kuran’da ‘Allah Teâlâ
insanlara rahmetinden feth ederse (açarsa)’ denilir (fetha ve fetih arasında
ilişki kurulmaktadır). Fetih, rahmete ait sayılmıştır. Kesre’nin ilahi
isimlerden payı, elMüteal’dir. Bu ilahi isimlerin oluştaki eticileri malumdur.
Nitekim isimler Hakk’ta kendi tanımlarıyla ayrışır ve birbirlerinden
farklılaşır. Bu konuyu kitabm ikinci bölümünde açıkladık ve orada irab
harekelerinden mebnilik harekelerini, diri ve ölü sükûn mertebesini, Nun’un
fiilin beş örneğinde irab hükmünde illet harflerine katılışını açıklamıştık.
Bunlar ‘yef alâni, tefalâni, yefalûne, tef alûne ve tef alîne’ gibi
örnelderdir. Başlarına gelen amillere göre, bunların ispatı irap olduğu gibi
düşürülmeleri de iraptır.
Malul (illedi), hastalıkla nitelenendir.
Bu nedenle, kendisinde bulunan hastalığın üzüntüsünden çektiği sıkıntıya karşı
meşakkat ve gayret sahibidir. Çünkü illetten ancak bir malul meydana
gelebilir. Bu nedenle bu konudaki sözü mücahede bölümünde ele aldık. Mücahede,
yorulmak ve meşakkat demektir ki bu nedenle ‘cihat’ diye isimlendirildi. ‘Allah
Teâlâ’nın dini kolaydır.’ Allah Teâlâ sözünü her nerede söylerse doğrudur. ‘Allah
Teâlâ size dinde bir güçlük yaratmadı.’'47 Başka bir ayette ise ‘Allah
Teâlâ size kolaylık diler, güçlük istemez’'4” denilir.
Bu nedenle cihadın terkine bir bölüm ayırdık. Bu bölüm, bundan sonra
gelecek’olan mücahedenin terki hakkındaki yetmiş yedinci bölümdür. Çünkü
mücahede bir haldir, amel değildir. Haller verilmiş, ameller kazanılmıştır. Bu
nedenle (Kuran’da) kazanım amel makamına yerleştirildiği gibi amel de kazanım
yerine yerleştirilmiştir. Bir ayette ‘Her
nefse ameli ödenir’149 denilir. Başka bir yerde ise ‘kazandığı
(kesb)’150 denilir.
Böylece ayette amel ‘kesb’ diye isimlendirilmiş ve her biri diğerinin yerini almıştır.
Bu nedenle amellerin kazanım olduğunu söyledik. Amel sahiplerinin bir kısmının
amelinde meşakkat varken -mücahede demektirbir kısmı ise meşakkatle karşılaşmaz.
Dolayısıyla mücahedesi olmaz. Amel (herkes için) meşakkati gerektirseydi,
gayret bütün amel sahiplerinde ortaya çıkardı. Bu nedenle de haller vergi
olmuştur.
FASIL
Dört Mücahit Sınıfı
Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, mücahitler ceht, gayret ve sıkıntı
sahipleridir. Bunlar dört sınıftır: Birinci sınıf, herhangi bir şeyle sınırlanmaksızın
mücahit olanlardır. ‘Allah Teâlâ mücahitleri oturanlardan
üstün yaptı’15' ayetinde dile getirilen durum budur.
İkincisi, ‘Allah Teâlâ yolunda’ sözüyle-sınırlanan mücahitlerdir. Bu ise ‘Allah
Teâlâ yolunda cihat ederler’152 ve ‘Onun
yolunda cihat’153 ayetinde dile getirilir. Üçüncü
sınıf ise O’nda cihat edenlerdir. Bu ise, ‘Bizde
cihat edenleri yollarımıza ulaştırırız’154 ayetinde dile getirilir. Burada
‘ulaştırmak’, kimde cihat ettiklerini öğrenmelerini sağlarız demektir.
Böylelikle bu esnada cihat ederler ya da etmezler. Dördüncü sınıf ise, ‘Allah
Teâlâ’ta hakkıyla cihat edenlerdir.’155 Hakk onları -bu sınırlama olmaksızınAllah
Teâlâ’ta cihat edenlerden ayırır. Hakkıyla cihat, ‘Allah
Teâlâ’dan hakkıyla sakınanlar”56 ve ‘Kitabı
hakkıyla okuyarılar’157 ayetinde belirtilen ‘hakkıyla’
ifadesine benzer ki bu, dördüncü mertebedir.
Bu mücahede, yükümlülüğe eşlik eden
makamlardandır. Binaenaleyh yükümlülük sürdükçe, mücahede de sürer.
Yükümlülüğün hükmü kalktığında mücahede de kalkar. Bu nedenle Allah Teâlâ
yükümlülerden mubah sınıfıyla güçlüğü kaldırdı. Bunun nedeni, üzerinde
yaratılmış oldukları ilahi suretin onlarda şefaat etmesidir. İlahi suret,
engel tanımaz ve kendisine benzeyenin engellendiğini gördüğünde, ondan engelin
kaldırılmasını ister. Bunun üzerine ‘Ahirette buna ulaşacaktır’ denilir. Suret
ise şöyle der: ‘Ahiretteki durumun dünya hayatında da bir hükmü olmalıdır ki,
benim şefaatimin kabulüyle sevineyimÇünkü sen şöyle dedin: ‘Dünya
ve ahirette onlar müjdelenmiştir.’158 Bu suret, benim
dolaştığım yer ve bakışımın düştüğü yerdir. Onun yasakla karşılaştığını görünce,
onda bir kırıldık buluyor ve inayetimin eserini onda göremiyorum. Bununla
birlikte o benim suretime göre yaratılmıştır. Halbuki bana yasak konulmaz!’
Bunun üzerine Allah Teâlâ beşeri suret için ‘mubah’ alanını belirledi. İlahi
suret, insana mubahta eylem yaparken bakar. Mubah dünya hayatında nefsin en
üstün halidir. Çünkü mubah, engellemenin bulunmadığı ahiret hayatının bir
parçasıdır. Nefs mubahtan mekruh veya menduba yöneldiğinde ise, suret
yükümlüden kısmen yüz çevirir. Bu esnada kısmen insani surete baksa bile, bir
yönüyle ondan uzaklaşır. Nefs mubahtan harama ya da bir vacibi yapmaya
yöneldiğinde ise, suret perde çeker ve bütünüyle yükümlüden yüz çevirir. Ameli
insana teklif eden ya da yasaklayan -ki Allah Teâlâ’dırkulu bu esnada gördüğünde,
kendisine vacip kıldığı şeyi vacip kılar. Hakk’ın kendine bir şeyi zorunlu
kılması ‘Nefsine rahmeti yazdı’159 ve ‘Müminlere
yardım üzerimizde haktır’160 gibi ayetlerinde dile getirilir.
Böylelikle perde kalkar: Artık iki suretten her biri, hükümlerin bütün
hallerinde diğerini görür.
Dostum, bakınız! Allah Teâlâ
kullarına karşı ne kadar lütufkâr ve merhametlidir: Zorunluluk hükmünde
kendisini onlara ortak yapmış, onlardan zorunluluğu düşürmemiş, bu hükümde
kendisini de onlara katmıştır. Çünkü kullar bu hükmü başlangıçta kazanmıştı.
Bu hükmü kullardan kaldırsaydı, onların nezdinde Hakk’ın kendisine kullarını
katacağı bir makam bulunmazdı. Yani, biz size tattırdığımız şeyi tattık! İşte
bu, ilahi hüküm ve tenezzüldeki inceliğin son kertesidir. Allah Teâlâ kazanılan
bilgide de kullarına tenezzül etmiştir. Çünkü onların bilgisi kazanılmıştır.
Şöyle der: ‘Öğreninceye kadar sizi deneyeceğiz.’161 Allah Teâlâ, alimdir ve böylelikle kullarıyla ünsiyet
etmiştir. Burada, Allah Teâlâ’yı bilmeyenlerin bir sözünü duyanların kendisine
karşı destek bulacağı bir iman hükmü vardır. Bu ise onların ‘Allah Teâlâ
tikelleri bilmez’ sözleridir. Onlar, bu sözle Allah Teâlâ’yı tenzih etmek
istemişlerdir. Bu konu, keşf ilahi bilginin bilinenlere ilişme tarzını ortaya
çıkartmadığı sürece, akılla tam olarak kavranamayacak bir meseledir. Ayrıca bu
meselenin bilinmesi, Hakk için geçmiş ve geleceğin olmadığının keşf yoluyla
öğrenilmesine bağlıdır. Hakk’ın şimdiki anı, sürekli ve daimidir. O’nun için
‘an’, şimdi olmayıp sonra olan ya da olduktan sonra sona eren bir tarzda
değildir. Bazen Allah Teâlâ bu gücü dilediği kullarına da verebilir. Ondan bir
esinti (nefha) Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’de ortaya çıkmış, bu
sayede Peygamber, öncekilerin ve sonrakilerin bilgisini öğrenmiştir. Başka bir
ifadeyle geçmiş ve geleceği öğrenmiştir. Bilinenler Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem için ‘şimdi’ mertebesinde toplanmamış olsaydı, onları bilme
özelliği kazanamazdı. Allah Teâlâ’nın doğru bir bilgiyle tikelleri bildiği ve
tikeli bilmeyi Hakk’ın mertebesinden olumsuzlayarak tenzihi hedefleyenin
bundan habersiz kaldığı buradan öğrenilir.
Mücahede, nefsi bedensel güçlüklere
zorlamaktır. Bu güçlük, mizaca bir zayıflık ve bitkinlik verir. Nitekim
riyazet de, nefsin ahlâkını sıkıntıya kadanmaya zorlayarak güzelleştirmek
demektir. Söz konusu sıkıntı ırz ve bedenin dışında bedenin hareketin
bulunmadığı konularla ilgilidir. Sonra, dince övülmüş olan bu bedeni
hareketlerin bir kısmı genel anlamda Allah Teâlâ yolundaki hareketlerdir.
Bunlar, meşru bütün hayır ve iyilik türleridir. Onların bir kısmında
‘mücahede’ diye isimlendirilen meşakkat varken bir kısmında meşakkat yoktur.
Dolayısıyla bu ismin hükmü onlardan kalkar. Bu bölüm, meşakkatin bulunduğu hareketlerle
ilgilidir ve bu nedenle onu ‘mücahede bölümü’ diye isimlendirdik. Meşakkatin
en büyüğüne baktık, Allah Teâlâ yolunda can vermekten -ki O’nun yolunda
savaşmak demektirdaha büyük bir meşakkat bulamadık. Allah Teâlâ bu uğurda
ölenleri ‘rızıklanan diriler’ diye niteleyerek onlara ölü demeyi yasaklamış,
duyunun kaybolması ve nefeslerinin olmayışı nedeniyle görünüşteki ortaklıktan hareketle
onları ölülere katanları bilgisiz saymıştır.
Bu, kıyası geçersizleştiren en güçlü
kanıttır. Çünkü Allah Teâlâ yolunda katledilen mücahiderin öldüğüne inananlar, Allah
Teâlâ yolunun dışındaki bir sebeple öldürülenlere -aradaki ortak illet
nedeniylekıyaslayarak böyle düşünmüşlerdir. Onlar, her ikisinin nefes ve
canlılık hareketi olmaksızın, aynı tarzda öldürülmüş olduğunu düşünürler.
Şehider kendilerine yapılmak istenilen organların kesilmesi, derilerinin
böceklenmesi ve parçalanması gibi eylemlerden ya da vahşi kuşların yemesi,
bedenlerinin çürüme ve bozulmaya yüz tutması gibi fiillerden kendilerini koruyamaz.
Bunun üzerine kıyas yapmış ve fakat kıyasta yanılmışlardır. Bundan daha açık
bir kıyas olmadığı gibi bundan güçlü bir illet de yoktur. Bütün bunlara rağmen,
Allah Teâlâ onları yalanlayarak şöyle demiştir: ‘Benim yolumda öldürülen
kimsenin durumu benim yolumdan başka bir yerde öldürülenle bir değildir.’ ‘Allah
Teâlâ yolunda öldürülenleri ölüler saymayınız. Onlar diridir, Rablerinin
katında rızıklanırlar. Sevinmiş bir halde.’162 Bu nedenle onlara şöyle der: Allah
Teâlâ yolunda öldürülenler hakkında verdiğiniz hüküm, bilgi değil, dolayısıyla
doğru da değildir. Doğru olmayınca, ona göre hüküm vermek caiz değildir. Çünkü
biz Allah Teâlâ’nın o bilginin bilgi olmadığını bildirdiğini biliyoruz. Sonra
şöyle der: ‘Allah Teâlâ yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz.
Onlar diridir, siz farkına varamazsınız.’163 Allah Teâlâ kıyasın verdiği bilgiyi
yok saymıştır. Açıklığı, kuşkusuzluğu, nedenlerinin çokluğu ve kendisiyle
öldürülen diğer insanları bir araya getiren illetlerin fazlalığına rağmen bu
kıyasın durumu böyleyse -Ki o Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle bâtıl bir
kıyastırfakihlerin olaylar, akılcıların Allah Teâlâ’yı bilmede görünenden hareketle
(görünmeyen hakkında) yaptıkları kıyasları nasıl olabilir ki? Heyhat! Allah
Teâlâ doğru söylemiş, diğerleri yalan söylemiştir. ‘Benzeri
olmayana’164 eşyanın
benzediği kimse benzemez.
Can vermek nefslere ağır gelir ve bu
nedenle ‘cihat’ diye isimlendirilmiştir. İki tür nefs vardır: Birincisi dünya
hayatıyla ülfet ettiği için onu arzulayan nefstir. Böyle bir nefs, dünya
hayatından ayrılmak istemez ve bu ona ağır gelir. Diğer nefs ise, itaaüerini
ve Hakk’a yaklaştıran davranışları daha çok yapmak, Allah Teâlâ hakkındaki.
bilgi edinmek ve her nefes yükselmek için dünya hayatını arzular. Böyle bir
nefse de dünya hayatından ayrılmak güç gelir. Bu nedenle iki grup hakkında da
(bu mücadele) ‘cihat1 diye isimlendirilmiştir.
‘Allah Teâlâ yolunda’ cihat edenlere
gelirsek Allah Teâlâ yolu, Allah Teâlâ’ya gidenlerin yoludur. Başka bir
ifadeyle, ilah olması bakımından O’na ulaşmaktır. Öyleyse bu, âlemin ve ondaki
hükümlerin ortaya çıktığı mertebeyi öğrenmek için gayret etmektir. Yaratıklar
yeryüzüne ondan meydana gelir. Mücahitlerin bu grubu, bu yollarda yolcunun
yolda karşılaştığı korkutucu şeylerle karşılaşır. Çünkü yolcu bu yolda yürürken
canından veya malından olabilir, çocuklarını yetim bırakabilir, alıştığı
şeylerden yoksun kalabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Mallarınızla
ve canlarınızla Allah Teâlâ yolunda cihat ediniz.’165 Başka bir ayette ise Allah
Teâlâ yolunda savaşırlar, öldürür ve öldürülürler:166 Allah Teâlâ böyle bir şeyin kullara
güç geleceğini bilir, çünkü nefs ve malların -Hakk da bunu onaylamıştır ve O
her zaman doğru söylerkendilerine ait olduğunu iddia ederler. Bu nedenle mal ve
canlarının satın alınmasını öne geçirerek ellerini onlardan çekmelerini
istemiştir. Bu durumda müşteri, satın aldığı şeyde dilediği şekilde tasarruf
eder. Satıcı malı sevse bile, müşterinin verdiği bedel sattığından daha
sevimli gelir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Müminlerden
nefslerini ve mallarını satın aldı5167 buyurur.
Bundan sonra Allah Teâlâ müminlere savaşmayı emretmiştir. Artık bu onlara
kolay gelir. Böylece onlar ödünç alınmış canlarla cihat ederler ki cisimlerle
var olan hayvani nefsleri kastediyoruz. Mallar da ödünçtür.
Öyleyse onlar, ödünç bir hayvan ile
ve başkasının malıyla yolculuk yapan kimseye benzer. Onu ödünç verdiğinde,
sahibinin çektiği güçlük ortadan kalkar. Hayvan yok olsa veya mal telef olsa
bile, bir sıkıntı çekilmez ve sahibinin kalbi rahattır. Bu durumda geride
ancak -mümin isebu binek hayvanının çektiği sıkıntı kalır. Bu sıkıntı ise, uzun
meşakkat ve yolun yorucu olmasından kaynaklanır. Düşmanla savaşırken ise
kaçma, yaralanma, olda öldürülme ve kılıçla boynun vurulması gibi sıkıntılarla
karşılaşılır. İnsan doğal bir şefkate sahip yaratılmıştır, dolayısıyla -sahibi
olması bakımından değilcanlı olması balcımından bineğine karşı şefkatlidir.
Çünkü bu bineği ödünç verenin onun yok edilmesini istediğini bilir ve bu da
ona sevimli gelir. Dolayısıyla insanda geride kalan, ancak doğal şefkattir.
Öyleyse Hakk’ın bu ayette satın
aldığı nefsler, hayvanı nefslerdir ve onları düşünen-mümin nefslerden satın
almıştır. O halde, düşünenmümin nefsler, Hakk’ın kendilerini satın aldığı hayvanı
nefslerin sahibi olan satıcılardır. Söz konusu nefslerin öldürülmesi helaldir
ve bunlar imanın yeri değildir. İmanın yeri, düşünen nefslerdir. Hakk şöyle
der: ‘müminlerden satın aldı.’ Bunlar, imanla nitelenen düşünen nefslerdir.
‘Nefslerini.’ Bunlar ise, o nefslerin maddi binekleri ve onları savaşa ve
cihada çıkartan nefslerdir. Öyleyse müminin nefsi yoktur. Dolayısıyla onun
nefsine dönük şefkati, her canlıya karşı düşünen nefste bulunan zâtî şefkatten
başka bir şey değildir.
Allah Teâlâ’nın ‘kendi yolunda’ ya da
‘kendisinde’ ya da ‘hakkıyla cihat5 gibi belli bir nitelikle
sınırlamadığı mücahitlere gelirsek, onlar Allah Teâlâ ile cihat edenlerdir ve Allah
Teâlâ’nın sınırlanma niteliği yoktur. Onların cihadı her şeydedir. Binaenaleyh
söz konusu olan, genel cihattır. Cihadın bu makamdaki kişiye nispeti -Ki
meşakkat demektirAllah Teâlâ’nın onu mücahit diye isimlendirmesinden
kaynaklanır. Allah Teâlâ onun neyde cihat edeceğini belirlememiştir. Bu, eşyada
kaza ve kaderin hükmüdür. Bunda hakkında verilen hükme karşı bir isteksizlik
ortaya çıkar. Hakk, kuluna olan inayeti nedeniyle, onun gecikmesini istemez. Allah
Teâlâ bu makamda şöyle der: ‘Mümin kulumun canını alırken hariç, yaptığım
hiçbir şeyde tereddüde düşmedim. O ölümü sevmez, ben ise gecikmesini istemem.
Bana kavuşması ise zorunludur.’ Allah Teâlâ, ilahi bilgi bunu takdir ettiği
için ölümün zorunlu olduğunu söylemektedir. Böylelikle Allah Teâlâ, onun canını
mutlak bir miicahededen alır. Bu ise, sıkıntı veya başka bir şeyle sınırlanmayan
mücahcdedir. Fakat Allah Teâlâ’nın ‘tereddüt’ ile dikkat çektiği şey, mücahede
hükmüne uygun bir hükme delildir. Allah Teâlâ bu ifadeyi işin kendiliğinde
bulunduğu durumu bildirmek için getirdi. Allah Teâlâ kullarına öğretendir ve bu
durum şu ayette dile getirildi:. ‘Bilgi verilenler
demiştir ki.’1™ Onlara
bilgi veren, er-Rahman isminden Allah Teâlâ’dır. Bu öğretimi hakkında şöyle
der: ‘İnsana bilmediğini öğretti:169
Allah Teâlâ kendilerini
isimlendirdiği gibi, kulların arasından sınırlanmayan mücahitler, dış
varlıkları kendilerinde ortaya çıkan fiillerinde tereddüt edenlerdir. Tereddüt
şununla ilgilidir: Bu fiilleri Allah Teâlâ’ya mı nispet edeceklerdir? Halbuld
fiillerin içinde Hakk’a karşı saygının ve O’nu tenzihin gereği olarak Allah
Teâlâ’ya nispet edilemeyecek fiiller vardır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ münezzehtirI’170 Yoksa onları
kendilerine mi nispet edeceklerdir? Halbuki bunların içinde Allah Teâlâ
karşısındaki saygının gereği olarak gerçek bir şeldlde Allah Teâlâ’ya nispet
edilecek fiiller vardır. Bu durumda Allah Teâlâ’nın şöyle dediğini görürler: ‘Attığında
sen atmadın:17' Burada Allah
Teâlâ olumsuzlamış, sonra olumsüzladığını ispat etmiş ve sonra ‘fakat Allah
Teâlâ attı’172 demiştir. Böylelikle
olumlamayı iki olumsuzlama arasına yerleştirmiş, bu ise tek olumlamadan güçlü
olmuştur. Çünkü o, olumlananı ihata eder. Sonra aynı ayette şöyle der: ‘Müminleri
sınamak için:173 Buradan
şunu anladık: Allah Teâlâ, ayette dile getirdiği atma fiilinin olumsuzlanması
ya da olumlanması konusunda müminleri serbest bırakmış, bunu ‘güzel bir
imtihan’ yapmıştır. Kul kendisinden atma eylemini olumsuzlarsa isabet edeceği
gibi olumlarsa yine isabet edecektir. Geride hangi isabetin kula layık olduğunu
öğrenmek kalmıştır. Bununla birlikte, hepsi ‘güzeldir.’ İşte bu hayret
konusudur ve Allah Teâlâ onu bir sınanma, yani sınanma yeri diye
isimlendirmiştir. Peki, Allah Teâlâ’nın muradı olan gerçeğe kim ulaşacaktır? Bu
doğrulardan ya da hükümlerden hangisini Allah Teâlâ kastetmiştir:
Olumsuzlamayı mı olumlamayı mı? Bunu bilen kimse, Allah Teâlâ nezdinde
bilmeyenlerden daha üstündür. Söz konusu kimseler Allah Teâlâ’nın ‘büyük
bir ödülle oturanlardan üstün yaptığı’174 mücahitlerdir. Oturanlar bu
araştırmayı yapmayanlardır. Allah Teâlâ’nın yücelttiği şeyin kadri ölçülemez.
‘O'ndan derecelerdir.’175 Hakk ‘Allah Teâlâ yolunda cihad
edenler’ ile ilgili ifadesinde olduğu gibi bu dereceleri tek bir derece
yapmamıştır. Allah Teâlâ yolunda cihat edenler için ise tek bir derece yapmış,
ayetin devamında bunlara ekleme yapmıştır.
Mücahitlerin iki sınıfını zikretmiş
olduk. Üçüncü sınıf ise ‘Allah Teâlâ’ta hakkıyla cihat
edenlerdir (cihadının hakkıyla).’176 ‘Cihadının’ kelimesindeki zamir Allah
Teâlâ’ya döner. Bunun anlamı, cihat ederken Hakk’ın niteliğiyle nitelenirler
demektir. Nitekim bunu Hakk’ın tereddüdü konusunda açıklamıştık. Başka bir
ifadeyle onlar, Allah Teâlâ’dan başkasını görmez ve cihat O’nda
gerçekleşmiştir. Allah Teâlâ’dan başkası ise, Allah Teâlâ’taki cihadın keyfiyetini
bilemez. Bu cihadı Allah Teâlâ’ya havale ettiklerinde ise -ki bu ‘cihadının
hakkıyla’ sözüdürcihadı zamir ifadesiyle kendisine izafe eder. Bu durumda cihat
eden -onlar değilAllah Teâlâ’dır. Bununla beraber onlar, eserlerin ortaya
çıktığı yerdir. Onlar mücahittir, mücahit değillerdir. Allah Teâlâ Musa’ya
şöyle der: ‘Bana hakkıyla şükret!’ Musa, ‘Buna kim güç yetirebilir ki?’ diye
sorunca Allah Teâlâ, ‘Nimeti benden bildiğinde hakkıyla şükretmiş olursun’
demiştir. Hadisi İbn Mace es-Sünen’inde
aktarır.
'1
Öyleyse zevk, keşf ya da müşahede
yoluyla -inanç ve hal, hatta makam ve doğru bilgiye dayanarak değilAllah
Teâlâ’ya izafe ettiğin her amele hakkını vermiş olursun, çünkü o ameli
sahibinden bilmişsindir. Böyle bir davranış her ne zaman ortaya çıkarsa, onun
açıklaması, Allah Teâlâ’nın Peygamber’inin diliyle yaptığı açıklamadır.
Peygamber de bize o açıklamayı tebliğ etmiştir. İşte bu Allah Teâlâ’ya
ulaştıran, kolay, açık, bilinebilen ve yeterli bir açıklamadır. Onda bir
eğrilik veya bozulduk göremezsin.
Dördüncü sınıf ise Allah Teâlâ’nın,
haklarında ‘Bizde cihat edenleri, yollarımıza
ulaştıracağız’177 dedikleridir. Bunların hakkında Allah
Teâlâ ‘Yollara uymayınız, O’nun yolundan ayrılırsınız’178
demiştir. Mutluluğun bulunduğu yolu kastetmektedir. Aksi halde her yol Allah
Teâlâ’ya çıkar, çünkü her yol Allah Teâlâ’ya çıkar ve herkes O’na döner. Fakat
O’na dönen herkes, mutlu değildir. Mutluluk yolu, başka bir şey değil, meşru
yoldur. Bütün yolların gayesi, başlangıçta Allah Teâlâ’ya ulaşır. Rahman ise,
sonuçta hepsini üsdenir. Bu durumda Rahman’ın hükmü bekasının nihayeti olmayan
bu yollarda ebediyete kadar sürer. Bu garip bir meseledir. Bunu keşf ile
öğrenen az, buna inanan ise daha da azdır.
Cihadın sebebi, kendileriyle
savaşmamız ve cihat etmemiz emredilenlerden ortaya çıkan bir takım fiillerdir.
Bu fiiller ise, Allah Teâlâ’nın fiilleridir. Öyleyse -düşmanda değilAllah
Teâlâ’ta savaşmış oluruz. Çünkü onlar (gerçekte Allah Teâlâ’ya ait) bu fiiller
nedeniyle düşman olmuşlardır. Biz O’nda cihat edip bize ‘yollarımıza
ulaştıracağız’179 ayetinde belirttiği gibi gerçeği
açıkladığında, başka bir ifadeyle bize yollarını açıklayıp onlara girdiğimizde,
‘başka’ olarak cihat ettiğimizi görürüz. Bu nedenle bizden ortaya çıkan eylem
nedeniyle bağışlanma dileriz. Bu yollardan birisi de, bizdeki failin -biz değilO
olduğunu müşahede etmektir. Bu nedenle Allah Teâlâ’dan bağışlanma dileriz.
Yani, nahoş gördüğü bir amelin ortaya çıktığı bir yer olmamayı O’ndan dileriz.
Varlıkta Allah Teâlâ’dan başkasının olmadığı sabittir. Öyleyse O’ndan başka
cihat eden de yoktur. Bizi yollarına ulaştırmamış olsaydı, bunu bilemezdik. Bu
nedenle ayet ‘Allah Teâlâ ihsan sahipleriyle
beraberdir’lS0 diye tamamlanmıştır. İhsan ise, Allah Teâlâ’yı
görür gibi ibadet etmektir. Onu görünce, cihadın O’nda O’nunla olduğunu
öğrenirsin.
Böylece sana mücahede ehlinin -ki
miicahiderdirhallerini açıkladık. Konunun ayrıntıları hakkında konuşmak sözü
uzatırdı. Her konunun gerektirdiği ayrıntıları açıklamaya kalksaydık, ömür
yetmezdi. Dolayısıyla her halükârda özetlemek gerekir. Bu nedenle her bölümden
ana konular mesabesindeki hususları vermekle yetiniyoruz. Her ana (bölüm),
Âdemoğulları için anneleri Havva gibidir. Allah Teâlâ bize ‘ilahi yazıyı’
vermiş olsaydı, bu kitabın içerdiği her hususu yeterli bir şekilde tek bir
sayfada bile yazabilirdik. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir
gün elinde ilahi yazıyla yazılmış ve hiçbir yaratılmışın katkısının bulunmadığı
iki kitap olduğu halde gelmiş. Sağ elinde bulunan birinci kitapta yaratılışın
başlangıcından kıyamet vaktine kadar cenriediklerin isimlerinin, babalarının,
aşirederinin ve kabilelerinin isimlerinin bulunduğunu söylemiş. Diğerinde ise
aynı üslupta bedbahdarın isimleri vardı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
elindeki kitap bilinen tarzda bir kitap olsaydı, sayfalarını bir şehir
sığdıramazdı. Böyle bir şey bizim adımıza gerçekleşseydi, onu hemen ortaya
çıkartırdık. Biz de o yazıyı gördük. Bu yazı, (başka bir hadiste geçen) duvar
üstündeki cennet ve cehennem veya aynadaki gök şeklindeydi. '
Şimdi, böyle bir nitelikteki mücahedenin
mertebe ve menzilleri olan makamlarını zikredelim. Bu makamlara ehli -ki
onların ehli Melamilerdiryerleşir.
Melamiler iki kısımdır: Birincisi bir
sınırda duran edep ehli, diğeri ise ünsiyet ve vuslat ehlidir. Bu bölümde
âriflere ait kısımları da zikredeceğiz. Onlar da iki kısımdır: Bir sınırda
duran edepü ârifler, diğeri ise ünsiyet ve vuslat ehli âriflerdir. Bu taksim,
bütün makamlarda geçerlidir. Sınırda duran edepli kısmından Melamilere ait
şey, elli üç derecedir. Burada dereceleri zikretmeye döndük, çünkü Allah
Teâlâ’nın onların üstünlüklerini dereceyle zikrettiğini duyduk. Biz de Allah
Teâlâ’nın sözüne uyduk ki, uygun olan da budur. Ünsiyet ve vuslat ehli
melamilerin bu dereceden payı ise dört yüz elli üç derecedir. Ünsiyet ve
vuslat ehli âriflerin payı ise dört yüz seksen dört derecedir. Sınırlarda duran
edep ehli âriflerin payı ise seksen dokuz derecedir. Onunla ilahi isimlerin
arasında ise on derece vardır.
YETMİŞ
YEDİNCİ BÖLÜM
Mücahedenin Terki
Cihat etme, çünkü kavga eden Kendisinde cihat
ettiğinin aynıdır
Savaştığın bir ise
Hangi akıl onu razı eder
veya seçer
Acaba ortak varlık sahibi
midir?
Bilgiyle onugörür ya da
olumsuzlarsın
Asılda olumsuz olanı nasıl
olumlarsın
O olumsuzluktur, bu ona
yeter
(Cihadın yerlerini zikreden ayetlerde
geçen) Allah Teâlâ’ta, yolunda, O’nda, Allah Teâlâ yolunda cihat eden kişi, Allah
Teâlâ’nın kendisini ulaştırdığı yolu öğrenip bu yol ona açıklandığında, Allah
Teâlâ’dan başkasının cihat etmediğini görür. Bu müşahede sahibi utanır ve
mertebenin gereğiyle cihadı bırakır. Cihat eden Allah Teâlâ’dır ve O,
sıkıntıyla nitelenmeyenlerdendir. Çünkü bundan daha büyüğü hakkında şöyle der:
‘Bize bir sıkıntı ulaşmadık Başka bir
ayette ise ‘O yaratmayı yenileyendir, sonra onu tekrarlar, bu ise
daha kolaydır’i8? der. Bu kolaylık ise, başlangıçtaki
bir güçlükten değildir. Bu nedenle sözün terimsel olarak anlaşılması zayıf bir
yorumdur, çünkü bu, her bağlamda geçerli değildir. Kuran ise, bunu Al-. lah
ile ilişkilendirmiştir. Nitekim bu söz sahibi de onu görür. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın kullarından birisi onunla
nitelendiğinde Allah Teâlâ’nın izzetini tazimi bırakmıştır. Örnek olarak ‘Yüzünü
ekşitti ve yüz çevirdi, ona bir ama geldi diye’183
ayetini verebiliriz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem güzele yormayı severdi.
Onun Hakk’a davet ve ayetleri ortaya koymak için gönderilmesi, görme özelliğine
sahip kimselere göstermekle gerçekleşebilirdi. Bir âmâ geldiğinde, gönderildiği
kimselerin -görenlerhakikatleri onun adına ayağa kalkmış, bu nedenle (âmâ’dan)
yüz çevirmiş ve arkasını dönmüştü. Çünkü Peygamber böyle birine
gönderilmemişti. İşte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem meseleye böyle
bakardı. Allah Teâlâ onu bu meseleyi bildiği için azarlamadı. Onu
azarlamasının nedeni, Ümmü Mektum ve benzerlerinin kalbini onarmaktı. Çünkü
onlar Peygamber’in gördüğünden habersizdi. Allah Teâlâ ise, onlar karşısında
sabretmesini emrederek şöyle demiştir: ‘Sabah akşam
rızasını umarak Rablerine dua edenlerle birlikte sabret.,m Kureyş
kabilesinin büyükleri ve cahiliye toplumunun önde gelenleri, Habbab b. Eret,
Bilal vb. yoksul ve köleler ile Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in nezdinde
aynı mecliste bulunmaktan rahatsız olmuş, Peygamber de onların talebine olumlu
yanıt vermişti. Bu bağlamda zâhir dili şöyle der: Pey-
gamber onları İslam’a ısındırmak için
böyle yapmıştı. Çünkü onlardan birinin müslüman olmasıyla -kavminde itaat
edilen biri olduğu içinpek çok kimse müslüman olacaktı. Hakikat dili ise bu
tavrı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Hakk’tan başkasını görmediği
şeklinde dile getirir. Allah Teâlâ’ya ait olabilecek bir nitelik gördüğünde onu
yüceltir, onunla birlikte başkasmı görmez ve onun için ayağa kalkar, ona
hakkını verir. Söz konusu nitelik izzet, büyüklük ve istiğnadır. Bu nedenle
Rabbi ona ‘istiğna edene gelince’185 demişti. Burada istif al babıyla
onun dikkatini çekmiştir. ‘Sen onunla ilgilenirsin.’ Allah Teâlâ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in kimle ilgilendiğini bilir ve ona şöyle der :
‘Sen gördüğün her yerde benim niteliğimi yüceltiyorsan -bunun nedeni beni
görmenin sana baskın gelmesidirben sana yaratıklarda sınırlanmış bir halde onu
görmemeyi emrediyorum.’ Bu ise Peygamber’in, ‘Beni Allah Teâlâ terbiye etti,
ne güzel terbiye etti’ hadisinde dile getirilmiştir. Bu da, onun terbiyesinin
bir yönüydü.
Allah Teâlâ Resulü bu köleleri
gördüğünde şöyle derdi: ‘Haklarında Rabbimin beni azarladığı kimseler,
merhaba!’ Onlar, Peygamber’in yanında otursalar, onlarla birlikte oturur,
onlar kalkmadan ve ayrılmadan kalkmaz ve ayrılmazdı. Çünkü Allah Teâlâ,
‘Nefsini sabra zorla’ demişti. Onlar da Peygamber’in böyle davrandığını ve
Peygamber’in bir takım şeyleri yapmak zorunda olduğunu bildikleri için,
kolaylık gösterirler ve yanında az kalırlar, Peygamber de kendi işine ayrılsın
diye ayrılırlardı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, doğru-ilahi
müşahedenin bulunduğu bir işi, kırık kalpleri gözetmek için bırakmıştı. ‘Çünkü Allah
Teâlâ kırık kalplerle beraberdir.’ Bu beraberlik, görünmezdir; iman onu kabul
ederken, görme kendisini olumsuzlar. Allah Teâlâ kibirlilerin yanında ise
görünür şekilde bulunur. Bu ise, görmenin olumladığı, imanın reddettiği bir
durumdur. Böylelikle Allah Teâlâ Peygamberini görmekten imana taşımış, kibirli
izzet sahiplerindeki tecellisinin ‘dünya hayatının süsünün’ bir tezahürü
olduğunu ona bildirmiştir. Öyleyse bu bize değil, dünya hayatına ait bir
süstür. Bize ait olan süs, dünya hayatıyla sınırlanmaksızm Allah Teâlâ’nın
süsüdür. Bir şeyin falanca için süs olması, aynı şeyin filanca için de süs
olmasını gerektirmez.
İnsanların bir kısmı sadece Allah
Teâlâ’nın süsünü görürken bir kısmı dünya hayatının süsünü -Allah Teâlâ’nın
süsü olması yönünden değilgörür. Bu süs bize değil dünyaya aittir. Biz o süsü
-bizim için ziynet olmasa biledünyaya ait görürüz. İnsanların bir kısmı ise
kendilerinin ve yaratıkların amelinde şeytanın süslemesini görür. Bu durum, ‘Şeytan
onlara amellerini güzel göstermiş ve onları yolundan alıkoymuştur, onlar
basiretli idiler’1”6 ayetinde
dile getirilir. Onlar, bir bilgi üzerinde sapanlardır. Allah Teâlâ ehli ise onu
Allah Teâlâ’nın şeytan için olan bir ziyneti olarak görür, çünkü onun amelidir.
İnsanların bir kısmına ise ‘ameli güzel gösterilmiştir.’ Fakat onu kimin
süslediğini bilemezler. Bu süslemenin konusu övgü müdür, yergi midir? Burada
kuşku vardır. Söz gelişi ayakkabısı, elbisesi güzel bir adam görürsün,
bilemezsin ki acaba bu adam dünya hayatının süsünü seven biri midir, yoksa ‘her
mecliste ziynetinizi yanınıza alınız’1117 ayetinde belirtildiği gibi Allah
Teâlâ için güzelleşen bir adam mıdır?
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem bir adama şöyle demiş: ‘Ben ayakkabımın ve elbisemin güzel olmasını
severim. Allah Teâlâ güzeldir ve güzeli sever’. Bu adamın durumunda bir
belirsizlik ortaya çıkar ve bu süslemenin kime nispet edileceğini bilemez? Bir
şahsın söyle dediği duyulur: ‘Hamd âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’yadır’.
Bilemezsin ki, okuyan ya da zikreden insan, Kuran okurken mi bunu söylemiştir?
Çünkü söz birdir ve görülür. Niyet ise görünmez. En doğrusu, süslenen kişi
hakkında iyimserliktir. Müslümanlar hakkında kötü zandan uzak durmakla
memursun. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem itikaftayken eşi
Safıye’yi uğurlamak için kalktığında oradan geçen iki adama söylediği (‘Bu
benim eşim Safiye’dir’) sözünü yorumlarken ‘Şeytanın damarlarınızda
dolaşmasından korktum’ demişti. Peygamber sadece ‘ehli’ hakkında kötü zanda
bulunmuştur ki o şeytandır. Kuran’daki bir kelimeyi söyleyen bir insanı
duyunca, tıpkı ‘Hamd âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’yadır5188 ifadesini
duyan hakkında dediğimiz gibi, onu Kuran ayeti gibi dinlemelisin. Okuyan bunu
böyle okumasa bile, sen öyle yapmalısın. Böyle yaptığında Kuran’ı dinleyenin
sevabını alırsın. Bu yüce bir müşahededir. Bunu tadanı az bulursun, halbuki o
kolaydır ve yakındır! Hiçbir güçlüğü yoktur.
‘Amelinin kötülüğü kendisine süslenen
kimseyi gördün mü’189 ayetine gelirsek, burada ‘amelinin
kötülüğü"90 ifadesinde
-Kuran kendisini zikretmese bileonu süsleyeni öğrenirsin. Bununla birlikte,
yoruma açık olmaktan kurtulamaz. Çünkü Kuran böyle durumlarda şöyle der: ‘Onlara
amellerini süsledik, onlar kördür.’191 Burada kendisini ifade etmek üzere
çoğul zamir (biz) gelmiş ve bu süslemeyle hayreti onlara nispet etmiştir. AUah
böyle bir durumdaki insana süslemenin kime ait olduğunu keşfinde açıklamazsa,
onu belirlemeksizin muradı üzere bırakır.
Onun ödülü, bizce bilinmeksizin
Aİlah’a kalır. Bu ödül Allah Teâlâ nezdinde belli olsa bile, Allah Teâlâ
nezdinde de bize nispetle belli değildir. Binaenaleyh Allah Teâlâ iki farklı
nispetle belli ve belirsiz olarak onu bilir. Bunu anla!
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar