Ontolojik Ve Epistemolojik Açıdan Gazzâlî’nin Mişkâtü’l-Envâr’ı
Hazırlayan: Mehmet DEMİR
İstanbul, 2005
ÖNSÖZ
Gazzâlî gerek ilmi
kişiliğiyle gerekse farklı hayat serüveniyle hakikati arayan her kesim
tarafından dikkatleri üzerine çekmiş büyük bir düşünürdür. Bu sebeple Gazzâlî
üzerine ülkemiz dahili ve haricinde gerek tez, gerek çeviri ve makale olmak
üzere pek çok çalışma yapılmıştır. Bununla birlikte onun çok yönlü kimliği
Gazzâlî araştırmalarında her zaman problem teşkil etmiştir. Gazzâlî üzerine
araştırma yapanlarda oluşan genel kanaat onun düşüncesi üzerinde nihâî sonuca
ulaşılamayacağı şeklindedir. Onu bir bütün olarak araştırmaya çalışanların
bazısı haklı olarak ona hayranlık duyarken bazısı da içerisinde bulunduğu
bağlamı ve farklı tavırları çözümleyemeyerek onu “çelişkilerin adamı” şeklinde
takdim etmiştir. Bu farklı yaklaşımlar araştırmacılarda bir çekingenlik meydana
getirmiş, maalesef ki çalışmaların çoğunluğu yorumsuz olarak yüzeysel
aktarımlarla geçiştirilmiştir. Bu, felsefi alanda yapılan çalışmalarda da
açıkça görülmektedir. Nitekim Gazzâlî’nin felsefesini çalışanlar sadece
eleştirel yaklaşımları temel almışlar, Tehâfütül-felâsife'ten öteye
geçememişlerdir. Bu çalışma ise Gazzâlî’nin felsefe eleştirisi (Tehâfütü’l-felâsife) dışında
farklı felsefi yaklaşımlara ve felsefî bir düşünceye sahip olduğunu naçizane
ortaya koyma gayretidir.
Çalışmamda öncelikle
maddi ve manevi her türlü desteklerini gördüğüm aileme, kıymetli fikirlerinden
ve felsefî üslûbundan istifade ettiğim tez danışmanım Prof. Dr. İlhan Kutluer’e
ve kendisini tanımamakla ve de fikirlerinden bir çoğuna katılmamakla birlikte
üslûbuna hayranlık duyduğum ve çalışmamda kısmen yer verdiğim Prof. Dr. Yaşar
Aydınlı’ya, soma da araştırmacılar rahat ve zengin bir çalışma ortamı
hazırlayan İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) ve tüm çalışanlarına, ayrıca
çalışmam esnasında gerek moral olarak gerekse başta Fransızca olmak üzere
İngilizce ve Arapça eserlerin çevirisinde ve kullanılan hadislerin tahrîcinde
yardımcı olan tüm arkadaşlara teşekkür ve minneti bir borç bilirim.
Mehmet DEMİR 30 Eylül 2005 Fatih/Haseki
GİRİŞ
Gazzâlî, genel düşünce
tarihi ve on dört asırlık bir geçmişi bulunan İslâmî tefekkür geleneği
içerisinde fazla dikkat çeken az sayıdaki düşünürlerden birisidir. 450/1058’de
İran’ın kuzeydoğusunda bulunan Tus şehrinde dünyaya gelen bu büyük fikir adamı,
hicrî beşinci asırda, Bağdat’ta Abbasî halifesinin bulunduğu, İran-Irak- Suriye
ve Anadolu topraklarının büyük bölümünün Selçukluların, Mısır ve Akdeniz’in
doğu sahillerinin Şii-Fâtımîlerinin, İran’daki Alamut kalesinin Haşan Sabbah’m
fedaileri olan Bâtmîlerin egemenliği altında olduğu, siyasi, fikrî, îtikâdî ve
içtimâi yönlerden çalkantılarla dolu bir coğrafyada yaşamıştır. Bu çalkantılı
dönemde, sosyokültürel açıdan yeni bir inşa hareketini başlatmak üzere
Selçuklular tarafından kurulan ve devletin resmi organı olan Nizamiye
medresesinin başına getirilen Gazzâlî, bu yepyeni ihyâ projesi çerçevesinde,
Sünnî doktrinin tesis ve takviyesi için, yıkıcı olarak gördüğü bâtmî ve felsefî
fikirlerle mücadele etmiş, bu bağlamda bâtınî görüşleri eleştirdiği el-Mustazhirî
ve Hüccetti ’l-hakk ismindeki eserlerini; iki yıllık bir uğraştan
sonra, öncelikle felsefeyi açıklamak üzere yazmış olduğu Makâsıdü’l
felâsife'y\, sonra da İslam düşünce tarihinde tehâfut geleneğini
başlatacak, hatta İslam felsefesinin “tehâfüt felsefesi” şeklinde değerlendirilmesine
sebep olacak olan ve kendisini büyük bir şöhrete ulaştıran, filozofları tenkit
ve tekfir ettiği Tehâfütü ’l-felâsife isimli eserlerini kaleme
almıştır. Daha sonraları, fikri bir buhranla birlikte siyâsî çalkantılar
içerisindeki Bağdat’tan ayrılan Gazzâlî, kendisine şöhretin de ötesinde
Huccetü’l-İslâm (İslam’ın delili) lakabının verilmesine ve dini otorite olarak
kabul edilmesine varan bir sürece inziva dönemiyle başlayacaktır. Önce Şam’da
Dimeşk Camii’nin minaresinde, sonra da Kudüs’teki sahra adlı makamda uzlet
hayatına devam eden Gazzâlî, Hz. İbrahim’in kabrini ziyaret ettikten sonra hac
farizasını yerine getirmek üzere Hicaza geçmiş, hac dönüşünde muhtemelen
İskenderiye, Şam’a ve Bağdat’a uğrayarak memleketi Tus’a geri dönmüş ve özel
talebeleriyle ilgilenmeye başlamıştır. Bu şeklide on-on iki yıl kadar fiili
olarak süren inziva hayatı, Nişaburda üç yıl süren ikinci tedris dönemiyle
birlikte kabuk değiştirerek devam etmiştir. Nişabur’dan sonra memleketi Tus’a
dönen Gazzâlî, 505/1111 yılında genç sayılabilecek bir yaşta (elli beş) iken
burada hayata veda etmiştir. Başta büyük ansiklopedik eseri İhyâu ulûmi
’d-din olmak üzere çalışmamızın konusunu teşkil eden Mîşkâtü'l-envâr ve
daha pek çok eseri bu son dönemlerin ürünüdür.
I. ÇALIŞMANIN MAHİYETİ VE
ÖNEMİ
Mişkâtü'l-envâr, Gazzâlî’nin Kur’ân’daki “Allah
göklerin ve yerin nûrudur” şeklinde başlayan nur ayetini (Nur/35) ve “Allah’ın
nur ve zulmetten yetmiş (veya yetmiş bin) perdesi vardır; onları açsa yüzünün
nur ve azameti O’nu gören herkesi yakar” hadis-i şerifini açıklamak üzere
kaleme aldığı son dönem eserlerindendir. Üç bölümden oluşan eserin birinci
bölümünde “Allah göklerin ve yerin nûrudur” sözü ve nur kavramı merkeze alınmak
suretiyle varlık konusu; ikinci bölümde, ruhun metafizik ve fenomenal varlık
alanlarıyla ilişkisi ve beşeri varlıktaki işlevselliği, hiyerarşik bir düzen
içerisinde nur ayetinde geçen sembollerle de ilişkilendirilmek suretiyle ortaya
konan epistemolojik bahisler; üçüncü bölümde ise yukarıda zikredilen hadis
bağlamında, tanrı tasavvurları ve inançlar konusunda insanların durumu
İncelenmektedir.
Eserin bu yapısına
paralel olarak çalışma, konunun mahiyeti ve kapsamının, eserin ve kullanılan
diğer felsefî içerikli eserlerinin otantikliğinin ve yine eserin muhtemel
kaynaklarının incelendiği giriş ve ulaşılan neticelerin özetlendiği sonuç
bölümleri dışında iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm varlık konusuna
ayrılmış ve üç ana kısım halinde düzenlenmiştir. Birinci kısımda eserin
omurgasını oluşturan nur kavramı ve Gazzâlî’nin bu kavrama yüklediği anlamlarla
birlikte nur’un farklı boyutları ve ontik tezahürleri incelenmiştir. İkinci
kısımda varlık kategorileri ele alınmaktadır. Varlık kategorilerinin ilkini
teşkil eden, felsefî/kelâmî gelenek içerisinde “zorunlu varlık”, Gazzâlî’nin
ise zorunlu varlık’la birlikte “hakîkî varlık” şeklinde isimlendirdiği ana
başlık altında, genel olarak tanrının zâtî ve selbî niteliklerine değinildikten
sonra, zâti niteliklerden olmakla birlikte eserde üzerinde önemle durulması
sebebiyle Tanrının “Bir ve Nur” olması konusu, ayrıca Tanrının bilinmesi ve
ispatı, varhk-mâhiyet ilişkisi ve Tanrı tasavvurundaki farklılıklar ve
sebepleri ayrı başlıklar altında incelenmiştir. Son başlık, eserin tartışmalı
olan üçüncü bölümünü teşkil etmesi sebebiyle üzerinde fazla yorum ve
değerlendirme yapılmadan Gazzâlî’nin ifade ve üslûbuyla direkt olarak
aktarılmıştır. Mümkün varlık başlığı altında ise mümkün kavramına yüklenen
anlamlar ve eserin en kompleks meselelerinden birini oluşturan yaratma ve sudûr
problemi İncelenmektedir. Üçüncü kısım, Gazzâlî ontolojisinin ve
epistemolojisinin dayandığı varlık alanları ve insan konusuna ayrılmış,
öncelikle metafizik (ideal) ve fizikî (real) varlık alanlarının özellikleri,
sonra da bu varlık alanları içerisinde insanın konumu değerlendirilmiştir.
İkinci bölümde,
epistemolojik terimler merkeze alınmak suretiyle epistemolojik bahisler iki ana
kısım halinde düzenlenmiştir. Birinci kısımda, birinci bölümün son başlığının
devamı mahiyetindeki inşam varlık alanlarıyla ilişkiye sokan idrak mertebeleri
ve bu mertebeleri ifade etmek için kullanılan terimlerin kavramsal analiz ve
değerlendirmeleri ortaya konulmaktadır. Ayrıca bu kısımda, idrakler neticesinde
teşekkül eden duyusal, hayâli, aklî, fikrî (nazarî) ve kudsî (keşfi) bilginin kaynağı,
işlevi ve işlevsel olduğu varlık alanları ortaya konulmak suretiyle bu bilgi
türlerinin imkan ve değeri ayrı başlıklar atlında İncelenmektedir. İkinci kısım
epistemolojik terimlerin sembolik ifadelerine ayrılmış, öncelikle Gazzâlî’nin
te’vil ve sembolleştirme metodu incelendikten sonra epistemolojik terimlerin
nur ayetindeki sembollerle ifade edilme keyfiyetine değinilmiştir. Ayrıca bu
kısımda, “nur ayetindeki sembollerin yorumunda Gazzâlî’nin îbn Sina’dan
etkilendiği” tarzındaki iddialara binaen, Gazzâlî ve îbn Sina’nın yorumları
birlikte verilmiş, ayrıldıkları ve birleştikleri noktaların tespit edildiği bir
tablo ve değerlendirme yazısıyla çalışma tamamlanmıştır.
Çalışmada, Gazzâlî gibi
çok yönlü bir düşünürün tek eserinden hareketle düşüncelerinin sıhhatli bir
şekilde ortaya konamayacağı tezi doğrultusunda, başta felsefî içerikli eserler
olmak üzere Gazzâlî’nin diğer eserlerinin orijinallerine müracaat edilmiş, tercümesi
olan eserlerden de -eksiklikler de olsa bir çok eserinin tercümesi mevcuttur-
orijinaliyle karşılaştırmak suretiyle faydalanılarak tercüme sayfaları
orijinalinin yanında zikredilmiştir. Ayrıca, Gazzâlî üzerine yapılan diğer
çalışmalardan da imkanlar nisbetinde istifade edilmiş ve çalışmanın kapsamı
sadece Mişkâtü'l-envâr"a bağlı kalmaksızın kısmî de olsa
genişletilmiştir. Ayrıca çalışmada, gerekli görülen yerlerde - ana ve alt
başlıkların bir kısmı- önceki felsefî süreç zikredildikten sonra Gazzâlî’nin
değerlendirmelerine yer verilmiş, belli bölümlerde metinlerdeki ifade ve üslup
şeklinin hem yansıtılıp hem de korunması amacıyla orijinal metinlerden direkt
alıntılar sunulmuş, Gazzâlî’nin etkilendiği düşünülen yerlerde -genelde îbn
Sina’nın eserleri ve İhvan-ı Safâ’nm risaleleri - karşılaştırmalı atıflar
yapılmıştır. Aslında her biri ayrı bir tez konusu olabilecek nitelikteki bu
değerlendirmeler neticesinde, çalışma her ne kadar dağımk bir görüntü arz etse
de, mümkün olduğu nisbette konunun sınırları içinde kalmaya gayret edilerek
nihâî sonuca ulaşılmaya çalışılmıştır.
Eserin felsefî seyir
içerisindeki önemine binaen çalışmayı da önemli kılan birkaç hususa işaret
edecek olursak; Eser tasavvufî-felsefî bir tarzda yazılmış olup Bâtınî-Hermetik
bir çok unsuru da yapısına katmış, bu sebeple de şiddetli eleştirilere maruz
kalmıştır. Bu çok yönlü yapısıyla birlikte eseri önemli kılan asıl unsur "nur” kavramı
çerçevesinde irfâni-işrâkî bir ontoloji ve epistemolojinin ortaya koyulmuş
olmasıdır. Bu sebepten dolayı Nasr, Mişkâtü'l-envâr\ Işrâkî
doktrinin önemli kaynakları arasında saymakta, Mişkâtü'l-envâr’la Sühreverdî’nin Hikmetü
’l-İşrâkh arasındaki terminoloji benzerliğine vurgu yapmaktadır.[1] [2] Eser
bu yapısıyla İşrâkî felsefenin ilk örneği olmakta ve felsefî kırılma
noktalarından en önemlisine ışık tutmaktadır.
Meşşâî felsefeyi
şiddetli bir tenkide tabi tutan ve düşünce tarihinde en büyük felsefe
eleştirmenlerinden biri kabul edilen filozofun bu eseri, benimsediği felsefî
yaklaşımları sunması ve felsefî düşünce sisteminin bir açılımını yansıtması
sebebiyle de büyük bir öneme haizdir. MişkâtüVenvâr' üslubu
bize onun sahip olduğu son düşünceyle ilgili en doğru izahı vermektedir.
Dolayısıyla Mişkâıü'l-envâr'm, gerek Gazzâlî’nin düşünce
serüveninin vardığı son noktayı anlamak, gerek îslam felsefesindeki kırılma
anının startım veren bu seyri hakkıyla değerlendirmek açısından büyük bir önemi
vardır. Gazzâlî üzerinde devam eden spekülatif sığ tartışmalar bir tarafa,
çalışmamızın boyutu tamamıyla felsefî yünü yansıtacak şekilde bu alanla sınırlı
kalacaktır.
Mişkâtü'l-envâr, 1964 yılında Ebul-Alâ el-Afîfî
tarafından tahkik edilerek ve giriş kısmına konuların değerlendirildiği uzun
bir bölüm eklenerek yayınlanmış; Faslı İshak b. Yusuf tarafından Latince’ye; W.
H. T. Gardner tarafından, giriş kısmına uzun bir değerlendirme bölümünün
eklendiği, Al-Ghazzali ’s Mishkât Al-Anvar (The Niche forLights) ismiyle
İngilizce’ye; Roger Deladriere tarafından, giriş kısmına fasa bir açıklama
yazısı eklenerek Ghazalî Le Tabenacle des Lumiees Michkât Al-Anvâr ismiyle
Fransızca’ya; Burhaneddin Hamdi tarafından aym isimle Farsça’ya; önce, Süleyman
Ateş tarafından "Nurlar Feneri”, sonra Yaman Arıkan
tarafından “Nur Kandili”, en son olarak ta M. Cüneyt Koksal
tarafından “Nur Metafiziği” isimleriyle Türkçe’ye tercümeleri
yapılmıştır.
II. ESERİN GAZZÂLÎ’YE
AİDİYETİ
Nur ayetinin
işrâkî-irfânî yorumu niteliğindeki Mişkâtü'l-envâr, felsefî
içeriğinden dolayı şiddetli eleştirilere maruz kalmış ve bu sebeple Gazzâlî’ye
nisbeti tartışılmışsa da, gerek Gazzâlî’nin eserlerinde ve hayatından bahseden
klasik kaynaklarda zikredilmesi, gerekse İbn Rüşd, îbn Tufeyl, îbn Teymiyye
gibi birçok düşünür tarafından esere atıflar yapılması sebebiyle Gazzâlî’ye
aidiyeti kesinlik kazanmıştır.
Eserin Gazzâlî’ye
aidiyeti kesin olmakla birlikte kaleme alındığı dönem hususunda ihtilaf vardır.
Genel kanaate göre eser Gazzâlî’nin son dönemlerine aittir. Maurice Bouyges,
eserin muhtemelen 500/1106-7 yıllarında kaleme alınmış olabileceğini, bu
tarihlerin Gazzâlî’nin Bağdat’a dönerek yeniden dersler vermeye başladığı dönemlere
tekabül ettiğini ifade etmektedir. Ayrıca Bouyges, eserin yazımının bazı
müelliflerce 5003-504/1109-11 yıllarına kadar uzatıldığım, nitekim Macdonald’m,
“Gazzâlî’nin Mişkâtü'l-envârA ömrünün sonlarında yazdığım”
söylediğini de aktarmaktadır.[3] [4] Afîfî,
Massignon’un “Gazzâlî’nin Mişkâtü'l-envâr'ı 495-505 yılları
arasında inziva döneminde yazdığını, Mişkâtü'l-envâr"'^ birlikte Mîyâru’l-ilm,
Mihakku ’n-nazar, el-Maksadü ’l-esnâ gibi kitapların da bu dönemde
yazıldığı” iddiasını aktarır. Afîfî, Massignon’un bu iddiasının hiçbir tarihi
senede dayanmadığını, eserin son döneme ait olduğunda bir şüphe olmamakla
birlikte bir tarihle sınırlandırmayı anlamsız bulduğunu ifade etmektedir.[5] [6] [7] [8]
Gazzâlî’nin eserlerinden
hareketle bir değerlendirme yapacak olursak; Mişkâtü’l-envâr’da
Mîyâru’l-ilm, Mihakku’n-nazar, Ihyâu ulûmi’d-din, el-Maksadü’l- esnâ* ve el-Kıstâsü’l-müstakîm[9] olmak
üzere beş esere atıf yapılmaktadır. Tespit edebildiğimiz kadarıyla Kimyâ-yı
Saadet[10] ve Mîrâcu
’s-sâlikîn[11] eserlerinde
de Mişkâtü'l-envâf o atıf yapılmıştır. Mişkâtü'l-envâF
do. atıf yapılan eserler içerisinde muhtemelen son yazılan el-Kıstâsü’l-müstakîm’dir.[12] Mişkâtü'l-envâr’a
atıf yapılan ve Gazzâlî’ye aidiyeti kesin olan Kimyâ-yı Saâdefz ise el-Mustasfâ,
el-Munkız[13] ve
Gazzâlî’nin Fahrülmülk’e yazdığı bir mektupta atıf yapılmaktadır.[14] Gazzâlî el-
Mustasfâ’ da, âhiret ilimlerine ve dini ilimlerin sırlarına dair îhyâu
ulûmi’d-din gibi büyük, Cevâhiru’l-Kur’ân gibi
kısa, Kimyâ-yı Saâdet gibi orta büyüklükte kitaplar yazdıktan
sonra tekrar eğitim ve öğretime döndüğünü ifade etmektedir. [15] Dolayısıyla Kimyâ-yı
Saâdet[16] ve Mişkâtü'l-envâr, ikinci
tedris dönemi Nişabur’dan önce, inziva dönemi sonlarında kaleme alınmış
olmalıdır.[17] [18] Burada
eserin yazıldığı dönemle ilgili kesin olarak söylenecek bir şey varsa o
da, el-Maksadü’l-esnâ ile el-Kıstâsü’l- müstakım’den
sonraki, Mîrâcu’s-sâlikîn ile Kimyâ-yı Saâdeften önceki
bir tarihte
1 R yazılmış olmasıdır.
Metin tahlilinden
hareketle bir değerlendirme yapacak olursak; Gazzâlî Mişkâtü'l-envâr’ra sonlarında,
konu ile alakalı hazır bilgisinin bunlardan ibaret olduğunu, sual sorulduğu
zaman düşüncesinin farklı alanlara ayrılmış, zihninin dağınık, gayretinin ise
başka bir fenne yönelmiş bulunduğunu söylemektedir.[19] Bu
cümlelerin Gazzâlî’nin şüphe krizine girerek Bağdat’ı terk edip inzivaya
çekildiği ilk dönemlere (488/1095 vd.)[20] işaret
etme olasılığı vardır. Nitekim O, düşüncesinin farklı alanlarda bölünmüş olup
zihninin oldukça dağınık olduğundan ve yepyeni bir alana (tasavvuf)
yöneldiğinden bahsetmekte, bu alana yeni yöneldiği için de hazır bilgisinin
bunlardan ibaret olduğunu söylemektedir. Gazzâlî’nin yukarıda değindiğimiz
ifadelerinden bu tarz bir yorum çıkarmak mümkün olmakla birlikte, kanaatimizce
bu ihtimal zayıftır.
Nitekim, Gazzâlî’den istenen nur
ayetindeki sembollerin yorumlanmasıdır ki, bunu tasavvufa yeni girmiş birinden
istemekten ziyade tasavvufta belli merhaleleri aşmış birinden istemek daha
makuldür. Zira eserin tasavvufu ve felsefeyi iyi bilen, fikrî ve rûhî olgunluğa
ulaşmış bir düşünürün üslubunu yansıtması bu kanaati güçlendirmektedir. Aslında
O burada, hakikat araştırmasının son durağı olan tasavvufta da metafizik
konularda kesin bir sonuç elde edemediğini ve düşüncesinin farklı alanlara
ayrılması sebebiyle zihninin dağıldığını kabul eden bir itirafçı
pozisyonundadır. Ayrıca O, hazır bilgisinin (ulaştığı son kanaat) bunlar
olduğunu söyleyerek yeniden metafizik konulara dalmak istemediğini, bu sebeple
de yepyeni bir alana yöneldiğini söylemektedir ki, Gazzâlî’nin hayatının
sonlarına doğru hadis ilmi ile meşgul olduğu bilinmektedir.[21]
Eserin otantikliği
çerçevesinde ortaya çıkan en ciddi problem, Mişkat’m üçüncü
bölümünün (hicap/perde bölümü) Gazzâlî’ye aidiyeti meselesidir. Watt, kaleme
almış olduğu A Forgery in al-Ghazali’s Mishkât/Gazali’nin Mişkat’ındaki
Bir Tutarsızlık isimli makalesinde müstakil olarak bu konuyu
incelemektedir. Onun temel iddiası Mişkâfm üçüncü bölümü ile
Gazzâlî’nin genel fikirleri, hatta Mişkâtü’l-envâr'va diğer
bölümleri arasında ciddi bir çelişki olduğudur; dolayısıyla bu bölüm
Gazzâlî’nin kaleminden çıkmış olmayıp esere sonradan ilave edilmiştir.[22] Watt’ın
iddialarındaki temel noktaları özetleyecek olursak; Gazzâlî’nin sıfatlar
konusunda Fârâbî, İbn Sînâ ve Yeni Platoncu yaklaşımları benimsemesi,[23] bu
yaklaşımın önceki bölümlerle aykırılık oluşturması;[24] [25] ilk
iki bölümde kudsî-nebevî ruhtan söz edildiği halde buna üçüncü bölümde hiç
deginilmemesi; Mişkâtü’l-envâFm ilk bölümü ve el-Munkız’da bahsedilen
zevk kavramlarıyla üçüncü bölümde sûfîlerin yaptığı aklî yorumlarının
çelişmesi;[26] [27] ilk
iki bölüm arasında yakın bir uyum gözlenirken üçüncü bölüme hiç
O *7 • hazırlık
yapılmadan girilmesi ve üslubun tamamen değişmesi; Ibn Rüşd’ün de ifade ettiği
gibi üçüncü bölümde tamamen Yeni Platoncu doktrinlerin kullanılması;[28] ilk
bölümlerde varlıkta birlik (vahdet-i vücûd) fikri savunulurken üçüncü bölümde
zatta birlik fikrinin savunulması;[29] son
bölümde İlk akıl-Küllî akıl gibi kavramlar kabul edilirken bunların Tehâfüt ve el-Munkız'daki -öyle
ki el-Munkız ve Mişkât aynı dönemin
eserleridir- fikirlerle çelişmesi;[30] perde
bölümünde zâhir-bâtm ayrımının açıklanmaya çalışılıp, burada bâtini açılımların
yapıldığı şeklindeki görüşlerin tutarsızlığı, ki Gazzâlî bu bölümde hiçbir
bâtini çözüm sunmamaktadır.[31] [32] Tüm
bu açıklamalardan sonra diyebiliriz ki, Mişkâtü'l-envâr’va. perde
bölümündeki tutarsızlık net olarak ortaya çıkmıştır. Perde bölümü temel
iddiaları bakımından Yeni Platoncu anlayışı yansıtmakta olup, bu Gazzâlî’nin
temel duruşuna aykırıdır. Gazzâlî bu bölümü planlamış olmasına rağmen yazamadan
önce vefat etmiş, mevcut metin ise sonradan derlenerek tutarsız bir
üslübla Mişkâtü'l-envâr'a eklenmiştir. Dikkat edilirse perde
bölümünün konusu çok renksiz ve kitabın diğer bölümleri ile mukayese
edildiğinde ikinci sınıftır; çok ta bayağı bir üsluba sahiptir. İşte bu deliller
sebebiyle perde bölümü sahte kabul edilmelidir ki, Gazzâlî’nin teoloji ve
metafiziğini araştıranlar diğer bölümleri cesaretle kullanabilsinler.
Afifi eserin
mukaddimesinde, Watt’m, “Gazzâlî’nin tevhidi Allah’ın zatında birlik tarzında
değil ortaklarından tenzih etme şeklinde anlayarak sıfatları reddettiği ve Yeni
Platoncu görüşleri savunduğu” şeklindeki iddialarına değinmekte, bu
bölümün Mişkâtü'l-envâf'a zorla sokulduğuna dair Watt’m yargısını
haklı çıkaracak hiçbir makul delil göremediğini ifade etmektedir. Watt’m
iddiasının aksine Gazzâlî sıfatları değil sıfatların Allah’a veriliş
keyfiyetini reddetmektedir. Nitekim O, Allah’ın nur olmasım değil güneş ve
yıldızların nûru gibi olmasım, Allah’ın Kahhar olduğunu değil ateş ve benzeri
varlıklardaki gibi kahhar olmasını reddetmektedir. Sonra Watt, Gazzâlî’nin
sıfatlar sorununu felsefî ve kelâmî bir tarzda inceledikten sonra sûfî bir esas
üzerine çözümlemeye çalıştığını fark edememiştir. Mişkâtü'l-envâr'va üçüncü
bölümünü Gazzâlî’ye nispet etmede hiçbir tereddüt duyulmamahdır. Çünkü Gazzâlî
eseri üç bölüm olarak yazmayı planlamıştır. Üçüncü bölümün mevzuunda eserin
başında işaret edilen hicap hadisine açıkça atıf yapılmıştır. Ayrıca üçüncü
bölümde ilk iki bölüme, ilk iki bölümde de üçüncü bölüme gönderme yapılmaktadır.[33] Gazzâlî’nin
ölümünden dört yıl sonra (509) yazılmış olan Şehit Ali Paşa nüshası da üçüncü
bölümün sıhhatini teyid etmektedir. Aym zamanda İbn Rüşd[34] ve
îbn Tufeyl[35] gibi
filozoflar bu bölümün Gazzâlî’ye aidiyetinden şüphe duymayarak atıflar
yapmışlardır. Dolayısıyla bu deliller, Mişkâtü'1-envâr’a zorla
sokulmuş olmaksızın, kalan kısımlarla uyumlu üslubu ve mevzusu da göz önünde
bulundurulduğunda, hicab bölümünün tamamının Mişkâtü'l- envâfim asıl
bölümü ve önceki iki bölümün tamamlayıcısı olduğunu ortaya koymaktadır.[36]
Şunu ifade etmek gerekir
ki; Gazzâlî’nin eserlerinin otantikliği problemi sadece Mişkâtü'l-envâr’ia sınırlı
kalmayıp felsefî üslubun hakim olduğu eserlerin tamamını kapsamaktadır. el-Madnûn
bih alâ gayr-ı ehlih (Madnunü’l-kebir)[37],
el- Madnûn bih alâ ehlih (Madnûnü ’s-sağîr)[38],
er-Risâletü ’l-ledünniyye[39],
Mırâcu ’s- sâlîkîn39 [40],el-Meârifü
’l-akliyye[41] ve Meâricü
’l-kuds[42] gibi
felsefî üslubun hakim olduğu bu tarz eserlerin Gazzâlî’ye aidiyeti ciddi
tartışma konusu edilmiştir. Biz anılan bu eserlerin -en azından isim olarak-
Gazzâlî’ye aidiyeti hususunda bir tereddüt görmeyerek tamamım çalışmamızda
kaynak olarak esas aldık. Çalışmamız esnasında, atıflarda da açıkça görüleceği
üzere, bu eserlerin içerik ve üslubunun Gazzâlî’nin diğer eserleri ile genelde
çelişmediğine, hatta bir çok ifadenin benzer olduğuna -bazen kelime kelimesine
aynı- şahit olduk. Bu eserlerin Gazzâlî’ye aidiyetine kesin olarak inanmakla
birlikte yine de ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini belirtmeli, bilimsel bir
tarzda metinlerin ciddi bir tahkikinin, objektif olarak eserlerinin
karşılaştırmalı tenkit ve tahlilinin yapılması gerektiği kanaatinde olduğumuzu
ayrıca ifade etmeliyiz. Nitekim şöhretinden veya düşmanlıktan dolayı birçok
uydurma eserin ona nisbet edilmesi,[43] yine
aynı veya benzer isim ve içeriğe sahip bir çok eserin bilerek veya bilmeyerek
(karıştırma sonucu) ona isnâd edilmesi[44] ve
eserlerinde tahrifatlar yapılması -ki bu Gazzâlî henüz hayatta iken başlamıştır-[45] böyle
bir çalışmayı zorunlu kılmaktadır.
III. ESERİN KAYNAKLARI
Gazzâlî, “ansiklopedik”
diye nitelendirilen çok yönlü düşünür tipinin en başarılı örneklerinden
biridir. Onun hakikate karşı olan susamışlığı ve üstlendiği rol gereği
(Huccetü’l-İslâm) her çeşit zihin seviyesindeki insana hitap etme kaygısı
düşünce dünyasını kelam’dan fıkıh’a, mantık ve felsefeden tasavvufa kadar
uzanan geniş bir alana yaymıştır. O, büyük bir hukuk metodçusu (usulcü) ve
müctehid derecesinde bir fakîh; farklı bir teoloji anlayışıyla birlikte yeni
bir dönemi başlatan büyük bir kelamcı; epistemolojik yaklaşımlar çerçevesinde
(ruh anlayışı) insanı tanımlayan bir psikolog; yaşadığı toplumun problemleriyle
ilgilenen bir sosyolog, pedagog, ahlak ve siyaset bilimcisi; felsefeyi ilk
olarak felsefî bir metodla tenkit süzgecinden geçiren ve felsefî akışın
yatağını değiştiren büyük bir filozof; ömrünün belli bir döneminden sonra
tasavvufta karar kılan ve tasavvufu resmi çevrelerde meşrulaştıran büyük bir
mutasavvıf; Arapça ve Farsça olmak üzere iki dilde şiirler yazan iyi bir şair;[46] kısaca
her alanda ses getirecek kadar orijinal ve eşsiz olan büyük bir düşünürdür.[47] Bu
çok yönlülük şüphesiz ki Gazzâlî’nin eserlerinde de kendisini göstermektedir.
Bu kimi zaman farklı alanlarda birbirlerini tamamlayan eserler olarak,[48] kimi
zaman da farklı boyutların tek bir eserde tezahür etmesi şeklinde
olmaktadır. Mişkâtü'l-envâr ikinci şeklin en başarılı örneğini
temsil etmektedir. Dolayısıyla, Mişkâtü'l-envâr’daki farklı
tesir ve boyutların ortaya konulması, Gazzâlî’nin görüşlerini temellendirirken
hangi din, mezhep, fırka veya felsefî cereyandan etkilenip hangi kaynaklardan
beslendiğinin tespiti, sıhhatli bir değerlendirme için zorunlu olmaktadır. Bu
bölümde konuya giriş mahiyetinde bu bahisler incelenecektir.
A. KUR’ÂN VE HADÎS
İslâmî düşüncenin temel
kaynağı Kur’ân-ı Kerîm’dir. İslam’ın delili (Huccetü’1-îslâm) diye anılan bir
düşünürün de temel kaynak olarak Kur’ân’ı kabul etmesi tabiidir. Gazzâlî,
Kur’ân’ı daha baştan her türlü düşüncenin yegane kaynağı ve ölçütü olarak kabul
etmiştir. Dolayısıyla, Mişkâtü'l-envâr’daki ontolojik ve
epistemolojik kabul ve görüşlerin temel kaynağı Kur’ân-ı Kerîm olmaktadır.
O, Mişkâtü'l-envâr’da temellendirmeye çalıştığı varlık ve bilgi
teorisini Nur suresi 35. ayete dayandırmaktadır. Bu ayet meâlen şöyledir:
Allah göklerin ve yerin nûrudur. Onun
nurunun misali içinde kandil olan bir mişkât 'tır (niş) Kandil bir cam
içerisindedir. Cam da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır, (kandil) ne
doğuya ne de batıya ait olan zeytin ağacının yağıyla tutuşturulur. Bu yağ
neredeyse ateş değmeden ışık verir; nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna
iletir. İşte Allah insanlara (böyle) misaller verir. Allah her şeyi bilendir.
Gazzâlî Kur’ân
terminolojisini Mişkâtü'l-envâr'&a sıkça kullanmaktadır.
Eserin temel kavramlarından biri olan “nur” bunlardan en önemlisidir. Gazzâlî
yukarıda zikredilen ayete atıfla nur’u varlık, Allah’ı da “hakîkî nur” yani
“hakîkî varlık” kabul etmektedir. Yine peygamberin nur veya “Sırâc-ı münîr
(aydınlatıcı kandil)”,[49] Kur’ân’m,[50] vahyin,
meleklerin ve idrak güçlerinin[51] nur
şeklinde isimlendirilmesi de Kur’ân kaynaklıdır. Ayrıca eserde, varlığın
hakikatini Allah’ın vechinden aldığım ifade etmek için Kasas/88’e[52],
Allah’ın her türlü nisbetten uzak olduğunu anlatmak için İhlas suresine,
Allah’ın mahiyetinin bilinemeyeceğini ifade etmek için Şuarâ suresinde
anlatılan Hz Musa ve Firavun arasındaki diyaloga,[53] yaratılışı
ifade etmek için Tekvin/121. ayetten ilham alarak Mutâ şeklinde isimlendirdiği
bir niteliğe[54] atıflarda
bulunulması diğer örnekler olarak zikredilebilir. Bunlara ve diğer ayetlere
konu içerisinde yeri geldikçe değinilecektir.
Gazzâlî’nin Kur’ân’dan
sonra esas aldığı ikinci kaynak hadislerdir. O Mişkâtü'l-envâr’va. üçüncü
bölümünü “Allah’ın nur ve zulmetten yetmiş (veya yetmiş bin) perdesi vardır;
onları açsa yüzünün nur ve azameti O’nu gören herkesi yakar” [55] mealindeki
hadisin yorumuna ayırmakta ve bu hadise dayanarak Tanrı tasavvurları bağlamında
insanların durumunu incelemektedir. Yine Mişkâtü'l-envâr’da, âlemin
yoklukta yaratıldığını ifade etmek için “Allah yaratılmışları karanlıkta
yarattı. Sonra onlara kendi nûrundan saçtı.”[56] hadisine,[57] gözün
güneşin ve yıldızların hareketini tespit edemeyecek kadar zayıf olduğunu
belirtmek için bir hadise [58] ruhun
tanrısal bir boyutu olduğunu ifade etmek için “Allah Adem’i sureti üzere veya
Rahman suretinde yarattı.”[59] hadisine[60] peygamberlerdeki
tahayyül yetisinin büyüklüğünü ifade etmek ve konuyu izah etmek -üzere
“Abdurrahman bin Avf ı gördüm. Cennete emekleyerek girdi”[61] hadisine[62] [63] atıflarda
bulunulması, Gazzâlî’nin hadisleri temel kaynak olarak kabul ettiğini
göstermektedir.
B. FELSEFE
Gazzâlî’nin meşhur
felsefe eleştirisinden sonra kaleme almış olduğu hemen hemen her eserinde
felsefî tesirler az veya çok görülmektedir. Nihayetinde O, felsefî olmayan
eserlerinde dahi yer yer felsefî meselelere dalarak onlara çözüm yollan
aramakta, tasavvuf! ve felsefî kavram ve ifadeleri eserlerinde bolca
kullanmaktadır. Mişkâtü'l-envâr da felsefî üslubun hakim
olduğu önemli eserlerdendir. Eser bu yönünden dolayı şiddetli eleştirilere
maruz kalmış, Gazzâlî’yi eleştirenlerin veya daha ağır bir ifadeyle, adeta ona
saldırmak isteyenlerin temel kaynağı olma özelliği kazanmıştır.[64] Bu
başlık altında bu tarz eleştirilerle birlikte eserin felsefî kaynakları
incelenecektir.
Burada öncelikle kadim
filozof Platon’un tesirlerinden söz etmek gerekir. Bu tesirler hakîkî-mecazi
varlık (âlem) ayrımında ve sembolik kullanımlarda kendini hissettirirken,
genelde Yeni Platoncu ifade kalıpları ile ortaya konmaktadır. Özellikle
Wensinck, Yeni Platoncu fikirlerle Mişkâtü'l-envâr’daki yaklaşımlar
arasında önemli paralellikler görmekte, hatta Plotinus’un Enneadlar’vnm De
Vision bahsi ile Mişkâtü'l- envâr’ı kıyaslamaktadır.[65] [66] [67] Abdurrahman
Bedevi, Grek felsefesinin Gazzâlî üzerindeki etkilerini incelediği makalesinde
Wensinck’in görüşlerine atıfta bulunarak, “Onun EnneadlaEvu (Tisaâff6 dördüncü
kitabının beşinci bölümünün, Mişkâtü'l-envâr\n birinci
bölümünün muhtemel kaynaklarından olduğunu” ifade ettiğini belirtmektedir.
Bedevi’ye göre, eğer bir tesirden söz edilecekse bu, Wensinck’in iddia ettiği
şekilde Enneadlafvn dördüncü kitabının beşinci bölümü değil,
beşinci kitabın beşinci bölümüdür. Bedevi, bu sön bölümün Fârâbî’nin Risâletü’l-ilmi’l-ilâhî eserinde
özetlendiğini belirtmekte ve bu risaleyi Eflatun İnde’l-Arab adlı
eserinde neşrettiğini ifade etmektedir Ayrıca Bedevi, Gazzâlî’nin Yeni
Eflatun’cu yaklaşımlarla Nur ayetindeki yorumları birleştirdiğini de iddia
etmektedir.[68] Afifî’de
tahkikini yaptığı eserin giriş bölümünde bu değerlendirmelere yer vermekte ve
Bedevi’nin, fâil-i evvel’in fiiline işaret eden “Güneşin ışıklarının
varlıkların üzerine yayılması gibi akıl da bu cevherden yayılan bir ışıktır.”
şeklindeki basit bir fikir istisna, Gazzâlî’nin Mişkâtü'l- envâr’âa. Fârâbî’nin
bu risalesinden istifade ettiğine dair görüşünden vazgeçtiğini söylemektedir.
Afifi, Fârâbî’nin bu risalesinde Gazzâlî’nin fikirleriyle ciddi şekilde çelişen
yaklaşımlar bulunduğunu, dolayısıyla, Gazzâlî’nin bu risaleden ziyade Aristo’ya
nisbet edilen Esûlucya (Thelogia) kitabından etkilenmesinin
daha muhtemel olduğunu ifade etmektedir. Çünkü İslam felsefesinin ilk kaynağı
Yeni Platoncu felsefedir. Gazzâlî ve İslam Filozoflarının çoğu Yeni Eflatuncu
terminolojiyi kullanmışlar, fakat onlar bu ıstılahlara yepyeni manalar vererek
onları asli anlamlarından uzaklaştırmışlar ve yeni bir doğrultuda farklı
cephelere yönlendirmişlerdir.[69] Godziher
de Plotinus’un selefi olan Philon’la Gazzâlî arasında bir çok benzerlik
olduğunu iddia etmektedir. Nitekim Philon, naslann sembolik yorumu esas alan
bir yöntem geliştirmiş, Gazzâlî de benzer bir yöntemi Nur ayetinin yorumunu
yaptığı Mişkâtü'l-envâr adlı risalesinde benimsemiştir.[70]
Mişkâtü'l-envâr’m önemli kaynaklarından birinin de
îhvan-ı Safâ risaleleri olduğu iddia edilmiştir. Mesela İbn Teymiyye,
Gazzâlî’nin İhvan-ı Safâ risalelerinin tesirinde kaldığını ifade etmektedir.[71] Mâzerî
de Gazzâlî’nin talebeleriyle çok sık görüştüğünü ve Gazzâlî’yi tanımış kadar
olduğunu belirttikten sonra, Onun İhvan-ı Safâ risalelerini fazlaca tetkik
ettiğini işittiğini aktarmaktadır.[72] İbn
Seb’in ise, Gazzâlî’nin önce sûfî sonra filozof, üçüncü olarak Eşarî, dördüncü
olarak Fakih, beşinci olarak ta muhayyer olduğunu ve kadim ilimlerdeki
anlayışım örümcek ağından bile zayıf bulduğunu ifade edip Onu eleştirdikten
sonra, Gazzâlî’nin akıl hakkmdaki düşüncelerinin Pythagorasçılar’ın
düşünceleriyle aynı olduğunu, çünkü her ikisinin de akla nefs dediklerini,
bunun Gazzâlî’nin Meâricü ’l-aklıyye (Meârifü ’l-akliyye) ve İhya
(Şerh-i Acâibü ’l-kalb) eserlerindeki akıl-ruh-nefs hakkmdaki
sözlerinden, ayrıca Mişkâtü'l-envâr ’daki ruhları taksiminden
ve aynı hususlara Kimyâ-yı Saâdefte işaret etmesinden
anlaşıldığım söylemektedir. İbn Seb’in Gazzâlî’nin kitaplarının ve ondaki
sözlerin çoğunun îhvan-ı Safâ risaleleriyle aynı olduğunu iddia etmektedir.[73]
Mişkâtü'l-envâr’daki felsefî kaynak ve etkilerden en
önemlisinin İbn Sînâ’nm eserleri olduğu söylenmektedir. İbn Teymiyye, İbn
Sînâ’nm Gazzâlî üzerinde ciddi tesirleri olduğunu iddia etmekte, bu tesirlerin
büyüklüğünü ortaya koymak için de “Ebû Hamid’i Şifa (Kitâbü’ş-Şifa)
hasta etti” sözünü nakletmektedir.[74] Mâzerî’de
Gazzâlî’nin işaret ettiği bir çok felsefî meselede İbn Sînâ’ya itimat ettiğini
söylemektedir.[75] İbn
Rüşd ise Gazzâlî’nin sadece İbn Sînâ’nm kitaplarım incelediğini bu sebeple de
felsefede derinleşemediğini,[76] Mişkâtü'l-envâr’da ilk
ilke konusunda Fârâbî ve İbn Sînâ’nm görüşlerini kabul ettiğini[77] hatta
ilahiyat konularında tamamıyla filozofların görüşlerine dayandığını iddia
etmektedir.[78] [79]
Yine Mişkâtü'l-envâr ’daki
nur metafiziğinin filozofların düşünceleri üzerine bina edildiği iddia
edilmektedir. İbn Teymiyye Allah’ı nur şeklinde vasıflandıran ve aynı şekilde
nura varlık anlamı yükleyen Gazzâlî’nin İbn Sînâ ve İhvan-ı Safâ’mn izinde
yürüdüğü söylemektedir. De Boer, nura varlık anlamı veren ilk filozofun Platon
olduğunu, Onun, yüksek âlemin salt ışık, alçak âlemin karanlık ve ışığın
karışımı olduğuna inandığını belirtir. Bu, Yeni Platoncu düşüncede “salt ışık =
tanrı” şeklinde formülize edilmektedir. Aristo da ışığın cismânî bir şey
olmadığına inanmakta ve onu faal bir kuvvet şeklinde telakki etmektedir. Aristo
ilahiyatına dair yazılan Arapça eserlerde Tanrı ilk ışık veya ışıkların ışığı
olarak tanımlanmış, ışık kuvvetini akıl vasıtasıyla âlemin ruhuna geçirdiği
ifade edilmiştir. İslam felsefesinin iki büyük siması Fârâbî ve İbn Sînâ’da
ışık nazariyesini akıl ile ilişkilendirmişlerdir. Fârâbî’ye, Allah’a “eşyanın
illeti ve göklerin ve yerin ışığı” şeklinde hitap ettiği bir dua nisbet
edilmektedir. Fârâbî gibi İbn Sînâ da ilahiyatında ışık nazariyesini kabul
etmiş ve bunu genişletmiştir. O, Aristocuların akıl hakkmdaki nazariyelerini
ışık hakkmdaki Kur’ân ayetine (Nur/35) dayandırmakta ve ışığı bil-fıil akıl
olarak yorumlamaktadır. Böylece Allah’ın nûru Aristo’nun Nous’una
benzetilmiştir. De Boer bu tarz yaklaşımların daha sonraları Gazzâlî’nin
düşünceleri içerisinde yer bulduğunu ifade etmektedir.[80] Nur
kavramı çerçevesinde îbn Heysem’in Gazzâlî üzerindeki tesirlerine de ayrıca
değinmek gerekir. Bu etki Mişkâtü’l-envâr ’da nûrun boyutları[81] [82] ve
görmenin keyfiyeti ile ilgili izahlarda net olarak görülmektedir. Dolayısıyla
Ibn Heysem’in görüşlerinin de Mişkâtü'l-envâr’m önemli
kaynakları arasında olduğu ifade edilmelidir.
Burada, genelde klasik
kaynakları esas alarak sunduğumuz görüşler, modem kaynaklarda da -eleştiriler
tarzında- bolca tekrarlanmaktadır. Aslında yapılan tenkitlerin çoğuna
bakıldığında, bunların Gazzâlî’nin felsefeyi tamamen reddettiği ön kabulüne
dayandığı görülmektedir. Bu ön kabule binaen, Gazzâlî’nin felsefî aklı da
eleştirmesinden yola çıkılarak, Onun akla ve müspet ilimlere büyük bir darbe
indirdiği yaygın bir biçimde kabul görmüştür. Buna rağmen O, ikiyüzlü
davranarak eleştirdiği yaklaşımları felsefî içerikli eserlerinde aynen
kullanmıştır. Şunu ifade etmek gerekir ki; Gazzâlî’nin eleştirisi sadece Aristo
felsefesine, özellikle de ilahiyat bahislerine yöneliktir. O, bırakın felsefeyi
Aristo felsefesinin dahi tamamını reddetmiş değildir. Üstelik O, yaratılışı
gereği sadece felsefeyi değil, ilgilendiği Kelam, Fıkıh, Tasavvuf gibi
geleneklerin tamamına da eleştiri getirmekteydi. O, hangi gelenek ve ekolden
olursa olsun yanlış bulduğu fikirleri tenkit edecek, en aşırı fırkalara da ait
olsa - Bâtmîler gibi- kabul ettiği görüşleri eserlerinde kullanacak, hatta
birebir iktibaslar yapacak kadar cesur ve hür düşünceli bir insandı. O,
hayatımn hiçbir döneminde felsefeyi tümüyle reddetmemiş ve felsefeden
uzaklaşamamıştır. Bu sebeple de şiddetli tenkitlere maruz kalmış ve başta el-Munkız olmak
üzere birçok eserinde kendini savunma ihtiyacı hissetmiştir. Öğrencisi Ebû
Bekir İbn Arabi’nin söylediği şu söz
Gazzâlî’nin felsefe karşısındaki durumunu
çok iyi özetlemektedir. “Üstadımız Gazzâlî felsefeyi yuttu sonra kusmak istedi
fakat başaramadı.”[83]
C. TASAVVUF
Mişkâtü'l-envâr’vn en önemli kaynaklarından birinin
tasavvuf olduğunda şüphe yoktur. Gazzâlî’nin hakikat araştırması sırasında
mutasavvıfları incelediği, bu inceleme neticesinde onların doğru bir inanca
sahip oldukları kanaatine ulaşarak tasavvufta karar kıldığı ve hayatının büyük
bir bölümünü sûfî olarak geçirdiği bilinmektedir. O el- Munkız’ da,
öncelikle tasavvuf klasiklerini okuyarak işe başladığım, evvela Ebû Tâlib el-
Mekki’nin Kûtü’l-kulûb adındaki kitabım, sonra Haris
el-Muhâsibî’nin kitaplarım okuduğunu ve Ebû Yezid (Bayezid) el-Bistami, Cüneyd,
Şiblî gibi büyük mutasavvıflardan nakledilen sözleri tetkik ettiğini
bildirmektedir.[84] Onun
tasavvuftaki üstadımn ise Ebû Ali el-Farmedî olduğu ifade edilmektedir.[85]
Mişkâtü’l-envâr’m muhteva ve üslubuna bakıldığında
tasavvufî tesirlerin büyüklüğü açıkça kendini gösterir. Bu tesirin ifadesi
olarak Câbirî, Kuşeyrî’nin Risalesi ile Gazzâlî’nin Mişkâtü'l-envâr ’ı
arasında mantıki kurgulama bakımından önemli benzerlikler olduğunu iddia
etmiştir. Nitekim Kuşeyrî eserinin girişinde “Bu topluluğun büyükleri
(mutasavvıflar) tevhîd konusunda kaidelerini doğru bir usul üzerine bina etmişler,
inançlarını bidatlerden korumuşlar, selef ve ehli sünnette bulunan, temessül ve
tadilden uzak, bir tevhîd anlayışına yaklaşmışlardır.” sözü ile gerçek tevhîd
anlayışının mutasavvıflarda bulunduğunu ifade etmektedir. Gazzâlî’nin de Mişkâtü'l-envâr’da, “mutasavvıflardan
Havassü’l-havas’m -kendini de onların içine dahil ederek- apaçık bir müşahede
ile varlıkta Allah’tan başka bir şey görmediklerini, hakikat semasına
yükseldikten sonra gerçek bir olan Allah’tan başka varlık görmediklerinde
ittifak ettiklerini” söylemesi, tevhîd anlayışı bakımından Kuşeyrî’nin
görüşlerini onayladığım göstermektedir. Ayrıca Câbirî, Muhâsibî’nin er-Riaye
Lihukukillah eseri ile Gazzâlî’nin İhya’sı arasında tamamen birbirinin
benzeriymişçesine organik bir bağ bulunduğunu iddia etmektedir. Ancak bu
ilişki, Mişkât ve diğer kitaplarına yayarak incelediği ve
îlmü’l-mükâşefe dediği alanda sürekli tekerrür eden gönderme ve telmihler
yüzünden kesintiye uğramaktadır.[86]
Eserdeki tasavvuf!
etkiler nur ayetinin yorumunda, özellikle de nur kavramının kullanımında
kendini hissettirmektedir. Bu ayet, bünyesinde barındırdığı olağanüstü
kapalılık ve sırlar nedeniyle envâî çeşit fikirlere davetiye çıkarmıştır.
Tasavvuf literatürüne girmiş her kitapta bu ayetin tefsirine özel bir yer
ayrılmış ve ayette geçen “nur” “mişkat” “misbah” “zeytin” “ateş” gibi semboller
çok farklı şekillerde yorumlanmıştır.[87] [88] Mesela
ilk dönem mutasavvıflarından Hasan-ı Basrî’nin “Allah göklerin ve yerin
nûrudur” ayetindeki “nur” lafzım çok farklı bir şekilde qo anlamlandırdığı ifade
edilmektedir.
Felsefî tasavvufun
kurucularından ve İşârî tefsir ekolünün ilk temsilcilerinden olan Sehl bin
Abdullah et-Tüsterî, ayetteki nur kavramını çok farklı bir tarzda ele almış ve
yorumunda “Nur-ı Muhammedi” olarak bilinen meşhur görüşü ortaya atmıştır.
Tüsteri’ye göre, Allah Teâlâ Hz. Muhammed’in nûrunu kendi nûrundan yaratmıştır.
Yani Hz. Muhammed’in fiziki yaratılışından ve nübüvvetinden önce bir varlığı
söz konusudur. Mahlukatı da önceleyen bu ezeli varlık “Nur-ı Muhammedi” olarak
adlandırılmıştır.[89] Mişkâtü'l-envâr’âa da
Hz. Muhammed’in ruhu “kudsî-nebevî ruh” şeklinde anılmakta[90] süflî
nurların, ışığın lambadan yayılması gibi kudsî-nebevî ruh‘tan yayıldığı ifade
edilmektedir.[91] Nicholson
ise Gazzâlî’nin Mişkâtü'l-envâr’da Mutâ şeklinde
isimlendirdiği niteliğin Allah’ın kendi sureti üzerine yarattığı Hakîkat-i
Muhammediyye veya Nur-ı Muhammedi şeklinde isimlendirilen göksel insan modeline
benzediğini belirtmektedir. [92]
Nur-ı Muhammedi görüşünü
benimseyen diğer bir sûfî Hallâc-ı Mansur’dur. Hallâc, Allah’ı “hakîkî nur”
kabul etmekte ve bu nur’dan peygamberlik nûrunun doğduğuna inanmaktadır.[93] O,
eseri Kitabü’t-tavâsîrf’vn. ilk bahsine (tâsin) “sırâc
(kandil)” ismini vermiş ve peygamberi ay ile sembolize etmiştir.[94] Ebû
Velid et-Turtûşî, Gazzâlî’nin Hallâc’dan etkilendiğini ve Hallâc’m rumuzlarım
eserlerinde kullandığını ifade etmektedir.[95] Nitekim,
Hallâc gibi Gazzâlî de peygamberi “sırâc (kandil)” şeklinde nitelemekte[96] ve
Hallâc’m, ilk yaratılan varlık olan Nur-ı Muhammedi’yi aya benzetmesini andırır
bir tarzda, Mutâ vasıtasıyla yaratılan ilk varlığı ay ile sembolize ederek
yaratılışı bu mertebeden başlatmaktadır.[97] [98]
Gazzâlî’nin tasavvuf!
fikirlerinin çoğunu filozofların kitaplarından temin ettiği de iddia
edilmektedir. Mesela Câbirî, Gazzâlî’nin Mişkâtü'l-envâr,
el-Meârifü’l-akliyye ve Meâricü’l-kuds gibi
eserlerinde, nefs’in hakikati ve ulûhiyet âlemi ile ilgili keşfi bilgilerini,
çağının felsefesinden, yani İbn Sînâ ve Îsmâilî filozofların ilahiyatından,
özellikle de Yeni Eflatuncularm Meşrikî-Hermetik formundan elde ettiğini no .
söylemektedir. Ibn Teymiyye de eserinde,
Gazzâlî’nin amel, ahlak, zühd ve ibadet gibi muamele ilminde mutasavvıflardan,
mükâşefe ilminde ise daha ziyade filozoflardan istifade ettiğini, böylece
tasavvufla felsefeyi birbirine karıştırdığım izah etmektedir.[99]
D. BÂTINÎ-HERMETİK TESİRLER
Gazzâlî’nin Mişkâtü'l-envâf önemli
kaynaklarından birisinin de Bâtmî- Hermetik görüşler olduğu söylenebilir. Zira,
Gazzâlî’nin Mişkâtü'l-envâf bâtmî görüş ve te’villere
fazlasıyla meylederek Bâtmîlerin etkisinde kaldığı iddia edilmiştir.[100] Bu
iddiaların yam sıra, hakikati arayan ekollerden biri olarak gördüğü Bâtınîleri
eleştirmek üzere yazdığı Fedâihu ’l-bâtıniyye/el-Mustazhirî isimli
eserinde, onları “Bâtıniyye”, “Karamita”, “Karmatiyye”, “Hürremiyye”,
“Hürremdiniyye”, “İsmâiliyye”, “Sebiyye”, “Bâbekiyye”, “Muhammire” ve “Tâlimiyye”
şeklinde sıralayan Gazzâlî,[101] [102] bu
fırkaların görüşlerini Mişkâtü'l-envâr'ya. üçüncü bölümünde
ele alıp eleştirmekte ve onları genel olarak “Seneviyye” olarak
isimlendirmektedir. Burada Bâtıniyye veya Seneviyye olarak isimlendirilen
ekollerin tamamı farklı görüşlere sahip olmakla birlikte, bunların ortak
özelliği genelde Nur-Zulmet şeklinde isimlendirilen düalist bir inanca sahip
olmaları ve gnostik-hermetik birçok unsuru bünyelerinde barındırmalarıdır.[103] Mişkâtü'l-envâr’’ontolojik
ve epistemolojik yaklaşımların temelini oluşturan mır-zulmet kavramına
dayanmaları ve eserin muhtemel kaynaklarından biri olmaları sebebiyle bu tarz
yaklaşımlara sahip olan din ve ekollerin görüşleri bu bölümde ana hatları ile
incelenecektir.
1. Hermetizm
Hermetik düşünce gnostik
gelenekte[104] önemli
bir şahıs olan Hermes’e dayandırılmaktadır. Hermes diye isimlendirilen şahsın
tek bir kişi olup olmadığı tartışmalıdır. Orta çağda Hermes, Mısırlıların
Toth’u, Yahudilerin Uhnuh’u, eski hanlıların Hûseng’i ve Müslümanların İdris’i[105] ile
bir tutulmaktaydı. Buna göre, Hermes’in bir isimden ziyade “Buda”, “Manau” gibi
bir lakap olduğu ve bu lakabın hermetik düşünce önderlerinin tamamına verildiği
iddia edilmiştir.[106] Hermetizm
şeklinde anılan ekol ise daha sonraları İskenderiye’de Mısır ve Yunan
geleneklerinin birleşmesinin önemli bir sonucu olarak bir hikmet okulu şeklinde
doğacaktır.[107] Aslında
teknik tabiriyle Hermesçilik, hem eski Mısır’da Hermes’in ardından kurulmuş
öğreti için, hem de bu öğretinin benimsediği bâtmî nitelikli ekollerin çalışma
sistemleri hakkında kullanılmaktadır.[108]
Hermesçiliğin hareket
noktası gerçeğin araştırılmasıdır. Bunun için temiz ve erdemli bir ruha sahip
olmak gerekir. Hermetizmin temel öğretisinde ışık (nur) ruhtur ve aydınlık
ruhtadır; karanlık ise maddedir. Ruhlar gökten karanlık yeryüzüne inerler ve
madde ile birleşirler. Yeryüzü hayatı ruhun maddeyle mücadelesinden oluşan bir
imtihan sürecidir. Hakikate erebilmek bu imtihanda başarılı olup olmamaya
bağlıdır. Ruhlar bunu başarabilirlerse yeniden kopuk geldikleri büyük nura
doğru yükselecekler ve orada ölümsüzleşeceklerdir. Eğer maddeye yenilip
imtihanı kaybedecek olursa İlâhî nur karanlığa tutsak olarak yok olacaktır.
İşte hermetizm bu nur-zulmet diyalektiğine dayanmaktadır.[109]
Müslümanlar hermetik
felsefe ile Şam ve Mısır’ın fethinden sonra karşılaşmışlar, bunda da
Sabiîler’in büyük rolü olmuştur; yani Hermetizm Sâbiîler tarafından yayılmış,
İslam dünyasına Hermes’in eserlerini Sâbiîler tanıtmıştır. Sâbiîler’in
Müslümanlar üzerindeki etkisi, genelde Hermesçi Astrolojik telakkiler şeklinde
ortaya çıkmıştır.[110] Bazı
Hermetik-Kozmolojik doktrinler, mesela mikrokosmosla makrokosmos arasındaki
karşılıklı uyum sûfî kozmoloji kitaplarına yansımıştır.[111] [112] Bununla
birlikte Hermes’in ortaya koyduğu maddeden yüz çevirme ve dünyaya boyun
eğmeyerek İlâhî âleme yükselme gayreti, Zühd ve Riyazet ile Allah’ta 119 yok
olma (fena) tarzında tasavvufî anlayışa yansımıştır.
Hermetizmin etkisi IV.
yy.dan sonra kaybolmaya başladıysa da İsmâilî filozofların yazılarında
özellikle de İşrâkî felsefede ağırlığım devam ettirmiştir. Esasen Hermetik
düşünceler felsefenin işrakîleşmesini sağlayan en önemli unsurlardandı. Mesela
Sühreverdî İşrâkî Felsefe’nin özünü oluşturan Nur Felsefesi’ni anlatırken
kendisinin yeni hiçbir şey söylemediğini tamamıyla ezeli hikmetin temsilcisi
olan Hennes’e dayandığını söylemekteydi.[113] Gerçekten
de Hermes’in İşrâk hiyerarşisinin merkezinde bulunan ve “nurların nûru”
şeklinde vasıflandırılan tanrıyı “Gözle görülmeyen gizli ışık (nur)” şeklinde
tanımlaması oldukça dikkat çekicidir.[114] Mişkâtü’l-
envâfda da Allah hakîkî nur olarak tanımlanmakta, zuhurunun
şiddetinden dolayı görülemediği ifade edilmektedir.[115]
2. Mecusîlik (Zerdüştî!ik)
Mecusîlik Zerdüşt’ün
tebliğ ettiği inanç ve düşüncelerin eski İran inanç ve gelenekleri ile
karışımından oluşmuş bir dindir. Zerdüşt’ün kurucusu olduğu bu dinin
(Zerdüştilik) önceleri Monoteist bir teoloji içermekteyken Sasâniler devri ve
sonrasında düalist bir kimliğe bürünmüştür.[116] Bu
düalist anlayışta iyiliği temsil eden Ahura Mazda (Yezdan) ile kötülüğü temsil
eden Angra Mainyu (Ehrimen) adında iki tanrı bulunmaktadır.[117]
Zerdüşt’ün öne sürdüğü
inancın temelini Nur (İyi) ve Karanlık (Kötü) gibi iki karşıt öğe
oluşturmaktadır. Nur ve zulmet birbirine karşıt iki güçtür. Zerdüşt’e göre
evrene egemen olan da bu iki güçtür. İyilik tanrısal asıl güç olan Ahura Mazda
(Yezdan) kötülük ise Ehrimen’in kişiliğinde toplanır. Bu iki varlık arasındaki
mücadele, nur zulmete yani iyilik kötülüğe üstün gelinceye kadar devam
edecektir. Sonunda nur zulmeti mağlup edecek ve her ikisi de kendi âlemine
çekilecektir. Esas olarak nur ve zulmet varlık âleminin iki kaynağıdır. Nur ve
zulmetin birleşmesinden varlık, bu varlığın çeşitli terkiplerinden suret doğmuştur.[118] Ahura
Mazda evrenin yaratıcısı erdemlerin iyiliğin ve sevginin kaynağıdır. O aydınlık
veren güneşle sembolize edilir. Çünkü gökyüzünü aydınlatan, kötülüğün kaynağı
olan karanlığı evrenden kovan odur. Güneşin yeryüzünde ki sembolü ise ateştir.
Mecusîlikte ateşin kutsallığı buradan gelmektedir.[119]
Zerdüşt inancında tanrı
gerçek nur,[120] âlem
de bu nûrun yansımaları veya parçalarıdır. Varoluşta yalnız onun etkinliği
vardır.[121] O
evreni savunur, ona şefaat eder.
O evrenin tözüdür, büyük nurdur; bu
itibarla onun varlıkla ilişkisi ışınların güneşle ilişkisine benzer. Tanrı
(Ormuzd-Hürmüz) evreni birleştiren maddesel ve ruhsal varlıkları doğrudan
değil, sözün, kelamın, kutsal Hanover’in araya girmesiyle yaratmıştır. Tanrı
(Ormuzd) ebediyet ve sonsuza karşı ne ise Hanover de Ormuzd için odur; yani
onun düşüncesi (akıl), imgesi (hayal) ve ruhudur; bu yüzden varlıkların tüm
yetkinliklerinin kaynak ve örneğidir. Bu anlayışa göre kelamın bir bedeni ve
bir ruhu vardır.[122] [123] [124] Bu
tanrısal özdeki ortaklığın daha sonraları tasavvufta vahdet-i vücûd ve vahdet-i
şuhûd anlayışları şeklinde yansımaları görülecektir.[125] [126] Ayrıca
Zerdüştîlikte, 10 fi insanın tanrının bir parçası ve evrenin küçük bir nüshası
olduğu görüşü de mevcuttur.
3. Maniheizm (Manicilik)
Mani tarafından eski
İran’da kurulan Maniheizm düalist doktrinlerin bütün özelliklerini ihtiva
etmekte ve gnostik dinlerin en mükemmel örneklerinden biri olarak kabul
edilmektedir. Mani’nin öğretisi, bilerek yapılmış bir sentezdir. Bu öğretide
Mazdeizm’in, Budizm’in ve Hıristiyanlığın tesirleri açıkça görülmektedir. Zira
Mani’de uygulamada gerçekliğin öncü açıklamaları olarak sıraladığı Zerdüşt,
Buda ve İsa’ya çok şeyler borçlu olduğunu kabul etmektedir. Bununla birlikte
Mani yaşayan eski Babil inançları ile Hinduizm’in kuramlarını birleştirerek
öğretisine eklemiştir. Yine onun öğretisinde gnostik ve neoplatonik kuramların
güçlü bir karışımıma izleri de görülmektedir.[127]
Maniheist inancın
temelini de ışık- karanlık yahut iyilik-kötülük şeklindeki birbirine zıt iki
asli prensibe dayanan gnostik bir düalizm oluşturmaktadır. Evrende görünen
bütün olayların kaynağı iyi ve kötüdür. Bu nedenle iyi ve kötü birer varlık
ilkesidir. Nitelik olarak tamamen birbirinden farklı bu prensiplerin her ikisi
de ezeli ve ebedidir. Ayrıca Manihaizm’de bu iki prensip üzerine bina edilmiş
iki âlem fikri mevcuttur. Işık âleminin hakimi yüce ışık tanrısıdır.[128] [129] Onun
akıl, ilim, gayb, hilm ve düşünce (fikr) şeklinde beş vasfı mevcuttur. Onun
nûru güneşte ve ayda, kuvveti ise yelde, rüzgarda, ışıkta, suda, havada ve
ateşte tezahür etmektedir. Bu nur yüceliğin babası, ışık âleminin kralı, nur
bahçelerinin sahibi, bazen de İran geleneğine uygun olarak Zurvan (Zervan)
şeklinde adlandırılmıştır. Aynı şekilde karanlık âleminin başında da
karanlıkların kralı (prensi) ya da tanrısı (Hyle) bulunmaktadır. Bu tanrının da
duman, ateş, karanlık, samyeli ve sis olmak üzere beş vasfı bulunmaktadır. Bu
iki prensip (nur ve zulmet) arasında sürekli bir çatışma mevcuttur.[130] Bu
savaş birazda hikayemsi ve düşsel bir tarzda anlatılmaktadır.[131]
Mani’nin kozmolojisinde
görülen düalist karakter insanın yapısında da mevcuttur. İnsanda, diğer
varlıklarda olduğu gibi hem ışık unsuru (ruh) hem de karanlık (kötülük) unsuru
(beden) bulunmaktadır. İnsan bu iki karşıt güç arasında denge kurar ve bu
dengeyi koruyabilirse aradığı mutluluğa ulaşabilir. Birliğe ancak duyu bilgisi
(hissiyât), derin düşünce (tefekkür) ve gönül bilgisi (irfan) ile ulaşılabilir.
İrfan ise öncelikle kişinin kendisini bilmesi[132] sonra
da iki karşıt gücün niteliklerini kavrayıp yetkinleşmesi ile elde edilebilir.
Bu bilgiye dış etkenlerle değil sadece kalp ile ulaşılabilmektedir.[133]
4. Mezdekiyye (Mazdekîlik)
Türkçe’de “Mazdekiyye”
veya “Mazdek dini” olarak adlandırılan bu hareket ismini Sasaniler dönemi
İran’ında Kubâd’m (Kavâd) saltanatı sırasında yaşayan ve bir çeşit komün toplum
yapışım savunan îran’h reformist Mezdek b. Bamdâd’dan almıştır. Mezdek’in
ölümüne kadar devam eden bu hareket, onun ölümünden sonra her biri bir şahıs
adı ile anılan çok sayıda alt gruba ayrılmıştır.[134] Mezdek’in
hareketinin doktrini Maniheist olmaktan çok düalist ve genelde gnostik bir yapı
arz etmektedir. Mezdekiliğin taşıdığı çizgi sebebiyle Maniheizm’e yakınlığı söz
konusu edilse de, başlangıçta Maniheizm’den ziyade Zerdüştî bir karakter
göstermektedir.[135] [136] Zerdüşt’ün
öğretisinde olduğu gibi Mazdek’in öğretisinde de başlangıçta iki öncül ilke
vardır. Bunlar nur (aydınlılık) ve zulmet (karanlık)’tir. Nur bilgiyi, doğa
düzenini ve özgür iradeyi simgeler. Başka bir ifade ile bütün bunlar nûrun
eseridir. Karanlık ise bilgisizlik ve cehalettir. Mezdekiler kadim asıllardan
olan nûrun kendi iradesi ile hareket edip bilgi ve idrak sahibi olduğuna,
karanlığın ise diğerleri ile uyum halinde hareket ettiğine, cahil ve idraksiz
(kör) olduğuna inanmaktadırlar.[137]
Mezdekilik’te biri yüce
diğeri aşağı olmak üzere iki âlem vardır. Bu iki evreni yöneten güçler dört,
yedi ve on iki olmak üzere üç gruba ayrılmaktadır. Yüce olan tanrısal evrende
de bir derecelendirme mevcuttur. En başta tanrı ya da ışık (nur), ondan sonra
manevi güçlerde denilen dört (erke)[138],
sonra da yedi vezirler yer alıyordu ki, bunlar da tasarlayanlar (teori) ve
yapanlar (pratik) olarak ikiye ayrılıyordu. En son olarak On iki manevi varlık
gelmekteydi. Işıktan başlayarak bunun manevi görünüşleri (tezahür) demek olan
düşünce ve eylem üzerinden en alttaki temel ihtiyaçlara kadar uzanan bir
hiyerarşi bulunmaktaydı. Işık tanrı (gerçek nur) dışındaki tanrısal varlıklar
iki âlemde de mevcuttu. Buna göre yukarı âlemde yalnız arı ışık (salt nur)
egemen ise de aşağı âlemde aydınlık ile karanlık birbirine karışmıştı. Bu
hiyerarşide ne kadar yukarı çıkılırsa o kadar ışık ve nur özgürlüğüne
rastlanmakta, saf ve dingin bir düşünceye ulaşılmakta; ne kadar aşağıya
inilirse de o derece maddi olana bağımlı olunmaktadır. Her iki âlemi bünyesinde
birleştirebilen ve parçaları ortadan kaldırabilen insan tanrıya doğru
yükselmekteydi.[139] Mazdek’in
öğretisi sonunda Hurufilik anlayışa ulaşmıştı. Işık tanrının harf ve sembolleri
kullanarak hüküm sürdüğü ve insanlara hitap ettiği fakat insanların çoğunun
ışık tanrının kendi adım verdiği bu sembolleri anlamadığına inanılmaktaydı.
İnsanların çoğu bu sebeple ömürlerini bilgisizlik ve manevi durgunluk
içerisinde tüketmekte, bu sembollerin şifresini çözen ise manevi sırlara
ulaşmaktaydı.[140]
5. İsmâiliyye
İsmail b. Cafer
es-Sadık’a veya Muhammed b. İsmail’e nisbetinden dolayı fırka “İsmâiliyye” ismi
ile anılmaktadır.[141] Bununla
birlikte, genelde aşırı görüşleri ile ön plana çıkan çeşitli mezhebi oluşumlar
için kullanılan müşterek bir lakap olan Bâtıniyye ve bunun dar anlamdaki, yani
İslam mezhepler tarihi terminolojisindeki reel karşılığı, Bâtmiyyenin en genel
ve özgün mezhebi formu “İsmâiliyye” ismi ile tanınmaktadır.[142]
İsmâiliyye doktrininin
ilk devresinin en belirgin özelliği zâhir-bâtm ayrımıdır. Bâtınîliğin
İsmâiliyye versiyonu, hakikatleri keşfetme ve naslardan derin anlamlar çıkartma
açısından bütünü ile bâtmî te’vil doktrini üzerine bina edilmiş bir düşünce
sistemidir. Ayrıca zâhir-bâtm düalizmi varlık anlayışında da kendisini
göstermektedir. İsmâilîler’e göre, Allah evrendeki her varlığı dini gerçeklere
işaret eden çift boyutlu birer gösterge ve sembol olarak yaratmıştır.[143] Gazzâlî
de “varlık evrenini kuşatan boyutların zâhir-bâtm şeklinde tecelli ettiği
zâhirin kabuk bâtm’ın ise öz olduğu”[144] şeklindeki
bâtmî varlık düalizmini Mişkâtü'l-envâr’da benimsemekte[145] ve
de naslarm bâtmî boyutunu kabul ederek birçok bâtmî te’vil örneği sunmaktadır.[146]
Zâhir-Bâtm düalizmi
İsmâiliyye’nin kozmolojisine Yeni Eflatuncu âlem anlayışını da hatırlatır bir
tarzda “Emir âlemi” ve “Halk âlemi” şeklinde yansımıştır. Bu kozmolojik
yaklaşıma göre Allah Teâlâ, her türlü idrak, sıfat, isim hatta varlık ve
yokluğunda ötesinde bir şey olarak tanımlanmaktadır.[147] [148] Emir
âleminde İlâhî emir (kün) vasıtası ile vücut bulan ilk varlık küllî akıl (ilk
akıl) dır. Allah Teâlâ, varlıkta dahil olmak üzere her türlü sıfattan tenzih
edilince, kemal sıfatlarının hepsinin ilk varlık olan akılda bulunması zorunlu
olmaktadır. Çünkü İlâhî kelam, -emir kipindeki fiil- küllî aklın ilk varlık
olarak zuhurunu sağladığında zuhur edenle bir olmaktadır. Tevhîd’i ikmal eden
bu varlıktan sonra diğer nurani suretler meydana gelmiştir. Bu nurani
suretlerden ilki de küllî nefs’tir. Bu sebeple Küllî akla Sâbık (önce gelen),
Küllî nefs’e ise Tâlî (sonra gelen) denilmektedir. Sonuçta Ismâilî akaidinde
Kur’ân’daki tüm İlâhî isim ve sıfatların yanı sıra Allah kelimesi ilk akıl için
kullanılmış ve südur süreci buradan başlatılmıştır.[149]
Öztürk, Mişkâtü'l-envâr’daki Mutâ
nazariyesi ile İsmâilî düşüncede Allah’ın kün (ol) emrindeki kef harfini
sembolize ettiğine inanılan ilk akıl arasında benzerlik olduğunu iddia
etmektedir. O, Mutâ’nın felekleri hareket ettiren ve kainatı yöneten bir
varlığa (fail ilâh) işaret ettiği kanaatindedir.[150] Nicholson
ise Mutâ’nın sûfîlerin kutup nazariyesi ile ilişkilendirilmesini eleştirmekte,
bu görüşün îsmâiliyye mezhebinin İmâmiyye kolundan alındığını, Gazzâlî’nin ise
îsmâiliyye’yi reddettiğini ifade etmektedir.[151]
6. Karmatiyye (Karmatîler)
Karmatîler Hamdan b.
Eşas Karmat’a nisbetle bu ismi almışlardır. Bu şahıs başlangıçta Îsmâilî
dâilerden olup daha sonraları onlardan ayrılmış ve etrafına topladığı kalabalık
sayesinde hareketi ayrı bir fırka olarak anılmaya başlanmıştır.[152] Bu
ismin İsmâiliyye’nin bir lakabı olduğu veya Karmatîliği en azından köken
itibariyle İsmâiliyye’den ayrı bir kategoride değerlendirmenin doğru olmayacağı
ifade edilmektedir.[153]
Karmatî doktrininde nur
önemli bir yer işgal etmektedir. Ezelde ve ebedde bir olan zatı İlâhî, yani
ulvî nur vardır. Bu nurdan, önce Nur-u Şa’şaânî (kıvılcım saçan nur) ve Nur-u
Kahir (üstün olan nur) sudur etmiş, bu da (kahir nur) küllî aklı ve âlemin
nefs’ini meydana getirmiştir. Alemin nefs’i (küllî nefs) peygamberler, imamlar
ve seçkin insanlardaki beşeri akılların kaynağıdır. Nur-u Şa’şaânî den ikinci
derecedeki Nur-u Zulmânî (Karanlık Nur) meydana gelmektedir ki bu maddedir.
Karanlık nur, gökte felekler, yeryüzünde ise cisimler şeklinde tezahür
etmektedir.[154]
îbn Teymiyye
Gazzâlî’nin MişkâtU’l-enyâr'&& yıldız, güneş ve ay
lafızları ile sembolize ettiği varlıkların Bâtmî-Karamatîler’deki nefs, faal
akıl, ve küllî aklı ifade ettiğini ve buradan mülhem olduğunu belirttikten
sonra, Onun bu eserindeki yorum nazariyesini bâtmî mülhidlerin usulleri üzerine
bina ettiğini, mesela iki ayakkabıyı çıkartma emrinin “dünya ve ahireti terk
etme” şeklindeki yorumunun filozofların ve Bâtınî-Karamatîlerin sözleri
olduğunu ifade etmektedir.[155]
BİRİNCİBÖLÜM
ONTOLOJİK BOYUT
İ. VARLIK
A. GENEL ÇERÇEVE
Gerek felsefî olsun,
gerekse ilmi mevcut olan bilgi varolan şeyin bilgisidir. Pozitif ilim var olanı
değil var olanın küçük bir sahasını, temeline inmeyi düşünmeden, farklı
ayrışımlara tabi tutarak ele alır ve kendi sahasının diğer sahalarla olan derin
münasebetine dokunmadan araştırmasına başlar. Bu sebepten dolayı pozitif ilim
varolana ait olan problemlerle ilgilenmez; onun temeline ve derinliklerine
dalmaz. Bu felsefenin bir problemdir. Felsefe “ontoloji” adı altında var olanın
temel yapısını determinasyon prensiplerini, var olanın unsurlarım ve tarzlarım
araştırır.[156] Klasik
ontoloji varlığın her çeşidiyle ilgilenirken modem ontoloji sadece var olanı
kavramakla yetinmektedir.
İslam dünyasında ve batı
düşüncesinde varlığı, varolanı ve varoluşu karşılamak üzere birçok kelime ve kavram
kullanılmaktadır. Yunanca “on”, Latince “esse”, Fransızca “etre”, İngilizce
“existence ve being” lafızlarının karşılığı olarak kullanılan varlık kelimesi
İslam düşüncesinde v-c-d kökünden türetilen ve türevleriyle birlikte bulmak,
rast gelmek, hazır bulunmak, olmak, elde etmek, sahip olmak, ilim elde etmek,
icat etmek, yaratmak vb. anlamlara gelen vücûd mastarı ile mevcûd mefulü
karşılamaktadır.[157] Türkçe’de
bu anlamları ihtiva etmek üzere “varlık”[158] kelimesiyle,
bulunmak, var olmak gibi çeşitli anlam karşılıkları olan vücut kelimesi kullanılmaktadır.
Vücut ve varlık kelimeleri eşanlamlı olarak kullanılmalarına rağmen, Türkçe’de,
varlık sadece soyut anlamı, vücut ise hem soyut hem de somut anlamı ifade etmek
üzere kullanılmaktadır.[159] Ayrıca
belirtmek gerekir ki, yukarıda ifade edilen dillerde bir fiil karşılığı olan
varlık, Arapça, Rusça ve Türkçe gibi dillerde sadece isim olarak
kullanılmaktadır.[160] Burada
bu kapalılığa ve bulanıklığa razı olarak sadece ifade edilen şekli aktarmakla
yetiniyoruz.
Bu kısa etimolojik
tahlilden sonra varlık düşüncesinin gelişimine genel hatları ile değinecek
olursak; varlık felsefesi ilk çağda doğa felsefecileri ile, hatta antik çağın
mitolojik düşüncesi ile başlatılmaktadır.[161] Yunan
filozoflarının ana problemi değişim, oluş ve onun arkasındaki asıl unsurdur.
îlk doğa filozofları değişimin arkasındaki ana unsuru maddi olarak
düşünmüşlerdir. Bunlar su, hava, toprak ve ateş gibi unsurlardır. Mesela ilk
filozof Thales asıl unsuru su, Anaximenes hava, ondan
önce yaşamış olan Anaximandros ise tamamen nötr olan ve “sonsuz, sınırsız,
belirsiz” anlamlarına gelen apeiron ile ifade etmiştir.
Anaximandros ile birlikte daha sonraki doğa felsefecileri tarafından soyut ve
akli bir izah tarzı ile ortaya konulan varlık, Heraklitos ve Parmenides’in
felsefelerinde belli bir formüle ulaşmıştır. Heraklitos varlığı oluş ve akış
içerisinde kabul edip her şeyin değiştiğini öne sürmüştür. Ona göre varlık
yoktur, oluş vardır veya varlık oluştur. Parmenides’e göre oluş fikri saçmadır.
Varolan vardır, varolmayan yoktur; varolan bir ve sabittir. Varlık değişmez
Bir’dir. Bu karşıt görüşler içerisinde Platon varlığı iki farklı alana
ayırarak, değişim ve çokluk içerisindeki varlığı fenomenler dünyasına,
değişmeyen ve birlik içerisinde olanları ise idealar dünyasına taşıyıp asıl
varlığın idealar olduğunu öne sürmekte ve tüm bu problemleri aşmaya
çalışmaktadır.[162]
Varlık üzerinde en ciddi
araştırmayı yapan ve varlık felsefesinin kurucusu kabul edilen Aristo,
ontolojiyi, “varolanı varolan olarak ele alan bir ilim (on he on)”
şeklinde tarif etmektedir.[163] Aristo’ya
göre varlık çeşitli anlamlara gelmekle birlikte genelde somut olanı, bir başka
ifade ile “varolan bir şeyi”, “bir şeyi o şey yapan şeyi” yani onun
cevherini (töz) ifade etmektedir. Tözden başka şeylerin varlık olarak nitelendirilmelerinin
sebebi, belli bir anlamda niteliklerinin, niceliklerinin veya bu türden başka
belirlenimlerinin olmasıdır.[164] [165] Hartman’a
göre Aristo’nun problemi bu şekilde ortaya koyması doğrudur; o dikkatleri
varlıktan varolana çekmiştir. Felsefenin alanının varlıktan varolana kayması felsefenin
gelişmesi noktasında önemli bir adımdır. Bu bağlamda Aristo’nun varlık
anlayışını salt somut olana indirgemek doğru olmaz. Aristo’da varolanların
tamamım inceleyen ilim metafiziktir.[166] Metafizik
ile ontoloji arasındaki ilişki ise oldukça karmaşıktır. Bunun nedeni
metafiziğin tanımının veya kapsamının netleşmemiş olmasıdır.[167] Aristo
metafizik kelimesini iki ayrı anlamda kullanır. Birincisi maddeden tamamen
bağımsız ezeli varlıklardır.[168] O
varlığın son gerçekliğini ve ayırt edici özelliğini incelemektedir.[169] Bu
anlamda ontoloji teoloji ile özdeştir.[170] [171] İkinci
anlamıyla metafizik yukarıda değindiğimiz varlık olarak varlığın (on he on)
incelenmesidir. Bu anlamıyla metafizik teolojik değil ontolojik bir boyut
• 171
içermektedir.
İslam metafizik tarihine
baktığımızda varlık kavramından daha merkezi bir kavramın olmadığını
görmekteyiz. İslam metafiziği genel olarak ele alındığında, özel manada varlık
problemini ön planda tutan bir metafizik olup, genelde Aristo metafiziğine
dayanır. Bununla birlikte filozoflarımızın metafizik anlayışı Aristo
metafiziğine oranla daha metodolojik ve sistematiktir. İslam filozofları
felsefenin en önemli problemlerinden biri olan varlığı “varlık nedir?” sorusu
bağlamında tartışmışlar ve varlığın bedihi, umumi, anlatılamayacak derecede
açık olan bu sebeple de tam olarak tanımı yapılamayan bir kavram olduğu
hususunda genelde ittifak etmişlerdir. Varlık kavramı o kadar açık ve
tartışılmaz bir kavramdır ki, bir çok kavram zorunlu olarak bu külli kavrama
dayanmak zorundadır.[172] Bu
bağlamda, odak noktasını ilk varlık konusunun oluşturduğu, parçaların tümü ile
kendisine bağlandığı bir “Bir” çerçevesinde, zorunlu-mümkün ve
diğer kategorik ayrımların yapıldığı varlık alanlarım; varlığın esasım teşkil
eden varlık-mahiyet ayrımını ve bu çerçevede yapılan geniş tartışmaları;
varoluş ve tanrı-âlem ilişkisi bağlamında tartışılan sudûr ve benzeri
problemleri konu edinen geniş ve İslâmî bir ontolojik perspektif sunulmaktadır.
Yeri geldikçe ve imkan dahilinde bu konu ve tartışmalara yer verilecektir.
Gazzâlî de geleneğe
uyarak varlıktan daha umumi, genel[173] ve
apaçık[174] bir
şeyin olmadığını, cinsi ve faslı bulunmayan bir şeyin tanımının da
yapılamayacağını sadece farklı dillerde ki karşılıklarının zikredilebileceğini,
bunların da müterâdif isimlerden başka bir şey olmadığını ifade etmektedir.[175] [176] Gazzâlî’nin
varlık araştırmasında ilk sıra Tanrı konusuna tahsis edilmiştir. O, Allah’ın
varlık şeklinde nitelenmesini hoş karşılamamakla birlikte felsefî gelenek
içerisinde kullanılan vücud, mevcud, zorunlu varlık, ilk sebep gibi lafızları,
Allah’ı niteleme babında, kavramsal anlamda kullanmakta; gerçek anlamda ise O,
Allah için “hakîkî varlık” veya “hakîkî nur” isimlerine vurgu yapmaktadır.
Gazzâlî hakîkî varlık olarak sadece Allah Teâlâ’yı kabul etmektedir. Diğer
varolanlar onun vechinden varlık kazanmışlardır.[177] Bu
bağlamda, hakîkî ve mecazi şeklinde ikiye ayrılan varlık âleminde yukarıdan
aşağı doğru gelişen bir gerçeklik düzlemi oluşturulmakta, bu varlık düzleminin
merkezine ise gerçek nur oturtulmaktadır.
Sonuç olarak ifade
edecek olursak; varlığın ve varolanın nihai nokta olması ve bu yüzden de tarif
edilememesi sebebiyle filozoflar, sırf varolanı tarif etmek maksadıyla,
varlığın gerisinde daima bir şeyler arama zorunluluğu hissetmişlerdir. îşte,
Thales’te “su”, Anaximadros’ta “apeiron", Anaximenes’te “hava”, Heraklitos’ta “ateş” veya “logos", Parmenides’te
ve Plotinus’ta “Bir”, Empedokles’te “dört
unsur”, Anaxagoras’ta “sipermeta”, Demokritos’ta “atom”, Platon’da “idea” veya “aion”, Aristo’da “form” veya “cevher”, İslam
filozoflarında, genelde “zorunlu varlık” veya “ilk
sebep”, Kant’ta “Ding an sich”, Berkeley’de “mind”, Hegel’de “geist” şeklinde
nitelenen mutlak sebep veya son-temel unsur, Gazzâlî’de “salt nur” veya “mutlak
nur” olarak ortaya konmaktadır.
B. NUR KAVRAMI
Gazzâlî de varlığı ve
bilgiyi ifade etmek için kullanılan temel kavram “nur”dur. Bu kavram Gazzâlî
ontolojisinin ve epistemolojisinin merkezini teşkil etmesi sebebiyle öncelikle
etimolojisi sonra da varlıkla ve varlık alanlarıyla olan ilişkisi, Gazzâlî’nin
bu kavrama yüklediği anlamlarla birlikte aşağıda geniş bir şekilde
incelecektir.
1. Etimolojisi
Nur kelimesi, n-v-r
kökünden türeyen “nâra” fiilinin mastarı olup, aslen “aydınlatmak” ve “uzaktan
ateşi görmek” gibi anlamlara gelir. Aym fiilin tef il babındaki tenvîran
mastarı ise, “aydınlatma”, “sabahın aydınlığının belirginleşmesi”, “tomurcuğun
çıkması”, “hurmanın çekirdeğinin olgunlaşması”, “bitkilerin yetişmesi” vb
anlamlarda kullanılır. Ayrıca bu fiilin diğer kullanımları da benzer anlamlar
ihtiva ederler.[178]
Nur kelimesi isim olarak
“ışık” veya “ışığın şuası” anlamında kullanılmaktadır. Çoğulu “envâf’dır.
Genellikle de nur, “eşyanın dış yüzüne yansıyan ve onu görmeye yardımcı olan
ışık ve aydınlık” şeklinde tarif edilmiştir.[179] Nur,
güneş, ay gibi ışık saçan cisimlerden yeryüzü gibi katı ve kesif cisimlerin
üzerlerine yansıyan bir keyfiyetin ismidir. Bu nitelik sebebiyle görülebilir
cisimler ortaya çıkar. İşte bundan dolayı denilmiştir ki, “nur kendisi apaçık
olan (zâhir) ve diğer şeyleri açığa çıkaran (muzhir) şeydir.” Bu tanıma göre
nur ışıkla eşanlamlıdır. Bununla birlikte nur, ay gibi başkası vasıtasıyla
aydınlatana, ışık (dav) ise aydınlığı kendisinden olana (hakîkî) denilmektedir.[180]
Nur, aydınlatıcı
cisimlerden yayılan aydınlık ve ışığın gözümüze teması esnasında ufuklarda
bulunan şeylerle ııefs’tekilerin birbirine ulaşması halinde parlayan ve
üzerlerine düştüğü cisimlerin dış yüzeylerini açığa çıkaran (izhar) saf ve
latîf bir tecellîdir. Nur ışığın hususi bir tecellisi olmakla ışıktan farklı
bazen ona mukabil kullanılır. Dolayısıyla nur güzellik alameti olan ince ve has
bir ışık tecellisidir ve bundan dolayı her zaman övgü makamında kullanılır. Nur
zulmetin zıddı olup ışığa ve ışığın yansımasına nur denildiği gibi, gerek
duyuya gerek akıl ve idrake ait her çeşit karanlıkların zıddı olarak vicdan basirette
inkişaf eden âfâkî ve enfüsî tecelliyâtın hepsine de nur denilmektedir.[181]
Nur çoğu zaman zulmetin
zıttı, ışık (ziya) ve ateşin (nâr) ise mütelâzimi veya müterâdifı olarak
kullanılmıştır. Mesela nâr (ateş) ile nûrun aynı kökten geldiği ve
birbirlerinin yerine kullanılabileceği söylenmekte ise de aralarında fark
olduğu bellidir. Bu farklılıklardan en barizi ateşin yakıcı olması nûrun ise
yakıcı olmamasıdır. Bu sebeple ateşten çıkan aydınlığa ziya (ışık) denmiş nur
denmemiştir. Bunun yanında ayna da nûru gösterdiği için benzer bir isim
almıştır.[182]
Aydınlatıcı cisimlerden
yayılan ışık ve aydınlık anlamına gelen ziya (ışık)[183] nûru
ifade etmek için kullanılan lafızlardan birisidir. İki kavramın örtüşen yönü,
karanlığın karşıtı olan aydınlığı ve aydınlatmayı ifade etmesidir. Bu
aydınlığın çeşitleri olup bunların hepsine “nur” denilmektedir. Bu sebeple nur
ile ziya arasındaki ilişki için “Nur ziyanın kaynağıdır, ziya ise görmeyi
sağlayandır; kaynak olması bakımından nur ziyadan üstün, görmeyi sağlaması
açısından ziya nurdan üstündür.” denmiştir. Demek ki nur ziya’dan daha kapsamlı
ziya da nurdan daha belirgin ve kuvvetlidir.[184] Konu
üzerinde farklı yorumlar da yapılmaktadır.[185] [186]
Nûru ifade etmek için
kullanılan meşhur kavramlardan biri de zulmet (karanlık) olup, nûrun tam
anlamıyla bilinememesi dolayısıyla da tanımının yapılamaması sebebiyle ve yine
“her şey ancak zıddıyla kaimdir” prensibi gereğince nûru açıklamak için klasik
sözlüklerde nurla birlikte zikredilmiştir. Zulmet, nûrun zıttı olup “karanlık”
demektir; “ışığın kaybolup gitmesi” anlamını da ifade eder. Çoğulu “zulam”,
“zulmât” ,“zulumât”,”zulemât” şekillerinde gelir.[187] Çoğu
zaman zulmet kavramı varlığın zıttı olan yokluğu (adem kelimesi ile eş
anlamlı), hidâyetin zıttı olan dalaleti, imamn zıttı olan küfrü, akıl ve ilmin
zıttı olan cehaleti, marifet ve yakînin zıttı olan zannı mecazen ifade etmek
için nur kavramı ile birlikte kullanılmıştır.[188]
Nur bazı eserlerde
bölümler halinde ele alınmıştır. Bu taksimlerden en geneli dünyevi ve uhrevi
şeklinde olanıdır. Dünyevi nur da kendi içinde iki kısma ayrılmaktadır.
Birincisi basiret gözü ile akledilendir ki, o akıl ve Kur’ân nûru gibi İlâhî
(metafizik) alandan yayılan gerçeklerdir. İkincisi gözlerimizle gördüğümüz
algılanabilir (mahsus) nurdur ki, o ay, güneş ve yıldızlar gibi parlak
cisimlerden yayılan ışıktır. Uhrevi nûrun (ahirette ki nur) keyfiyeti tam
olarak açıklanmamakla birlikte, “O gün mü’min erkeklerle mü’min kadınların
önlerinden ve sağlarından nurlarının gittiğini görürsün”[189] “Münafık
erkek ve münafık kadınların mü’minlere bizi bekleyin nûrunuzdan bir parça
alalım diyeceği günde kendilerine arkanıza dönün ve bir nur arayın denilir.”[190] Peygamberle
birlikte inananların önlerinden ve sağlarından nurları giderken, “ey rabbimiz.
nûrumuzu tamamla ve bizi bağışla derler”[191] ayetlerinde
geçen nur ahirette ki nura örnek olarak zikredilmiştir.[192]
Nur kavramım niteliği
itibariyle dört grupta incelemek mümkündür.
1. Güneş ve benzeri cisimlerde ki gibi varlıkların görünmesini (izhar)
sağlayan fakat kendisi göremeyen nurdur. Bu nur karanlıkta gizli olan şeyleri
ortaya çıkardığı halde kendisinin görme gücü yoktur.
2. Eşyayı gözlere gösteren ve kendiside gören göz nurudur ki bu nur ilk nura
nisbetle daha şereflidir.
3. Açıkta ve karanlıkta gizlenmiş akledilebilen şeyleri basiretlere gösteren
akıl nûrudur. Bu nûrun kendisi de görme ve idrak etme gücüne sahiptir.
4. Yoklukta var olmayan gizli şeyleri var etmek suretiyle hem gözlere hem de
basiretlere gösteren gerçek nur, Allah Teâlâ’nın nûrudur. O, varlıkları
yoklukta gördüğü gibi varlıkta da görendir. Çünkü varlıklar zatları itibariyle
gerçekte yoksalar da Allah’ın ilminde mevcutturlar. Varlığın ortaya çıkıp
görünmesiyle Allah’ın ilmi değişmez. Bilakis değişme, yaratma ve vücut bulma
esnasında eşyanın zatına ve sıfatlarına râci olan bir durumdur. [193]
Sonuç olarak sözlük
anlamıyla nur, türevleriyle birlikte, “ışık”, “ışığın şuası”, “parıltı”,
“aydınlık”, “ortaya çıkma”, “ortaya çıkarma”, “aydınlanma”, “aydınlatma”,
“açıklığa kavuşturma”, “vuku bulma” vb. manalara gelir. Terim anlamıyla,
karanlığın zıddı ve karanlığı ortadan kaldıran ışığın yansıması olan nur,
kendisi bizzat zâhir olup başka şeyleri ortaya çıkaran ve onların gözle
görünmesine vesile olan ince ve latif bir unsur olmakla beraber duygu, akıl ve
idrakteki her çeşit karanlıkların zıddı olarak, onları aydınlatmak üzere vicdan
ve basiretlerde belirip filizlenen tecellilerin hepsinin müşterek ismidir.
Genel anlamda “mahluk” ve “gayr-ı mahluk” şeklinde kategorize edilen nur,
gayr-ı mahluk olması itibariyle ister dünyevi ister uhrevi, ister zahirî ister
bâtınî, ister baş gözüyle isterse de kalb gözüyle ilgili olsun, yokluktan
varlığa çıkmaları sebebiyle bütün mevcudatı kapsamakta ve varlıkla eşanlamlı
kullanılmakta, hatta varlığın dengi veya aslı kabul edilmektedir. Gayr-ı mahluk
olan nur ise, bütün kainatı var eden, yokluktan varlığa çıkaran Allah Teâlâ
veya Onun sıfatı olmaktadır. O hakîkî varlık, gerçek nurdur. Bizi ilgilendiren
de, burada ifade edildiği şekliyle nûrun ontolojik boyutu olup, bir sonraki
başlıkta onun varlıkla ilişkisi Gazzâlî’nin bu kavrama yüklediği anlamlarla
birlikte genişçe işlenecektir.193 [194]
2. Varlıkla İlişkisi
Gazzâlî ontolojisinde
varlık ve onun bütün tezahürleri nur ve zulmet kavramları
çerçevesinde ele alınmaktadır. Gazzâlî’ye göre nur, var olan şeylerin tamamını
kapsamaktadır. Varlık, ister akıl ve nefs gibi soyut ve kendi nefsiyle kaim
olup metafizik âleme ait olsun, isterse de cisim gibi varlıkları itibariyle
cevherlere muhtaç arazlar olup fenomenler âleminde bulunsun, bunların tamamı
nurani durumlar ve onların tezahürlerinden ibarettir. Yokluğa (adem) nisbetle
varlık, karanlığa nisbetle nur gibidir. Dolayısıyla varlıkların tamamı
yokluktan varlığa çıkmakla bir bakıma karanlıktan nura çıkan şeylere
benzetilmiş ve bu şekilde temsil edilmiş olmaktadır. Bu itibarla bütün
varlıklar nur kapsamı içerisinde değerlendirilmişlerdir. Gazzâlî bunu Mişkâtü'1-envâr'da. şu
cümlelerle anlatmaktadır:
Nur’un zuhur (görünme, apaçık olma) ve izhara (gösterme, ortaya çıkarma)
râci olduğunu ve nûrun derecelerini öğrendikten sonra bil ki; yokluğun
gizliliğinden (ketm-i adem) daha kuvvetli bir karanlık yoktur. Çünkü karanlık,
idrak edilemediği (görülemediği) ulaşılamadığı için karanlık (veya karartıcı)
şeklinde isimlendirilmiştir. Yalnız karanlık gözler (idrakler) için mevcut
olmamakla birlikte kendi nefsinde mevcuttur. O halde hem başkası için hem de
kendi nefsinde var olmayan bir şey, mukabili olarak ta varlık varken -ki o da
nurdur- nasıl karanlığın son noktası olmasın. Çünkü hiçbir şekilde zahir
(apaçık) olmayan bir şey başkası içinde zahir değildir.[195]
Varlığı nur, yokluğu da
zulmet (karanlık) şeklinde ortaya koyan Gazzâlî, Mişkâtü'l-envâr'Ya birlikte Mîrâcu’s-sâlikân adlı
eserinde nûrun çeşitli dereceleri bulunduğunu, nur’un ontik tezahürlerinin ise
ancak bu derecelerle izah edilebileceğini belirtmektedir. O, Mişkâtü'l-envâr'da nur’u
üç farklı zümreye (avam, havâs, havassü’l- havas) göre üç temel başlık altmda
incelerken, Mîrâcu ’s-sâlikîn adlı eserinde nûru altı ayrı
anlamda kullanmaktadır. Bu farklılıklar ve nur kavramının ontolojik boyutu
aşağıda maddeler halinde incelenecektir.
1. Nur, zuhura (ortaya
çıkma-belirgin olma) işarettir. Zuhur ise izafi bir durumdur. Bir insan için
apaçık olan bir şey başkası için gizli olabilir. O halde bir şeyin açık veya
gizli olması tamamıyla izafidir. Aym zamanda bir şeyin açıklığa (veya nura)
izâfeti şüphesiz idraklerle de alakalıdır. Avama göre idraklerin en kuvvetlisi
duyular olup göz de bu duyulardan birisidir. Bu açıdan bakıldığında görme
duyusunun algılamasına bağlı olarak varlık üç bölüme ayrılmaktadır.
a) Birincisi, zâtı (nefsi)
itibariyle görünmeyen nesnelerdir ki, karanlık cisimler bunun örneğini teşkil
etmektedir.
b) İkincisi nefsi
itibariyle görünen fakat kendisi vasıtasıyla diğer şeylerin görülmesini
sağlayamayan nesnelerdir ki, yıldızlar ve alev almamış ateş közü bunun örneğini
teşkil etmektedir.[196]
c) Son olarak nefsi itibariyle görünen ve aynı şekilde kendisi aracılığıyla
başkasının da görülmesini sağlayan nesnelerdir ki, güneş, ay, kandil ve
alevlenmiş ateş bunun örneğini teşkil etmektedir.
Asıl nur üçüncü kısmın
adıdır.[197] Bu
nur nefsi ve kendisine nisbet edilen şey itibariyle değerli (yüce-şerefli) olup
ulvî âlemdendir. Aslen güneş ışığı bu nûru temsil etmektedir. Çünkü güneşin
nûru unsurların (madde), ateşin varlığının Ve aynı zamanda görülen cisimlerin
illetidir. Hiçbir maddeden meydana gelmiş değildir. Bundan dolayı Mecusiler ona
taparlar.[198]
Bazen de ışık veren
cisimlerden yayılan ve kesif cisimlerin yüzeylerine yansıyan şeye nur
denilmiştir. Mesela “yer nurlandı” “güneşin nûru yere düştü” “lambanın nûru
duvara ve elbiseye düştü” denir.[199] Güneş,
ay ve yıldızlarda bulunan bu nur, yeryüzündeki nesnelere yayılıp, özellikle
ilkbaharda çeşitli renklerin ortaya çıkmasını sağlayan; hayvanlara, bitkilere,
madenlere ve her çeşit varlığa ulaşan şualardır ki, bu nur olmasa renkler
ortaya çıkmaz, hatta varolmazdı. Yine, duyusal olan ve renklere bağlı olarak
ortaya çıkan şekiller ve oranlar ancak bu nur vasıtasıyla idrak edilebilir.[200] Bu,
kaynağı (unsur) itibariyle devamlılığı olmayan, algılanan nurdur; arazdır,
çabucak yok olur. Kendisini meydana getiren kaynağın maddesine ihtiyaç duyar.
İşte bu nur ateşten (ışık kaynaklarından) yayılan ışıktır.[201]
Bazen de aydınlanan
(parlayan) cisimlerin kendilerine nur denir. Çünkü o da aynı şekilde zatı
itibariyle parlaktır (aydınlıktır). Gazzâlî bir faşım insanların bu nûrun
varlığım kabul etmediklerini, onun renklerden başka bir şey olmadığını iddia
ettiklerini belirterek şöyle demektedir;
Mesela, gündüzün aydınlığında baharın
renklerini ve yeşilliği gördüğün zaman, her ne kadar renklerle birlikte başka
bir şey görmediğini zannetsen ve “yeşilliğin dışında yeşillikle beraber bir şey
görmüyorum” desen bile, renkleri gördüğünden şüphe etmiyorsun. İnsanlardan bir
grup, nûrun manası olmadığını zannederek ve onun renklerle beraber renklerden
başka bir şey olmadığında ısrar ederek varlıkların (eşya) en zahiri olan nûrun
varlığını inkar etmişlerdir. Oysaki, daha öncede belirtildiği gibi, hem
kendisini gören hem de kendisi vasıtasıyla diğer şeylerin görünmesini sağlayan,
nesnelerin ortaya çıkmasına sebep olan nur nasıl olmaz? Fakat güneş batıp
kandil kaybolup ta gölge ortaya çıktığı zaman, ışığın düştüğü yer ile gölgelik
alan arasında zorunlu bir fark gördüler ve nûrun renklerin ötesinde bir manası
olduğunu, renklerle birlikte idrak edildiğini, hatta renklerle aşırı bir
şekilde birleştiğinden idrak edilemediğini, zuhurunun şiddetinden dolayı gizli
kaldığını itiraf ettiler. Muhakkak ki, zuhurun şiddeti gizliliğin sebebidir.
Bir şey sınırını (had) aşarsa zıddına döner.[202]
Özetle nur, güneş gibi
hem zatı itibariyle görünen hem de kendisi aracılığıyla görülen diğer şeylerden
ibarettir. İşte birinci manaya göre nûrun tarifi ve hakikati budur.[203]
2. İkinci anlamıyla nur,
görünen ve gösteren nûrun ötesinde gören ruh’a (er- rûhu’l-bâsira)
denilmektedir. Çünkü nûrun varlığı algılamaya, algılama da gören bir gözün
varlığına bağlıdır. Fakat gerçek körlerin (hakku’l-umyân) gözünde hiçbir nur
görünen ve gösteren değildir. İşte bu noktada anlıyoruz ki, algının
gerçekleşmesinde gören ruh görünen nura denktir. Hatta gören ruh idrak edici
olduğu ve idrakte onunla gerçekleştiği için görünen nurdan daha üstündür.
Nitekim idrak ruhla kaimdir. Buna karşılık görünen nur idrak edici değildir;
idrak onda gerçekleşmemekte, sadece onunla birlikte gerçekleşmektedir. Bu
sebeple görünen nurdan ziyade gören nura (ruh) nur isminin verilmesi daha
uygundur.[204]
3. Gören ruha “nur” denilmesi sebebiyle, gören göz nûruna da “nur”
denilmiştir. Mesela yarasa için, “gözünün nûru zayıftır”; gözü sulanan kimse
için, “göz nûru zafiyeti var”; gözü görmeyen kimse için, “göz nûrunu yitirdi”;
gözbebeği için, “göz nûrunu toplar ve onu kuvvetlendirir” gibi tabirler
kullanılır. Îlâhî hikmet, gözü koruması ve ışığı toplaması için göz
kapaklarıyla sarmış, kirpiklere siyah renk vermiştir. Çünkü beyaz gözdeki ışığı
dağıtır ve onun nûrunu zayıflatır. Nasıl ki zayıf kuvvetlinin yanında yok
oluyorsa, devamlı bir şekilde parlak beyaza ve güneş ışığına bakmakta gözleri
kamaştırır ve onun nûrunu yok eder.[205] Bu
anlamdaki nur da maddi bir kaynağa (unsur) ihtiyaç duymakla birlikte birinci
derecedeki nurdan daha üstündür. Bu üstünlük (şeref) ona olan nisbet ve nefsi
sebebiyledir. Çünkü bu nur, eşyayı (varlıklar), renkleri ve idrak edilebilen
şeyleri idrak etmektedir.[206]
4. Diğer aşamada, önceki mertebelerden daha üstün bir nur bulunmakta ve bu nur
nefsiyle kaim olup varlıkların hakikatlerini ve neticelerini idrak etmektedir.
Bu mertebeden sonra nur iki ana bölümde değerlendirilir.
a) Kendisini idrak eden ve kendisi vasıtasıyla diğer şeylerin idrak edildiği
nurdur ki, o akıldır. Akıl hakîkî nurdur.
b) Kendisini idrak edemeyen fakat kendisi vasıtasıyla görülür nesnelerin idrak
edildiği nurdur ki, daha öncede geçtiği üzere, ateş, göz ve güneş bu nura
örnektir.
Göz ve akm her ikisinin
de idrak gücü sebebiyle nur ismini aldıklarını belirten Gazzâlî, “eğer gözler
içerisinde tüm eksiklilerden uzak bir göz bulunursa o nur ismine daha layık
olmaz mı?” şeklinde bir sorar ve devamında, insanda bu yetkinliğe sahip bir
gözün bulunduğunu, ondan bazen akıl, bazen ruh, bazen de insânî nefs şeklinde
bahsedildiğini, bu tabirlerle akıllıyı süt çağındaki çocuktan, hayvandan ve deliden
ayırt eden şeyin kastedildiğini, çoğunluğun buna akıl ismini verdiğini ve tüm
noksanlıklardan uzak olması sebebiyle de nur ismine daha layık olduğunu
belirtir.[207] Yine
O her iki idrak türünün (akıl-duyu) niteliği üzerinde durarak birçok yönden
karşılaştırmalar yapar ve akim idrakinin her yönden duyu (göz) idrakinden daha
üstün olduğu sonucuna varır. Çünkü akıl bütün varlıkları idrak etmekte, onların
tamamı üzerinde tasarrufta bulunmakta ve haklarında doğru ve kesin hükümlere
ulaşmaktadır. Onun için bâtmî sırlar zâhir, gizli manalar açıktır. Bu durumda,
nur ismini hak etme hususunda göz nasıl akılla eşit olabilir? Hayır, göz
başkasına nisbetle nurdur; fakat kendisine nisbetle karanlıktır.[208] Böylece,
öncelikle gözün duyularla bilinen nur ismine layık olduğu, sonrada akim nur
ismini gözden ve diğerlerinden daha fazla hak ettiği, hatta bir kıyaslama
yapıldığında “bu isme sadece akıl layıktır” denebilecek kadar aralarında
farklar olduğu ortaya çıkmaktadır.[209]
5. Diğer anlamıyla nur
kudsî bir aklı ifade etmek için kullanılmaktadır. Şöyle ki, kendisini ve
başkasım gören şeye yani akla nur ismi verildiği önceki paragrafta ifade
edildi. Eğer bir şey hem kendisini hem de başkasım görmekle birlikte diğer
şeyleri de gösterip onlara tesir ediyorsa, başkasına tesir etmeyene nisbetle bu
şeye nur ismi verilmesi daha uygundur. Hatta başkalarına nurları feyezân ettiği
için ona “sırâc-ı münîr (aydınlatıcı kandil)” de denilir. Bu özellikler
kudsî-nebevî ruh’ta mevcuttur. Marifet çeşitleri (envâü’l-meârif) bu ruh
vasıtasıyla mahlukata feyezân eder. Bu sebeple Allah Teâlâ Hz Muhammed’i
“sırâc-ı münîr” şeklinde isimlendirmiştir. Peygamberlerin ve alimlerin hepsi
birer kandildir, fakat ararlmdaki farklıklar da sayılamayacak kadar çoktur.[210]
6. İdrak eden güçler arasında akla ve akılların en yücesi olan kudsî-nebevî
ruh’a nur denilmesinin daha uygun olacağım söyleyen Gazzâlî, aklı
yetkinleştirmesi sebebiyle Kur’ân-ı Kerim’i de nur şeklinde isimlendirmektedir.
Çünkü akıl, yönünü ilkelerine doğru çeviren ve orayla ilişki kuran bir yapıda
olması sebebiyle her zaman metafizik alandan gelen etkilere ihtiyaç
duymaktadır. Zaruri (apriori) bilgilerde olduğu gibi bir kısım bilgiler her
zaman akılda mevcuttur; nazari bilgilerde olduğu gibi idrak edilen öyle
bilgiler de vardır ki, her zaman akılda hazır bulunmazlar. Bu bilgiler akla arz
edilince onları hemen idrak edemez; bilakis araştırması ve onlar hakkında
uyarılması gerekir. Hikmetli sözler aklı uyarır. Akıl bil-kuvve idrak edici
iken, hikmet nûru doğunca (işrâk) bil-fiil idrak edici olur. Hikmetin
(uyarılma) en büyüğü Allah Teâlâ’nm sözüdür ve onun sözlerinden de bilhassa
Kur’ân-ı Kerim’dir. Şu halde göz için güneş ışığı ne ise, akıl gözü içinde
Kur’ân ayetleri odur. Zîrâ görüşler (idrakler) ancak onunla tamamlanır. O
halde, nasıl ki güneş ışığına nur deniliyorsa Kur’ân-ı Kerim’e de nur ismini
vermek uygundur. Çünkü, Kur’ân-ı Kerim’in misali güneşin nûru, aklın misali de
gözün nûrudur. Ayrıca Gazzâlî, “Allah’a ve de resulüne indirdiğimiz nura
inanın.”[211];
“Size Rabbinizden bir burhan geldi; size apaçık bir nur indirdik.”[212] meâlindeki
ayetlerde Kur’ân-ı Kerim’in nur şeklinde vasıflandırıldığım
belirtmektedir [213]
7. Allah’ın kâdîm sıfatlarından biri olan kelam’ı, yani Kur’ân-ı Kerim’i nur
şeklinde isimlendiren Gazzâlî, ulvî âlemde bulunan varlıkların tamamını da nur
şeklinde isimlendirmektedir. Burada nur şeklinde isimlendirilen varlıklar
meleklerin cevherleri olup ulvî âlem başlı başına bu nurlarla doludur.[214] Ayrıca
Gazzâlî bu nurları, “yeryüzü ruhlarının doğduğu ulvî-ilâhî ruhlar” şeklinde de
vasıflandırmaktadır.[215] Bu
nurlar biri diğerinden nur alacak şekilde derecelendirilmişlerdir. En aşağı nur
ile en yüksek nur arasında öyle dereceler vardır ki bunları saymak mümkün
değildir. Bilinen şey onların çokluğu ve bir sıraya göre derecelendirilmiş
olmalarıdır. Bu derecelendirme de şüphesiz ki ilk kaynağa en yakın olan nur
ismine daha layık olmaktadır. Bu durumda İsrafillin rütbesinin Cebraillin
rütbesinden daha üstün olması uzak görülecek bir şey değildir.[216] Ayrıca
Gazzâlî ulvî âlemdeki varlıkları (melekler) “ateş”, “tur (dağ)”, “vadi”,
“vadi-i eymen (bereketli vadi)”, “kalem”, “levh (levha)”, “kitap”,
“er-rakku’l-menşûr (yayılmış sayfalar)”, “yed (el)”, “suret” gibi çeşitli
sembollerle de ifade etmektedir.[217]
8. Son mertebede hakîkî anlamıyla nur Allah Teâlâ’dır. Çünkü, hiyerarşik bir
düzenle sıralanan duyu ve akıl âleminde varolan nurlar sonsuza kadar devam etmez;
ilk ve tek olan kaynakta durur. Bu kaynak zatı için ve zatıyla nurdur. Nur
kendisine başkasından gelmez; tam aksine bütün nurlar derece derece bu
kaynaktan doğarlar. Şimdi, nur ismine nûrunu başkasından alan, yani aydınlanmış
olan şey mi layıktır; yoksa zatında ve zatından nur olan ve kendisi dışındaki
her şeye nur saçan varlık mı? Böylece nur ismini kendisinin üstünde hiçbir nur
olmayan ve bütün nurların kendisinden diğer varlıklara indiği en yüksek nura
ait olduğu ortaya çıkmaktadır.[218] Nur,
Allah Teâlâ için hakîkî anlamda, Kur’ân ve peygamber için istiare yoluyla -ki
Kur’ân ve peygamberde nûrâniyet manası kastedilir- diğerlerinde ise mecazi anlamda
kullanılmıştır.[219]
Sonuç olarak; Gazzâlî
ilk önce etrafımızı kuşatan ve çevreleyen nesneleri, yani görünen nûru tanımaya
çalışır. Ona göre akli âlemdeki nurların anlaşılabilmesi için görünen âlemdeki
nurların iyi tanınması ye bilinmesi gerekmektedir. Çünkü fenomenler âleminde
bulunan nesneler metafizik âlemdeki varlıkların kopyaları veya örnekleri
(misal) olup, ulvî âlemden neşet
etmişlerdir. Böylece, Gazzâlî ontolojisinin ilk unsuru, günümüz ontolojisinin
de çıkış noktası olarak aldığı “varolanlar” dır ve buradan hareketle analoji
(temsil) yoluyla metafizik bilgiler elde edilmeye çalışılmaktadır.
II. VARLIK KATEGORİLERİ
Duyulardan (his-akıl) ve
varolanlardan hareketle varlığı izah etmeye çalışan Gazzâlî, bütün varlıklar
arasında bir derecelenme (terettüp) ve sıralanma (tefâzül) olduğunu
belirtmektedir. O, varlık veya varlık düzeni şeklinde nitelendirebileceğimiz bu
derecelendirmeyi, ilgilendiği konunun içeriğine göre farklı şekillerde ortaya
koymakla birlikte, Mîyâru’l-ilm’ de geniş ve düzenli bir
tasnif sunmaktadır. Buna göre, zati (özsel) nitelikleri itibariyle varlıkları
şu şekilde sınıflandırmak mümkündür:
a) bil-kuvve (güç halinde) ve bil-fiil (fiil halinde)
b) bir (vahid) ve çok (kesîr)
c) mütekaddim (önceleyen) ve müteahhir (sonra gelen)
d) genel (el-âm) ve özel (el-hâs)
e) küllî (tümel) ve cüzî (tikel)
f) kadîm (öncesiz) ve hâdis (sonradan olan)
g) tam ve eksik (nâkıs)
h) mebde (ilke), illet (neden) ve ma’lul (nedenli)
i) vâcib (zorunlu) ve mümkün (olanaklı)
Gazzâlî Mişkâtü'l-envâr'te, her
ne kadar “bil-kuvve ve bil-fiil”, “bir ve çok”, “küllî ve cüzî”, terimlerini
kullanarak varlıktaki bu ayrımlara işaret etse de, O, “hakîkî ve mecâzî”
şeklinde bir ayrımla paralellik içerisinde, varlığı, “vâcib (zorunlu) ve mümkün
(olanaklı)” şeklinde iki kategoride değerlendirir. Nasr, varlıktaki bu
ayrımın [220] (vâcib-mümkün),
temelde İbn Sînâ’ya özgü olduğunu iddia etmektedir.[221] [222] Nasr’m
bu iddiasına karşılık zorunlu-mümkün ayrımım Aristo’ya kadar götürmek, hatta
Gazzâlî’nin varlıktaki “hakîkî-mecazî” şeklindeki ayrımı Platon’un “ideler ve
gölge varlıklar” ayrımına dayandırmak mümkündür.
Platon ideler ve
görünüşler (fenomenler) âlemi şeklinde genel bir tasniften sonra varlığı,
mutlak varlık ve mukayyet (sınırlı) varlık olarak ikiye ayırmaktadır. Platon’da
gerçek varlık idelerdir. İdeler özü itibariyle sabit gerçekliklerdir. Diğer
nesneler ideler sayesinde varolup onlara yaklaştıkları ölçüde gerçek olurlar.
Diğer nesneler varlıkları itibariyle idelere ihtiyaç duymaları sebebiyle, ide
daima aym kalan asıl ve tek varlıktır, ideler gerçeklerin dünyasıdır, gözle
görülmezler elle tutulmazlar, ancak akılla kavranabilirler. İdeler ruhsal
olmakla birlikte somut gerçeklikleri olan şeylerdir; her birinin tözsel ve
bireysel bir gerçekliği vardır. İdeler tüm değişimin dışındadırlar; öncesiz ve
sonrasızdırlar; ne doğmuşlardır ne de yok olacaklardır. Aym zamanda ideler
basit varlıklardır; onlara hiçbir şey eklenemediği gibi herhangi bir şey de
çıkarılamaz. Tüm ideler varlıklarım iyi idesine borçludurlar.[223] Görünüşler
(fenomenler) âlemi ise her zaman değişmekte ve gelişmektedir, bu yüzden gerçek
kabul edilmezler. Buradaki nesnelerin varolmak ve varlığını devam ettirebilmek
için bir şekilde ideler âlemiyle bağlantılı olma zorunlulukları vardır. Sonuçta
Platon tamamıyla birbirinden farklı iki dünya, yani sonsuz olan ve değişmeyen
ideler âlemiyle sürekli değişime tabi sonlu varlıkların dünyası olan görünüşler
(gölgeler) âlemini kabul etmektedir.[224]
Varlık felsefesinin
kurucusu kabul edilen Aristo’nun[225] varlık
teorisinde varlıklar esas olarak iki gruptur. O varlıkları derecelendirirken
güç ve fiil yönünden bağlantılar kurmakta, en aşağı varlık olarak kuvveden
fiile çıkmamış ilk maddeyi, en yüksek varlık olarak ta sırf fiil halindeki
maddesiz varlığı görmektedir.[226] Bu
durumda birinci gruptakiler kendi kendine yeterli ve bizatihi varolan ezeli
varlıklardır. Bunlar form yoluyla ferdileşen birinci gökteki akıllar,
yıldızlar, beşeri ruhlar, yani manevi cevherlerdir. Diğerleri ise birincilerle
varlık ve ferdiyet kazanan, kevn (oluş) ve fesada (bozuluş) ölümlü
varlıklardır. İlk varlıklar zarûrî olup daima fiil halindedirler.[227] Buradan
çıkan sonuca göre Aristo varlığı zorunlu ve mümkün şeklinde ikiye ayırmaktadır.[228]
Müslüman filozoflar
arasında varlıktaki zorunlu-mümkün ayrımı ilk olarak Meşşâî filozof Kindî’de
görülmektedir. Kindî’nin varlık düşüncesi tamamıyla düalist olup, O varlığın
iki türü arasında kesin bir ayrım yapar. Kindî’ye göre zorunlu varlık, gerçek
varlıktır. Ezeli olup yok olmayandır; varlığı sürekli ve zorunludur. Varlığı
başkasına bağlı değildir; O zatıyla kaimdir.[229] [230] Birlikle
nitelenen varlıklardaki birliğin sebebi ilk-gerçek Bir’dir. Diğer bütün
varlıklar sebeplidir. Gerçek Bir’in dışındaki her bir gerçek değil mecazi
bir’dir. Sebepli varlıklardan her birinin bir’liği zâtından başkadır. Aleme
gelince, aslı imkan, varlığı da geçici olduğu için zâti değildir. Onun varlığı,
başkasının kendisine verdiği bir bağıştır. Aynı şekilde onun varlığının
devamlılığı da bir başkasına bağlıdır. İşte bu gerçek olandır veya bizatihi
varlığı zorunlu olandır.[231]
Fârâbî de varlığı,
Vâcibü’l-vücûd (varlığı zorunlu) ve Mümkünü’ 1-vücûd (varlığı mümkün) şeklinde
ikiye ayırmaktadır. Ona göre imkan alanındaki her şey ya vacip (zorunlu), ya da
mümkündür, (olanak dahilinde) Bu iki varlık birbirinden tamamen de ayrı
değildir. Her ne kadar zatları itibariyle birbirlerinden aynlsalar da mümkün
varlığını zorunlu olana borçludur. Vacib, zatı varlığım gerektiren veya varlığı
sebebe muhtaç olmayan zorunlu varlıktır. Bir an için onun var olmadığı
düşünülecek olursa bu durum mantıkî imkansızlığa sebebiyet verir. Diğer
varlıklara hiçbir şekilde muhtaç olmayan, bizatihi varolan ve yokluğu
düşünülemeyen zorunlu varlık (Vâcibü’l- vücûd) Allah Teâlâ’dır. Mümkün varlık
ise, varlığını başkasından alan sebepli varlıktır. Mümkün, olması da olmaması
da eşit olan, yani varlığına da yokluğuna da nisbeti aynı olan mahiyetten
ibarettir. Vacibin aksine, herhangi bir şeyin varlığının yok olduğunu düşünmek
mantıkî çelişkiyi gerektirmiyorsa, yani onun yokluğu düşünülebiliyorsa bu
varlık mümkündür. Başka bir ifadeyle mümkün varlık, zatı varlığını
gerektirmeyen varlıktır ve mümkün olan bir sebebe binaen varlık kazanmıştır;
hem var hem de yok olabilir. Vâcibü’l-vücûd dışındaki bütün varlıklar zatları
bakımından varlıkları ve yoklukları eşit olduğu için “mümkün” kategorisine
girmektedir.[232]
İhvân-ı Safâ
risalelerinde ise varlık tarzları ayrıntılı bir şekilde işlenmemekle birlikte
temel niteliklere ana batlarıyla değinilir. İhvân-ı Safâ’ya göre nedeni
bulunmayan zorunlu varlık Tanrıdır. O nedeni olmayan ilk nedendir. Bütün
varolanların nedeni Onda son bulur.[233] Tanrı
her bakımdan birdir; yarattıklarının ise her bakımdan bir olması mümkün
değildir, bilakis tanrının yarattıklarının bir, çok, çift ve eşli olması
gereklidir. O nedenlerin nedeni olması dolayısıyla fiilleriyle de tektir.[234] Varlık
tarzları bakımından farklı isimlendirilen bu iki varlık (zorunlu-mümkün) tamamıyla
birbirinden ayrı değildir; her ne kadar yapıları gereği birbirlerinden
aynlıyorlarsa da biri varlığım diğerine borçludur. Dolayısıyla bir şeyin özü
itibariyle var olup olmaması mümkündür. Bu, İhvân-ı Safâ’mn “madde ve formdan
oluşmuş varlık” dediği mümkün varlıktır.[235] [236]
Meşşâî ekolün en gözde
siması İbn Sînâ’da selefi Fârâbî de olduğu gibi varlığı Vâcibü’l-vücûd (varlığı
zorunlu) ve Mümkünü’1-vücûd (varlığı mümkün) şeklinde ikiye ayırmaktadır.
Başkaları ile olan bağı dikkate alınmaksızın sırf kendi zatı yönünden bakılacak
olursa, varlığı özünün gereği olan zaruri, varlığı özünün gereği olmayan yani
varlığı zorunlu olmayan ise mümkündür. Kendinden dolayı zorunlu olan şeyin
varlığının bir sebebi yoktur. Çünkü zatı itibariyle zorunlu olanın başkası
sebebiyle zorunlu olması mantıkî bir çelişki doğurur.[237] O
halde zatı ve vücudu aynı olan, yani kendinden başka bir illeti bulunmayan,
varlığım başka şeyden değil kendinden alan, üstelikte zatı itibariyle bütün
varhların illetlerinin kaynağı ve âlemin ilkesi olan tek zorunlu varlık Allah
Teâlâ’dır.[238] Mümkün
ise var olması veya olmaması düşünülebilen varlıktır. Keza akıl bir şeyin
varlığını dikkate aldığında onun varlığını zorunlu görmüyor, aynı zamanda onu
imkansızda bulmuyorsa bu mümkündür; yani varlığı imkan alanındadır
(hayyizü’l-imkan). Varlığı mümkün olan şeyin var olabilmesi için varlığını
yokluğuna tercih edecek bir sebebe ihtiyacı vardır. Bu demektir ki mümkünün
varlığı da yokluğu da bir sebepledir.[239] Başka
bir ifadeyle mümkün, kendi türünden olmayan ancak zorunlu olan bir sebeple
varlık sahnesine çıkabilir. Bu demektir ki O zatı itibariyle mümkün (mümkün
bizatihi), başkasından dolayı zorunludur (Vacib ligayrihi).[240] Sonuçta
İbn Sînâ da varlığı iki kategoride değerlendirir; fakat onun açıklamaları
seleflerine nazaran daha sistemli ve anlaşılırdır.[241]
Burada varlık
tarzlarıyla ilgili genel bir tasnif vermemizin sebebi, varlıktaki bu ayrımının
Gazzâlî’ye kadar uzanan gelişim serüvenini sunmak ve zorunlu-mümkün ayrımının
temelde felsefî bir ekole veya şahsa indirgenemeyecek kadar genel bir ayrım
olduğunu ortaya koymaktır. Birçok filozof ve düşünür bu temel ayrım
çerçevesinde fikirlerini ortaya koymuşlar, bir kısmı seleflerinin yolunu takip
etmekle yetinmiş, bir kısmı ise bu meyanda farklı açılımlar sergilemişlerdir.
Köklü bir geleneğin ve geniş bir felsefî birikimin üzerine gelen Gazzâlî’nin de
bu çerçevede eleştirdiği felsefî yaklaşımlar olduğu gibi kabul ettiği görüşler
de azımsanmayacak derecededir. Bununla birlikte, Gazzâlî ontolojisini ve
varlıkla ilgili geleneğe bağlı kalarak yapmış olduğu zorunlu-mümkün ayrımını
bir ekole veya şahsa bağlamak doğru değildir.[242]
Tüm bu açıklamalardan
sonra tekrar konumuza dönerek diyebiliriz ki; Gazzâlî ye göre varlık “varlığı
kendi özünden olan zorunlu varlık” ve “varlığı başkasından olan mümkün varlık”
olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. O, Mişkâtü'l-envâr''da bu
ayrıma şöyle işaret etmektedir:
Varlık, varlığı zatından olan ve varlığı başkasından olan şeklinde ikiye
ayrılır. Varlığını başkasından alanın varlığı ariyettir (emanet) ve kendi
nefsiyle kaim değildir. Hatta bu varlık zatı itibariyle değerlendirildiğinde
onun zatı salt yokluktur (adem-i mahz). Onun varlığı ancak başkasına nisbetle
mevcuttur. Bu sebeple de hakîkî bir varlığa sahip değildir. Bunun örneği ödünç
elbise-zengin meselesinde geçmişti. Şu halde gerçek varlık (mevcûdüî-hak) Allah
Teâlâ’dır.
Gerçek nûrun (nûru
î-hak) Allah Teâlâ olması gibi...[243]
Gazzâlî Mişkâtüî-envâr''kısaca
değindiği zorunlu-mümkün ayrımını Makâsıdu’l-felâsife nq Mîyâru’l-ilm’de müstakil
bir başlık altında genişçe inceler. O Mîyâru’l-ilm’âe mümkün
varlığın bölümlerini ve zorunlu varlıkta bulunması gereken özellikleri dörtlü
bölümler halinde incelerken[244] [245] Makâsıdu’l-felâsife de
zorunlu ve mümkün varlık hakkında şöyle bir tarif yapmaktadır.
Varlık; zorunlu ve mümkün varlık olmak üzere iki kısma ayrılır. Biz bu
ayrımla şunu kastediyoruz; her nesnenin varlığı, ya özünün dışında bir şeye
bağlıdır; bağlı olduğu şeyin yok olmasıyla yok olur. Örneğin sandalyenin
varlığı; tahta, marangoz, oturma ihtiyacı ve forma bağlıdır. Bu dört şeyden
birinin yok olması zaruri olarak sandalyenin yokluğunu gerektirir. Ya da özünün
varlığı kesinlikle başkasına bağlı değildir. Bu varlığın zatından başka her şey
yok sayılsa yinede onun yokluğu gerekmez. Bu varlığın özü özünün varlığı için
yeterlidir. Varlık birinci tanımlamaya göre mümkün, ikinci tanımlamaya göre
zorunlu olarak isimlendirilmiştir. Biz diyoruz ki; varlığı başkasından olmayıp
kendi özünden olan zorunlu varlıktır. Varlığı kendi özünden olmayan varlık ta,
ya kendi nefsiyle mümtenî’dir ve var olması hiçbir zaman mümkün değildir ya da
kendi özünde mümkündür. Zorunlu (vacip), varlığı zaruri olan varlıktır. Muhal,
yokluğu zaruri olan varlıktır. Mümkün ise ne varlığı ne de yokluğu zaruri
olmayan özdür.
Sonuç olarak; Gazzâlî
ontolojisinde varlık “vacip ve mümkün”, ya da diğer bir ifadeyle “hakîkî ve mecazi
(ariyet)” şeklinde iki kısımdır. Vacip, varlığı kendinden olan zorunlu, yani
hakîkî varlık; mümkün ise varlığını zorunlu varlıktan alan hadis, yani mecazi
(ödünç) varlıktır. Bu ikisi arasında yokluğu zaruri olan ve muhal veya mümtenî[246] şeklinde
isimlendirilen bir başka varlık kategorisi daha vardır ki; bu, özü itibariyle
salt yokluk (adem-zulmet) olması sebebiyle ontolojik bir karşılığı olmayan tamamıyla
zihinsel bir kategoridir.
A. ZORUNLU (HAKİKİ) VARLIK
Gazzâlî metafiziğinin
(ontoloji) merkezini ilk varlık veya varlık olarak varlık teşkil etmektedir. O,
gerçek ve asıl varlık ■■ olarak Allah Teâlâ’yı kabul eder. Gerçek varlık hiçbir
varlığa dayanmaz. Hiçbir şey onun sebebi değildir. O zatındandır ve özünün
varlığı kesinlikle başka bir sebebe bağlı değildir. Zatında birdir, ortağı
yoktur; tektir, eşi ve benzeri yoktur. Kendi kendine var olan zorunlu varlıktır
(vâcibü’l-vücud).
Bütün varlıkların varacağı son noktadır. Çünkü bütün
varlıkların dayanağı Odur. Onun dışındaki bütün varlıklar zatı itibariyle salt
yokluktur. Bu sebeple Gazzâlî zorunlu varlığın ezeli ve kadim olduğunu ifade
etmektedir. Hakîkî varlık olduğu için de onun varlığı zaruri ve müteal (aşkın)
dır.[247]
Asıl ve zaruri varlık
olarak sadece Allah Teâlâ’yı kabul eden Gazzâlî, Onun dışındaki varlıkların
gerçekte bir hakikati bulunmadığım çeşitli misallerle anlatmaktadır. Öncelikle
O, bu konuda ödünç elbise örneğini verir. Şöyle ki;
Nur ismi ilk nurdan başkasına sırf mecazen verilmiştir. Çünkü Ondan başka
hiçbir şey zatı itibariyle değerlendirildiğinde zatında nura sahip değildir;,
bilakis onun nûrâniyeti başkasından emanettir. Nûrâniyeti emanet (müstear)
olduğu için nefsiyle değil de bir başkası sebebiyle kaimdir. Emanet alınmış
olan bir şeyin emaneti alana nisbeti sırf mecazdır. Mesela bir kimse
başkasından bir elbise, at, binek (merkep) ve eyer ödünç almış olsa, ödünç
verenin tarif ettiği sınırda ve belli bir zaman zarfında o hayvana binse, o
gerçekten mi yoksa mecazen mi zengindir? Ya da asıl zengin ödünç veren mi yoksa
ödünç alan mıdır? Hayır, ödünç alan kimse önceden olduğu gibi yine zatı
itibariyle fakirdir; asıl zengin ödünç veren ve ödünç verdiği şeyin tekrar
kendisine döneceği ve ona iade edileceği zattır. Bu durumda gerçek nur yaratma
ve emir elinde olan, öncelikle varlık veren (aydınlatan), sonrada bunu devam
ettiren zattır.[248]
Gazzâlî’nin konuyu izah
etmek için kullandığı efendi ve köle arasındaki ilişkiyi anlatan diğer bir
misal şu şekildedir:
Hakikatte, bu ismi (nur) hak etme hususunda Onun hiçbir ortağı yoktur;
sadece isimlendirmede bir benzerlik söz konusudur. Hatta O, isimlendirme
hususunda da, kölesine mal verip sonrada ona “mâlik” ismini veren efendinin
kölesinden üstün olması gibi diğerlerinden üstündür. Eğer köle gerçekte
durumunun farkına varırsa, malda ve mâlik olma hususunda efendisiyle hiçbir
şekilde birlikteliğinin olmadığını, Onun asla bir ortağının bulunmadığını
bilir.[249]
Tüm bu açıklamaların
ardından Gazzâlî, zorunlu varlığı iki ayrı kategoriye ayırır:
a) Zatıyla zorunlu (vâcib bizatihi) varlık: Bu varlık zatı itibariyle yokluğu
muhal farz edilen, başka bir şey olarak farz edilemeyen, bu durum da aynı
şekilde muhal olup yokluğu farz edilendir.
b) Başkası için zorunlu (vâcib ligayrihi) varlık: Bu varlık zatıyla değil
başkası sebebiyle bir zorunluluk kazanmıştır. Mesela âlemin varlığım zorunlu
farz ettiğimizde ezeli bir iradenin (meşîet) varlığına taalluk ettiğini kabul
ederiz. Çünkü onun zorunluluğu zatından olmayıp bir dilemenin sonucudur.
Zorunluluk başkasından değil sadece Allah’ın zâtmdandır. Bu durumda, varlığı
(vücud) için zorunluluk (vücûb) hasıl olan her şey, sebebinin varlığıyla
zorunludur. Varlık mümkün olarak devam ettiği sürece varlığı yokluğuna tercih
edilmez, ama varlık ile yokluk eşit olursa varlık mevcut olmaksızın yoklukta
kalır. Bu durumda zorunlu varlığın dışındakiler başkasıyla zorunlu varlık
(vâcib bigayrihi) olur ki, onun zatı itibariyle varlığı mümkündür. Çünkü bir
şey zatı itibariyle değerlendirildiğinde, varlığı zorunlu, varlığı mümkün ya da
varlığı olanaksız olmaktadır. Son ikisi bâtıldır. [250] [251]
Gazzâlî Esma-i Hüsnâ’nm
yorumunu yapmak üzere yazmış olduğu el- Maksadü’l-esnâ isimli
eserinde “hak” ismini değerlendirirken varlıkla ilgili yukarıda yapmış olduğu
tasnifin bir benzerini sunmaktadır. Şöyle ki;
Hak ismi bâtılın mukabilidir. Varlık ise
ancak zıddıyla açıklanabilir. Aynı şekilde verilen her haber mutlak olarak hak
veya bâtıldır; ya da bir yönden hak diğer yönden bâtıldır. Zatı itibariyle
imkansız olan (mümtenî bizatihi) mutlak bâtıldır. Zatı itibariyle zorunlu olan
da (vâcib bizatihi) mutlak haktır. Zatı itibariyle mümkün başkası itibariyle
zorunlu olan (mümkün bizatihi vâcib ligayrihi) ise bir yönüyle hak diğer yönden
bâtıldır. O zatı itibariyle varlığı olmadığı için bâtıl, başkası sebebiyle
varlık kazanması bakımından hak’tır. Çünkü o zorunlu varlığın vechinden varlık
kazanmıştır ki, Onun vechi hak’tır. Kendi nefsi itibariyle değerlendirildiğinde
ise bâtıldır. İşte bunun içindir ki onun vechi dışındaki her şey yok olmaya
mahkumdur. Bu ezeli ve ebedi olarak böyledir, bu halde hiçbir değişiklik olmaz.
Çünkü onun dışındaki her şey ezeli ve ebedi olarak kendi zatları itibariyle
varlığa müstahak değildir. Ancak bir yönden varlığa hak kazanırlar ki, bu
zatları itibariyle olursa bâtıl, başkası itibariyle, yani Onun vechi yönünden
olursa haktır. İşte bu tarife göre mutlak hak, zatıyla varolan hakîkî mevcuttur
ki, her hak olan da hakikatini ancak ondan alır.2:1
Gazzâlî’nin zorunlu
varlıkla ilgili yukarıda vermiş olduğu ayrım Mişkâtü'l- envâr’daki ifadelerle
örtüşmektedir. Onun zatıyla zorunlu (vâcib bizatihi) ifadesi Mişkâtü'l-envâr'daki “hakîkî
varlık” veya “hakîkî nur” ifadeleriyle aym anlamdadır. Başkası için zorunlu
(vâcib ligayrihi) ifadesine gelince; O, bununla ezeli bir zorunluluğu
kastetmemekte, varlığın yokluğa tercih edilmesi noktasında mutlak bir iradenin
veya sebebin (illet) zorunluluğunu vurgulamakta, mutlak sebep olarak ta
“bizatihi zorunlu” şeklinde ifade ettiği Allah Teâlâ’yı görmektedir. Ayrıca
Onun başkasıyla zorunlu (vâcib bigayrihi) ifadesi, yokluktan varlığa çıkmış
olan bütün mevcûdatı kapsamakta ve Mişkâtü'l-envâr’da ifade
edilen “mecazi varlık” veya “ödünç (müstear) varlık” ifadeleriyle aym anlamı
taşımaktadır. Bu bağlamda O, Mişkâtü'l- envâfda. yukarıdakilere
benzer şu ifadeleri kullanmaktadır:
Varlıkta Allah ’tan başka bir şey yoktur; Onun vechinden başka her şey yok
olucudur.[252] Zira
herhangi bir vakitte helak olmaktadırlar; hatta ezeli ve ebedi olarak helak
olmuşlardır. Bunu başka bir şekilde tasavvur etmek mümkün değildir. Çünkü Onun
dışındaki her şey zatı itibarıyla değerlendirildiğinde salt yokluktur. Tanrıya
bakan yönü (Allah ’ın vechi) itibarıyla değerlendirildiklerinde ise,
zatlarından değil, gerçek varlıktan kendilerine varlık gelmesi sebebiyle
mevcud, Ondan sonra gelen mucidine tabi varlıklardır. O halde mevcud olan
yalnız Allah ’ın vechidir. Her şeyin nefsine ait ve Rabbine ait olmak üzere iki
cephesi (yönü) vardır. O kendine dönük yüzüyle salt yokluktur; Allah ’ın vechi
olması itibariyle de mevcuttur. O halde Allah ’tan ve Onun vechinden başka
varlık yoktur ve Onun vechinden başka her şey ezeli ve ebedi olarak yok
olucudur.[253]
Sonuçta Gazzâlî zatı
itibariyle zorunlu olarak nitelendirdiği Allah Teâlâ’yı yegane varlık kabul
etmektedir. Onun dışındaki varlıklar zatı itibariyle değerlendirildiklerinde
salt yokluktur. Tanrısal yönüyle değerlendirildiklerinde ise mutlak bir illete
(Allah’ın vechi) dayanmaları sebebiyle “vâcib”[254] şeklinde
vasıflandırılmışlardır ki, daha öncede değinildiği üzere, burada vâcib, ezelî
zorunluluk anlamında değil, vücud bulma, yani mevcud olma anlamındadır.
Nihayetinde bütün varlıklar mutlak olarak zorunlu varlığa dayanmakla birlikte,
belli bir vakitte belli bir illetle varolmakta ve belli bir zamanda yok
olmaktadır. Bu bakımdan zatları itibariyle bütün varlıklar salt yokluk; tanrıya
bakan yönüyle ise varolan (mümkün varlık) kategorisindedir.
1. Zorunlu Varlığın
Nitelikleri
Zorunlu varlığın
niteliklerini her yönüyle açıklamak onu bütünüyle tanımayı gerektirmekte, -ki
bu imkansızdır- aynı zamanda sıfatlar konusuna girmeyi ve bu çerçevede yapılan
bütün tartışmaların arka planını bilmeyi zorunlu kılmaktadır. Genelde kelâmî
bir ekol olan Eş'arî düşüncesine paralel görüşler ortaya koyan Gazzâlî,
Mutezile ekolünden ve filozoflardan farklı olarak Allah’ın zatıyla aynı olmayan
fakat zatından da ayrı düşünülemeyen kadîm sıfatları olduğu fikrini kabul eder
ve bu bağlamda basımlarıyla derin tartışmalara girer.[255] Bu
bölümde kelâmî bir çerçevede yapılan bu tartışmalara ve Allah’ın sıfatları
konusuna derinlemesine girilmeyecek, genel olarak zati özelliklere ve tenzih boyutuna,
aynı zamanda zati niteliklerden olmakla birlikte Mişkâtü'l-envâr’da. üzerinde
önemle durulması sebebiyle zorunlu varlığın “bir ve nur olması” konusuna
değinilmekle yetinilecektir.
a. Zati ve Selbî Nitelikler
Gazzâlî varlık
tarzlarına değinirken varlığı zatından olan şeye zorunlu varlık ismini vermekte
ve yalnızca Allah Teâlâ’yı bu şekilde nitelendirmekteydi. O, zorunlu varlığın
niteliklerini açıklarken de, Ulûhiyet sıfatlarında hiçbir ortağının
bulunmadığını, bazı sıfatlarında (subûtî) ise mahlukatla ortak olmakla
birlikte, bunların özel bir niteliği olduğunu ve Onun hiçbir şeye denk
olamayacağını belirtmektedir. Onun konuyla alakalı ifadeleri şöyledir:
Aziz ve Çelil olan Allah hakkında menfi bir mümâseletin (denklik,
benzerlik) manasını anladığında Onun mislinin bulunmadığım da anlayacaksın. Her
vasıfta ortaklığın denkliği zorunlu kılacağını zannetmemek gerekir. Mesela iki
zıttın arasındaki benzerlik gayet uzaktır; öyle ki bunun üstünde bir uzaklık
tasavvur edilemez. Halbuki zıt olan iki şey birçok vasıfta da ortaktır. Nitekim
siyah araz (ilinti) olma, renk olma, gözle görülür olma ve bunlar dışındaki
bazı durumlarda beyaza ortaktır. Mesela dense ki Allah mevcuttur, fakat bir
mahalde değildir; işitir, görür, bilir, irade eder, kadirdir, hayat sahibidir,
mütekellimdir. İnsan da böyledir. Bu benzetme denkliği ispat değil midir?
Hayır, mesele hiçte böyle değildir. Eğer böyle olsaydı bütün mahlukat ona
benzetilmiş olurdu. En azından var olma vasfında bir ortaklık söz konusudur ki
o mühim bir benzerliktir. Denklik (mümâselet) ancak cins ve mahiyetteki
ortaklıktan ibarettir. Mesela bir at ne kadar zeki olursa olsun insana denk
olamaz. Çünkü onun cinsi farklıdır. Yalnız at, insanlığın zatına mahiyetin
haricinde arız olan bir zekilikle benzemektedir. Ulûhiyet özelliklerine
gelince; O bizatihi varlığı zorunlu olan varlıktır ki varlığı imkan sahasında
olan her şeyi en mükemmel ve en düzenli şekilde yaratandır. Bu özellikte
ortaklığın veya ortaklık sonucunda ortaya çıkan bir benzerliğin tasavvur
edilmesi mümkün değildir. Kulun işiten, gören, bilen, kadir ve hayat sahibi
olması gibi merhametli (rahim), sabırlı (sabûr) ve şükredici (şekür) olması da
benzerliği zorunlu kılmaz. Ulûhiyet özelikleri ancak şanı yüce olan Allah ’a mahsustur.[256]
Gazzâlî zorunlu varlığın
zati niteliklerinden en önemlisini, “kayyûm olma, yani varlığının zatından
olması” şeklinde ortaya koymaktadır. O, bunu ortaya koyarken, yukarıdaki
ifadelerini destekler ve Mişkâtü'l-envâÇ âsûâ. söylemini de
andırır bir tarzda şöyle bir açıklamada bulunmaktadır:
Bizim; “insan diridir, bilendir, işitendir, görendir, kadirdir, konuşandır;
Allah Teâlâ da böyledir” sözümüzde bir teşbih (benzetme) yoktur. Çünkü bunlar
îlâh’ı vasıflandıran en hususi nitelikler değildir. Onun en özel niteliği
kayyum olması, yani zatıyla kaim olmasıdır. Onun dışındaki her şey de onunla
kaimdir. O, başkasıyla değil, zatıyla mevcuttur. Onun dışındaki her şey ise
zatıyla değil Onunla mevcuttur. Doğrusu varlık (eşya) zatı itibariyle ancak
yokluktur. Onun varlığı ariyet (ödünç) yoluyla olup, başkasındandır. Allah’ın
varlığı ise ödünç alınmış (müstear) değil, zatidir. İşte bu hakikat, yani
zatıyla kaim olma (kayyumiyet) sadece Allah Teâlâ’ya mahsustur.[257]
Kendi zatıyla kaim olan varlık aynı
zamanda kadimdir. Çünkü varlığı bir sebebe dayanmamaktadır. O evveldir. Zira
evveli bulunmayan hâdislerin bulunması yeni bir hâdisin varlığına engeldir.
Eğer O kadim olmayıp ta hâdis olsaydı, bir sebebe muhtaç olurdu ki, böylece
sebepler zinciri sonsuza dek devam ederdi. Bu ise muhal bir durum olup kesin
olarak bir kadim de son bulma zorunluluğu vardır. İşte aradığımız ve âlemin
yaratıcısı dediğimiz ilk sebep budur.257 [258] [259] Kadim
lafzıyla iki anlam kastedilmektedir. Birisi bir şeyin varlığım ispat etmek
diğeri ise geçmişte o şeyin varlığından önce yokluğunun bulunmadığım ortaya
koymaktır. Ayrıca belirtelim ki, Onun kadim oluşu zat üzerine ilave edilmiş bir
sıfat değildir.
Kadim olan varlık
zorunlu olarak ezeli ve ebedi olmaktadır. Çünkü kadim oluşu (kıdemi) sabit olan
bir şeyin yokluğu muhaldir. Eğer yok olsaydı yokluğu başka bir sebebe muhtaç
olurdu ki bu durumda yokluk varlığın devamından soma Onda ortaya çıkmış olurdu.
Halbuki arız olan, varlığı bakımından değil arız olması bakımından bir sebebe
dayanmaktadır. Kadim ancak iki sebeple yok farz edilebilir.
a) Bizatihi yok olması ki bu imkansızdır. Çünkü zatıyla devamlılığı olan bir
şeyin zatıyla yok olması mümkün olsaydı, yokluğu düşünülen şeyinde bizatihi var
olduğu kabul edilebilirdi. Bu ise muhaldir. Çünkü var olan ve yok olan her şey
mutlaka bir sebebe muhtaçtır.
b) Kadim’in zıttın tesiriyle yok olması da muhaldir. Zıt kadim veya hadis
olabilir. Zıt olan şeylerin bir arada bulunmaları imkansız olduğundan zıt kadim
olamaz. Aynı zamanda sadece zorunlu varlığın kadim olduğu da açıktır. Zıttın
hadis olması da mümkün değildir. Çünkü kadim hadisten her zaman önce ve ondan
üstündür. Bu durumda somadan olan bir şeyin öncesiz olan bir şeyi yok etmesi de
muhaldir.[260] Aynı
zamanda bir şey eğer zıddına tecavüz edebiliyorsa ona dönüşür ki, zorunlu
varlık hakkında bunun düşünülmesi de muhaldir.[261]
Tüm bu niteliklerle
zatında yetkin olan zorunlu varlığı her türlü noksanlıktan tenzih etme
mecburiyeti vardır. Niceliği olmayan ve tanımı yapılamayan varlığın nitelikleri
de ancak tenzih veya misal yoluyla ortaya konulabilmektedir. Selbî sıfatlar
şeklinde nitelenen ve Allah’ın zatına nisbet edilemeyen bu kavramlar, Onun ne
olduğunu değil de ne olmadığım ortaya koyarlar. Ulûhiyete nisbet edilmesi
mümkün olmayan bu sıfatlar Vacibü’l-vücûd’dan tenzih edilmek suretiyle Ona
nisbet edilmiş olur. Bu tür sıfatlar kelam, felsefe ve tasavvuf ilimlerinin
vazgeçilmez konularından biri olmakla birlikte, bunları sınırlamak ve tam
olarak saymak mümkün değildir.[262] Gazzâlî,
fazlaca önem atfettiği tevhîd konusu bağlamında tenzih noktasına hemen hemen
her eserinde değinmekle birlikte, konuyu sistematik olarak Kavâidü
’l-akâid adlı risalesinde ele almakta ve konu hakkında özetle şu
ifadeleri kullanmaktadır:
O Allah ki; zatında birdir, ortağı yoktur. Tektir, benzeri yoktur. Samed’dir,
zıttı yoktur. Münferittir, Ona karşı çıkacak hiçbir şey yoktur. Kadim olandır,
öncesi yoktur. Ezelidir, başlangıçı yoktur. Varlığı devamlıdır, sonu yoktur.
Ebedidir, nihayeti yoktur. Kayyumdur, varlığında kesinti yoktur. Gelip geçici
değildir, celal sıfatlarıyla daima mevsuftur. Zorunluluğu hiçbir şekilde
ortadan kalkmaz; ebedi olarak devam eder, belli bir zamanda yok olmaz. Zira O,
evveldir, ahirdir, zahirdir, bâtındır; O her şeyi bilendir. Allah sureti olan
bir cisim, miktarı ve sınırı olan bir cevher değildir; ne ölçülebilme (takdir)
ne de bölünebilme hususunda cisimlere benzemez. Cevher değildir, cevherlerle de
bitişmez; araz değildir, arazlarla da bitişmez. Hiçbir varlığa benzemez, hiçbir
varlıkta Ona benzemez; Ona hiçbir şey denk değildir, O da hiçbir şeye denk
değildir. O ölçülerle (miktar) sınırlandırılamaz; bir çapa sahip değildir.
Yönler onu kuşatamaz; yerler ve gökler onu çevreleyemez. Kendi söylediği
şekilde, yani irade ettiği manada arşa istiva etmiştir. İstiva dokunmaktan,
istikrardan (yerleşme), mekan tutmaktan, hululden (iç içe girme) ve intikalden
münezzehtir. Arş Onu yüklenemez; bilakis arş ve onu taşıyanlar Onun kudretinin
lutfuyla taşımaktadırlar. Her an onun kabzasında (yakalamasıyla) kahrolurlar. O
arşın, göklerin, yerin en alt tabakasına kadar her şeyin üstündedir. Üstte olma
(fevkiyet) Onu topraktan ve arzdan uzaklaştırmadığı gibi arşa ve semaya da
yaklaştırmaz; bilakis O toprağın ve arzın derecelerinden yüksek olduğu gibi
semanın ve arşın derecelerinden de yüksektir. Böyle olmakla birlikte O, tüm
mevcudata yakındır. O, kuluna şah damarından daha yakındır. O, her şeye
şahittir (delil). Onun zatı cisimlerin zatına benzemediği gibi yakınlığı da
cisimlerin yakınlığına benzemez. O, hiçbir şeye hulul etmez (bitişmez), hiçbir
şeyde ona hulul etmez. Zaman hudutlarını dışında olduğu gibi mekan kapsamının
da dışındadır. O, zaman ve mekan yaratılmadan önce ne idiyse şimdide odur. O,
sıfatlarıyla yaratılarından ayrılır. Zatında kendisinden başkası yoktur;
kendisinden başkası da zatında yoktur. Değişimden (tağyir) ve intikalden
münezzehtir. Hadis olan şeyler Ona bitişmez, eksiklikler (avarız) Onda ortaya
çıkmaz. Celal sıfatları süreklidir ve zevalden münezzehtir. Yetkinlik (kemâl)
sıfatlarının ziyadeleşmesinden de münezzehtir. Zatında varlığı ancak
akıllarla bilinebilmektedir.[263]
Sonuç olarak
söyleyebiliriz ki, gerek zati gerekse selbî olsun burada sıralanan tüm bu
nitelikler, zatıyla kaim ve her türlü noksanlıktan münezzeh olan tek bir
varlığa işaret etmektedir.
b. “Salt Bir” Olması
Gazzâlî, Kur’ân’m
Allah’ın birliğini ve zatında eşi ve benzeri olmayan yegane varlık olduğunu
vurgulayan ifadeleri doğrultusunda, Onun zati niteliklerinden biri olarak kabul
edilen vahdaniyet (tevhîd) konusu üzerinde önemle durmaktadır. O el-
İktisâdfi ’l-ltikâd isimli eserinde konuya Allah’ın zatıyla kaim olan
yegane varlık olması sebebiyle “Bir” olduğunu ve bu niteliğin zata ilave
edilmiş bir sıfat olmadığını vurgulayarak girmekte ve bir (vahid) teriminin
tahlilini yapmaktadır. Şöyle ki;
Bazen bir’le bölünmeyi kabul etmeyen, yani
niceliği sınırı ve miktarı olmayan şey kastedilir. Allah Teâlâ "niceliği
yoktur” anlamında birdir. Bu bölünmeyi sahih kılan niceliğin Ondan tenzih
edilmesidir. Niceliği olmadığı için O asla bölünmeyi kabul etmez. Çünkü bölme,
ayırma ve küçültme nicelikte ortaya çıkan bir tasarruftur; Onun ise niceliği
olmadığı için bölünmesi asla tasavvur edilemez. Bazen de bir ile “güneş tekdir”
sözünde olduğu gibi derecede (rütbe) üstünlük kastedilir. Allah Teâlâ da aynı
şekilde bu manada birdir. Zira Onun bir benzeri yoktur. Onun zıddı da olmadığı
açıktır. Çünkü zıtlıktan anlaşılan, bir mahal üzerinde beraber olan bir şeyin
onu takip etmesi fakat bir araya gelememesidir. Mahalli bulunmayan şeyin zıttı
da olamaz. Allah Teâlâ’nın da mahalli olmadığı için zıttı yoktur.[264]
Gazzâlî Madnunü’l-kebir isimli
eserinde de, Kur’ân'da değinilen ve zorunlu varlığın temel niteliğe işaret eden
“ehad (tek)” ve “vahid (bir)” lafızlarının anlam boyutları üzerinde durmakta ve
konuyla alakalı olarak şu ifadeleri kullanmaktadır:
Allah Teâlâ “Deki O Allah bir (ehad) dir. (İhlas, 112/1)" “Sizin
ilâhınız tekbir (vahid) ilâhtır. (Bakara, 2/163)”buyurarakehad (tek) ile vâhid
(bir) arasını ayırdı. “însan bir şahıstır, bir sınıftır” denilir. Bununla bütün
(cümle), tek bir bütün kastedilir. Bin sayısı da bu itibarla birdir. Bu durumda
vahid (bir) duyu ve akıl yoluyla işaret edilen ve kendisinde ortaklık bulunması
imkansız olan şeydir. Ehad (tek) ise terkibi olmayan ve hiçbir şekilde
parçalara ayrılamayan şeydir. Vahid (bir), ortaklık ve denkliğin nefyedilmesi,
Ehad (tek) ise çokluğun kaldırılmasıdır. Bu sebeple "Allah samed’dir.
(Ihlas, 112/2)” buyuruldu. Samed, "başkasının kendisine muhtaç olduğu,
hiçbir şeye muhtaç olmayan (gani)” anlamındadır. Bu Allah Teâlâ’nın zatında tek
ve bir olduğuna delildir. Eğer mülkünde bir ortağı olsaydı, her şeyin kendisine
muhtaç olduğu, hiçbir şeye muhtaç olmayan samed olmaz, bilakis bir ortağa veya
ikiliğe muhtaç olurdu. Eğer parçalardan meydana gelmiş bir bileşik (terkip)
olsaydı, başkasının kendisine muhtaç olduğu samed olmaz, bilakis varlığında ve
kaim oluşunda kendisini oluşturan parçalardan birine muhtaç olurdu. Böylece
Onun samed oluşu birliğine ve tekliğine delil olmaktadır. "Doğurmadı
(îhlas, 112/3)” sözü, varlığının insan gibi üreme ve doğurma yoluyla baki kalıp
devam etmediğine, bilakis ezeli ve ebedi olarak daim olduğuna delildir.
“Doğurulmadı (İhlas, 112/3)” sözü ise, varlığının insanın varlığı gibi sonradan
meydana gelmediğine delildir. "Onun hiçbir dengi yoktur. (Ihlas, 112/4)”
sözü de yüce ve bütün noksanlıklardan münezzeh olan hakîkî varlığa delildir ki
O, başkasının kendisinden varlık aldığı, kendisininse başkasından varlık
almadığı, ancak zatıyla kaim olan varlıktır. Sonuçta, “Deki O Allah birdir”
sözü mukaddes ve münezzeh olan zatının ispatına; “Allah sameddir” sözü hem nefy
ve izafete, yani, kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmayıp başkasının onun
varlığına muhtaç olduğuna, hem de tekliğe (ehadiyet); “Doğurmadı ” sözü ve surenin
kalan kısmı da, kendi dışındaki varlıklara ait sıfatların selbine delildir.
Allah ’ın zatını tanımada, mahlukata ait sıfatları Ondan tenzih etmekten daha
açık ve daha açıklayıcı bir yol yoktur.[265]
Gazzâlî İhlas
suresindeki ayetler ışığında ortağı, dengi, eşi, terkibi ve parçası bulunmayan,
başkasına muhtaç olmayıp, aksine bütün mevcudat tarafından muhtaç olunan,
yokluktan sonra varolmayıp ezeli ve ebedi olarak kaim olan, bütün
noksanlıklardan münezzeh tek bir varlığa işaret etmektedir. O, Mişkâtü'l-envâr'te da,
zorunlu varlığın bütün noksanlıklardan münezzeh, bütün nisbetlerden uzak “salt
bir” olduğunu ifade etmek için aynı sureye atıf yapar. Şöyle ki;
Her münasebetten uzak tek gerçek O’dur. Bu hususu anlamak için Araplardan
bir kısmı Allah ’ın elçisine “Allah ’ın nesebi nedir? ” şeklide bir soru
sorduklarında, onlara cevaben “De ki o Allah birdir; Allah samed’dir;
doğurmamıştır, doğurulmamıştır; hiçbir şey O’na denk değildir” ayetleri nazil
oldu. Bunun manası O’nu her türlü nisbetten takdis ve tenzih etmektir.[266]
Gazzâlî, aslında O’nun
bütün nisbetlerden uzak oluşunu, “varolan her şeyin nisbetinin görünüşten
ibaret olması, hakikatte ise işaret edilen her şeyin ona delalet etmesi”
şeklinde bir açıklamayla ortaya koyarken, konu hakkında Mişkâtü'l-envar'te. şu
ilginç cümleleri sarf etmektedir:
Ondan başka ilâh olmadığı gibi, aslında Ondan başka O yoktur. Çünkü o
(hüve) zamiri her ne olursa olsun işaret edilen şeyden ibarettir. İşaret te
ancak
Onadır. Çünkü işaret edilen her şey hakikatte Ona işaret etmektedir. Eğer
bunu anlayamıyorsan bahsettiğimiz hakikatlerin hakikatinden gaflet etmen
sebebiyledir. Güneşin ışığına işaret aslında güneşe işarettir. Apaçık misal
olarak ortaya konulmuştur ki varolan her şeyin ona olan nisbeti nûrun güneşe
nisbeti gibidir. Öyle ise “Allah ’tan başka ilâh yoktur ” sözü avamın tevhidi
“O ’ndan başka ilâh yoktur” sözü ise havasın tevhididir. Çünkü bu daha umumi,
daha hususi, daha kapsamlı, daha gerçek ve daha ince (dakik) bir söz olup,
sahibini salt birliğe ve sırf vahdaniyete götürür. Mahlukatın miracının
(yükseliş) sonu ferdâniyet (teklik) memleketidir. Çünkü bunun ötesinde yükselme
yoktur. Zira yükselme (terakki) ancak çoklukla tasavvur olunur. Çokluk öyle bir
izâfet çeşididir ki yükselme kendisinde başlar ve kendisine yönelir. Çokluk
(kesret) gittiği zaman birlik gerçek izâfet bâtıl olup işaret kalkar.
İnen-çıkan, alçak-yüksek kalmaz. Terakki ve urûc muhal olur. En yükseğin
ötesinde yükseklik yoktur. Birlikle (vahdet) beraber çokluk (kesret) yoktur.
Çokluğun kalkmasıyla yükselmede biter .Eğer bu halde bir değişim olursa bu
dünya semasına inmekle, yani yükseğin alçağı şereflendirmesi ile olur. Çünkü en
yükseğin daha yükseği yok ise de daha alçağı vardır. İşte bu gayelerin gayesi
ve arzuların son noktasıdır.[267]
Gazzâlî burada, zorunlu
varlığın bir olmasına nisbetle diğer varlıklara da birlik izafe etmekte ve
varlıkta birliği savunan vahdeti vücutçu eğilimlere yakın bir görüş ortaya
koymaktadır. Bununla birlikte O, varlıkta birlik ve çokluğun izafi olduğunu,
aslında her ikisinin de birlikte değerlendirilmesi gerektiğini ifade
etmektedir.[268] Onun
varlığa izafe ettiği birlik, aynen varlığa zorunluluk izafe etmesi gibi ârızi
olup, bu durum, her şeyin mutlak birliğe ve mutlak varlığa dayandığım, aym
zamanda birlik vasfımn mutlaka zorunlu bir etkenden geldiğini izah içindir.
Aslında varlık kategorilerinin hiçbirinde birlik hakîkî olmayıp bulunduğu
konumda tek olduğunu veya bölünemezliğini ifade etmek içindir ki, bu durumların
hepsi somadan ortaya çıkmıştır. O halde varlıklardaki birlik zati değildir.
Eşyada ârızi bir durum olan birlik aslen zati olandan gelmekte ve ona işaret
etmektedir.[269]
Sonuç olarak, “gerçek
bir” varlık kategorilerinin hiçbirine dahil değildir. O, niceliği olmadığı için
bileşik te değildir; bu sebeple asla çoklukla nitelendirilemez. O, terkibi
olmakla veya çoklukla nitelendirilemeyeceği gibi birlik ve çokluk çeşitlerinden
hiçbirisine de dahil edilemez. Bir’in diğer çeşitlerine ilişkin özellikler Onda
bulunmaz. O, birliğini başkasından da almış değildir. Onun dışındaki hiçbir şey
mutlak birlikle nitelenemez. Yalmzca O “salt bir” dir.
c. “Salt Nur” Olması
Gazzâlî, nur ayetinde
geçen “Allah göklerin ve yerin nûrudur” lafzım esas alarak Allah’ın hakîkî nur
olduğunu ifade etmektedir. Kendisinden önce yapılan yorumlarda bu ifade hakîkî
değil mecazi olarak anlaşılmış, nûrun hidâyet zulmetin de dalâlet olduğu ifade
edilerek bu cümle, “Allah gökte ve yerde olanlara hidâyet verendir” şeklinde
anlamlandırılmışım Gazzâlî ise Mişkâtü'l-envâr'va birinci
bölümüne “Gerçek nûrun Allah Teâlâ’dan ibaret olduğu, başkasına nur
denilmesinin sırf mecaz yoluyla olduğu beyanmdadır” sözleriyle başlarken, bu
cümleyi mecazi değil hakîkî anlamıyla ele alarak nur ayetinin analizinde önceki
yorumlardan farklı ve de önemli bir vasatta yer almıştır.[270]
Gazzâlî el-Maksadü’l-esnâ isimli
eserinde Allah’ın nur ismini yorumlarken Mişkâtü'l-envâr'daki üslubuyla
da örtüşür bir tarzda onun salt nur olduğunu şu cümlelerle ifade etmektedir:
O apaçıktır (zahir); her şey Onunla ortaya
çıkar (zuhur). Zira kendi nefsinde zahir olan ve başkasını da gösteren (muzhir)
şey nur ismini alır. Ne zamanki varlık yoklukla karşılaşırsa ortaya çıkma
(zuhur) varlığındır. Çünkü yokluktan daha karanlık bir şey yoktur. Yokluk
karanlığından, hatta yokluğun imkanından uzak olan ve bütün mevcudatı yokluk
karanlığından varlığa çıkaran nur ismini almaya her şeyden daha layıktır.
Varlık, Onun zatının nurundan bütün eşyaya feyezan eden bir nurdur. Çünkü O
göklerin ve yerin nurudur. Nasıl ki nurlandırıcı güneşin varlığında güneş
ışığının her zerresi onun zatına delalet ediyorsa, aynı şekilde göklerin, yerin
ve bu ikisi arasındaki varlıkların her zerresi de varlıklarının caiz oluşu ile
kendilerini yaratan (mûcid) varlığın zorunluluğuna delalet eder.[271]
Gazzâlî nur kavramının
anlamı çerçevesinde Allah Teâlâ’mn hakîkî nur olduğunu ve bütün mevcudatın onun
nûrundan feyezan eden bir nur olduğunu ortaya koymaktadır. Onun konu
hakkında Mişkâtül-envâr’daki ifadeleri, buradakilerden daha
doyurucu ve dikkat çekicidir. Gazzâlî Mişkâtü'l-envâr'da Allah
Teâlâ’mn “hakîkî nur” veya “küllî nur” oluşunu şu ilginç cümlelerle ifade
etmektedir:
Belki sen Onun nûrunun göklere ve yere izafetini, hatta Onun zatında
göklerin ve yerin nûru olma cihetini bilmeyi arzulamaktasın. Doğrusu, Onun nur
olduğunu, Onun dışındakilerin bir nûru olmadığını, Onun bütün nurlar olduğunu,
Onun küllî nur olduğunu bildikten sonra bu meselenin sana gizli kalmaması
gerekir. Çünkü nur nesnelerin (eşya) kendisi vasıtasıyla ortaya çıkmasından
(inkişaf) ibarettir. Bundan üstünü varlıkların (eşya) Onunla ve Onun için
ortaya çıkmasıdır. Bundan da üstünü varlıkların Onunla, Onun için ve Ondan
ortaya çıkmasıdır. Bu sayılanlar içinde hakîkî olan varlıkların Onunla, Onun
için ve Ondan ortaya çıktığı nurdur. Bu nûrun üstünde nur alacağı ve
faydalanacağı başka bir nur yoktur. Bilakis bu nur zatındadır, zatındandır,
zatı içindir; başkasından değil başkası içindir. Sonra sen ilk nurdan (nûru
’l-evvel) başkasının bu şekilde vasıflandırılamayacağını da anladın.[272]
Böylece Gazzâlî nûrun
basamaklarını, “varlıkların kendisi vasıtasıyla ortaya çıkması”; “varlıkların
kendisi vasıtasıyla, kendisi için ortaya çıkması”; “varlıkların kendisi
vasıtasıyla, kendisi için ve kendisinden ortaya çıkması” şeklinde ortaya
koyduktan sonra, hakîkî nurda bulunması gereken dört temel nitelik
belirlemektedir. Gazzâlî’nin ifadesiyle hakîkî nur;
a) Kendisi için nurdur, (nûrun lizâtihî)
b) Kendisinde nurdur, (nûrun fî zâtihî)
c) Nûru başkasından değildir, (la min gayrihî)
d) Dolayısıyla nûru kendisindendir. (nûrun min zâtihî)
Bu nur, ilk nur (nûru’l-evvel) olan ve
kendi üzerinde başka hiçbir nur bulunmayan yüce Allah’tır.[273]
Sonuçta Gazzâlî bütün
mevcudatı var etmesi ve onların zuhuruna sebep olan yegane varlık olması
dolayısıyla Allah Teâlâ’yı “nur”, “nurların bütünü”, “külli nur”, “ilk
nur”, “gerçek nur”, “nurların nûru, madeni ve ilk kaynağı”™ “en yüce ve yüksek
nur”[274] [275],
tek gerçek nur”[276] ifadeleriyle
vasıflandırmaktadır.
2. Zorunlu Varlığın Bilinmesi
ve İspatı
Yegane kudret sahibi
olan ilk varlık veya ilk sebep meselesi başlangıçtan beri felsefenin temel
problemlerinden biri olmayı sürdürmüş, bu meseleye değinmeyen hiçbir felsefî
sistem olmamıştır. Filozoflardan bir kısmı zatıyla kaim bir varlığın
zorunluluğunu inkar etmekle birlikte, insanoğlu mutlak varlığı aramaktan
uzaklaşmamış, devamlı olarak Onu anlama ve bilme çabasında olmuştur. Çok yönlü
bir düşünür olan Gazzâlî de, nûrun anlamları çerçevesinde hakîkî nûrun Allah
Teâlâ olduğunu belirttikten sonra, varlıkların en zâhiri olan nûrun neden tam
olarak bilinemediği şeklinde bir soru ile konuya girmektedir. O, konuyla
alakalı şöyle bir açıklamada bulunmaktadır:
Muhakkak ki, zuhurun şiddeti gizliliğin sebebidir. Bir şey sınırım (had)
aşarsa zıddına döner. Bunu anladıysan bil ki basiret sahipleri gördükleri her
şeyde Allah’ı beraber gördüler. Bir kısmı daha da ileri giderek “hiçbir şey
görmedim ki ondan önce Allah’ı görmüş olmayayım” dedi. Çünkü onların bir kısmı
eşyayı Onunla görür, bir kısmı ise eşyayı görür, Onu da eşya ile beraber görür.
Birincisine Allah ’ın “Rabbinin her şeye şahit (delil) olması yetmez mi? ”
sözüyle, İkincisine ise “onlara ayetlerimizi ufuklarda göstereceğiz”[277] sözüyle
işaret edilmektedir. Birincisi müşahede sahibi, İkincisi ise ayetlerle istidlal
sahibidir. Birincisi sıddıkların, İkincisi ilimde derinleşmiş olan (râsih)
ulemanın derecesidir. Bu ikisinden sonra perdelenmiş gafillerin dereceleri
vardır. Bunu öğrendiysen bil ki nasıl ki göze her şey zahir olan nur ile
görünüyorsa bâtın gözüne de her şey Allah ile görünür. O, her şeyle beraberdir,
ondan ayrılmaz. Eşyanın nur ile birlikte ortaya çıkması gibi tüm şeylerde Onunla
ortaya çıkar. Fakat burada bir farklılık söz konusudur. Şöyle ki; görünen nûrun
güneşin batmasıyla kaybolması, gölgelik yerde gizli kalması tasavvur
edilebilir. Fakat her şeyin kendisiyle ortaya çıktığı İlâhî nûrun kaybolması
tasavvur edilemez. Onun değişime uğraması da imkansızdır. O, daima eşya ile
birliktedir. Böyle olduğundan dolayı ayırma (tefrika) ile istidlal yolu
kapanmıştır. Eğer Onun yokluğu tasavvur edilirse gökler ve yer yıkılır. Onu
eşyayı gösteren nur gibi bilmen ve ayrım yoluyla onu idrak etmen mümkün
değildir, zira varlıkların tamamı yaratıcısının birliğine aynı şeklide şahitlik
etmelerinden (delil olmalarından) dolayı fark kalkmış, yol gizlenmiştir. Çünkü
açık olan yol varlıkları zıtlarıyla bilmektir. Zıttı olamayan, değişime de
uğramayan şeye delil olmada (şahadet) bütün durumlar birbirine benzer. Onun
gizli olmasının, celalinin şiddetinden dolayı gizli kalmasından veya ışığının
(ziya) parlaklığından gaflet edilmesinden ileri gelmesi uzak değildir.
Zuhurunun şiddetinden dolayı yarattıklarından gizlenen ve nûrunun işrâkından
dolayı onlardan perdelenen Allah ’ı tenzih ederim.[278]
Gazzâlî burada zahir
olan nurla İlâhî nûru karşılaştırmakta, bu nûrun aynen güneş ışığı gibi her
şeyle beraber bulunduğunu fakat hiçbir zaman kaybolmadığını, zuhurunun şiddeti
sebebiyle de idrak edilemediğini belirtmektedir. Zorunlu varlık hakkında tam
bir idrakin gerçekleşmemesi Onun kusurlu olması sebebiyle değil, algısal
donanımın zayıflığı sebebiyledir. Biz Onu olduğu gibi düşünemeyecek kadar
zayıfız. Zira, eksik olan bir şeyle her yönden yetkin ve bütün eksikliklerden
münezzeh olan bir varlık tam olarak bilinemez. O, Mişkâtüi-envâr’da “ekber
(en büyük)” lafzımn tahlilini yaparken zorunlu varlığın tam olarak
bilinemeyeceğini, Onun büyüklüğünü ve künhünü zatından başka kimsenin
kavrayamayacağını şu cümlelerle ifade etmektedir:
“Allah en büyüktür” sözünün manasını
anlayamamışlar ve Onu başkasından daha büyük zannetmişlerdir. Allah korusun!
Varlıkta Allah ’la beraber başka bir şey yoktur ki ondan büyük olsun. Zira
Allah ’tan başkasının beraberlik (maiyet) derecesi yoktur, ancak tabi olma
derecesi vardır. Daha doğrusu Onun dışındakilerin bir varlığı yoktur; ancak
Onun vechinden gelmektedirler. Öyleyse varolan sadece Allah’ın vechidir. “O,
vechinden daha büyüktür" denilmesi de muhaldir. Allah için “O en büyüktür”
denilmesi izafet ve mukayeseden daha büyüktür manasındadır. İster peygamber,
isterse de melek olsun Ondan başkasının Onun büyüklüğünün künhünü idrak
etmesinden O daha büyüktür. Zira, Allah ’ı tam olarak ancak kendisi bilebilir.
Çünkü bilinen her şey bilenin kudreti ve tasarrufu altındadır. Bu ise yücelik
(Celal) ve büyüklüğe (Kibriya) aykırıdır. Bu konuyu el- Maksadü’l-esnâ adlı
kitabımızda derinlemesine tahkik ettik.[279]
Gazzâlî’nin zorunlu
varlığın bilinmesi ve ispatı konusunda atıf yaptığı el- Maksadü’l-esnâ isimli
eserinde ve yukarıda Mişkâtüi-envâÇ dan alıntı yaptığımız
pasajlarda iki ayrı metod kullandığı görülmektedir:
a) Birinci metoda göre;
varlık Allah’a delil olarak kabul edilmekte, varlıklardan ve sıfatlardan
hareketle, zorunlu varlık hem ispat edilmeye hem de bilinmeye çalışılmaktadır.
Gazzâlî’nin yukarıda ifade ettiğimiz “bir kısmı varlıkları görür, Onu da
varlıklarla beraber görür...” sözleriyle bu metod ortaya konulmaktadır. Ayrıca
Gazzâlî bu metodu Hz İbrahim’e atfetmekte,[280] ve
varlıklardan hareketle Tanrıya ulaşılmasını şu cümlelerle ifade etmektedir:
Yolun yolcusu ilk önce derecesi yıldız derecesinde olana ulaşır. Onun
nurunun parlaklığı ortaya çıkınca süfli âlemin baştan başa onun saltanatı ve
nûrunun parlaklığı altında olduğunu anlar. Onun güzelliği ve derecesinin
yüksekliği o kadar aşikar olur ki, heyecan içinde “bu benim rabbim” der. Sonra
derecesi ay derecesinde olan nûrânî varlık ortaya çıkınca birincisinin,
üzerinde olan bu nura dahil olduğunu ve ona izafetle tamamen kaybolduğunu görür
ve “ben batanları sevmem ” der. Böylece yükselmeye devam eder, tâki güneş
derecesindeki nura ulaşır ve onu diğerlerinden daha büyük ve daha yüce bulur.
Fakat onunda başkasıyla bir tür münasebet içinde misal kabul edici olduğunu
görür. Noksanla münasebet, aynı şekilde noksanlık ve yok olmadır. Bu sebeple
de, “yüzümü dosdoğru olarak gökleri ve yeri yaratana çevirdim ”[281] demiştir.[282]
Gazzâlî Mişkâtü'l-envâf
&& “Hz İbrahim’in ve râsih ulemanın yolu” şeklinde ifade
ettiği bu metodu el-Maksadü ’l-esnâ isimli eserinde ise
kelamcılara atfetmektedir. Şöyle ki;
Kelamcılar istidlal makamının en uzağı
olan fiillerle uğraşmaları sebebiyle çoğunlukla dillerinde yaratıcı anlamına gelen
“el-Bârî” ismi dolaşmaktadır. Yaratılanların çoğu önce Onun dışındaki varlıları
görmekte, sonra da gördükleri bu varlıkları Ona delil kabul etmektedir. Bunlar
Allah ’ın, “Göklerin ve yerin melekûtuna ve yaratılan şeylere bakmazlar mı?”[283] buyruğunun
muhatabıdırlar.[284]
Gazzâlî “ilimde
derinleşmiş olan ulemanın ve kelamcılarm metodu” şeklinde nitelendirdiği,
mümkün varlıklardan hareketle gerçek varlığa ulaşmayı geçerli bir tanıma ve
kanıtlama yolu olarak görmekle birlikte, varlıklardan ve fiillerden hareketle
Allah’ı tanımanın uzak bir yol olduğunu ifade etmektedir.[285] O,
sıfatlar yoluyla Onu tanımanın daha uygun olacağını fakat bu yolun da kusurlu
olduğunu belirtmektedir. Buna göre her insan önce kendini tanımakta, sonra
Allah’ın sıfatları ile kendi sıfatları arasında bir mukayese yapmaktadır. Biz
kendimizin kâdir, bilen, hayat sahibi ve konuşan olduğumuzu biliyoruz. Sonra
bunların Allah’ın sıfatları olduğunu da bilmekte veya delil yoluyla öğrenmekte,
fakat onları tam olarak anlayamamaktayız.285 [286] [287] Sanki
biz, Onun hayat sahibi, âlim, kâdir olduğunu anladığımız zaman önce kendi
sözümüzün manasını anlıyoruz ve Onu ancak kendimizle tanıyoruz. Zira sağır bir
insanın “Allah işitendir”, kör olanın ise “Allah görendir” sözünün manasım anlaması
tasavvur edilemez. Allah’ın bizde benzeri olmayan bir vasfı veya bir özelliği
bulunsa, elbette bunun anlaşılması düşünülemez.
b) İkinci metoda göre,
varlığın bilinmesi noktasında zorunlu varlık merkeze alınmakta ve Allah varlığa
delil kabul edilmektedir. Gazzâlî’nin yukarıda ifade ettiğimiz “basiret
sahipleri gördükleri her şeyde Allah’ı beraber gördüler; bir kısmı daha da
ileri giderek hiçbir şey görmedim ki ondan önce Allah’ı görmüş olmayayım dedi”
şeklindeki sözleri bu metodu ortaya koymaktadır. O, el-Maksadü ’l-esnâ isimli
eserinde de konuyla alakalı şu ifadeleri kullanmaktadır:
Tasavvuf ehli nefslerini zatı itibariyle fani görmeleri sebebiyle
sözlerinde ve hallerinde çoğunlukla Allah’ın “hak” ismi cereyan eder. Çünkü
onlar özü itibariyle yok olanı değil, zatında hakîkî olanı düşünürler. Sıdıklar
Onun dışında bir şey görmezler; bu sebeple de Onu mâsivâ ’ya delil kabul
ederler. İşte bunlar “Rabbinin her şeye şahit (delil) olması yetmez mi? ”
ayetini muhatabıdırlar.[288]
Gazzâlî zorunlu varlığın
bilinmesi ve varlığının ispatı noktasında zati nitelikleri esas almakta, diğer
varlıklardan tamamıyla farklı, zatında zorunlu ve yetkin olan bu varlığı diğer
varlıklara delil göstermektedir. Gazzâlî’nin burada ifade ettiği metod, İslam
ve batı felsefesi ve de teolojisinde “ontolojik delil” adıyla meşhur olmuştur.
Bu metoda göre, fiziki âlemden hiçbir delil göstermeksizin varlık fikri esas
alınmakta ve zorunlu varlık bu delilin temelini teşkil etmektedir.[289]
Gazzâlî “ontolojik
delil” şeklinde ifade edilen metoda tamamen mistik bir format kazandırarak[290] sıdıklar
veya arifler dediği kimselerin diliyle hitap etmekte ve ilk olarak zorunlu
varlığın bilinmesini ve Onun varlığa delil kabul edilmesini “Hz Muhammed’in
metodu” şeklinde ifade etmektedir:
Onlardan (Arifler) kimi vardır ki terakki (ilerleme) ve urûç ’ta (yükselme)
zikredilen bölümlerde yavaşça ilerleyip yolu uzatmazlar; hemen kutsalı bilmeye
(mârifetü ’l-kuds) ve Rububiyeti tenzih edilmesi gereken her şeyden tenzih
etmeye geçerler. Diğerlerinde son olarak ortaya çıkan durum onlarda ilk olarak
ortaya çıkar. Bir anda tecelli onlara hücum eder ve Onun her şeyden münezzeh
olan vechi doyu gözüyle ve akıl gözüyle idrak edilmesi mümkün olan her şeyi
yakar. Birincisi Halil’in (Hz İbrahim) İkincisi Habib’in (Hz Muhammed) yoluna
benzemektedir. Adımlarının sırlarını ve makamlarının nurlarını ancak Allah
bilir.[291]
Gazzâlî, Allah’ı hakîkî
manada bilmenin yolunu “Rubûbiyyet sıfatlarının tamamını elde etme” şeklinde
ortaya koymaktadır. Allah’ın hakikatini tam manasıyla tanımanın bundan başka
yolu yoktur. Ancak bu yol, her şeyden yüce olan Allah’a açıktır, başkası için
kesin olarak kapalıdır. Şu halde şanı yüce olan Allah’ın hakikatini Allah’tan
başkasımn bilmesi imkansızdır.[292]
Gazzâlî, Allah’ı tanıma
noktasında insanların farklı derecelerde bulunduğunu belirterek, “Onu en iyi
ariflerin tanıdığım” ifade etmektedir. Arifler için Allah’ı tanımanın son
noktası Onu tanımaktan aciz kalmalarıdır. Hakikatte onların bilgisi, gerçek
anlamda Allah’ı tanımamaları, elbette hakîkî manada Onu tanımanın da mümkün
olamayacağım bilmeleridir. Rubûbiyyet sıfatlarının künhünü kuşatan bir bilgi
ile Allah’ı bilmek muhaldir. Bunu ancak Azîz ve Celîl olan Allah’ın kendisi
bilebilir. Zikredilen şekilde burhana dayanan bir açıklıkla bu hususu arifler
anladıkları zaman bir mahluk için mümkün olan bilginin son mertebesine ulaşmış
olurlar. O halde mahlukat Onun zatının hakikatini mülahaza ederek anlayamaz,
ancak bu durum karşısında hayret ve dehşet içerisinde kalakalır.[293] Gazzâlî
bu durumu şu cümlelerle ifade etmektedir:
Arifler hakikat semasına çıktıktan sonra tek gerçekten başka bir varlık
görmediklerinde ittifak etmişlerdir. Onlardan bir kısmı bu hali ilmi bir
irfanla buldu, kimileride bu hali bir zevk olarak yaşadı. Çokluğu tamamen
atarak salt birlik içinde boğuldular. Bu durumdayken akılları da tamamıyla
giderek sersemleşmiş gibi kalakaldılar. Artık kendi nefsleri de dahil olmak
üzere Allah ’tan başkasını hatırlamaya güçleri kalmadı. Kendilerinde Allah’ın
dışında hiçbir şey kalmadı. Öyle sarhoş oldular ki akıllarının otoritesini
tamamen yitirdiler.[294]
Zorunlu varlığın
hakikatini bilmek imkansız olduğuna göre Onun zatına ait sıfatları da tam
manasıyla bilmek imkansız olmaktadır. Mesela, bir zatın alim olduğunu
bildiğimiz vakit hakikatini anlayamadığımız müphem bir varlığı tanımış
olmaktayız.
Sadece o zatın ilim sıfatım biliriz. Eğer
biz ilim sıfatım hakîkî olarak bilirsek, bu sıfatın hakikatiyle birlikte o
zatın alim olduğunu tam olarak anlarız. Allah’ın ilminin hakikatini ancak o
ilme sahip olan bilir. Bu ilmin hakikatini Allah’tan başkası bilemez. Diğerleri
ancak kendilerindeki ilme kıyasla bunu anlayabilirler. Şam yüce olan Allah’ın
ilmi mahlukatm ilmine benzemez. O halde insanların Allah’ı tanıması tam ve
hakîkî bir tanıma olmaz.[295]
Sonuç olarak Gazzâlî,
varlıktan hareketle ve Allah’ı varlığa delil kabul etme suretiyle Onu bilmeyi
ve ispatlamayı amaçlamakta ve son merhalede zaruri yol ile akıl yürütme yolunu
birleştirmektedir. Duyular âleminin tesirinden kurtulamayanlar, varlıktan
hareketle var edene ulaşmakta, ancak akıl yürütme yoluyla bir sonuca
varmaktadır. Bu metod genel olarak “kozmolojik delil” ismiyle tanınmakta ve son
merhalede, tasavvufta “vahdet-i şuhûd” şeklinde tanımlanan bir anlayışa
ulaşılmaktadır. Duyular âleminin tesirinden kurtulan ise madde âleminin üstünde
olan bir varlığı müşahede etmekte ve bu varlığı zorunlu olarak bilmektedir. Bu
mertebeye ulaşanlar için artık akli bir delile ihtiyaç yoktur. Bu metod ise
genel olarak “ontolojik delil” ismiyle tanınmakta ve son merhalede tasavvufta “vahdet-i
vücûd” şeklinde tanımlanan bir anlayışa ulaşılmaktadır. Yalnız şu hususu da
belirtmek gerekir ki, her iki metodun sonucunda da Allah’ın hakikati tam olarak
bilinememekte, ulaşılan tek sonuç zatının zorunluluğu ve zata bağlı sıfatlar
olarak ortaya çıkmaktadır.
3. Varlık-Mahiyet İlişkisi
Ortaçağ İslam ve
Hıristiyan felsefelerinde en çok tartışılan problemlerden biri mahiyet
(essence) konusu ve varlık-mahiyet arasındaki ilişkidir. Gazzâlî zorunlu
varlığın bilinmesi konusunu anlatırken bu probleme değinmekte ve Tanrının
mahiyetinin bilinip bilinemeyeceği hususunda bazı açıklamalar yapmaktadır.
Gazzâlî’nin açıklamalarına geçmeden önce konu hakkında giriş mahiyetinde kısaca
bilgi vermek uygun olacaktır.
Mahiyet (essence), aslen
Arapça bir kelime olup, iki lafızdan meydana gelmiştir. Bunlar Arapça’daki “ma”
ile “hüve” ve “hiye” lafızlarıdır. Bu lafızların sonuna bir de nisbet ya’sı
eklenmiştir, “ma” lafzı Arapça’da birçok manaya gelmekle birlikte burada iki
anlamda kullanılması muhtemeldir. Birincisi soru edatı olan “ne, “nedir”;
diğeri ise “o şey, o nesne” anlamındadır. Buradaki diğer lafız, Arapça’da
erkekte “hüve” dişide “hiye” şeklinde ifade edilen ve Türkçe’de üçüncü tekli
şahıs olan “o” dur. Bu lafızlardan biri kullanıldığı zaman “ma hüve” veya “ma hiye”
terkibi ortaya çıkmaktadır ki, bu Türkçe de “o nedir?, ne o?, o ki” gibi
anlamlara gelir. Ayrıca bu kavramın “maiyye” den geldiği iddia edilmekte ise de
bunun doğru olma ihtimali zayıftır. Sonuçta mahiyet, “ne ise o” manasına gelen
bir kavram olup, mantıkta bir şeyin aslını ve hakikatini öğrenmek için sorulan
“o nedir? (ma hüve)” sorusuna cevaben o şeyin aslının ve hakikatinin ifade
edilmesidir.295 [296] [297]
Varhk-mahiyet problemine
ilk değinen filozof Aristo’dur. Aristo’ya göre, ontolojik anlamda nesnelerin
varlığı ile mahiyeti birbirinden ayrılamaz, fakat mantıksal olarak, ilineksel
anlamda bir olanın mahiyetiyle özü itibariyle bir olanın mahiyetinin aym olması
zorunlu değildir. Müzisyenlik ve beyazlık gibi ilineksel anlamda varlığın iki
anlamı olduğundan onun varlığı ile mahiyetinin aynı olduğunu söylemek doğru
olmaz. Çünkü beyazlığın mahiyeti insanın veya beyaz insanın aynı değildir,
ilineksel anlamın dışında her varlığın kendisinin mahiyeti ile bir ve aynı
olduğu, aralarında bir ayrılığın bulunmadığı ortaya çıkmaktadır. Bir şeyin
mahiyetini bilmek onun varlığım bilmek demektir.[298] Bir
başka ifadeyle varlık ve mahiyet birbiriyle özdeş olup tanımlan aynıdır. Çünkü
bir olanla bir olanın mahiyetinin bir olan bir şey olması ilineksel anlamda bir
olma değildir.[299] Yani
mahiyetle hüviyet (öz) arasında bir ayrım söz konusu değildir.[300] Ayrıca
Aristo varlık ile mahiyet farklı kabul edilirse, bu farklılığın sonsuza dek
uzanması gerekeceğini de ifade etmektedir.[301]
Varlık ve mahiyet
arasında ilk ayrım yapan filozof ise Fârâbî’dir.[302] Fârâbî,
varlığı mahiyetten ayırmakla hem Platon hem de Aristo’dan ayrılmaktadır.
Fârâbî’ye göre varlık mahiyete katılan bir şey değildir; bilakis o mahiyetten
ayrıdır. Aym zamanda mahiyet varlığın illeti de değildir. Buna göre varlığı
mahiyetinden ayrı olan her şeyin varlığı başkasmdandır. Mümkün varlıklarda
varlık-mahiyet ayrımı yapan Fârâbî, bunlardan hangisinin önce olduğunu
belirtmemektedir.[303] Zorunlu
varlık’ta ise varlık- mahiyet ayrımı yoktur. Onun varlığı ile mahiyeti aym
şeydir. Buna Onun inniyet’i, hakikati veya hüviyeti denir. Zorunlu varlık,
varlığından arı bir mahiyeti olmaması sebebiyle başkasına ihtiyaç duymaz.[304]
îbn Sînâ’nm
varlık-mahiyet konusundaki görüşleri Fârâbî’den fazla uzak olmamakla birlikte
daha sistemli ve teferruatlıdır. İbn Sînâ mahiyeti üç ayrı anlamda kullanır.
Birincisi mutlak mahiyettir. İbn Sînâ bunu zihne ve dış dünyaya nisbet etmeden
“mahiyet olarak mahiyet” şeklinde tanımlar. İkincisi zihinde bulunan mahiyettir.
Bu mantıksal anlamda olup, tümel kavramların zihinsel karşılığıdır. Üçüncüsü
reel olarak varolan şeydir. İbn Sînâ buna varlığın hakikati demektedir. Reel
anlamıyla mahiyet varlıktan önce olup, varlık mahiyete katılan bir niteliktir.[305] Zorunlu
varlık’ta ise varlık ve mahiyet aynı şeydir. Dolayısıyla İbn Sînâ varlığı
mahiyetten ayırmakla ve Zorunlu varhk’ta varlık ve mahiyeti aynı kabul etmekle
Fârâbî’ye katılmakta, fakat mahiyeti varlığa öncelemekle Ondan ayrılmaktadır.[306] [307]
Gazzâlî’ye gelirsek; O
da mahiyeti, “bir şeyin zatıyla ilgili olarak “o nedir?” sorusuna verilen
cevap” şeklinde tanımlamaktadır. Bu cevap o şeyin mutlak özelliğiyle ilgili
olmalı, yani onun hakikatinden haber vermelidir. Gazzâlî’ye göre hakikati
olmayan bir şeyin aklen tasavvur edilmesi imkansızdır. Eğer akıl bir şeyin
sabit olması hususunda onun bâtıl oluğuna hükmediyorsa, bu, o şeyin hakikati ve
tanımının bâtıl olduğunu veya onun akıl dışı bir mefhum olduğunu gösterir. Zira
“o nedir?” sorusu mutlak nitelikten bahsetmektir. Bu ise ancak tammla, yani
zikredilen şeyin mahiyetinin tarif edilmesiyle olur.
Gazzâlî’de mahiyet
kavramı zihinsel tanımaya kabil olan varlıkları kapsadığı gibi bütün
varolanları da kapsamaktadır; çünkü varolan her şey bir hakikat ve mahiyetle
beraberdir. Bu durumda mahiyet bir şeyin hakikati olup bu hakikatten haber
vermektir. Gazzâlî bunu şu cümlelerle ifade etmektedir.
Birisi herhangi bir şeye işaret ederek o nedir? diye sorsa türemiş isimlerin
zikredilmesi asla cevap olmaz. Mesela bir canlıya işaret edilerek o nedir? diye
sorulsa, “uzundur”, “kısadır”, “beyazdır” şeklinde bir cevap verilse; ya da
suya işaret edilerek o nedir? diye sorulsa ve “o soğuktur ” dense; veya ateşe
işaret edilerek o nedir? diye sorulsa “o sıcaktır” dense, tüm bunlar mahiyetin
cevabı olmaz. Bir şeyi tanımak onun türemiş isimlerini değil hakikatini ve
mahiyetini tanımaktır. Halbuki bizim “ateş yakıcıdır” sözümüzün manası,
kendisinde sıcaklık vasfı bulunan müphem bir şeyden ibarettir.[308]
Bütün varlıklarda bir
mahiyet ve hakikatin bulunduğunu kabul eden Gazzâlî, mahiyetin vücuttan ayrı
olduğu fikrini kabul etmez. [309] [310] “Varolan
her mahiyette çokluk vardır; çünkü bir yanda mahiyet bir yanda vücud
bulunmaktadır” fikri son derece "lift
yanlıştır. Burada çokluk yalnız lafza
aittir. Lafza ait çokluk bir tarafa, akıl mevcut olan tek bir mahiyeti daha
kolay tasavvur edebilmektedir. Hakikatin varlığı hiçbir zaman tekliği ortadan
kaldırmaz.[311]
Vücud ve mahiyetin ayrı
olduğu fikrini kabul etmeyen Gazzâlî, mahiyetin varlığın sebebi olduğu fikrini
de kabul etmez.[312] Buna
ruhun bedenin sebebi olmamasını misal gösterir. O mahiyeti nesnelerin sebebi
görmemekle birlikte mahiyetsiz ve hakikatsiz bir varlığın makul olmayacağını
belirtmektedir. Zira hakikatsiz ve mahiyetsiz bir varlık bir bakıma varolmayan
varlık demektir.[313]
Gazzâlî, mahiyetsiz
varlık olamayacağı fikrini benimsedikten sonra, zorunlu varlığın da bir
mahiyeti bulunduğunu belirtmekte, “zorunlu varlıkta mahiyet yoktur” şeklindeki
görüşü şiddetle eleştirmektedir. Gazzâlî ‘ye göre zorunlu varlığın hakikat ve
mahiyeti vardır. Bu hakikat mevcuttur, yani Onun vücuduna ilave edilmiş bir
yokluk ve nefy değildir.[314] Mahiyeti
inkar etmek hakikati inkar etmek demektir. Hakikat kaldırıldıktan sonra vücudun
yalnız lafzı kalır. Mahiyete ilave edilmedikten sonra “varlık” şeklinde
isimlendirilen şey aslen yok demektir, “ilk varlığın hakikati zorunlu
olmasıdır, bu da Onun mahiyetidir” denilmesi de doğru değildir. Çünkü vacib
(zorunlu), ancak illetsiz olma anlamında kullanılır. Bu ise selb’dir, zatın
hakikatini meydana getirmez. Hakikati illetsiz saymak Ondan ayrılmayan
(hakikatin lâzımı) bir husustur. Şu halde hakikat akledilebilir bir şey
olmalıdır ki illetsiz olma ve yokluğu tasavvur edilememekle vasıflanabilsin.
Zaten zorunluluğun da bu anlamlar dışında bir manası yoktur.[315]
Filozofların “zorunlu
varlığın salt varlıktan ibaret olduğu, Onun varlığı dışında bir mahiyeti
bulunmadığı, mümkün varlıklarda mahiyet mesabesinde olan şeyin zorunlu varlıkta
Onun vücudunun zorunluluğundan başka bir şey olmadığı” şeklindeki fikirlerini
kesin ve keskin bir dille reddeden Gazzâlî, aslında bütün karmaşanın zorunlu
varlık tabirinin kullanımındaki yanlışlıktan ve bu kavrama içermediği anlamları
yüklemekten ileri geldiğini belirtmekte, Tehâfüf teki
ifadelerini destekler bir tarzda “vacib (zorunlu)” lafzı ile mahiyetin bir
ilişkisi olmadığım el-Maksadü ’l-esnâ isimli eserinde şu
cümlelerle ifade etmektedir.
“O, varlığı zorunlu olandır. Vücudu imkan dahilinde olan her şeyde yalnız O
’ndan varlık alır. ” sözümüzün O ’nun hakikatinden ve tanımından ibaret
olduğunu söylersen deriz ki, ne kadar yanlış! Zira bizim Vacibü ’l-vücut
(varlığı zorunlu) sözümüz O’nun illet ve failden müstağni olmasından ibarettir.
Bu da Onda sebebin selbine râcîdir. “Varolan her şey O’ndan varlık alır”
sözümüz ise fiillerin O’na izafetine râcîdir. Mesela bize “Bu şey nedir?”
şeklinde bir soru sorulsa ve biz de bu faildir desek bu bir cevap olmaz; “O,
bir illeti bulunandır” desek yine cevap olmaz. O halde “O illeti olmayandır”
sözümüz nasıl cevap olsun? Tüm bu cevaplar nefy veya ispat için zatı dışında
zatına yapılan bir izâfeti haber vermektir. Böyle ise tüm bunlar isimlerden,
sıfatlardan, izafetlerden ibarettir.[316]
Gazzâlî, Tanrının
mahiyeti ile ilgili verilen cevapların aslında O’nun mahiyetini ortaya
koymadığım, bunların sadece isimlerden sıfatlardan ve izâfetlerden ibaret
olduğunu belirtmekte; dolayısıyla, zorunlu varlığın bir mahiyeti olduğunu kabul
etmekle birlikte bunun bilinemeyeceğini ifade etmektedir. O Mişkâtü’l-envâr’da, tanrının
mahiyetinin bilinememesini, Onun her türlü nisbetten uzak olmasına bağlamakta
ve konuyu izah etmek amacıyla Şuarâ suresinde anlatılan Hz. Musa ile Firavun
arasındaki bir diyalogu aktarmaktadır. Şöyle ki;
“Ellezi ” lafzı müphem bir işaret anlamında olup Onunla bir münasebeti
yoktur.[317] Birisi
bize “Ellezi mefhumunun misali nedir?” diye sorsaydı buna cevap verilemezdi.
Her türlü münasebetten münezzeh olan tek gerçek O’dur. Bu sebeple Araplardan
bir kısmı Allah’ın elçisine “Allah’ın nesebi nedir?” şeklide bir soru
sorduklarında, onlara cevaben “De ki o Allah birdir; Allah samed’dir;
doğurmamıştır, doğur almamıştır; hiçbir şey O’na denk değildir” ayetleri nazil
oldu. Bunun manası O’nu her türlü nisbetten takdis ve tenzih etmektir. Yine
Firavun Musa’ya Allah’ın mahiyetini anlamak ister gibi “Alemlerin rabbi nedir?
(Şuarâ/23) ” diye sorduğu zaman Hz. Musa ancak Onun fillerini tarif etmek
suretiyle cevap verebildi. Zira sorana göre fiiller daha açıktır. Böyle olduğu
için “Göklerin ve yerin rabbi (Şuarâ/24)” şeklinde bir cevap verdi. Firavun
etrafındakilere mahiyet hakkında verilen cevabın eksikliğini kastederek
“İşitmiyor musunuz?(Şuarâ/25)” dedi.Bunun üzerine Hz.Musa “Sizin ve sizden
önceki atalarınızın rabbi (Şuarâ/26)” şeklinde başka bir cevap verdi. Firavun
Hz. Musa’nın bu halini deliliğe nisbet etti. Zira O misal ve mahiyetten
soruyor, Hz.Musa ise fillerle cevap veriyordu Akabinde de “Size gönderilen
peygamber muhakkak delidir. (Şuarâ/27) ” dedi.[318]
Gazzâlî burada zorunlu
varlığın mahiyetinin bilinemeyeceğine işaret etmekle birlikte, tanrının
mahiyetinin varlık kategorilerine yüklenen (cevher, araz, cisim, ruh, akıl vb.)
anlamlarla ifade edilemeyeceği, Rab oluşu ile ilgili kimliğini yansıtacak
şekilde, ancak Rubûbiyyet sıfatlarıyla anlatılabileceği noktasına vurgu
yapmaktadır. O, Meâricü’l-kuds'te de mahiyeti ifade etmek
amacıyla aynı ayetlere atıf yapmakta ve Rubûbiyyet’i vurgulamaktadır.[319] Ayrıca
belirtmek gerekir ki, tanrının bilinmesi ve mahiyeti konusunda aym ayetler ve
benzer ifadeler İhvan-ı Safâ risalelerinde de geçmektedir.[320]
Sonuç olarak ifade
edecek olursak; Gazzâlî mahiyeti varlığın hakikati anlamında kullanmakta,
varlık-mahiyet ayrımının ancak zihinsel anlamda ve lafızlarda mümkün olacağını,
reel anlamda ise bunun imkansız olduğunu ifade ederek Aristo ile aym kanaati
paylaşmaktadır. Bu bağlamda O, zorunlu varlığın da bir mahiyeti olduğunu
söylemektedir. Bu mahiyet varlık kategorilerine yüklenen anlamlardan uzaktır.
Zira Allah Teâlâ mahiyet ve hakikati ile değil ancak Rubûbiyyet özellikleri ile
bilinmektedir. O, tanrının mahiyeti konusunda tamamıyla agnostik bir tutum
sergilemektedir. Dolayısıyla, O’nun mahiyet araştırması ontolojik olmaktan
ziyade transandantal bir nitelik taşımaktadır.
4. Zorunlu Varlık
Tasavvurundaki Farklıklar ve Sebepleri
Gazzâlî, “zorunlu
(hakîkî) varlık” şeklinde nitelediği tanrının, insanlar tarafından farklı
şekillerde tasavvur edilmesini, Mişkâtü'l-envâr'ya. üçüncü
bölümünde, “Allah’ın nur ve zulmetten yetmiş (veya yetmiş bin) perdesi vardır;
onları açsa yüzünün nur ve azameti O’nu gören herkesi yakar” hadisi bağlamında
ele alıp incelemektedir. O, Tanrı hakkında farklı inançların oluşmasını, “hicap
(perde)” şeklinde nitelendirdiği bir kısım engellerle ilişkilendirir. Burada
“hicap (perde)” sembolüyle ifade edilen engeller bizzat Tanrının zatından kaynaklanmamaktadır;
bilakis O zatıyla ve zatı için tecelli etmektedir. Bu durumda, perdeyi
perdelenene göre izah etme mecburiyeti vardır. Bu bağlamda Gazzâlî, farklı
inançların oluşmasına sebep olan perdeleri, “nur (soyut)” ve “zulmet (maddi)”
şeklinde ikiye ayırırken,320 [321] Tanrı
tasavvurları bakımından insanları üç ayrı kategoride değerlendirmektedir.[322] [323]
a. Salt Karanlıkla
Perdelenenler
Bu gruba dahil olanlar
salt maddeyle veya maddi şeylerle bir şekilde ilişkili olan perdelerle
engellenmişlerdir. Gazzâlî bu engelleri salt karanlık (zulmetüT-mahz) şeklinde
nitelendirmekte, Allah’a ve Ahiret’e inanmayan mülhidleri bu grup içerisinde
değerlendirmektedir. O, mülhidleri de şu sınıflara ayırmaktadır:
a) Birinci sımf âleme bir sebep aradı ve tabiatı buldu. Mutlak sebep olarak
o o
O •
tabiatı kabul etti. “Et-Tab”, cisimlere
mahsus bir sebep, onlarla ilgili bir haldir, ilmi, idraki, kendini bilememesi
ve gören bir gözünün bulunması sebebiyle salt karanlıktır.
b) İkinci sınıf âleme bir sebep aramak için uğraşmayanlardır. Bunlar kendi
nefislerini (arzularını) tanrı edinmişlerdir. Allah Teâlâ’mn “hevâsmı tanrı
edinen kimseyi gördün mü? (Câsiye, 45/23)” ayetiyle bu grup kastedilmektedir.
Ayrıca bu grup da nefsin farklı isteklerini tanrı kabul etmeleri sebebiyle
kendi içerisinde faklı kısımlara ayrılmaktadır:
1) Birinci grup mutluluğa götüren asıl gayenin yeme, içme, kadın, eğlenme olduğunu
zannetmişler ve bu türden zevklerle meşgul olmuşlardır. Bunlar hayvanlar gibi,
hatta onlardan da düşük bir hayat yaşarlar. îşte bunlar lezzetin kullarıdır,
sadece ona taparlar.
2) İkinci grup istilayı, adam öldürme ve esir etmeyi en büyük lezzet olarak
kabul ederler. Bunlar yırtıcı sıfatlarla perdelenenlerdir.
3) Üçüncü grup mutluluğa götüren asıl gaye olarak mal ve servet çokluğunu
görmüşlerdir. Onlara göre servet bütün isteklere ulaşmanın yegane aracıdır.
Bunlar hayatlarım mal biriktirmekle heba ederek servetin kulu olmuşlardır.
4) Dördüncü grup makam sahibi olmayı, ünlerinin her tarafa yayılmasını, nüfuz
ve tebaalarının fazla olmasını en büyük saadet olarak görmüşler, bu yolda tüm
servetlerini ve ömürlerini harcamışlardır. İçlerinde öyleleri vardır ki, halk
kendisini hakir görmesin diye evinde aç durur, bütün parasım giyim-kuşam için
harcar. Bunların tamamı nefislerinin karanlık olması sebebiyle salt karanlıkla
Allah’tan perdelenmişlerdir.
Gazzâlî bu gruba dahil
olanları tek tek saymanın anlamsız olduğunu ve bunların cinslerini belirtmenin
yeterli olacağım ifade eder. O “salt karanlıkla perdelenenler” şeklinde
sembolize ettiği bu grubu genel olarak “mülhidiler (ateistler)”[324] [325] [326] şeklinde
nitelendirdikten sonra, bunların sınıflarını, “âlemi ve tanrıyı salt madde ve
madde temeli üzerinde yorumlayan materyalistler (maddiyyûn)”, tabiatı ilâh
kabul eden bir kısım natüralistler (tabiiyyûn), nefislerini ve nefislerinin
arzularım ilâh edinen hedonistler” olarak ortaya koymaktadır.
b. Karanlıkla Karışık Bir
Nur’la Perdelenenler
Bu guruba dahil olanlar
his, hayal ve bozuk akli mukayeseler sonucunda belli bir tanrı tasavvuruna
ulaşmışlar, yalnız cemâl, celâl, izzet ulüv vb. Uluhiyyet sıfatlarını başka
varlıklara vermek suretiyle onlara tanrılık izafe etmişlerdir. Gazzâlî bunları üç
başlık altında incelemektedir.
1. Duyu (His) ile
perdelenenler
İnançları üzerine hissi
temayülleri ağır basan yani nefsine iltifattan vazgeçmeyen ve rabbini bilmeyi
arzulamaktan da uzak olmayan herkes bu gruba girer.
Bunların birinci kısmım putperestler son
kısmım ise Seneviyye ekolü oluşturur. İkisi arasında da pek çok dereceler
mevcuttur.
a) Birinci grup putperestlerdir. Kendilerinin bir tanrısı olduğunu ve onu
karanlık nefislerine tercih etmeleri gerektiğini bilirler. Tanrılarının her
şeyden üstün olduğuna inanırlar. Fakat onlar duyular âlemini aşamadıklarından
his karanlığına takılmışlardır. Altın gümüş yakut gibi cevherlerden en güzel
şekilde heykeller yapıp bunları ilâh kabul ederler. Onlar izzet ve cemal
nurları ile perdelenmişlerdir. İzzet ve cemal ise Allah’ın sıfatlarından ve
nurlarındandır. Fakat onlar bu sıfatlan algılanan cisimlere atfederler.[327]
b) İkinci grup uzak Türkistan’da bir topluluktur. Bunlar bir tanrı fikrine
sahiptirler. Bu tanrı eşyanın en yücesidir Gayet güzel bir insan, bir ağaç, bir
at veya bunların dışında bir şey gördüklerinde ona secde ederler ve “O
Tanrımızdır” derler. Bunlar his karanlığı ile beraber güzellik nûruyla
perdelenmişlerdir. Onlar “Puta tapanlar” dan daha ziyade “Nuru gözetenler”
sınıfına girerler. Çünkü onlar belirli bir şahsa değil mutlak güzelliğe
taparlar ve güzelliği yalnız bir şeye tahsis etmezler.
c) Üçüncü grup zatında nurani şeklinde güzel, nefsinde otorite sahibi,
görünüşünde kuvvetli, kendisine yaklaşmaya güç yetirilemeyen bir tanrıya
inanırlar, fakat onun algılanabilir olması gerektiğini de söylerler. Çünkü
onlara göre duyularla algılanamayan şeyin manası yoktur. Bu düşünceye sahip
olanlar ateşin bu özellikleri taşıdığını fark ettiler, ona taptılar ve onu
tanrı edindiler. Onlar saltanat (yetkinlik) ve kıymet nûruyla
perdelenmişlerdir. Bunların tamamı Allah’ın nurlarındandır.
d) Dördüncü grup dedi ki, yakmak ve söndürmek suretiyle biz ateşe hükmederiz,
o bizim tasarrufumuz altındadır. Bu durum ise ilâhlık için uygun değildir.
Bilakis bu sıfatları taşıyan varlığın tasarrufumuz altında olmaması, yükseklik
ve yücelik ile vasıflandığı için bizim onun kudret ve tasarrufu altına girmemiz
gerekir. Bu sebepten dolayı yıldızlara bazı tesirler atfettiler ve astroloji
ilmi aralarında yayıldı. Yıldızların bir çok etkileri bulunduğuna
inandıklarından bir kısmı Şa’ra yıldızına bir kısmı da Müşteri ve bunlar
dışındaki diğer yıldızlara taptılar. Bunlar yükseklik, işrak (doğma) ve istila
(hakim olma) nurları ile perdelenmişlerdir. Bunlar ise Allah’m nurlarmdandır.
e) Beşinci grup prensip itibari ile bir önceki gruba destek oldu. Fakat
“Tanrımızın nurani cevherlere izâfetle küçüklük ve büyüklükle vasıflanmaması,
bilakis onun nurların en büyüğü olması gerekir.” dediler. Güneş nurların en
büyüğüdür diyerek ona taptılar. Bunlar kalan diğer nurlarla beraber his
karanlığı ile karışmış büyüklük nûru ile perdelenmişlerdir.[328]
f) Altıncı grup bir önceki grubu da aşarak “Nûrun tamamı güneşte toplanmış
değildir, bilakis güneşten başkasımn da nurları vardır, nûrâniyette tanrının
ortağının olması uygun değildir” dediler. Böylece âlemdeki nurların tamamını
kapsayan mutlak nura taptılar ve onun âlemin tanrısı olduğuna, tüm iyiliklerin
ona ait olduğuna inandılar. Sonra âlemde kötülükler olduğunu gördüler ve tanrılarım
kötülükten tenzih etmek için kötülüğü ona izafe etmediler. Böylece nur ile
zulmet arasında devamlı bir mücadele fikri ortaya attılar. Alemi nur ve zulmet
olarak ortaya koydular ve muhtemelen o ikisini “Yezdan ve Ehrimen” olarak
isimlendirdiler. Onlar Seneviyye ekolüdür.[329] Bu
konu hakkında bu kadar hatırlatma yeterlidir. Yoksa onların bölümleri bu
sayılanlardan daha fazladır.[330]
2. Hayal ile perdelenenler
Bu grup hayal karanlığı
ile birlikte bulunan bir kısım nurlarla perdelenmişlerdir. Bunlar duyuları
aşarak onun ötesinde bir âlem olduğunu kabul ettiler, fakat hayal mertebesini
geçmeleri mümkün olmadı. Zira onlar arş üzerinde oturan bir varlığa taptılar.
Onların en alt derecesi Mücessime, sonra da Kerrâmiyye sınıflarının tamamıdır.
Gazzâlî bunların görüşlerinin tamamını açıklamasının imkansız olduğunu, sözü
çoğaltmanın da bir faydası olmayacağım ifade ettikten sonra bu gruba dahil
olanların en üstününün “Allah’ı cisim ve cisme ait tüm arazlardan tenzih edip
sadece üst (fevk) cihetini kabul edenler” olduğunu belirtir. Onlara göre yönlere
nisbet edilmeyen, âlemin içinde veya dışında olmakla vasıflandırılamayan bir
varlık mevcud değildir, çünkü böyle bir varlık hiçbir şekilde tahayyül
edilememektedir. Bunlar, makûlâtm ilk derecesinin yönlere nisbeti geçmek
olduğunu anlayamamışlardır.[331] [332]
3. Akil ile perdelenenler
Bu grup bozuk akli
mukayeselerle birlikte bulunan İlâhî nurlarla perdelenmişlerdir. Bunlar işiten,
gören, konuşan, bilen, kâdir, dileyen, hayat sahibi ve yönlerden münezzeh bir
ilâha ibadet ettiler. Fakat bu sıfatları kendi sıfatları gibi yorumladılar. Bir
kısmı, “Onun konuşması bizim konuşmamız gibi ses ve harften ibarettir” dedi.
Bir kısmı ise bunları aşarak, “hayır, Onun konuşması ruhumuzun konuşması gibi
ses ve harften ibaret değildir” dedi. Bunların işitme, görme hayat sıfatları
hakkındaki düşünceleri araştırıldığında, her ne kadar lafız olarak inkar
etseler de mana bakımından teşbihe saptıkları görülür. Çünkü bunlar bu
sıfatların Allah’a verilmesinin manasını anlayamamışlardır. Bundan ötürü
Allah’ın iradesi hakkında “ O da bizim irademiz gibi hadistir, O da bizim gibi
istedi ve arzu etti” dediler. Gazzâlî meşhur mezhepler olduğu için bunları
açıklamaya gerek olmadığım belirtmektedir. İşte bu grup, bozuk akli
mukayeselerin karanlığı ile birlikte bulunan nurların tamamıyla 007
perdelenmişlerdir.
Sonuç olarak ifade edecek
olursak; “karanlıkla karışık bir nurla perdelenenler” başlı altında Gazzâlî,
farklı algılar neticesinde ortaya çıkan bir kısım tanrı inanışlarının gelişim
haritasını çıkarmaktadır. Burada sıralanan farklı yaklaşımların ortak özelliği;
maddi varlıkla karışık “antropomorfık” bir tanrı anlayışının benimsenmiş
olmasıdır.
c. Salt Nur’la
Perdelenenler
Gazzâlî bu gruba dahil
olanlarında pek çok sımfı bulunduğunu, buların tamamını saymasının mümkün
olmadığını, sadece üç gruba değinmekle yetineceğini ifade etmektedir.
a) Birinci grup sıfatların manasını derinlemesine araştırdılar ve anladılar
ki, kelam, irade, kudret, ilim ve diğer sıfatların Allah’a verilmesi beşere
verilmesi gibi
değildir. Bu sebeple Allah’ı bu sıfatlarla
tarif etmekten utandılar ve onu mahlûkâta izâfetle tarif ettiler. Dediler ki,
bu sıfatların manalarından mukaddes ve münezzeh olan Rab, gökleri hareket
ettiren (muharrik) ve idare edendir (müdebbir).[333]
b) îkinci grup, göklerde çokluk olduğunu, her göğü hareket ettirme özelliğine
sahip “melek” şeklinde isimlendirilen başka bir varlığın bulunduğunu, ayrıca
bunlarda da çokluk olduğunu fark etmeleri sebebiyle birinci grubu geçti. Bu
varlıkların İlâhî nurlara olan nisbeti yıldızlara nisbet gibidir. Sonra gökleri
de başka bir feleğin kapladığını ve feleğin hareketiyle gece ve gündüz bir
defada hareket ettiğini gördüler ve dediler ki, bu durumda Rab bütün felekleri
kaplayan en uzak feleği hareket ettirendir. Çünkü onda çokluk yoktur.
e) Üçüncü grup bunların
hepsini aşarak dediler ki, cisimleri doğrudan hareket ettirme Allah’ın
kullarından melek şeklinde isimlendirilen bir kulun âlemlerin rabbine bir
hizmeti, Ona kulluk ve tâati olması gerekir. Bu varlığın salt İlâhî nurlara
nisbeti algılanan nurların aya nisbeti gibidir. Bu manada, muharrik olması
sebebiyle Mutâ’yı rab zannettiler. Tüm bu ifadelerden sonra Gazzâlî diyor ki;
yüce Rab doğrudan değil emir yoluyla hepsine bir muharrik bulur. Bu enirin
kısımları ve mahiyeti kapalıdır. Akıllardan çoğu onu anlamaktan acizdir. Bu
kitabın da bunu açıklamaya tahammülü yoktur.[334]
Gazzâlî’nin birinci
gurupla Mutezileyi, ikinci grupla Eşarîler’i, üçüncü grupla da Meşşâî
filozofları kastettiği anlaşılmaktadır.
d. İlâhî Nur’a Ulaşanlar
Gazzâlî, sahih bir tanrı
inancına sahip olduklarım düşündüğü ve “vâsilûn” şeklinde isimlendirdiği bu
sınıfa İlâhî nurların farklı şekillerde tecelli ettiğini ifade etmekte ve
onları dört grupta değerlendirmektedir.
a) Birinci grup “Mutâ” şeklinde isimlendirilen bu varlığın salt birlik ve
mutlak yetkinlikten uzak bir sıfatla nitelendiğini anladılar. Gazzâlî bu
niteliğin bir sır olduğunu, bu kitapta bu sırrı açıklamasının mümkün olmadığım
ifade ettikten sonra, bu varlığın nura nisbetinin güneşin nurlara nisbeti gibi
olduğunu belirtmekle yetinmektedir.
b) İkini grup gökleri ve en uzak feleğin hareketini ve de bu ikisini hareket
ettiren emri aşarak; gökleri, en uzak feleği ve onları hareket ettiren emri
yaratana yöneldiler. Sonunda akıl (kalb) ile idrak edilen her şeyden münezzeh
olan bir varlığa ulaştılar. Onun yüce ve ilk olan vechinin azametinden, bakanların
gözleriyle ve basiretleriyle idrak ettikleri her şey yandı. Onu daha önce
vasıflandırdığımız tüm özelliklerden münezzeh ve mukaddes buldular. Gazzâlî bu
grubu da sınıflara ayırarak sözlerine şöyle devam etmektedir:
1) Onlardan kiminin gözünde idrak ettiği her şey yandı, mahvoldu ve dağıldı;
sadece cemal ve kudsün mülâhazası, onların İlâhî hazrete ulaşmalarına sebep
olan Allah’ın zatının mülahazası kaldı. Dolayısıyla onlarda görülen dışında
gördükleri her şey yandı.
2) Havâssü’l-havâs (seçkinlerin seçkini) şeklinde isimlendirilen bir topluluk
bunları de geçti. Allah’ın vechinin azameti onları yaktı; celal kudreti onları
bayılttı; dağılıp mahvoldular; tamamen kendilerinden geçtiler (nefisleri yok
oldu); hiçbir lezzet duymaz oldular; sadece gerçek bir (vâhidü’l-hak) kaldı; “
Onun vechinden başka her şey yok olucudur” sözünün manası onlarda bir hal, bir
zevk halini aldı. îşte bu Allah’a ulaşanların (vâsılûn) son derecesidir.
Gazzâlî düşüncelerinin
sonunda vahdet-i vücûd anlayışına benzeyen bir nazariyeye ulaşmaktadır. Zira
buradaki açıklamalara göre ariflerin varlık anlayışı Vahdet-i vücûd’u
andırmaktadır. Gazzâlî, vecd halindeki aşıkların kendilerinden geçerek
söyledikleri, Hallâca ve Bayezid’e ait olan ve Vahdet-i vücûd’un ilk
tezahürleri olarak bilinen “ben hakkım”; “kendimi teşbih ederim, şanım ne
yücedir”; “cübbemin içinde Allah’tan başkası yoktur” şeklindeki sözleri de
savunmaktadır.[335] [336] O,
aşıkların sekr halinde söyledikleri bu sözlerin saklanması gerektiğini söyler.
Çünkü sarhoşluk halleri geçip Allah’ın yeryüzündeki mîzânı olan aklın hükmüne
döndüklerinde bu sözlerin yanlış olduğunu kendileri de anlamaktadır.[337]
Gazzâlî her ne kadar bu
sözlerin söylenmemesi gerektiğini ifade etse de, aslmda O, bunların gerçek
tevhidin anlaşılması sonucunda sadır olan sözler olduğuna inanmakta, bu inancım
da şöyle temellendirmektedir;
Muvahhidin hareketleri dünya
semasındandır; işitme, görme, gibi duyuları bunun üstündeki bir semadandır;
akıl ise bunlardan da üstedir. O akıl semasından mahlukatın miracının son
noktasına yükselir. Teklik (ferdâniyet) memleketinde yedi tabakayı tamamlar,
sonra vahdaniyet tahtına oturur. Göklerin tabakalarına emrin tedbir edilmesi bu
merhalededir. Artık bakan bu hali gördükten sonra dilinden “Allah insanı rahman
suretinde yarattı ” sözleri dökülür. Bilinmelidir ki, bu söz, tıpkı “ben
hakkım”, kendimi teşbih ederim” sözleri gibi tevile muhtaçtır.[338] [339]
Gazzâlî’ye göre
ariflerin gerçek birliğe ulaşmaları ve onda yok olmaları hakîkî bir birleşme
değildir, sadece birleşmeye (ittihâd) benzemektedir. Bu durum, aşık birinin
“ben sevdiğim, sevdiğimde ben” sözüne; veya aynada kendini görüp aynanın
farkında olmayan, görüntüyü aynayla bitişik zanneden kimseye; ya da şişenin
içindeki şarabı şişenin rengi zanneden kimsenin haline benzemektedir. Bu, hal
sahibine izâfetle “fenâ (yok olma)” şeklinde isimlendirilir.[340] Hatta
buna “fenâü’l-fenâ (yok olmanın yok olması)” denilir. Çünkü, bu durumda olan
kimse hem kendinden geçmiş, hem de kendinden geçmekten geçmiştir; O, kendini
bilmediği gibi kendini bilmediğini de bilmemektedir. Eğer kendini bilmediğini
bilseydi kendini bilmiş olurdu. Bu hal içerisinde boğulmuş olana izâfetle bu
duruma, mecaz diliyle “ittihâd (birleşme)” hakikat diliyle “tevhîd (birleme)”
denilir.[341]
Toparlayacak olursak;
Gazzâlî’nin, “O nurların bütünüdür, küllî nurdur”[342],
“hepsi O’nun nûrundandır, belki de hepsi O’dur”, “Ondan başka O yoktur.[343] Çünkü
o (zamir) işaret edilen şeyden ibarettir. Her işaret de Ona olduğuna göre başka
O nasıl olabilir?”[344] şeklindeki
bu ve benzeri sözleri ve varlıkta ulaştığı son nokta, Vahdet-i vücûd’u veya
Panteizm’i andırmaktadır.[345] Gazzâlî’nin
şu ifadeleri Onun gerçekte nasıl bir anlayışa sahip olduğunu göstermektedir:
Bazı kıt akıllılar, “nur ’un bütün eşyayla birlikte bulunması gibi Allah ta
her şeyle beraberdir” sözümüzü “O her mekandadır” şeklinde anlarlar. Allah
Teâlâ mekana nisbet edilmekten yüce ve mukaddestir. Halbuki, “O her şeyden
öncedir”, “O her şeyin üstündedir”, “O her şeyin kaynağıdır" şeklindeki
sözlerimiz bu hayali uyandırmaktan uzaktır. Basiret sahibinin bilgisinde muzhir
(vâreden, gösteren) muzhar’dan (varolan, ortaya çıkan) ayrılmaz. “ O her şeyle
beraberdir” sözüyle bunu kastetmekteyiz. Aynı zamanda muzhir’in muzhar’dan
önce, onun üstünde, bir yönüyle de onunla beraber olduğu sana gizli değildir.
Zira O bir bakıma onunla beraber, bir bakıma da onun üstündedir. Bu söz çelişik
değildir. Bulunduğun düzeyin bilgi ölçütü olan duyuları dikkate al; elin
hareketinin nasıl elin gölgesinin hareketiyle beraber, aynı zamanda ondan önce
olduğuna bir bak! Kimin bunu anlamaya gücü yetmezse ilmin bu dalından kaçınsın.
Her ilmin kendine mahsus adamları vardır; herkes yaratılışı ölçüsünde başarılı
olabilir.[346]
Gazzâlî bu sözleriyle,
yukarıda ifade ettiğimiz vahdet-i vücûd’u veya panteizmi andıran sözlerini
telafi etmiş, bize göre üzerindeki bütün şüpheleri kaldırmıştır. Ayrıca, “Allah
insanı rahman suretinde yarattı, kendi suretinde değil” sözü de Gazzâlî’nin
panteist olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.[347] Şunu
ifade etmek gerekir ki; ariflerin
her şeyi kapsayan bir vahdet (birlik)
müşahede ettiklerini söylemeleri, gerçekte Allah’ın birliğini tanımaktan, yani
Ondan başka gerçek bir varlık olmadığının farkına varmaktan başka bir şey
değildir.[348] Bu
durum ise vahdet-i vücûd’dan (varlıkta birlik) ziyade vahdet-i şuhûd (birliği
müşahede etme) anlayışım yansıtmaktadır. Bu sebeple Gazzâlî, ariflerin
müşahedesinin mecazen birleşme (ittihâd), hakikatte ise tevhîd olduğunu
söylüyor. Burada tevhîd, “hakikatte yalnız Allah’ın birliği müşahede edilir”
manasınadır. Dolayısıyla Gazzâlî’nin -her ne kadar sözlerinin bir kısmı
vahdet-i vücûd anlayışını yansıtsa da- Vahdet-i vücûd’cu olduğunu söylemek
oldukça güçtür. Onun panteist olduğu iddiası ise gülünçtür.
B. MÜMKÜN (MECAZÎ) VARLIK
Gazzâlî’de varlık
kategorilerinden İkincisini mümkün varlık veya mecazi (ariyet) varlık
oluşturmaktadır. O tek zorunlu varlık olarak kabul ettiği Allah Teâlâ dışındaki
tüm varlıkları bu sınıf içerisinde değerlendirmektedir. Gazzâlî’de ki bu genel
kabul sebebiyle Allah Teâlâ dışındaki tüm varlıklar ve varoluş problemi bu
başlık altında incelenecektir. Gazzâlî’nin varoluş hakkındaki düşüncelerine
geçmeden önce, mümkün varlığın temel özelliklerine, Onun “mümkün” kavramına
yüklediği anlamlarla birlikte değinmek uygun olacaktır.
1. Mümkün Varlığın
Özellikleri
Mümkün, farklı
anlamlarda kullanılan müşterek bir isimdir. Gazzâlî mümkün kavramının
varoluşsal açıdan dört anlamda kullanıldığını ifade etmektedir. Buna göre;
a) Genel anlamıyla mümkün, “varlığı imkansız olmayan” anlamındadır. Bu
anlamda, VâcibüT-vücûd (varlığı zorunlu) kavramı da bu kategoriye girer.
Gerçekte Onun varlığı mümkündür. Çünkü O hiçbir şekilde varlığı muhal olmayan
varlıktır. Bu anlamdan olmak üzere varlık, “mümtenî ve mümkün” yani “imkansız
ve imkansız olmayan” şeklinde ikiye ayrılır. “Vacip” ve “caiz” kavramları da bu
kategori içerisinde değerlendirilir.
b) Özel anlamıyla mümkün’le varlık ve yokluğun tamamından zaruretin
kaldırılması kastedilir. O, “varlığı ve yokluğu imkansız olmayan şey” demektir.
Vacip (zorunlu) bu kategoriden çıkartılır. Bu itibarla varlık üç’e ayrılır.
1. Varlığı imkansız, yani yokluğu zaruri olan
2. Varlığı zorunlu, yani varlığı zaruri olan
3. Varlığı ve yokluğu zaruri olmayan, bilakis ikisine de nisbeti aynı olan
şey; bununla “mümkün” kastedilir.
c) Diğer anlamıyla mümkün, “herhangi bir durumda varlığında zaruret olmayan
şey” demektir. Bu bir öncekinden daha özel bir kullanımdır. İnsanın yazması
mümkündür, fakat hareketli olan bir şeyin değişime uğraması böyle değildir,
çünkü hareketli olan bir şeyin her durumda değişime uğraması zaruridir.
Dolayısıyla, dünya güneş ile ay arasına girdiği zaman ay tutulması zaruri
olmaktadır. Bu tanıma göre varlık; “vacib”, “mümkün”, “zaruri bir hal ile
varolan”, “varoluşunda bir zaruret bulunmayan” şeklinde bölümlenir.
d) Daha özel anlamda mümkün, “şimdi varolmayan fakat gelecekte varolması da
muhal olmayan şey” demektir. Yani varlığı kuvve halinde olup fiile çıkmamış
olan şeye “mümkün” denilmektedir. Bu anlamda, “âlem şu anki varlığıyla
mümkündür” denilemez, bilakis “vücûbundan (gereklilik) önce mümkündü” denilir.[349]
Gazzâlî, zatıyla kaim
olmayıp varlığını başkasından alan tüm varlıkları “mümkün” kategorisinde
değerlendirir. O, zorunlu varlık başlığı altında değindiğimiz elbise-zengin,
köle-efendi örneklerinde, mümkün varlığı “mecazi varlık veya ödünç varlık”
şeklinde nitelendirmekte, zatı itibariyle değerlendirildiğinde bu varlığın salt
yokluk olduğunu ifade etmektedir.[350] Gazzâlî’nin
varlığı özü itibariyle salt yokluk olarak kabul etmesi, imkânın varlığın özünde
bulunan bir nitelik olmadığım ortaya koymaktadır. Çünkü, müşahhas gerçekliğe
sahip olan her varlığa imkansızlık atfetmek mümkündür, imkansızlık
atfedilemeyen varlık mümkün değil zaruri olmak zorundadır. Şu halde, tıpkı
imkansızlık gibi mümkün lafzı da bir kavramdan ibarettir. Mümkün varlığın “salt
yokluk” kabul edilmeyip özü itibariyle varsayıhnası, salt düşünceden fiili
varoluşa metafizik bir sıçrama yapmak anlamına gelecektir ki, işte bu ontolojik
bir yanılgıdan başka bir şey değildir.[351]
2. Yaratma ve Feyezan
(Sudûr) Meselesi
Eserin en kompleks
meselelerinden biri tanrı-âlem ilişkisi bağlamında tartışılan yaratma veya feyz
(sudûr) problemidir. Şüphesiz bu problem Gazzâlî’nin varlık derecelendirmesiyle
de yakından ilişkilidir. Bu sebeple yaratma ve feyz (sudûr) problemine geçmeden
önce Gazzâlî’nin varlık derecelendirmesine kısaca değinmek uygun olacaktır.
Gazzâlî, mülk ve melekût
âlemi şeklinde isimlendirdiği iki ayrı varlık alanı kabul etmektedir.[352] Bu
iki âleme nisbetle ruhanî ve cismânî olmak üzere iki çeşit varlık vardır.
Melekût âleminde bulunan varlıklar soyut cevherlerdir.[353] Bu,
bir mevzûda olmayan, yani kendi başına varolan varlıktır.[354] Bu
sebeple bu âleme; aklî, ruhânî ve nûrânî âlem de denilmektedir. Bu âlemin
karşısında; süfli, cismânî ve zulmânî[355] olarak
nitelendirilen mülk âlemi vardır ki, duyularla algılanan tüm somut varlıklar bu
âlemi oluştururlar.[356] Bu
âlem; nicelik (kemiyet), nitelik (keyfiyet), görelik (izâfet), yer (eyne),
zaman (metâ), konum (vaz’), iyelik (lehû), etki (yef al), edilgi (infial),
şeklinde isimlendirilen bir takım arazlarla nitelenen varlıkları kapsamaktadır.
Varlık alanlarına ileride ayrıca temas edilecektir.
Varlıktaki temel
ayrımları bu şekilde ortaya koyan Gazzâlî, dereceleri bakımından bütün
mevcûdâtı üç bölüme ayırmaktadır. Bu ayrıma göre;
a) En alt tabakada cisimler yer alır.
b) En üst tabakada madde ve maddeyle ilintili her şeyden uzak, en değerli
varlıklar olan ve dînî terminolojide mukarreb meleklere karşılık gelen faal
akıllar yer alır.
c) Bu iki tabakanın ortasında ise dini terminolojide gök meleklerine karşılık
gelen nefsler (ruhlar) yer alır.[357] [358] [359]
Gazzâlî de yaratılış,
varlıktaki bu derecelendirmeyle birlikte ortaya konulmaktadır.3 59
a. Yaratma ve Mutâ Nazariyesi
Yaratma, birçok anlamda kullanılan
bir lafız olmakla birlikte, genelde “bir şeyi yokluktan varlığa çıkarma” veya
yoktan vâretme” anlamlarında kullanılır. Gazzâlî de yaratmanın bu ve diğer
anlamlarını ifade etmek üzere birçok kavram kullanmaktadır. Bunlardan en
önemlisi “ibdâ”, “halk” ve “ihdas” tır.
İbda: İki anlamda kullanılan müşterek bir
isimdir. Birinci anlamıyla ibdâ, bir şeyin maddesiz ve vasıtasız meydana
getirilmesidir; ikinci anlamıyla, herhangi bir vasıta olmaksızın mutlak bir
sebepten dolayı bir şeyin varolmasıdır.
Halk: Bu kavram da müşterek bir isimdir. Bu
kavram varlığın herhangi bir şekilde meydana geldiğini ifade etmekle birlikte,
genelde varlığın madde ve suretten meydana geldiğini anlatmak için kullanılır.
İhdas: Bu kavram da iki anlamda kullanılmaktadır.
Birincisi, bir şeyin zaman içinde yok iken varolmasıdır ki, buna “zamânî ihdas”
denir. İkincisi, zaman sınırları içerisinde tasavvur edilmeden yokluktan
varlığa çıkmış şeyler için kullanılır ki, buna da “gayr-i zamânî ihdas” denir.[360]
Gazzâlî’nin yaratmayı
ifade etmek için kullandığı diğer kavramlar, hemen hemen buradaki anlamlardan
birine tekâbül etmekte ve genelde birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Yaratmanın
mahiyetine geçmeden önce şunu da belirtelim ki; Gazzâlî yaratmayı, “yoktan
yaratma” anlamında değil, “yok iken varolma” veya yok iken yaratılma” anlamında
anlamaktadır. Zira O yokluğu (adem) bir şey olarak görmeyip varlığın zıddı
olarak değerlendirmekte[361] veya
varolması mümkün olan şeyin varolmaması anlamında kullanmaktadır.[362] [363] Aşağıda
gelecek olan ifadelerde de görüleceği üzere, O yaratılan her şeyi mutlak olarak
başka bir şeyin öncelemesi gerektiğine inanmaktadır.
Gazzâlî’ye göre âlem
Allah’ın muhkem bir fiilidir. Âlemde varolan her ne varsa Onun yaratması ve
fiili sonucunda meydana gelmiştir. Bir şeyin “mutlak fail” olarak
nitelendirilebilmesi için, O şeyin irade sahibi olma zorunluluğu vardır.[364] [365] Çünkü,
bir eylemde bulunan (fail), bu eylemi ya doğası gereği (içgüdüsel), ya da irade
ile yapar. Allah Teâlâ içgüdüsel bir biçimde eylemde bulunmaktan münezzehtir.
Çünkü içgüdü ile yapılan eylemler bilgi ile yapılmaz; tam aksine boyun eğme
tarzında varoluşa katılır. Buna karşılık irade ile eylemde bulunan birisi tüm
fiillerinin bilgisine sahiptir. Allah Teâlâ bu sebeple yaptıklarını ve
yarattıklarını bilir. işte bu yüzden, öncelikle yaratılışı kadim bir irade ve
bilgi öncelemektedir. Kadim olan bu iradenin belli bir vakitte taalluk etmesi
muhal bir durum değildir. Ezelde takdir edilen her şey zamanı geldiğinde varlık
sahasına çıkmaktadır. O yaptıklarını bir zorlama ve zorunluluk olmaksızın
dileyerek ve razı olarak yapar. İradenin temel özelliği de zaten budur. Eğer bu
tercih gücü ve rıza olmasa, bir şeyin yaratıldığım söylemenin bir anlamı olmaz.
Bu durumda fiilî olarak varolan her şey bir zorunluluk içerisinde varolmuş
olur.[366] [367] [368]
Yaratmanın keyfiyetine
gelince; ezelde kadim bir irade ve mutlak bir bilgi ile takdir edilen şey
zamanı geldiğinde kudretin de taalluk etmesi sonucunda “ol” emriyle varlık
sahasına çıkar. “O bir şeyi yaratmak istediği zaman ona sadece ol der, o da
olur”, “bir şeyi yaratmak istediğimizde sadece ol deriz” ayetleri buna işaret
etmektedir. Dikkat edilirse, ayetlerde geçen “ol” lafzını iki şekilde
değerlendirme imkanı vardır. Öncelikle bu lafız bir gerçekliği olan “emir”
ifade etmektedir. Çünkü bu emir Allah Teâlâ’dan sadır olmuştur. “Yaratma ve
emir Onundur”[369] ayetiyle
de bu gerçekliğe işaret edilmektedir. Başka bir açıdan bakıldığında bu kelime,
“kelâmullâh/Allah’m kelamı” dır. Tabi burada Allah’ın “ol” kelamını bir lafız
olarak anlamamak gerekir.[370] [371] [372] İşte
Gazzâlî yaratmayı önceleyen bu öncülü, mutlak bir emri ifade etmesi sebebiyle
“Emir”; Allah’ın kelamı olması sebebiyle “Kelime”; ona mutlak bir şekilde itaat
edilmesi sebebiyle de “Mutâ (itaat edilen)”[373] [374] şeklinde
isimlendirmektedir.
Gazzâlî’nin “Emir”,
“Kelime” ve “Mutâ” şeklinde isimlendirdiği şeyin mahiyeti tam olarak netleşmiş
değildir; onun sözlerinden net olarak anlaşılan şey, bunların yaratmayı ifade
etmek için kullanılan lafızlar ve yaratmayı önceleyen bir gerçeklik olduğudur.
Gazzâlî Mişkâtü'l-envâr’da Emr’in mahiyetini açıklamasının zor
olduğunu, akılların çoğunun bunu anlamayacağım, kitâbm da buna tahammül O *7/i
edemeyeceğini ifade etmekle birlikte, Meâriç’te Emr’in tüm
varlıklara yayıldığım ve farklı tezahürleri bulunduğunu söylemektedir. Onun
buradaki ifadeleri şöyledir:
Biz “emir’le İlâhî kuvveti kastediyoruz. Yine, “akıl ibdâ (örneksiz
yaratma) ile ondan sudûr etmiştir” sözümüz “akıl da doğrudan yaratandır
(mübdî)” şeklinde anlaşılmamalıdır. Biz bu sözümüzle Allah’ı direkt olarak fiil
işlemekten tenzih etmek istiyoruz. Hakikatte örneksiz yaratan (mübdî) yaratma
ve emir kendisine mahsus olandır. Onun ismi her şeyden yücedir. Nasıl ki
İnsanda tek bir ruh vardır; bu ruhun çeşitli kuvvetleri olup onunla bedeni
yönlendirir (aydınlatır); Hayvânî ruhun da farklı kuvvetleri olması sebebiyle
her mahalde farklı bir fiili vardır. Görmenin bir mahalde, işitmenin bir
mahalde, koklamanın bir mahalde, ortak duyunun bir mahalde, tahayyül, vehim ve
diğer güçlerin bir mahalde olması gibi... İşte şanı yüce olan Allah’ın
(Evvelü’l-hak) Emri de böyledir. Bu emir aklın varlığına nisbetle ibdâ
(doğrudan yaratma); aklın varlığının devamına nisbetle bil-fiil yetkinleştirme;
nefse nisbetle kuvveden fiile yönlendirme (tevcîh) ve tamamlama (tetmîm);
tabiata nisbetle hareket ettirme (tahrik); cisimlere nisbetle idare etme
(tasrif); tabiatlara ve unsurlara nisbetle düzenleme (ta’dîl); bileşik
varlıklara nisbetle suret verme (tasvir); suretli varlıklara nisbetle diriltme
(ihyâ);hayvanlara nisbetle algılama (ihsâs) ve içgüdü (hidâyet); insânî akla nisbetle
yükümlü kılma (teklif) ve bildirme (ta’rîf); peygamberlere nisbetle emir,
kelam, kelimeler, söz, kitap ve risalelerdir. Yaratılan şeylere (mükevvenât)
nisbetle en yüce emir, yaratma (tekvin) ve örneksiz yaratmadan (ibdâ)
ibarettir. Mükelleflerin cüzlerine nisbetle sözden ibarettir. Bu söz ise emir,
nehiy, va’d, vâid, haber ve istihbardır. Tekvini emrin zâhiri, meleklerin
vazetmesi ve onunla varlıkların kemâle ulaşmalarıdır. Varlıkların yetkinliği
Emri kabul etmesidir.[375] [376]
Meâriç’te, bütün mevcudat üzerinde farklı
şekillerde tezahürleri bulunan emir, Mişkafte “Mutâ” ismiyle
biraz daha somutlaştırılmaktadır. Mutâ, aslında gerçek birlik ve kemalle
çelişen bir sıfatla nitelenmiş olup, onun varlığa (nur’a) nisbeti güneşin nura
nisbeti gibidir. Afifi, Mutâ’mn Allah’ın dışmda somut bir varlığı olduğu, Allah
ile âlem arasında aracı bir rol oynadığı kanaatindedir. Onun ifadesine göre;
“Mutâ münezzeh olan zat-ı İlâhî’nin dışında mevcuttur. Gazzâlî’nin,
Eşarîlerin kelamın kadim oluşu nazariyelerinden ne ölçüde etkilendiğini,
Eşarîlerin yaptığı gibi Emri ne derece somutlaştırdığını görmekteyiz. Çünkü
Mutâ kuşkusuz el-Emr kelimesiyle irtibatlıdır. Böylece Mutâ Allah’a ait olan
mutlak birlik ve eksiksiz kemal özelliklerinin dışında kendi sıfatları olan bir
varlık haline gelmiştir. Acaba Gazzâlî Mutâ ile tesiri varlıkta gözüken, bütün
varlılara yayılan İlâhî aklı mı kastetmektedir? ”[377]
Buradaki ifadelerin bir
kısmına katılmak mümkün değildir. Zaten Afifi de son cümlesiyle bu konuda net
bir fikre sahip olmadığım göstermektedir. Mutâ gerçek anlamda, önce ilk
yaratılışı (aklın ibdâsım) sora da yaratılışın devamım ifade etmek için
kullanılan bir kavramdır. “Mutâ’mn varlığa (nur’a) olan nisbeti güneşin nura
nisbeti gibidir” sözü Mutâ’nın bu anlamda kullanıldığını ortaya koymaktadır.
Zira nur güneşin yansımalarıdır. Güneşin kendisi veya bir parçası olmadığı
gibi, güneşten ayrı da değildir. Dolayısıyla Mutâ da Allah’ın zatıyla aynı
olmadığı gibi zatından ayrı da tasavvur edilemez. O, Allah’ın yaratma sıfatım
ifade etmek ve zat ile sıfatlardan çokluğu tenzih etmek amacıyla yaratmayı
önceleyen temel bir nitelik olarak belirlenmiştir. O, sıfatın bir tezahürü
olması sebebiyle bir gerçekliğe sahiptir. Bunun dışında bir gerçekliği yoktur.
Eğer Afîfî’nin söylediği gibi Allah’ın dışında bir gerçekliği olmuş olsaydı, o
yaratılan ilk şey olmuş olurdu. Bu ise hiçbir şekilde söylenmemiş, bilakis onun
yaratmayı öncelediği vurgulanmıştır. Gazzâlî, Mutâ’yı İlâhî emrin varlıktaki
diğer tezahürlerinden ayırmak, zatı çokluktan tenzih etmek ve gerçek anlamda
onun yaratmayı önceleyip devamlılık kazandırdığını vurgulamak için Mişkâtü'l-envâr'da biraz
daha somutlaştırıp ön plana çıkarmaktadır. Dolayısıyla Mutâ, Emir’le ilişkili
bir kavram değil, yaratmanın öncülü olan Emir’le aynı anlamda kullanılan bir
kavramdır. Gazzâlî’nin “yaratılanların en şereflisi akıldır, onu madde ve zaman
geçmeksizin Emir’le yarattı. Akıldan önce olan yalnız Emir’dir”377 [378] ve
“birincisi Kelime, İkincisi akıldır”[379] sözleri
ve Mişkâtü'l-envâf'm son bölümünde yaptığı sıralama “Emir”,
“Kelime” ve “Mutâ” lafızlarının ilk yaratılışı ifade eden ve aynı anlamda
kullanılan kavramlar olduğunu göstermektedir.
“Emir”, “Kelime” veya
“Mutâ” vasıtasıyla doğrudan yaratılan ilk şey akıldır.[380] Gazzâlî
bu aklı “Ruhu’1-kuds”,[381] “Faal
akıl”, “Küllî akıl”, “İlk akıl”,[382] “Kalem”[383] şeklinde
isimlendirmektedir. Allah Teâlâ bu aklı Emri ile madde ve zamandan önce ibdâ
etmiştir. Akıldan önce olan yalnız Emir’dir. Aslında Emir hakkında, “bu akıldan
öncedir, ondan önce yalnız Allah vardır” şeklinde bir söz söylenemez. Çünkü
takaddüm ve teehhür sadece zıtların bulunduğu (tezat altodaki) varlılarda söz
konusudur. Bu bakımdan Allah mütekaddim ve müteahhir değil, mutlak şekilde
mukaddem ve muahhardır. Allah, Emir ve ilk akıl arasında takaddüm ve teehhürün
olmaması, yani zamanın mevzu bahis edilmemesi, yaratılışın kadim olduğu
sonucunu doğurmaz. Zira İlk akıl her halükarda yaratılmıştır. Bunun delili onun
varlığının zatından olmamasıdır. O, zatı itibariyle salt yokluktur.[384] [385] [386]
Gazzâlî, İlk akim en
uzak feleğin (Cirmü’l-aksa) hareketini doğrudan sağlayan bir kuvvet olmadığını
belirtir. Gazzâlî’nin “göklerde çokluk olduğu, göklerin tamamını bir feleğin
kapladığı, bu feleğin hareketiyle gece ve gündüz bir defada hareket ettiği de
anlaşılmıştır. Allah doğrudan değil, Emir vasıtasıyla gökleri hareket
ettirmektedir. Bu hareket melek denen bir kulun, âlemlerin rabbine bir
hizmetidir. Bu meleğin İlâhî nurlara nisbeti, ayın görülen nurlara nisbeti
gibidir” sözü en uzak feleğin hareketinin ilk akıl tarafından doğrudan meydana
getirilmediğini ve Onun Emirden sonra ikinci sırada yer aldığını ortaya
koymaktadır. Bütün felekleri kaplayan en yüksek feleği Emr’in yardımıyla ya da
Emir vasıtasıyla hareket ettirmesi sebebiyle İlk akıl da Mutâ şeklinde
isimlendirilmiş ve Onun “Rab” olduğu zannedilmiştir.[387]
Gazzâlî’nin bu sözleri
ilk aklın yaratıcı (mübdî) değil[388] etkileyici
(müessir) olduğunu ortaya koymaktadır. Üstün bir makam ve en yüksek basamakta
olması, gücünün şiddeti, bilgisinin genişliği ve Rubûbiyyet niteliklerine
benzer özelliklere sahip olması sebebiyle[389] bu
varlık için yetkinleşme ve etkilenme söz konusu değildir.[390] Allah’a
en yakın olan ve de ilk yaratılan varlık olduğu için[391] [392] Onun
yetkinliği Rabbinden, Halik’ından ve Mübdîsinden gelmektedir.
Allah Teâlâ iradesiyle
büyüklüğünü (ceberut) göstermek istediği vakit; rûhânî, yalın, algılayıcı,
yetkin ve yetkinleştirici bir cevher yarattı ve ayna gibi onu arıtıp parlattı,
sonra celal ve cemâlinin nûruyla ona mukabele etti. O’da kendi cevherlik
mahiyetinde yaratıcısın Tanrılığını tasavvur etti. Yaratıcısının rabliğini
düşündü ve özünün kulluğunu anladı. Dolayısıyla ilk yaratık olan bu cevher;
a) Özünün saflığı sebebiyle akıl
b) Yaratıcının rabliğini anlaması sebebiyle âkil (akleden)
c) Onun yanında kulluğunu anlaması sebebiyle de mâkul’dür. (akledilir) [393]
Fârâbî ve îbn Sînâ’nm
Allah için kullandıkları akıl, âkil ve mâkul nitelemesini Gazzâlî ilk akıl için
kullanmaktadır. Gazzâlî’ye göre düşünme nefsin niteliklerindendir. Nefs
bilinecek şeylerin biçimlerine yöneldiği zaman ona akıl (akletme) denir.
Düşünülürleri ifade gücüne sahip olmak ta düşünme (nutuk) dir. Yüce yaratıcıya
düşünen (nâtık) denilemez. Çünkü düşünen
demek âkil (akleden) demektir. Allah’a âkil de denilemez. Çünkü akıl bir
cevherdir. Akıllı o cevherin cevherliğinden doğar. Yüce Allah cevher değildir;
dolayısıyla O akleden değildir; bilakis O, akim hâlikı, ilâhı, rabbi ve
doğrudan yaratıcısıdır. Yüce Allah cevherin doğrudan yaratıcısı olunca O nasıl
cevherin nitelikleriyle nitelenir? Öyleyse Allah Teâlâ aklın, nefsin ve
düşünmenin hepsinin birden rabbidir.[394] Yüce
Allah düşünen olmaktan, akleden olmaktan, cisim ve cevher olmaktan münezzehtir.[395] [396] Tüm
bu açıklamalardan sonra Gazzâlî’nin “Mutâ’yı Rab zannettiler” sözü daha net
anlaşılmaktadır. Gazzâlî’nin bu ifadesiyle Meşşâî filozofları kastettiği
açıktır. Nitekim onlar ilk akla ait olan akıl, âkil ve mâkul nitelemesini Allah
için kullanmaktadırlar.
Sonuç olarak ifade
edecek olursak; yaratmayı Emir, Kelime veya Mutâ olarak isimlendirilen bir
nitelik öncelemektedir. Gerçek anlamda Mutâ veya Kelime İlk aklın yaratılışını
ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdır. Genel anlamda ise Mutâ veya Emir,
yaratılışın tamamında etkin olan bir unsurdur. Emir ve İlk akıl vasıtasıyla
melekût âleminde bulunan “Faal akıllar”, “Mukarreb melekler” veya “Rabler”
şeklinde isimlendirilen, madde ve maddeyle alakalı her şeyden soyut cevherler
yatılmışlardır. İlk aklın bu varlıkların yaratılışındaki etkinliği ibdâ
(doğrudan yaratma) değil, tesir ve yetkinleştirmedir. İlk akılla birlikte
melekût âleminde bulunan diğer akıllar da mertebelerine göre tesir ve
yetkinleştirme gücüne sahiptir. Bunlar dışında bu akıllar veya melekler
hakkında bilinen şey; onların çokluğu ve bir düzene göre sıralanmış
olmalarıdır.
b. Semavî Nefsler ve
Kudsî-Nebevî Ruh
İlk akıl ve Mukarreb
meleklerden sonra orta tabakada nefsler yer alır. Nefs (ruh), bitki, havyan ve
insan için kullanılan ortak bir isimdir. Bunun dışında, sadece insan ruhları ve
semavî melekler için de kullanılır. Dolayısıyla nefs; öncelikle “Semavî
melekler”, “Feleklerin ruhları” ve “Küllî nefs” şeklinde isimlendirilen ve
mukarreb meleklerden sonra gelen varlıkları; ikinci olarak “nefs-i nâtık”
şeklinde isimlendirilen ve üst mertebede kudsî-nebevi ruh’un bulunduğu insânî
ruhları; bunların dışında bitkilerde üreme büyüme ve beslenmeyi sağlayan nebâti
ruhları, hayvanlara ise bunların yanında hareket ve algılama gücü veren hayvânî
ruhları ifade etmek için kullanılan genel bir kavramdır.[397] [398] Nefs,
bil-kuvve hayat sahibi organik doğal cismin ilk yetkinliğidir. Semavî melekler
ve insanlarda ise, faal akıllarda olduğu gibi gayr-ı cismânî bir cevherdir.[399]
“Semavî melekler”,
“Feleklerin ruhları” ve “Küllî nefs” şeklinde isimlendirilen bu nefsler,
Mukarreb meleklerden sonra yaratılmış varlıklardır. Gazzâlî’nin “bu varlıkların
İlâhî nurlara nisbeti yıldızlara nisbet gibidir”[400],
“bu cevher (ilk akıl) almak üzere kelimeye gitti ve tekleşti. Sonra geri geldi,
vermek üzere nefsi çıkarttı ve çift oldu”[401],
“şeref itibariyle akıldan hemen sonra gelen varlık nefstir. Aklın nefsten önce
oluşu zaman, mekan ve madde itibariyle değil zat itibariyledir”[402],
“meleklerin bir kısmı aklî (Mukarreb melekler), bir kısmı nefsidir (Semâvî
melekler)”[403] şeklindeki
sözleri semâvî nefslerin akıl ve mukarreb meleklerden sonra geldiğini ortaya
koymaktadır.
Semavi nefsler çift
yönlü varlıklardır. Onlar bir yönüyle etkilenen (müteessir), diğer yönüyle
etkileyendir (müessir). Bu varlıklar göksel akıllardan etkilenmeleri sebebiyle
nâkıstırlar.[404] Semavi
cisimleri aklî ve ihtiyarî bir yolla hareket ettirmeleri ve onları idare edip
yetkinleştirmeleri sebebiyle semavî cisimlerde;[405] semavî
cisimlerin hareketi vasıtasıyla da unsurlar âleminde müessirdirler.[406]
Bir alt derecede bulunan
yeryüzü (arzî) ruhlar ulvî ruhlardan doğarlar. Bunlar meleklerin cevherleridir.
Yüce âlem (âlem-i âlâ) bunlarla doludur.[407] Gazzâlî
bunu Mişkâtü'l-envâr’da şöyle tasvir etmektedir:
Gözlerin nurunun faydalandığı kaynağa aydınlatıcı kandil (sırâc-ı münîr)
demek uygun olunca, bizzat kandilin alındığı (ödünç alındığı) kaynağın da
“ateş” şeklide ifade edilmesi uygun olur. Bu yeryüzü kandilleri ulvî nurların
kaynağından (aslından) ödünç alınırlar (iktibas) Kudsî-nebevi ruh yağı ateş
değmese de aydınlatır. Ateş değdiği zaman ise nur üzerine nur olur. O halde
yeryüzü ruhlarının ödünç alındığı kaynağın ulvî-ilâhî ruhlar olması en uygun
olanıdır. Hz. Ali ve İbn Abbas bunu şöyle anlatmaktadır; “Allah’ın yetmiş bin
yüzü, her yüzünde de yetmiş bin lisanı olan bir meleği vardır, onların
tamamıyla Allah ’ı teşbih etmektedir. ” Bu bütün melekleri kapsadığı için
kıyamet günü “O gün ruh ve melekler saf saf dizilirler (Sebe/38)”
buyurulmuştur. Bu yeryüzü kandilleri ödünç alındıkları kaynaklar bakımından
nazarı itibara alınacak olursa ona ancak ateş (nâr) misal olabilir. Bu ateşte
yalnız “tur (dağ)" tarafından (cihet) idrak edilebilir.[408]
Gazzâlî burada yeryüzü
ruhlarının doğduğu temel kaynağı, “Ateş”, “Ulvî nurlar” ve “Ulvî-ilâhî ruhlar”
şeklinde ortaya koymaktadır. O Ateş ile ilk aklı (Faal akıl), İlâhî nurlar ile
Mukarreb melekleri (Faal akıllar), Ulvî-ilâhî ruhlarla da Semavî melekleri
(Küllî nefs) kastetmektedir. Gazzâlî konuyla alakalı Meâricü’l-kuds ve Madnûnü’s-sağîr'üe. de
benzer ifadeler kullanmaktadır. Onun buradaki ifadeleri M^şkûlti'l-envar'âaki ifadeleriyle
tamamen örtüşmekle birlikte, konuyu tamamlar bir mahiyet de arz etmektedir.
Şöyle ki;
iyice bilip tahkik edersen, meleklerin cesetlerinin âlemdeki cesetlere
nisbetle küçük kalması gibi beşer ruhlarının meleklerin ruhlarına nisbetle
küçük kaldığını anlarsın. Eğer melek ruhları hakkında bilgi kapıları sana
açılmış olsaydı, beşer ruhlarının tıpkı âlem gibi büyük bir ateşten alınmış bir
kandil olduğunu görürdün. Bu büyük ateş meleklerin ruhlarından son ruhtur.
Meleklerin ruhlarında bir tertip vardır. Her bir melek kendi derecesinde
münferittir. Bir mertebede iki melek bulunmaz. Beşer ruhları ise bunun
tersinedir. Onlar derece ve türde birleşmek suretiyle çoğalmışlardır.
Meleklerden her biri ise zatı itibariyle bir cinstir (nev). O melek o nev ’in
hepsidir.[409]
Gazzâlî, Ulvî ruhlardan
doğduğuna inandığı beşer ruhlarının tek bir derece ve cins içerisinde
çoğaldıklarını belirtmekle birlikte onların da kendi arasında farklı dereceleri
bulunduğuna inanmaktadır. Bu ruhların en üst derecesinde kudsî-nebevî ruh
bulunur. Gazzâlî Mişkâtü'l-envâf'da. kudsî-nebevî ruhun iki
ayrı fonksiyonundan bahsetmektedir:
a) Kudsî-nebevî ruh süflî
ruhların (yeryüzü ruhları) kaynağıdır. Süflî nurlar ışığın kandilden çıkıp
yayılması gibi birbirlerinden feyezân ederler. Bu kandil kudsî- nebevî ruhtur.
Kudsî-nebevî ruhlar da kandilden ışık alır gibi Ulvî ruhlardan ışık alırlar.[410] Süflî
olan insânî ruhla süflî âlemin nizamı meydana gelmektedir. Allah’m “Sizi yerden
çıkarıp orada ömürlü kılan odur (Hûd/61)”, “Sizi yeryüzünün halifeleri yaptı
(En’âm/165)”, “Yeryüzünde bir halife yaratacağım (Bakara/30)” ayetleri buna işaret
etmektedir.[411]
b) Kudsî-nebevî ruh süflî
ruhların kaynağı olması dışında, İlâhî ve bâtmî bilginin de kaynağıdır.
Peygamberlere ve velilere ait her türlü vahiy, ilham ve keşfi bilgi bu ruh
vasıtasıyla mahlukata yayılır. Böylelikle Allah’ın Hz. Muhammed’i sırâc-ı münîr
(aydınlatıcı kandil) olarak isimlendirmesinin manası anlaşılmış olmaktadır.
Bütün peygamberler ve aynı şekilde alimler kandillerdir; ancak aralarındaki
farkta sayılamayacak kadar çoktur.[412]
Gazzâlî’nin kudsî-nebevî
ruhla kastettiği anlam, “Nur-ı Muhammedi” veya “Hakikat-i Muhammedi” şeklinde
isimlendirilen sufî anlayışı hatırlatmakta, bir bakıma bu anlayışı
andırmaktadır. Zira Gazzâlî’de kudsî-nebevî ruhu “er-Rûhu’l-kudsiyyi’n- nebevî
el-Muhammedî (Muhammedi nebevi kudsî ruh)” şeklinde isimlendirmektedir.[413] Yalmz
şunu ifade etmek gerekir ki; Gazzâlî’de ki kudsî-nebevî ruh veya er-Rûhu’l-
kudsiyyi’n-nebevî el-Muhammedî kavramı, her ne kadar belli yönlerden Nur-ı
Muhammedi veya Hakikat-i Muhammedi anlayışına benzese de onunla aynı değildir.
Çünkü Gazzâlî ruhların bedenlerden önce yaratıldığına inanmamaktadır.[414] Bu
bağlamda O, “Ben yaratılış itibariyle peygamberlerin evveli, gönderilme
bakımından sonuncusuyum”, “Adem su ile balçık arasındayken ben peygamberdim”,
“Allah’ın ilk yarattığı şey Hz. Muhammed’in cevheridir” şeklindeki hadisleri
te’vil etmektedir.[415] Dolayısıyla
Gazzâlî, kudsî-nebevî ruh kavramıyla Hz. Muhammed’in ruhunu değil, genel
anlamda bir suret kastetmektedir. Bu suret varlığa hakikatini veren asıl
unsurdur. Mişkâtüi-envâEda bu şöyle tasvîr edilmektedir:
Eğer o hazrette[416] mufassal
ilimleri kabule hazır cevherlere, onun vasıtasıyla bu ilimlerin nakledildiği
bir şey varsa, onun sembolü “kalem ” dir. Bu kabule hazır cevherlerden bir
kısmı ilimleri almada (telakki) öne geçmekte, bir kısmı ise onları başkasına
nakletmektedir. İste bunun sembolü “Levh-i mahfuz (korunan levha)” ve
“Rakku’l-menşûr (yayılmış sahifeler)” dur. İlimleri nakşedenin üzerinde emrine
tabi olduğu bir şey varsa onun sembolü “yed (el) ” dir. Eğer bu hazrette eli, kalemi,
levhayı, kitabı kapsayan düzenli bir manzume varsa bunun sembolü de “sûret ”
tir. İnsanlık sûreti bu şekil üzere tertip edilmiş bir cins oluyorsa o Rahman
sûretindedir.[417] [418]
Gazzâlî’nin burada “yed”
ile Emri veya Mutâ’yı, “Kalem” ile îlk aklı, “Levh veya Kitap” ile de Mukarreb
meleklerle Semavi nefsleri kastettiği açıktır. Bunlar arasındaki etkileşim ve
tesir sonucunda sûret meydana gelmektedir. Gazzâlî’nin süflî ruhların kaynağı
olarak gösterdiği kudsî-nebevî ruh, burada anlatılan surettir. Nihayetinde
cismânî olan her şey madde ve sûretten meydana gelmiştir. Canlı varlıklarda ruh
(nefs), sûret mesabesindedir.[419] Bitkilerin
ve hayvanların yetkinliği onunla tamamlanır.[420] Feleklerde
ve insanlarda nefs bedene bitişik değildir. Feleklerde nefs fiil ve fiilin
devamı, insanda ise onu harekete geçiren güçtür.[421]
En alt tabakada yer alan
cisimler için sûret, bir öz, hakikat mesabesindedir. Asıl olarak sûret, ilk
akıl, mukarreb melekler ve semavi ruhlardan sonra gelen bir hakikattir.[422] Gazzâlî
de buna “akıl ve nefsin ilk uygulamasından madde üretildi”[423],
“Allah’ın ilk yarattığı akıl, sonra nefs, sonra heyuladır -bu, “Allah’ın ilk
yarattığı kalem[424],
sonra nefs, sonra dış karanlıktır” şeklinde de rivayet edilmiştir-”[425] sözleriyle
işaret etmektedir. Cisimlerde sûret maddeyle beraberdir. Onun yetkinliği
cisimlerdeki harekettir. Bu hareket de ifade edildiği üzere Semâvî melekler
tarafından meydana getirilmektedir.[426] Cismin
maddi olan unsurları, nûrun varlıkla ilişkisini anlattığımız bölümde de
değinildiği üzere, nurdan meydana gelmiştir. Gazzâlî ateşin ve diğer unsurların
kaynağı olarak güneşi (enerji) göstermektedir.[427] Tüm
bunlardan hareketle diyebiliriz ki; nefsler, gökler aracılığıyla verici,
unsurlar ise alıcıdır. Verici olan nefsler ile alıcı olan unsurlar arasında
madenler, bitkiler, hayvanlar ve insanlar gibi mevâlîd (doğumlular) ve netâic
(sonuçlar) meydana gelmiştir.[428]
Toparlayacak olursak,
gerçek varlık olan Allah Teâlâ ilk önce Emir ile îlk aklı yaratmış ve onu
bil-fıil yetkinleştirmiştir. Sonrada bu ikisinden farklı yetkinlik derecelerine
sahip Faal akıllar yaratılmıştır. Nefsi de akılların yetkinliğine yönelterek
bil-kuvve tamamlamıştır. Böylelikle nefsi aracı kılmış, nefs aracılığıyla da
tabiatı yaratmıştır. Tabiatm hareketiyle cisimler meydana gelmiş ve onları
tasarruf edilmeye elverişli kılmıştır. Unsurları birleştirerek itidal üzere
tesviye etmiştir. Mizaçları tasvir edip ruhlarla diriltmiştir. Ruhlara da
akıllarla yön vermiştir.428 [429] Bunların
hepsi ibdâ’ (ömeksiz yaratma), inşâ (yapılanma), ihtirâ (türeme), halk
(yaratma), ihdâs (meydana gelme), tekvin (oluşma), îcâd (vücut bulma), ibdâ
(başlangıç), iâde (yinelenme) ve ba’s (dirilme) bakımından Allah’a dayanırlar.[430] Hepsi
yükselerek nurların nûruna, madenine, kaynağına ulaşırlar. îşte bu kaynak tek
olan Allah’tır. Onun ortağı yoktur. Diğer bütün nurlar Ondan istiaredir. Hakîkî
olan yalmz Onun nûrudur.[431]
Bu varlık düzeni
içerisinde duyularımıza en yakın olan bileşik varlıklar, birbirlerine
üstünlükleri bakımından madenler, bitkiler, hayvanlar ve insanlar şeklinde
sıralanmaktadır. İnsanda son bulan bu derecelendirme peygamberle son halkasına
ulaşır. Bu sebeple yeryüzü ruhlarının kaynağı kudsî-nebevî ruh ile temsil
edilmiştir.[432] [433] Yalın-
cismânî varlıkların da cevher ve büyüklük bakımından birbirlerine üstünlükleri
vardır. Bunların en üstünü gökleri ve yeri kuşatan kürsî (felekler) ile en
yüksek kütle olan arş (en uzak felek) tır. Maddeden tamamıyla soyut rûhânî
varlıklar (melekler) arasında da bir derecelendirme mevcut olup, en yüksek
mertebede Allah’a en yakın olanı Rûhü’l- kuds (Faal akıl, Külli akıl) tür.[434]
Öz itibariyle öncelik
akıl ile başlar. Zaman itibariyle öncelik nefs iledir. Mekan itibariyle öncelik
ise tabiat ile başlar. O halde tabiat, mekan ve mekanla ilişkili şeylerden
öncedir. Mekan tabiata ilişmez, bilakis mekan tabiatın cismi hareket ettirmesi
veya cisimdeki hareketten doğar. Nefs de zaman ve zamanla ilişkili şeyleri
önceler. Zaman nefse ilişmez, bilakis zaman ve dehr nefsle, yani nefsin aklın
yetkinliğine duyduğu şevkle başlar. Akıl ise bütün zatları ve zâti olan şeyleri
önceler. Zâti ve cevheri şeyler akla ilişmez, bilakis cevheri (tözlü olan)
şeyler cevherin ilkesi olan akıldan doğarlar. Akıl zatlardan, cevherlerden,
dehrden, zamandan, mekandan, cisimden, maddeden ve sûretten öncedir. Altında
olan şeylerle ancak mecazi olarak vasıflanabilir. Yaratma, emir, mülk ve
onlarda tasarruf etme ise sadece Allah’a mahsustur.[435]
Başka bir ifadeyle;
varlığı için bir başlangıç, bekası için bir son bulunmayan gerçek kadim; bir,
tek, fert ve samed olan Allah’tır.[436] Mertebe
bakımından kadîm tümel aklın cevheridir. Tümel akıl varlıkların, yani sonradan
olanların ilkidir. Yüce yaratıcının kelimelerinin kalemidir. Özünün rütbesiyle
kadim, yaratıcısına nisbetle sonradan olmadır. Zaman itibariyle kadime gelince;
mesela felekler böyledir. Zira zaman felek hareketlerinin sayı altına girdikten
sonraki sayısıdır. Dehr, sayı ve hesap altına girmeden önceki felek
hareketlerinin adıdır. Bundan dolayı “dehr zamanın aslıdır, çünkü zaman alt
âlemden (süfliyât), dehr ise üst âlemden (ulvîyât) doğar. Hepside zâtının
sıfatı yüce olan yaratıcıya aittir” denmiştir. Şeref itibariyle kadîm; insanın
bitki ve hayvana nisbetle kıdemidir. Zira insan düşünme şerefiyle kadimdir.
Peygamberler de şeref ve mertebe itibariyle diğer insanlardan daha kıdemlidir.
Çünkü Onlar, Allah’ın vahyi ve kutsal ruhun desteğiyle konuşur.[437]
Sonuç olarak ifade
edecek olursak; burada anlatmaya çalıştığımız varlıktaki yaratılış mertebeleri
şu sırayı takip etmektedir:
1) Kelime (Mutâ, Emr)
2) Akıl (İlk akıl, Faal akıl, Küllî akıl)
3) Nefs (Semavi
melekler/Küllî nefs ve Kudsî-Nebevî Ruh)
4) Madde (Heyula)[438]
5) Tabiat (Hareketin
başlangıcı)[439]
6) Cisim (Arş, Cirmü’l-aksâ/En uzak felek)
7) Felekler439 [440]
8) Unsurlar[441]
9) Doğumlular[442]
10) İnsan[443]
c. Sudûr Problemi
Eserde problem oluşturan
en karmaşık konulardan bir tanesi sudûr meselesidir. Gazzâlî’nin Tehâfütü’l-felâsife'de şiddetle
eleştirip reddettiği sudûr’u Mişkâtü'l- envâr’te. kabul
ettiği, hatta benimsediği iddia edilmektedir. Bu iddiaların temeli İbn Rüşd’e
dayanır. O, gerek Tehâfütü’l-felâsife’ye reddiye olarak
yazdığı Tehâfütü’t- tehâfüfte gerekse de el-Keşf an
Menahici’l-edille’âe, bunu açıkça ifade etmektedir.
Onun konuyla alakalı ifadeleri şöyledir:
Sonra Mişkâtü'l-envâr ismiyle bilinen kitabında geçti. O ariflerin
mertebelerini sıralarken şöyle diyordu: “Allah’ın ilk semanın muharriki
olmadığına inananlar dışındaki herkes perdelenmiştir. Bu muharrik ise Ondan
sudur etmiştir” Bu açıkça filozofların metafizik düşüncelerine inandığını
ortaya koymaktadır. Halbuki O, burada ortaya konulanların dışında şöyle
demekteydi: “Onların metafizik ilimleri tahminlerden ibarettir, diğer ilimlerde
ise durum bunun tersinedir” O el-Munkızu mine’d-Dalâl isimli eserinde de
filozoflara saldırmış; ilmin ancak halvet ve düşünceyle (fikr) elde
edilebileceğine, bu mertebenin peygamberlerin ilimdeki mertebeleriyle eşit
olduğuna işaret etmiştir.[444]
Kendisine ait olan kitaplardan da açıkça anlaşılmaktadır ki, O ilahiyat
(metafizik) ilminde filozofların görüşlerine dayanmıştır. Bunu en açık ve en
doğru bir biçimde ortaya koyan yapıtlarından biri Mişkâtü'l-envâr isimli
kitabıdır.[445]
İbn Rüşd buradaki
sözleriyle, Mişkâtüi-envâf metafizik düşüncelerin tamamıyla
filozoflara dayandığı iddiasında bulunmaktadır. Bu iddia çerçevesinde, burada
bizi ilgilendiren ilk muharrikin Allah’tan sudûr’u meselesidir. îbn Rüşd’ün
ifade
ettiği “bu muharrik ise Ondan sudûr
etmiştir” sözü işaret edilen yerde -ki bu Mişkâtü'l- envâr’ın üçüncü
bölümüdür- geçmediği gibi, bu bölümde sudûr’u anımsatacak hiçbir ifade de
mevcut değildir. Sadece “Mutâ’mn varlığa (nur’a) nisbeti güneşin nura nisbeti
gibidir” sözü mevcuttur ki, büyük olasılıkla İbn Rüşd bu sözden hareketle
“ışığın güneşten sudûr etmesi gibi ilk varlık ta Allah’tan sudûr etmiştir”
şeklinde bir sonuca ulaşmıştır. Halbuki, konunun daha net değerlendirilebilmesi
için öne aldığımız “yaratma” başlığı altında da değindiğimiz üzere, bu söz,
Mutâ’mn yaratmayı önceleyen temel etken olduğu vurgulanmak üzere söylenmiştir.
Gazzâlî, ışığın güneşten sudûr etmesi gibi Mutâ’mn da Allah’tan sudûr ettiğini
iddia etmemekte, bilakis “güneşin nûru önceleyip onun kaynağı olması gibi
Mutâ’mn da bütün varlıkları öncelediğini ve yaratılışın kaynağı olduğunu
söylemektedir. îbn Rüşd bu sözleri anladığı veya anlamak istediği şekilde
aktarmaktadır. Endülüslü diğer bir filozof İbn Tufeyl bu durumun farkına varmış
olacak ki, Gazzâlî’nin sözlerinin yanlış anlama dışında kasıtlı olarak
çarpıtıldığı şeklinde bir kanaat izhar etmektedir. Onun ifadeleri şöyledir:
Bazı müteahhirin Mişkât kitabının sonunda geçen sözden dolayı büyük bir iş
başardıkları, dururumu arzuladıkları pozisyona getirdikleri vehmine kapıldılar.
O görüşlerinde samimi değildir. Asılında Onun (Gazzâlî) sözü şöyledir: “O,
İlâhî nurlarla perdelenenlerin sınıflarını açıkladıktan sonra Allah ’a
ulaşanlara (vâsilûn) geçiyor. Onlar vahdaniyete aykırı bir sıfatla vasıflanmış
büyük bir varlıkta duruyorlar” İşte bu düşüncesinden dolayı Onu (Gazzâlî)
Allah’ın zatında çokluk olduğuna inanmış olmakla suçlamaya çalıştılar. Allah
zalimlerin söylediklerinden çok yüce ve büyüktür. Bizim, Ebû Hamid’in saadetin
en yüksek derecesine, ulaşılması gereken en şerefli ve mukaddes basamağa
ulaştığından hiçbir şüphemiz yoktur.[446]
İbn Tufeyl’in “bazı müteahhirin”, sözüyle
İbn Rüşd’ü ve bazı Endülüslü alimleri kastettiği anlaşılmaktadır. O, İbn
Rüşd’ün sözlerinde samimi olmadığını, Gazzâlî’nin ifadelerini kasıtlı olarak
çarpıttığını söylemektedir. İbn Rüşd’ün salt vahdaniyet dışında bir sıfatla
vasıflanmış varlıktan anladığı Allah Teâlâ’dır. Halbuki Gazzâlî bununla,
yaratmanın Allah’ın zatından kaynaklanmadığım anlatmak ve zatı çokluktan tenzih
etmek amacıyla Mutâ ismini verdiği bir niteliği kastetmektedir. Mişkâtü'l-envâr'geçen
ifadelerin açıklığına rağmen îbn Rüşd kalitesinde bir insanın bunu böyle
anlayıp değerlendirmesi gerçekten hayret vericidir.446 [447] Yine
îbn Tufeyl “Allah zalimlerin nitelemelerinden uzaktır” şeklindeki sözleriyle
müteahhirini ağır bir dille itham ettikten sonra Gazzâlî’ye hakkım teslim
etmekte ve ona olan hayranlığım açıkça ifade etmektedir. Alıntı yapmış
olduğumuz eserin muhtevasında da bu tesirinin büyüklüğü net olarak
görülmektedir.[448]
Şunu ifade etmek gerekir
ki; îbn Rüşd’ün sudûr’un varolduğunu iddia ettiği, îbn Tufeyl’in ise ifadelerin
çarpıtıldığım söylediği, Mişkâtüî-envâr'vsı üçüncü bölümünde,
her ne kadar sudûrla alakalı ifadeler mevcut olmasa da, bu, eserin tamamında
sudûr’u anımsatacak ifadelerin bulunmadığı anlamına gelmez. Özellikle Mişkâtü'l-envâr'ırk birinci
bölümünde sudûr’u çağrıştıran önemli pasajlar mevcuttur. Biz öncelikle bu
ifadelerin tespitinin, sonrada, sadece Mişkât ’a bağlı
kalmaksızın Gazzâlî’nin sudûr konusundaki genel yaklaşımları çerçevesinde
bunların yorumlanıp tahlil edilmesinin doğru olacağı kanaatindeyiz. Asıl
meseleye geçmeden önce sudûr anlayışının temel niteliklerine kısaca değinmek
faydalı olacaktır.
Sudûr kelimesi; bir
şeyden akmak, çıkmak, fışkırmak, meydana gelmek, vuku bulmak, vb. anlamlara gelmektedir. [449] Her
şeyin “BÎR” olandan, âlemin Tanrıdan çıktığını ifade etmek için kullanılan bir
kavramdır. Batı dillerindeki genel karşılığı “emanation” dur. İslam filozofları
sudûr’u ifade etmek için genelde “feyz veya feyezân” kelimelerini
kullanmışlardır. Kelime olarak “bir yerden taşmak, fışkırmak, suyun kaptan
dökülmesi” anlamlarına gelen feyz; [450] kavram
olarak, mevcûdâtın Vacibü’l-vücut’tan bir düzen içerisinde varolmasını ifade
etmektedir.
Sudûr nazariyesini
sistematik olarak geliştiren ilk filozof Plotinus’tur. Plotinus’un ve sonraları
felsefe tarihinde “Yeni Platonculuk” şeklinde adlandırılacak olan ekolün
görüşüne göre âlem Bir’den (Tanrı) sudûr etmiştir.[451] Plotinus’a
göre varlıkların sudûr’u şu evrelerde gerçekleşir:
a) Birden yalnız bir sudûr eder.[452] Bu,
zaman ve mekandan münezzeh olan ilk akıldır.
b) İlk akıldan nefs sudûr etmektedir.[453] Bu,
varlıkların ferdî ruhları olmayıp, “Küllî ruh veya Âlemin ruhu” şeklinde
isimlendirilen ruhtur.[454]
c) Son olarak küllî ruh’tan madde sudûr etmektedir.[455]
Âlem bir akış
içerisinde, dolu bir kaptan suyun taşması veya ışığın güneşten oluşup çıkması
gibi, kendisinden sudûr eden varlığın yani Bir’in iradesi olmaksızın Onun
yetkinliğinden zorunlu olarak feyezan etmektedir. Âlemin tek bir varlıktan
direkt olarak yaratılması imkansızdır. Çünkü direkt yaratma tanrının zatında ve
kemalindeki bir eksikliğe delalet eder.[456] Tüm
âlem Bir’den çıkar ve yine Bir olana döner.[457]
İslam felsefesinde
sudûr’u ilk benimseyen ve sistemleştiren filozof Fârâbî, Fârâbî’nin anlayışı
çerçevesinde sudûr’u kabul edip geliştiren diğer bir filozof ise İbn Sînâ’dır.
Fârâbî ve İbn Sînâ sudûr nazariyesini şu temel prensipler üzerine bina
etmiştir:
a) Varlık, zorunlu ve mümkün olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Zorunlu varlık
tüm varlıkların ilkesidir. Tüm varlıklar zaruri olarak Ona dayanmak zorundadır.
Bu konu “Zorunlu varlık” başlığı altında incelenmiştir.
b) Zorunlu varlık; akıl,âkil ve ma’kuldür.[458] Zorunlu
varlığın akletmesi varlığın zatından feyezân etmesine sebeptir.[459]
c) Bir’den yalnız bir şeyin çıkması zorunludur.[460]
Fârâbî ve İbn Sînâ,
varlığın ilk ilkeden zorunlu olarak sudûr etmesi konusunda Plotinus’tan
ayrılır.[461] Onun
zatında feyezânı engelleyecek bir şey olmadığı gibi zatım feyezâna zorlayacak
bir şey de mevcut değildir. Feyezân Onun zatının yetkinliğinden iyiliğinden ve
cömertliğinden kaynaklanmaktadır. Zorunlu varlık akıl ve ilk illet olması
bakımından âkildir. Onun dilemesi bilmesi ve akletmesi aynı şeydir. Dolayısıyla
Allah için bilmek ve düşünmek yaratmak demektir.[462] Fârâbî
ve îbn Sînâ, Plotinus’un kabul ettiği “Bir’den yalnız bir çıkar” prensibini ise
benimsemişlerdir. Çünkü onlar sudûr’un zorunlu varlığın zatından kaynaklandığına
inanmaktadır. Zorunlu varlığın zatından çokluğun sudûr etmesi, zatta çokluk
olduğu sonucunu doğuracaktır ki, bu İslâm’ın tevhîd anlayışına aykırıdır.
Mutlak sebep’in küllî bir bilgiyle zatını düşünmesinden ilk ma’lül olan ilk
akıl doğmaktadır. İlk aklın zatında çokluk vardır. Bu çokluk zatının mümkün
olması sebebiyledir. İlk akim Zorunlu varlığı düşünmesinden ikinci akıl; mutlak
illetten zorunluluk aldığım ve ilk ilke olduğunu düşünmesinden en uzak feleğin
nefsi; zatının mümkün olduğunu bilmesi ve özünü düşünmesinden en uzak göğün
kütlesi (cirmi, maddesi) sudûr etmiştir. Sonra ikinci akim ilk aklı
düşünmesinden üçüncü akıl, yıldızlar feleğinin nefsi ve cismi sudûr eder. Bu
onuncu akıl olan Faal akıl’a kadar böylece devam eder. Akılların sonuncusu olan
bu akıldan; nefsler insânî akıllar, suretler, unsurlar; unsurlardan da madenler
ve canlılar doğarak sudûr süreci tamamlanır.[463] îslam
felsefesinde “sudûr teorisi” şeklinde isimlendirilen anlayış özetle bundan
ibarettir.[464]
Bu kısa girişten sonra
Gazzâlî’ye gelirsek; O, gerek Mişkâtü'l-envâr&a. gerekse
diğer eserlerinde feyezândan bahsetmekte, dolayısıyla belli bir tarzda da olsa
sudûr veya feyezânı kabul etmektedir. Buradaki asıl sorun, Gazzâlî’nin ifade
ettiği feyzin iddia edildiği gibi filozofların sudûr anlayışıyla aynı
karakterde olup olmadığıdır. Bunun tespiti ise ancak Gazzâlî’nin feyz
anlayışının ve varlıklar arasındaki feyezânın mahiyetinin tahliliyle mümkün
olacaktır. Gazzâlî feyzi şöyle tarif etmektedir:
Feyz ’den suyun ele dökülmesi gibi bir anlam çıkarmak uygun değildir; çünkü
bu, kaptan bir parça suyun ayrılması ve elle bitişmesinden ibarettir. Ben
bununla güneşin ışığının duvara yansımasından anladığın manayı anlatmak
istiyorum. Bir grup güneş ışığı mevzuunda da aynı hataya düştüler. Onlar
güneşin kütlesinden şuaların ayrılarak duvara bitiştiğini ve onun üzerinde
yayıldığını zannettiler. Bu bir hatadır. Bilakis güneş ışığı nurâniyette
kendisine uygun şeylerin meydana gelmesine (hudûs’una) sebep olmaktadır. Her ne
kadar nur, renkli duvarda olduğu gibi kendisinden zayıf olsa da... Bu, sureti
olan bir şeyin şeklinin aynaya geçmesine (feyezân) benzer. Bu akış insan
suretinden bir parçanın ayrılması manasında değildir; bilakis insan sureti,
şekil ve sureti almaya elverişli (kâbil) olan aynada suretin benzerlerinin
(timsal) meydana gelmesine sebeptir. Burada ayrılama ve birleşme söz konusu
değildir; sadece soyut bir sebeplilik vardır. Böylece İlâhî cömertlik varlığa
elverişli her mahiyette varlık nurlarının meydana gelmesine (hudûs ’una) sebep
olmaktadır. İşte buna “feyz” denir.[465]
Gazzâlî feyezân’m, suyun
kaptan taşması gibi nurânî varlıklardan bir parçanın ayrılması manasında değil,
güneşten ışığın ayrılması veya suretin aynaya yansıması gibi nurların diğer
varlıklara yansıması tarzında anlaşılması gerektiğini ifade etmektedir.
Gazzâlî’ye göre feyz, aslında soyut bir sebeptir; varolması mümkün olan her
varlığa mutlak sebep olan Allah Teâlâ’nın varlık vermesinden ibarettir. Gazzâlî Mişkâtü'l-
envâr’da bu ifadelere ilaveten, semavi nurların derece derece
olduğunu, bu derecelerin sonsuza kadar devam etmeyip bir kaynakta sona
erdiğini, bu kaynağın zatında ve zatı için nur olduğunu, hiçbir kaynaktan nur
almadığım bilakis bütün nurların derece derece ondan doğduğunu ifade
etmektedir. Onun sudûr’u anımsatan bu sözleri şöyledir;
Yeryüzü nurlarının faydalandığı [veya
doğduğu, (iktibas)] semavî nurlar, biri diğerinden nur iktibâs edecek şekilde
sıralanacak olursa, şüphesiz ilk kaynağa en yakın olan nur ismine daha
layıktır. Çünkü o en yüksek derecededir. Şehâdet âleminde bu derecelendirmenin
misâli idrak edilemez; bu ancak şöyle farz edilebilir: “Ayın ışığı evin
havuzuna vurur, oradan duvarda asılı olan aynaya yansır, aynadan da diğer
duvara akseder; duvardan yere yansıyan ışık orayı aydınlatır. Şimdi sen yerdeki
ışığın duvardakine, duvardaki ışığın aynadakine, aynadaki ışığın aydakine,
aydaki ışığın ise güneştekine tabi olduğunu bilmektesin. Çünkü ay güneşten
ışığını almaktadır. Bu dört nur derece olarak birbirinden daha yüksek ve daha
yetkindir. Her birinin bilinen bir makamı ve kendine has bir derecesi vardır;
birbirlerini geçemezler. Bil ki, melekûtiyet nurlarının bu şekilde bir tertip
üzere bulundukları basiret sahiplerine inkişaf etti. Mukarreb olan en ileri
(uzak) nura yakın olandır. Bu durumda Israfıllin rütbesinin Cebraillin
rütbesinden daha üstün olması uzak görülecek bir şey değildir. Derecesi en
ileri olan, bütün nurların kaynağı Rubûbiyyet hazretlerine en yakın olan
nurdur. Derecesi en aşağıda olanlar da vardır. Bu ikisi arasında öyle dereceler
mevcuttur ki onları saymak mümkün değildir; bilinen şey onların çokluğu,
düzenli bir şekilde saf saf olmaları ve her birinin bir makamının bulunmasıdır.
Onlar kendilerini vasıflandırdıkları gibidir. Zira şöyle demişlerdir; “biz
diziler halindeyiz; biz teşbih edicileriz (Saffat/164) Şimdi sen nurların bir
tertip üzere olduğunu öğrendin. Bil ki bu tertip sonsuza kadar devam etmez; ilk
kaynağa kadar yükselir. O zatı için ve zatıyla nurdur. Ona nur başkasından
gelmez; bilakis bütün nurlar bir düzen içerisinde ondan doğarlar.[466]
Mişkâtü'l-envâf da sudûr’u anımsatan en belirgin
ifadeler bunlardır. Gazzâlî burada semâvî varlıklar (melekler) arasıda mevcut
olan bir hiyerarşiden bahsetmektedir. Bu hiyerarşide her varlığın kendine has
bir makamı ve derecesi vardır. Kaynağa en yakın olan en üst decedeki varlık ay
ile sembolize edilmiştir. Daha önce de ifade edildiği üzere ay ile sembolize
edilen varlık ilk akıldır. Çünkü O doğrudan yaratılanların ilkidir. Bu sebeple
ilk akıl feyezân hiyerarşisinde en üst basamakta bulunmaktadır. Burada güneşle
sembolize edilen şey ise Mutâ’dır. Dolayısıyla Mutâ vasıtasıyla ilk akıl
yaratılmış, ilk akıldan sonra derece derece diğer nurlar varlık sahasına
çıkmışlardır.
Filozofların sudur anlayışında ise güneş
Allah’ın zatını sembolize etmektedir.[467] Filozoflarda
sudur Allah’ın zatıyla başlar. îlk sebebin zatının yetkinliğini bilmesi ve
akletmesinden ilk akıl sudur etmiştir. Gazzâlî filozofların Allah için
kullandıkları akıl, âkil ve mâkul nitelemesini kesin bir dille reddetmektedir.
Bu sayılanlar cevhere ait niteliklerdir. Allah ise cevher değildir.[468] O,
varlık kategorilerine ait olan niteliklerden hiçbirisi ile nitelendirilemez;
ancak Rubûbiyyet sıfatlarıyla vasıflanabilir. Dolayısıyla O’nun zatının direkt
olarak varlığın sudûruyla hiçbir ilişkisi yoktur. O, her türlü nisbetten ve
ilişkiden münezzehtir.[469] Gazzâlî’nin
feyezânı ay ile sembolize ettiği ilk akıldan başlatması ve filozofların Allah
için kullandıkları akıl, âkil ve ma’kul nitelemesini ilk akla vermesi
manidardır. Bu, bir anlamda onun feyz anlayışının belli yönlerden filozofların
sudûr anlayışına benzediğini, fakat bunun bilinen manada (varlık alma) bir
sudûr da olmadığım ortaya koymaktadır. İşte bu noktalarda Gazzâlî’nin feyz
anlayışıyla filozofların sudûr anlayışı net olarak ayrılmaktadır.
Burada ortaya çıkan
diğer bir problem ay ile sembolize edilen ilk akıldan nûrun derece derece
yansıması ve her varlığın bir alt basamağında bulunan diğer varlığa nur
vermesidir. Acaba Gazzâlî bununla, sudûr nazariyesinde olduğu gibi, semavi
varlıkların birbirlerinin kaynağı olduğunu mu iddia etmektedir? Öncelikle şunu
belirtelim ki, yukarıda alıntı yaptığımız metinde feyz veya sudûr kelimesi
değil “iktibas” kelimesi kullanılmaktadır. İktibas kelimesinde sudûr anlamından
ziyade “ödünç alma” ve “faydalanma” anlamı ön plana çıkmaktadır.[470] Buradaki
ifadeye göre her varlık bir üst derecedeki varlıktan nur almakta, bir alt
derecede bulunan varlığa ise nur vermektedir. Bu, semavi varlılar arasında bir
etkileşim olduğunu gösterir; dolayısıyla burada varlık verme anlamında değil,
etkileşim anlamında bir feyezândan bahsetmek doğru olacaktır. Eğer bunun tersi
düşünülecek olursa, birinci bölüm ile üçüncü bölüm arasında ciddi bir çelişki
doğacaktır ki, her iki bölümde de kullanılan sembollerin aynı olması bu tarzda
bir yorumu imkansız kılmakta ve bize göre bu çelişkiyi tamamen ortadan
kaldırmaktadır.
Aslında Gazzâlî, soyut
varlıklar arasındaki sudûr ilişkisini muhal bir durum olarak ta görmemektedir.
Mahiyetleri aym olan şeylerin birbirlerinin sebebi veya kaynağı olması
anlaşılabilir bir şeydir. Onun Tehâfütü'l-felâsife'^eY\ temel
itirazı sudûr’un şeklinedir. Gazzâlî bir şeyi bilmek ve akletmekle başka bir
şeyin var olabileceğine, bilinenin bilmekten nasıl sudûr edebileceğine haklı
olarak hayret etmektedir.470 [471] İlk
akılda çokluk olduğunu[472] kendisinden
kendi gibi soyut olan ikinci akim ve en uzak feleğin nefsinin sudûr ettiğini
farz etsek bile, mahiyeti tamamıyla farklı olan en uzak feleğin kütlesi soyut
olan ilk akıldan nasıl sudûr etmiştir?[473] Gazzâlî’de
feyezân, melekût âleminde ve tamamıyla soyut varhlar arasında
gerçekleşmektedir. O, ilk akim mübdî (doğrudan yaratan) olmadığını,[474] her
semavi varlığın bir makamı olduğunu, her makamın da bir nev’i oluşturduğunu
belirtip, soyut varlıklar arasında bile mahiyet farkları olduğunu ifade ederek,
burada filozofların kullandığı anlamda bir sudûr’un olmadığını ortaya
koymaktadır. Üstelik O, semavi varlıkların sayısını filozoflardaki akıllar gibi
on ile sınırlamayıp, bu sayısının belirsiz olduğunu ifade etmektedir. Filozoflarda
ise on akıl, dokuz felek nefsi ve kütlesi, ve de Faal akim etkin olduğu ay altı
âlemi tamamıyla birbirlerinden sudûr etmiştir.[475] Gazzâlî’nin
feyz anlayışıyla filozofların sudûr anlayışı bu noktalarda da net olarak
birbirinden ayrılmaktadır.
Sonuç olarak ifade
edecek olursak; Gazzâlî, sudûr’un üç temel niteliğini de reddetmektedir.
a) Gazzâlî, sudûr’un temel
dayanağı olan varlıktaki zorunlu-mümkün ayrımım belli bir tarzda (kavramsal
olarak) kabul etse de, ilk varlığın mümkün olmasımn çokluğun sebebi olarak
gösterilmesini reddetmektedir.[476]
b) Gazzâlî sudûr’un ikinci
prensibi olan “zorunlu varlığın mutlak bir bilgiyle akletmesi sonucunda sudûr
silsilesinin başladığı” şeklindeki görüşü de reddetmektedir. Gazzâlî’ye göre
bilmek ve akletmek bir şeyin varlığa çıkması için kafi sebep değildir. Ayrıca
O, Allah’ın, cevhere ait olan “akıl, âkil ve mâkul” sıfatlarıyla
nitelendirilmesini de eleştirmektedir.
c) Gazzâlî sudûr’un üçüncü
prensibi olan “birden yalnız bir çıkar” önermesini de zorunlu görmemektedir. O,
Mutâ vasıtasıyla ilk olarak ilk aklın yaratıldığım kabul etmektedir; fakat
Gazzâlî’ye göre bu, bir zorunluluk değil realiteden ibarettir. “Birden yalmz
bir çıkar prensibi” ise Allah’ın zatından yalmz bir şeyin çıkma zorunluluğunu
ifade etmek için kullanılmaktadır. Gazâlî, Allah’ın zatından hiçbir şeyin sudûr
etmiş olduğuna inanmadığı gibi, Onun zatımn her şeyden münezzeh olduğunu her
fırsatta vurgulamaktadır. Dolayısıyla, Gazzâlî’nin sudûr veya feyezân
anlayışım, -iddia edildiği şekilde- filozofların sudûr anlayışıyla
ilişkilendirmek doğru değildir.[477]
Gazzâlî’de rastladığımız
“her şeyin kaynağının Allah olduğu, her şeyin Onun zatından sudûr ettiği” vb.
ifadelere gelince; bunlar, “her halükarda mutlak failin Allah olduğu” ifade
edilmek için kullanılan mecazi ifadelerdir.[478] Semavi
varlıklar arasında cereyan eden feyezân ise varlık verme anlamında değil,
etkileşimde bulunma ve yetkinleştirmeyle sınırlıdır. Gazzâlî’de yaratmanın asıl
unsuru; irade, ilim, kudret ve kelam gibi İlâhî sıfatların bir tezahürü olan ve
de “Mutâ”, “Kelime” ve “Emir” şeklinde ifade edilen şeydir.
ili. VARLIK ALANLARI VE
İNSAN
Gazzâlî ontolojisinin ve epistemolojisinin temel ayrımları farklı varlık
alanları üzerine bina edilmiştir. Temellerini Platon’da gördüğümüz ideler âlemi
ve gölgeler âlemi ayrımı, Yeni Platoncu felsefe vasıtasıyla, ilk İslam filozofu
Kindî ile başlayacak olan “akledilir âlem” ve “duyulur âlem” ayrımına önderlik
etmiş,[479] daha
sonraları Fârâbî îhvân-ı Safâ ve îbn Sînâ’da da örneklerine rastladığımız bu ayrım
sistemleşerek Gazzâlî’ye kadar uzanmıştır. Modem felsefede “fızîkî (real)
varlık” ve “metafizik (ideal) varlık” şeklinde kategorize edilen bu varlık
alanları, Gazzâlî’de farklı isimlerle anılmakla birlikte, genelde “melekût
âlemi” ve “şehâdet âlemi” ismiyle sistematize edilmiştir. İşte bu başlık
altında farklı isimlerle anılan varlık alanları ve varlık alanlarına nisbetle
insanın konumu incelenecektir.
A. METAFİZİK VARLIK ALANI
(MELEKÛT ÂLEMİ)
Gazzâlî de varlık
alanlarının ilkini metafizik varlık alanı oluşturur. Gazzâlî bu varlık alanına
bakış açılarına göre farklı isimler verildiğini belirtmektedir. Gazzâlî’ye göre
isimlerin çokluğu âlemlerin çokluğunu göstermez. Buna göre; bu varlık alanı
yapısı itibariyle değerlendirildiğinde “nurânî âlem”, “rûhânî âlem” ve mânevi
âlem; idrak yetilerine nisbetle değerlendirildiğinde “aklî âlem” ve “gayb
âlemi”; fizikî varlık alanına nisbetle ise “ulvî âlem” ve “yüce âlem” gibi
isimler alır. Hakikati lafızlarda arayan kimseler genellikle isimlerin
çokluğundan hayrete düşerler ve manaların da çok olduğunu zannederler. Hakikat
ehli ise mananın asıl, lafzın ona tabi olduğunu bilir.[480]
Metafizik varlık alanı
zaman ve mekandan münezzeh soyut varlıkların alanıdır.
Âlem-i âla aklî-manevi nurlarla doludur
ki, bunlar meleklerin cevherleridir.[481] Melekût
âleminde “melekler” diye ifade edilen bu varlıklar, kendilerinden beşerî
ruhlara nurlar taşan, bu sebeple de “rabler” şeklinde isimlendirilen -ki Allah
Teâlâ da bundan ötürü rablerin rabbi (rabbü’l-erbâb) olur- ve nurâniyetlerinde
çeşitli dereceler bulunan nûrânî, şerîf (şerefli), yüksek (âli) cevherlerdir.[482] Bu
âlemde melekler dışında varlıklar da mevcut olup bunlar kendi aralarında bir
farklılığa sahiptir. Gazzâlî bu farklılığa varlıkların mahiyetiyle birlikte
şöyle değinmektedir:
Melekler, cin ve şeytanlar çeşitli cinsleri olan, hakikatleri farklı
nefsleriyle kaim cevherlerdir. Bunun misali kudrettir. Kudret ilimden
farklıdır; ilim ve kudret ise renkten farklıdır. Renk, ilim ve kudret kendi
dışındaki bir şeyle kaim birer cevherdir. Melek, şeytan ve cin arasındaki
farklılıkta aynen böyledir. Bununla beraber onlardan her biri nefsiyle kaim
birer cevherdir. Cin ve melek arasında bir farklılık olduğu bellidir; fakat bunun
at ve insan gibi nevde ortaya çıkan bir ayrılık mı olduğu, yoksa yetkin insanla
nakıs insanda olduğu gibi arazlarda ortaya çıkan bir farklılık mı olduğu
bilinmemektedir. Melek ve şeytan arasındaki farklılık ta böyledir. Onların
cinsleri birdir; ayrılık iyi ve kötü insanda olduğu gibi veya peygamberle veli
arasındaki ayrılık gibi arazlarda ortaya çıkmaktadır. Açık olan bunların
türlerinin farklı olduğudur. Doğrusunu ancak Allah Teâlâ bilir. Adı geçen bu
cevherler bölünmezler; yani Allah’ın ilminin mahalli birdir, bölünmez. Çünkü,
bir ilim ancak bir mahalde olabilir. İnsanın hakikati de böyledir. İlim ve
cehalet birbirine zıt, tek bir mahalde olan şeylerdir; bunların mahalli çift
değildir. Bölünmeyen cevhere gelince; o uzamlımıdır, yoksa bu söz bölünmeyen
parçayı (atomu) bilmeye ait bir söz müdür? Eğer cevher-i ferd’in bölünmesi
muhal olursa bu cevherlerde bölünmezler ve yer kaplamazlar. Eğer cevher-i
ferd’in bölünmesi muhal olmazsa bu cevherlerin bir mekanda bulunması da mümkün
olur.[483]
Melekût âleminde yer
alan ve dini terminolojide melek, cin ve şeytan şeklinde isimlendirilen bu
varlıklar, felsefî terminolojide “uzamsız cevher” şeklinde nitelendirilmektedir.
Uzamsız cevher, yukarıdaki tasvirden de anlaşılacağı üzere, kendisinde hiçbir
bileşim bulunmadan bir mahalde var olan soyut şeyi ifade eder. Ancak bu var
olanlar da kendi aralarında bir farhlığa sahiptir.[484] Bu
farklılık kendisini Allah ile uzamsız cevherler arasında da göstermektedir.
Allah Teâlâ zorunlu varlıktır. Uzamsız cevherler ise kendi nefsleriyle kaim
olmakla birlikte varlıkları kendilerinden olmayan, özleri itibariyle salt
yokluk (mümkün) olan varlıklardır. Dolayısıyla, uzamsız cevherler bölünme kabul
etmeseler ve bir mahalde (mevzu) bulunmasalar da özleri itibariyle var
olmamaları onların sonradan var olduğuna işaret etmektedir. Allah Teâlâ ile bu
cevherler arasındaki ayrılık burada ortaya çıkmaktadır.[485]
Gazzâlî melekût âlemi
şeklinde isimlendirdiği soyut varlıklar alanının farklı dereceleri bulunduğunu
belirtir. O, bu dereceleri ifade etmek üzere İlâhî huzur anlamına gelen
“Hazret” veya “Hazire (avlu)” kelimelerini kullanmaktadır. Bu ayrıma göre;
İlâhî hazret, rahmet hazretinden, melik hazretinden ve Rubûbiyyet hazretinden
farklıdır. İlâhî rahmet İlâhî hazretten suret almaktadır. Gazzâlî, bu hazretler
arasındaki derece farklılığına işaret etmek üzere “De ki insanların rabbine,
insanların melikine, insanların ilâhına sığınırım (Nas/1-3)” ayetlerini
zikretmekte, eğer aralarında bir ayrılık olmasa Allah Teâlâ’nın bunların
hepsine ayrı ayrı sığınmakla emretmeyeceğini ifade etmektedir.[486] [487]
Melekût âlemi şeklinde
ifade edilen yüce âlem, his ve hayalden uzak olan kuds
âlemidir. Bu âlem içerisinde, “kuds
haziresi” şeklinde isimlendirilen, kendisine yabancı hiçbir şeyin girmediği,
hiçbir şeyin de kendisinden dışarı çıkmadığı, bu hazireye ayak 487 basmadan
Allah’a yaklaşmanın da mümkün olmadığı, yüksek bir makam vardır.
Meleklerin tamamı melekût âleminde kuds
hazretine bağlıdırlar; oradan süflî âlemi kontrolleri altında tutarlar.[488] Ayrıca
bu hazire’de de, kuds manaları arasında, birbirlerine nazaran daha manalı bir
takım hazireler vardır. Fakat hazire kelimesi bu âlemin bütün tabakalarını
kapsamaktadır. Gazzâlî, bunlar arasındaki farkları anlatmanın uzun şerhleri
gerektireceğini, bunların akıl dışı ve boş sözler olmadığını, basiret
sahiplerinin bunu anlayabileceğini, bu farklılıkları açıklamaya kalkıştığı
zaman ise asıl maksattan uzaklaşacağını belirtmektedir.[489] Ayrıca
ifade etmek gerekir ki; Gazzâlî, ulvî âlemle gökleri kastetmediğini, göklerin
sadece his/şehâdet âlemine nisbetle bir yüksekliğe sahip olduğunu, bunu idrak
etmede hayvanların da ortak olduğunu özellikle vurgulamaktadır.[490]
Gazzâlî, “metafizik
varlık alanının duyularla idrak edilmediğini fakat akıl dışı da olmadığını”
vurgulamak suretiyle epistemolojik boyutu ön plana çıkarmaktadır. Metafizik
(melekûtî) varlık, duyu tarafından özüne ilişilemeyen, ancak akim belli bir
yönüyle (kudsî ruh) kavranabilen varolanlardır. Bu sebeple bu varlık alanına
“gayb âlemi” denilmektedir.[491] Ontolojik
ve epistemolojik anlamdan olmak üzere, varlıkların ilkeleri bu âlemdedir.[492] Gazzâlî,
bu âlemde sabit olup değişmeyen, büyük (yüce) olup küçülmeyen, kendisinden
beşerî kalplerin vadilerine mârifet (bilgi) sularının ve mükâşefe’ye dair enfes
şeylerin (nefâis) fışkırdığı varlığı “tûr (dağ)” ile, bu varlıkların alt-üst
dereceleri arasındaki bilgi akışım sağlayan unsurları ise “vâdi” ile sembolize
etmektedir.[493] Epistemolojik
ve sembolik boyuta ileride ayrıca değinilecektir.
Sonuç olarak ifade
edecek olursak; modem felsefede metafizik (ideal) varlık, “fizikî (real)
varlığın zıttı, zaman ve mekanla alakası olmayan, değişmeyen, oluş ve bozuluş
yasalarına tabi olmayan, başka bir şekle girmeyen ve bireyselliği de olmayan”
bir varlık tarzı olarak tanımlanmıştır.[494] Gazzâlî
de bu bağlamda, modem tanımın belli unsurlarıyla uyum içerisinde olan geniş bir
perspektif sunmaktadır. Ona göre; varlık yapıları itibariyle bölünmeyen,
bileşimden uzak olan, zaman ve mekan kayıtlarıyla sımrlanamayan, nefsleriyle
kaim bir ferdiyete sahip olup varlığını başkasından alan cevherler (melekler)
bu varlık alanının asıl unsurlarıdır. Farklı derecelere sahip olan bu varlık
alanında cisimli cevherlerin mahiyetleri ve bilginin özü mevcuttur.
B. FİZİKÎ VARLIK ALANI
(ŞEHÂDET ÂLEMİ)
Gazzâlî de varlık
alanlarının İkincisini “fizikî (real) varlık alanı” oluşturur. O, metafizik
varlık alanında olduğu gibi, fizikî (real) varlık alanına da farklı isimler
verildiğini belirtir. Bu varlık alanı, kendi yapısı itibariyle
değerlendirildiğinde “cismânî âlem” veya “mülk âlemi”; algı güçlerine nisbetle
değerlendirildiğinde “hissî âlem” veya “şehâdet âlemi”; metafizik varlık
alanına nisbetle değerlendirildiğinde “süflî âlem” veya “zulmânî âlem” şeklinde
isimlendirilmektedir.[495]
Gazzâlî, şehâdet
âlemiyle, somut olarak varolanların dünyasını kastetmektedir. Fizîkî (real)
varlık, zaman ve mekan içerisinde bulunan, dolayısıyla, oluş ve bozuluşa tabi
olan varlıktır. Gazzâlî’ye göre, gökler ve içerisinde yer alan felekler,
gezegenler, yıldızlar; bir alt tabakada yer alan unsurlar, bitkiler ve
hayvanlar; kısaca, birbiri içerisine girmiş farklı yapılardan oluşan ve’ faklı
şekillerde algılanan bütün kozmos bu
varlık alanını teşkil etmektedir.[496] Bu
varlık alanındaki nesneler, belli bir şekilde belirlenmiş duyularla algılanan
evrenin tamamı olup, bireysellikte birbirleriyle ortak değillerdir.[497] Şehâdet
âlemi, melekût âlemine nisbetle değersizdir.[498] [499] Cisimler
mahiyet itibariyle varlık âleminin en bayağı kısımlarını oluştururlar. Renkler
ve şekiller de cisimlerin arazlarının en bayağısıdır.
Gazzâlî, fenomenal
varlıkların dünyasıyla metafizik varlık alanı arasında bir ilişkinin mevcudiyetine
inanır. Gazzâlî’ye göre; duyusal varlıkların yer aldığı fenomenler dünyası,
kendisiyle aklın dünyasına yükseleceğimiz bir merdiven konumundadır. Eğer bu
iki âlem arasında bir bağ ve münasebet bulunmasaydı, melekût âlemine yükselme
yolu bulamazdık; bu mümkün olmasaydı Rubûbiyyet hazretine yolculuk ve Allah
Teâlâ’ya yaklaşmak imkansız olurdu.[500] İlâhî
rahmet, şehâdet âlemini melekût âlemi dengesinde (muvâzene) yarattı. Bu âlemde
olan her şey diğer âlemdeki bir şeyin örneğidir. Bazen buradaki bir şey melekût
âleminden birçok şeyin örneği olabildiği gibi, bezende şehâdet âleminden birçok
şey melekût âleminden yalnız bir şeyin örneği olabilir. Bir şeyin misal
olabilmesi için aslıyla arasında bir nevî benzerlik (mümâselet) ve uygunluk
(mutâbakat) bulunması gerekir. Dolayısıyla “ulvî âlem”e yükselmek bu âlemin
kopyası olan “süflî âlem”den geçmektedir. Gazzâlî iki âlem arasındaki
benzerliği “rahmet-i İlâhi” olarak nitelendirmektedir. Şayet aralarında bir
ilişki ve münasebet bulunmasaydı, Melekût âlemine yönelmenin bir yolunu
bulamazdık.[501]
Bu varlık alanları
arasındaki ilişki, temelde, melekût âlemi ile şehâdet âlemi arasındaki
“mutabakat” ilişkisine dayanmaktadır.[502] Düşünülür
varlıkların dünyası, belli bir anlamda olmak üzere, sözgelimi biçimsel açıdan
duyulur nesnelerin ilk örneği ve varlıksal bakımdan da onların ilkesi gibidir.
Şehâdet âlemi melekût âleminin eserlerinden (tesir veya sembol) bir eserdir;
şahsa izâfetle gölgenin ortaya çıkması, veya kar getiren (meyve veren) bir şeye
nisbetle kârın (meyvenin) ortaya çıkması, ya da sebebe nisbetle sebep olduğu
şeyin ortaya çıkması gibi melekût âleminden meydana gelmektedir, (akmaktadır)
Nasıl ki, sonuç nedene gölge de kişiye bağlı ise duyulur obje de varlıksal
açıdan düşünülür objeye bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında fenomenler
dünyasındaki nesneler İdealar dünyasının kopyaları mesabesindedir. Şehâdet
âlemi melekût âleminin bir örneğidir. Çünkü, sebep olunan şeyleri bilmenin
anahtarları sebeplerden alınmaktadır. Sebep olunan şeyin uzaktan veya yakından,
bir tür benzerlikle sebebe denk olması uzak bir şey değildir.[503]
Melekût âlemi ile
şehâdet âlemi arasındaki ontolojik bağ, fenomenler âleminde yer alan cisimlerin
yapısıyla yakından ilişkilidir. Felsefî terminolojide “uzamlı cevher” şeklinde
isimlendirilen bu varolanlar bir bileşimden oluşmuyorsa, buna “cevher-i ferd”;
şayet yapısı farklı unsurlardan meydana gelmişse, buna da bileşik (mürekkeb)
veya cisim denilmektedir. Cisim, madde ve suretin bileşiminden meydana
gelmiştir. Cismin asıl unsuru olan suret de melekût âleminden
gelmektedir. Mişkâtü'l-envâr'âa. geçen, “melekût âlemine
nisbetle şehâdet âlemi; öze nisbetle kabuk, ruha nisbetle kalıp ve suret, nura
nisbetle zulmet, yükseğe nisbetle aşağı gibidir.[504] Yeryüzü
nurlarının doğduğu (ödünç alındığı) semâvî nurlar...[505]”
ifadeleriyle bu anlam kastedilmektedir. Gazzâlî, cisme hakikatini veren suretin
Allah Teâlâ ve Onun melekleri tarafından verildiğini de ifade etmektedir.[506]
Bu iki âlem arasındaki
ilişki bu yönlerden değerlendirildiğinde şöyle bir varlık tasnifi ortaya
çıkmaktadır: Varlıkların hakikatleri Levh-i mahfuz’da ve mukarreb meleklerin
kalplerinde yazılıdır. Bir mühendisin evin planını bir kağıda çizip, sonrada
onu bu nüsha üzere vücûda getirmesi gibi, yerleri ve gökleri yaratan da, âlemin
nüshasını, başından sonuna kadar Levh-i mahfûz’da yazdı; sonra bu nüsha üzere
onu vücuda getirdi. Varolan bu âlemin his ve hayalde bir sureti vardır.
Duyularla algılanan suret hayal yetisine, oradan da kalbe (akıl) intikal eder.
Kalpte (akıl) meydana gelen hakikatler hayaldekine, hayaldeki hakikatler
dışarıdakine, mevcut âlem de Levh-i mahfuz’daki nüshaya uygundur. Buna göre
âlemin dört derecesi ortaya çıkmaktadır;
a) Cismânî varlığından önce Levh-i mahfuz’daki varlığı
b) Ona uygun olan hakîkî vücudu
c) Hakîkî vücuda uygun olan hayalî vücudu, yani hayaldeki sureti
d) Hayalî vücuda bağlı olan aklî vücudu, yani suretin kalpteki (akıl) varlığı50'
Buna göre; fizikî (real)
varlıkların mahiyeti öncelikle uzamsız evrende mevcuttur. Bu mahiyete “biçim
veya suret” denilmektedir. Suret madde ile birlikte fizikî (real) varlık
alanında bir gerçeklik kazanır. Bu gerçeklik (bileşim) fenomenal varlık
alanındaki cisimleri meydana getirmektedir. Cisimlerin sureti duyular
tarafından bir şekilde algılanır. Algılanan bu suretler hayal yetisinde
depolanır. Sonra, akıl tarafından kullanılan bu suretler anlamlı hale
getirilerek, nesneler dünyası, soyut bir anlam ve somut bir gerçeklik olarak
ortaya konulur.505 506 [507] [508] İşte
fizikî (real) varlık alanının hakikati bundan ibarettir.
C. İNSANİN KONUMU
Gazzâlî felsefesinde insan
önemli bir yere sahiptir. Aslında bir yönüyle Gazzâlî felsefesi “antroposentrik
(insan merkezli)” bir felsefe olarak ta nitelendirilebilir. İnsan, metafizik
varlık alanıyla fizikî varlık alanın merkezinde bulunur ve her iki âlemin
unsurlarını bünyesinde barındırır. Bu açıdan, insanın tamamıyla birbirinden ayn
iki farklı yapıdan meydana geldiği söylenebilir. O cisimsel olanla ruhsal
olanın bir kompozisyonunu oluşturmaktadır. Bu kompozisyona göre ruhsal olanla
maddi olanın varlığı zorunlu olarak birbirlerini öngörmekte ve tamamlamaktadır.[509]
İnsanın hakikatini
oluşturan asıl unsur ruhtur. Ruh, aslen melekût âlemine ait olduğu için bedene
yabancıdır; O, yönünü İlâhî âleme çevirmiştir. Nihayetinde onun tanrısal bir
cephesi vardır. Gazzâlî bu boyutu “Allah inşam rahman suretinde yarattı” hadisi
bağlamında eserlerinin bir çoğunda tekrarlar. O, insanın ulvî âleme ait olan
rahmânî suretini Mişkâtü'l-envâr'Asl şöyle
tasvîr etmektedir.
Eğer bu hazrette; eli, kalemi, levhayı, kitabı kapsayan düzenli bir manzume
varsa bunun sembolü “sûret’’ tir. İnsanlık sûreti bu şekil üzere tertip edilmiş
bir cins oluyorsa, o Rahman sûretindedir. Rahman suretinde” demekle “Allah
suretinde ” demek arasında fark vardır. Çünkü İlâhî rahmet İlâhî hazret’ten
suret almaktadır. Sonra Allah ademe lütfetti ve ona âlemdeki sıfatların
tamamını toplayan muhtasar bir suret verdi. Öyle ki; bu haliyle O, âlemde
varolanların tamamı veya âlemin muhtasar bir nüshasıdır. Ademin sureti, yani bu
suret Allah ’ın yazısıyla yazılmıştır. O İlâhî yazı rakam ve harften meydana
gelmiş değildir; onun konuşması sesten ve harften, kalemi kamıştan ve metalden,
eli etten ve kemikten oluşmaktan münezzeh olduğu gibi yazısı da rakam ve harften
meydana gelmekten münezzehtir. Eğer bu rahmet olmasaydı insanoğlu rabbini
bilmekten aciz kalırdı. İnsan ancak nefsini bilmek suretiyle rabbini
bilmektedir.[510]
Ulvî âleme ait olan
rahmânî sureti, yani ruhun yaratılışım bu şekilde tasvîr eden Gazzâlî, insanın
şehâdet âlemine ait cismânî bedeninin yapısını, metafizik varlık alanı ile
bağlantı içerisinde, bir düzene göre gerçekleşen çeşitli karışım aşamalarının
en son ve en mükemmel bileşimi olarak görmektedir. Tabii oluşumun bir üyesi
olan insan, hiç kuşkusuz temel ilkelerini unsurların teşkil ettiği, tabii
oluşumun kendine has cismânî bir parçası, ama en son parçası olarak ortaya
çıkmaktadır. O, bio-fizyolojik yapısıyla bir tabiat varlığıdır.[511] Yukarıda
tasvîr ettiğimiz insanın ruhsal yönü tabii varlığından sonra gelmektedir.
İnsanda tabii oluşumun son aşamasına kadar her hangi bir ruhsal ve entelektüel
süreçten bahsetmek mümkün değildir. Metafizik varlık alanının bir ürünü olan
ruhsal boyut, bir aşamaya kadar fiziksel oluşumun da bir ürünü olmakta, daha
doğru bir ifadeyle fiziksel oluşum sürecini müteakiben etkin olarak bedende
gözükmektedir. Her bir şahıs mizacı ve elverişliliği oranında bir nefs’le
birleşmektedir. Mizaç itidale ne kadar yakın olursa onun elverişliliği ve
değeri de o oranda yüksek olmaktadır.[512]
Burada tasvîr edilen
şekliyle, bio-psişik varlığı içerisinde tabii oluşumun bir parçası olarak
ortaya çıkan insan, âlemdeki en mükemmel yapıyı oluşturur. Bu varlık yapısıyla
insan, iki âlemin bir nüshası, evrenin kopyasıdır. Tanrı, rûhani âlemi doğrudan
yarattığı (ibdâ) ve cismânî âlemi dolaylı yarattığı (halk) vakit, yaratılmışlar
içerisinde insanı seçmiş, büyük âlemin bir örneği olması ve kendisine de “küçük
âlem” denilmesi için var edilmiş en ince düşünülürleri (ma’kûlât) ve duyulurlan
(mahsûsât) onda toplamıştır. Buna göre duyulur ve düşünülür nesne “ büyük
âlem”, insanda bu nesnelerin biçimlerini kendinde bulunduran “küçük âlem”dir.
Küçük âlem, büyük âlemin bir örneği, bir benzeri, bir kopyasıdır.[513] [514] O,
fizikî özelikleri ile aşağı âlemin (süflî-cisimli âlem) bir örneği (misâl), ruh
ve kalbinin nitelikleri ile de yüce (ulvî) âlemin örneğidir.[515] Bu
haliyle o âlemde var olanların tamamı veya âlemin muhtasar bir nüshasıdır.[516]
Bu mükemmel yaratılışa
sahip olan insan, amaçları bakımından tabiat varlığı olarak değil, düşünen
varlık olarak, hatta ulvî âleme yükselme gayesi güden bir varlık olarak
sistemdeki yerini alır. Şu halde insan, bio-psişik varlığı içerisinde tabii
oluşumun bir parçası olarak ortaya çıkar fakat bu mertebede kalmaz. Hatta
denebilir ki; onun kendine özgü yaşayışı, yeryüzünde bulunuşunun gayesine
yönelik macerası asıl bundan sonra başlayacaktır. Bu yaratılış gayesine göre
insan hakîkî âleme, yani melekût âlemine yükselmeyi amaç edinmelidir. Zira
insanın bu donanıma sahip bir varlık yapısı bulunmaktadır. Kim melekût âlemine
yükselmeyip şehâdet âleminin düşük seviyesinde kusurlu olarak kalırsa, O,
insânî hususiyetlerden yoksun olduğu gibi hayvan olmaktan da uzaktır. Çünkü O
hayvandan da sapkındır. Zira hayvana melekût âlemine uçma kanatları verilmemiştir.
Şunu da belirtmek gerekir ki; yer başka bir yerle göklerde başka göklerle
değişmedikçe, göklerin tamamı da dahil olmak üzere his ve hayal altında
bulunanların hepsi o âlemin arzı, duyuların üstünde olanlarda o âlemin seması
olmadıkça melekût âleminin kapıları insana açılmaz ve insan meleklerin
seviyesine ulaşamaz (melekûtî olamaz). Bu, Rubûbiyyet hazretine yaklaşmak üzere
yolculuğa başlayan her insanın ilk yükseleceği yerdir (miracıdır). Çünkü insan
aşağıların en aşağısına atılmıştır. O buradan en yüce âleme doğru
yükselmektedir.[517]
Sonuç olarak ifade
edecek olursak; Gazzâlî, geleneği izleyerek insanı maddi olanla rûhî olanın
sonsuz hikmetler taşıyan dengeli ve mükemmel bir bileşimi olarak görmektedir.
Bu bileşim, doğal olarak, makro planda varlığın İnsanî planda bir tezahürü ya
da temsil edilişidir. O, varlığı ve İnsanî varlığı maddi olanla manevi olana
ayırır. Maddi olanla manevi olanın makro plandaki tezahürüne, insanın
psiko-rasyonel varlığında duyulur olanla bilinir olan tekâbül etmektedir. Bu
daha teknik anlamda fenomenlerin dünyası (el-Âlemü’ş-şehâde) ile metafizik
olanın (el-Âlemü’l-gayb) dünyasıdır.[518] Gazzâlî,
bu çerçevede insanı varlıkla ilişki içerisine sokan bir takım “rûhî” mertebeler
belirlemektedir. Nitekim O, “idrak” terimini “ruh” terimiyle karşılamakta,
idrakin ve bilginin asıl mahalli olarak rûhu görmektedir.[519] Bu
bağlamdan olmak üzere bir sonraki bölümde, ruhun metafizik ve fenomenal varlık
alanlarıyla ilişkisi ve beşeri varlıktaki işlevselliği, hiyerarşik bir düzen
içerisinde nur ayetinde geçen sembollerle de ilişkilendirilerek genişçe
incelenecektir.
İKİNCİ BÖLÜM
EPİSTEMOLOJİN BOYUT
I. EPİSTEMOLOJİK TERİMLER VE KAVRAMSAL ANALİZLERİ
Gazzâlî, Mişkâtü’l-envâr\xt ikinci
bölümünü insanın psikolojik yapısında mevcut olan idrak mertebelerine, aynı
zamanda idrak mertebelerinin her birine karşılık gelen nur ayetindeki Mişkât
(kandil yuvası-niş), “Misbâh (lamba)”, “Zücâce (cam)”, “Şecer (ağaç)”, “Zeyt
(zeytinyağı)” sembollerinin açıklanmasına ayırmıştır. O, nur ayetinde geçen
sembollerin anlaşılabilmesi için “nûrânî beşer ruhları” şeklinde isimlendirdiği
psikolojik idrak mertebelerinin mutlaka bilinmesi gerektiği fikrindedir.[520]
Gazzâlî
epistemolojisinde insan, en düşük mertebesinden en yüksek mertebesine kadar
varlığın bütün aşamalarını temsil eden bir takım yetilerle donatılmıştır. O, bu
donanımı ile, bütün varlık mertebelerini bilgisel bazda, bir şekilde algılama
ve onlarla ilişkiye girme olanağına sahiptir. Gazzâlî, Mişkâtü’l-envâr’la birlikte
diğer bir kısım eserlerinde, insanın bu donanımına ilişkin psikolojik yapısını
ve algılama faaliyetini tasvîr ve tahlil etmektedir. Bu tahlillerde onun
orijinal olmadığı, genel olarak, İslam filozoflarından ödünç almış olduğu
kavram ve terimlerle iş gördüğü söylenebilir.[521] Bu
bağlamda, insanın ruhsal yapısını, idrâk ve bilme mekanizmasını araştıran
epistemolojisinin, dolayısıyla da psikolojisinin bu yönünün büyük ölçüde “ilmi”
olduğunu ve tartışmaya açık olmadığını belirtebiliriz. İleride geniş bir
şekilde değinileceği üzere, onun orijinalliği, metafizik alana ilişkin insânî
idrâkin boyutu ve mahiyetiyle alakalı bölümde ortaya çıkmaktadır.[522]
Gazzâlî, insanın
algılama donanımıyla varlık cinsleri arasında sıkı bir bağlantı kurmaktadır.
Ona göre, insanın, birbirleriyle çeşitli bağlantılar içerisinde olan bir
algılama hiyerarşisi vardır ve bu hiyerarşi içerisinde sıralanan her bir idrak
yetisi sadece kendisine has idrâk alanını algılayabilecek bir güçte
yaratılmıştır. Bu hiyerarşide yer alan algı güçleri, insanın varlık
mertebelerini algılamadaki gelişimini ve bütün olarak hakikat karşısındaki
idrak haritasını göstermektedir. Sıralamada yer alan her bir aşama, ilerledikçe
genişleyen ve incelen bir gelişim vetiresi içerisinde, varlığın tamamım özüne
uygun olarak algılayan nihâî mertebeye kadar yükselmektedir. Her algı aşaması,
kendinden önceki algı alanıyla birlikte, sadece bu algı aşamasında ortaya çıkan
bir takım durumları da kapsamına almakta, ama kendinin üzerinde bulunan idrak
dünyasını tanıyamamaktadır. Dolayısıyla, bütün görüntüleri içerisinde algı
(el-idrâk), inşam bütün tezahürleri içerisinde varlıkla ilişkiye sokan bir
vasıtadır.[523] [524] Gazzâlî Mişkâtü’l-envâr’âa.
c
idrak mertebelerinin tamamını “nur” şeklinde
isimlendirmiştir. Dolayısıyla, idrakler neticesinde oluşan bilgi de “nur”
şeklinde isimlendirilmiş olmaktadır.[525]
Gazzâlî’ye göre insan
rûhu, nurlar skalasını oluşturan, duyusal, hayâli, aklî, fikrî ve nihayet
kudsî-nebevî olmak üzere, ancak beş algı aşaması içerisinde varlıkla ilişki
içerisine girebilmektedir.[526] Şimdi,
bilginin kaynağı durumunda olan bu idrak aşamalarını sırasıyla inceleyelim.
A. ER-RÛHU’L-HASSÂS
Mişkâtü’l-envâr da işaret edilen ve insanın
psiko-fizyolojik yapısında mevcut olan idrak mertebelerinin ilki
er-Rûhu’l-hassâs (duyumlayan ruh) tır. Bu ruh duyu verilerini alır. Çünkü aslı
itibariyle bu ruh hayvânîdir. Hayvan (canlı) da ancak bu ruh ile hayvan (canlı)
olur. Bu ruh süt çocuğunda da mevcuttur.[527] Gazzâlî’nin
bu rûhu “hayvânî rûhun aslı” olarak tanımlamasından da anlaşılacağı üzere, bu
ruh olmadan biyolojik canlılığın olması, dolayısıyla duyusal algının oluşması
ve devam etmesi mümkün değildir.[528] Konunun
daha net anlaşılabilmesi için kavramın epistemik boyutlarına başlıklar halinde
değinmek uygun olacaktır.
1. Duyu Gücü ve/veya Duyusal İdrâk
Er-Rûhu’I-hassâs (duyumlayan
ruh), anlam ve mahiyeti itibariyle iki yönden değerlendirilebilir. Öncelikle
er-Rûhu’l-hassâs kavramıyla duyusal algı (idrâk) boyutuna işaret edilmekte ve
Gazzâlî bununla, dış algı güçleri (zâhirî idrâk)[529] şeklinde
ifade ettiği beş duyuyu (havâs-ı hamse) ve bu duyuların algılarını
kastetmektedir.[530] [531] Bunlar;
görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyusudur. Bu duyular bedende 1
7 görünen bir organa sahiptir.
Gazzâlî bilgi kaynağı
olarak insanda ilk teşekkül eden şeyin duyu organları olduğunu belirtir. Beş
duyunun teşekkülü ve önemi bakımından sıralanmasında Gazzâlî’nin farklı eserlerinde
değişik yaklaşımlara rastlarız. Nitekim, bazen dokunma duyusu ilk sıraya alınıp
onun öneminden söz edilirken, bir başka yerde bu önem görme duyusuna verilir.[532] Yinede
Gazzâlî’nin görme duyusuna atfettiği önem diğer duyuların üzerindedir.
Gazzâlî’nin göze nur ismini vermesi bu duyuya verdiği önemi gösterir
mahiyettedir[533]
İnsanda ilk yaratılan
duyu; sıcaklık, soğukluk, rutubet, kuruluk, sertlik ve yumuşaklık gibi
objelerin birçok özelliklerini algılayan dokunma duyusudur. İnsanda ikinci
olarak renk ve şekilleri algıladığı görme duyusu yaratılır. Daha sonrada
işitme, tatma ve koklama duyulan teşekkül eder. Gazzâlî’ye göre, bu duyular ve
idrâk merhalesi yedi yaşma kadar tamamlanır. Bu yaşa gelinceye kadar çocuk dış
dünyayı sadece algılar.[534]
Duyular insanlarda ve
hayvanlarda aynı mahiyette olmaları ve benzer görevler üstlenmelerine rağmen
farklı amaçlara hizmet ederler. Genel mahiyeti itibariyle duyular, hayvanlarda
yaşamlarım sürdürebilmeleri ve insanlara boyun eğmeye bir vesile olması için;
özel mahiyeti itibariyle ise kendi alanlarıyla ilgili vazifelerini yerine
getirmek için yaratılmışlardır. Mesela, dokunma duyusu, hayvanlarda hareket
esnasında zararlı şeylerden korunabilmeleri, kendilerine uygun ortamı
seçebilmeleri içindir.[535] Görme
duyusu da hareket eden canlıların, yangın mahalli, dağ eteği ve deniz kıyısı
gibi yerlerde hareket ederken zarara uğramamaları yani kendilerini zarardan
koruyabilmeleri için Allah’ın bir lütfü olarak canlıların çoğuna
bahşedilmiştir. İnsanlarda bu duyular daha yüce bir mahiyettedir ve yüksek bir
gaye için yaratılmışlardır. Bu yüksek gaye son noktada dini bilgilerin
prensiplerini elde etmektir.[536]
Duyusal idrâkin
tamamlanması noktasında başka bir yetiye daha ihtiyaç vardır ki, Gazzâlî Mişkâtü
’l-envâr ’da er-Rûhu’l-hassâs (duyumlayan ruh)[537] adını
verdiği bu yetiye, Tehâfütü ’l-felâsife, İhyâu ulûmi ’d-din, Mızânü
‘l-amel, Meâricü ’l-kuds, Mîrâcu’s-sâlikîn adlı eserlerinde
“el-Hissü’l-müşterek (Ortak duyu)”, “Levha”, “Bantasya” ve “Hayâliyye” gibi
isimler vermektedir.[538]
Bu anlam boyutuyla er-Rûhu’l-hassâs,
el-Hissü’l-müşterek (ortak duyu) terimiyle eşanlamlıdır. Çünkü beş duyunun
bütün izlenimleri ortak duyu’da toplanmakta Gazzâlî de Mişkâtü’l-envâr’da. er-Rûhu’l-hassâs’m
bu boyutuna işaret etmektedir.[539] [540] Gazzâlî’ye
göre algı duyularda sonlanıp tamamlanmaz. İnsanda zâhirî gözden önce öyle bir
kuvvet vardır ki, duyular orada tamamlanır.[541] [542] Gazzâlî
bir benzetmeyle bu durumu şöyle ifade eder:
İşitme, görme, koklama, tatma, ve dokunma gibi yetiler, idrâk eden ve
bildiren kuvvetlerdir. Bu kuvvetler casuslara benzerler. Bunlar dış dünyada
(fenomenler dünyası) var olan her şeyi idrâk ederler. İdrak sonucu elde
ettikleri 23 suretler de Ortak duyu ’ya (el-Hissü ’l-müşterek)
yerleşir ve orada tamamlanır.
O halde idrak mahalli,
gözlerin de kulakların da ötesinde bir şeydir. Gözün gördüğü ile kulağın
duyduğunu idrâk eden bir kuvvettir. Bu kuvvet, idrâk olunan birbirinin aynı ya
da birbirinden farklı algıların toplanma yeridir. Beş duyunun bütün izlenimleri
burada toplanır. Gazzâlî, dış duyulara ait izlenimlerin burada toplanmasını,
nesnelere ait biçimlerin aynada görünmesine benzetmektedir.[543]
Özetle bu yeti,
birbirinden farklı duyuların bir araya gelip toplandığı yerdir. Tek bir nesneye
ait çeşitli duyular burada bir araya gelir ve birbirlerine karışmadan
örgütlenmiş halde bulunurlar. Bu tespitlerden de anlaşıldığı üzere, duyuların
izlenimleri sonucu oluşan algılar bu yetide tamamlanır. Bu kuvvetin idrakten
başka bir vazifesi yoktur.[544]
Sonuçta,
er-Rûhu’l-hassâs kavramı, Mişkâtü ’l-erıvâr da işaret edilen
özel anlam boyutu itibariyle “Ortak Duyu (Hissü’l-müşterek)” mânâsında olup,
bununla duyu verilerinin toplandığı merkez kastedilir. Genel anlamı itibariyle
er-Rûhu’l-hassâs kavramıyla duyusal algı boyutuna işaret edilmekte ve bununla
beş duyunun (Havâss-ı Hamse) ayrı ayrı algıları kastedilmektedir.
2. Duyuşa! Bilginin
Kaynağı, İmkânı ve Değeri
Mevcut tüm bilme
aşamalarında suje ve obje olmak üzere iki tarafın bulunması zorunlu olduğu
gibi, algı (idrâk) aşamalarında da iki tarafın bulunması zorunludur. Duyusal
idrak’te insanın bir yönünü teşkil eden duyu organları sujeyi oluşturmakta,
sujenin faaliyet alanlarının tamamı da objeyi teşkil etmektedir. Duyuların
faaliyet alanlarıyla (varlık alanları) işlevleri arasında sıkı bir ilişki
mevcuttur. Duyular işlevlerini kendilerine mahsus alanlarda yürütürler ve asla
bu alanın dışına çıkamazlar.[545] [546] Şimdi
duyular için zorunlu olan ve duyusal bilginin kaynağım oluşturan bu alanları ve
bu alanlar içerisinde oluşan duyusal faaliyetlerin imkan ve değerini ele
alalım.
Duyuların hem genel hem
de kendi nitelikleri doğrultusunda ayrı ayrı duyumlama alanları mevcuttur.[547] Gazzâlî Mişkâtü’l-envâf varlık
anlayışım açıklarken aynı zamanda genel duyusal idrak alanını da şu şekilde
ortaya koymaktadır:
Rûhani ve cismânî olmak üzere iki âlem vardır. İstersen bunlara duyuların
dünyası ile aklın dünyası ya da ulvî âlem ile süflî âlemde diyebilirsin.
Bunların tamamı anlam bakımından birbirine yakındırlar ancak bakış açılarına
göre farklılık arz ederler. Şöyle ki onları kendi varlıkları çerçevesinde ele
alırsan “cismânî ve rûhani algılayan göze (suje) göre ele alırsan “hissî
(duyusal) ve aklî (düşünsel) ” ifadelerini kullanırsın. Şayet onları birbiriyle
bağlantısı çerçevesinde ele alırsan “ulvî ve süflî” ifadelerini kullanırsın.
Çoğu zamanda bunlardan birisi (İkincisi) “mülk ve şehâdet âlemi” diğeri ise
“gayb ve melekût âlemi” olarak isimlendirilir[548]
Gazzâlî’nin “duyulur
dünya” veya “şehâdet ve mülk âlemi” şeklinde isimlendirdiği ontolojik alan,
fenomenler dünyası ve bu dünyada varolan tüm nesnelerdir. Bu nesnelerin tamamı
duyulur nesne sınıfında yer alırlar ve bunlara a’yan (dış dünyadaki özler),
eşhâs (şahıslar) ve cüziyyât (tekler) gibi isimler verilir. Bu nesnelere
“Zeyd”, “Amr”, “şu ağaç”, “bu at” şeklinde işaret etmek mümkündür. Bunlar belli
bir şekilde belirlenmiş duyularla algılanan evrenin tamamı olup bireysellikte
birbirleriyle ortak değillerdir.[549] Algılanabilir
nesne belli bir nitelik ve niceliğe sahip olduğu için sonludur, zaman ve
mekanla kayıtlıdır. Ayrıca bu nesneler varolanların tamamım değil ancak bir
bölümünü teşkil ederler.[550]
Fenomenler dünyası diye
isimlendirilen ve duyular için genel mahiyete bir duyumlama alanı mevcut olduğu
gibi, nesnelerin ve duyuların özelliklerine göre ayrı ayrı duyumlama alanları
da mevcuttur. Her bir duyu alanına giren niteliği algılar. Alanına girmeyen
nitelik onun için yok gibidir. Göz görmenin, kulak işitmenin, burun koklamanın
organı olduğu gibi rengin ve şeklin ilkesi görme, sesin ilkesi işitme, tadın
ilkesi tatma, kokunun ilkesi koklama, sertlik vb. şeylerin ilkesi dokunma
duyusudur. Mesela, dokunma duyusu, sıcak-soğukluk, yaşlık-kuruluk gibi
nitelikleri algılar. Onun renkleri ve sesleri algılaması söz konusu değildir.
Göz, ma’kûlât’m (akledilenler) hiçbirini mahsûsât’m (algılanabilirler)
birçoğunu algılayamaz. Sesleri, kokuları, tatları, sıcaklığı, soğukluğu
algılayan kuvvetleri yani işitme, koklama, tatma duyularını algılayamaz. Yalnız
bunları değil; ferah, sevinç, gam, hüzün, acı, lezzet, aşk, şehvet, kudret vb.
sayılamayacak kadar çok olan soyut sıfatları da algılayamaz. Onun gücü az,
alanı dardır. Renkler ve şekiller âlemini geçemez. Bunlar ise varlıkların en
bayağısıdır. Çünkü cisimler mahiyet itibariyle varlık âleminin en bayağı
kısımlarını oluştururlar. Renkler ve şekillerde cisimlerin arazlarının en
bayağısıdır. Her duyunun kendine mahsus alanı mevcut olup duyular bu alanda
işlevlerini yürütürler. Duyuların kendi duyumlama alanları dışındaki nesneler o
duyuya göre yok hükmündedir.[551]
Gazzâlî alanının
genişliği ve duyular arasında yüklendiği işlev sebebi ile görme duyusuna özel
bir önem atfeder. Gazzâlî, Mişkâtü’l-envâr’da görme duyusunun
değerini tespit etmekle beraber, genelde duyuların özelde görme duyusunun işlev
ve alanını şu şekilde ortaya koymaktadır: Görme bir başkasım görmedir. Yani
genel anlamda duyum dışarıdaki bir nesneyi algılamaktır. Bu anlamda görmenin
işlevi, algı alanına giren nesnelerin renklerini, şekillerini, büyüklüğünü vs.
nitelikleri ile beraber algılama olarak
-2 O
ortaya çıkar. Bir başka açıdan görme
nesnelerin iç yüzüne gerçekliğine mahiyetine yönelik olmayıp, onların dış
yüzüne, yüzeyine ve kalıplarına yöneliktir. Dolayısıyla nesnelerin dış
yüzeyleri ile yani duyumlanabilir alanla ilgili bilgilerde kaynak özelde görme
duyusu genelde ise tüm dış duyulardır.[552] [553] [554] [555]
Duyuların algılama
işlemi sırasında algılanan nesnenin bir benzeri duyuda şekillenir. Yani duyular
objenin kendisini değil suretini algılarlar. Algıda beliren nesne hakîkî değil
şekilseldir. Gazzâlî bu nesneye “hissî varlık” ismini verir. Beş duyuda bulunan
ve orada teşekkül eden duyumlar objenin parçalarının şekillerinden başka bir
şey değildir. Çünkü idrâk, idrâk edilenin misâlinin idrâk edenin kendisinde
meydana gelmesidir. O zaman algılanan şeylerin misallerinden her parça cismânî
aracın bir
O £ parçasına nisbet edilmiş olur.
Gazzâlî’ye göre algı bir
tür soyutlamadır. Algılanan nesnenin örneği dışsal gerçekliğinden soyutlanmış
olarak algıda belirir. Gazzâlî, duyuların soyut algısını görme duyusu ile
örneklendirmektedir. Ona göre dış görmenin anlamı, nesnelerin şekillerinin
aynaya yansıması gibi görünen şeklin insanın gözündeki algılayan yetiye
yansımasıdır. Buna göre görme, görünenin şeklini almaktır. Yani nesnelerin
kendileri değil onlara benzer misaller duyuya (göze) yansır. Muhakkak ki,
ateşin kendisi gözde yansımaz, ancak biçimine uygun örneği oraya yansır. Bunun
gibi aynada ateşin kendisi
O *7 değil örneği görülür.
Duyuların nesneleri
algılamasında temel şart, nesnenin algılanabilir bir konumda bulunmasıdır.
Duyuların algılamasında, duyu organı ile nesnenin karşılıklı bir konumda ve
şeffaf olan bir şeyin (hava ve ışık gibi) aracılığı ile temas etmesi şarttır.
Duyulur nesne, belli bir renk, belli bir konum, belli bir yakınlık ve uzaklık
ile beraber algılanır. Duyum gerçekleştikten, mesela göz bir nesneyi gördükten
sonra, algılanannesne ortadan kaybolsa veya duyu ile nesne arasına bir engel
girse algılama sona erer. Fakat nesnenin örneği kendi varlığının devamı için
bir objeye muhtaç değildir.[556] [557]
Algılamada algılanabilir
objeye ait farklı özellikler bir arada bulunabilir. Mesela tek bir nesneye ait
ses işitme duyusu tarafından, renk ve miktar görme duyusu tarafından algılanır.
Aynı zamanda nesnenin farklı nitelikleri aym duyu tarafından algılanabilir.
Mesela, göz, renk niteliğini takiben şekil ve miktar gibi nitelikleri algılar.
Farklı duyuların algıları ve aynı duyunun farklı algıları ayrı nesneler olarak
algılanır. Bu algılar er-Rûhu’l-hassâs’ta veya diğer anlamıyla Ortak duyu’da
tamamlanır.[558]
Gazzâlî ortak duyunun
işlev ve özelliklerini şu şekilde ortaya koyar:
1. Duyularla idrâk olunan şeyleri, önce duyularda hazırlar, sonra idrâk eder.
2. Sadece şahsî-cüzîleri (tekilleri) idrâk eder, aklî-küllîleri (tümelleri)
idrâk edemez.
3. Maddi ve zahirî şeylerden zevk ve elem duyduğu gibi tahayyül edilebilen
şeylerden de elem duyar.[559]
Gazzâlî, görme duyusunun
bilgi açısından başarısını görmek için her ne kadar aralarında eşitlik olmasa
da, yani idrak alanları farklı olsa da, onu akıl ile mukayese eder. Bu mukayese
sonucu görme yetisinin taşıdığı yedi temel noksanlık belirmektedir ki, bunlar
aslında, bütün olarak duyusal idrak gücünün taşıdığı yetersizliği de ifade
etmektedir. Gazzâlî, Mişkâtü’l-envâr'da, genelde duyuların,
özelde görme duyusunun başarısını şu şekilde ele alır:
1. Göz kendinden başka varlıkları görebilir, yani alanı ile alakalı duyusal
objeyi idrâk edebilir fakat kendisini idrâk edemez.[560] Duyuların
görevi sadece idraktir. O, algıladığı nesneyi, hatta kendi varlığım
anlamlandırmaktan uzaktır.[561]
2. Göz, kendisine çok yakın ve çok uzak varlıkları göremez. Duyular ancak
idrak alanları içerisinde uygun konumdaki nesneleri algılayabilirler.[562]
3. Göz, perde arkasındaki varlıkları göremez, yani karşısında hazır bulunmayan
objeyi idrâk edemez. Duyuların idrâki sırasında suje ile obje arasında bir
engelin varlığı söz konusu olursa algılama o anda sona erer ve bu engelin
varlığı devam ettiği sürece algıdan söz edilemez.[563]
4. Göz, eşyanın dışını, yüzeyini görür; iç kısımlarını (bâtını) göremez.
Kalıplarım, suretlerini görür; hakikatlerini göremez. Duyular, varlıkların dış
yüzeyi, yani görülebilir alanda idrak faaliyetlerinde bulunabilirler. Objenin
gerçekliğine ve mahiyetine yönelik alanda ise duyu algıları başarısızdır.
5. Göz, varlıkların bazısını görür; hepsini göremez. Onun gücü az, sahası dardır.
Renkler ve şekiller âlemini aşamaz. Duyuların tamamı kendi idrak alanları
dışındaki alanları algılayamazlar. Mesela göz; sesleri, kokuları, tatları,
sıcaklığı, soğukluğu idrak eden kuvvetleri, yani işitme, koklama ve tatma
duyularını göremez. Bunun dışında duyular, sevinç, hüzün, aşk vb. soyut
sıfatları değil somut varlıkları algılarlar[564].
6. Göz sonsuz şeyleri
göremez ancak sınırlı ve sonlu eşyayı algılayabilir. Duyuların idrak alanı
fenomenler dünyası ve bu dünyada var olan nesnelerdir. Duyular ancak
cisimlilerin sıfatlarını idrâk edebilirler. Cisimler ise sonludur. Duyular
sonsuz varlıkları (metafizik alan) asla algılayamazlar.[565]
7. Göz, çoğu zaman
gördüklerinde yanılabilir. Mesela büyüğü küçük, güneşi başaktaki tane kadar
görebilir. Yıldızları mavi bir örtü üzerine serpilmiş küçük paralar zanneder.
Uzağı yakın olarak algılar. Durmakta olan bir şeyi hareket eder, hareketli bir
şeyi de durur görebilir.[566]
Bu yedi kusur dış gözden
ayrılmayan kusurlardır. Duyu algılamalarının tamamında bu şekil yanılmalar
mevcut olabilir. Bu yanılmaların belli bir bölümü duyularla alakalı olabildiği,
yani duyuların algılamalarından kaynaklanabileceği gibi, kusurların belli bir
bölümü de algılanan nesneyle veya bu nesne ile ilgili bir yargıyla alakalı
olabilir. Algılamalardaki hataların çoğu direkt olarak duyuların kendilerinden
kaynaklanmayıp duyuların algısını etkileyen dış faktörlerden kaynaklanır.[567] Mesela
görme duyusu ile alakalı olarak yukarıda sıralanan eksikliklerden çoğu görme
ile alakalı olmayıp algılanan obje ile ilgili bir yargıda söz konusudur.
Gazzâlî yanılgının görme duyusunda ortaya çıktığını düşündüğü için yanılgıyı
görme duyusuna nisbet etmekte ısrarlıdır.[568]
Gazzâlî, Mişkâtü’l-envâr'da, akılla
görme duyusunun mukayesesi dışında güneş ışığı ile duyu algısını da
kıyaslamakta; burada, duyu algısının güneş ışığına nisbetle başarısına şu
şekilde değinmektedir:
Mademki nûrun sırrı ve rûhu idraklerde ortaya çıkması oldu, ve aynı şekilde
idrakte gören gözün ve nûrun varlığı ile alakalı bir durum olarak ortaya çıktı;
o halde nur hem görünen hem de gösterendir. Zîrâ idrâkin meydana gelmesine
temel teşkil etmesi bakımından görücü ruh (duyusal idrak) görünen nûra denktir.
Hatta ondan da üstündür. Çünkü idrâk eden ruh algılayandır ve idrâk onda
gerçekleşmektedir. Fakat nur ne algılayandır ne de algı onda gerçekleşmektedir.
Yalnızca algı onunla birlikte gerçekleşmektedir. Gören göze nur isminin
verilmesi, göstertici nura nur ismi verilmesinden daha uygun olduğundan nur
ismi göz nûruna da verildi.[569]
Burada bir hususa işaret
edelim ki; görevi olmayan alanda, yani gözün akılla ve güneş ışığı ile
karşılaştırılmasında görme duyusu için yukarıda sıralanan başarı ve
başarısızlıklardan söz etmek, duyusal idrâkin, dolayısıyla da duyularla elde
edilen bilgilerin imkân ve güvenilirliğini tartışılır kılmakla alakalı olmayıp;
bilakis onun gücünü, sınırını, imkân ve değerini açıklığa kavuşturmakla ilgilidir.
Gazzâlî’nin görme duyusunu akıl ve güneş ışığı ile karşılaştırması, aym zamanda
onun duyusal algıya verdiği önemi de göstermektedir. Nitekim O, görme duyusu
ile aklı ifade etmek üzere aym kökten gelen “basar ve basiret” (dış görme ve iç
görme) terimlerini kullanırken, görme duyusunun güneş ışığına nazaran nur
ismine daha fazla layık olduğunu da belirtmektedir.[570]
Gazzâlî duyular yoluyla
algılanan “kar ve tuz beyazdır”, “ay ve güneş yuvarlaktır”, "güneş ışık
vericidir”, “ateş ısıtıcıdır” vb. bilgilere apriori (zarûriyyât-aklın ilk
bilgileri) bilgilerden ayrı olmak üzere ilk bilgiler (Eweliyât-ı Hissiye)[571] veya
dış algılar (mahsûsât-ı zâhire) ismini verir. Bu tür bilgiler çok açıktır.
Ancak, yukarıda sıralanan objenin aşırı yakınlığı ya da aşırı uzaklığı veya
sujenin sözgelimi gözün zayıflığı vb. gelip geçici durumlardan dolayı duyular
vasıtası ile elde edilen idraklerde yanılgı ve bu idrakler sonucu ortaya çıkan
bilgilerde de yanlışlar bulunabilir. Aslında burada yanılgı algıdan ziyade
yargıda ortaya çıkmaktadır. Bu görüntüleri yargı haline dönüştürmek yanlışa yol
açar. Gazzâlî algı ile yargıyı ayırma konusunda açık değildir. Bundan dolayı
duyuların algısında yanlışın söz konusu olabileceğini bununda yukarıda
sıralanan nedenlerden ileri gelebileceğini kaydeder. Yukarıda sıralanan
durumların dışında duyu algılarının ve bu algıların sonucu ortaya çıkan
bilgilerin doğruluğundan şüphe edilemez. Gazzâlî, duyularda meydana gelen idrak
hatasımn akıl tarafından düzeltildiğini, aklın duyuların düştüğü yanılgıya
düşmediğini özellikle belirtir.[572]
B. ER-RÛHU’L-HAYÂLÎ
Mişkâtü’l-envâr'da duyusal idrakten sonra gelen ikinci
idrak mertebesini, iç (bâtınî) idrak güçlerinin ise ilkini teşkil eden algı
yetisidir. Şimdi ana başlıklar halinde bu idrak gücünün özelliklerini
açıklayalım.
1. Hayal Gücü ve/veya
Hayalî İdrâk
Er-Rûhu’l-hassâs
kavramında olduğu gibi er-Rûhu’l-hayâlî kavramının da özel ve genel olmak üzere
iki anlam boyutu vardır. Özel anlamı itibariyle hayâli ruh, duyuların
verilerini kaydeden ve gerekli durumlarda üstündeki aklî rûha sunmak üzere
saklayan bir güçtür. Duyu algısının üzerinde duyu organlarının sağladığı
verileri depolayıp korur ve onlar üzerinde çeşitli faaliyetlerde bulunur.
Ayrıca hafıza ve hatırlama yetileri hayâli rûh’a bağlı olarak çalışırlar.[573] Yeri
ise beynin önü ve görücü kuvvetin arkasındaki boşluktur.[574]
Gazzâlî temyiz yetisi ve
tasavvur gücü olarak ta nitelendirdiği[575] hayâli
rûh’un insan ve hayvandaki mahiyetine Mişkâtü ’l-envâr’te şöyle
değinir:
Bu ruh gelişiminin başlangıcında olan süt çocuğunda bulunmaz. Bu sebepten
dolayı çocuk bir şeyi algıladığında onu almak ister fakat arzuladığı şey
çocuktan gizlendiğinde onu unutur ve biraz büyüyünceye kadar arzuladığı şey
için kendisi ile çatışmaz. Biraz geliştiğinde ise[576] arzuladığı
şey kendisinden gizlendiğinde ağlar ve o nesnenin şekli hayalînde saklı kaldığı
için onu ister. Bu ruh hayvanların bir kısmında bulunur bir kısmında ise
bulunmaz. Ateşe atılan (yönelen) kelebekte bu ruh yoktur. O, gün ışığına düşkün
olduğu için ateşe yönelir. Lambayı ışığın mahalline açılmış bir delik zanneder.
Sonuçta kendisini ateşe atar ve acı çeker. Zîrâ, lambadan biraz uzaklaşıp
karanlık ortaya çıktığı zaman tekrar ateşe döner. Eğer onun tespit eden ve
koruyan bir ruhu olsaydı bir defa zarar gördükten sonra ateşe geri dönmez, his
onu aynı acıya sürüklemezdi. Köpek ise odunla bir kere dövüldüğünde odunu
uzaktan dahi görse hemen kaçar.38
Gazzâlî’ye göre beş duyu
ile algıladığımız objelerin şekilleri, algıladığımız nesneden ayrıldığımız
zaman bu güç sayesinde sanki görüyor ve müşahede ediyormuş gibi bizde kalır.
Hayâl kuvveti duyularla idrâk olunan şeylerin örneklerini, algılanan nesnenin
şekli kaybolsa bile muhafaza eder. Gazzâlî, dış dünyadaki nesnelerin bir çeşit
basım yeri olarak kabul edebileceğimiz hayâl merkezine de önceden beş duyu ile
algılanan objelerin şekillerini sakladığı için, bazı eserlerinde “ Hiss-i
müşterek/Ortak duyu” adını vermiştir.[577] [578]
Eğer insanda duyuların
verilerini saklayan böyle bir güç olmasaydı, insanlar algı ile ilgili herhangi
bir hüküm vereceği zaman algının sık sık yenilenmesi, tekrar objeye yönelip onu
algılaması gerekirdi.[579] Mesela
balı önceden gören ve onun tadına bakan kimse balı ikinci defa gördüğünde onun
tadını tekrar tatmadıkça onda balın tadı ile ilgili bir idrâk oluşmazdı.[580]
Genel anlamı itibariyle
değerlendirildiğinde ise hayâli ruh’un idrak boyutu kastedilmekte, bu da
Gazzâlî’de tahayyül gücüne tekâbül etmektedir. Hayâl kuvveti her ne kadar duyu
verileri üzerinde çeşitli faaliyetlerde bulunsa da onlar üzerinde tasarruf
gücüne sahip değildir. Hayal merkezinin görevi duyudaki izlenimleri muhafaza
etmekten ibarettir. Koruma ve kabul ise algılamaktan başka bir şeydir. Mesela
su, form ve biçimi kabul eder, fakat bunları muhafaza etmez.[581] [582] Tahayyül
yetisinin ise duyu verileri üzerinde tasarruf gücü vardır ve o duyu verilerini
birleştirme ve ayrıştırma gibi iki temel etkinliğe sahiptir. Mişkâtü
’l-envâr dışındaki eserlerinde bu iki güç Gazzâlî de ayrı ayrı yetiler
olarak değerlendirilir.
Sonuç olarak, Mişkâtü’l-envâr'da
işaret edilen özel anlam boyutu itibariyle hayâli ruh duyuların verilerini
kaydeden, düzenleyen ve saklayan bir merkez mahiyetindedir. Genel anlam boyutu
değerlendirildiğinde ise hayâli ruh’un idrak boyutuna vurgu yapılmakta ve
bununla duyu verileri üzerinde birleştirme ve ayrıştırma gibi tasarrufta
bulunma gücü olan tahayyül yetisi kastedilmektedir.
2. Hayâli Bilginin Kaynağı,
İmkânı ve Değeri
Gazzâlî’nin Mişkâtü
’l-envâr ’da “duyulur dünya” veya “şehâdet ve mülk âlemi” şeklinde
isimlendirdiği fenomenler dünyası ve bu dünyada var olup duyularla algılanan
nesneler duyusal idrâk’in alanı ve kaynağım oluşturdukları gibi, bu nesneler
aynı zamanda hayâli idrâk’in alanı ve kaynağını da oluştururlar. Bununla
beraber, hayâl yetisi fenomenler dünyasıyla doğrudan bir ilişki imkânına sahip
olmadığı için hayâl yetisinin kaynağını duyuların verileri oluşturmaktadır.
Hayâli ruhun idrak alanım ortak duyu veya hayâl merkezinde mevcut olan duyusal
nesneler teşkil ederler. O nesnesini maddi kategoriler içerisinde ancak birey
olarak algılayabilmektedir.[583]
Gazzâlî’ye göre tahayyül
gücü iki yönlüdür. Bunlardan biri duyu tarafına yönlenmiş olup duyu ile alakalı
suretleri (suver-i mahsusa) alır ve onları kavrar. Yani tahayyül kuvvetinin bu
yönü maddi alanla alakalı mânâlarla ilgilenir. Algılanabilir suretler ya hakîkî
olarak ya da mecâzî olarak mevcuttur. Hakîkî olanlar bizzat nefsinde olduğu hal
üzere olan suretlerdir. Mecâzî olanlar ise bizzat nefsinde olduğu hal üzere
olmayıp varmış gibi görünen suretlerdir. Serap olayı, duran bir şeyi hareketli,
hareketli bir şeyi duruyor tasavvur etmek vb. birtakım hayâller buna örnek
olarak verilebilir.[584] Tahayyül
gücünün ikinci yönüne ileride temas edilecektir.
Gazzâlî, zorunlu olarak
duyu verileri üzerinde faaliyet gösteren tahayyül yetisinin de objelerini yön,
şekil, renk ve miktar gibi maddi kategoriler içerisinde idrâk ettiğini
belirtmektedir. Dolayısıyla tahayyül gücü bilginin kendisini maddi
kategorilerden soyutlanmış olarak algılayamaz. Ayrıca Gazzâlî, tahayyül gücünün
insanda önceki aşamada bulunmayan bir algı mertebesini gösterdiğini, duyu
yetisinden farklı olarak hafızada bulunan biçimi veya duyulurun anlamım isteğe
göre birbiriyle birleştirme veya ayırma gücüne sahip olduğunu kabul etmektedir.[585]
Hayâl yetisi idrâk
ettiği nesne üzerinde kendisine has bir soyutlama yapar, îdrâk edilen şeyler
duyulardan kaybolduktan sonra şekilleri hayâl merkezinde kalır. Gazzâlî bu
şekle “hayâli varlık” ismini verir. [586] Duyusal
idrak’te duyular için gerekli olan suje-obje teması hayâli idrâk için gerekli
değildir. Çünkü hayâl, idrâk ettiği nesnenin dışsal varlığını görmeden idrâk
eder. O, dışsal varlıkları bil-fiil müşahede etme imkânına sahip olmamasına
rağmen dışsal nesneleri duyular gibi algılama ihtiyacı hissetmez. Bu sebepten
dolayı hayalin idrâk etmesi duyulara oranla daha tamdır. Tahayyül gücünün beynin
orta boşluğunun baş tarafında bulunması beynin yaratılıştan bu güce sahip
olduğunu gösterir ve onu diğer organlardan ayırır.[587]
Hayâli rûh duyu
algılarının tamamı üzerinde işlevini yürütebilir. Çünkü beş duyu vasıtasıyla
gelen bilgiler orada toplanır ve oraya yerleşir.[588] Onun
göz ve görme duyusuyla ilişkisi daha sıkı olduğundan işlevlerini çoğu zaman
görülebilir nesneler üzerinde gerçekleştirmektedir. Hayâl, görülen objelerden
çeşitli şekiller terkip eder ki, bunlar geçek objeler olabildiği gibi daha
önceden algılanmış duyu verilerine dayanarak yapılan gerçek dışı terkipler de
olabilir. Fakat her halükarda tahayyül! terkip ve tafsil duyulur tikellere
dayanmak zorundadır. Mesela insanın at başlı bir kuş veya insan başlı bir at
gibi realitede bire bir karşılığı bulunmayan nesneler tahayyül etmesi
mümkündür. Realitede bunlar mevcut değildir, ama bu terkibi oluşturan
birimlerin her ikisi de realitede mevcut olan nesnelerdir. Herhangi bir şekilde
daha önce elde edilmiş duyu verisine dayanmayan hayâlin, mesela duyusal
yollarla hiçbir zaman algılayamadığımız eşi benzeri olmayan bir meyvenin
tasavvur edilmesi imkansızdır. Öyleyse hayâl önceden algılanmış şeylerden alman
unsurlarla yapılan terkiptir. Nitekim “siyah bir meyve” tasavvur edilebilir.
Çünkü “meyve ve siyah” kavramlarına daha önceden algı yoluyla sahip
bulunuyoruz. Tahayyül yetisi çeşitli duyulur nesnelerin farklı özelliklerini
bir araya getirme veya çeşitli ayrıştırmalara tabi tutmanın dışında nesnelerin
kendisini kavrama gücüne sahip değildir.[589]
Gazzâlî’ye göre hafıza
gücüyle tahayyül gücü arasında sıkı bir ilişki bulunur. Hafıza ve hatırlama
yetileri hayâl gücüne bağlı olarak çalışırlar. Beyinde hayâl gücünün algılarım
koruyan güç hafıza gücüdür. Bu sebeple gelişiminin başlangıcındaki çocukta
hayâl gücü değil görme gücü etkili olur. Onda hayâl gücü aktif olmadığı için
gördüğü şeyi zihninde saklayamaz. Nitekim bu durum beyinde bir hastalık olduğu
zamanda görülür. Beyinde bir arıza olduğunda tahayyülü sağlayan hafıza bozulur,
fakat bu durum görmeyi etkilemez. Yani kişi eşyayı görür, ancak görülen obje
gözden uzak tutulunca hemen unutulur.[590] [591]
Gazzâlî’ye göre bilginin
ve idraklerin oluşmasında gözün ve görme duyusunun büyük bir önemi vardır.
Hayâli rûh da özellikle görme duyusuyla bağlantı içerisinde çalışır. Mesela,
âlemin yaratıcısı ile ilgili bir tasavvur söz konusu olduğunda -ki bu yaratıcı
vardır ama hiçbir yönde değildir- hayâli rûh o yaratıcı için hemen renk,
uzaklık, yakınlık vb. görülebilir alana ilişkin kategorileri talep eder. Bu
açıdan hayâli rûh, hayâl edilen objede çoğu zaman renk, biçim ve miktar gibi
görme algısının kategorilerini 79 kullanırken, tat ve koku gibi diğer duyusal
kategorileri talep etmez.
Duyusal idrakten sonra
apayrı bir algı mertebesini oluşturan hayâli idrâk, maddi kategorilere ait duyu
şekillerini muhafaza etmekte, aynı zamanda bu suretler üzerinden soyutlamalarla
terkipler üretmektedir. Bu açıdan bakıldığında hayâli ruh’un (tahayyül gücü)
tek bir algı mertebesini mi nitelendirdiği, yoksa uzak bir şekilde birbiri ile
ilişkilendirilmiş algılar toplamım mı temsil ettiği açık değildir. Gerçekte iki
anlam boyutu bulunan bu terim her şeyden önce duyusal imgeleri niteler;
bunların hepsi de fiziksel bir varlığa sahiptir ama işlevleri temsil ettikleri
objelerin yerini almaktadır. Anlam biraz daha genişletildiğinde ise, gerçekte
varlıksal hakikatleri bulunmayan fakat hayâli kurgularla üretilen imgeler
boyutu ile karşılaşırız. İkinci durum, “ortada bulunmayan ya da gerçekte
varolmayan şeyler” alanına havale edildiğinden, üretilen hayâli imgeler
yanılsama alanına atfedilir. Duruma özne açısından bakıldığında ise,
oluşturulan hayâli imgelerin gerçekliğine inanma söz konusudur. Hayâli
idrak’te, hayâli imgelerin gerçek varlığıyla sahte mevcudiyeti arasındaki ortaklık
nasıl temin edilebilir? Bu durum hayâli idrâk neticesinde oluşan imgesel
bilginin niteliğini tartışılır kılmaktadır. Gazzâlî bu problemin farkındadır.
Sorunun çözümü noktasında hayâli idrâk sonucu oluşan imgeler, aklî alana havale
edilir. Zîrâ hayâli misaller aklî bilgiler için toplanır. Akıl tarafından
tashih edilen hayâl; süzüldügü, inceldiği ve zapt edildiği zaman aklî mânâlara
denk ve onun için bir ölçü, malzeme konumuna gelir.[592] [593]
Fenomenler dünyası
hakkındaki bilgilerimizin ikinci kaynağı durumunda olan hayâli idrâk ve bu
idrak neticesinde oluşan imgeler duyu algısı üzerinde teşekkül etmesi sebebiyle
duyusal algıyı tamamlar mahiyettedir. Yalnız bu algıda önemli bir sorun
yatmaktadır. Hayâli idrakte özneyle nesne arasındaki ilişki duyu algısında
olduğu gibi direkt olamayıp dolaylı yoldan gerçekleşmekte ve temel sorun burada
kendini göstermektedir. Bu da algılayan özne ile algılanan nesne arasında
güvenilir ve kesin (doğrudan) bir bağın olmayışı, ortada bir boşluğun olması
sebebiyledir. Yani hayâli idrâkin teşekkülünde suje ile obje arasında şüphe
vardır. Gazzâlî bu noktaya şöyle temas eder:
Mesela bir insan, bir kimseye bakıp onu gözleriyle gördükten sonra
gözlerini yumsun. Bu kişi gözlerini kapattıktan sonra sanki gözleri
açıkmışçasına biraz önce gördüğü kişinin suretini hayâlinde hazır bulur. Fakat
gözlerini açıp tekrar bu şahsa baktığı zaman hayâlindeki suretle bu şahıs
arasında bir fark bulunduğunu idrâk eder. Bu fark, o kimsenin hayâlindeki
suretle gözünü açtıktan sonra gördüğü suret arasında bir gayriyet (başkalık)
olduğu anlamına gelmez. Bu sadece bir açıklık ve kapalılık meselesidir. Zîrâ
göz açıkken görülen suret ortaya çıkma (inkişaf ve açıklık (vazıh olma)
bakımından daha tamdır. Bu, bir kimseyi sabahın alaca karanlığında görmekle
güneş doğduktan sonra görmek arasındaki farka benzer. Malumdur ki, bir kimseyi
alaca karanlıkta görmek daha kapalı ve bulanık, güneş doğduktan sonra görmek
daha net ve daha açıktır. Bu ikisi arasındaki fark inkişaf (ortaya çıkma) ve
vuzuhiyyet (açıklık) itibariyledir.72
Bu durumu bir örnekle
biraz daha somutlaştırabiliriz. Mesela bir objeyi TV’de ya da sinemada görmenin
algısal boyutu, o objeyi normalde gördüğümüzde beliren şartlardan farklıdır.
Belki TV’de gerçek anlamda bir obje görmüyoruz, sadece algıladığımız objeden
gelen etkilerin kombinasyonlarını görmekteyiz. Yani TV’deki objelerin
görüntülerini izlemekteyiz. Ama bu görüntülerin gerçek nesnelere benzediğini de
söyleyebiliriz. Şimdi, burada ortaya konan algı boyutu, acaba duyusal algıdaki
özne-nesne arasındaki ilişkiye mi benzemektedir? Tabi ki burada, TV’deki
objelerin görüntüsü ile objenin gerçekliği arasındaki durum biraz farklı
görünmektedir. Hayâli idrakte suje ile obje arasına bir ya da birkaç alet
girmiştir. Oysa duyusal algıda, suje ile obje ilişkisinde bu türden aracılar
bulunmamaktadır. Gazzâlî, algılama noktasında, görüntü ile gerçeklik arasındaki
ayrımı net bir şekilde ortaya koymakta, duyusal algı ile hayâli algı arasındaki
farkı, bir nesneyi sabahın alacakaranlığında görmekle güneş doğduktan sonra
görme arasındaki farka benzetmektedir. Yine de bu iki algı tamamen birbirinden
farklı da değildir. Algılanan nesnenin hayâl eden ile uzak veya yakın mutlaka
bir münasebeti vardır.[594] [595] [596]
Duruma özne açısından
bakıldığında ise Gazzâlî apayrı bir yaklaşım sergiler. Ona göre hayâlin idrâki
objenin harici varlığına dayanmadığı için duyu idrâkinden daha tamdır. Acaba
Gazzâlî, duyusal algı boyutunda ortaya çıkan görüntüsel yanılgının hayâli
idrakte de gerçekleşmediğinden nasıl emin olmaktadır? Bu noktada, Gazzâlî
tavrını açıkça ortaya koymakta, her iki idrak mertebesinde öznenin
pozisyonlarını belirleyerek hayâli idrâkin bilgisel boyutunu aynı zamanda imkân
ve değerini tespit etmektedir. Nitekim duyusal algı boyutunda, özne (duyular)
yanılsama durumu içerisinde olup olmadığını bilmeden algılama boyutu
gerçekleşmekte, hayâli idrakte ise özne nesnesini bilerek algılamaktadır. Çünkü
hayâli idrâk, duyu verileri neticesinde ortaya çıkmakta ve duyu verilerine
dayanmaktadır. Hayâli idrakte özne, idrak sırasında dışsal gerçekliğe ihtiyaç
duymadan hazır veriler üzerinde fonksiyonlarım yürüttüğü için algı hatasından
söz etmek mümkün olmaz. Aynı zamanda, duyuda algılama sırasında ortaya çıkan,
aşırı uzaklık veya aşın yakınlık, suje ile obje arasına bir engelin girmesi,
duyu organlarından veya algılanan nesneden kaynaklanan eksiklikler[597] [598] vb
algı hatalarının dış algı boyutu bulunmayan hayâli idrakte ortaya çıkması söz
konusu değildir.
Görülüyor ki, nesne ön
plana çıkarıldığında sorun ontolojik, özne ön plana çıkarıldığında ise
epistemolojik bir mahiyet arz etmektedir. Bu sebepten dolayı Gazzâlî, algı
aşamasında, nesnel boyutu değerlendirdiğinde duyusal idrâki, özneyi ön plana
aldığında ise hayâlin idrâkini “tam ve güvenilir” olarak kabul etmektedir.
C. ER-RÛHU’L-AKLÎ
Mişkâıü’l-envâr'da duyu ve hayâl mertebesinden sonra
insanın yaşadığı psikolojik aşamalardan üçüncüsünü teşkil eden idrak yetisidir.
Gazzâlî epistemolojisinde bu kavram merkezi bir konuma sahiptir. O, insanı bu
aşamada başlatır ve aklı, “insanın tözü-özel insanlık cevheri” olarak
nitelendirir. Dolayısıyla, bu yetinin sadece hayvanlarda değil çocuklarda da
bulunmadığım vurgular. İdrak aşamaları arasında önemli bir yere sahip olması
sebebiyle bu kavram aşağıda teferruatlı bir şekilde incelenecektir.
1. Akıl Gücü ve/veya Aklî İdrâk
Hissi ve hayâli ruh
kavramlarında olduğu gibi aklî ruh kavramı da özel ve genel olmak üzere çift
yönlü bir anlam boyutu ihtiva eder. Gazzâlî Mişkâtu’l-envaf da, özel
anlam boyutu itibarı ile aklî rûhu, külli (tümel) zorunlu bilgiler alanıyla
sınırlandırır.[599] O,
külli (tümel) zorunlu bilgileri şöyle tanımlar:
Bil ki akıllar her ne kadar idrâk edici iseler de bütün idrâk edilenler
onun için bir değildir; bilakis bilgilerin bir kısmı akılda hazır gibidir.
Mesela, akıl bilir ki; bir şey hem kadîm (öncesiz) hem hâdis (sonradan), hem
var hem yok olamaz. Bir söz hem doğru hem de yalan olamaz. Bir şey için sabit
olan hükmün o şeyin benzeri içinde sabit olması caiz olur. Özel mevcut olduğu
zaman genelinde varlığı zorunlu olur ki, siyahın bulunduğu yerde renk, insanın
bulunduğu yerde hayvan (canlılık) bulunur. Fakat bu durumun zıttı akıl için
gerekli değildir. Nitekim rengin varolması ile siyahın da var olması, hayvanın
(canlının) varolması ile insanın da varolması gerekli değildir. Bunun
dışındakiler, zorunlu (vâcibât), mümkün (câizât) ve imkansız (müstahilât)
şeyler hakkında zârûrî olan hükümlerdir.[600] [601]
Görüldüğü üzere zârûrî (apriori) bilgiler, “bütün parçasından büyüktür”;
“iki OH
birden çoktur.” “Bir şey aynı zamanda iki
yerde bulunamaz”; “hem kadîm (öncesiz) hem hâdis (sonradan), hem var hem yok
olamaz.”[602] “İki
çelişikten birisi doğru ise diğeri yanlıştır.”[603] “Üç
ile üçün toplamı altı eder.”[604] [605] [606] “Bir
nesneye eşit olan nesneler birbirine de eşittir.” gibi yalın akıldan çıkan
mantık ve matematiğin temel ilkeleridir. Gazzâlî bu önermeleri, kimi kez ilk
bilgiler (evveliyât), kimi kez ilk düşünülürler, kimi kez de
R7 aklî-zorunlu bilgiler şeklinde isimlendirir.
Aklın özünden kaynaklanan bu tür önermeler kendilerini tasdik edecek başka
herhangi bir anlama gerek duyulmaksızm salt aklî yeti ile insanda oluşmaktadır.[607] [608]
Bu bilgiler bizzat akim
duyu organlarının doğrulamasına gerek duymaksızın ve tahayyül gücünden yardım
almaksızın vardığı, saf akıldan çıkan apriori bilgilerdir. Bu türden olan
bilgiler ve önermeler varlığından itibaren akılda (apriori) mevcut
bulunmaktadır. Bu bilgilerin meydana gelmesi aklın varlığı dışında bir şeye
bağlı değildir. Zihin bu önermeleri nereden geldiğini düşünmediği bir tasdik
ile zorunlu olarak doğrular. Bireylere ilişkin tasavvur ve bunların
birbirleriyle irtibatlandırılmasmdan oluşan tasdiklerle ilgili ilk bilgiler
insan zihninde, nefs’in akıl gücü oluşunca Allah veya melek tarafından meydana
getirilir.[609]
Akıl sahibi bir kişi bu
bilgilere daima sahip olduğunu kabul eder. Yani bu bilgilerin duyular yoluyla
kazanılan bilgilerde olduğu gibi akılda teşekkül ettikleri bir zamandan söz
edilemez. Akıldan zârûrî olarak çıkan bu bilgilerin meydana geliş tarzım ve
mahiyetini yine akim kendisinden başkası kavrayamaz.[610] [611] Çünkü
akıl bu türden olan bilgiler ve önermelerin doğruluğunu onaylayacak yapıdadır,
(mücbel) Bu bilgilerin doğruluğunu bilmede akıl, bir aracıya da muhtaç
değildir. O, bu doğruları bizzat elde eder. Genel olarak bu bilgilerin akılla
birlikte bulunduğu (murtesime) veya düzenlenmiş olduğu (müretteb)[612] söylenebilir.
Öyle ki, özne bunları her an bildiğini düşünür; bu bilgiler sanki özneyle özdeş
olup kazanılmış değildir. Özne bunların ne zaman yenilendiğini bilmez; aklın
dışında bir durumun varlığına dayanarak bu bilgilerin farkına varmaz.[613] [614]
Gazzâlî’ye göre salt
akıl bu bilgileri doğasından kaynaklanan bir zorunlulukla kesin olarak bilir.
Gazzâlî bu bilgilerin akla dayalı zorunluluğunu şu şekilde ortaya koyar:
Kendini akıllı olarak değerlendiren, doğuştan getirdiği bilgilerin dışında
eğitim ve öğrenim görmemiş, bir alışkanlık kazandırılmamış, akıllı olarak
yaratılmış bir kişiye bu tür önermeler sunulduğunda, bunları zihninde tasavvur
etmesi halinde, yani; bütün (küll), parça (cüz), daha büyük (ekber)
terimlerinin anlamlarını düşündüğünde, mutlaka bütünün parçadan büyük olduğunu
onaylar. Bunu onaylamamsı mümkün değildir. Dolayısıyla bu tür önermeler akılda
tümel bir biçimde bulunan kesin yargılardır. Aklın bu tür bilgilerden
sıyrılması mümkün değildir?"
Ayrıca Gazzâlî,
insanoğlunun bu bilgilerle birlikte yaratılmış olduğunu, bu bilgilerin doğuştan
geldiğini ve insanda çocukluğundan itibaren var olduğunu, ama bu bilgilerin
nerede ve ne zaman kendisinde oluştuğunu bilmediğini belirtir ve özellikle şu
noktanın altını çizer; insan bu tür bilgilerin yakın sebebini bilemez; yoksa
insanoğlu için, Allah’ın yaratıp yol gösterdiğini ve dolayısıyla bunların
yaratıcısının da Allah olduğunu bilmek kesinlikle uzak bir şey değildir.[615]
Genel anlam boyutu
değerlendirildiğinde, Gazzâlî’nin “aklî ruh” olarak ortaya koyduğu, “doğal
yatkınlık” olarak tanımladığı ve insânî varlık sahasının tamamına yayılmış
olarak bulduğunu belirttiği akıl ve bu aklın idrâki kastedilmektedir. Ona göre
doğal yatkınlık olarak akıl, kapsadığı anlam boyutları içerisinde tezahür eden
aklî belirtilerin kaynağı, esası ve temel platformudur. Yukarıda değindiğimiz
ilk zorunlu bilgilerden ibaret sayılan akıl ona dayanır ve ondan hemen sonra ortaya
çıkar. Gazzâlî aklın tek anlamlı bir terim olmadığım, dolayısıyla, bütün
anlamları kapsayan tek bir tanımın yapılamayacağım ve böyle bir teşebbüse
girişmenin de gerekli olmadığını düşünmekte, akim târifi ve mahiyeti hakkında
çıkan ihtilafların asıl sebebinin de bu farklı anlamları kavrayamamaktan
kaynaklandığı kanaatini ileri sürmektedir.[616]
Gazzâlî akıl konusunda
farklı eserlerinde farklı tanım ve izahlar yapması sebebiyle vermiş olduğu
tanımlan kategorize etmek oldukça güçtür. Onun akıl konusunda yaptığı farklı
tanımlar çoğu zaman ilgilendiği konunun durumu ile alakalıdır. Fakat
eserlerinin çoğunda verdiği tanımlar birbirini tamamlayan yakın anlamlar da
ihtiva eder. Mesela, O, İhya adlı eserinin ilk cildinde akıl
kelimesini dört değişik anlamda kullanırken[617] Meâric adlı
eserinde bu tanımları üçe indirir.[618] el-Mustasfâ,
İhya’nm üçüncü cildi ve Ravdatü’t-tâlibin adlı
eserinde ise tanım sayısı beşe çıkar.[619] Mîyâru
’l-ilm adlı eserinde akim cumhura göre üç anlama geldiği,
felsefecilerin ise aklı sekiz kısma ayırdığını belirtir.[620] [621] Fakat
gerek İhya’nm üçüncü cildi gerekse Ravdatü’t- tâlibin adlı
eserlerinde “gayemizle alakalı olan ve bizi ilgilendiren aklın yalnız iki
mânâsıdır” diyerek bu tanımları sınırlandırır.
Gazzâlî’nin birçok
eserinde akıl ile alakalı olarak vermiş olduğu tanımlar farklı olmakla birlikte
birbirini tamamlar mahiyette olması sebebiyle, bu tanımlara ayrı ayrı değil ana
maddeler halinde aşağıda değinilecektir.
1. Akıl insanı hayvandan
ayıran temel niteliktir. Bu niteliği ile insan nazarî bilgileri kabul etme ve
birçok sanat ve hüneri bir araya getirme yatkınlığına sahip olmaktadır. Bu
anlamda akıl ilimleri idrâk eden latif varlıktır ki, işte bu akim ta
kendisidir. Akıl yalnız zârûrî bilgileri edinmeye yarayan bir alet olarak
görülmez. Çünkü zârûrî bilgilerin farkında olmayanlarda akıllıdır. Gazzâlî bu
tanım çerçevesinde söz konusu olanağın geçekleşmiş olup olmamasına bakmaksızın
bu doğal yatkınlığa sahip olan her varlığın “akıllı” olarak nitelendirilmesi
gerektiğini belirtmektedir. Akıl nazarî bilgileri algılama olanağım taşıyan
salt doğal bir yatkınlık, insan kalbine konulmuş bir nur, fıtri bir yetidir; insan
o nur vasıtası ile eşyayı idrâk etmeye yetkili ı en
olur. Bu sebeple Allah akla nur ismini
vermiştir. Gazzâlî Nur suresinin 35. ayetim buna örnek olarak gösterir.[622] [623] Akıl
ile insânî varlığın kendine has cevheri ve idrâkin mahalli kastedilir ki; Hz.
Peygamberin “Allah’ın ilk yarattığı şey akıldır.”[624] hadisinde
kullandığı mânâ budur. Bu mânâda ki akıl bütün zatlardan ve zati şeylerden
öncedir. İnsanın esası ve cevheri, bilginin temel platformudur.[625] Görüldüğü
gibi, tüm bu tanımlar çerçevesinde akıl, kendisine sahip olan varlığı,
çocuktan, hayvandan ve deliden ayıran anlamla özdeştir.[626]
2. Aklın doğal yatkınlık
olarak insandaki mevcudiyeti, onun ikinci bir anlam boyutuna işaret etmektedir.
Bu çerçevede akıl muhallerin muhal olduğunu, mümkünlerinde imkânını bilen
mümeyyiz bir çocuğun zatında meydana gelen ilimlerdir. Gazzâlî bu ilimlerle zorunlu
(apriori) bilgilere işaret etmektedir. Akıl kelimesi sözlükte olduğu gibi
kullanış bakımından da bu garizamn (doğal yatkınlık- zihni canlılık) ismidir.
Zârûrî ilimlere akıl isminin verilmesi, akim semeresi, neticesi sebebiyledir.
Çünkü bir şey ancak neticesiyle bilinebilir. Burada, ilme, mecaz yoluyla akıl
adı verilmiştir.[627] Kendisine
akıl adı verilen bilgiler sanki fıtri olarak akıl cevherinde mevcuttur. Fakat
onların varlık âlemine çıkmalarına sebep olan vasıta mevcut olduğu zaman ancak
vücut dünyasında görünebilirler. Dolayısıyla insanda belli bir psikolojik
aşamada ortaya çıkan zorunlu bilgiler, ontik temellerini doğal yatkınlık olarak
insanda mevcut olan akılda bulmaktadır.[628]
3. Diğer bir anlam boyutu ile akıl meydana gelen çeşitli olaylar sonucunda
elde edilen tecrübelerden kazanılan bilgilere işaret etmektedir. Bu çerçevede
akıl doğal oluşun ve yetkinlik temelinde ortaya çıkan aklın ilk iki boyutu
üzerinde şekillenen ve bizzat irade varlığı olan insanın bilgisel donanımı ile
alakalı olan çıkarım sürecidir. Çeşitli denemelerden geçmiş ve sonuçta bir
olgunluğa ulaşmış kimselere akıllı, tecrübelerden bir şey almamış bu sıfattan
mahrum olan kimseye de ahmak ve cahil denir. Öyleyse tecrübeye dayalı
bilgilerde akıl olarak isimlendirilir.[629] Gazzâlî
deneyimlerden elde edilen bilgilerin toplamı anlamına gelen aklı bir ilinek ya
da bilen varlığın bir sıfatı olarak değerlendirmektedir.[630] [631]
4. Başka bir anlamda akıl öyle bir yetkinliktir ki, insan onunla işlerin
neticesini önceden kavrar. Akıllı kimse işlerin sonuçlarım bilir ve geçici
lezzetlere sürükleyen şehevi gücü bu yeti sayesinde kontrol altına alır. Bu
kuvvet kimde bulunursa, şehvetinin isteklerine uymayıp işin akıbetini düşünerek
hareket ettiği için “Akıllı” sıfatını alır. Gazzâlî, bu anlamda aklın, “insanı
hayvandan ayıran bir özellik” olduğunu belirtir. Bu tanımlardan ilki, asıl
kaynak; İkincisi, ona en yakın olan bir bölümü; üçüncüsü, birinci ve ikinci
mânâlardaki aklın dalları; dördüncüsü ise aklın son meyvesi, akıldan beklenen
112 neticedir. Tanımlardan ilk ikisi tabii akla son ikisi de kazanılmış
akla verilmiş addır.
Gazzâlî, Mişkâtü’l-envâr'da. bu
tanımları biraz daha genişletir. Ona göre akıl sözcüğü ile “kalp”, “ruh” ,
“insânî nefs” sözcükleri arasında yakın bir anlam ilişkisi vardır. Gazzâlî bu
terimler arasındaki ilişkiye şöyle değinir:
İnsan kalbinde yetkinlik
sıfatları bulunan bir gözün olduğu bilinmektedir.
O, bazen akıl, bazen ruh, bazen de insânî nefs şeklinde tabir edilir. Şimdi
sen bu
ibareleri bırak; zira basireti zayıf olan kimse ibarelerin çokluğundan
mânânın da çok olduğunu zanneder. Biz, “akıl”, “ruh” ve “insânî nefs” tabiri
ile ifade edilen bu şeyle, akıllıyı süt çocuğundan, hayvandan ve deliden ayıran
mânâyı kastediyoruz ve ıstılahta cumhura (çoğunluk) uyarak onu “akıl” diye
isimlendiriyoruz.[632]
Akıl sözcüğü burada ve
Gazzâlî’nin bir kısım eserlerinde “kalp” “nefs” ve “ruh” kavramlarıyla ifade
edilmiş ve birbirleri ile olan anlam bütünlükleri ortaya konulmuştur. Hatta bu
terimler eş anlamlı sözcükler olarak kullanılmıştır. Bu terimlerin maddi ve manevi
alanla ilişkili olmak üzere çeşitli anlam boyutları vardır. Terimlerden her
biri çeşitli disiplinlerde farklı anlamları olmakla beraber, bilginin söz
konusu olduğu yerde hepside aynı anlamı ifade eder. Bu anlam, insanın bilen
(alim), algılayan (müdrik), tanıyan (ârif), kuşatan, (muhit), tasarımlayan
(mutasavvir) bir varlık olduğudur.[633]
Sonuç olarak;
Gazzâlî, Mişkâtü’l-envâr’da, akim birinci ve ikinci
anlamlarını “Aklî Ruh” olarak ifade etmektedir. Bu ruh; ilk anlamıyla idrâkin
mahalli olan insânî cevheri; ikinci anlamıyla, his ve hayâlin algı alanına
girmeyen zorunlu bilgileri ifade eder. Aklın üçüncü ve dördüncü anlamı
ise Mişkâtü’l-envâr’m “Fikrî Ruh”una tekâbül etmektedir. Bu
konuya ileride ayrıca temas edilecektir.
2. Aklî Bilginin Kaynağı,
İmkânı ve Değeri
Gazzâlî’ye göre objeyle
ilişki kuran idrak mertebelerinden en önemlisi akıl yetisidir. O akıl yetisinin
aktivitesi ve işlevi üzerinde önemle dururken faal olduğu fenomenleri de şu
şekilde sıralamaktadır:
Akıl; nesnelerin mahiyetine dair bilgi edinme,[634] kesin
bilgi; eşyanın gerçekliğini kuşatma ve eşyayı olduğu üzere tanıma; mevcudatın
tamamını kuşatma; bilgi ile diğer varlıklara üstünlük sağlama;[635] inançlarda
hak ve batılı, sözlerde doğru ve yanlışı, eylemlerde güzel ve çirkini ayırt
etme;[636] oluş
(kevn) ve bozuluşla (fesad) ilgili yasaları tespit etme; eylemlerin ilkesini düşünme;[637] maddeden
her haliyle soyut tümel biçimleri yansıtma; soyut olmayan biçimleri soyut hala
getirme; nesnelerle ilgili çıkarımlarda bulunma[638] [639] ve
de kendisini ve çeşitli niteliklerini bilme yetisidir. 0
Gazzâlî’nin yapmış
olduğu tasvirlerden de anlaşılacağı üzere akıl yetisi insan bilgisinin ve
hayatının hemen hemen her alanında işlev sahibidir. Bu da göstermektedir ki;
akıl, idrak mertebeleri içerisinde alanı ve başarısı itibariyle en geniş
olanıdır. O aklın bilme faaliyetini ve alanım herhangi bir sınırlandırma
yapmaksızın tasvir etmektedir. Mişkâtü ’l-envâr ’da akim
sınırsız bir etkinlik gücüne sahip olduğu görüşünü içeren pasajlar
bulunmaktadır. Bunlardan birisi şöyledir:
Varolanların (mevcudat) tamamı aklın faaliyet alanına girmektedir. Çünkü
akıl bu saydığımız ve sayamadığımız -ki sayamadıklarımız daha çoktur- bütün
varlıkları idrâk eder ve onların tamamında tasarrufta bulunur. Bunlar hakkında
kesin (yakînî) ve doğru bir hükme (yargıya) ulaşır. Şu halde bâtını (gizli)
sırlar onun için zâhir (aşikar), gizli mânâlar ise açıktır. [640]
Mişkâtü ’l-envâr’m diğer bir pasajında ise akim gücü ve
sınırıyla ilgili şu cümleler bulunmaktadır:
Akıl malûmâtı (veya ma’kûlât)[641] idrâk
eder. Malûmatın sonlu olması düşünülemez. Evet, gerçekten aklın öğrendiği
ilimler mahdut ve sınırlıdır fakat, aklın sonsuzu idrâk etme gücü vardır. Bunun
izahı uzun sürer. Bununla beraber, eğer bir misâl istersen hesabı (matematik)
ele al. Mesela akıl, sayıları idrâk eder. Sayıların sonu yoktur. Hatta ikinin,
üçün ve diğer sayıların katlarını idrâk eder ki bunların da sonlu olması
düşünülemez. Yine akıl sayılar arasındaki nisbetleri (oranlar) idrâk eder.
Bunlarda sonsuzdur. Akıl, bir şeyi ilmiyle idrâk eder ve bir şeyi bildiğini bilir
ve bildiğiyle bildiğini de bilir. İşte böylece, (bilgiler birbirine temel
teşkil ederek) aklın bilme gücü bir sınır kabul etmeden sonsuza doğru uzanır
gider. [642]
Şu hususu özellikle
belirtmek gerekir ki; burada, Gazzâlî’nin sınırsız etkinlik gücüne sahip
olduğunu ve mevcudatın tamamının faaliyet alanını teşkil ettiğini söylediği
akıl, “insânî varlığın kendisine has cevheri ve doğal yatkınlık” olarak
tanımladığı, ilk anlam boyutunu ifade eden akıldır. Bu anlamıyla akıl, sonsuz
ve sınırsız bir etkinlik alanına sahiptir. Duyu ve hayâlin idrâki duyulur
alanla (fenomenler âlemi) sınırlı iken, akıl gücü kendisine hiçbir sınır
tanımamaktadır. Bir başka deyişle akıl, duyuların ve hayâlin algısında olduğu
gibi zaman ve mekandaki nesnelerle sınırlı değildir. O, zaman ve mekan
kayıtlarına girmeyen nesneler alanına da (melekût âlemi-metafizik âlem) nüfuz
eder. [643] [644]
Akıl hem duyulur alanda
(fenomenler âlemi) hem de düşünülür alanda işlev sahibidir; dolayısıyla her iki
varlık alanı aklî bilginin kaynağım oluşturmaktadır. Bununla birlikte akıl,
aslı itibariyle metafizik âleme aittir[645] [646] [647] ve
buradaki tüm objeler akim faaliyet alanı dahilindedir. Gazzâlî bu grupta yer
alan objeler alanına çeşitli açılardan farklı isimler verir. Bunlar;
el-Alemü’n-nûrânî (nurlar âlemi) , el-Alemü’r- rûhânî (ruhî âlem ),
el-Âlemü’l-ulvî (yüce âlem), el-Âlemü’l-gayb (görünmeyen âlem), el-Alemü’l-aklî
(akılsal âlem), el-AlemüT-melekût (melekler âlemi), el-Küllîyyat (tümeller)
gibi terimlerdir.[648] [649]
Gazzâlî her iki alanda
da tasarrufta bulunma gücü olan bu yetiye farklı iki varlık alanına nisbetle
iki isim verir. Bu alanlardan ilki fenomenler âlemi, yani “algılanabilir dünya”
olup, bu alanla ilişki kuran akla “Amile (yapıcı)” veya el-AklüT- ameli (Pratik
akıl), diğer alan ise metafizik âlem, yani “düşünülür dünya olup”, bu alanla
ilişki kuran akla, “Alime (bilici)” veya el-Aklü’n-nazarî (Teorik akıl) adı
verilir. Pratik akıl, Teorik aklın ilkelerine dayanarak, düşünce ve fikirle
özelleşmiş insanı belirli tikel eylemlere doğru harekete geçiren ilkedir.[650] [651] İnsanın
dış dünya ile 1 99
ilişkilerini düzenleyen, çekip-çeviren ve
yöneten işte bu yetidir.
Gazzâlî’nin
açıklamalarına göre akıl her zaman duyulur alanla ilişki içerisindedir. Akim
duyulur alandaki işlev ve faaliyeti, esasında bu alanda faaliyet gösteren
yetilerle ilişki kurmasından ibarettir. Bu ilişki de ancak üç şekilde
mümkündür:
1. Pratik akıl bazen şehevi güçle (arzulama yetisi) ilişkiye girer. Bu durumda
nefs’te, gülme, ağlama vb. gibi insana özgü edilginlik türünden bir takım
belirlenimler (hey’et) ortaya çıkar.
2. Pratik akıl kimi kez hayâl gücü ve vehim ile ilişki içinde olur. Bu durumda
Pratik akıl insânî sanatları ortaya koymada ve olup biten konularda çözüm ve
çareler bulmada bu yetileri kullanır.
3. Pratik akıl kimi kez de kendine dönük olur. Bu durumda o, “yalan
çirkindir”, “haksızlık çirkindir”, “doğruluk güzeldir”, “adalet güzeldir” gibi
eylemlerle ilgili ilkelerin bilgisine ve dinin bu alanla ilgili konularda
açıklamış olduğu konuların
1 bütününe topyekün vakıf olur.
Kısaca, nefs’in (akıl)
bedene yönelik faaliyetleri (meşguliyetler); duyular, hayâl, şehvet öfke,
korku, üzüntü, ağrı gibi şeylerden ibarettir.[652] [653] Temelde
ise pratik akim işlevi, teorik yetkinliğe ulaştıracak bir tarz üzere bedeni
çekip çevirme ve yönetmedir.[654]
Gazzâlî fenomenler
âleminde faaliyet gösteren algı güçlerini, “aklın vücuttaki memurları” olarak
niteler ve algı yetileriyle alakalı daha birçok benzetmeye başvurur. Ona göre
bilgi yetileri, yürüttükleri işleve göre; sözgelimi duyular casusa ve öncü
kuvvetlere, hafıza yetisi haznedara, çıkarım yetisi vezire ve danışmana vs.
benzetilebilir.[655] Gazzâlî’nin Mişkâtü’l-envâr da
idrak güçleriyle ilgili yapmış olduğu benzetme ise şu şekildedir:
Göz başkasına nisbetle nurdur, fakat kendisine nisbetle karanlıktır. Daha
doğrusu göz, aklın casuslarından bir casustur. Onu hâzinelerinin en düşüğüne
(değersizine) -ki bu, renkler ve şekiller
hâzinesidir- vekil yapmıştır. Tâ ki bunlara ait haberleri kendisine iletsin de,
o da parlak görüşünün ve nüfuzlu hükmünün gerektirdiği şekilde o haberler
hakkında hüküm versin. Beş duyu aklın casuslarındandır. Beş duyu dışında;
hayâl, vehim, düşünme , hatırlama ve hafıza gibi yetilerde[656] aklın
gizli casuslarıdır. Onlarında ötesinde, kendine has âleminde aklın hizmetine
sunulmuş hizmetçiler ve askerler vardır ki; kral kölelerini nasıl emrine boyun
eğdirerek kullanırsa, akıl da aynıyla, hatta daha da ileri bir şekilde bu
güçleri kullanır ve onlar üzerinde tasarrufta bulunur.[657] [658]
Sonuçta, Gazzâlî’ye göre
beş duyu organından her biri aklın görünür askerleri, onların aldığı duyumlar
da akim casuslarıdır. Hayâl, Vehim, Mutasarrife, Hatırlama ve Hafıza güçleri de
akim içte bulunan kuvvetleri ve onun hizmetinde bulunan casusları gibidir.
Bilme ve idrâk bu kuvvetlerin başlıca fonksiyonlarından olup, akıl tüm bilme
aşamalarında bu fonksiyonlara sahip yetilerle sürekli işbirliği içerisindedir
ve her 1 halükarda akıl onlara muhtaçtır.
Düşünülür alanla ilişki
kuran teorik akıl ise, duyu ve hayâl yetilerinin algı sahasının dışında kalan
bir takım “soyut tümel” anlamları alma özelliğine sahiptir.[659] Gazzâlî’ye
göre Tümel, dış dünyada (A’yan) ve zihinde varolması itibariyle iki anlamda
kullanılan bir terimdir.[660] Dış
dünyada var olması itibariyle tümel, mutlak olarak alman bir şey için söz
konusudur. Sözgelimi insan, gerçekliği olması itibariyle vardır ve onun için
teklik ve çokluk söz konusudur. Bununla birlikte, teklik veya çokluk, varoluşta
insanlığı gerektirmez. Bundan dolayı, insanla ilgili olan tümel ile, çokluk,
birlik vb. gibi şartlardan uzak bir anlam olan “mutlak insanlık” kastedilir.[661] İkinci
anlamıyla tümel ise “insanlık” gibi çoklara kategori olması şartıyla dışarıda
varolmaksızın sadece zihinde varolan tümeldir.[662] İşte
burada teorik akim temel özelliği “maddeden tamamen soyutlanmış tümel biçimleri
kabul etmesi ve onları yansıtması” olarak ortaya çıkmaktadır.[663] Teorik
akim işlevine ileride ayrıca temas edilecektir.
Akıl, objeye ait kemiyet
(nicelik), keyfiyet (nitelik), mekanda oluş gibi cisimlere has arazları soyut
olarak idrâk eder. Akim idrâki; hayâlde, histe veya dıştaki (A’yan/dış dünya)
bir suret olmayıp mücerret bir mânâdır. Gazzâlî bu mânâyı “Aklî varlık” olarak
isimlendirir.[664] Onun
idrâkinde yakın-uzak, büyük-küçük vb. unsurlar söz konusu değildir. [665] Onda
hiçbir şekilde tikel özellikler de bir araya gelmez. O bütün teklerin eşit
olduğu bir anlamdır.[666] Sözgelimi
akıl; büyük-küçük, kır-doru atı değil, kendisinde bütün atların ortak olduğu
mutlak bir “Athk”ı idrâk eder. Bu anlamda o, kendisi için zati olmayan bütün
karinelerden soyuttur. Belli bir miktar, belli bir renk, atlığın zatına ait
değildir. Bunlar varoluşta araz olarak bulunur.[667]
Onun idrâk ettiği bir
objeye yabancı hiçbir unsur katılamaz. Oysa bu durum duyular için söz konusu
değildir. Duyuların idrâki, idrâk edene veya idrâk edilen objelere göre farklı
ve hatta isabetsiz olabildiği halde akıl için böyle bir durumdan söz edilemez.[668] Akim
idrâki idrâk edilene tamamen ve aynen mutabıktır. Kısaca, aklî idrakler duyu
idraklerinden daima daha tam ve daha üstündür.[669]
Aklî idrakte düşünmenin
nesnesi her yönüyle soyut olduğu için bunu kavramakta akıl hiçbir şekilde
zorlanmaz. Fakat düşünmenin nesnesi özü itibariyle soyut olmayıp maddi
nitelikler taşıyan bir nesnenin biçimi ise, bu takdirde akıl, onda madde ile
ilgili bir ilinti kalmayıncaya kadar o biçimi soyutlar. Akıl; idrâk ettiği bir
objeyi ona sonradan katılan tüm unsurlardan soyutlayarak idrâk eder ve ondaki
biçimi tümel olarak alır. Aslında soyutlama mücerret biçimleri mütâlaa eden
akla, faal akıldan veya bilgi vermekle görevli meleklerden bir etki sayesinde
soyut biçime ulaşmayı ifade eder. Gazzâlî bunu, göz ile görünen nesnelerin
karanlıktaki durumuna benzetmektedir. Nasıl ki göz karanlıkta kuvve halinde
görücü ve nesnelerde kuvve halinde görülen iseler, ışık geldiği zaman her ikisi
de fiil halinde görücü ve görülen olurlar. Soyutlama işleminde akıl ve
düşünülür biçimde bunun gibidir. Faal akıldan veya meleklerden gelen etki
sayesinde -ki bu etki görmeye nisbetle ışık gibidir- akıl ile suret arasında
bir engel kalmadığından akletme (taakkul) gerçekleşmiş olur.[670]
Gazzâlî Mişkâtüi-envâr’ da,
Faal akıl veya melekler tarafından akıl üzerinde meydana getirilen etkinin
Kur’ân-ı Kerim tarafından da meydana getirildiğini belirtmekte, daha doğrusu bu
etkilerden en büyüğünün Kur’ân-ı Kerim olduğunu söylemekte, bir bakıma bu
etkiyi Kur’ân-ı Kerim’le özdeşleştirmektedir. Şöyle ki:
İdrak edilen öyle
bilgiler vardır ki, her zaman akılda hazır bulunmazlar.
Bunlar akla arz edilince onları hemen idrâk edemez. Bilakis, onların
etrafında dolaşması, araştırma yapması ve onlar hakkında uyarılması gerekir.
Nazarî bilgilerde olduğu gibi... Hikmetli sözler aklı uyarır. İnsan bil-kuvve
idrâk edici iken, hikmet nûru çıkınca (işrâk) bil-fiil idrâk edici olur.
Hikmetin (uyarılma) en büyüğü Allah Teâlâ’nın sözüdür ve Onun sözlerinden de
bilhassa Kur’ân-ı Kerîm ’dir. Şu halde göz için güneş ışığı ne ise, akıl gözü
içinde Kur ’ân ayetleri odur. Zîrâ görüşler (idrakler) ancak onunla tamamlanır.[671]
Görüldüğü üzere Gazzâlî,
aklî idrâkin tamamlanması noktasında mutlaka bir etkinin varolması gerektiği
fikrindedir. Ona göre, sözü edilen bu etki ancak melekût âleminden (metafizik
âlem) gelebilir. Çünkü akıl, yönünü ilkelerine doğru (el-Fevk) çeviren ve orayla
ilişki kuran bir yapıda yaratılmıştır. İlkeleri karşısında aklın daima alıcı
durumda olması, onlardan etkilenmeye açık olması gerekir. Bu ilkeler aklı
yetkinlik (kemâl) derecesine yükselten temel etkenlerdir.[672]
Mişkâtü’l-envâr' da işaret edildiği üzere, insan
bil-kuvve idrâk edici iken hikmet nûru ortaya çıktığı zaman bil-fıil idrâk
edici olmaktadır. Demek ki akıl, düşünülür nesnelere oranla iki halden birine
sahiptir. O, düşünülür nesne karşısında ya kuvve halinde ya da fiil halindedir.
Çünkü bir şeyi alma özelliğine sahip olan herhangi bir şey, ya kuvve halinde ya
da fiil halinde onu alıcı olur. Gazzâlî’ye göre kuvve halindeki aklın üç
derecesi vardır.[673] Birinci
derecede bu yeti, küçük bir çocukta bilginin bulunmaması ya da yazma gücüne
benzer bir kuvvenin bulunmasıdır. Bu kuvve henüz eyleme çıkmamıştır. O,
mücerret bilgi oluşturmak için bir istidâdm bulunması durumudur. Buna “Garîzî
Akıl” veya “Heyulânî Akıl” adı verilir. Bu akıl yaratılışta her insanda
mevcuttur.[674] Kuvve
halinin ikinci derecesi, zârûrî bilgilerin meydana geldiği akıldır.
Zârûrîyyât’ı kavrayacak dereceye gelen temyiz çağındaki çocuğun aklıdır. Artık
o, beşikteki çocuk gibi değildir. Çocuk bu durumda, birleştirme olmaksızın
harfleri, kâlemi, mürekkebi vs. tek tek tanır. Bu derece “mümkün veya meleke
halinde kuvve” şeklinde tanımlanır. Dolayısıyla, aklın bu derecesi “el-Aklü
bi’l-meleke/yetenek halinde akıl” dır.[675] Kuvve
halinin üçüncü derecesi, teorik bilgilerin (ma’kuller) fiil olarak zihinde
oluşmasıdır. Akıl dilerse onlara yönelir ve onları kendinde bulur fakat akıl bu
bilgilerden habersizdir. Yani bu bilgiler “düşünülüyor” değildir. Akim bu
derecesi “el- Aklü bi’l-fiil/fiil halinde akıf’dır.[676]
Fiil halindeki (faal
pozisyondaki) akla gelince; O, düşünülür biçimin (ma’kuller) zihinde hazır
olması, onu fiilen düşünüyor olması halidir. Yani “mutlak fiil hali”dir.
Bilgiler artık insanın zihnindedir ve insan onları mütalaa ederek ve düşünerek
bulabilir. Aklın bu derecesine “el-Aklü’1-müstefâd/kazanılmış akıl” ismi
verilir. Ona bu ismin verilmesi, onu kuvveden fiile çıkaran bir sebebe işaret
eder. Çünkü aklın kuvveden fiile çıkması, daima fiil halinde bulunan bir
sebebin varlığını gerektirir- ki bu sebebe yukarıda işaret edildi- Kuvve
halindeki akıl sebep ile ittisal ettiği (birleştiği) zaman, bu bilgiler kuvve
halindeki akla geçer ve akıl bil-fıil idrâk edici olur. îşte bu sebepten
dolayı, bu derecedeki akla “el-AklüT-müstefâd-kazamlmış akıl” adı
• • 1SR
verilmiştir.
Her iki alanda işlev sahibi olan akıl,
aynı anda iki alanda faaliyette bulunamaz.
Akıl iki âlemden biri ile meşgul olduğu zaman diğeri
ile meşgul olamaz. O, her iki varlık alanım birleştirme imkânına da sahip
değildir. Akıl düşünülür alanla ilişki kurduğu, aklî bir mesele üzerinde
düşünmeye başladığı zaman, diğer bütün faaliyetleri durur. Aklın bir mesele
üzerindeki meşguliyeti diğer meşguliyetlerini engeller. Gazzâlî bu durumu şöyle
ifade eder:
Mücerret (soyut) duyu bile, akıl vasıtasına, aklın kendisine bir afet arız
olmasa dahi aklın idrâk etmesine ve düşünmesine engel olur. Bütün bunların
sebebi, akıl bir şey ile meşgul olurken başka bir şey ile meşgul olamamasıdır.
Bu yüzden ağrı ve hastalık zamanında akıl çalışmaz. Korku anında da akıl
çalışamaz. Çünkü, korku da dimağda (beyin) bir hastalıktır. Nefs’in iki cihete
yönelik fiillerinin ihtilafında biri bulunurken diğerinin bulunamaması durumu
nasıl uzak sayılabilir? Fiillerin bir tek cihet bakımından çokluğunda bile,
bazen biri bulunurken diğerinin bulunmaması durumunu gerektirebilir. Zira,
korku ağrıyı, şehvet öfkeyi unutturur. Hatta bir mesele üzerinde düşünmek,
başka bir mesele üzerinde düşünmekten aklı alıkoyar.I:>9
Gazzâlî’ye göre akıl, duyu ve vehmin
idrâkinden farklı olarak nesnelerin hakikatini kavrama ve bu hususta doğruya
ulaşma gücüne sahip olan bir algı yetimizdir.
Gazzâlî, Mişkâtüfienvâr'&& nurlar
skalasınm insânî varlıktaki en üstün mertebelerinden birini oluşturan aklı,
inşam dış dünya ile ilişkiye sokan görme organıyla (göz) mukayese etmektedir.
Bu mukayesenin temelinde, “özel insanlık cevheri” şeklinde tanımladığı akıl ile
Tanrı arasında kurmuş olduğu bir çeşit münasebet (benzerlik) yatmaktadır. Buna
göre akıl, Allah Teâlâ’mn nûrundan bir örnektir. Örnek her ne kadar aslın
yerini tutmasa da ona benzemekten uzak ta değildir.[677] [678] [679] Bu
nedenle akıl tanrısal bir nitelik taşımaktadır ve duyusal algıdan pek çok
bakımdan üstündür. Duyular ile akıl arasındaki farkların belirlenmesi, tarihi
Emprizm-Rasyonalizm tartışmalarında olduğu gibi Gazzâlî’de de aklî bilginin
imkân ve değerini aydınlatır mahiyettedir.[680]
Gazzâlî, akim duyu
organlarına ihtiyaç duymadan bir idrak gücüne ve bilgi meydana getirme imkânına
sahip olmasını, “aklın duyuların taşıdığı zaafları taşımadığı” şeklinde bir
mukayese ile ortaya koymaya çalışmaktadır. Bu bir bakıma, sensüalizmle rasyonalizmin
bir mukayesesi gibidir. Bu mukayesede duyularda (göz) olmayıp, akılda varolan
yedi özellik şu şekilde sıralanmaktadır:
1. Göz kendisini idrâk edemez. Akıl ise hem kendi sıfatlarım hem de kendi
dışındaki varlıkları idrâk eder. O, kendisinin bilgili (âlim) ve güçlü (kâdir)
olduğunu bilir. Kendisini (nefsini) bilmek suretiyle ilmini bilir, kendisinin
bilgisine dair bilgisini de bilir ve bu durum (bilgisi) sonsuza kadar gider.
Bunlar akla mahsus öyle özelliklerdir ki, cisimler aletiyle idrâk eden göz için
asla düşünülemezler.
2. Göz kendisine çok yakın ve çok uzakta olan şeyleri göremez. Halbuki akıl
için uzak ve yakın aynıdır, (eşittir) O, bir anda göklerin en yükseğine
çıkabileceği gibi yerin derinliklerine de inebilir. Daha doğrusu, hakikatler
tahakkuk edince cisimlere arız olan uzaklık-yakılık gibi mânâların o kudsî
varlığın yanma bile yaklaşamadığı anlaşılır.[681] [682]
3. Göz perde arkasını
göremez. Akıl ise, Arş’ta, Kürsî’de, göklerin perde arkalarında, Mele-i âlâ’da
ve Melekût-u esmâ’da tasarruf eder. Tıpkı kendi özel âleminde, yakın memleketinde,
yani kendine has bedeninde tasarruf eder gibi... Daha doğrusu, hiçbir hakikat
akıldan gizlenemez. Kısaca akıl, fizikötesi varlıkları ve bütün hakikatleri
idrâk edebilmektedir. Aklın idrâk edememe durumu, göz nasıl kapaklarını yumunca
kendi kendine perde oluyorsa, aklında buna benzer bazı sıfatları sebebiyle
1 kendi kendine perde olmasından ileri gelmektedir.
4. Göz, eşyanın dışım, yüzeyini, görür; iç kısımlarını (bâtını) göremez.
Kalıplarını, suretlerini görür; hakikatlerini göremez. Akıl ise eşyanın
derûnunda ve esrarında (sırlarında) dolaşır. Hakikatlerini ve ruhlarını
(özleri) idrâk eder. Sebeplerini, illetlerini, gaye ve hikmetlerini bulur.
Neden, nasıl ve niçin yaratıldığım, kaç unsurdan toplanıp terkip edildiğini,
varlık mertebeleri arasındaki yerini, yaratıcısına ve diğer yaratılmışlara
karşı nisbetini idrâk eder.
5. Göz, varlıkların bir kısmım görebilir; Addedilebilirlerin (ma’kûlât)
tamamını algılanabilirlerin (mahsûsât) ise çoğunu göremez. Renkler ve şekiller
âlemini aşamaz. Bunlar ise varlıkların en bayağısıdır. Oysa ki varolanların
tamamı aklın faaliyet alanına girmektedir. Çünkü akıl bu saydığımız ve
sayamadığımız -ki sayamadıklarımız daha çoktur- bütün varlıkları idrâk eder ve
onların tamamında tasarrufta bulunur. Bunlar hakkında kesin (yakînî) ve doğru
bir hükme (yargıya) ulaşır. Şu halde bâtmî (gizli) sırlar onun için zâhir
(aşikar), gizli mânâlar ise açıktır.[683]
6. Göz sonsuz şeyleri
göremez. Çünkü o, ancak cisimlerin sıfatlarını idrâk edebilmektedir. Cisimlerin
ise sonsuz olması tasavvur edilemez.. Akla gelince o, mâlûmât’ı idrâk eder.
Mâlûmât’m ise sonlu olması düşünülemez. Evet, gerçekten aklın öğrendiği ilimler
mahdut ve sınırlıdır fakat, akim sonsuzu idrâk etme gücü vardır. Akıl, bir şeyi
ilmiyle idrâk eder ve bir şeyi bildiğini bilir ve hatta bildiğiyle bildiğini de
bilir. İşte böylece, (bilgiler birbirine temel teşkil ederek) aklın bilme gücü
bir sımr kabul etmeden sonsuza doğru uzamr gider.[684]
7. Göz, çoğu zaman gördüklerinde yanılabilir. Mesela büyüğü küçük, güneşi
başaktaki tane kadar görebilir. Yıldızları mavi bir örtü üzerine serpilmiş
küçük paralar şeklinde görür. Halbuki akıl, yıldızların ve güneşin dünyadan kat
ve kat büyük olduğunu idrâk eder. Göz, yıldızları ve önündeki gölgeyi
hareketsiz görür. Çocuğu da gördüğü şekilde algılar. Akıl ise çocuğun büyüyüp gelişmekle
beraber devamlı harekette olduğunu, gölgenin daima hareket ettiğini,
yıldızların her an (saniyede) birkaç mil hareket ettiklerini idrâk eder.[685]
Görüldüğü üzere, akıl
ile gözün (duyular) mukayesesinde, emprik bilgi ile rasyonel bilgi arasında
kesin bir ayrım yapılmakta; duyu idrakleri bilgisel bir nitelik taşımakla
beraber mahiyet itibari ile rasyonel bilgiden ayrılmaktadır. Çünkü duyular
sonuçta yanılabilir olma özelliğine sahiptir. Şu halde duyular yanılabilir
olmalarına karşın akıl duyuların düştüğü hataya düşmekten uzaktır. Eğer böyle
ise akıl sahiplerinin görüşlerinde yanılgıya düşmüş olmalarının sebebi nedir?
Gazzâlî’ye göre hayal, vehim inanç ve zanna dayalı hükümlerin aklî hükümler
zannedilmesi veya aklı hükümlerle karıştırılmış olması hataya yol açmaktadır.
Bunun ötesinde vehim ve hayalin örtüsünden soyutlanmış aklın hata etmesi
düşünülemez. Gazzâlî, bu soyutlanmanın dünyada gerçekleşmesinin güç olduğunu
vurgulamakta fakat onun imkansızlığım savunmamaktadır. Nitekim O, akim hayal ve
vehim örtüsünden soyutlanmasının ölüm ile gerçekleşeceğini belirttiği gibi[686] bunun
ölümden önce mümkün olabileceğini de söylemektedir. Yani kalp (akıl) penceresi
uyumadan[687] ve
ölmeden de melekût âlemine açılabilir. Bu kişinin kendi isteği ile değil
Allah’ın lütfü ile olur. Kalpten (akıl) hayal ve vehim perdesi kalktığı zaman
kalbe ilmin nurları dolar ve kalp (akıl) onunla aydınlanır. Fakat bu
aydınlanmanın sürekli olması pek nadirdir.[688]
Gazzâlî Mişkâtü’l-envâr’da akla
nur ismini verdiği gibi aklı doğru düşünmekten alıkoyan unsurlara da zulmet
(karanlık) ismini vermektedir.[689] Nitekim
ona göre nur doğru yola ulaşmak (hidayet) içindir; doğruluktan uzaklaşmak ise
batıl ve karanlıktır. Hatta karanlıktan daha da koyudur. Zîrâ karanlık ne
doğruya ne de yanlışa götürür. Gazzâlî bu durumu şöyle örneklendirmektedir:
Böyle kimselerin durumu şuna benzer ki; onlar karanlık bir deniz
içerisindedir. Onu bir dalga sarmıştır. Onun üstünde bir dalga ve bu dalganın
üstünde de bir bulut vardır. Özetle birbiri üzerine yığılmış karanlıklar...
Birinci dalga insanı hayvanlık derecesine düşüren hissi zevklerin ve dünyevi
ihtiyaçların tatmini ile meşgul eden, hatta hayvanlar gibi yiyip-içip
eğlenmelerine sebep olan şehvetleridir. Elbette bu dalga karanlık olur. Çünkü
bir şeyi aşırı sevmek onu seveni kör ve sağır yapar. İkinci dalga öfke,
düşmanlık, buğz, kin, haset, kibir, gurur, çoklukla övünme (tekâsür) gibi
kötülüğe sevk eden helak edici (yırtıcı)[690] sıfatlar
dalgasıdır. Bu dalganın da karanlık olması tabiidir. Çünkü öfke aklın şuurunu
giderir. Öfkenin de en üst dalga olması da tabidir. Çünkü öfke çoğunlukla
şehvetleri bastırır. Öyle ki öfke kabardığı zaman şehvetleri ve lezzetleri
unutturur. Çünkü şehvet asla kabarmış öfkeye karşı koyamaz. Buluta gelince o,
bozuk inançlar, yalancı zanlar, çarpık hayallerdir. Bunlar gerçeği bilmeye,
Kur’ân ve akıl güneşinin nûru ile aydınlanmaya engel (perde) olurlar. Bulutun
özelliği güneşin ışığına engel olmaktır. Bunların hepsi karanlık olduğuna göre
birbirleri üzerine yığılmış karanlıklar olmaları da tabiidir. İşte bu
karanlıklar hem uzak eşyanın hem de yakın eşyanın bilgisine engel olmaktadır.[691]
Gazzâlî görüldüğü üzere
burada nur’a (bilgi) engel olan unsurları “dalga, bulut ve karanlık” gibi
lafızlarla sembolize etmekte; şehvet, öfke, bozuk inançlar, zanlar, çarpık
hayaller ve vehimleri akim çalışma sistemini bozan etkenler olarak görmektedir.
Burada dikkati çeken diğer bir husus, Kur’ân ve akim birlikte zikredilmesi ve
her ikisinin de aydınlatıcı yönüne vurgu yapılmasıdır. Akıl ve Kur’ân birbirini
tamamlayan iki nurdur. Daha öncede değinildiği üzere aklın temel işlevi ve
fonksiyonu ilkelerinin (metafizik alan) bilgisine ulaşmaktır. Bu ilkelere
ulaşmak ise ancak metafizik alandan gelen bir etki ile mümkündür. îşte aklı
yetkinlik (kemal) derecesine ulaştıran en büyük etki Kur’ân’dır.[692] Metafizik
alandan gelen etkiler aklı yetkinleştirmekte, aynı zamanda bu bilgiler ancak
akıl vasıtası ile anlamlı hale gelmektedir. Metafizik alana ait bilgide akim
fonksiyon ve değeri işte bu nokta da belirginleşmektedir.[693] Metafizik
bilginin aklen imkânına ileride ayrıca temas edilecektir.
Sonuç olarak
söyleyebiliriz ki; Gazzâlî’ye göre insanın en üstün niteliği ve en belirgin
özelliği akıldır. Her iki âleme ilişkin bilgiler ancak akıl yetkinliği ve
zekanın saflığı ile kavranabilir. Bu nedenle akıl insanın en üstün sıfatıdır.
Yine akıl, bilginin kaynağı, esası ve temel platformu olması açısından en
yüksek şerefe sahiptir. Bu açıdan bilgi ile akıl arasındaki ilişki, meyve ile
ağaç, aydınlık ile güneş ve görme ile göz arasındaki ilişkiye benzemektedir. Şu
halde akıl mutluluğun vesilesi ve insanın en
17S '
değerli varlığıdır, insan için yaratılmış temel
özellik akıl yetisi ve onunla nesnelerin hakikatlerinin kavranmasıdır. İnsanın
yetileri arasında en üstün ve en faziletli olanı akıldır.[694] [695]
D. ER-RÛHU’L-FİKRÎ
Mişkâtüî-envâr da aklî ruhtan sonra gelen dördüncü
idrak aşamasıdır. Aklın çıkarım gücünü sembolize eden bu kavram, Gazzâlî’ye
göre ayrı bir idrak mertebesini teşkil etmektedir. Fikrî ruh’un aklî ruh ile
olan farklılığının belirlenmesi ise ancak kavramın epistemik boyutlarının
incelenmesi ile mümkün olabilecektir.
1. Tefekkür Gücü ve/veya
Fikrî (Nazarî) İdrâk
Fikrî ruh, hafızada
bulunan anlamları isteğe göre birbiriyle birleştiren ve birbirinden ayıran
yetidir. Gazzâlî Mişkâtü’l-envâFâeı er-Rûhu’l-fikrî (fikrî
ruh) adını verdiği bu yetiye diğer eserlerinde, “müfekkire”, “mutasarrife”,
“tefekkür”, “tezekkür”, “nazar”, “îtibar”, “teemmül”, “tedebbür”, “ictihad”,
“istinbat” ve “istidlal” gibi isimler vermektedir.[696] Aslında
hepside akim çıkarım gücünü sembolize eden bu kavramlar, kullanım alanlarının
farklılığı sebebiyle farklı şekilde isimlendirilmişlerdir. Gazzâlî
terminolojideki değindiğimiz bu farklılıklara şöyle işaret etmektedir:
Son mârifet (bilgi) ancak iki marifet (öncül) sayesinde elde edilir. Son marifeti
elde edebilmek için ilk iki marifeti kalpte (akıl) hazırlamaya tefekkür,
itibar, tezekkür, nazar, teemmül ve tedebbür adı verilir. Tedebbür, tefekkür ve
teemmül, lafızları farklı mânâları ise aynı olan müteradif sözlerdir ki, “iyice
düşünüp taşınmak” demektir. Fakat tezekkür, itibar ve nazar, aynı şeye işaret
etmekle birlikte anlamları farklıdır. îtibar, ibret ve ders alma üçüncü
mârifeti elde edebilmek için önceki iki bilgiyi hazırlamaktır. Şayet ilk iki
mârifetten üçüncüye geçemez ve neticeye ulaşamaz ise ona tezekkür adı verilir.
Buna nazar ve tefekkür denmesi üçüncü mârifeti araması bakımındandır.
Tezekkürün faydası kalpte yerleşip ondan silinmemeleri için mârifetleri
hatırlamaktır. Tefekkürün faydası da bilgiyi çoğaltıp mevcut olmayan üçüncü bilgiyi
elde etmektir. Tefekkür olan her yerde tezekkürde vardır, fakat tezekkür olan
her yerde tefekkür olmayabilir. Yani her mütefekkir aynı zamanda
mütezekkir’dir, fakat her mütezekkir mütefekkir değildir.[697]
Gazzâlî’ye göre tefekkür
çok geniş anlamda kullanılan bir sözcüktür. Bunun anlamı öznenin herhangi bir
bilgiden başka bir bilgiye geçmesidir. Bu geçiş herhangi bir durumun sonuna
veya akıbetine vakıf olmak ise “tedebbür” adım alır. Çünkü düşünmenin bu
tarzında herhangi bir işin sonu ve akıbeti ele alınmıştır. Yine bu geçiş bir
başka bilgiye veya güçlü sanıya ulaşmak için söz konusu ise bu durumda o
“nazar” adını alır. Çünkü nazar’m anlamı bilgi veya zan talep eden fikir
demektir. Yine bu geçiş bir ilişkinin farkına varılmasıyla araştırılan bir
konudan başka bir konuya geçiş ise bu durumda o “itibar” adını alır. Şayet
araştırma, talep edilen konuya ulaşmış ise bu durumda o “istinbat” adım alır.
Çünkü ortaya çıkmamış olan bir şey artık bununla ortaya çıkmış demektir.
İstinbat aynı zamanda her hangi bir metne bakıp ondaki düşünülür anlama vakıf
olan kimsenin yaptığı işe de denir. [698] [699]
Gazzâlî’nin Mişkâtü
’l-envâr 'da işaret ettiği er-Rûhu’l-fikrî (fikrî ruh) kavramı, akim
teorik çalışma gücünü sembolize eder. Çünkü O, Mişkâtü ’l-envâr’da aklı,
aklî ruh şeklinde ifade ettiği küllî (tümel) zorunlu bilgiler alanıyla
sınırlandırmakta, aklın teorik yönünü ise fikrî ruh şeklinde
isimlendirmektedir. Gazzâlî fikrî ruh’un bu yönüne Mişkâtü
’l-envâr"da şöyle değinmektedir.
Fikrî ruh salt aklî bilgileri alır aralarında bir takım telifler ve
eşleştirmeler yapar ve onlardan daha değerli (şerefli) bilgiler çıkarır. Sonra
elde ettiği iki neticeyi de tekrar aralarında birleştirir ve böylece başka bir
netice elde eder. Bu işlem bu şekilde sonsuza kadar artarak devam eder.IS0
Görüldüğü üzere fikrî
ruh anlamlar (fikirler) arasındaki mantıki ilişkileri idrâk eden ve öncüllerden
(mukaddimât) neticelere ulaşan aklî bir güçtür. Bu güç sayesinde idrâk edilmiş
mânâları önce tafsil etmek, sonra terkib etmek, ziyadeleştirmek ve
noksanlaştırmak, onunla yepyeni anlamlar ve bilgiler türetmek mümkün
olmaktadır. Bu gücün özelliklerinden biri de tabiatı itibariyle düzenli ve
düzensiz işlerin yapılabilmesidir. O bu özelliği ile aklı, nefs’in (ruh)
dilediği şekilde kullanabilmesine olanak sağlamaktadır. Gazzâlî, ayrıca bu
güce, hayvanlarda mütehayyile, insanlarda ise 1 R1
müfekkire dendiğini belirtir.
Esas itibariyle bu yeti
“tasarrufta bulunma”[700] [701] [702] yetisi
olup tam anlamıyla tasarrufta bulunma ise daha önce zikrettiğimiz güçlerden
ayrı bir gücün işidir. Gazzâlî’nin açıklamalarına göre tasarrufta bulunma iki
şekilde ortaya çıkmaktadır:
1. Kendi doğal akışı veya
tabiî hali üzere düşünmedir. Buna düşünmenin serbest biçimi veya hayal adı
verilir. Bu yetinin mütehayyile (hayal gücü) adım alması bu tarzdaki
işleyişinden dolayıdır.
2. İnsanî nefs’in bu yetiyi
belli bir amaç doğrultusunda birleştirme veya ayırma yoluyla kullanmasıdır.
Birleştirme veya ayırma yoluyla ortaya çıkan şey yapısı itibariyle düzenli bir
eylem doğurur. Farklı kavramları evetleme veya değilleme yoluyla bir araya getirme
ya da düşünmenin fikir biçimi bu doğrultuda kullanılan güç ile ilgilidir. Bu
1
yetiye müfekkire denmesi de buradan kaynaklanır.
Sonuç olarak
söyleyebiliriz ki aklın bir faaliyeti olan ve daha Önce de değinildiği gibi
akim tanımlarından son iki tanıma tekabül eden fikrî ruh kavramı, aklın ilk iki
anlam boyutu üzerinde, bizzat irade varlığı olarak insanın yapacağı katkıyla
ortaya çıkan bilgisel donanıma ve olayların sonuçlarına yönelik derin bir
düşünme (en- nazar) ile mantıksal ilişkileri idrâk eden insanın entelektüel
durumuna işaret etmektedir. Bu anlamdaki akıl da (nazarî idrâk) ilk anlamında
olduğu gibi insan olmanın en temel özelliklerindendir.
2. Fikrî (Nazarî) Bilginin
Kaynağı, İmkânı ve Değeri
Aklî konular üzerinde
düşünme (tefekkür) ve öncüllerden yeni bilgiler elde etme fikrî ruh’un (teorik
akıl) temel fonksiyonudur. O, bu işlevini şu şekilde yürütmektedir:
Öncelikle akıl tekil
(müfred) şeyleri (özler) algılar. Sonra bu tekilleri olumsuzlama (nefy) veya
olumlama (ispat) yoluyla birbirleriyle olan nisbetlerini idrâk eder. Birer
tekil terim olan “âlem”, “hâdis” ve “kadîm” terimlerinin anlamlarını önceden
bilip bunlardan birini diğerine olumsuzlama veya olumlama yoluyla nisbet etmek
böyledir. Mesela “kadîm” sözcüğü “âlem” sözcüğüne olumsuzlama yoluyla nisbet
edildiğinde “Âlem kadîm değildir” denilir. Yine “hâdis” sözcüğü “âlem”
sözcüğüne olumlama yoluyla nisbet edildiğinde “Âlem hâdistir” denilir. İdrâkin
bu çeşidi için doğrulama (tasdik) ve yanlışlama (tekzip) söz konusudur.
Tekillerin idrâkinde ise doğrulama ve yanlışlama yoktur. Çünkü tasdîk
(doğrulama) ancak hüküm bildiren önermelerde söz konusudur. Bu önermeler
(haber) ise ancak tekillerin bilinmesiyle elde edilebilir.[703]
Görüldüğü gibi nazarî
idrâk iki kısımdan müteşekkildir. Gazzâlî idrâkin bu iki çeşidini çeşitli terimlerle
ifade etmektedir. O, terminolojideki farklılıklara sebep olarak, “değişik
durumlara değişik sözcüklerin delalet etmesini, sözcüklerin anlamlar gibi
olduğunu, dolayısıyla anlamlarla paralellik arz etmesi gerektiğini” ileri
sürmektedir. Gazzâlî, tekil şeyleri bilmeyi Makâsıdu’l-felâsife ve Mîyâru’l-ilm’de
“tasavvur”, Mihakku’n-nazar'da “mârifet” şeklinde isimlendirmiş,
iki şey arasındaki haberi nisbeti bilmeyi de Makâsıdu’l-felâsife ve Mîyâru’l-ilm’de
“tasdik”, Mihakku’rı-nazar'da ise “ilim” terimiyle ifade
etmiştir.[704] [705] [706] Z/ıya’da
her ikisi içinde “mârifet” terimini
kullanmıştır. Mişkâtü’l-envâf
âa ise öncüller “aklî bilgiler (ulûmü’l-aklîyye)”, netice
1 R7 ise “mârifet” şeklinde isimlendirilmektedir.
Mârifet ve İlim’den,
diğer bir ifadeyle Tasavvur ve Tasdik’ten ibaret olan her bilginin
doğrulamasını yapmak mümkündür. Ancak bu doğrulamanın yapılabilmesi için
önceden iki mârifetin, yani iki tasavvurun biliniyor olması gerekir. Tek başına
“âlem” ve “hâdis” terimlerini anlamayan, “âlem hadistir” önermesini tasdik
edemez. Hâdis teriminin anlamı bilinmiyor ise, örneğin mâdis kelimesi gibi
anlamsız bir kelimeyle değiştirilip “âlem mâdistir” denildiğinde bu önerme ne
doğrulanabilir ne de yanlışlanabilir. Anlaşılmayan bir şey nasıl doğrulanıp
yanlışlanabilir? Âlem terimi de örneğin “ğalem” gibi anlamsız bir kelimeyle
değiştirildiğinde durum aynıdır. Tekili (müfred) bilmeyen kimse bileşiği
(mürekkeb) hiç bilemez. Âlem ve hâdis’in anlamım bilmeyen kimsenin âlemin hâdis
oluşunu bilmesine imkan yoktur.[707]
Tasavvur (mârifet) ve
Tasdik (ilim), “bir çaba ve düşünmeye gerek kalmadan algılanan (evveli)” ve
“bir çaba ile algılanan (matlûb)” olmak üzere ikiye ayrılırlar. ‘Varlık’
‘nesne’ ‘şey’ terimleri ve duyuların (mahsûsât) çoğu tasavvurun “evveli”
kısmıdır. Mufassal (izahlı) olmayıp mücmel (kısa, öz) bir duruma delalet eden
ve tafsili (ayrıntısı, tanımı) istenen isim ise tasavvurun “matlûb” kısmıdır.
Tasdikin (mârifet) araştırmayı gerektirmeyen (evveli) kısmım apriori bilgiler
(zarûriyyât), araştırmayı gerektiren (matlûb) kısmını ise nazarî bilgiler
(nazariyyât) oluşturur. Tasavvurun (mârifet) araştırmayı gerektiren kısmı ancak
tanımla, tasdikin (ilim) araştırmayı gerektiren kısmı ise- ki bununla
doğrulamaya veya yanlışlamaya gidilir- “Hüccet (delil) ve Burhan”la[708] elde
edilir ki, bu da kıyastır.[709]
Aklın nazarî yönünü bu
şekilde ortaya koyan Gazzâlî onun her iki alanda da işlevini yürütebileceği
kanaatindedir.[710] Yalnız
O, metafizik bilgiye ulaşmakta akim yeterli donanıma sahip olmadığım
düşünmekte, bu sebeple tefekkür gücü’nün alanını zorunlu olarak fenomenler
dünyasıyla sınırlandırmaktadır.[711] [712] Bu
sınırlandırmada, genel olarak fenomenler dünyası ile metafizik varlık alanının
insan idrâki karşısındaki farklı konumunu göz önünde bulundurmaktadır. Aslında
Gazzâlî, insânî varlığın algısal donanımıyla varlığın bütün tezahürleri
arasında bir tür korelasyonun bulunduğunu düşünmektedir. Temel sorun ise söz
konusu korelasyonun veya iletişimin ne şekilde ve hangi yollarla
gerçekleştiğini veya gerçekleşebileceğim belirlemede yatmaktadır. Bu bağlamdan
olmak üzere akıl, metafizik alana ait bilgilere ulaşmakta ve sözü edilen
korelasyonu gerçekleştirmede yetersizdir. Çünkü metafizik alana ait bilgi,
aklın tecrübe alanının dışındadır. Akıl ise tecrübe alanı dışında kalan tüm
bilgiler için muhal
(olanaksız) hükmü vermektedir. Gazzâlî bu durumu şu
cümlelerle ifade etmektedir:
Birçok eşyada kendilerine mahsus
özellikler vardır. İşte bunlar aklın almadığı şeylerdendir. Akıl bu
özelliklerden her birinin hakikati üzerinde durmaz ve kendi başına bunların
sırlarına vâkıf olamaz; hem de onun muhal olduğuna dair hüküm vermekten geri
durmaz. Halbuki aklın idrâk edemediği her şey haddizatında muhal değildir.
Mesela biz hiçbir şekilde ateşi ve onun çıkışını görmeseydik ve biriside bize,
“gerçekten ben bir odun parçasını odun parçasına sürttüm de ikisi arasından
mercimek büyüklüğünde kızıl bir şey çıktı. Bu kızıl madde şu şehri ve içinde
bulunan her şeyi yedi, bitirdi. Onun içine girenler dışında hiçbir şey kalmadı;
onun cisminde ve hacminde bir artış da olmadı. Üstelik o kendi kendini de
tüketti. Nihayetinde ne kendi kaldı, ne de bu şehir... ” diyerek çok garip bir
haber vermiş olsaydı, biz ona; “böyle şey olmaz, akıl bunu kabul etmez. ”
derdik. Halbuki bu anlatılan şey ateş ve onun özellikleridir. His (algı) bunu
tasdik eder. İşte dini emir ve yasaklar da (metafizik alana ait bilgiler)[713] aslında
muhal olmayan ve içyüzü hakkıyla bilinmeyen bunun gibi şaşılacak şeyleri ihtiva
eder ki, hakikaten onlar aklın sahasından uzaktır. Uzak ile muhal arasında fark
vardır. Akıldan uzak olan alışılmamış, yadırganan şeydir; muhal ise olması
hiçbir şekilde tasavvur edilemeyen şeydir.[714]
Gazzâlî’nin bu ifadeleri
akim metafizik alandaki yetersizliğini ortaya koyduğu gibi metafizik bilginin
imkânım da -her ne kadar akim alanından uzak olduğunu düşünse de- net bir
şekilde ortaya koymaktadır. Burada teorik aklın işlevini ve alanını
sınırlandıran temel husus, Tanrı, nübüvvet, âhiret, dini emir ve yasaklar gibi
metafizik (ilahiyat) sahanın salt akılla kavranabilir nitelikte olmamasının
kabul edilmesidir. Akıl, metafizik alana ait bilgileri her ne kadar muhal kabul
etse de, Gazzâlî onların mümkün nitelikli tasavvurlar şeklinde ifade edilmesi
gerektiğini belirtmektedir. Nitekim O, Tehâfütü’l-felâsife ve Mîyâru’l-ilm’de de
yukarıdakilere benzer şu ifadeleri kullanmaktadır:
Semanın canlı olduğuna dair filozofların görüşlerinin imkan dışı olduğu
söylenemez ve onun muhal olduğu da iddia edilemez. Çünkü Allah herhangi bir
cisimde hayat yaratmaya kadirdir. Cismin ne büyüklüğü ne de yuvarlaklığı canlı
olmasına mani olur. Hayat için belirli bir şekil şart değildir; şekilleri
farklı olmasına rağmen bütün canlılar hayatı kabul hususunda müşterektir. Ancak
biz, onların bunu aklî bir delil ile bilmediklerini iddia ediyoruz. Çünkü bu
doğru olsaydı, bunu Allah tarafından gelen bir ilham ve vahiy ile ancak peygamberler
bilebilirlerdi. Akla dayalı bir kıyaslama böyle bir sonuca ulaşamaz. Evet,
böyle bir şey için eğer bir delil bulunur bu da kıyasa yardımcı olursa bu
meselenin akıl ile bilinmesi uzak değildir. Fakat biz filozofların getirdiği
delillerin zandan (tahmin) öteye geçmediğini ve asla kesinlik ifade etmediğini
iddia ediyoruz.[715]
“iki birden çoktur” önermesi ezeli ve ebedi olarak doğrudur. Fakat göklerin
ve yıldızların durumu, boyutları, ölçüleri ve işleyişinin (hareket) mahiyetine
dair bilgi, onların ezeli olarak değişmeyeceğini kabul edene göre burhânî’dir;
ama yeryüzünde olduğu gibi göklerin de değişmesinin mümkün olduğuna (cevazına)
inanan ehli haknezdinde burhânî değildir.[716]
Konuyla alakalı benzer
örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu örneklerde net olarak ortaya çıkan birinci
husus, aklın metafizik alana ait problemlerde burhânî (kesin) sonuçlara
ulaşmasının imkansızlığıdır. Gazzâlî metafıziksel meselelerde akim yeterli
donanıma sahip olmadığını ve kesin bilginin imkansızlığına dair görüşünü açık
bir şekilde ifade etmekte; metafizik bilginin akıl açısından kelimenin tam
anlamıyla “mümkün” karakterli olduğunu, yani doğrulaması salt akıl için
olanaksız olan eşit değerde iki ihtimal taşıdığını belirtmektedir. Zîrâ akıl bu
alana ait problemlerde çözüm niteliğindeki bütün seçenekleri eşit şekilde iddia
edip savunabilmekte ve bir bakıma antinomilere düşmektedir; yani akıl,
metafizik alanda birbirinden farklı, hatta birbirine aykırı, bir den fazla
modeli tasdik edebilmektedir.[717]
Nihayetinde salt akim,
metafizik alanda özünde mümkün olan bir tahmine ulaşmakla birlikte kesin bir
sonuç elde etme imkânından yoksun olduğu için, böyle bir teşebbüsün içine
girmesi, yani bir bakıma imkansız olanı gerçekleştirmeye çalışması anlamsızdır.[718] Bu
nedenle aklın bu konuda takip edeceği en doğru metod mümkün olanın iki
kısmından birisini kabul etmektir. Mümkün bilginin iki kısmından doğru olanı
ise -ileride genişçe değinileceği üzere- ancak vahiy ya da ilham vasıtasıyla
bilinebilir. Alıntı yaptığımız örneklerde vurgulanan diğer husus işte bu
noktadır. Bu noktada din, insana, akim da imkansız görmediği bir tarzda
metafizik hakikatin mümkün olan iki kısmından doğru olanı bildirmektedir.
Gazzâlî, tek başına aklın bu alanda otorite olamayacağını belirtirken dini
öğretiyle sürekli bir bağlantı içerisindedir. O, dini daha baştan metafizik
düşüncenin yegane doğruluk standardı olarak kabul etmektedir; çünkü ona göre
beşerî doğruluk ölçütleri, metafizik alanda doğru olanı tamma gücünden
yoksundur.[719]
Burada dikkat edilmesi
gereken husus şudur ki; Gazzâlî’nin metafizik alanda başarısız olduğunu
söylediği akıl, ilk aklî bilgiler üzerinde temellendirdiği, mantık ilminin
temel prensiplerine dayanan, tanımlarında üçüncü anlam boyutunu teşkil eden
ve Mişkâtü'l-envâr’da fikrî ruh kavramıyla ifade edilen teorik
akıldır. O, bu anlamıyla aklı ve bilgiyi mantıksal ve matematiksel prensiplere
ve zorunlu ilkelere, dolayısıyla bunlara dayalı olarak (mantıksal çıkarımlar
sonucu) gelişen ilmi disiplinlere hasretmektedir. Söz konusu bilgileri ise O,
özdeşlik, çelişmezlik gibi mantık prensipleriyle sınırlandırmakta, ve bunları
büyük ölçüde akıl ile özdeşleştirmektedir. Bu bağlamdan olmak üzere Gazzâlî,
aklî bir metafiziğin imkânını bütünüyle olumsuz karşılamakta, metafizik bilgiyi
mantık ilminin temel prensipleri doğrultusunda rasyonel bir teste tabi
tutmaktadır. Gazzâlî ye göre mantıkta kesinliğin kriteri olarak belirlenen
ilkelerle doğrulanmamış metafiziksel bir sonucun hiçbir bağlayıcılığı yoktur.
Onun temel eleştirisi akim bu tarzda kullanılmaması noktasındadır. Nitekim
filozoflara yönelttiği temel epistemolojik eleştiri, mantıkta bizzat
kendilerinin öngördükleri ilkeleri göz ardı edip tecrübemizin dışmda kalan bir
alanla ilgili kesin sonuçlara ulaştıklarını iddia etmeleridir.[720]
Gazzâlî teorik akim
çalışma sistemi ve varlık alanlarındaki etkinliği üzerinde durduktan sonra,
teorik bilgiyi elde etme noktasında, belli prensipler doğrultusunda hareket
etme zorunluluğunu ortaya koymaktadır. Ona göre, rasgele bir bilgiden sonuç
elde etme olasılığı yoktur. Bilakis bilginin matluba (araştırılan) uygun olması
gerekir. Aynı şekilde her zihni faaliyetin kendine has bir formu vardır.
Gelişigüzel bir şekilde mevcut olan bilgiler tertip edilerek araştırılan
bilgiye ulaşılamaz. Öyleyse bizi nazarî bilgiye götüren had (tanım) ve kıyas
(burhan) da, bazen madde, form veya hem madde hem de form açısından hata
olabilir; böylece bunların sağlıklı olanları ile sağlıklı olmayanları, sahih
olanları ile galat olanları birbirine karıştınlabilir. Bu durumda, bu
güçlükleri aşmak gerekmektedir. Bunu isteyen için en güzel yol, en güvenilir
yöntem mantık bilimidir.[721]
Gazzâlî mantık
prensipleri doğrultusunda hareket edildiği zaman aklın hataya düşmeyeceğini
belirtmektedir. O, bu bağlamda akla, “akıl sahiplerinin görüşlerinde yanılgıya
düşmüş olmalarının sebebi nedir?” şeklinde bir soru gelebileceğini de
söylemekte ve devamında şu açıklamayı yapmaktadır:
Akıllarında görüşlerinde (nazarîyeler)
yanıldıklarını görüyoruz dersen; bil ki onlar, kendi evham ve hayalleri ile
saplandıkları birtakım inançları aklın hükümleri zannediyorlar. İşte hata
buradan kaynaklanıyor. Akıl, vehim ve hayal perdesinden sıyrıldığı
(soyutlandığı) zaman yanılmaz; bilakis eşyayı olduğu gibi görür. Ancak aklın
hayal ve vehimden soyutlanması oldukça güçtür. Bunlardan tam olarak
soyutlanması ancak ölümden sonra tamamlanır. İşte o zaman perde kalkar, sırlar
açılır.[722]
Burada ve bir önceki
başlıkta değinildiği üzere, Gazzâlî, duyumla elde edilen bilginin yanıltıcı
olabileceğine, duyuların ve vehim gücünün hakim olduğu yerlerde gerçek bilgiye
ulaşılamayacağına işaret ederek, bu türden bilgilerin ancak akim ölçülerine
vurularak tümel (külli) bilgiler haline gelebileceğini ifade etmekte ve mantığa
ne kadar şiddetli bir ihtiyaç olduğunu vurgulamaktadır.203 [723]
Sonuç olarak, mantık
ilmiyle doğru tarif ve doğru kıyas ve bunlardan kaynaklanan yanlışlar, kesin ve
kesin olmayan bilgi birbirlerinden ayrılır. Bu yönüyle mantık, bütün ilimler
için bir mizan (tartı) ve miyar (ölçü) gibidir. Mizan ile ölçülmeyenin eksiği
fazlasından ayırt edilemez. Mantığın faydası bilgiyi bilgisizlikten, diğer bir
ifadeyle ilmi cehilden ayırmaktır. Öyleyse mantığın faydası ilmin faydası ile
anlaşılır; o da âhiret saadeti ve nefs’in olgunluğuyla alakalıdır.[724] [725] Onun
bazı eserlerine Mîyâru’l-îlm (İlmin Ölçüsü), Mîhakku’n-nazar (Düşüncenin
Mihenk Taşı), Mîzânü’l- amel (Amellerin Tartısı), el-Kıstâsü’l-müstakîm (Doğruluğun
Kriteri) gibi isimler vermesi de, akla ve mantık ilmine verdiği önemi
göstermektedir.
E. ER-RÛHU’L-KUDSÎ
EN-NEBEVÎ
Mişkâtü ’l-envâr da işaret edilen idrak
mertebelerinin sonuncusudur. Gazzâlî’ye göre insan, akim idrak alanının
üzerinde sıradan algı ve kavrayış yetileriyle idrâk edilemeyen metafizik varlık
alanını bu yeti sayesinde idrâk edebilmektedir. Bu anlamda O, metafizik bilgiyi
insan için imkansız görmeyip kudsî-nebevî rûhu insânî (el-Ademî) idrak
aşamalarından birisi olarak değerlendirmekte, Rabbânî bilgilerin ancak bu
mertebede idrâk edilebileceğini kabul etmektedir.
1. Kudsî-Nebevî Güç ve/veya
Nebevî-Keşfî İdrâk
Mişkâtü’l-envâr,âaiâ kutsal
peygamberlik rûhu (er-rûhuT-kudsî en-nebevî) kavramı, değişik anlam boyutları
olan oldukça kompleks bir kavramdır.[726] Gazzâlî,
kavramın farklı anlam boyutlarım ve mahiyetini, eserlerinde “keşf’, “hads”,
“vahiy”, “ilham”, “marifet”, “kalb”, “basiret”, “akıl”, “mükâşefe”, “müşâhede”,
“muâyene”, “ferâset” v.dğr. gibi oldukça zengin bir terminolojiyle ifade etmeye
çalışmaktadır. Tasavvuf! (mistik) bilgiyi ifade eden bu ve benzeri terimlerin
tamamı, birbiriyle yakın ilişki içerisinde, hatta bazen eşanlamlı olarak
kullanılmaktadır.[727]
Îlâhî hakikatlerin
bilgisinin (rabbânî bilgiler) insan için ancak mistik bir hayat çerçevesinde
mümkün olabileceğine inanan Gazzâlî, bu bağlamda bilgiyi bir araştırma ürünü
olarak değil bir bağış olarak değerlendirmektedir. Bu mistik anlam çerçevesinde
Gazzâlî, bir taraftan “ilim” kavramı yerine “irfan ve mârifet” kavramlarım
koyarken, bir taraftan da “akıl” kavramı yerine “kalb” kavramım kullanmayı
tercih etmektedir.
Buradaki kalb;[728] “bir
mahzar olma” yani keşf ve ilham[729] [730] anlamı
taşımaktadır. Nitekim O, İhya’da bu fenomeni aklî bilgilerin
bir yerden atılmış gibi kalbe (akıl) akmasına benzetmektedir.
Adından da anlaşılacağı
üzere bu yeti, öncelikle peygamberlere mahsustur. Peygamberler bu güç sayesinde
salt aklın idrâk edemediği bir kısım metafizik bilgilere sahip olabilmektedir.
Gazzâlî bu duruma Mişkâtü ’l-envâr da şöyle değinmektedir:
Beşinci mertebe peygamberlere ve bazı evliyaya mahsus olan kudsî
peygamberlik rûhudur. Peygamberlere gayb parıltıları (gayb’den yansımalar),
âhiret hükümleri, göklerin ve yerin melekûtuna ait bilgilerden bir bölüm, hatta
Rabbânî bilgilerden bir kısmı bu ruh vasıtasıyla tecelli eder ki, aklî ve
fikrî ruhlar bu hakikatleri idrâk etmekten acizdirler.[731]
Gazzâlî, bu yeti
sayesinde metafizik bilginin elde edilebileceğini belirtmekle birlikte, bu
gücün sadece peygamberlere mahsus olmadığım, bir kısım insanlarda da
(evliyalar) bulunabileceğini ifade etmektedir. Zira Gazzâlî epistemolojisinde,
ilham, vahiy ve sezgi, mahalli, sebebi ve ilim olması itibariyle eşdeğerde
kabul edilir. Gazzâlî ye göre insânî nefs semavi nefs’ler ile ilişki (ittisal)
sağladığında, onlarda bulunan bilgiler insânî nefs’e istidâdı ve temizliği
(cila) oranında yansır. Gazzâlî’de bilgilenmenin bu çeşidi aralarındaki
farklılıklara göre vahiy, ilham ve sezgi (hads) adını alır. Bununla birlikte
Gazzâlî de ilham terimi vahiy ve sezgiyi de kapsayacak şekilde geniş bir
anlamda kullanılmaktadır. Zîrâ O, felsefî içerikli ilk dönem eserlerinde sezgi
ve ilhamı ayırdığı halde, son dönem eserlerinde sadece ilhamdan söz etmektedir.[732]
Gazzâlî ilham yoluyla
elde edilen bilgiyi iki bölümde ele alır. O’na göre insanın gayret
göstermeksizin ve çözüm aramaksızın nasıl ve nereden geldiğini bilmeden kalpte
ortaya çıkan bilgi ve kalbe doğan bu bilginin nasıl ve nereden geldiğini bilmek
ve bu bilgiyi aldığı sebebe vakıf olmak -ki bu kalbe ilkâ’da bulunan meleği
müşâhededir- şeklinde ikiye ayrılır. Birincisi keşf, sezgi[733] veya
daha genel anlamıyla ilham, İkincisi ise vahiy olarak adlandırılır. Vahiy ve
ilham arasındaki temel fark bilgiyi alan öznenin bilgiyi kimden aldığını
müşâhede etmesidir. Bu müşâhede ilham alan kişi için söz konusu değildir. Bunun
dışında, bilginin kendisi, yeri ve sebebi hususunda vahiy ilhamdan farklı
değildir; ancak o, bilgiyi veren meleği müşâhede hususunda ilhamdan ayrılır.
Vahiy peygamberlere, ilham, herkesin elde etmesi mümkün bir yol olmasına rağmen
sadece velilere ve nefsi temiz kişilere, çıkarım (fıkr) ise bilginlere
(alimlere) mahsustur.[734]
Gazzâlî’nin ilham ve vahyin kaynağı
konusunda farklı yaklaşımlar sergilediği görülmektedir. O, bazı eserlerinde bu
türden bir bilginin Levh-i Mahfuz’dan, semâvî nefs’lerden, Faal akıl veya
mukarreb meleklerden elde edilebileceğini belirtirken, bazen de ontolojik bir
ayrıma saparak felsefî bir ilham ve vahiy târifî yapmaktadır. Şöyle ki:
Bütün ilimler külli nefsin cevherinde mevcut ve malumdur. İlk akıl’a
nisbetle külli nefsin cevheri, maddeden soyut ilk cevherdir. Tıpkı Havva
validemizin Adem’e (as.) olan nisbeti gibi... Diğer taraftan biliyoruz ki,
külli akıl külli nefs ’ten daha şerefli daha yetkin daha kuvvetli ve Allah ’a
daha yakındır. Külli nefs ’te diğer yaratıklardan daha aziz, daha latif ve daha
şereflidir Buna göre, külli (tümel) akıl’dan kudsi nefs’e feyezan eden (ifâda)
bilgiye vahiy, külli nefs’in cüzi (tikel) nefs’i aydınlatmasına (işrâk) ise
ilham adı verilir. Vahiy peygamberlerin ziynetidir, onlara mahsustur, ilham da
velilerin ziynetidir, o da onlara mahsustur.[735] [736]
Görüldüğü üzere burada,
ilham ve vahyin kaynağı açısından aralarındaki fark varlıksal bir temele
dayandırılmaktadır. Çünkü varlıklar hiyerarşisinde akıl, çeşitli nitelikleri ve
özellikleri itibariyle nefs’ten önce gelir. Gazzâlî de “Allah’ın ilk yarattığı
şey akıldır” hâdisine dayanarak bu durumu eserlerinin çoğunda vurgulamaktadır.
Varlıktaki bu öncelik onlardan feyezân ettiğine marnlan bilgide de kendini
göstermektedir. Bunun tabi sonucu olarak, varlıksal önceliği bulunan külli
akıl’dan feyezân eden vahiy, külli nefs’ten doğan (işrâk) ilhamdan değer ve
derece bakımından
91 7
öncelik ve üstünlüğe sahip olmaktadır.
Sonuç olarak, bu yeti
sayesinde elde edilen bilgi vasıtasız bir bilgidir. Hiçbir zihni faaliyetin bir
neticesi değildir. Ancak onu elde edebilecek yaratılıştaki kimselere bir ihsan,
lütuf olarak bahşeden Allah’ın sonsuz iradesine dayanır.[737] Yalnız
şunu da belirtmek gerekir ki; birazdan da değinileceği üzere bu gücün hem
beşerî hem de beşer üstü yönleri vardır. Fakat burada ön plana çıkan onun
“mârifet bilgisi” yani mistik bilgi tarafıdır.
2. Nebevî -Keşfi Bilginin
Kaynağı, İmkânı ve Değeri
Kudsî-nebevî idrâki
“vasıtasız elde edilen bilgi” şeklinde vasıflandıran Gazzâlî, bu bilginin elde
edilme keyfiyetini ve işlevini felsefî bir tarzda ortaya koymakta ve
“Abdurrahman b. Avfı gördüm; Cennete emekleyerek girdi” hadisine dayanarak Mişkâtü'l-envâr'âa. şu
şekilde izah etmektedir:
Peygamberimiz (s.a.v.) Abdurrahman b. Avf’ı gördüm; Cennete emekleyerek
girdi” buyurmuştur. Şimdi sen zannetme ki peygamber onu öylece gözle görmedi;
bilakis, uyuyan kişinin uykusunda görmesi gibi peygamber de onu uyanıkken
öylece görmüştür. Her ne kadar Abdurrahman b. Avf kendisi evinde uyuyor olsa
da... Çünkü uyku İlâhi-bâtın nurundan duyuların hükmünü kaldırması sebebiyle bu
gibi müşahedelerde etkili olur. Şüphesiz duyular onu (bâtın nûrunu) meşgul edip
his âlemine (fenomenler âlemi) çeker ve yönünü gayb ve melekût âleminden
(metafizik âlem) çevirirler. Bir kısım nebevî nurlar ise öyle yücelip
yetkinleşmişlerdir ki artık duyular onları kendi Alemine çekip meşgul
edemezler. Bu sebeple peygamberler başkasının uykuda gördüğünü uyanıkken de
müşahede edebilirler. Lâkin bu nur, yetkinliğin (kemal) zirvesine ulaştığı
zaman onun idrâki sadece görülen surete münhasır kalmaz. Bilakis o, suretten
sırra geçer. Böylece îmânın cennet şeklinde ifade edilen yüce âleme (Alem-i
Alâ), zenginlik ve servetin ise hali hazırdaki (yaşanılan) hayata -ki o en
bayağı âlemdir (Alem-i esfel)- çektiği (cezbetme) apaçık ortaya çıkar. Eğer
dünya meşgalelerine çeken kuvvet güç ve dayanıklılık bakımından diğer çekici
kuvvetten (âhirete çeken kuvvet) üstün ise bu, kişiyi cenneti seyretmekten
alıkoyar. İmânâ çeken kuvvet daha güçlü olur fakat bir zorlukla karşılaşır ve
yavaş hareket ederse onun şehâdet âlemindeki misali “emeklemektir ” Bunun gibi
esrar nurları (sırlar) hayal camları arkasından tecelli eder. Bununla birlikte
bu hüküm yalnız Abdurrahman ’a mahsus değildir; her ne kadar peygamber sadece
onu görmüş ise de... Bilakis basireti ve îmânı kuvvetlenen ve serveti çoğalan,
bununla beraber servetinin çokluğu îmânını sıkıntıya sokan, fakat iman
kuvvetinin ağır basmasından dolayı ona mukavemet edemeyen herkes için bu hüküm
geçerlidir. Bu izah peygamberlerin suretleri görmeleri ye suretlerin
arkasındaki mânâların müşahede etme keyfiyetini sana öğretir. Genellikle mânâ
bâtinî müşahededen öncedir. Sonra mânâ hayâlî rûhu aydınlatır (işrâk). Bunu
takiben mânâya uygun ve denk olan bir suret hayal üzerinde iz bırakır.
Uykudakinin tabire muhtaç olması gibi uyanıkken ortaya çıkan vahyin bu çeşidi
de te ’vi ’e muhtaçtır. Uykuda vaki olan bu halin peygamberlik hususiyetlerine
nisbeti birin kırk altıya nisbeti gibidir. Uyanıkken vaki olan ise bundan
(uykudakinden) daha büyüktür. Kanaatime göre bunun nisbeti birin üçe nisbeti
gibidir. Bize
açıklandığına (inkişaf)
göre peygamberlik hususiyetlerinin şubeleri üçtür.[738] [739] [740] [741] Bu
hal
de bu üç bölümden biridir.22
Görüldüğü üzere Gazzâlî,
kudsî-nebevî idrâki duyulur alanın ötesinde, metafizik âlemden gelen bir etkiye
bağlamaktadır. Bu etkiye açık olan ruh yücelip yetkinleşmiş, duyulur alanın
ötesine nüfuz etme gücüne sahip olmuştur. Gazzâlî, metafizik alanla ilişkiyi
sağlayan bu psikolojik mekanizmayı hayal yetisi ile ilişkilendirerek ortaya
koymakta, bir bakıma kudsî-nebevî idrâki felsefî (aklî) bir tarzda izah etmeye
çalışmaktadır. Gazzâlî’nin bu izah tarzım Fârâbî ve Ibn Sînâ’da da
99^
aynıyla görmek mümkündür.
Kudsî-nebevî idrâkin
keyfiyetini felsefî bir izah tarzıyla ortaya koyan Gazzâlî, bu şekilde elde
edilen bilginin, mahiyet itibariyle de aklî bilgiden farklı olmadığım
düşünmektedir. Çünkü, burhan ve delilin geçerli olduğu aklî alanda öğrenme ve
çıkarım yoluyla elde edilen bilgi, vahiy ve ilhamla elde edilen bilgiyle
çelişmez. Gazzâlî, ilhâmî bilgiyle çalışarak kazanılan (iktisâb) bilginin
mahiyeti, yeri ve sebebi bakımından birbirinden farklı olamayacağım,
aralarındaki tek farkın perdenin açılması sonucu elde edilmesi olduğunu, bunun
da kişinin seçimiyle (ihtiyar) alakalı bir şey olmadığım belirtmektedir.[742] [743]
Bu iki bilgi türü
arşındaki temel fark kemiyet (nicelik) itibariyle değil keyfiyet (nitelik)
itibariyle olup, keyfiyet farkı da bilginin elde ediliş tarzında ortaya
çıkmaktadır. Bunun dışında Gazzâlî, bu iki bilgi türü arasında fark
gözetmemektedir. Çünkü, sonuçta bilginin oluştuğu yer her ikisinde de akıldır.
Gazzâlî’nin bu idrâki “aklın ötesinde bir idrak alanı”[744] şeklinde
tanımlaması, salt akılla ve istidlal yoluyla bu bilgiye ulaşılamaması
sebebiyledir. Yoksa “aklın ötesinde” ifadesiyle, akim üstünde bir idrak
mertebesi kabul edilmekle birlikte, akıldan ayrı yepyeni bir bilme yetisi
kesinlikle
99 A kastedilmemektedir. Gazzâlî’nin aklı
tamamen devre dışı bırakan yepyeni bir idrak alanı kabul ettiğini söylemenin
tutarlı ve epistemolojik olarak izah edilebilir hiçbir yönü yoktur. Zira O,
bazı sûfîlerin aklı kötülediklerini, halbuki o kötüledikleri mânâların dahi
akıl ve ma’kul olduğunu söylemekte, “biz akıl demekle onların yakîn gözü ve
iman nûru dedikleri şeyi kastediyoruz” sözüyle de bu iki bilgi türü arasında
hiçbir fark olmadığım, 997
sonuçta ikisinin de akılda noktalandığını açıkça ifade
etmektedir.
Kudsî-nebevî idrâk
neticesinde oluşan bilgi aklî bilgiden farklı olmadığına ve akıldan ayrı bir
bilme yetisi bulunmadığına göre, bu idrak türünün akıldaki işlevi ne şekilde
olmaktadır? Gazzâlî bu durumu şöyle izah etmektedir:
Hakikatin doğru bilgileri kıyasın maddeleridir. Onlar belli bir tertip
içerisinde zihinde hazır oldukları zaman, akıl (nefs), sonuç bilgisinin
kendisinde Allah Teâlâ tarafından yaratılmasına yatkın bir hale gelmektedir. O
halde, söylediğimiz gibi kıyasın maddeleri yakinî öncüllerdir.[745] [746] [747]
Daha önce de değinildiği
üzere aklî bilginin oluşmasında iki öncülün bulunması zorunludur. Kudsî-nebevî
idrâk, bilgilerin Levh-i mahfuzdan istidat (temizlik-cila) oranında kalbe
(akıl) yansıması olduğuna göre, burada büyük öncül Levh-i mahfuz, küçük öncül
ise kalb (akıl) olmaktadır. Bu idrâkin meydana gelmesi, iki öncül arasındaki
perdenin kaldırılması ve ikisi arasında özel bir ilişkinin kurulmasıyla
alakalıdır ki; o da “İlmü’l-muâmele”, bir başka ifadeyle “orta terim” vasıtasıyla
gerçekleşmektedir. Yani, Levh-i mahfuzdan yansıyan suretler, orta terimin Allah
tarafından yaratılmasıyla akılda anlamlı bilgiler haline gelmektedir. Ayrıca,
Levh-i mahfuz’dan yansıyan bilgiler kesinlik niteliğine haiz olduğu için bu
önermelere dayanan kıyaslar da kesinlik içermekte ve aklî (istidlâlî)
kıyaslarla aynı sonuçları doğurmaktadır.[748]
Bu izahlardan
anlaşıldığına göre, akıl metafizik alanla ancak bu şekilde ilişki kurabilmekte,
tefekkür gücü yalnız bu yolla yeterli donanıma sahip olabilmektedir.[749] Yani
bir bakıma aklî idrâk’le kudsî-nebevî idrâk aynı alanda işlev görmekte, aynı
zamanda bu iki idrak türü birbirlerini tamamlamaktadır. Nitekim, Gazzâlî de
akim bilgi edinme biçimini, “içerden” ve “dışardan” olmak üzere iki şekilde
ortaya koymaktadır. İçerden bilgi edinmede akıl bilgiye doğrudan ulaşmaktadır.
Dışardan bilgi edinmede ise akıl, duyuların soyutlama işlemi sayesinde
kavramları, çıkarım yoluyla da kesin bilgileri elde etmektedir. Gazzâlî bu
durumu havuz istiaresi ile şöyle anlatmaktadır:
Bir havuz düşünelim. Bu havuza suyun iki
yoldan gelme ihtimali vardır. Birisi akan derelerden gelen sular, diğeri de
havuzun altından kazılan ve toprağı atılıp temizlenen kuyudan çıkan sulardır.
Bu İkincisi devamlıdır ve suyu daha saftır. îşte bu havuz kalp (akıl), ilim de
su gibidir. Su kanalları da duyulardır. İlimlerin kalplere şevki bu şekilde
olabileceği gibi “müşahede ” ve “itibar ” yoluyla da olabilir. Dışardan gelen
suların havuzu doldurması gibi bu yolla da kalpler ilimle dolar. Ayrıca,
dışarıyla alakayı kesmek, kalbin derinliklerine dalıp onu temizlemek ve aradaki
perdeleri kaldırmak suretiyle de içerden ilim pınarları akıtıp kalbi doldurmak
mümkündür. Tıpkı güneşe doğrudan bakmakla suyun üzerindeki yansımasına bakmak
gibi... Güneşe doğrudan bakmak aklın melekût âleminden bilgi almasına, suya
yansıyan biçimine bakmak ise aklın duyumlardan soyutlama yoluyla bilgi
edinmesine benzer. Yani aklın melekût âlemine açılan bir kapısı vardır ki, bu
Levh-i mahfuz ve melekler âlemidir; aklın bir de duyulara (fenomenler âlemi)
açılan başka bir kapısı vardır[750]
Sonuç olarak
Kudsî-nebevî idrâk, metafizik bilgilerin aklen idrâk edildiği bir mertebedir.
Bu yeti aklın (ruh) sönük kalmış gizli (bâtın) bir gücüdür. Akıl dünyevi
meşgalelerinden ve duyuların etkisinden kurtulduğu zaman bu gücü etkin olarak
kullanabilmektedir.[751] Bu
idrak mertebesi kesinlikle akim bertaraf edildiği bir bilgilenme yetisi
değildir. Gazzâlî’nin “akim ötesinde akla görünmeyen şeylerin göründüğü bir
makamın olması;[752] aklın
ötesinde başka bir gözün bulunduğu ve bununla gayb (metafizik) alanın
görülebileceği” şeklindeki ifadeleri farklı yorumlanmış ve yanlış anlamalara
sebebiyet vermiştir.[753] [754]
Gazzâlî’ye göre, duyular
ve akim yetersiz kaldığı metafizik alanda geçerli bilgi kaynağım teşkil eden
kudsî-nebevî (tasavvufî/mistik) bilgi, muhtelif açılardan aklî bilgilerle
eşdeğerde görülse bile, bu bilginin açıklama zorluğunun bulunması, ya da
açıklanma zorunluluğunun bulunmaması veya çoğu zaman açıklanabilir türden
olmaması, ya da kolayca ifade kalıplarına dökülememesi ve sübjektif olması vb.
sebeplerle, birçok düşünür tarafından imkânı tartışılmış, ya reddedilmiş ya da
kabul edilmekle birlikte epistemolojik normlara sığmayan bir bilgilenme şekli
olarak görülmüştür. Gazzâlî, bu idrak mertebesinin birçok insan tarafından
şüphe ile karşılandığını bilmekte ve eserlerinde öncelikle bu bilgi türünün
imkânı üzerinde durmaktadır. O Mişkâtü’l-envâr'âa. konuyu
ispat noktasında şu ifadeleri kullanmaktadır.
Ey akıl âleminde takılıp kalan kimse! Aklın da ötesinde akla açılmayan
şeylerin açıldığı başka bir makamın (tavr) bulunması uzak bir şey değildir.
Hayal ve duyular (temyiz ve ihsas) âleminin ötesinde, duyuların ve hayâlin
kavramaktan aciz oldukları şaşırtıcı (acaib) ve duyulmamış (garîb) şeyleri
kavrayan aklın bulunmasının uzak bir şey olmaması gibi... Şu halde yetkinliğin
zirvesinin kendine mahsus olduğunu (yetkinliğin akılda noktalandığını)
zannetme.[755] [756]
Gazzâlî bu bilgi türünün
imkânını çoğu zaman “zevk” kavramı ile ilişkilendirerek izah etmeye
çalışmaktadır. Gazzâlî’ye göre zevk tecrübesini tam anlamıyla anlamak ta
anlatmak ta zordur. Onu, tam olarak nebiler, kısmen de veliler anlayabilirler.
Nübüvvet mertebesine ulaşmamış kimsenin nübüvvetin hakikatini anlaması
imkânsızdır. ’ Gazzâlî insanlar arasındaki bu farklılığı ve zevk olgusunu şiir
misaliyle şöyle izah etmektedir:
Şayet, her zaman gözlemlemekte olduğumuz beşerî kabiliyetler alanından bir
örnek istersen, o zaman şiir zevkine bir bak. Bu da bir tür hissetme (ihsas) ve
algılama (idrâk) olmakla birlikte, nasıl ki insanlardan bir kısmının buna
kabiliyeti vardır, bir kısmı da bu özellikten mahrumdur. Öyle ki, onlara göre
ölçülü namelerin top gürültüsünden bir farkı yoktur. Zevk kuvvetinin bazı
topluluklarda ne derece büyük olduğuna bir bak. Bunun sayesinde hüzünlendiren,
coşturan, uyutan, güldüren, çıldırtan, öldüren ve bayıltan çeşitli destanları,
melodileri (evtâr) nameleri ve musikiyi ortaya koymuşlardır. Bu türden tesirler
ancak bu zevkin aslına sahip olanlarda görülür. Bu zevkin hususiyetlerinden
mahrum olan, diğerleri gibi sesi işitmekle birlikte, bu tesirler onda zayıf
olduğu için vecde gelip bayılanlara hayret eder. Zevki tadan tüm akıl
sahipleri, zevkin mânâsını anlatmak üzere bir araya gelse yine buna güç
yetiremez. İşte bu, alelade bir misal olmakla birlikte senin anlayışına daha
yakındır. Bunu nebevi zevkle (peygamberlik istidâdı) kıyas et ve bu ruhtan pay
alan ehli zevkten olmak için gayret et.
Gazzâlî’nin zevk kavramı
ile ilgili olarak eserlerinde sıkça değindiği örneklerden bir tanesi de cinsel
ilişki olgusudur. O Eyyühe ’l-veled isimli eserinde cinsel
ilişki ve zevk olgusu arasında bir benzerlik kurarak şöyle bir izahta
bulunmaktadır:
Ey oğul! Bana sorduğun meselelerin bazılarını yazı ile veya sözle
cevaplandırmak doğru olmaz. Eğer o mertebeye yükselirsen onların ne olduklarını
anlarsın. O mertebeye ulaşmadan onları anlamak muhaldir. Çünkü onlar zevke
dayanan şeylerdir. Mahiyetleri ancak tatmak suretiyle anlaşılabilir. Zevk ile
anlaşılabilen şey söz ile ifade edilemez. Tatlının tatlılığı, acının acılığı
gibi... Bunları tatmayan bir kişiye anlatmak mümkün değildir. Bunlar ancak
tatmakla bilinebilir. Nitekim anlatılır ki; iktidarsız bir kimse arkadaşına bir
mektup yazarak cinsel ilişkide bulunmanın nasıl bir zevk olduğunu sorar.
Arkadaşı ona cevaben derki; şu anda öğrenmiş bulunuyorum ki, sen hem iktidarsız
hem de ahmaksın. Çünkü cinsel ilişkinin tadı ancak onu bil-fiil tatmak
suretiyle öğrenilebilir; yoksa onu ne sözle ne de yazıyla anlatmak imkansızdır.[757] [758] [759]
Gazzâlî, ilmi tecrübe
noktasında üç aşama tespit etmektedir. Bunlar; iman (taklit), ilim ve zevktir.
İman safhası, bilginin olduğu gibi kabul edilmesi bu konuda herhangi bir
tetkike gidilmemesidir; ilim derecesinde bilgiyle ilgili bir takım delillere
sahip olma söz konusudur; zevk derecesinde ise bâtınî bilgiyi elde etme ve
mârifet derecesine ulaşma söz konusudur. Sözü edilen mârifet sadece bilinen bir
şey olmayıp, yaşanan bir haldir.[760] îlim
îmânın (taklit) üstündedir; zevk’te ilmin üstündedir. Zevk bizzat yaşamak
(vicdan-bulma), ilim ise kıyastır, imâna gelince, o soyut bir taklitle kabul
etmek ve bizzat bulup yaşayana (ehli vicdan) veya ilim adamlarına (ehli irfan)
güzel zan beslemektir.[761]
Gazzâlî’nin Kudsî-nebevî
idrâki zevk olgusuyla izah etmesi, aynı zamanda bu bilgi türünün epistemolojik
mahiyette olmadığım da ortaya koymaktadır. Bu idrak merhalesinin herkesin sahip
olamayacağı bir türden olması iki sebebe dayanır.
a) Öncelikle bu bilgide kişinin istidâdı gerekli olup, ruhi bir hazırlık
devresinden sonra pasif bir duruma geçen insan diğer bilme güçlerini de âtıl
bir duruma getirmek zorundadır.
b) İkinci olarak, kişinin istidâdı bulunsa bile Allah’ın bu bilgiyi kuluna
vermeyi murâd etmesi gereklidir. Zira bu bilgi kuldan tanrıya doğru olmayıp,
aksine kulun ruhi hazırlığından sonra[762] tanrının
bilgiyi kula akıtması şeklinde cereyan etmektedir.[763]
Ayrıca Gazzâlî, bu
türden bilgilere her hangi bir gerekçeyle dışarıdan bir itiraz söz konusu
olduğunda, itiraz edenlerin sezgileri kuvvetlenene veya onları kabul edene
kadar bu kişilere bu bilgileri iletmenin doğru olmadığım söylemekte;[764] bir
bakıma bu bilginin sahibi ve onu kabul eden kişiler dışında kimseyi
ilgilendirmediğini ifade ederek onların sübjektif olduğunu kabul etmektedir.[765]
Bu bilginin sübjektif
nitelikte ve aklî (istidlâlî) bilgilerle aynı olduğunun belirtilmesi, bu bilgi
türünün değeri ve lüzumu noktasında zihinlerde soru işaretleri doğurmaktadır.
Gazzâlî bu şüpheleri gidermek ve kudsî-nebevî idrâkin değerini ortaya koymak
için “yakîn (kesin bilgi)” kavramım ön plana çıkarır. Gazzâlî’ye göre îmânın,
dolayısıyla da yakînin üç mertebesi bulunmaktadır. Birinci mertebe salt
taklitten ibaret olan sıradan insanın îmânıdır. İkinci mertebede taklitten
istidlale yükselmiş olan kelamcmm îmânı bulunmaktadır. Üçüncü mertebede ise
hakîkî bilgi ve yakînî müşahedeye dayanan ârifın îmânı vardır. Gazzâlî’ye göre
ilk iki mertebede yamlma ihtimaline karşın üçüncü mertebede tam bir yakîn
bulunmaktadır. Çünkü bu idrak gücüne sahip olan kimse, vahiy ve ilhamla
bildirilmiş, burhan ve delille de ispat edilmiş 947 gerçekleri bizzat görür
hale gelerek kesin îmâna, yani yakîn’e ermektedir.
Sonuç olarak söyleyecek
olursak; Gazzâlî’nin hayat serüveni ve bu serüven içerisinde geçirmiş olduğu
bütün şüpheler, sıkıntılar ve arayışlar hep yakîni (kesin) bilgiyi elde etmek
için olmuştur. İşte Gazzâlî, tüm idrak aşamalarında ve bilgi alanlarında
aradığı matematiksel gerçekliği, “kudsî-nebevî idrâk”, “yakîni müşahede” veya
“âriflerin îmânı” dediği bu son mertebede bulmuştur. Onun bakışıyla bu idrak
mertebesi sadece yeni bilgilerin elde edildiği bir yol değil; bilakis, hakikate
bir bütün olarak anlamlı bir şekilde bakmaktır.[766] [767]
19. KAVRAMLARIN
SEMBOLLERLE İFADE EDİLMESİ
Gazzâlî “nûrânî beşer
ruhları” şeklinde isimlendirdiği psikolojik idrak mertebelerini izah ettikten
sonra bu idrak mertebelerini nur ayetindeki kavramlarla ilişkilendirmekte ve bu
kavramların sembollerle ifade edilme keyfiyetini ortaya koymaktadır. O, kutsal
metinlerdeki ifadelerin rasgele yorumlanmasına (te’vîl) karşı çıkmakta ve
öncelikle, “temsilin sırrı, metodu, mânâ ruhlarının misal kalıplarıyla nasıl
ifade edileceği, örnekle asıl arasındaki münasebet yönü, misallerin mayasımn
alındığı şehâdet âlemiyle mânâ ruhlarının indiği melekût âlemi arasındaki
muvâzenenin mahiyeti” gibi konuların bilinmesi gerektiğini belirtmektedir.[768]
A. YORUM (TE’VÎL) VE
SEMBOLLEŞTİRME METODU
Gazzâlî yorum (te’vîl)[769] ve
sembolleştirme yöntemiyle daha çok, dînî metinleri anlamayı, diğer bir ifadeyle
metafizik alana ait bilgileri kavramayı amaçlamaktadır. Ona göre akim imkansız
ve çelişik gördüğü, daha doğru bir ifadeyle, ilk planda akla çelişik gibi
görünen kavramlar te’vîl edilmelidir.[770] Aslında
akılla çelişmeyen bu kavramlar, anlama kolaylığı sağlaması veya ifade
kalıplarına dökülememesi sebebiyle mecaz ve sembollerle ifade edilmektedir.[771] Zira,
nassm akla uygun olmayan hükümleri ihtiva etmesi kesinlikle düşünülemez.[772] O,
bu konudaki görüşlerini Mişkâtü'l-envâr,\a. birlikte, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm,
Ycıkûtü’t-te’vîl,[773] İhyâu
ulûmi’d-din, Cevâhiru’l-Kur’ân, Faysalu’t-tefrika, İlcâmü’l-avâm an îlmi’l-
kelâm, er-Risâletü’l-ledünniyye v.dğr. gibi değişik eserlerinde ele
almaktadır. Bunun yanında, te’vîl konusunda “el-Kânûnu’l-küllî fi’t
te’vîF isimli müstakil bir eseri de vardır.[774]
Gazzâlî örnekle (sembol)
asıl arasındaki münasebeti anlayabilmek için öncelikle varlık alanlarının
bilinmesi gerektiği kanaatindedir. O, Mişkâtü'l-envâr’âa. âlemi
“ruhânî ve cismânî”, “hissî ve aklî”, “ulvî ve süflî” şeklinde iki kategoride
ele aldıktan sonra, şöyle bir açıklamada bulunur:
İki âlemin manasını anladıysan bil ki, melekût âlemi gizli bir âlemdir
(gayb âlemi); çünkü o âlem çoğu kimse için gizlidir, (gâib) Hissi âlem ise
görünen âlemdir (şehâdet âlemi); çünkü herkes o âlemi görüp idrâk etmektedir.
Hissi âlem âklî âleme giden bir merdivendir. Eğer aralarında bir bağlantı ve
münasebet bulunmasaydı aklî âleme yükselme imkânı bulamazdık; bu imkâna sahip
olmasaydık, Rubûbiyyet hazretine yolculuk (sefer) ve Allah Teâlâ’ya yaklaşmak
mümkün olmazdı.276
Bu izahtan sonra, te’vîl
konusunda onun ontolojik bir anlayıştan hareket ettiğini ileri sürmek yanlış
olmaz. Gerçektende O, varlık alanını şehâdet ve melekût âlemi şeklinde ikiye
ayırdığında, akıl dışı değil ama aklın ötesinde bir varlık sferinin
mevcudiyetine inandığım dile getirmiş olmaktadır. Bu da onun te’vîl anlayışıyla
ontolojik ve epistemolojik kabulleri arasında bir birliktelik ve geçişlilik
olduğu sonucunu doğurur. Aslında bu konuya başka bir alanın perspektifinden
bakmak, iki şey arasında kimi yönlerden bir benzerlik ilişkisi kurmak anlamana
gelir ki; Gazzâlî bunu varlık alanları arasındaki ilişkiyle izah etmektedir.
Şöyle ki;
Mademki şehâdet âlemi melekût âlemine bir yükselme yeridir; o halde doğru
yola (sırât-ı müstakim) girmek b yükselmeden (terakki) ibarettir ki, bazen o
“din ve hidâyet konakları ” şeklinde de ifade edilir. Eğer bu iki âlem arasında
bir bağlantı ve münasebet bulunmasaydı birinden diğerine yükselme düşünülemezdi.
İlâhî rahmet, şehâdet âlemini melekût âlemi dengesinde (muvâzene) yarattı. Bu
âlemde olan her şey diğer âlemdeki bir şeyin örneğidir. Bazen buradaki bir şey
melekût âleminden birçok şeyin örneği olabildiği gibi, bezende şehâdet
âleminden birçok şey melekût âleminden yalnız bir şeyin örneği olabilir. Bir
şeyin misal olabilmesi için aslıyla arasında bir nevî benzerlik (mümâselet) ve
uygunluk (mutâbakat) bulunması gerekir. Bunun çeşitlerini saymak iki âlemdeki
bütün varlıkları sırlarıyla birlikte araştırmayı gerektirir ki, buna insan güç
yetiremez. İnsan bunu anlama genişliğine de (idrak gücü) sahip değildir;
anlayacağını farz etsek bile onu açıklamaya ömrü kifâyet etmez. Benim maksadım
bunlardan bir örnek vermektir ki sen bu suretle azdan çoğu çıkarırsın; ve sana
bu yolla sırlara götüren basiret kapısı açılır. Şimdi ben derim ki; eğer
melekût âleminde “melekler” diye ifade edilen ve kendilerinden beşerî ruhlara
nurlar taşan, bu sebeple de “rabler” şeklinde isimlendirilen -ki Allah Teâlâ da
bundan ötürü rablerin rabbi (rabbü ’l-erbâb) olur- ve nurâniyetlerinde çeşitli
dereceler bulunan nûrânî, şerif (şerefli), yüksek (âli) cevherler varsa,
şehâdet âleminde de bunlara misal olmak üzere güneş, ay ve yıldızlar vardır.[775] [776]
Görüldüğü üzere Gazzâlî iki varlık alanı
arasında bir ilişkinin varolduğunu, ve bu ilişkiyi kısmen de olsa anlayabilmek
ve anlatabilmek için mecaz ve sembollerin kullanıldığım belirtmektedir. Aslında
bu kullanım teolojik metnin deney ötesi bir varlık sferinden bahsetmesiyle
ilişkili olduğu gibi, metnin dünyadaki hiçbir şeye benzemeyen kadîm bir tanrı
sözü olması ve insanların farklı anlayış derecelerinde bulunmasıyla da
alakalıdır.[777] [778] [779] [780] [781] [782] Mecaz
ve sembollerin alışılmamış veya tam anlatılamayan gerçekleri ifade etmek için
kullanıldıkları göz önüne alındığında dilin yetkin olmayışı nedeniyle
teolojik dilde mecaz ve sembollerin kullanılmasının
bir zorunluluk olduğu görülür. Bir başka deyişle, Tanrı metafizik evreni bizim
sözcüklerimizle uyuşacak şekilde bize
76?
anlatabilmek için mecazlar kullanmak zorunda idi.
Gazzâlî, mecaz ve sembollerin anlaşılması
noktasında tâbir ilminin (rüyâ tabirleri) önemi üzerinde durur. Daha önce de
değinildiği üzere uyku, duyuların hükmünü kaldırması sebebiyle metafizik âlemle
ittisâli kolaylaştırmaktadır. Uykuda görülen şeyler, metafizik âlemden gelen
esintiler ve o varlık alanına ait sembollerdir.
Gazzâlî bu duruma şöyle işaret eder:
Yine örneğe dönerek deriz ki; tabir ilmi sana misal (darb-ı mesel) hususunu
öğretir. Çünkü rüya peygamberlikten bir şubedir. Görmez misin ki; rüyada
görülen güneşin tabiri sultandır. Çünkü aralarındaki soyut (rûhânî) bir manadan
dolayı -ki o, her şeyin üstünde olup hepsine tesir etmek ve eserlerini
akıtmaktır- ortaklık ve benzerlik bulunmaktadır. Ayın tabiri de vezirdir. Çünkü
güneş kaybolduğu zaman ışığını âleme ay vasıtasıyla yayar; sultan da huzurunda
bulunmayanlara veziri vasıtasıyla tesir eder. Bir kimse elinde bir mühür
bulunduğunu, bununla erkeklerin ağızlarını kadınların cinsel organlarını
mühürlediğini görse, bu rüya “o kimsenin ramazanda sabah namazından önce ezan
okuyan bir müezzin olduğu” şeklinde yorumlanır. Bir kimse rüyasında
zeytinyağını zeytine döktüğünü görse, bu da “emri altındaki cariyesinin annesi
olduğu ve kendisinin bunu bilmediği” şeklinde yorumlanır. Tabir ilminin
kısımlarını derinliğine araştırmak senin bu alana olan ilgini (ünsiyet)
arttıracaktır; fakat bununla meşgul olmam ve bunları tek tek saymam mümkün
değildir.[783]
Gazzâlî metnin doğru
anlaşılması ve keyfi yorumların önlenmesi hususunda birtakım nesnel yorum
kuralları belirlemekle birlikte,[784] bunu
tam bir anlama için yeterli görmemektedir. O, dînî metinlerde, sözel anlamları
herhangi bir yorumu zorunlu kılmayan apaçık ifadeleri de yorumlamakta,
böylelikle metnin deıûnî (bâtınî) anlamına nüfuz etmeye çalışmaktadır. Yine O,
dînî metinlerin (Kur’ân ve Hadisler) zâhirî ve bâtmî iki cephesi olduğunu,
onlarda mevcut olan rumuz ve işâretlere ise zâhirî mânâ ile değil ancak bâtınî
bir yorumla ulaşılabileceğini belirtmektedir.[785] O
konuyla alakalı olarak Mişkâtü'l-envâr'’da. şöyle demektedir:
Ben derim ki; Hz. Mûsâ ayakkabılarını çıkarma emrinden iki dünyayı (dünya
ve âhiret) atmayı anladı; ayakkabılarını çıkararak zâhirî emre, iki âlemi terk
ederek de bâtınî emre uydu.[786] İşte
“itibar” yâni bir şeyden diğerine zâhirden sırra geçmek budur. Peygamberin
(s.a.v) “içinde köpek olan eve melekler girmez” hadîsini işitip de evinde köpek
beslemeye devam eden ve “bununla kastedilen zâhir değildir; bilakis kastedilen
kalb evini öfke (gazap) köpeğinden uzak tutmaktır. Çünkü o meleklerin
nurlarından olan bilgiye (mârifet) engel olur. Zîrâ öfke aklın kâtilidir”
diyenle; emrin zâhirine uyup ta “burada köpek suretiyle değil bilakis
mânasıyladır; o da “sebuiyye (yırtıcılık)” ve “darâvedir (hırs, açgözlülük)” Şu
halde, şahsın ve bedenin durağı (mesken) olan evi köpek suretinden korumak
zorunlu (vâcip) olduğuna göre; hakîkî ve özel (hâs) cevherin meskeni olan kalp
evini köpeklik suretinden korumak daha önemlidir” diyen arasında fark vardır.
Kim ki zâhirle sır (bâtın) arasını tam anlamıyla birleştirirse, işte O
yetkinleşmiştir. (kâmil)[787]
Görüldüğü üzere Gazzâlî,
dînî metinlerin iki cephesi olduğunu, ifadelerin sözlük anlamlarını inkar
etmemek şartıyla derunî anlamı araştırmanın bir sakıncası olmadığını, hatta bu iki
anlamı birleştirmenin lüzumunu açıkça ifade etmektedir. O, bu ifadelerinden
sonra, “Bâtmîlerin etkisinde kaldığı ve bâtmî te’vîller’i fazlasıyla
kullandığı,268 [788] böylece,
bâtınî anlamı asıl gerçekliğe, zâhirî anlamı da bu anlamın sembolü durumuna
getirerek gerçekliği ters yüz ettiği”[789] şeklindeki
ithamlardan olsa gerek kendini savunma ihtiyacı hissetmiştir. Şöyle ki;
Bu verdiğim örneklerden ve misal verme tarzımdan dolayı, benim zâhirî
hükümleri kaldırma ve bunların bâtıl olduğuna inanma hususunda bir niyet
taşıdığımı sakın zannetme. Mesela, “Hz Mûsâ ’nın ayakkabıları yoktu ve Allah
’tan “ayakkabılarını çıkar” diye bir hitap ta işitmemişti” dediğimi sanma.
Allah korusun, (hâşâ lillâh) Zâhir hükümleri yok saymak, şaşı gözle iki âlemden
yalnız birini görüp iki âlem arasındaki dengeden habersiz olan, bundan dolayı
da diğer boyutu (vech) kavrayamayan Bâtınîlerin[790] görüşüdür.
Sırları bâtıl kabul etmenin Haşviyyenin[791] görüşü
olması gibi... Zâhirle yetinen Haşvî, bâtınla yetinen Bâtınî’dir. Her ikisini
birleştirebilen ise kâmildir.[792]
Burada, Gazzâlî’nin
metnin hakikatinin ve gerçek varlığının zâhirî veya bâtınî anlamlardan birine
ait olmadığını düşünerek hakikati araştırmaya yönelmekle birlikte, metne giden
yolu herhangi bir yorum geleneği ile sınırlandırmadığım görüyoruz. Aslında
Gazzâlî de ortaya çıkan zâhirî ve bâtınî anlam ile varlık mertebeleri
arasındaki ayrıma dikkat etmek gerekir.[793] Zîrâ,
metnin farklı varlık veya anlam düzeylerinde tezâhürü, gerçekte zâhir varlığın
farklı düzeylerde ifşâsı olduğu için, metnin zâhirî anlamı varlıkla temâsımızm
ilk safhasıdır. Ne var ki, zâhiri anlam belli bir gelenek çerçevesinde
sunulduğu için o, varlığı ve metni “icmâlen” ifşa etmekle birlikte farklı
boyutlarım gizleyen veya örten anlamdır. Bu açıdan bakıldığında zâhirî anlam,
metnin ve zâhir varlığın ifşası için dâimâ hareket noktası olmakla birlikte
varış noktası değildir.
Zâhir varlığın farklı boyutlarına nüfuz
etme aym zamanda metnin farklı varlık ve anlam düzeylerine nüfuz etmek; metnin
farklı anlam ve varlık düzeylerine nüfuz etmek de zâhir varlığın farklı
boyutlarına nüfuz etmektir.[794]
Tüm bu açıklamalardan
sonra, Gazzâlî’nin bir taraftan nesnel yorum kuralları belirleyerek onlara
uyulmasını istemesini ve dinin esasım teşkil eden konularda te’vîl’e gidenleri
küfürle itham etmesini,[795] diğer
taraftan da özellikle Mişkâtü'l-envâr’da te’vîl’in en ileri
derecesini sergilemesini bir çelişki olarak görmemek gerekir. O, “metnin genel
kastına aykırı olmama”, “dinin esasına veya tevâtürle sabit bir meseleyle
ilişkili olmama”, “akla aykırı olmama ve yorum için belli bir yetkinliğe
(râsih) sahip olma” şartları dahilinde her türlü te’vîl’in imkanını
savunmaktadır.[796] Zîrâ
Onun “te’vîl için daima bir delil aranmasının doğru olmadığım ve te’vîl’in
mutlak anlamda bir kurala bağlanamayacağını” belirtmesi bu durumu daha net bir
şekilde izah etmektedir.[797]
Sonuç olarak, Gazzâlî
için anlamak bir bakıma varolmak demektir. Nitekim O, epistemolojik alandaki
sorunları ontolojik bir temele dayanarak çözmeye çalışmakla zâhirî anlamın
karşısına yine epistemolojik bir sorun olan bâtmî anlamı değil zâhir varlığın
kendisini koymuştur. Böylece, zâhirî anlamı kendisine temel teşkil eden zâhir
varlığa ve bu varlığın tecrübesine geri götürerek te’vîl kavramını ontolojik
açıdan rehabilite etmiştir. Bu açıdan Gazzâlî’nin hermenötiği, bir dil
problematiğine yanıt araması bakımından yöntemsel bir hermenötik olarak
görülebileceği gibi, varlığı ve varoluşu dini inancın ışığında yorumlaması
bakımından da varoluşsal bir hermenötik olarak görülmelidir.
B. SEMBOLİK İFADELER
Gazzâlî genel olarak
yorum ve sembolleştirme (temsil) metodu üzerinde durduktan sonra, eserin asıl
yazılış gayesi olan[798] nur
ayetindeki “Mişkât (kandil yuvası/niş)”, “Misbâh (lamba)”, “Zücâce (cam)”,
“Şecer (ağaç)”, “Zeyt (zeytinyağı)” v.dğr. sembol ve ifadeleri açıklamaya
başlar. O, adı geçen ayette zikredilen sembol ve benzetmelerin idrak
kuvvetlerini temsil ettiği görüşündedir. Ayrıca Gazzâlî Mişkâtü'l-
envâr’la birlikte Mîrâcu’s-sâlikîn, Meâricü’l-kuds ve Risâletü’t-tecrîd
fl kelimeti’t- tevhîd adlı eserlerinde de bu ayeti yorumlamakta ve
bazı eserlerinde de kısmî atıflar yapmaktadır. Yeri geldikçe bunlara
değinilecektir.
Bu ayet etrafında İslam
düşünce geleneğinde oluşan zengin bir yorum çeşitliliği bulunmaktadır. Her
âlimin bu ayetle ilgili bir şerh yazması neredeyse bir yükümlülük haline
gelmişti. Bu sebeple sözü edilen ayet üzerine Gazzâlî ile birlikte Fârâbî, İbn
Sînâ ve Molla Sadra gibi ünlü filozoflar ve bilgeler tarafından yazılmış çok
sayıda şerh mevcuttur. Ayrıca belirtmek gerekir ki, Gazzâlî’nin bu ayetin
yorumunda îbn Sînâ’dan etkilendiğine dair ciddi iddialar bulunmaktadır.279 [799] [800] [801] [802] [803] Bu
iddialar sebebiyle bu bölümde, Gazzâlî’nin Mîşkâtü'l-envâr ve
diğer eserlerinde yapmış olduğu değerlendirmeler Ibn Sînâ ile karşılaştırmalı
olarak verilecektir.
1. Mişkât (Niş)
Gazzâlî, nur ayetinde
yer alan “Mişkât (niş)” lafzının duyusal idrâki (er- Rûhu’l-hassâs) sembolize
ettiği kanaatindedir. O, Mişkâtü'l-envâr'da duyu organları ve
niş arasındaki şekilsel benzerliğe dikkat çekerek şöyle bir yorum yapmaktadır:
Algılayan ruh’un (duyusal idrâk) özelliğine bakacak olursan, nurlarının
gözler, burun ve kulaklar, ve diğer duyu organları gibi çeşitli deliklerden
çıktığını görürüsün. Buna şehâdet (fenomenler) âleminde en uygun misal mişkât
’tır.[804]
Gazzâlî, sadece duyu
organlarıyla mişkât arasındaki şekilsel bir benzerlikten hareket ederek bir
yorumda bulunmamakta, aynı zamanda fonksiyonları itibariyle de bu iki terim
arasında bir ilişki olduğuna inanmaktadır. Buna göre, mişkât nasıl ki misbâh
(lamba) ve zücâcenin (cam) yuvası olup mekansal bir önceliğe sahipse ve nur ilk
önce burayı (mişkât) aydınlatıp oradan yayılıyorsa, duyusal idrâk de diğer
idrak güçlerine nazaran bir önceliğe sahip olup idrâk ilk olarak bu mertebede
meydana gelmekte, böylelikle duyu algısı diğer idrak güçlerine kaynaklık
etmektedir.[805]
Gazzâlî Mîrâcu’s-sâlikîn adlı
eserinde mişkât’ı “nefs” şeklinde yorumlamaktadır. Gazzâlî’nin ifadesine göre,
“Akıl kendi başına faaliyette bulunma yetkinliğine sahip olmayıp
etkilerinin ve hikmetinin cisimler üzerinde tezahür edebilmesi için bir takım
cismânî aletlere (algılama yetileri) ihtiyaç duyar. Bu aletler de ancak “nefs”
vasıtasıyla işlevsel hale gelmektedir. İşte bu sebepten dolayı nefs aklın bir
vasıtası olup “mişkât ” ile sembolize edilir. ”[806]
Gazzâlî Meâricü’l-kuds adlı
eserinde ise mişkât’ı “heyulânî akıl” şeklinde yorumlamaktadır. Onun
ifadesiyle, “ayette geçen mişkât lafzı akl-ı heyulânî için bir temsil olup,
nasıl ki mişkât nurlanmaya istidatlı ise aynı şekilde ruh ta kendisine akim
nûrunun feyezân etmesine fıtraten istidatlıdır”.[807]
İbn Sînâ’ya gelince;
filozofa göre mişkât lafzı ile “heyûlânî akıl”[808] ve
“nefs-i nâtık” kastedilmiştir. Nitekim;
“kandil yuvasının duvarları birbirine yakındır ve aydınlanmaya son derece
elverişlidir, zira duvarlar birbirine ne kadar yakın olursa nişteki yansıma da
o kadar kuvvetli, dolayısıyla ışıkta o kadar çok olur. Nasıl ki bil fiil akıl
nur’a benzetilmişse onun alıcısı da ışığın alıcısına benzetilmiştir, ki o da en
şeffaf olan havadır. Havanın en şeffafı da niştekidir. Mişkât heyûlânî aklın
sembolüdür, onun kazanılmış akla nisbeti kandilin nişe nisbeti gibidir. ”[809] [810]
Ayrıca İbn Sînâ “mişkât”
lafzıyla, “Hz. Muhammet!’in zatf’mn kastedildiğini
7Q1
de söylemektedir.
Sonuç olarak,
Gazzâlî’nin Meâricü ’l-kuds adlı eserindeki yorumu İbn Sînâ’nm
yorumuyla aynıdır. Mişkâtü'l-envâr ve Mîrâcu’s-sâlikın adlı
eserlerindeki yorumların ise İbn Sînâ yorumlarından farklı olduğu
görülmektedir.
2. Zücâce (Cam)
Gazzâlî nur ayetindeki
“zücâce” (cam) lafzını Mişkâtü’l-envâr ve Mîrâcu’s-
sâlikîn adlı eserlerinde hayâli ruh veya hayal kuvveti şeklinde
yorumlamaktadır. O, Mişkâtü'l-envâr'da. konuyla alakalı şunları
söylemektedir:
Hayâli ruha gelince,
onun üç özelliğe sahip olduğunu görürüz.
1. O, süflî-kesif âlemin çamurundandır. Nitekim tahayyül edilen bir şey
belirli bir ölçü ve şekle, sınırlı ve muayyen (belirli) yönlere sahip olup
tahayyül edenle uzak veya yakın bir münasebeti vardır. Kesif cisimlerin
sıfatlarıyla vasıflanmış olan şey, yönlerle, ölçülerle (miktar), yakınlık ve
uzaklıkla vasıflanmaktan münezzeh olan salt aklî nurlara engel olur.
2. Bu kesif hayal saflaştığı, inceldiği ve zapt edildiği zaman aklî manalara
paralel (muvazi) olur; onun nurlarını iletir ve ondan yansıyan nurların geçmesine
engel olmaz.
3. Aklî bilgilerin zapt edilmesi, sarsılmaması, kayıttan çıkıp kaybolup
dağılmaması için gerçektende işin başında hayale ihtiyaç vardır. Zira hayâli
misaller aklî bilgiler için güzel bir yardımcıdır.
İşte bu üç özelliği, şehâdet âleminde görülen nurlara nisbetle zücâce ’den
(cam) başkasında bulamıyoruz. Cam da aslında kesif bir cevherden meydana gelmiş
olmakla birlikte öyle saflaşmış ve incelmiştir ki, lambanın ışığına mani
olmayıp bilakis onu aynen ileten, sert rüzgarlardan ve ani hareketlerden
koruyan bir hale gelmiştir. Bu, onunla ilgili en uygun misaldir.[811]
Gazzâlî Mîrâcu’s-sâlikîn adlı
eserlerinde de konuyla alakalı şöyle bir yorum yapmaktadır:
Söylediğimiz gibi, algılananların bilinmesi noktasında nefs için bir vasıta
gereklidir ki, bu sebeple rahmet-i İlâhi bir takım kuvvetler meydana
getirmiştir. Hayal kuvveti bunlardan olup, duyularla algılanan şeyler orada
resm olunur. İşte cam (zücâce) bu sebeple hayal kuvvetine sembol olmuştur.
Burada camın misal olması görülen şeylerin onda iz bırakması sebebiyledir.
Tıpkı parlak bir aynada olduğu gibi karşısındaki cisimlerin sureti onda
görülür. Çünkü cam şeffaf olup arkasındakileri göstermesinden dolayı
cevherlerin en safıdır.[812]
Gazzâlî Meâricü’l-kuds'Te. “zücâce”
lafzını “meleke halinde akıl” şeklinde yorumlamaktadır. Onun ifadesiyle “akıl
birazcık kuvvetlenir ve ilk bilgiler (ma’kûlât-ı ûlâ) kendisinde meydan gelirse
o zücâce (cam)” adını alır.[813]
îbn Sînâ da “zücâce” lafzını “bil-meleke
akıl” şeklinde yorumlamaktadır. Ona göre;
“müstefâd akıl ile heyulânî akıl arasında bir başka mertebe vardır ki, bu
iki akıl arasındaki ilişki, algılanabilir şeylerle kandil arasındaki nisbet
gibidir. Kandilin ışığı algılanabilir şeylere bir vasıtayla ulaşır; bu da lamba
veya gözle bakıldığında kandili şeffaf olana ulaştıran aracı, içinde fitil
bulunan yağ haznesidir ki, buradan da lamba camı çıkar. Lambadan da ışık ancak
şeffaf olan bu camdan geçerek yayılır. Çünkü cam ışığı geçiren saydam
nesnelerden biridir. Zîrâ ayetteki “inci gibi parlayan bir yıldız” sözüyle onun
saf ve şeffaf olan niteliği kastedilmiştir.[814] Nitekim,
renkli olan şeyler yalıtkan ve şeffaf olmayıp, nûru asli şekliyle geçirmezler.
Bu durumda ayetteki “zücâce ” lafzı bil-meleke aklı simgelemektedir.[815] [816]
Ayrıca îbn Sînâ “zücâce”
lafzıyla, “peygamberin her türlü şek ve şüpheden arındırılmış mübarek ve
tertemiz kalplerinin” kastedilmiş olabileceğini de 907
söylemektedir.
Sonuç olarak,
Gazzâlî’nin Meâricü ’l-kuds’teki yorumlarıyla İbn Sînâ’ya
katıldığım, diğer iki eserindeki yorumlarıyla ise İbn Sînâ’dan ayrıldığını
görmekteyiz.
3. Misbâh (Lamba-Kandil)
Gazzâlî’ye göre ayette
geçen “misbâh” lafzıyla, öncelikle peygamberlere ve velilere ait yetkinleşmiş
olan kudsî-nebevî ruh, sonra da alimlere ait daha alt derecedeki aklî ruh
kastedilmektedir. Gazzâlî, sembolleri izah ettiği bölümde ilgili kısma atıfta
bulunarak şöyle demektedir:
Üçüncüsü, yüksek İlâhî (metafizik) bilgileri idrâk eden aklî ruhtur ki, onu
“misbâh (kandil) ile temsil etmenin yönü sana gizli değildir. Zîrâ daha önce
peygamberlerin “aydınlatıcı kandil (sırâc-ı münîr) ” oluşunun manasının
açıklandığı yerde bunu öğrenmiştin.[817]
Gazzâlî’nin işaret ettiği bölümde şöyle
bir açıklamayla karşılaşmaktayız:
Biz deriz ki; kendini ve başkasını gören (idrâk eden) her şey nur ismine
layıktır; kendini ve başkasını görmekle birlikte kendisi aracılığıyla başkası
da görülebiliyorsa, o zaman bu şey nur ismine başkasına tesir etmeyenden daha
layık olur. Hatta onu, nurlarını başkasına yaydığı (feyezân) için “sırâc-ı
münîr (aydınlatıcı kandil) ” şeklinde isimlendirmek daha doğrudur. Bu özellik
kudsî- nebevî ruh ta bulunmaktadır. Zira çeşitli bilgiler onun vasıtası ile
halka yayılır. Böylelikle Allah’ın Hz.Muhammed’i sırâc-ı münîr (aydınlatıcı
kandil) olarak isimlendirmesinin manasını anlammış oluruz. Bütün peygamberler
ve aynı şekilde alimler kandillerdir; ancak aralarındaki fark sayılamayacak
kadar çoktur.[818]
Görüldüğü üzere Gazzâlî,
öncelikle misbâh’m aklî ruhu temsil ettiğini söylemekte sonrada kudsî-nebevî
ruh’u bu kategoriye dahil etmektedir. Burada, önce aklî ruh zikredilip sonra da
ilgili bölüme atıfta bulunularak kudsî-nebevî ruh’un buraya dahil edilmesi, bu
kuvvetin “akıldan ayrı değil, bilakis aklı yetkinleştiren bir güç olduğu”
şeklinde yorumlanmalıdır.[819] Zira
her ne kadar aralarında ciddi farklılıklar olsa da peygamberlerin ve alimlerin
“aydınlatıcı kandil” olarak isimlendirilmesi, birbirleri ile olan birlikteliği
ve aynı zamanda aralarındaki iletişim ve etkileşimi açıkça ortaya koymaktadır.
Yine onun Mîrâcu ’s-sâlikîn ’ de misbâh’ı akıl veya cüz-i akıl
şeklinde yorumlanması da bu durumu izah eder mahiyettedir.
Gazzâlî, Meâricü’l-kuds’te ise
misbâh’ı “bilfiil akıl” ve “müstefâd akıl” şeklinde yorumlamaktadır. Onun
ifadesi ile, “eğer akıl ma’kûlâtı müşahede edip mütâlaa edebilecek bir şekilde
tahsil etme mertebesine ulaşırsa misbâh olur.”[820] [821] [822] Ayrıca
Gazzâlî, burada kudsî-nebevî ruhu “akl-ı nebevi” şeklinde isimlendirmekte ve
onu, Mişkâtüi-envâr'daki ifadelere benzer bir şekilde “misbâh
(lamba)” ve “sırâc (kandil)” şeklinde yorumlamaktadır.[823]
İbn Sînâ’ya gelince, O
da “misbâh” lafzım “bilfiil akıl” ve “müstefâd akıl”[824] şeklinde
yorumlar. Onun ifadesiyle;
“akıl öyle güçlenir ki, nefs vasıtasıyla idrâk ettiği ve bir daha da
ihtiyaç hissetmeyeceği ma’kûlâtı dilediği zaman hazırlayıp onu müşahede
edebilir hale gelir. Kendiliğinden aydınlık olan bu güç kandile (misbâh)
benzer. İşte bu yetkinliğe (kemal) akl-ı müstefâd, onu elde etme gücüne de
bilfiil akıl” denmektedir.[825] [826]
■ 3(17
Ayrıca Ibn Sînâ misbâh
ile, “ilim ve iman nûrunun ve insan ruhunun, kandilin aydınlığıyla da ilmin”[827] kastedildiğini
de söylemektedir.
Sonuç olarak Gazzâlî, misbâh’ı aklî ruh
şeklinde yorumlamakla İbn Sînâ’dan ayrılmakta,[828] kudsî-nebevî
ruh yorumuyla ise İbn Sînâ’ya yaklaşmaktadır. Nitekim, Gazzâlî kudsî-nebevî
ruhu, İbn Sînâ da müstefâd aklı, aklın son mertebesi, yani “aklın yetkinleşmiş
hali” olarak değerlendirmektedir. Gazzâlî’nin Meâricü ’l-kuds’’teki bil-fıil
akıl ve müstefâd akıl yorumu ise îbn Sînâ ile aynıdır.
4. Şecer (Ağaç)
Gazzâlî Mişkâtü'l-envâr ve Meâricü’l-kudsfo,, “ne
doğuya ne de batıya ait olmayan mübarek bir zeytin ağacından tutuşturulur”
sözündeki “şecer” lafzımn fikrî ruh’u, diğer bir ifadeyle tefekkür gücünü
sembolize ettiğini belirtmektedir. O, ayette geçen ifadeleri Mişkâtü'l-envâr'da şöyle
açıklamaktadır:
Dördüncüye gelince, o fikrî ruh 'tur. Onun özelliklerinden birisi, tek bir
asıldan (kök) başlaması, sonra da iki bölüme (dal) ayrılmasıdır. Daha sonra her
bir bölüm de iki bölüme ayrılır. Hâkezâ bu bölümler aklî taksimlerle çoğalıp
gider ve sonunda aklî taksimlerin ürünü (meyve) olan neticelere ulaşılır.
Sonunda bu ürünler emsalleri için bir çekirdeğe (nüve-öz) dönüşür, (tohum olur)
Zira birini diğerleri ile aşılama olanağı da vardır ki, böylece onun ötesindeki
ürünlerin elde edilmesi devam eder. Nitekim bunu el-Kıstâsü’l-müstakim adlı
kitabımızda açıkladık. Bu âlemde ona en uygun misal (sembol) ağaçtır. Ayrıca
bunun ürünleri, bilgi (marifet) nurlarını kat kat arttıran, sürekliliğini
(sebat) ve kalıcılığını (beka) sağlayan bir madde olunca; bunun ayva, elma, nar
ve diğer ağaçlar ile değil, özellikle zeytin ağacı ile sembolize (temsil)
edilmesi uygun olur. Çünkü onun meyvesinin özü olan zeytinyağı kandillerin
maddesi olup, dumanının azlığı ve fazla ışık verme özelliği ile diğer yağlardan
daha fonksiyoneldir. Nesli çok olan sığır ve meyvesi çok olan ağaç bereketli
(mübarek) diye isimlendirilince, meyvesi sınırsız olan ağacı bereketli ağaç
(eş-şeceretû’l mübâreke) şeklinde isimlendirmek daha doğrudur. Salt aklî fikirlerin
bölümleri (dalları), yönlere, yakınlık ve uzaklığa nisbet edilmeyeceğine göre,
ne doğuya ne batıya ait olmaması en uygun olanıdır. 1
Görüldüğü üzere Gazzâlî, şekilse! bir
benzerlikten hareketle ağaç ve tefekkür gücü arasında bir ilişki kurmakta, ayrıca
buradaki ağacın zeytin ağacı olmasını “zeytin yağının fonksiyonel özelliği”
ile, doğuya ve batıya ait olmamasını da “düşüncenin (fikr)
Q1 1 sınırlandırılamayacağ”ı tezi ile izah etmeye çalışmaktadır.
Gazzâlî Mîrâcu ’s-sâlikîn ’
de ise Mişkâtü'l-envâr nq Meâricü’l-kuds,teki
yorumlarından ayrı bir yaklaşım sergilemekte ve ayetteki “şecer (ağaç)” lafzım
“faal akıl” şeklinde yorumlamaktadır.
Ağaca gelince o akl-ı faal’dir. Bu, onun varlık (eşya) üzerinde etken
(münfail) olması sebebiyledir. Nitekim, bir kandilden birçok kandil
tutuşturulabildiği için Allah Teâlâ “biter ” şeklinde ifade etmedi; çünkü bitki
aslın noksanlığına delalet eder. Allah “tutuşturulur” buyurmakla, eksilmeyen
bir ağacın yakıtına ve bu ağacın bilinen ağaçlardan olmadığına dikkat
çekmektedir. Çünkü ağaçtan kandil tutuşturulamaz. Özellikle zeytin ağacının
kastedilmesi ise yaprakları ve kullanımının (faydaları) sürekli olması, dalları
ve yapraklarının çok, ürününün bol olması, o, her ne kadar zeytin ağacı olsa da
ateş ondan hasıl olup (çıkıp) onun vasıtası ile aydınlanılması sebebiyledir.
Burada benzer yönleri tüm boyutları ile ele almamız.sözü uzatacaktır. Biz onu
Mişkâtü'l-envâr adlı kitabımızda açıkladık.[831]
Gazzâlî’nin burada ağacı
(şecer), “faal akıl” veya “külli akıl” şeklinde yorumlaması, aralarında mevcut
olan şekilsel benzerliğin ontolojik olarak ifade edilmesidir. Zira, zeytin
ağacımn yapraklarının ve faydasının sürekli olmasıyla, faal akim varlıklar
üzerindeki devamlı etkisine; zeytin ağacımn dallarının, yaprakları ve
meyvesinin bol olmasıyla da faal akim faklı varlık düzeyleri üzerindeki zengin
tesirlerine atıfta bulunulmaktadır. O, Meâricü ’l-kuds'\e de
ağacı “ümmi (temel-aslî)”, “nebevi” ve “emri (İlâhî)” şeklinde vasıflandırarak
buradaki yorumu desteklemektedir.[832] Ayrıca
belirtelim ki; O, ağaç’m sadece şekilsel yönüne değil fonksiyonel yönüne de
değinmekte, zeytin ağacının ürünü olan zeytinyağına vurgu yapmaktadır. Onun bu
yorumu tamamı ile epistemolojik mahiyette olup, Mişkâtü'l- envâr’daki
yorumuyla aynı karakterdedir. Eserde Mişkâtü'l-envâr'a atıf
yapılmasının sebebi de budur. Onun ağaç’ı “peygamber (Hz. Muhammed)” şeklinde
yorumlaması ve ateşin ondan çıkıp mahlukatı aydınlatması da zeytinyağının
fonksiyonel özelliği ile ilişkilidir.[833] Bu
konuya bir sonraki başlıkta genişçe değinilecektir. Sonuçta Gazzâlî bu eserinde
ağacın şekilsel özelliğini ontolojik olarak yorumlamakla Mişkâtü'l-envâr'âan. ayrılmakta,
epistemolojik yorumla ile ise Mişkâtü'l-envâr'& katılmaktadır.
İbn Sînâ da ayette geçen
“ne doğuda ne de batıda bulunan mübarek bir zeytin ağacından yakılır.”
ifadesindeki “şecer (ağaç)” lafzının tefekkür gücünü (el-kuwetü’l- fikriyye)
sembolize ettiği kanaatindedir.[834] O
bunu şöyle ifade etmektedir:
“Nasıl ki yağ lambanın maddesi ise düşünme yetisi de aklî fiillerin
maddesidir”, “ne doğuya ne de batıya ait” ifadense gelince, doğu, dilde ışığın
doğduğu yer, batı da ışığın kaybolduğu yerdir. Burada doğu, ışığın bulunduğu
yeri batı da ışığın kaybolduğu yeri mecazen temsil etmektedir. Yani düşünme yetisi,
mutlak manada ışığın doğduğu salt aklî yetilerden olmayıp, o ışığın yok olduğu
hayvani yetilerden de değildir”[835] [836]
Ayrıca İbn Sînâ “şecer
(ağaç)” lafzım, “Hz Muhammed’in cismi ve bedeni”; “ne doğuya ne de batıya ait”
sözünü de, “o ne doğudandır ne de batıdandır; aksine hem doğu hem de batıdandır.
Bu söz, peygamberin getirdiği dinin nûrunun parlaklığım, yalnız doğu ve batı
ülkelerine özgü olmayıp dünyanın her bölgesine yayıldığını ifade 3 i n içindir”
şeklinde yorumlamaktadır.
Sonuç olarak,
Gazzâlî’nin Mişkâtü'l-envâr ve Meâricü ’l-kuds’teki “fikrî
ruh” ya da “tefekkür gücü” şeklindeki yorumu, İbn Sînâ yorumuyla öpüşmektedir.
Yalnız Gazzâlî Mişkâtü'l-envâr'daki yorumuyla, hem şekilsel
hem de işlevsel benzerliği ön plana çıkarmakta, İbn Sînâ ise sadece işlevsel
benzerliği vurgulamakla yetinmektedir. Ayrıca Gazzâlî, “şecer (ağaç)” lafzını
“faal akıl” veya “küllî akıl” şeklinde yorumlamakla İbn Sînâ’dan ayrılmakta;
“peygamber (Hz Muhammed)” şeklindeki yorumuyla ise İbn Sînâ’ya katılmaktadır.
Ayette geçen “ne doğuya ne de batıya ait” sözünü ise her iki filozof da ayrı
yorumlamaktadır.
5. Zeyt (Zeytinyağı)
Gazzâlî, “onun yağı
neredeyse ateş değmeden aydınlatacak” ifadesindeki “Zeyt (zeytinyağı)” lafzının
“kudsî-nebevî rûh”u sembolize ettiğini belirtir. O Mişkâtü'l-
envâr'&a. bunu şu sözlerle ifade etmektedir:
Beşincisi, kudsî-nebevî ruh ’tur. Yüksekliğin (şeref) ve saflığın
(berraklık) son noktasına ulaştığı zaman, evliyaya da nisbet edilir. Düşünme
gücü (er-ruhu’l- müfekkire) çeşitli kısımlara ayrılır. O kimi zaman dışardan öğrenim
(talim), uyarılma (tenbîh) ve takviye (meded) gereksinimi duyar, böylece
devamlı bir şekilde çeşitli bilgiler elde eder. O bazen de öyle bir safiyet (
kuvvetli derecede berraklık) içerisinde olur ki, dışardan bir takviye
almaksızın bizatihi (nefsiyle) idrâk eder. İstidadı (hazır bulunuşluluk) derin
bir safiyete ulaşanı, “onun yağı neredeyse ateş değmese de aydınlatacak”
şeklinde ifade etmek uygun olur. Çünkü evliyalar arasında neredeyse
peygamberlerden yardım almadan nûru yayılan (işrâk) kimseler olduğu gibi,
meleklerin yardımına hemen hemen muhtaç olmayan peygamberler de vardır. 8
Gazzâlî burada, düşünme
gücünü (fikrî ruh) iki kategoride ele alıp kudsî- nebevî rûhu, fikrî ruhun
ikinci aşaması, yani “yetkinleşmiş ve saf hali” şeklinde yorumlamaktadır. Buna
göre “ateş değmese de aydınlatan zeytin yağı”[837] [838] peygamberlere
ve bir kısım evliyaya mahsus olan kudsî-nebevî rûh’tur.[839] Bu
yağ evliyaya nisbetle peygamberlerden, peygamberlere nisbetle meleklerden ateş
alıp tutuşturulmaktadır. Bu durumda, burada ifade edilen kudsî-nebevî rûh,
evliyaya mahsus olan ilham ve peygamberlere mahsus olan vahiyden kinayedir.
Nitekim “misbâh” başlığı altında değinildiği üzere, kudsî-nebevî rûh “misbâh
(lamba)” ve “sırac (kandil)” sembolleriyle ifade edilmiş; burada ise
kudsî-nebevî rûha atıfla “vahiy ve ilham” kastedilmek istenmiştir.[840] Nasıl
ki yağ lambanın yakıtıysa ve ateş değdiği zaman tutuşup etrafı aydınlatıyorsa,
vahiy ve ilham da, “misbâh (kandil)” lafzıyla sembolize edilen peygamberlerin
ve velilerin bilgi kaynağı (yakıtı) olup, ateş değmese bile parlar ve halkı
aydınlatır.[841] Ayrıca
Gazzâlî’nin Mîrâcu ’s-sâlikîn de ağacı, (şecer) “faal akıl
veya peygamber” şeklinde yorumlayıp ateşin bu ağaçtan çıktığına işaret etmesi,
zeytinyağının fonksiyonunu vahiy ve ilhamla özdeşleştirdiğini göstermektedir.[842] [843]
Gazzâlî Meâricü’l-kuds'ic de
“neredeyse yağı ateş değmeden aydınlatacak” ifadesindeki “Zeyt (zeytinyağı)”
lafzım “sezgi (hads)” şeklinde yorumlamaktadır. Ayrıca O, yağın ateş değmeden
tutuşmasım, aklın son mertebesi olan müstefâd akıl ile de açıklamaktadır. Onun
ifadesiyle “ayette geçen bu misal her ne kadar akl-ı nebevi için 094
olsa da, bunun “akl-ı müstefâd” şeklinde yorumlanması
da mümkündür.”
Gazzâlî ayetteki “nur
üstüne nurdur” ifadesini de “mişkât (niş)”, “zücâce (cam)” ve “nıisbâh (lamba)”
sembollerinin mekansal birlikteliği ve bir gelişim süreci neticesinde oluşan
idrak mertebeleriyle izah etmektedir. Şöyle ki;
Bu nurlar birbiri üzerine sıralanmış (tertîb) durumda bulunduğuna göre, -
ki ilk nur hissi (duyusal) olup hayâli objeler (hayâli ruh) için bir başlangıç
ve hazırlık gibidir. Çünkü hayâli objeler ancak duyulardan sonraki bir mevzu
(aksiyom) olarak düşünülebilir. Akli ve fikrî nurlarda hissi ve hayâli
nurlardan sonra gelir- bu durumda camın lambaya, niş’in de cama mahal
(konum-illet) olması uygun olur. Böylece lamba camın, cam da niş’in içinde
olmuş olur. Bunların hepsi birbirleri üzerinde (fevk) nurlar olunca “nur üstüne
nur” olmaları en tabi (uygun) olanıdır.[844] [845]
Ayrıca Gazzâlî, Mişkâtü'l-envâr da
“nur üstüne nur” ifadesini “ateş değmese de yanan kudsî ruh ateş değdiği zaman
nur üstüne nur olur” şeklinde de ifade etmiş;
Meâricü’l-kuds'Ae de bu ifadeyi,
“akl-ı müstefâd’m nûrunun akl-ı fıtrînin nûruna eklenmesi ve emr-i rabbaninin
nûrunun akl-ı nebevi üzerindeki nûru” şeklinde yorumlamıştır.[846] Mîrâcu’s-sâlikîn de
ise “nur üstüne nur” ifadesiyle, “maddi bir derecelendirmenin ve hulûlün
kastedilmediği, nûrun kaynağıyla aralarındaki benzerlik ve münasebetin nefs’in
safiyeti ve bulanık olmamasıyla ilişkili olduğu” belirtmiştir.[847]
İbn Sînâ ise, ayetteki “neredeyse yağı
ateş değmeden aydınlatacak” ifadesini, “düşünme gücüne (el-kuvvetü’l-fıkriyye)
yönelik bir övgü”; dokunma lafzım “ittisal (bitişme)” ve “ifâda (feyezân)”[848] Zeyt
(zeytinyağı) lafzım “sezgi (hads)”[849],
ve yağın ateş değmeden tutuşmasını “kudsî güç (el-kuwetü’l-kudsî)” şeklinde
yorumlamaktadır. O, “nur üstüne nurdur” ifadesini de, “kudsî kuvvet öyle bir
yetkinliğe ulaşır ki ma’kûlât bil-fiil müşahede edilir ve onun sembolleri zihin
üzerinde nur üstüne nur gibi olur” şeklinde izah etmektedir.[850] Ayrıca
İbn Sînâ “onun yağı neredeyse ateş değmese de ışık yayacak” ifadesini “yani
onun dininin hak oluşu nerede ise delil ve burhana ihtiyaç duymayacak kadar
açıktır” şeklinde, “nur üstüne nur” ifadesini de “iman ve ilim nûrunun
birlikte olması” şeklinde yorumlamaktadır.[851]
Sonuç olarak, Mişkâtü'l-envâr'daki “neredeyse
yağı ateş değmese de aydınlatacak” ifadesinin yorumu bazı farklılıklar olmakla
birlikte İbn Sînâ’nın el- Işârâfteki yorumuyla örtüşmektedir.
Zira Gazzâlî, zeyt’i (zeytinyağı) “ilham ve vahiy”, İbn Sînâ ise “sezgi”; ateş
değmese ifadesini ise her ikisi de “kudsî kuvvet” şeklinde yorumlamaktadır. İbn
Sînâ’nın Risale fi Isbatı’n-Nübüvve ve Tefsîru
Ayeti’rı-nur da yaptığı yorum el-îşârâftaki yorumundan
ve Gazzâlî’nin değerlendirmelerinden farklıdır. İbn Sînâ’nın İsbatı’n-nübüvve'de “dokunma”
lafzının “ittisal (bitişme)” ve “ifâda (feyz)” şeklindeki yorumunu,
Gazzâlî Mîrâcu’s-sâlilân de, ittisâl’in hulul şeklinde
algılanabileceği düşüncesiyle reddetmekte, ifâda’yı (feyezân) ise Mişkâtü'l-
envâr'da kabul etmektedir. Onun Meâricü ’l-kuds'teki
yorumları İbn Sînâ ile aynıdır. “Nur üstüne nurdur” ifadesine gelince, bunu her
iki filozofta farklı yorumlamaktadır.
6. Nâr (Ateş) ve Diğer
Semboller
Gazzâlî ayette geçen
“ateş değmese de” ifadesindeki ateş (nâr) lafzım, “İlâhî nurlar ve onların
doğduğu kaynak” şeklinde yorumlamaktadır. Onun konu ile alakalı ifadeleri
şöyledir.
Gözlerin nurunun (idraklerin) faydalandığı kaynağa aydınlatıcı kandil
(sırâc-ı münîr) demek uygun olunca, bizzat kandilin alındığı (ödünç alındığı)
kaynağa da “ateş ” şeklinde atıf yapılması uygun olur. Bu yeryüzü kandilleri,
ulvî nurların kaynağından (asi) ödünç alınırlar (iktibas)... O halde yeryüzü
ruhlarının ödünç alındığı kaynağın ulvî-ilâhî ruhlar olması en uygun
olanıdır... Bu bütün melekleri kapsadığı için kıyamet günü “O gün ruh ve
melekler saf saf dizilirler (Sebe/38) ” buyurulmuştur. Bu yeryüzü kandilleri,
ödünç alındıkları kaynak bakımından nazarı itibara alınacak olursa, ona ancak
ateş (nâr) misal olabilir. Bu ateş te yalnız "tur (dağ) ” tarafından
(cihet) idrâk edilebilir.[852]
Gazzâlî burada ateşi, “İlâhî nurların doğduğu
temel kaynak” şeklinde değerlendirmekte ve Kur’ân’dan bir ayete atıfta
bulunarak bu nurların, “Ruh (Cebrail) ve diğer melekler” olabileceğini
belirtmektedir.[853] [854] O,
bu nurların alındığı farklı kaynakları ise “tur (dağ)” ve diğer bazı semboller
ile ifade etmektedir. Şöyle ki;
Yüce-rûhânî varlıklar arasında, “güneş” “ay” ve “yıldızlar” şeklinde
sembolize edilen varlıklar olduğu gibi, nurluluk (nûrâniyet) vasıfları
dışındaki sıfatlar göz önüne alındığında, başka varlıklara ait semboller de
(misal) vardır. Eğer bu varlıklar arasında, sabit olup değişmeyen, büyük (yüce)
olup küçülmeyen, kendisinden beşerî kalplerin vadilerine mârifet (bilgi)
sularının ve mükâşefe’ye dair enfes şeylerin (nefâis) fışkırdığı bir varlık
varsa, o “tür (dağ)” şeklinde sembolize edilir. Bu harikulade şeylerin alındığı
varlıklar birbirlerine nazaran üstün (öncelikli) iseler, bunun sembolü (misal)
“vadi”dir. Bu kıymetli şeyler, beşerî kalplerle birleştikten sonra bir kalpten
diğerine akıyorsa, bu kalpler de aynen “vadi” şeklinde sembolize edilir.
Vadilerin girişi (ağzı), peygamberlerin, alimlerin ve onlardan sonra gelenlerin
kalpleridir. Bu vadiler birinci vadiden aşağıda olup suyunu ondan alıyorsa,
birincisinin, bereketinin çokluğu ve yüksek derecesi sebebiyle “vadi-i eymen
(en bereketli vadi) ” şeklinde ifade edilmesi uygun olur. Eğer en aşağıda
bulunan vadi, vadi-i eymen’in derecelerini başkası (diğer vadi) vasıtasıyla
alıyorsa, o vadi-i eymen ’in derin kısmından ve kaynağından değil, kıyısından
su alıyor demektir. Eğer peygamberlerin ruhu aydınlatıcı bir kandil (sırâc-ı
münîr) ise ve bu ruh, “biz sana emrimizden bir ruh vahyettik (Şuarâ/52) ”
ayetinde de işaret edildiği gibi vahiy vasıtasıyla nur alıyorsa, bu durumda
kendisinden ödünç alınan şey de “ateş (nâr) ” şeklinde sembolize edilir.
Peygamberlerden istifade edenlerin bir kısmı, sırf işittiğini taklit etmekte,
bir kısmı da bâsiretten bir pay almış ise; sırf taklit edenin sembolü (misal)
“haber (bilgi- mesaj) ”, bâsiret sahibinin sembolü ise “cezve (köz) ”, “kabes
(meşale-şule) ” ve “şihâb (kıvılcım) ” dır. Zevk (bâsiret) sahibi bazı
durumlarda peygambere ortak olursa, bu ortaklığın (müşâreke) sembolü “istilâ
(ısınma-yanma)”dır. Ateşin haberini işiten değil, ancak ateşin yanında olan
ısınır. Peygamberlerin ilk menzili, his (duyu) ve hayal bulanıklığından
mukaddes âleme yükseliş ise, bu menzilin sembolü “vadi-i mukaddes (kutsal vadi)
”dir.33:>
Görüldüğü üzere Gazzâlî burada, İlâhî
nurlar ve kaynağını birçok sembolle ifade etmekte, bu nurların alındığı esas
kaynağı (ateş) ise, nûru alan varlıkların derecesine göre sembolize etmektedir.
Buna göre, ruhâni varlıkların İlâhî nurları aldıkları kaynak, “Tür (dağ)”, “Ruh
(Cebrail)” ve “Melekler” şeklinde; cismânî (arzî) varlıkların nur aldıkları
temel kaynak ise, “Rûh-u Nebevi” şeklinde ifade edilmektedir.
Yine Mişkâtil'l-envâr'’da, evliyaların
peygamberlerden peygamberlerin de meleklerden nur aldığının belirtilmesi bu
durumu izah eder mahiyettedir.[855]
Sonuçta İlâhî nurlar ve
kaynağı, varlık mertebelerine göre farklı isimlerle sembolize edilmiş olsa da,
genel olarak “ateş (nâr)” şeklinde ifade edilmiştir. Ayrıca Gazzâlî Meâricü’l-kuds'te de
ateşin “Akl-ı nebevi” veya “Faal akıf’ı sembolize ettiğini belirtmektedir.[856] [857]
İbn Sînâ da “ateş (nâr)”
lafzını “Faal akıl” veya “Külli (tümel) akıl” şeklinde yorumlamaktadır. Onun
ifadesiyle “bu mertebeleri (müstefâd aklı) aşan akıl, kendisinden nur sağlanan
ateş (nâr) gibi olur. Aklı, meleke durumundan bil-fîil hale,
n o
heyulânî halden meleke haline çıkaran faal
akıldır ki, o da “ateş (nâr)”dir. Yine Onun ifadesiyle;
“gerçek nur ve mecâzî nurla onların
araçları ve ilgili diğer sonuçlar arasındaki benzetmeden dolayı, bizzat fail,
normalde fail kabul edilene, yani “ateş”e benzetilmiştir. Çünkü ateş, aslında
renksiz olmasına rağmen aydınlatıcı kabul edilir. Aynı şekilde ateşin
kuşatması, âlemi kuşatana benzer bir şekilde temel yönleri kuşatır. Onun
kuşatması mecâzî anlamda olup, küllî aklın kuşatmasını ifade eder; bu anlamda o,
“küllî (tümel) akıl”dır.[858]
Sonuç olarak Gazzâlî,
ateşten kastedilen anlamı, “Tûr (dağ)”, “Kudsî-Nebevî ruh”, “Melekler”, “Vadi”
gibi farklı sembollerle ifade ederek geniş bir alana yaymakta; İbn Sînâ ise
“Faal akıl” veya “Küllî akıl” şeklindeki yorumuyla anlamı sınırlandırmaktadır.
C. DEĞERLENDİRME
Bu açıklamaların
ardından, Gazzâlî’nin gerek Miskcttü'l-envar’da gerekse diğer
eserlerinde yapmış olduğu yorumların eklektik bir anlayışı sergilediği
söylenebilir. Onun, iyi bir İbn Sînâ okuru ve eleştirmeni olduğu
düşünüldüğünde, yorumlarında Ondan etkilenmemesi uzak bir ihtimaldir; bu
yorumların tamamıyla İbn Sînâ’ya dayandığım söylemek de oldukça zordur.
Gazzâlî, İbn Sînâ’mn bu konudaki görüşlerini bilmekle birlikte, mutlak bir
şekilde onun yorum çizgisini benimsememiş, fakat gerekli gördüğü yerlerde bu
malzemeyi kullanmayı da ihmal etmemiştir. Onun Mişkâtü'l- envârda yaptığı
yorumlar, değindiğimiz noktalar istisna edilmek kaydıyla -ki Gazzâlî Mişkâtü'l-envâr’da. er-Rûhu’l-fikrî
ve er-Rûhu’l-kudsî en-Nebevî kavramlarım İbn Sînâ ile aynı anlamda kullanmakta
ve aynı sembollerle ifade etmektedir- İbn Sînâ5 dan farklıdır.
Çünkü O, nur ayetinin yorumunda insan nefsinin idrak kuvvetlerini esas almış,
İbn Sînâ ise bu ayeti akıllar teorisiyle izah etmeye çalışmıştır. Onun, İbn
Sînâ’mn görüşlerinin bir özeti mahiyetindeki, kendisine aidiyeti tartışmalı
olan Meâricü’l- kuds’teki yorumları dahi, genelde aynı
içerikte olmakla birlikte, bazı noktalarda -küçük nüanslarla da olsa- îbn
Sînâ’dan ayrılmaktadır. Yalnız Gazzâlî’nin, hissî ruhun hayâlî, hayâlî ruhun
aklî, aklî ruhun fikrî, fikrî ruhun da kudsî-nebevî ruh’tan sonra geldiğini vurgulayarak
bir derecelendirme yapması ve bu derecelendirmede kudsî-nebevî ruh’u son
mertebe kabul etmesi -ki İbn Sînâ da aklı ve derecelerini nefsin güçleri
şeklinde değerlendirmekte ve kudsî kuvveti aklın son mertebesi kabul
etmektedir- İbn Sînâ’mn akıl derecelendirmesini kısmen de olsa anımsatmaktadır.
Aşağıda verilen tablo konuyu daha net ortaya koyup benzerlik ve ayrılık
noktalarının tespiti hususunda yardımcı olacaktır.
Tablo 1
Nur Ayetindeki Sembollerin Karşılaştırılması
|
Gazzâlî |
İbn Sînâ |
||||
Semboller |
Mlşkâtü'l- envâr |
Mîrâcu’s- sâlikîn |
Meâricü’l- kuds |
el-İşârât |
Isbâtı'n- nübüvve |
Tefsîr-u Âyeti’n-nur |
Mlşkât (Niş) |
Hissî ruh |
Nefs |
Heyulânî akıl |
Heyulânî akıl |
Heyulânî akıl ve Nefs-i nâtık |
Hz. Muhammed |
Zücâce (Cam) |
Hayalî ruh |
Hayal kuvveti |
Bil-meleke akıl |
Bil-meleke akıl |
Bil-meleke akıl |
Hz. Muhammed (Kalbi) |
Şecer (Ağaç) |
Fikrî ruh |
Faal akıl (Küllî akıl) veya
Peygamber Muhammed (s.a.v) |
Fikri sâibe (tefekkür gücü) |
Kuvve-i müfekkire |
el- Kuvvetü’l fikriyye |
Hz. Muhammed (cismi ve bedeni) |
Misbâh (Lamba) |
Aklî ruh ve Kudsî-nebevî ruh |
Akıl (Cüz-i akıl) |
Bil-fiil akıl veya Akl-ı nebevî |
Bil-fiil akıl |
Bil-fiil akıl |
İlim ve iman nûru |
Zeyt (zeytinyağı) |
Kudsî nebevî ruh (vahiy- ilham) |
vahiy-ilham |
Sezgi (hads) |
Sezgi (hads) ve Kudsî kuvvet |
Tefekkür gücüne övgü |
Apaçık olan din |
Nâr (Ateş) |
Cebrail, melekler ve Kudsî ruh |
İlâhî nurlar veya melek (Cebrail) |
Faal akıl |
Faal akıl |
Küllî (Tümel) akıl |
Delil ve
mucize |
Nur üstüne nur |
İdrakler hiyerarşisi ve Kudsî
ruhun ateşle ittisali |
İdrak mertebeleri |
Akl-ı müstefâd ile Akl-ı fıtri'nin
birleşmesi veya Emr-i rabbânî’nin Aklı nebevî üzerindeki nuru |
Akl-ı müstefâd |
— |
İlim ve imanın birlikte bulunması |
SONUÇ
Gazzâlî Mişkâtü'l-envâr’da irfani
bir metafizik (ontoloji) ve bu metafizikle bağlantı içerisinde olan işrâkî bir
epistemoloji ortaya koymaktadır. Onun Mişkâtü'l- envdr’daki
düşünce sisteminin odak noktasını nur kavramı teşkil eder. Gazzâlî’de nur ister
somut isterse soyut olsun varolan her şeyi kapsamakta ve varlıkla eşanlamlı
olarak kullanılmaktadır.
Gazzâlî nur kavramım ve
onun ontolojik yansımalarım ortaya koyarken, görünenden görünmeyene, somuttan
soyuta, bilgiden varlığa, fizikten metafiziğe doğru yükselen ve nihayetinde
gerçek varlıkta son bulan bir çizgi takip etmektedir. Öncelikle nur, “kendisi
görünen ve diğer nesneleri gösteren şey” şeklinde tanımlanarak fiziksel boyut
ortaya konulmaktadır. Diğer aşamada nur, nesneleri göstermenin yanı sıra
onların temel ilkesi olarak tanımlanmaktadır. Tehafütü’l-felâsife"de,
somut bir şeyin soyut olan bir şeyden sudûr etmesinin imkansız olduğunu ifade
eden Gazzâlî, maddenin asıl unsuru olarak nûru (güneş enerjisi) göstermektedir.
Bilimsel olarak ortaya konulan, madenin enerjiden, yani ışınların farklı
oranlarda yoğunlaşmasından meydana geldiği, dolayısıyla âlemin, enerjinin (nur)
farklı görüntü (tezahür) ve yansımalarından ibaret olduğu tezi düşünüldüğünde,
Onun ulaştığı seviyeyi anlamak hiçte zor olmamaktadır. Somuttan soyuta doğru
yükselişte ilk adım bu noktadır.
Soyuta doğru yükselişte
ikinci adım idrak boyutunda atılmaktadır. Burada, öncelikle idrâkin asıl
mahalline vurgu yapılarak ruh, “nur” şeklinde vasıflanmış; bunu müteakiben,
önce somut varlıkları idrâk eden ve beş duyunun en işlevseli olan göz, sonra da
idrâk mertebelerinin merkezinde yer alan ve Gazzâlî’nin ifadesiyle, “insânî
varlığın hakikatini teşkil eden” akıl, “nur” şeklinde isimlendirilmiştir. İdrak
mertebeleri içersinde nur ismini en fazla akıl hak etmektedir. Bu aşamada epistemolojiyle
ontoloji arasında bir birliktelik ve geçişlilik gözlemlenmektedir. Zira
Gazzâlî’ye göre bilmek, bir bakıma var olmak demektir.
Somuttan soyuta geçişte
asıl halka akıl ile tamamlandıktan sonra fenomenal varlık alanından metafizik
varlık alanına bir sıçrama yapılmaktadır. Bu bağlamda, aklın en ileri noktası,
yeryüzü ruhlarının kaynağı ve asıl sûreti, metafizik alanla ilişki kurabilen
asıl güç olarak kabul edilen kudsî-nebevî ruh ve kudsî nebevi ruhun da nur
aldığı, onu yetkinleştirmede aracı unsur olan meleklerin cevherleri nur
şeklinde isimlendirilmektedir. Gazzâlî, akıllan yetkinleştiren temel unsurun
Kur’ân-ı Kerim olduğunu ifade etmektedir. Meşşâî fılozoflarca aklı
yetkinleştiren temel unsur olarak kabul edilen ve felsefî terminolojide “Faal akıl”,
dini terminolojide ise “Rûhu’l-kuds veya Cebrail” şeklinde isimlendirilen
varlığa, Gazzâlî ontolojisinde tamamıyla aracı bir rol biçilmekte, aklı
yetkinleştiren asıl unsurun faal akıl değil Allah’ın kelamı olduğu özellikle
vurgulanmaktadır. Bu nokta Gazzâlî metafiziğinin orijinal yönlerinden
birisidir.
Gazzâlî metafiziğinin
nihai noktası, yaratma ve emir elinde olan, öncelikle yaratan sonra da bunu
devam ettiren, mutlak hak ve zatıyla hakîkî olan ve de “nur”, “nurların
bütünü”, “küllî nur”, “İlknur”, “nurların nûru”, “en yüce ve yüksek nur”, “tek
gerçek nur” şeklinde vasıflanan Allah Teâlâ’dır. Gazzâlî’nin, modem
ontolojinin de esas aldığı, var olanlardan hareketle “nur” şeklinde ortaya
koyduğu varlığı tanımaya ve tanımlamaya çalışması, bir gelişim vetiresi
sonucunda da tüm var olanlarda ortak olan, “nurların bütünü” veya “küllî
nur” şeklinde isimlendirdiği bir varlığa ulaşması, Gazzâlî
metafiziğinin en orijinal yönünü oluşturmaktadır.
Gazzâlî, ontolojinin
merkezine hakîkî varlığı oturttuktan sonra, Platon’u anımsatan fakat ondan
oldukça farklı olan bir yaklaşımla varlığı “hakîkî ve mecâzî (âriyet)” şeklinde
ikiye ayırmaktadır. Ayrıca bu kategorik ayrım eserde, felsefî-kelâmî gelenekte
örneğine bolca rastladığımız “zorunlu-mümkün” şeklinde de ifade edilmektedir.
Bu bağlamda Gazzâlî, varlığın özünde zorunlu veya mümkün olamayacağını, bir
şeyin ancak başkasına nisbetle zorunlu veya mümkün şeklinde nitelenebileceğini,
bunların izâfetlerden başka bir şey olmadığını, dolayısıyla, gerçek anlamda
varlığın, ancak “hakîkî” ve “mecâzî” şeklinde ortaya konabileceğini
belirtmektedir. îbn Sînâ tarafından ortaya konulan ve ileride îbn Rüşd
tarafından şiddetle eleştirilecek olan “zatıyla zorunlu (vacip bizatihi)” ve
“başkasıyla zorunlu (vacip bigayrihi)” şeklinde yapılan ayrım, Gazzâlî
tarafından “varlıkta Allah’tan başka bir şey yoktur, çünkü onun dışındaki her
şey zatı itibariyle salt yokluk olup, ancak onun vechinden varlık
kazanmışlardır” şeklinde sistematize edilmekte ve bu lafızlar kavramsal alanla
sınırlandırılmak suretiyle rehabilite edilmeye çalışılmaktadır.
Varlıkta hakikati ön
plana çıkaran ve Allah’tan başka hiçbir varlığın zatında hakikati olmadığım
özellikle vurgulayan Gazzâlî, bu bağlamda tartışılan ve varlıktaki
zorunlu-mümkün ayrımı neticesinde ortaya çıkan varhk-mahiyet ilişkisine de
değinmektedir. O, Tehâfütü’l-felâsife’de, “zorunlu varlığın salt
varlıktan ibaret olduğu, varlığı dışında bir mahiyeti bulunmadığı, mümkün
varlıklarda mahiyet mesabesinde olan şeyin zorunlu varlıkta Onun vücudunun
zorunluluğundan başka bir şey olmadığı” şeklindeki Fârâbî ve İbn Sînâ’nm ortaya
attığı görüşü şiddetle eleştirip, mahiyeti inkar etmenin hakikati inkar etmek
anlamına geleceğini ifade ettikten ve varlığın hakikatinin asaletini
vurguladıktan sonra, Mişkâtü'l-envâr"da zorunlu varlığın da
bir mahiyeti olduğunu fakat bunun bilinemeyeceğini; çünkü, Onun her türlü
nisbetten uzak olup ancak Rubûbiyyet sıfatlarıyla bilinebildiğim ortaya
koymaktadır. Dolayısıyla Gazzâlî, Tanrının bir mahiyeti olduğunu fakat bunun
bilinemeyeceğini belirterek bu konuda tamamıyla agnostik bir tutum
sergilemekte, varhk-mahiyet ayrımının zihinsel anlamda mümkün olabileceğini,
reel anlamda ise bunun imkansız olduğunu ifade etmektedir. Varlık mahiyet
ayrımı konusunda Gazzâlî’nin ortaya koyduğu görüşler ve eleştiriler ileride İbn
Rüşd tarafından benzer bir şekilde tekrarlanacaktır.
Zorunlu-mümkün ayrımı
çerçevesinde ortaya çıkan ve eserde Tann-âlem ilişkisi bağlamında tartışılan
konulardan en önemlisi, “varlığın zorunlu varlıktan sudûr’u”, bir başka ifadeyle
yaratma problemidir. Mişkâtü'l-envâr'’da yaratma konusunun sudûr
bağlamında tartışıldığı, dolayısıyla Gazzâlî’nin sudûr nazariyesini kabul
ettiği iddialarına karşılık, eserde sudûr’u anımsatan ciddi pasajlar olmakla
birlikte, bunun bilinen manada (varlık verme) bir sudûr olmadığım ifade
edebiliriz. Eğer Mişkâtü'l-envâr"da geçen bazı ifadelerden
yola çıkarak Gazzâlî’nin sudûr nazariyesini benimsediğini kabul edecek olursak,
bu durumda eserin birinci bölümüyle üçüncü bölümü arasında ciddi bir tenakuz
ortaya çıkacaktır ki, her iki bölümde de kullanılan sembolik ifadelerin aynı
olması bu çelişkiyi ortadan kaldırmakta ve bize göre bu tarz bir yorumu
imkansız kılmaktadır. Gazzâlî’nin feyz anlayışının büyük bir bölümü
epistemolojik mahiyettedir. Soyut varlılar arasında cereyan eden ve ontolojik
bir içeriğe sahip olan feyezân ise karşılıklı alış verişten ve etkileşimden
ibaret olup sırf yetkinleştirmeyle sınırlıdır. “Her şeyin kaynağının Allah
olduğu” veya “her şeyin Onun zatına dayandığı” tarzındaki sudûr’u anımsatan
sözlere gelince; bunlar mutlak fâilin Allah olduğu vurgulanmak üzere söylenmiş
mecâzî ifadelerden başka bir şey değildir.
Gazzâlî, sudûr’un veya
yaratmanın direkt olarak Allah’ın zatından kaynaklanmadığım ifade etmek ve zatı
çokluktan ve her türlü nisbetten tenzih etmek amacıyla, Mişkâtü'l-envâf
da Mutâ ismini verdiği bir niteliği ön plana çıkarmakta ve
Eş’arîler’in Emir veya Kelam nazariyelerine benzeyen yepyeni bir nazariye
geliştirmektedir. Mîşkâtü'l-envâr’da Mutâ, farklı eserlerinde
ise Emir veya Kelime şeklinde ifade edilen ve mahiyeti kapalı tutulan -sadece
mutlak vahdaniyete aykırı bir sıfatla vasıflandığı belirtilen- bu nitelik,
yaratmayı önceleyen temel öncül olarak belirlenmiştir. Gazzâlî’nin, Meşşâî felsefe
bir tarafa Batlamyus’un kozmolojisinden ve Bâtmî-İsmailî görüşlerden yana taviz
verdi dedirten, bununla birlikte Hıristiyan ontolojisini de anımsatan bir
tarzda “Mutâ” şeklinde isimlendirdiği bir nitelikten bahsetmesi, Aristo’nun
Allah için kullandığı muharrik nitelemesini Mutâ için kullanması ve Yeni
Platoncu akıl-ruh-madde üçlemesini hatırlatır bir tarzda, Mutâ vasıtasıyla
yaratılan varlığı ve bölümlerini “İlk akıl (Rûhü’l-kuds) ve Faal akıllar
(mukarreb melekler)”, “Kudsî-nebevî ruh ve diğer ruhlar”, “madde ve cisim”
şeklinde sıralaması, eserdeki felsefî tesirlerin büyüklüğünü gözler önüne
sermektedir. Yalnız yeri gelmişken şunu da ifade edelim ki; "Mişkâtü'l-envâr'daki görüşlerin
tamamıyla filozoflara dayandığı”, “Mişkâtü'l-envâr'da. Yeni
Platoncu görüşlerin yoğun bir şekilde kullanıldığı” tarzındaki ifadelerden
hareketle, “Gazzâlî’nin Yeni Platoncu bir filozof olduğu” veya ^Mîşkâtü'l-envâr’m İbn
Sînâ felsefesinin açılımından başka bir şey olmadığı” şeklindeki
değerlendirmeler fazla tutarlı değildir. Eserdeki felsefî tesirlerin ve felsefî
boyutun büyüklüğü ortadadır. Fakat eserin tasavvufî, kelamî, hatta bâtmî yönü
de küçümsenmeyecek derecede önemlidir. Dolayısıyla bu tarzda bir değerlendirme,
sadece eserdeki bâtınî yorumları görerek Gazzâlî’yi “Bâtmî” şeklinde
nitelendirmekten farklı değildir. Bu, Gazzâlî’nin çok yönlü kimliğiyle ilgili,
bu güne kadar aşılamamış, bundan sonra da aşılması zor olan ciddi bir
problemdir.
Gazzâlî, bir hiyerarşi
içersinde gelişen nur telakkisi ve Tanrı tasavvurları bağlamında ortaya koyduğu
varlık düşüncesi sonucunda “Vahdet-i vücûd” nazariyesini hatırlatan bir
anlayışa ulaşmaktadır. Bu sebeple de Gazzâlî’nin, “Panteist bir filozof’ veya
“Vahdet-i vücûd anlayışım benimsemiş bir sûfî” olduğu iddia edilmektedir. Her
ne kadar Fârâbî ve îbn Sînâ’da olduğu gibi Gazzâlî’nin de Vahdet-i vücûd’cu bir
filozof olduğunu iddia etmek zor ise de, Onun varlık düşüncesinin dayandığı ve
felsefeyi getirdiği zirve noktası burasıdır. îbn Sînâ tarafından zatıyla
zorunlu varlık (Vâcibü’l vücûd bizâtihi) ve başkasıyla zorunlu varlık (Vâcibü’l
vücûd bigayrihi ) ayrımı çerçevesinde, Tanrıdan başka hiçbir şeyin varlığının
kendisinden (bizâtihi) ve kendisi için (lizâtihi) olmadığı, tüm varlıkların
zorunlu olarak ona dayandığı şeklinde ortaya konulan ve Vahdet-i vücûd
anlayışına oldukça yaklaşan görüş, Gazzâlî tarafından “Allah’tan başka varlık
yoktur, diğerleri zatları itibariyle salt yokluk olup Onun vechinin
yansımalarıdır” şeklinde formülize edilmek suretiyle, bu iki ontolojik
perspektif arasındaki kavramsal ve düşünsel mesafe verimli bir diyalogu
başlatacak şekilde tamamen kapatılmıştır. Artık Gazzâlî’den sonra felsefe bu
çizgi üzerinde devam edecek ve Vahdet-i vücûd anlayışı İbn Arabi ile birlikte
zirveye ulaşacaktır.
Gazzâlî ontolojisinin ve
epistemolojisinin dayandığı, farklı isimlerle anılmakla birlikte, genelde
Melekût âlemi ve Şehâdet âlemi şeklinde isimlendirilen varlık alanlarının
merkezinde insan vardır. Tamamıyla birbirinden farklı iki ilkeden meydana
gelmiş olan insan, bio-psişik varlık yapısı itibariyle evrenin küçük bir
nüshasını oluşturur. îhvan-ı Safâ’nın anlayışını hatırlatan bu görüşe göre, var
olanların tamamı, evrenin küçük bir örneği kabul edilen insanın yapısında,
insan için vardırlar. Bu mükemmel yaratılışa sahip olan insan, amaçları
bakımından tabiat varlığı olarak değil düşünen varlık olarak, hatta ulvî âleme
yükselme amacı olan bir varlık olarak sistemde önemli bir yer işgal etmektedir.
Felsefî antropolojide olduğu gibi, bu boyut insanın varlıksal (ontolojik)
mükemmellik şartıdır. Bu açıdan Gazzâlî felsefesini, “insan merkezli” bir
felsefe olarak değerlendirmek uygun olacaktır.
Gazzâlî
epistemolojisinde insan, varlığın tamamını temsil eden ve birbirleriyle çeşitli
bağlantılar içerisinde olan’ bir idrâk hiyerarşisine sahiptir. Tamamı İlâhî
nur’un yansımaları olup “nur” şeklinde isimlendirilen ve ruhun güçleri olduğu
ifade edilen bu algısal donanımla varlık cinsleri arasında sıkı bir bağlantı
vardır. Her idrâk yetisi kendisine has varlık alanım algılayacak bir güçte
yaratılmıştır. Bu idrak merdiveninin ilk basamağında maddi olanı algılayan
“Hissi ruh” vardır. Ondan sonra, duyu verilerini saklayan ve onun üzerinde
birleştirme ve ayrıştırma gücüne sahip olan “Hayâli ruh” yer almaktadır. Bu
aşamadan sonra, daha önceki aşamalarda bulunmayan bir takım soyut şeyleri idrâk
eden, zorunlu olanın zorunlu, mümkün olanın da mümkün olduğunu apriorik olarak
bilen ve insana has asıl cevher olan “Aklî ruh” bulunmaktadır. Zârûrî bilgiler
üzerine inşa edilmiş olan ve akim çıkarım gücünü, yani teorik yönü yansıtan
idrak yetisi “Fikrî ruh” ile sembolize edilmiştir. Fârâbî ve İbn Sinâ’da “kudsî
akıl” ismiyle tanıdığımız, inşam metafizik varlık alanıyla ilişki içerisine
sokan, peygamberlere ve bir kısım evliyaya mahsus olup aklın en son aşamasını
temsil eden güç, Gazzâlî’de “Kudsî-Nebevî ruh” ismiyle sembolize edilmektedir.
İnsanın algısal donanımına ilişkin bu psikolojik yapı ve algılama faaliyetleri,
genelde filozofların anlayışına yakın bir tarzda, aynı kavram ve görüşler
kullanılarak tasvir ve tahlil edilmektedir.
Epistemolojik anlamda
eserde ortaya çıkan en ciddi problem aklın gücü, alanı ve sınırlarıyla
ilgilidir. Gazzâlî’nin aklın metafizik alanda başarısız olduğuna dair bilinen
meşhur görüşüne karşın Mişkâtü’l-emâr'âac akim sınırsız bir
etkinlik gücüne sahip olduğu ve Melekût âleminde dilediği gibi tasarruf ettiği
açıkça ifade edilmektedir. Aslında burada ortaya çıkan problem, akim farklı
anlamlardaki, alanlardaki ve şekillerdeki kullanımlarının göz ardı edilmesinden
kaynaklanmaktadır. Gazzâlî’nin sınırsız etkinlik gücüne sahip olduğunu
söylediği akıl, “insânî varlığın kendisine has cevheri ve doğal yetkinlik”
şeklinde tanımladığı, ruh veya nefs ile eşanlamlı olarak kullanılan akıldır.
Akıl (ruh) Allah’ın emri olması itibariyle Melekût âlemine aittir ve orada
dilediği gibi tasarruf etmektedir. Gazzâlî’nin metafizik âlemde başarısız
olduğunu ifade ettiği akıl ise, ilk aklî bilgiler üzerinde temellendirilen,
mantık ilminin temel prensiplerine dayanan ve Mişkâtü'l-envâr'Aa. “Fikrî
ruh” şeklinde sembolize edilen teorik akıldır. Gazzâlî, teorik aklın metafizik
alanla ilgili yeterli donanıma ve öncüllere sahip olmadığı için kesin sonuçlara
ulaşamadığım belirtmekte, belli öncüller elde edildiğinde ise bir kısım
sonuçlara ulaşılabileceğine inanmaktadır. Dolayısıyla bu, aklın gücü, alanı ve
sınırlarıyla ilgili değil, kullanımıyla ilgili bir problemdir.
Bu bağlamda ortaya çıkan
diğer bir problem, Gazzâlî’nin akim üzerinde bir idrak alanı ve akıldan ayrı
bir idrak yetisi kabul edip etmediğidir. Onun, sırdan algı ve kavrayış
yetileriyle idrâk edilemeyen, ancak kalp gözü ile algılanabilen bir varlık
alanı ve akıldan ayrı, apayrı bir idrak yetisi kabul ettiği iddia edilmektedir.
Gazzâlî’nin kudsî- nebevî ruh adım verdiği ve akim bir yönüyle algılanamayan
şeyleri idrâk eden bir yeti kabul ettiği doğrudur; fakat bunu akıldan ayrı
değerlendirmek yanlıştır. Mişkâtü'l- envâr'da ortaya konulan,
Aklî ruh, Fikrî ruh ve Kudsî-Nebevî ruh kavramlarının tamamı aklın farklı
işleyiş tarzlarını ifade etmektedir. Dolayısıyla Gazzâlî için söylenen, “aklen
metafiziğin imkanına inanmadığı, akim üzerinde “kalp gözü” şeklinde
isimlendirilen bir idrak yetisi kabul ettiği” tarzında ifade edilen klişeleşmiş
sözler bu yönüyle geçerliliğini yitirmektedir. Akıl sadece tek cepheden
değerlendirildiğinde; Gazzâlî’ye göre metafizik bilginin aklen imkansız olduğu
ve aklın üzerinde ayrı bir idrak alanı ve idrak yetisi kabul ettiği tezi doğru
olacaktır; fakat akıl, Gazzâlî’nin bakış açısıyla, bütün yönleriyle
değerlendirildiğinde, bu tarz iddialar büyük oranda geçerliliğini yitirecektir.
Sözlerimizi tamamlamadan
önce şu hususları da ifade edecek olursak; Gazzâlî’nin Mişkâtü'l-envâr'da metafizik
bir sistem kurma çabasında olduğu iddialarına katılmadığımızı öncelikle
belirtmeliyiz. Gazzâlî, her ne kadar metafizik alanda belli yöntemlerle belli
bilgilerin elde edilebileceğini ifade etmiş olsa da, bunun bir sistem kuracak
şekilde yeterli bir seviyeye ulaşacağına inanmamaktadır. Nitekim O, metafizik
konularda zihninin oldukça dağımk olduğunu ve kesin bir sonuca da
ulaşamadığını Mişkâtü'l-envâr'va son paragrafında itiraf
etmektedir. Eğer kuşatıcı bir şekilde metafizik alana ait bilgiye ulaşılmış
olsaydı, bilinen her şeyin bilenin kudret ve tasarrufu altına girmesi
sebebiyle, kâdiri mutlak olan bir varlıktan ve Onun yaratmasından söz etmenin
bir anlamı kalmayacaktı. Gazzâlî Mişkâtü'l-envâr, da sadece
felsefî tutumlar karşısında takındığı tavrı ve kabul ettiği görüşleri ortaya
koymakta ve adeta meydan okurcasına metafizik hakikatlerin nasıl ifade
edilebileceğinin -sembolik ifade kalıplarıyla- basit bir numunesini
sergilemektedir. Bu basit girişim bile felsefenin çizgisini değiştirmeye
yetecek, nur metafiziği çerçevesinde işrâkî felsefenin ve tasavvufî düşüncenin
önü tamamıyla açılacaktır. O, aklî ilerlemenin önünü kestiği tarzındaki, adeta
gelenek haline gelmiş olan ve kısır bir döngü içerisinde günümüze kadar süre
gelip giden sığ tartışmaların içerisine sığmayacak kadar büyük bir şahsiyettir.
KAYNAKÇA
Kitaplar:
ACEM, Refik, Mustalahat-ı îmam Gazzâlî, Beyrut:
Mektebetü Lübnan, 2000.
AFÎFÎ, Ebu’l-Alâ, Müslümanların
Logos/Kelime Nazariyeleri (İslam Düşüncesi
Üzerine Makaleler içinde) Çev. Ekrem Demirli, İstanbul: İz Yayıncılık, 2000.
ALTINTAŞ, Hayrani, İbn Sînâ
Metafiziği, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1997.
ALÛSÎ, Mahmud b. Abdullah, Ruhü'l-meânî, tsh., Muhammed b.
Arab, Beyrut: Daru'l-fıkr, 1997.
ARİSTOTELES, Metafizik, Çev. Ahmet Arslan, 2. bs.,
İstanbul: Sosyal Yayınları, 1996.
ARSLAN, Ahmet, Felsefeye Giriş, Ankara:
Vadi Yayınları, 1994.
. İbn Haldun’un İlim ve Fikir Dünyası, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987.
ASTER, Emst Von, Bilgi Teorisi ve Mantık, Çev. Macit
Gökberk, 3. bs., İzmir: Sosyal Yayınları, 1994.
ATAY, Hüseyin, Fârâbî ve İbn Sînâ’ya Göre Yaratma, Ankara:
AÜİF Yayınları, 1974.
. İbn Sînâ’da Varlık Nazariyesi, Ankara: Gelişim Yayınları, 1983.
ATEŞ, Süleyman, İşârî Tefsir Okulu, Ankara:
AÜİF Yayınları, 1974.
AYDIN, İbrahim Hakkı, Fârâbî’de Metafizik
Düşünce, İstanbul: Bil Yayınları, 2000.
AYDIN, Mehmet, Din Felsefesi, 3. bs.,
Ankara: Selçuk Yayınları, 1992.
A YER, Alfred Jules, Dil Doğruluk ve Mantık, Çev. Vehbi
Hacıkadiroğlu, İstanbul: Metis Yayınlan, 1984.
AYNÎ, Mehmet Ali, Huccetü’l-İslam İmam Gazzâlî, İstanbul:
Matbaayı Âmire, h. 1327.
BAYRAKTAR, Mehmet, İslam Felsefesine
Giriş, Ankara: TDV Yayınları, 1997.
. Tasavvuf ve Modern Bilim, İstanbul: Seha Neşriyat, 1989.
BEDEVÎ, Abdurrahman, Eflâtun İnde’I-Arab, 3. bs., Kuveyt:
Vekâleti’l-matbûât, 1977.
'. Müellefâtü’l-Gazzâlî, 3. bs., Kuveyt:
Vekâleti’l-matbûât, 1997.
BEHİY, Muhammed, İslam Düşüncesinin İlâhî Yönü, Çev. Sabri
Hizmetli, Ankara: Fecr Yayınevi, 1992.
BİLGİN, M. Sıraç, Zarathustra (Zerdüşt), İstanbul:
Berfın Yayınları, 1995.
BİLMEN, Ömer Nasûhî, Büyük Tefsir Tarihi
(TabakâtüT-müfessirîn), İstanbul: BilmenYaymevi, 1975.
BİRAND, Kamiran, İlkçağ Felsefesi
Tarihi, 2. bs., Ankara: AÜİF Yayınları, 1964.
BOL AY, S. Hayri, Aristo Metafiziği ile Gazzâlî Metafiziğinin
Karşdaştınlması, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1976.
BOUYGES, Maurice, Essai de Chronologie des Qeuvres de al-Ghazali
(AlGazel), Beyrouth: Imprımene Catholıque, 1999.
BULUT, Faik, İslam Komüncüleri
(Karmatîler), Ankara: Doruk Yayıncılık, 1997.
BURSEVÎ, İsmail Hakkı, Ruhu'l-beyân, İstanbul:
Mektebet-ü Eser, 1996.
CÂBİRÎ, Muhammed Abid, et-Türâs ve’l-hadâse, Beyrut:
el-Merkezü’s-sekâfiyyi’l- Arabî, 1991.
CEVHERÎ, Ebu Nasr İsmail b Hammad, es-Sıhâh Tâci’l-Iuga ve
Sıhâhi’l-Arabiyye, thk., Ahmed Abdülgafiır Attar, 4. bs., Beyrut:
Daru’l-ilm li’l-melâyin, 1990.
CEVİZCİ, Ahmet, İdealar Kuramı, Ankara:
Gündoğan Yayınlan, 1989.
. İlkçağ Felsefesi Tarihi, Bursa: Asa Kitabevi, 1998.
CİHAN, A. Kamil, İbn Sînâ ve Gazzâlî’de Bilgi Problemi, İstanbul:
İnsan Yayınları, 1998.
COPLESTON, Fredrick, Felsefe Tarihi “Platon”, Çev. Aziz
Yardımlı, 3. bs., İstanbul: İdea Yayınları, 1995.
CORBİN, Henry, İslam Felsefesi Tarihi, Çev. Hüseyin
Hatemi, İstanbul: İletişim Yayınları, 1986.
CÜRCÂNÎ, Seyyid Şerif, et-Ta'rîfât, thk., Abdurahman
Ümeyye, Beyrut: Âlemü'l- kütüb, 1987.
ÇOTUTSÖKEN, Betül, Felsefî Söylem
Nedir?, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 1994.
ÇUBUKÇU, İbrahim Agah, Gazzâlî ve Bâtınîlik, Ankara:
Resimli Posta Matbaası, 1964.
ÇÜÇEN, A. Kadir, Felsefeye Giriş, Bursa:
Asa Kitabevi, 1999.
DURUSOY, Ali, İbn Sînâ Felsefesinde İnsan ve Âlemdeki Yeri, İstanbul:
MÜİF. Vakfı Yayınları, 1993.
DÜNYA, Süleyman, el-Hakîkatü fî Nazari’
1-Gazzâlî, Kahire: Dâru’l-meârif, 1980.
DÜZGÜN, Şaban Ali, Nesefî ve İslâm Filozoflarına Göre Allah-Âlem
ilişkisi, Ankara: Akçağ Yayınları, 1998.
EBU ZEYD, Nasr Hamid, Mefhumü’n-nas Dirâse fî Ulûmi’l-Kur’ân, Kahire:
el- Hey’etü’l-Mısriyye fı’l-amme, 1990.
FAHRİ, Mâcid, İslam Felsefesi Tarihi, Çev. Kasım Turhan,
İstanbul: Ayışığı Kitapları, 1998.
FÂRÂBÎ, el-Medinetü’l-fâzıla, thk., Albir Nasri Nadir, 5.
bs., Beyrut: Dâru’l-meşnk, 1985, T: İdeal Devlet, Çev. Ahmet
Arslan, 2.bs., İstanbul: Vadi Yayınları, 1997.
. es-Siyâset’ül-medeniyye (Mebâdiü’l-mevcudât), 2. bs., Beyrut: Dâru’l-meşrik, 1987, T: es-Siyâset’ül-medeniyye
veya Mebâdiü’l-mevcudât, Çev. M. Aydın, A. Şener ve M. Rami Ayaş,
İstanbul: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1980.
. et-Ta’Iîkât, (Resâil-ü Fârâbî içinde), Haydarabad:
DairetüT-meârifiT- osmâniyye, 1926.
. Fusûsü’I-hikem, (es-Semeretü’l-marzıyye içinde), Friedrich Dieterici,
Leinden: A. J. Brill, 1890.
. Uyûnü’l-mesâil, (es-Semeretü’l-marzıyye içinde)
. Zinûni’l-Kebîri’l-Yunâniyye, (Resâil-ü
Fârâbî içinde)
FAZLURRAHMAN, İslam, Çev. M. Dağ ve M. Aydın, 3. bs.,
Ankara: Selçuk Yayınları, 1998.
FETTENÎ, Ali el-Hindi, Tezkiratü’l-mevzûât, y.y.,
tsz.
FİLİZ, Şahin, İslam Felsefesinde Mistik Bilginin Yeri, İstanbul:
İnsan Yayınları, 1995.
FREKE, Timothy ve GANDY Peter, Hermetika (Hermes’in Kayıp
Sözleri), Çev. Semra Tuna, İzmir: Ege Meta Yayınları, 2000.
GAİDNER, W. H. T, Al-Ghazzâlî’s Mıshkât al-Anvâr, New
Delhi, Kitab Bahravan, 1991.
GAZZÂLÎ, Ahmed, Ahmed Gazzâlî ve Tevhîd’de Tecrid, Çev.
Mustafa Özdamar, İstanbul: Kırk Kandil Yayınlan, 1997.
GAZZÂLÎ, Muhammed, Bidâyetü’l-hidâye, (Mecmûatü Resâil içinde),
Beyrut: Daru’l-kütübü’l-ilmiyye, tsz. c.V, T: Hidâyet Rehberi, Haz.,
Veysel Akaya, İstanbul: İnsan Yayınları, 2003.
. Cevâhiru’l-Kur’ân ve dürarühû, 7. bs, Beyrut:
Daru’l-âfaki’l-cedide, 1990, T: Kurân’dan Cevherler, Çev. H.
Suudi Erdoğan, İstanbul: Hisar Yayınevi, 1970.
. el-Ecvibetü’l-Gazzâliyye fi’l-mesâili’l-uhreviyye, (Madnûnü’s- sağîr),
(Mecmûatü Resâil içinde), c.IV, T: Küçük Madnun,
(İki Madnun içinde) Çev. Sabit Ünal, İzmir: DEÜİF. Vakfı Yayınları,
1988.
. el-Erbaîn fi usûli’d-dîn, thk., Muhammed Câbir, Mısır: Mektebetü’l-
cündî, 1963, T: Kırk Esas, Çev. Yaman Arıkan, İstanbul: Eskin
Matbaası, 1970.
. el-Hikme fi mahlûkâtillâhi Azze ve Celle, (Mecmûatü Resâil içinde), c.I, T: Varlıkların Yaratılış Hikmetleri, Çev.
Haşan Akarsu ve Mürsel Sıradağ, İstanbul: Dede Korkut Yayınları, 1971.
. el-İktisâd fi’l-İtikâd, nşr: İbrahim Agah
Çubukçu- Hüseyin Atay, Ankara: AÜİF. Yayınları, 1962, T: îtikadda Orta
Yol, Çev. Kemal Işık, Ankara: AÜİF. Yayınları, 1971.
. el-Kânûnu’l-küllî fi’t te’vîl, (Mecmûatü Resâil içinde), c.VII, Kânûnü ’t- te ’vîl, Çev. Bilal
Aybakan, (İADGÖS. içinde)
. el-Kıstâsü’l-müstekîm, (Mecmûatü Resâil içinde), c.III, T: el- Kıstâsü’l-müstekîm, Çev. Yaman
Arıkan, İstanbul: Eskin Matbaası, 1971.
. el-Madnûn bih alâ
gayr-ı ehlih, (Madnûnü’l-kebîr), (Mecmûatü
Resâil içinde), c.IV, T: Büyük Madnun,
(İki Madnun içinde)
. el-Maksadü’l-esnâ fî şerhi meânî esmâillâhi’l-hüsnâ, thk., Fazlühü Şehâde, 2. bs., Beyrut: DarüT-meşnk, 1986, T: Esmâ-i
Httsnâ Şerhi, Çev. M. Ferşat, İstanbul: Ferşat Yayınları, 1972.
. el-Meârifü’l-akliyye, (Düşünme, Konuşma ve Söz Üzerine), Çev. A. Kamil Cihan, 2.bs., İstanbul: İnsan Yayınları, 2003.
. el-Munkızu mine’d-Dalâl, (Mecmûatü Resâil içinde), c.VII, T: el- Munkız Şerhi ve Tasavvuf! İncelemeler, Haz:
A. Mahmud, Çev. Salih Uçan, İstanbul: Kayıhan Yayınları, 1990.
. el-Mustasfâ min ilmi’l-Usûl, thk. Hazma b. Züheyr
Hâfız, Medine, tsz., T: İslam Hukukunda Deliller ve Yorum
Metodolojisi, Çev. Yunus Apaydın, Kayseri: Rey Yayıncılık, 1994.
. er-Risâletü’I-iedünniyye, (Mecmûatü Resâil içinde), c.III, T: Ledün Risalesi, Çev.
Yaman Arıkan, (Arifler Yolu içinde), İstanbul: Uyanış
Yayınları, 1972.
. Esâsü’l-kıyâs, thk., Fehd b. Muhammed es-Serhân, Riyad:
Mektebetü’l-ubeykân, 1993.
. Eyyühe’l-veled, (Mecmûatü Resâil içinde), c.III,
T: Eyyühe’l-veled, (Arifler Yolu içinde)
. Faysalu’t-tefrika, (Mecmûatü Resâil içinde), c.III, T: İman-Küfür Sınırı, Çev. A. Turan
Arslan, İstanbul: Risale Basm-Yaym, 1992.
. Fedâihu’l- bâtmiyye/el-Mustazhirî, thk. Abdurahman Bedevi, Kahire: DaruT-kavmiyye, 1964, T: Bâtmiliğin
İçyüzü, Çev. Avni İlhan, TDV Yayınları, Ankara, 1993.
. Hülâsatü’t-tesânîf fî’t-tasavvuf, (Mecmûatü Resâil içinde), e.II, T: İrfan Ordusunun El Kitabı, Çev. Ahmet
İnce, İstanbul: Fatih Matbaası, 1968.
. İhyâu
ulûmi’d-din, 4. bs, Beyrut: Daru’l-hayr, 1997, T: İhyâu
ulûmi’d-din, Çev. Ahmet Serdaroğlu, İstanbul: Bedir Yayınevi, 1974.
. İlcâmü’l-avâm an ilmi’l-kelâm, (Mecmûatü Resâil içinde), c.IV, T: Halkın Kelâmî Tartışmalardan Korunması, Çev.
Sabit Ünal, İzmir: DEÜİF Vakfı Yayınları, 1987.
. İmam Gazzâlî’nin Kasidesi, Çev. Cüneyt Eren, Ekev
Akademi Dergisi, c.II, S.III, Kasım, 2000, s.85-90.
. İmam Gazzâlî’nin Mektupları, haz. Abdül Kayyum, Çev.
Gürsel Uğurlu, İstanbul: İnkılap Yayınları, 2002.
. Kavâidü’l-akâid, thk., Musa Muhammed Ali,
2. bs., Beyrut: Alemü’l- kütüb, 1985, T: Akâid Esasları,
(el-Kıstâsü’l-müstekîm içinde)
. Kimyâ-yı Saâdet, Çev. A.Faruk Meyan,
İstanbul: Bedir Yayınevi, 1969.
. Kitâbu Kavâsimi’l-bâtmiyye (Gazzâlî’nin Bâtmîlerin Belini Kıran
Delilleri), Çev. Ahmet Ateş, AÜİF Dergisi, 1954,
c.I-II, s.23-55.
. Makâsıdu’l-felâsife, nşr. Muhiddin Sabri
el-Kürdî, 1. bs., Mısır, Matbaatü’s-saâde, tsz., T: Felsefenin Temel
İlkeleri, Çev. Cemâlettin Erdemci, Ankara: Vadi Yayınları, 2001.
. Meâricü’l-kuds fi medârici ma’rifeti’n-nefs, Beyrut: DaruT-kütübüT- ilmiyye, 1998, T: Hakikat Bilgisine
Yükseliş, Çev. Serkan Özburun, İstanbul: İnsan Yayınları, 2002.
. Mihakku’n-nazar fi’l mantık, thk. Refik
el-Acem, Beyrut: Daru’l- Fikrî’l-Lübnânî, 1994, T: Düşünmede Doğru
Yöntem, Çev. Ahmet Kayacık, İstanbul: Ahsen Yayınları, 2002.
. Minhâcü’l-ârifîn, (Mecmûatü Resâil içinde), c.III, T: Arifler Yolu, Çev. Yaman Arıkan,
İstanbul: Uyanış Yayınları, 1972.
. Mîrâcu’s-sâlikîn, (Mecmûatü Resâil içinde), Beyrut: Daru’l-kütübüT- ilmiyye, tsz., c.I, T: Hak
Yolcularının Mîrâcı, Çev. Yaman Ankan, İstanbul: Eskin Matbaası, 1971.
. Mişkâtü’I-envâr, nşr., Ebu’l-Alâ
el-Afîfî, Kahire: Daru’l-kavmiyye, 1964, T: Nurlar Feneri, Çev.
Süleyman Ateş, İstanbul: Bedir Yayınevi, 1994.
. Mîyâru’I-ilm fî
fenni’l-mantık, Beyrut: Daru’l-Endelüs, tsz.
. Mîzânü’l-amel, nşr: Süleyman Selim el-Bevvâb, Beyrut:
Daru’l-hikme, 1986, T: Amellerde İlâhî Terazi, Çev. Abdullah
Aydın, İstanbul: Aydın Yayınevi, 1971.
. Ravdatü’t-tâlibîn, (Mecmûatü Resâil içinde), c.II, T: Tasavvufun Esasları, Çev. Ramazan
Yıldız, İstanbul: Şamil Yayınları, tsz.
. Risâletü’t-tecrîd fî kelimeti’t-tevhîd, (Tevhîd ve Ledün Risalesi içinde), Çev. Serkan Özburun ve Yusuf Özkan Özburun, İstanbul: F ur kan
Yayınları, 1995.
. Tehâfütü’l-felâsife, nşr: Maurice Bouyges,
Beyrouth: Imprımerıe Cathohque, 1927, T: Filozofların
Tutarsızlığı, Çev. Bekir Sadak, İstanbul: Ahsen Yayınları, 2002, Tehâfütü’l-felâsife, Çev.
Bekir Karlığa, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1981.
GERVİYÂNÎ, Muhsin, İslam Felsefesine
Giriş, İstanbul: Birey Yayıncılık, 1998.
GİLSON, Etienne, Tanrı ve Felsefe, Çev.
Mehmet Aydın, İzmir: DEÜ Yayınları, 1986.
GODZİHER, Ilgnaz, Mezâhibü’t-tefsîri’l-islâmî, Kahire:
Mektebetü’l-hancî, 1955.
HACALOGLU, Haluk, Zerdüşt (Ahura Mazda), İstanbul: Ruh ve
Madde Yayınları, 1995.
HACIKADİROĞLU, Vehbî, Felsefe
Yazıları, İstanbul: Küreyel Yayınları, 1998.
HEYSEM, Haşan, Kitâbü’l-manâzır, thk., Abdülhamid Sabre,
Kuveyt: el-Meclisü’l- vatanî li’s-sekâfe ve’l-funûn, 1983.
HONER, M. Stanley ve THOMAS, C. Hunt, Felsefeye Çağrı, Çev.
Haşan Under, Ankara: İmge Kitabevi, 1996.
HUNKE, Sigrid, Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde, Çev.
Hayrullah Örs, İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi, tsz.
IZUTSU, Toshiko, İslam’da Varlık
Düşüncesi, İstanbul: İnsan Yayınları, 1995.
İBN MANZUR, Lisanü’l-Arabi’l muhit, tsn., Yusuf Hayyat ve
Nedim Mar’aşli, Beyrut: Dar-u Lisâni’l-Arab, 1970.
İBN MİSKEVEYH, Tehzibü’l-ahlak ve Tathîru’l-a’râk, thk.,
İbnü’l-hatib, Kahire: Matbaatü’l-mısnyye, 1978.
İBN RÜŞD, el-Keşf an Menahici’l-edille, (Felsefetü İbn Rüşd içinde),
Beyrut: Daru’l-âfâki’l-cedide, 1982.
. Tehâfütü’t-tehâfüt, nşr., Maurice Bouyges,
Beyrouth: Impnmene Cathohque, 1930, T: Tutarsızlığın
Tutarsızlığı, Çev. Kemal Işık ve Mehmet Dağ, ODM Yayınları, Samsun,
1968.
İBN SEB’İN, İbrahim b Muhammed, Büddü’l-ârif, thk., George
Ketture, Beyrut: Dâru’l-Endelüs, 1978
İBN SÎNÂ, el-İşârât ve’t-tenbîhât maa şerh-i Nasiruddin
et-Tûsî, thk., Süleyman Dünya, Beyrut: Müessesetü’n- numân, 1992.
. el-Kerâmât ve’l-mu’cizât ve’l-eâcîb, (et-Tefsiru’I-Kur’âni ve’l-
lugati’s-sufiyye fi felsefeti İbn Sînâ içinde) thk. Haşan Asi,
Beyrut: el- MüessesetüT-camiiyye li’d-diraseti ve’n-neşri ve’t-tevzi, 1983.
. el-Mebde ve’l-maâd, thk., Abdullah Nurani,
Tahran: Müessese-i Mutaliat-ı İslâmî, 1984.
. en-Necât fi’I hikmeti’l-mantıkiyye ve’t-tabîiyye ve’l-ilâhiyye, thk., Macid Fahri, Beyrut: Daru’l-âfâki’l-cedide, 1985.
. er-Risâletü’l-arşiyye, thk. İbrahim Hilal,
Kahire: Camiatü’l-ezher, 1980, T: (İbn Sînâ Risaleler içinde)
Çev. Alparslan Açıkgenç ve M. Hayri Kırbaşoğlu, Kitâbiyât Yayınları, Ankara,
2004.
. et-Ta’lîkât, nşr., Abdurahman Bedevi, Kum:
Mektebetü’l-İTâmiT- İslâmî, tsz.
. Risâle fî İsbâti’n-nübüvvât fî te’vîli rumûzihim ve emsâlihim, thk., Michael Marmura, 2. bs., Beyrut: Dâru’n-nehâr, 1991, T: Peygamberliğin
İspatı ve Kullandıkları Sembol ve Örneklerin Yorumu, (İbn Sînâ Risaleler içinde)
. Risâle fi’l-hudûd, (Tis’u Resâil içinde) Kostantiniyye: MatbaatüT-
cevâib, 1881.
. Risâle fi’l-kuve’l-insâniyye ve
idrâkâtihâ, (Tis’u Resâil içinde),
. Ruh Kasidesi, , (İbn Sînâ’nm Hal Tercümesi içinde) Çev. Şerafettin Yaltkaya, Büyük Türk Filozofu ve Tıp Üstadı îbn
Sînâ: Şahsiyeti ve Eserleri Hakkında Tetkikler, Ankara: TTK, 1984.
. Şifâ “ilahiyyât”, nşr., Muhammed Yusuf
Musa, Süleyman Dünya ve Said Zayed, Kahire: y.y., 1960.
. Şifâ, Mantık,
“el-Burhân”, nşr., Ebu’l-Alâ el-Afifi, Kahire: y.y.,
1954.
. Şifâ, Tabiiyyât, “en-Nefs”, thk., C. Anawati ve Said
Zayed, Kahire, y.y., 1975.
. Tefsir-i Ayeti’n-nur, (et-Tefsiru’l-Kur’âni ve’l-lugati’s-sufiyye fi
felsefeti İbn Sînâ içinde), T: Nur Ayetinin
Tefsiri, Çev. Mesut Okumuş, (Kur’ân’m Felsefî Okunuşu içinde)
Ankara: Araştırma Yayınları, 2003.
. Uyûnü’l-hikme, thk., Muvaffık Fevzi Ceber, Dimeşk:
Darü’l-yenâbi, 1996, s.76-77; T: Uyûnü’l-hikme, (İbn Sînâ
Risaleler içinde)
İBN TEYMÎYYE, Bugyetü’l-murtâd, thk. Musa b. Süleyman
ed-Duveys, y.y., Mektebetü’l-ulûm ve’l-hikem, 1988.
.
Kitâbü’n-nübüvvât, Mısır: İdâretü’t-tıbâati’l-münîriyye, h.
1346.
. Muvâfâkâtü Sahîhi’l-menkûl li sarîhi’l-ma’kûl, Beyrut: Daru’l- kütübü’l-ilmiyye, 1985.
. Nakzu’l-mantık, tsh Muhammed Hamid el-Fakiy, Kahire:
Mektebetü’ s-Sünneti’ 1-Muhammediyye, 1951.
. Risale fî ilmi’l-bâtm ve’z-zâhir, (Mecmû-u Fetevâ içinde), Abdurahman b Muhammed b Muhammed Kâsım el-Asımî, Riyad: yy., h.
1381.
. Şerhu’l-akîdeti’l-isfâhâniyye, thk., Said b. Nasr b.
Muhammed, Riyad: Mektebetü’r-rüşd, 2001.
ÎBN TUFEYL, Hayy b. Yakzân, thk.,
Ahmet Emin, Kahire: Daru’l-mearif, 1952.
İHVÂN-I SAFA, Resâil-ü
İhvâni’s-safa ve hullânü’l-vefa, Beyrut: Dâr-u Sâdır, 1957.
ÎSFAHÂNÎ, Ragıb el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, thk.,
Muhammed Seyyid Keylânî, Kahire: Şerîketü Matbaatü Mustafa el-Bâbî el-Halebî,
1961.
KÂDÎ Abdulcebbâr, Ahrned, el-Muğnî fî Ebvâbi’t-tevhîd
ve’l-adl, thk., Mahmud Muhammed Hudayrî, Kahire: Dâru’l-Mısriyye,
1963.
KÂRÎ, Ali, el-Masnû’ fî mârifeti’l-hadîsi’l-mevzû’ 4. bs.,
thk., Abdülfettâh Ebû Gudde, Kahire: Mektebetü’1-Matbûâti’l-İslâmiyye, 1984.
KAYA, Mahmut, İslam Kaynaklan Işığında Aristoteles ve
Felsefesi, İstanbul: Ekin Yayınları, 1983.
KILIÇ, Mahmut Erol, İslam Kaynakları Işığında Hermes ve Hermetik
Düşünce, MÜSBE, (Yayınlanmamış Y Lisans Tezi), İstanbul,
1989.
KİNDÎ, Yakub b îshak, Kitabü’l-Kindî ilâ Mu’tasım Billâh fî
felsefeti’l-ûlâ, (Resâilti’l-Kindiyyi’l-felsefîyye içinde) thk.,
Muhammed Abdülhâdî Ebû Reyde, Kahire: DaruT-Fikri’l-Arabî, 1950, T: Mahmut
Kaya, İlk Felsefe Üzerine, (Kindi Felsefî Risaleler içinde),
İstanbul: Klasik Yayınları, 2002.
KOÇ, Turan, Din Dili, Kayseri:
Rey Yayıncılık, tsz.
KRANZ, Walther, Antik Felsefe, Çev. C. Suat ve Y. Baydur,
İstanbul: Sosyal Yayınları, !994.
KUMEYR, Yuhanna, İslam Felsefesinin Kaynaklan, Çev.
Fahrettin Olguner, İstanbul: Dergah Yayınları 1976.
KUŞEYRÎ, Abdülkerim, er-Risâletti’l-kuşeyriyye, thk.,
Abdülkerim Mahmud ve Mahrnud eş-Şerif, Kahire: Darü’l-kütübiT-hadîse, 1972,
T: Kuşeyrî Risalesi, Çev. Süleyman Uludağ, 2. bs., İstanbul:
Dergah Yayınları, 1981.
KUTLUER, İlhan, İbn Sînâ Ontolojisinde Zorunlu Varlık, İstanbul:
İz Yayıncılık, 2002.
MANSUR, Hallâc, Tavasîn. Çev.
Yaşar Günenç, Ankara: Yaba Yayınları, 1995.
MATURÎDÎ, Ebu Mansur Muhammed, Kitâbü’t-tevhîd, thk.,
Bekir Topoloğlu ve Muhammed Aruçi, Ankara: İsam Yayınlan,2003.
MENGÜŞOĞLU, Takiyettin, Felsefeye Giriş,
2.bs., İstanbul: İEF. Yayınlan, 1968.
MİR ALİ, İsmail, el-Karamita ve Hareketti’l-Karamita
fi’t-Târîh, Beyrut: Dâr ve Mektebetü’l-hilâl, 1983.
MÜBAREK, Zeki, el-Ahlak İnde’l-Gazzâlî, Beyrut:
Dâru’l-ceyl, 1988.
NASR, Seyyid Hüseyin, İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, İstanbul:
İnsan Yayınlan, 1985.
. İslam’da Bilim ve Medeniyet, Çev. N. Avcı, K. Turhan
ve A.Ünal, İstanbul: İnsan Yayınlan, 1991.
. İslam’da Düşünce ve Hayat, Çev. Fatih Tatlılıoğlu,
İstanbul: İnsan Yayınları, 1988.
. Three Müslim Sages, New York: Caravan Books, 1976.
NİCHOLSON, Reynold Alleyne, Fi’t-Tasavvufi’l-İslâmî ve
Târîhuhû, Çev. Ebu’l- Alâ el-Afîfî, İskenderiye: Lecnetü’t-teTîf
ve’t-tercemetü ve’n-neşr, 1946
NİZÂMÜLMÜLK, Siyâsetnâme, haz. Mehmet Altay Köymen,
Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1999.
NÛMÂNÎ, Mevlânâ Şibli, İslam’ın Fikir Kılıcı Gazzâlî, İstanbul:
Baytan Kitabevi,1972.
OKUMUŞ, Mesut, Kur’ân’m Felsefî Okunuşu, Ankara:
Araştırma Yayınları, 2003.
OLGUNER, Fahrettin, Üç Türk-İslam Mütefekkiri İbn Sînâ, Fahrettin
Razi, Nasırettin Tusi Düşüncesinde Varoluş, İstanbul: Üçdal Neşriyat,
1984.
ONAY, Hamdi, İhvân-ı Safâ’da Varlık Düşüncesi, İstanbul:
İnsan Yayınları, 1999.
ORMAN, Sabri, Gazzâlî, (Hakikat Araştırması, Felsefe Eleştirisi,
Etkisi), İstanbul: İnsan Yayınları, 1986.
OSMAN, Abdülkerim, ed-Dirâsetü’n-nefsiyye inde’l Müslimîn ve’l
Gazzâlî bivechin hâs, 2. bs, Kahire: Mektebetü Vehbe, 1981.
ÖZBUDUN, Sibel, Hermes’ten İdris’e Bir Dinsel Geleneğin Dönüşüm
Dinamikleri, Ankara: Ütopya Yayınevi, 2004.
ÖZDEN, H. Ömer, İbn Sînâ-Descartes (Metafizik Bir
Karşılaştırma), İstanbul: Dergah Yayınları, 1996?
ÖZTÜRK, Mustafa, Kur’ân ve Aşırı
Yorum, Ankara: Kitâbiyât Yayınları, 2003.
PEKER, Hidayet, İbn Sînâ’nın
Epistemolojisi, Bursa: Arasta yayınları, 2000.
PLOTINUS, Enneadlar, Çev.
Zeki özcan, Bursa: Asa Kitabevi, 1996.
ROBÎNSON, G. ve Rundel J., Tahayyül Gücünü Yeniden Düşünmek, Çev.
Ertuğrul Baser, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1999.
RUSSELL, Bertrand, Felsefe Meseleleri, Çev. Adnan Adıvar,
3. bs., İstanbul: Remzi Kitapevi, 1963.
. Mistiklik ve
Mantık, Çev. Yusuf Şerif, Ankara: Mearif Vekaleti,
1935.
SÂLİBA, Cemil, Târîhü’l-felsefeti’l-arabiyye,Beyrut:
Dârü’l-kîtâbiT-Lübnânî, 1981.
SARIKAYA, Orhan, Mişkâtü'l-envâr’da Varlık ve însan Mertebeleri, MÜSBE,
(Yayınlanmamış Y Lisans Tezi), İstanbul, 1998.
SUBKÎ, Ali b Abdülbâkî, Tabakâtü’ş-şâfiiyyeti’l-kübrâ, thk.,
Mahmud Muhammed Tanahî ve Abdülfettah Muhammed Hulv, Kâhire: İsa el-Bâbî
el-Halebî, 1964.
SUNAR, Cavit, İslam’da Felsefe ve
Fârâbî, AÜİF Yayınları, 1972.
. Varlık Hakkında Ana
Düşünceler, Ankara: AÜİF Yayınları, 1977.
SÜHREVERDÎ, Şehabeddin, Hikmetü’l-işrâk, (Mecmûa-i Musannefât-ı
Şeyh-i İşrâk, içinde) tsh., Henry Corbin, Tahran: Pijuhişgâh-ı Ulûm-u
insânî ve Mutalaât-ı Ferhengî, h. 1373.
ŞERİF, M.M., İslam Düşüncesi
Tarihi, İstanbul: İnsan Yayınları, 1990.
ŞEYBİ, Kamil Mustafa, es-Sılatu beyne’t-tasavvuf
ve’t-teşeyyû, Beyrut: Daru’l- Endelüs, 1982.
ŞULUL, Cevher, Kindi
Metafiziği, İstanbul: İnsan Yayınları, 2003.
TABERÂNÎ, Selman b. Ahmed, el-Mıı’cemü’l-kebîr, 2. bs.,
thk., Hamdi Abdülmecid Selefi, Beyrut: Dâru İhyâti’t-türâsi’l-arabî, tsz.
TARAPOREWALA, Irach J. S., Zerdüşt Dini (Zerdüşt’ün Gathaları, Üç
Unutulmuş Din), Çev. Nice Damar, İstanbul: Avesta Yayınlan, 2002.
TAYLAN, Necip, Gazzâlî’nin Düşünce Sisteminin Temelleri, 2.
bs., İstanbul: MÜÎF.Vakfı Yayınları, 1994.
. Tanrı Sorunu, İstanbul, Ayışığı Kitapları, 1998.
TEHÂNEVİ, Mevsûatü Keşşaf İstilâhâti’l-fünûn ve’l-ulûm, Beyrut:
Mektebetü Lübnan, 1996.
THILLY, Frank, Yunan ve Ortaçağ Felsefesi, Çev. İbrahim
Şener, 3. bs., İstanbul:, 2002.
TIĞLI, Ayşe, Zerdüşt (Hayatı ve
Öğretisi), İstanbul: Beyan Yayınları, 2004.
TİMUÇİN, Afşar, Düşünce Tarihi, İstanbul,
BDS Yayınları, 1992.
TOPALOĞLU, Bekir, İslam Kelamcılarma ve Filozoflarına Göre Allah’ın
Varlığı, Ankara: DİB. Yayınları, 1983.
TUNALI, İsmail, Sanat Ontolojisi, İstanbul:
Sosyal Yayınları, 1984.
TUNAŞAR, Seyhun, Ön Asyalı Üç Bilge (Zerdüşt, Mani, Mazdek), Ankara:
Pramit Yayınları, 2003.
TURGUT, İhsan, Felsefî Sorgulama, İzmir:
Anadolu Matbaası, 1997.
TÜRKER, Mübahat, Üç Tehâfüt Bakımından Felsefe ve Din
Münasebeti, AÜDTCF Yayınları, 1956.
ULUTAN, Burhan, İbn Sînâ Felsefesi, İstanbul: Türk Dünyası
Araştırmaları Vakfı, 2000.
ÜLKEN, H. Ziya, İslam Felsefesi Kaynakları ve Etkileri, 4.
bs., İstanbul: Cem Yayınevi, 1993.
. Varlık ve Oluş, Ankara: AÜİF Yayınları, 1968.
VURAL, Mehmet, Gazzâlî Felsefesinde Bilgi ve Yöntem, Ankara:
Ankara Okulu Yayınları, 2004.
W ATT, W. Montgomery, Müslüman Aydın, Çev. Hanifı Özcan,
İzmir: DEÜ Yayınlan, 1989.
WEBER, Alfred, Felsefe Tarihi, Çev. Vehbi Eralp, 3. bs.,
İstanbul: Remzi Kitabevi, 1964.
WENSINCK, Arent Jean, La Pensee de
Ghazzali, Paris, Adnen-Maısonneuve, 1940.
XEMEGİN, Etem, Aleviliğin Kökenindeki Mazda İnancı ve Zerdüşt
Öğretisi, İstanbul: Berfm Yayınları, 1995.
YAZIR, M. Hamdi, Hak Dini Kur’ân
Dili, İstanbul: Eser Neşriyat, 1979.
YILDIRIM, Ahmet, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki
Dayanakları, TDV Yayınları, Ankara, 2000.
YÜKSEL, Emrullah, Kelam Dersleri, Erzurum: Atatürk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1986.
ZEBÎDÎ, Muhammed Murtaza, İthâfü’s-saâdeti’l-müttekîn bi Şerh-i
İhyâu Ulûmi’d- dîn, y.y., Dâru’l-fıkr, tsz.
. Muhammed Murtaza, Tâcu’l-arûs min
cevâhiriT-kâmûs, thk., İbrahim Terzi, Beyrut: Dâru İhhyâti’t
türâsi’l-arabî, 1971.
ZELLER, Ednard, Grek Felsefesi Tarihi, Çev. Ahmet Aydoğan,
İstanbul, îz Yayıncılık, 2001.
Süreli Yayınlar:
AKARSU, Bedia, Varlık, Felsefe Terimleri Sözlüğü, Ankara:
Türk Dil Kurumu, 1975, s.177.
. Sezgi, Felsefe Terimleri
Sözlüğü, s.149.
ALBAYRAK, Mevlüt, Gazzâlî’nin Ahlak Felsefesi ve Filozofların
Etkisi, İslâmî Araştırmalar Dergisi (Gazzâlî Özel Sayısı), c.XIII,
S.I-IV, 2000, s.354-364.
ATAY, Hüseyin, Kur’ân’da Bilgi Teorisi, AÜÎF
Dergisi, S.XVI, 1968, s.164-165.
AYDINLI, Yaşar, Gazzâlî’nin İlim ve düşünce
Dünyası, (İADGÖS içinde), s.270.
BARIŞIK, Abdülhamid, Hasan-ı Basri, DİA,
XVI, 302.
BATAK, Kemal, Tehâfütü ’l-Felâsife İle Alakalı Genel Problemler, (İADGÖS içinde)
s.392.
BAYRAKTAR, Mehmet, Fârâbî ve İbn Sînâ 'da Ontolojik Delil Üzerine, İbn
Sînâ: Doğumunun Bininci Yılı Armağanı, Der. Aydın Sayılı, Ankara: Türk
Tarih Kurumu, 1984, s.461-470.
BEDEVİ, Abdurahman, el-Gazzâlî ve Mesâdîruhu ’l-Yunâniyye, (Mihricânü’l-Gazzâlî
fî Dımaşk içinde), Dımaşk: el-MeclisüT-a’lâ li RiâyetiT-fünûn
ve’l-ulûm, 1961, s.232-234.
BİNGÖL, Abdülkuddüs, Gazzâlî ve Mantık Bilimi, (İADGÖS.
içinde) s.300.
BOLAY, Süleyman Hayri, Âlem, DİA, II,
357.
ÇAĞRICI, Mustafa, Gazzâli, DİA, XIII,
489-504.
ÇELİK, Ömer, Kur’ân-ı Kerîm’de Nur Kavramı, MÜİF
Dergisi, S.XVI-XVII, 1997- 1998, s. 123-171.
ÇİFT, Salih, İlk Dönem Tasavvuf Düşüncesinde Nur Kavramı, UÜİFD, c.XIII,
S.I, 2004, s.143-144
DALKILIÇ, Mehmet, Kâdî Abdülcebbâr ’a Göre Seneviyye ve Ekolleri, ÎÜİFD, S.VIII,
2003, s.159-180.
DE BOER, Nur, İA (MEB), İstanbul
1988, IX, 354-355.
DEMİRCİ, Mehmet Gazzâlî’nin Tasavvuftaki Üstatları, İzmir: DEÜİF
Dergisi, S.II, 1985, s.75-80.
DUMAN, Zeki, Gazzâlî’nin Tefsir Metodu, (el-Gazzâlî
içinde), EÜGNTTE Yayını, Kayseri, 1998, s. 194-198.
TANCİ, Muhammed b. Tavit, Gazzâlî’ye Göre Kurân’ın Tefsiri, AÜİF
Dergisi, c.VI, S.I-VI, 1968, s. 16.
GAİDNER, W. H. T., Al-Ghazâlî’s Mıshkât al-Anvâr and
Ghazâlî-Problem, Der İslam, vol, 5, 1914, s.121-153.
GÜNDOĞDU, Hakan, Gazzâlî’nin Teolojik Hermenötiğine Yorumlayıcı Bir
Bakış, (İADGÖS içinde) s.415.
GÜNDÜZ, Şinasi, Maniheizm, DİA, XXVII,
575.
. Mecusîlik, DİA, XXVIII, 282.
GÜNGÖR, Harun, İbn Sînâ’mn Din Felsefesi, (İbn Sînâ
Kongresi içinde), haz., Ahmet Hulusi Köker ve Cihat Tunç, Kayseri: KEÜ
Yayınları, 1984, s.263.
. Maniheizm, EÜİFD, 1985, S.V, s. 145.
HANÇERLİOĞLU, Orhan, Mazdekîlik, Felsefe
Ansiklopedisi, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1977, IV, 109.
. Hermesçilik, Felsefe
Ansiklopedisi, II, 310-312.
. Varlık, Felsefe
Sözlüğü, 8.baskı, İstanbul: Remzi Kitapevi, 1993.
HARMAN, Ömer Faruk, İdris, DİA, XXI,
480.
HARTNER, Wılly, Nur, İA
(MEB), IX, 352-353.
HAS, Kenan, Mezdekiyye, DİA, XXIX,
523-524.
HİZMETLİ, Sabri, Karmatîler, DİA,
XIV, 510.
HOURANİ, F. George, A Revised Chronology of Ghazâli’s Writings, JAOS., vol.
104.2, NewHaven, 1984, s.289-302.
İLHAN, Avni, Bâtıniyye, DİA, V,
190-194.
İMAMOĞLU, A. Vahit, Uyku ve Ölümün Tabiatıyla İlgili Çağdaş
Müslüman Yorumlarda Nefs ve Ruh Anlayışı, ATÜİF Dergisi,
S. XIII, 1997, s. 231-245.
KARABULUT, Ali Rıza, Gazzâlî’nin Eserleri, Kayseri:
EÜGNTTE, 1988, s.228.
KARLIĞA, H. Bekir, Gazzâlî, DİA,
XIII, 522.
. Anâsır-ı erbaa, DİA, XIII,
149-151.
KAYA, Mahmut, İşrâkiyye, DİA, XXIII,
436.
. Mahiyet ve Varlık Konusunda İbn Rüşd’ün İbn Sînâ ’yı Eleştirmesi, (İbn Sînâ: Doğumunun Bininci Yılı Armağanı içinde) s.454.
KILIÇ, Mahmut Erol, Hermes, DİA,
XVII, 228.
KUTLUER, İlhan, İbn Tufeyl, DİA,
c.XX. 420.
MASSİGNON, Louis, Karmatîler, İA, (MEB), VI,
356.
OKUMUŞ, Mesut, Gazzâlî’nin Kur'ân Yorumlarına İbn Sina’nın
Etkileri, (İADGÖS içinde) s.342-346.
ORMAN, Sabri, Gazzâlî’nin Hayatı ve Eserleri, (İADGÖS, içinde)
s.248.
ÖNGÖREN, Reşat, Bir Bilgi Kaynağı Olarak Tasavvufta Keşfin Değeri, İÜİFD, S.V,
2002, s.86.
ÖZ, Mustafa ve EŞ-ŞEK’A, Muhammed, İsmâiliyye, DİA, XXIII,
131.
ÖZAYDIN, Abdülkerim, Fahrülmülk, DİA, XII,
99
SÎNANOĞLU, Mustafa, Hürmüz, DİA, XVIII,
495-496.
. Kâdî Abdulcebbâr, DİA, XXIV, 111-112.
STROTHMANN, R., Seneviye, İA, (MEB) İstanbul
1988, X, 495-497
TATAR, Burhanettin, Gazzâlî de Metin Yorum
İlişkisi, (İADGÖS içinde) s.436-437.
TOKSÖZ, Ali, Gazzâlî’nin Hadis Anlayışı, Kayseri:
EÜGNTTE, 1998, s.219
TOPDEMİR, Hüseyin Gazi, İbn el-Heysem’in Işık Üzerine Adlı
Çalışması, Ankara: (TTK) Belleten, 1997, c.LXI,
S.230, s.45 vd.
TÜRKER, Mübahat Küyel, Aristoteles ve Fârâbî’nin Varlık ve Düşünce
Öğretileri, Ankara: AÜDTCF Yayınları, 1969, s.
100-103.
. İbn Sînâ ve Mistik Denen Görüşleri, (İbn Sînâ:
Doğumunun Bininci Yılı Armağanı içinde) s.757.
ÜLKEN, Hilmi Ziya, İbn Sînâ’nın Din Felsefesi, AÜİF Dergisi,
c.IV, S.I-II, 1995, s.93;
VURAL, Mehmet, İlham, İslam
Felsefesi Sözlüğü, Ankara: Elis Yayınları, 2003.
W ATT, W. Montgomery, A Forgery in
al-Ghazali’s Mishkât, JRAS, 1949, s.5-22.
YAVUZ, Yusuf Şevki, Eys, DİA, XII, 1.
[1] Seyyid
Hüseyin Nasr, Three Müslim Sages, New York: Caravan Books,
1976, s.60. Ayrıca bkz., Mahmut Kaya, îşrâkiyye, DİA, XXIII,
436.
[2] Mişkâtü’l-envâr, üslup
ve muhtevasıyla Sünni inançlara sadık kalarak varlık ve bilgi problemine
tasavvufî çözümler getirme arzusunun bir ürünü olup, bu özelliğiyle Gazzâlî’den
hiç söz etmeyen Şehâbeddin Sühreverdî’nin îşrâk felsefesini haber vermektedir.
Nasr’dan yapılan atıf için bkz., Mehmet Vural, Gazzâlî Felsefesinde
Bilgi ve Yöntem, Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2004, s.211.
[3] Değerlendirmeler
için bkz., Abdurrahman Bedevi, Müellefâtü’l-Gazzâlî, 3. bs.,
Kuveyt: Vekâletü’l- matbûât, 1997, s.193; George F. Hourani, A Revised
Chronology of Ghazâli’s Writings, JAOS., vol. 104.2, New
Haven, 1984, s.299; H. Bekir Karlığa, Gazzâlî, DİA, XIII,
522.
[4] Maurice
Bouyges, Essai de Chronologie des Qeuvres de al-Ghazali
(AlGazel), Beyrouth: İmprımerıe Catholıque, 1999, s.65-66. Ayrıca bkz.,
Bekir Karlığa, Tehâfütü’l-felâsife Tercümesi (Dipnotlar), İstanbul:
Çağrı Yayınları, 1981, s.243.
[5] Ebul-Alâ
el-Afîfî, Mişkâtü’l-envâr Mukaddimesi, Kahire:
Daru’l-kavmiyye, 1964, s.4.
[6] Gazzâlî, Mişkâtü'l-envâr, s.47;
T: Nurlar Feneri, Çev. Süleyman Ateş, İstanbul: Bedir Yayınevi,
1994, s.22.
[7] Gazzâlî, Mişkât, s.46;
T:20.
[8] Gazzâlî, Mişkât, s.56;
T:31.
[9] Gazzâlî, Mişkât, s.80;
T:58 (tercümede işaret edilmemiş)
[10] Gazzâlî, Kimyâ-yı
Saâdet, Çev. A.Faruk Meyan, İstanbul: Bedir Yaymevi, 1969,1, 58.
[11] Gazzâlî, Mîrâcu’s-sâlikîn,
(Mecmûatü Resâil içinde), Beyrut: Daru’l-kütübü’l-ilmiyye, tsz., I,
97; T: Hak Yolcularının Mîrâcı, Çev. Yaman Arıkan, İstanbul:
Eskin Matbaası, 1971, s.208.
[12] Nitekim Cevâhiru’l-Kur’ân’âa
Miyar, Mihakk, İhya ve el-Maksacfa atıflar
yapılmakta, (bkz., Cevâhiru’l-Kur’ân ve dürarühû, Beyrut:
Daru’l-âfâki’l-cedide, 7. bs., 1990, s.21, 23, 46; T: Kurân’dan
Cevherler, Çev. H. Suudi Erdoğan, İstanbul: Hisar Yaymevi, 1970, s.30,
32 53) el-Kıstâs’ta ise Cevâhiru ’l-Kur ’ân’a, ayrıca Miyar,
Mihakk ve İhyâ’ya atıf yapılmaktadır, (bkz.,
Gazzâlî, el-Kıstâsü’l- müstekîm, (Mecmûatü Resâil içinde),
III, 23-24; T: el-Kıstâsü’l-müstekîm, Çev. Yaman Arıkan,
İstanbul: Eskin Matbaası, 1971, s.55, 57; Ayrıca bkz., Hourani, s.298-300)
Dolayısıyla el-Kıstâsü’l- müstakîm bu eserlerden sonra
yazılmış olmalıdır. Yine el-Kıstâsü’l-müstakîm'’in el-Munkızu
mine’d- Dalâl’dan sonra yazılmış olabileceğine dair garip bir iddia
ortaya atılmakta, buna delil olarak ta İhyâ ve el-Maksadü’l-esnâ’âa bu
eserden bahsedildiği -ki tersi doğrudur- söylenmektedir, (bkz., Karlığa, Tehâfütü’l-felâsife
Tercümesi, s.243) İfade edildiği üzere, el-Kıstâsü’l-müstakîm’in
adı geçen eserlerin tamamından sonra yazılmış olması, el-Munkızu
mine’d-Dalâl’dan da sonra yazılmış olmasını gerektirmez. Zira el-Munkız’da
Kimyâ’ya, Kimya’ da Mişkât’a, Mişkât’ta ise el-Kıstâs’a atıf
yapılması, el- Kıstâs’m bu eserlerden önce yazıldığını
göstermektedir.
[13] Gazzâlî, el-Munkızu
mine’d-Dalâl, (Mecmûatü Resâil içinde), VII, 77; T: el-Munkız
Şerhi ve Tasavvufî İncelemeler, Haz: A. Mahmud, Çev. Salih Uçan,
İstanbul: Kayıhan Yayınları, 1990, s.207. Gazzâlî‘nin el-Munkız’t 499-502/1106-1109
yılları arasında, Nişabur’da yazdığı söylemektedir, (bkz., Karlığa, Tehâfütü’l-felâsife
Tercümesi, s.243-244. Ayrıca bkz., Hourani, s.301) Watt, el-
Munkız’m 1109’da tamamlanan el-Mustasfâ’dan kısa bir süre
önce yazıldığını, (bkz., W. Montgomery Watt, Müslüman Aydın, çev.
Hanifi Özcan, İzmir: DEÜ.Yayınları, 1989, s.lll) Orman ise 1108’de
tamamlandığını bildirmektedir. Bkz., Sabri Orman, Gazzâlî’nin Hayatı ve
Eserleri, IADGÖS, c.XIII, S.I- IV, 2000, s.248.
[14] Gazzâlî, Nizâmüddin
Fahrülmülk Hazretlerine, (İmam Gazzâlî’nin Mektupları içinde), haz.
Abdül Kayyum, Çev. Gürsel Uğurlu, İstanbul: İnkilap Yayınları, 2002, s.31.
Fahrülmülk’ün ömrünün sonlarma doğru Nişaburda inzivaya çekildiği ve 499/1106
da bir Bâtınî fedâisi tarafından orada öldürüldüğü, (bkz. Abdülkerim
Özaydm, Fahrülmülk, DİA, XII, 99) Gazzâlî’nin de o
yıllarda Nişabur Nizamiyesinde ders verdiği bilindiğine göre, Kimyâ-yı Saâdet’e
atıf yapılan eserlerden önce yazılanı bu mektup olmaktadır.
[15] Gazzâlî, el-Mustasfâ
min İlmi’l-Usûl, thk. Hazma b. Züheyr Hâfız, Medine, tsz., I, 5; İslam
Hukukunda Deliller ve Yorum Metodolojisi, Çev. Yunus Apaydm, Kayseri:
Rey Yayıncılık, 1994,1, 2. Gazzâlî’nin Ağustos 1109’da Nizamiye medresesindeki
görevinden ikinci defa ayrılarak Nişabur’u terk ettiği ve memleketi Tus’a döndüğü,
memleketine dönmeden kısa bir süre önce, yani Ağustos 1109’dan önce hukuk
felsefesi veya metodolojisi (usûl-i fıkh) üzerine verdiği dersleri içeren el-Mustasfâ isimli
ünlü eserini Nişaburda tamamladığı bilinmektedir. Bkz., a.g.e., a.y.;
Orman, a.g.m., s.244; Hourani, s.301.
[16] Kimyâ-yı
Saâdet'in Cevâhiru’l-Kur’ân’dan sonra kaleme alındığı, bu sebeple de
499/1105-6 yıllarından önce yazılmış olabileceği söylenmektedir, (bkz.,
Bouyges, s.59-60) Çağrıcı da Kimyâ-yı Saâdet’i inziva dönemi
eserleri içerisinde saymaktadır, (bkz., Mustafa Çağrıcı, Gazzâlî, DİA, XIII,
493) Genelde eserle ilgili verilen tarihlerde Mişkât’m yazımından
sonraki dönemler zikredilse de, yapılan bu değerlendirmeler sıhhatli
görünmektedir.
[17] Özellikle
şu hususu ifade etmek gerekir ki, Gazzâlî’nin eserlerinin kronolojisi ile
ilgili yapılan çalışmalarda eserlerin yeterince tetkik edilmemiş olduğu ve
yapılan atıfların bir çoğunun bilinmediği görülmekte, bunun tabii sonucu olarak
ta Gazzâlî’nin eserleri ile ilgili çok farklı dönemler zikredilmektedir. Bunda
Gazzâlî’nin hayatı ile alakalı karanlık noktaların fazla olmasının da payı
büyüktür.
[18] Burada,
henüz yazılmadan önce esere atıf yapılması veya eserlerin aynı dönemlerde
yazılması ihtimallerini de göz ardı etmemek gerekir ki, kanaatimize göre
birincisi zayıf bir ihtimaldir. Nitekim eser henüz yazılmadan veya yazımı
esnasmda “şu konuları şu eserimde anlattım” veya “şunlara değindim” şeklinde
bir atıf yapılması pek makul görünmemektedir.
[19] Gazzâlî, Mişkât, s.93;
T:72.
[20] Bu
dönem hakkında bilgi ve değerlendirmeler için bkz., Orman, a.g.m., s.239-243.
[21] Sabri
Orman, Gazzâlî (Hakikat Araştırması, Felsefe Eleştirisi, Etkisi), İstanbul:
İnsan Yayınları, 1986, s.42.
[22] W.
Montgomery Watt, A Forgery in al-Ghazali’s Mishkât, JRAS, !949,
s.5.
[23] a.g.m., s.6-7.
[24] a.g.m.,
s.8.
[25] a.g.m., s.9.
[26] a.g.m., s.10-11.
[27] a.g.m., s.11-13.
[28] a.g.m.,
s. 14.
[29] a.g.m.,
s.15-16
[30] a.g.m.,
s. 16-18.
[31] a.g.m.,
s.18-21.
[32] a.g.m.,
s.21-22.
‘2'5 1
Watt yapılan bu atıfların farkındadır. Bkz., a.y.
[34] îbn
Rüşd, el-Keşf an Menahici’l-edille, (Felsefetü İbn Rüşd içinde),
Beyrut: Daru’l- âfakiT-cedide, 1982, s.89.
[35] İbn
Tufeyl, Hayy b. Yakzân, thk., Ahmet Emin, Kahire:
DaruT-mearif, 1952, s.65.
[36] Afîfî, Mişkâtü’l-envâr
Mukaddimesi, s.30-31.
[37] Bu
eserin Gazzâlî’ye aidiyeti tartışmalı olsa da (bkz., Muhammed Murtaza
ez-Zebîdî, İthâfü’s-saâde, y.y., Dâru’l-fikr, tsz., s.44; Zeki
Mübarek, el-Ahlak İnde’l-Gazzâlî, Beyrut: Dâru’l-ceyl, 1988,
s. 117; Süleyman Dünya, el-Hakîkatü fî Nazari’l-Gazzâlî, Kahire:
Dâru’l-meârif, 1980, 79-80; Bedevî, Müellefâtü’l-Gazzâlî, 152-155)
gerek Gazzâlî’nin esere atıf yapması (bkz. el-Erbaîn fî usûli’d-
dîn, thk., Muhammed Muhammed Câbir, Mısır: Mektebetü’l-cündî, 1963,
s.23; T: Kırk Esas, Çev. Yaman Arıkan, İstanbul: Eskin
Matbaası, 1970, s.34. Aslmda bu eser Cevâhirıı'l-Kıır’ân’m üçüncü
bölümü olup, Gazzâlî’nin müstakil bir kitap olarak yazılabileceğini söylemesi
üzerine (bkz. A.g.e., s.6; T:15) ayrı bir kitap olarak
basılmıştır) ve eserde de İhyâu ulûmi’d-din's atıf yapılması
(bkz. el-Madnûn bih alâ gayr-ı ehlih, (Mecmûatü Resâil içinde),
IV, 116; Büyük Madnun, (İki Madnun içinde) Çev. Sabit Ünal,
İzmir: DEÜİF Vakfı Yayınları, 1988, s.30) gerekse İbn Rüşd, İbn Teymiyye
(bkz., Nakzu’l- mantık, tsh Muhammed Hamid el-Fakiy, Kahire:
Mektebetü’s-SünnetiT-Muhammediyye, 1951, s.55) gibi düşünürlerin ve diğer
klasik kaynaklarm eseri Gazzâlî’ye nisbet etmesi bu konudaki kuşkuları giderir
mahiyettedir, (bkz. Karlığa, Gazzâlî, s.522; Hourani, 298)
Ayrıca Şibli Nûmânî (bkz., Mevlânâ Şibli Nûmânî, İslam’ın Fikir Kılıcı
Gazzâlî, İstanbul: Baytan Kitabevi,1972, s.49-50), Süleyman Dünya
(bkz., a.g.e., s.118-119) ve Bouyges (bkz., a.g.e., s.52)
eseri Gazzâlî’ye nisbet etmede tereddüt etmemektedirler.
[38] el-Ecvibetü’l-Gazzâlîyye
fi Mesâili’l-uhreviyye, Kitâbü’n-neflı ve’t'tesviye, Neftıatü’r-rûh
ve’t’tesviye, Kitâbü’r-rûh, Hakîkatü’r-rûh, Risâletü’r-rûh,
el-Fütühâtü’r-Rabbânî fi Nefhi’r-rûhânî isimleriyle de anılan eserin
(bkz., Ali Rıza Karabulut, Gazzâlî’nin Eserleri, Kayseri: EÜGNTTE,
1988, s.228; Karlığa, Gazzâlî, s.522) Gazzâlî’ye
aidiyeti tartışılmakla birlikte, Gazzâlî’nin Madnunü’l-kebir m sonunda
esere atıf yapması (bkz., a.g.e., s.116; T:80) ve yine İbn Tufeyl ve îbn
Teymiyye’nin eseri Gazzâlî’ye nisbet etmeleri sıhhatini teyid etmektedir.
(Atıflar ve değerlendirmeler için bkz., Bedevî, Müellefâtü’l-Gazzâlî, s.
156-158) Zebîdî herhangi bir delil ileri sürmeksizin eserin uydurma olduğunu
iddia etmektedir, (bkz., a.g.e., s.44. Ayrıca bkz., Nûmânî,
s.49).
[39] Eserin
Gazzâlî’ye aidiyeti kesin olmamakla birlikte, ölümünden kısa bir süre sonra,
Ona aidiyeti kesin eserlerinden el-Kıstâs ve el-Munkız’la birlikte
yazılmış olan Süleymâniye Kütüphanesindeki Şehid Ali Paşa nüshası bu konudaki
tereddütleri giderir mahiyettedir. Bkz., Bedevî, Müellefâtü’l-Gazzâlî, s.270-271.
[40] Bu
eserin de Gazzâlî’ye aidiyeti tartışılmıştır. Bedevî, Watt’ın dört sebepten
dolayı eserin Gazzâlî’ye aidiyetini şüpheli bulduğunu aktarmaktadır ki, bu
sebeplerden İkincisi, eserdeki nur ayeti yorumuyla Mişkâftaki yorumun
tamamıyla farklı olup birbirleriyle örtüşmediğidir. Bedevî, Watt’ın
delillerinin tamamını zayıf bulmakta, dolayısıyla eserin Gazzâlî’ye aidiyetine
inanmaktadır. Bedevi’nin bu yorumuna katılmakla birlikte şunu da ifade
etmeliyiz ki; Watt birinci delilinde, Mîrâcu’s-sâlikîri’te Risâletü
’l-kutb isminde bir esere atıf yapıldığı, Gazzâlî’nin bu isimle mâruf
bir eseri bulunmadığı için Mîrâcu’s-sâlikîn’mn Gazzâlî’ye ait
olamayacağmı iddia etmekte, Bedevî ise Mîrâcu’s-sâlikm’te böyle
bir atıf tesbit edemediğini söylemektedir, (bkz., Bedevî, Müellefâtü’l-Gazzâlî, s.256-257)
Gazzâlî Mîrâcu’s-sâlikm’mn sonunda fıkıh usûlüne dair Risâletü’l-aktâb isminde
bir kitabı olduğundan bahsetmektedir ki, Watt’ın Risâletü ’l-kutb şeklinde
aktardığı eser muhtemelen budur. (bkz., a.g.e., I, 117; T:249)
Bedevî Risâletü ’l-aktâb’m Gazzâlî’ye aidiyeti hakkında bir
yorum yapmamakta, sadece Subkî’nin Tabakâtında, Miftâhü’s-saâde ve
İthâfü’s-saâde’de Gazzâlî’ye atfen zikredildiğini aktarmaktadır, (bkz., a.g.e., s.230)
[41] Felsefî
içeriğinden dolayı tartışılan eserin Gazzâlî’ye aidiyeti kesindir.
Değerlendirmeler için bkz., Bedevî, Müellefâtü’l-Gazzâlî, s.93-97;
A. Kamil Cihan, el-Meârifü’l-akliyye Mukaddimesi, (Düşünme, Konuşma ve
Söz Üzerine (el-Meârifü’l-akliyye) içinde), 2. bs., İstanbul: İnsan
Yayınları, 2003, s.12-13
[42] Bu
eserin Gazzâlî’ye ait olmadığı iddia edilmektedir. Bedevî, Gazzâlî’nin hiçbir
kitabında bu esere atıf yapmadığını, Murtazâ (ez-Zebîdî) hâriç, hiçbir klasik
kaynakta da zikredilmediğini, dolayısıyla eserin Gazzâlî’ye aidiyetinin şüpheli
olduğunu ifade etmektedir, (bkz., Müellefâtü’l-Gazzâlî, s.244)
Gazzâlî’nin Hülâsatü’t-tesânîffi’t-tasavvuf isimli eserinin
girişinde, öğrencisi tarafından Mîrâcü’l-kuds isminde bir
eserin Gazzâlî’ye nisbet edildiği görülmektedir, (bkz., Hülâsatü’t-tesânîf
fi’t-tasavvuf, (Mecmûatü Resâil içinde), II, 102; T: İrfan
Ordusunun El Kitabı, Çev. Ahmet İnce, İstanbul: Fatih Matbaası, 1968,
s.9. Bu eserin, Gazzâlî’nin Eyyühe’l-veled risalesiyle aynı
olduğu söylenmektedir ki, gerçekten de esrin muhtevası zikredilen risaleyle
büyük oranda aynıdır. Dolayısıyla aynı atfm, elimizdeki matbu nüshada (Mecmûatü
Resâil içinde) olmamakla birlikte, Eyyühe’l-veled risalesinin
farklı yazma nüshalarında bulunma ihtimali söz konusudur) Subkî’de
tabakâtmda “el-Mîrâc" isminde bir esere atıf yapmaktadır,
(bkz., Ali b Abdülbâkî es-Subkî, Tabakâtü’ş-şâfiiyyeti’l-kübrâ, thk.,
Mahmud Muhammed Tanahî ve Abdülfettah Muhammed Hülv, Kâhire: İsa el-Bâbî
el-Halebî, 1964, VI, 226) Bedevî, mîrâc ve meâric kelimeleri arasındaki
farklılık sebebiyle, “el-Mîrâc" ismiyle anılan
eserin Meâricü ’l-kuds olma olasılığını zayıf görmekte, bu
eserin Mîrâcu ’s-sâlikîn olduğunu iddia etmektedir, (bkz.,
a.g.e., s.321) Bedevi’nin iddiasının aksine, Subkî’nin tabakâtında “el-Mîrâc" ismiyle
atıf yapılan eserin Hülâsatü’t-tesânîf fi’t-tasavvuf ta atıf
yapılan Mîrâcü’l-kuds''\& aynı olması muhtemel olup,
kanaatimize göre bu eserin Meâricü’l-kuds’e işaret etme olasılığı
daha yüksektir. Dolayısıyla esere hiç atıf yapılmadığı iddiası doğru değildir.
[43] Uydurma
eserlerden en meşhuru Sırru’l-âlemeyn ve Keşfü mâ fi’d-dâreyn isimli
eserdir. Eserin bir Bâtmi tarafından kaleme alındığı, muhtevasından ve
üslubunun basitliğinden kolayca anlaşılmaktadır. Konu hakkındaki
değerlendirmeler için bkz., Karabulut, s.228-230; Nûmânî, s.49-50.
[44] Mesela
tbn Tufeyl, Gazzâlî’nin gerçeği apaçık olarak bildirdiğini söylediği Madnunların (Madnûnü’l-kebîr
IMadnûnü’s-sağîr) Endülüs’e gelmediğini, Gazzâlî’nin Endülüs’e ulaşan
eserlerinin el- Meârifü’l-akliyye, en-Neftı ve’t'tesviye, Mesâil-i
mecmua vb. olduğunu, bazılarının Madnunları bu eserlerin içinde
zannettiğini, fakat durumun hiçte böyle olmadığım söylemektedir, (bkz., Hayy
b. Yakzân, s.64) Yine îbn Salâh ve İbn Subkî, el-Madnûn bih
alâ gayr-ı ehlih isimli eserin Gazzâlî’ye ait olmadığı
kanaatindedirler. Çünkü bu eserde âlemin kadîm olduğu, Allah’m bilgisinin cüzî
değil küllî olduğu kabul edilmiş ve Allah’m sıfatları reddedilmiştir ki,
bunların tamamı küfrü gerektirmektedir, (bkz., Zebîdî, s.44; Mübarek, s.l 17;
Dünya, s.79) Elimizde mevcut olan el-Madnûn bih alâ gayr-ı ehlih isimli
eserde zikredilen meseleler hiçbir şekilde geçmemekte, İbn Salâh ve İbn
Subkî’nin bu sözleri nereden aldıkları ve nasıl böyle bir sonuca ulaştıkları
ise bilinmemektedir, (bkz., Nûmânî, s.49) Tüm bu iddialar elimizdeki
Madnunlar’ı şüpheli kılmaktadır. Hakiki Madnunların bu eserler olmama ihtimali
mevcut olmakla birlikte; kanaatimize göre, elimizdeki matbu el-Madnûn
bih alâ gayr-ı ehlih isimli eser Gazzâlî’ye ait olup, zikredilen
hakiki el-Madnûn bih alâ gayr-ı ehlih’m tamamı değil sadece
bir bölümüdür. Nitekim Gazâlînin el-Erbaîn’âs atıf yaptığı
tevhid bahisleri bu eserde geçmekle birlikte, (bkz., Madnunü’l-kebir, IV,
92; T:20) îbn Tufey’in de söylediği gibi, eserde büyük sırlardan
bahsedilmemektedir. Dolayısıyla elimizdeki el-Madnûn bih alâ gayr-ı
ehlih isimli eserin hakiki Madnûn’un tamammı değil bir bölümünü teşkil
etme olasılığı yüksek olup, eserin hacimce küçük oluşu da -yaklaşık 16 varak-
bu olasılığı güçlendirmektedir. Diğer Madnûn’un da (Madnûnü’s-sağîr) Gazzâlî’ye
ait olduğu bellidir. Nitekim el-Madnûn bih alâ ehlih (Madnûnü ’s-sağîf) ismiyle
meşhur olup farklı adlarla basılan eser, (bkz., dipnot 38) İbn Tufeyl’in en-Nefh
ve’t'tesviye ismiyle zikrettiği eserle aynı içeriğe sahiptir. Fakat
İbn Tufeyl’e göre bu eserin Gazzâlî’nin zikrettiği el-Madnûn bih alâ
ehlih {Madnûnü ’s-sağîr) olma ihtimali düşüktür ki bizim de kanaatimiz
aynı yöndedir.
[45] Nitekim
Gazzâlî’nin muhalifleri Mişkâtü'l-envâr ve Kimyâ-yı
SaâdefltVi bazı sözlere itiraz etmişler, hatta el-Munkız ve
A/zşfofr’taki bazı cümleleri değiştirerek ve el-Menhûrdeki İmâm-ı
Âzam’ı eleştiren cümleleri de buna ilave ederek Gazzâlî’yi Sultan Sencer’e
şikayet etmişlerdir. Gazzâlî Sencer’in huzurunda yaptığı iki saate yakın süren
konuşmasmda, bu sözlerin kendisine ait olmadığını, kendisini çekemeyenler
tarafından eserlerine sokuşturulduğunu ifade etmektedir. (Bilgi için bkz.
Nûmânî, s.32-40; İbrahim Agah Çubukçu, Gazzâlî ve Bâtınîlik, Ankara:
Resimli Posta Matbaası, 1964, s.25-26. Aym meselede Gazzâlî’nin Sultan Sencer’e
yazdığı mektup için bkz., İmam Gazzâlî’nin Mektupları, s.20-
23) Gazzâlî Nizâmüddîn Fahrülmülk’e yazdığı mektûbunda da, kendisinden nefret
eden ve halk nazarında itibarını düşürmek isteyen insanlar bulunduğunu, bû
insanlar için yazdıklarını çarpıtmak ve başka türlü göstermenin kolay olduğunu,
fakat kendisini dayandığı sebebe tamamıyla adadığmı ve onlarm bu teşebbüslerini
soğukkanlılıkla karşıladığını ifade etmektedir, (bkz., a.g.e., s.40) Tüm bu
argümanlar, başta Mişkâtü'l-envâr olmak üzere Gazzâlî’nin
birçok eserinde tahrifatlar yapılmış olma ihtimalini otaya koymaktadır.
Dolayısıyla, metin tenkit ve tahlilleri yapılıncaya kadar, Gazzâlî’nin felsefî
içerikli eserlerinin, en azmdan şüpheli cümle ve bölümlerine, ihtiyatla
yaklaşılması gerektiğini tekrar ifade etmeliyiz.
[46] Vefatından
sonra yastığının altında vasiyeti ile birlikte bulunduğu rivayet edilen şu
kaside Gazzâlî’nin bu alandaki yeteneğini çok iyi yansıtmaktadır:
Beni ölmüş sanıp üzerime
ağlayan ve bana üzülerek ağıt yakan kardeşlere söyle ki,
Beni ölümüz mü
sanıyorsunuz? Vallahi o ölü ben değilim.
Ben "sur ” dayım, bu da benim cesedim. O bir
zamanlar benim barınağım ve gömleğimdi.
Ben hâzineyim ve örtüm de içinde sıkıntı çektiğim
topraktan bir tılsımdır.
Ben sedef içinde bir inciyim, sıkıntıdaydım, sıkıntıyı
terk ettim.
Ben bir serçeyim, bu da benim kafesim. Ondan uçup
gittim, o ise rehin kaldı.
Beni kurtaran ve benim için yükseklerde mesken
hazırlayan Allah ’a hamd olsun.
Bugünden önce aranızda ölüydüm, canlandım ve kefeni
çıkardım.
Ben bugün Mele-i Ala ile münâcâtta bulunuyor ve Allah
’ı apaçık görüyorum
Levh ’in karşısında durup uzak, yakın her şeyi görüyor
ve okuyorum.
Yediğim içtiğim birdir. Bu bir semboldür, onu iyi
idrak edin.
O ne akıcı bir şarap ne de baldır. Hayır su da değil,
bilakis süttür.
Bu sırrı anlayın içinde bir haber var; yani lafızların
altına gizlenmiş bir mana...
Evimi yıkın, kafesimi de sarsın, tılsımı bırakın fani
olsun.
Elbisemi de gömleğimi de yırtın ve hepsini defnedilmiş
olarakyok olmaya terk edin.
Ben yolculuğa çıktım ve sizleri arkamda bıraktım.
Diyarınızı vatan edinmeye razı olamam.
Ölümü ölüm sanmayın, o gerçekte bir hayattır ve
arzuların son noktasıdır.
Bu diyar derin bir uykudadır; ancak öldüklerinde
uykuları dağılır.
Ölümün gelişi sizi hiç ürkütmesin; o sadece buradan
bir intikaldir.
Gayret ederek azık
edinin, hiç kusur işlemeyin; bizden olup ta kusur işleyenler akıllı
değildirler.
Rahmeti bol olan Rabbe hüsn-ü zan edin; O iyiliği
karşılıksız bırakmaz, Ona güvenin.
Nefislerimizin mayası aynıdır; bedenlerimiz de
öyledir.
Kendimi siz olarak görüyorum; inancım sizin de ben
olduğunuzdur.
Bana merhamet edin ki,
kendinize de merhamet etmiş olasınız; bilin ki siz de izimizden geleceksiniz.
Ne zaman bir iyilik olsa lehimizedir; ne zaman da bir
kötülük olsa bizdendir.
Allah ’tan kendim için rahmet diliyorum; duama amin
diyen dostlara Allah rahmet etsin.
Benden sizlere selamın
en güzeli; Allah ’ın selam ve senâsı üzerinize olsun.
Bkz. İmam Gazzâlî’nin Kasidesi, Çev.
Cüneyt Eren, Ekev Akademi Dergisi, c.II, S.III, Kasım, 2000,
s.85-90.
[47] O
kendi döneminin ilmi bilgisine oldukça aşmaydı. Yukarıda zikredilen alanlar
dışında bir taraftan astronomiyle ilgilenirken (Gazzâlî’nin, orjinali mevcut
olmamakla birlikte, Oxford şehri Bodleian kütüphanesinde “Tractatus de
Planets” ismiyle matbu astronomiye ait bir eseri bulunmaktadır. Bkz.,
Mehmet Bayraktar, Tasavvuf ve Modern Bilim, İstanbul: Seha
Neşriyat, 1989, s.54) diğer taraftan diferansiyel hesabın temel problemleriyle
uğraştığı bilinmektedir. Bkz., Sigrid Hunke, Allah’ın Güneşi Avrupa’nın
Üzerinde, Çev. Hayrullah Örs, İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi, tsz.,
s. 107.
[48] Gazzâlî’nin
çeşitli alanlardaki kitapları kendi aralarında birer alt sistem oluştururlar.
Bir kısmı Mîyâru’l-ilm ve Mîzânü’l-amel gibi değişik konularda
birbirini tamamlarken, bir kısmı da Makâsıdü ’l-felâsife ve Tehâfütü
’l-felâsife gibi aynı konuları değişik yaklaşımlarla ele alır. El-Basıt,
el- Vasît, el-Vecîz ve el-Hülâsa gibi eserlerde de
aynı konular değişik seviyelerde İncelenmektedir. Bkz., Orman, a.g.e., s.55.
[49] Gazzâlî, Mişkât, s.52;
T:26.
[50] Gazzâlî, Mişkât, s.49;
T:23
[51] Gazzâlî, Mişkât, s.69-71,
77-78; T:46-48, 55, 57.
[52] Gazzâlî, Mişkât, s.56,
92; T:30, 71.
[53] Gazzâlî, Mişkât, s.68;
T:45.
[54] Gazzâlî, Mişkât, s.91;
T:70.
[55] Her
ne kadar hadisin senedinin zayıf olup aslı olmadığı (mevzû) iddia edilmekte ise
de (bkz., Ali el-Hindi Fettenî, Tezkiratii’l-mevzûât, y.y.,
tsz., s. 12) Müslim Sahîh’inde “Allah'ın nurdan bir perdesi vardır, eğer onu
açsa yüzünün nur ve azameti Onu gören bütün mahlûkâtı yakardı” meâlinde benzer
bir hadis rivayet etmektedir.(bkz., Müslim, “Kitabu’l-îmân” Bab,
79, No: 293) İbn Rüşd, Müslim’e atfen aynı hadise değinerek, bazı rivayetlerde
“nurdan yetmiş perdesi vardır” şeklinde geçtiğini bildirmektedir, (bkz., el-Keşf
an Menahici’l-edille, s.82) Yıldırım ise Kuşeyrî’nin, “Allah yüzünden
perdeyi açsa, yüzünün şuaları ve nurları gözünüfi gördüğü her şeyi yakardı”
meâlinde bir hadis zikrettiğini, kaynağı belli olmadığı için hadisin mevzû olma
ihtimali olduğunu ve ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini söylemektedir. Bkz.
Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki
Dayanakları, TDV Yayınları, Ankara, 2000, s.327.
[56] Tirmizî’nin
Abdullah b. Amr’dan tahric edip hasen olarak nitelendirdiği hadisi Ahmed b.
Hanbel de rivayet etmiştir. Tahric ve değerlendirmeler için bkz., Yıldırım,
s.89-90.
[57] Gazzâlî, Mişkât, s.51;
T:25.
[58] Gazzâlî,
“göz yıldızları hareketsiz görür, akıl ise yıldızların saniyede birkaç mil
hareket ettiklerini bilir” şeklinde bir açıklama yaptıktan sonra, “Nitekim
Rasülullah (s.a.v.) Cebrâil’e, Güneş gitti mi? diye sormuş, Cebrâil de “hayır,
evet” diye cevap vermiş. Rasülullah (s.a.v.) “nasıl?” diye tekrar sorunca
Cebrâil, “hayır dememle evet demem arasında beş yüz yıllık yol gitti” diye
cevap vermiş” mealindeki hadisi aktarmaktadır. Bkz., Mişkât, s.47;
T:21. Bu hadisin mevzû olduğu söylenmektedir. Bkz., Fettenî, s.13; Ali
el-Kârî, el-Masnû’ fî marifeti’1-hadîsi’I-mevzû’ 4. bs., thk.,
Abdülfettâh Ebû Gudde, Kahire: Mektebetü’l-Matbûâti’l-İslâmiyye, 1984, s.129.
[59] Hadisi
Buhârî, Müslim ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir. Tahric ve değerlendirmeler
için bkz., Yıldırım, s.87
[60] Gazzâlî, Mişkât, s.44,
71; T: 18, 48.
[61] Hadisi
Taberânî rivâyet etmiştir. Bkz., Selman b. Ahmed et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 2.
bs., thk., Hamdi Abdülmecid Selefi, Beyrut: Dâru Îhyâti’t-türâsi’l-arabî, tsz.,
I, 129.
[62] Gazzâlî, Mişkât, s.75;
T:52.
[63] Gazzâlî’nin
hadis konusunda fazla birikimi olmadığı ve eserlerinde naklettiği hadislerin
bir çoğunun zayıf olduğu iddia edilmektedir. Geniş bir değerlendirme için Bkz.
Ali Toksöz, Gazzâlî’nin Hadis Anlayışı, Kayseri: EÜGNTTE, 1998,
s.219
4 Gazzâlî bu yönden kendisini eleştirenlere el-Munkız’da şöyle
cevap vermektedir: “ ilimlerin sırlarına ulaşamamış ve basiretleri
mezheplerin asıl gayesine açılmamış kimseler, dini ilimlerin esrarını konu alan
eserlerimizdeki bazı sözlere itiraz ederek, bunları öncekilerin (kadîm
filozofların) sözleri zannetmişlerdir. Bu sözlerin bir kısmı kendi düşüncelerim
olmakla birlikte, arkadan gelenin önce geçenin ayak izine basma olasılığı da
uzak değildir. Bu sözlerden bazısı şeriat kitaplarında mevcuttur; çoğu ise mana
itibariyle tasavvuf kitaplarında bulunur. Bu sözlerin sadece felsefe
kitaplarında bulunduğunu farz etsek bile, eğer bunlar, aslen akla uygun, kesin
bir delille (burhan) teyid edilmiş, kitap ve sünnete de muhalif değilse,
bunları terk edip reddetmek niçin gerekli olsun? Eğer bu kapıyı açarak bâtıl
taraftarlarının aklından geçen her doğru sözü reddedecek olursak, hakikatin
çoğunu reddetmemiz gerekir. Bu durumda Kur’ân’dan pek çok ayeti, peygamberin
sözlerini eski alimlerin menkıbelerini, sûfî ve hakimlerin sözlerini de
reddetmemiz gerekir. Çünkü bunlara İhvân-ı Safa risalelerinde şahit olmaktayız.
Bu eserin sahipleri görüşlerini haklı göstermek ve bu gerçekler vasıtası ile
bâtıl düşüncelerini ahmakların kalplerine yerleştirmek için bunları
kitaplarında zikretmektedirler. Böyle bir yaklaşım, eserlerinde gerçeklere yer
veren bâtıl yanlılarının hakikati elimizden almalarına yol açar. Alim denen
kişi en azından kendini kör cahilden ayırabilmeli, balı kan şişesinin içinde
bulsa bile ondan tiksinmemelidir. Bu düşünceye göre bal, kan şişesinde olduğu için
iğrenç ve tiksindiricidir... Bu saplantı (vehim) bâtıl olmakla birlikte halkın
ekserisinde egemendir. Bu sebepten dolayı, bir sözü halkın iyi olduğuna
inandığı kimselere nisbet edip dayandırırsan, bâtıl da olsa o sözü kabul
ederler; eğer kötü olduğuna inandıkları birine nisbet edersen, söz doğru da
olsa reddederler. Asla insanları hakikate göre değerlendirmezler. Bunlar
tamamen dalalet içerisindedirler.'” Bkz., a.g.e., VII,
45-47; T:160-162. .
[65] Arent
Jean Wensınck, La Pensee de Ghazzali, Paris,
Adrıen-Maısonneuve, 1940, s.10, 14 vd.
[66] Bu
eserin yanlışlıkla Aristo’ya nispet edilen Esûlucya (Thelogia) adlı kitap
olduğu da iddia edilmektedir. Bkz., Abdurrahman Bedevi, Eflâtun
İnde’l-Arab, 3. bs., Kuveyt: Vekâleti’l-matbûât, 1977, s.3.
[67] Bkz., a.g.e., 167-183.
[68] Abdurrahman
Bedevi, el-Gazzâlî ve Mesâdıruhu’l-Yunâniyye, (Mihricânü’l-Gazzâlî
fi Dımaşk içinde), Dımaşk: el-Meclisü’l-a’lâ li Riâyeti’1-fünûn
ve’l-ulûm, 1961, s.232-234.
[69] Afîfî, Mişkâtü’l-envâr
Mukaddimesi, s. 16-17.
[70] Ilgnaz
Godziher, Mezâhibü’t-tefsîri’l-islâmî, Kahire:
Mektebetü’l-hancî, 1955, s.204-206. Godziher Mişkâtü'l-envâr ’daki
iki ayakkabıyı çıkarma emrinin “dünya ve âhireti atma” ve “Köpek olan eve melek
girmez” hadisindeki köpeğin “gazap” evin “kalp” şeklindeki yorumlarının
Philon’un yorumlarını hatırlattığını söylemektedir. Bkz., a.g.e., s.258-259.
[71] İbn
Teymiyye, Kitâbü’n-nübüvvât, Mısır:
Îdâretü’t-tıbâati’l-münîriyye, h. 1346, s.83.
[72] Subkî,
VI, 240-241. Gazzâlî’nin îhvân-ı Safa risalelerini incelediği anlaşılmaktadır.
Zira Gazzâlî el-Munkız ’da “bu risalelerin Tâlimiyye
(Bâtıniyye) mezhebi taraftarları tarafından kaleme alındığını, içeriğinin
felsefe kırıntıları Ve boş sözlerle dolu olduğunu, görüşlerinin özünün Pythagoras
felsefesinin zayıf yönlerine dayandığını, Aristo’nun Pythagoras ekolünün
görüşlerini zayıf ve seviyesiz bularak reddettiğini, ömür boyu ilim peşinde
koşmanın yorgunluğuna katlandıktan sonra bu şaçma bilgi kırıntıları ile yetinen
ve ilimlerin nihâî amacına ulaştığını sanan kimselere de hayret ettiğin?’ ifade
etmektedir. Bkz., a.g.e., VII, 54-55; T:175-176.
[73] İbrahim
b Muhammed İbn Seb’in, Büddü’l-ârif, thk., George Ketture,
Beyrut: Dâru’l- Endelüs, 1978, s. 144-145.
[74] İbn
Teymiyye, Kitâbü’n-nübüvvât, s.82.
[75] Subkî,
VI, 241.
[76] İbn
Rüşd Tehâfütü’t-tehâfüt, nşr., Maurice Bouyges, Beyrouth,
Imprımerıe Catholıque, 1930, s.254; T: Tutarsızlığın
Tutarsızlığı, Çev. Kemal Işık ve Mehmet Dağ, ODM Yayınları, Samsun,
1968, s.134.
[77] A.g.e., s.245;T:129 '
[78] A.g.e., s.
117; T:63.
[79] İbn
Teymiyye, Bugyetü’l-murtâd, thk. Musa b. Süleyman ed-Duveys,
y.y., Mektebetü’l- ulûm ve’l-hikem, 1988, s. 199. İbn Teymiyye, Gazzâlî’nin
felsefi kaynakları içerisinde İhvân-ı Safâ ve İbn Sînâ ile birlikte Ebû Hayyan
et-Tevhîdî’nin risalelerini de zikretmektedir. Bkz., a.g.e., s.449.
[80] De
Boer, Nur, İslâm Ansiklopedisi (MEB), İstanbul
1988, IX, 354-355.
[81] Hüseyin
Gazi Topdemir, İbn el-Heysem ’in Işık Üzerine Adlı Çalışması, Ankara:
(TTK) Belleten, 1997, c.LXI, S.230, s.45 vd. Ayrıca bkz.,
Wılly Hartner, Nur, İA., IX, 352; Krş.,
Gazzâlî, Mişkât, s.41-43; T: 15-17.
[82] Haşan
b el-Heysem, Kitâbü’l-manâzır, thk., Abdülhamid Sabre, Kuveyt:
el-Meclisü’l- vatanî li’s-sekâfe ve’l-funûn, 1983, s.63-71; Krş.,
Gazzâlî, Mişkât, s.42-47; T:17-21.
[83] Muhammed
Abid el-Câbirî, et-Türâs ve’l-hadâse, Beyrut:
el-Merkezü’s-sekâfiyyi’l-Arabî, 1991, s.166. Aynı sözü İbn Teymiyye “Üstadımız
Ebû Hamid, felsefecilerin arasına karıştı, sonra çıkmak istedi fakat
başaramadı” şeklinde aktarmaktadır” bkz., Nakzu’l-mantık, s.56.
[84] Gazzâlî, el-Munkız, VII,
57-58; T:176-177.
[85] Değerlendirmeler
için bk., Mehmet Demirci Gazzâlî’nin Tasavvuftaki Üstatları, İzmir: DEÜİF
Dergisi., S.II, 1985, s.75-80.
[86] el-Câbirî,
s.163.
[87] Godziher,
bu ayetin yorumunda Gazzâlî’nin, ana ekseni (sözünün kaynağı) nur ayetinin
oluşturduğu Mişkâtü’l-envâr’da, basit/harfî yorumu
gnostik/simgesel yorumla birleştirerek, semâvî tecelliye işaret eden bir anlam
ortaya koyduğunu ifade etmektedir, bkz., Godziher, s.205-206.
[88] Hasan-ı
Basri ayette geçen “Onun nurunun misali” sözünü “müminin kalbi ve tevhid ışığı”
şeklinde yorumlamaktadır. Bkz. Kamil Mustafa eş-Şeybi, es-Sılatu
beyne’t-tasavvuf ve’t-teşeyyû, Beyrut: Daru’l-Endelüs, 1982, c I, s
452; Krş., Gazzâlî, Mişkât, s.65; T:41.
[89] Tüsteri’nin,
yorumlarında Karmatî-İsmâilîlerin tesirlerinde kaldığı, bu ayetin yorumunu
bâtmi anlamda ilk olarak Caferi Sadık’ın yaptığı, Tüsteri’nin ise ilgili ayete
getirdiği yorumlarda Cafer-i Sadık’a yakın bir tarz benimseyen Hasan-ı Basri’ye
tabi olduğu ifade edilmektedir. Bkz. Eş-Şeybi, a.y.; Salih Çift, İlk
Dönem Tasavvuf Düşüncesinde Nur Kavramı, VVİFD, c.XIII,
S.I, 2004, s.143-144. Ayrıca Hasan-ı Basri’nin Tüsteri üzerindeki etkisi için
Bkz., Abdülhamid Barışık, Hasan-ı Basri, DİA, XVI,
302.
[90] Gazzâlî, Mişkât, s.52;
T:26.
[91] Gazzâlî, Mişkât, s.60;
T:34.
[92] Reynold
Alleyne Nicholson, Fi’t-Tasavvufi’l-İslâmî ve Târîhuhû, Çev.
Ebul-Alâ el-Afîfî, İskenderiye: Lecnetü’t-teTîf ve’t-tercemetü ve’n-neşr, 1946,
s. 146.
[93] Hallâc
bunu şu cümleleriyle ifade etmektedir, “peygamberlik ışığı onun (Nûru
Muhammedi) ışığından çıktı. Onun ışığı ise Giz ’in ışığından doğdu. Tüm
ışıkların içinde en parlak ve en tanınır olanı, yaratılmamışın en
yaratılmamışı, sonsuz bağış sahibinin ışığı... ” Bkz. Hallâc-ı
Mansur, Tavasın, Çev. Yaşar Günenç, Ankara: Yaba Yayınları,
1995, s. 14
[94] Bu
Tasin’in ilk cümleleri şöyledir. “Bir ışık çıktı görünmezin nûrundan,
çıktı da geri döndü; öbür ışıklara egemen oldu. Bir aydı o, öbür ayların içinde
ışık saçarak kendini açığa vuran ayların sultanı... ” Bkz. a.g.e., s.
13
[95] Subkî,
VI, 243.
[96] Gazzâlî, Mişkât, s.52;
T:26.
[97] Gazzâlî, Mişkât, s.53,
91; T:27, 70.
[98] Câbirî,
s. 172.
[99] İbn
Teymiyye, Şerhu’l-akîdeti’l-isfâhâniyye, thk., Said b. Nasr b.
Muhammed, Riyad: Mektebetü’r-rüşd, 2001 .s. 189. Ayrıca bkz., Çubukçu, s.22.
[100] Çubukçu,
s.56-61; Vural, Gazzâlî Felsefesinde Bilgi ve Yöntem, s.132-133.
Bu tarz yorumlar, Gazzâlî’nin bâtmî bir ekolü benimsemiş olmasından değil,
bilakis sûfî olmasından, Kur’ân’m bâtmî yönünü kabul edip bâtmî te’viller
yapmasından kaynaklanmaktadır. Mesela İbn Teymiyye bunu - birkaç ayet yorumu
naklettikten sonra- “işte Sûfl-Bâtınîler Mişkâtü'l-envâr’ın sahibi ve
bu tarz yorumları benimseyenlerdir” cümlesiyle ifade etmektedir.
Bkz., Risale fî ilmi’l-bâtın ve’z-zâhir, (Mecmû-u Fetevâ içinde),
Abdurahman b Muhammed b Muhammed Kasım el-Âsımî, Riyad: yy., h. 1381, XIII,
238.
[101] Gazzâlî, Fedâihu’l-bâtmiyye/el-Mustazhirî, thk.
Abdurahman Bedevî, Kahire: Daru’l- kavmiyye,1964, s.11; T: Bâtıniliğin
İçyüzü, Çev. Avni İlhan, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara-
1993, s.7
[102] Kâdî
Abdulcebbâr düalist inanç sistemlerini (Seneviyye), Mecûsîlik, Hıristiyanlık,
Sabiîlik, Mâniye (Maniheizm), Mezdekiyye, Deysâniyye, Merkûniyye şeklinde
sıralamaktadır. Bkz., Mustafa Sinanoğlu, Kâdî Abdulcebbâr, DİA, XXIV,
111-112. Ayrıca bu konuda yapılan geniş değerlendirmeler için bkz., Mehmet
Dalkılıç, KâdîAbdulcebbâr’a Göre Seneviyye ve Ekolleri, İÜİFD, S.VIII,
2003, s.159- 180.
[103] Gazzâlî,
Bâtınîliğin İslam dışı muhtelif dinlere ve ekollere mensup kişiler tarafından
tesis edildiğini, bu ekolün, Mecûsîlerle Mazdekîlerden bir topluluk ile dinsiz
düalistlerden bir grup ve eski dinsiz filozoflardan kalabalık bir taifenin
ortak çalışmaları sonucunda vücud bulduğunu ifade etmektedir. Bkz., Fedâihu’l-bâtmiyye/el-Mustazhirî, s.
18; T.TO.
[104] Hermetik
gelenek, özellikle de felsefi hermetizm gnostisizm ile yakm bir ilişki
sergilemektedir; hatta kimi yazarlara göre Mısır dini ile gnostisizm arasındaki
kayıp halkayı oluşturmaktadır. Ancak hermetizm’i gnostisizm ile özdeşleştirmek,
hermetizm’i tümüyle gnostik olarak nitelemek hatalı olacaktır. Bkz., Sibel
Özbudun, Hermes’ten İdris’e Bir Dinsel Geleneğin Dönüşüm Dinamikleri, Ankara:
Ütopya Yayınevi, 2004, s.147.
[105] İslâmî
gelenekte Hermes’in İdris peygamber olduğu ifade edilmekle birlikte kaynaklarda
değişik özelliklere sahip üç Hermes’ten söz edilmektedir. Bkz., Seyyid Hüseyin
Nasr, İslam’da Düşünce ve Hayat, Çev. Fatih Tatlılıoğlu,
İstanbul: İnsan Yayınları, 1988, s,151;Ömer Faruk Harman, Îdris, DİA, XXI,
480.
[106] Mahmut
Erol Kılıç, İslam Kaynakları Işığında Hermes ve Hermetik Düşünce, MÜSBE, (Yayınlanmamış
Y. Lisans Tezi), İstanbul, 1989, s. 1-2; A mlf., Hermes, DİA, XVII,
228.
[107] Nasr, İslam’da
Düşünce ve Hayat, s. 147.
[108] Kılıç, a.g.m., s.230.
[109] Kılıç, a.g.e., s.133-134;
Orhan Hançerlioğlu, Hermesçilik, Felsefe
Ansiklopedisi, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1977, II, 310-312.
[110] Gazzâlî
bunu, “aralarında astrolojinin (İlmi’n-nücûm) fazla gelişmesi sebebiyle
yıldızlara bir takım kuvvetler atfedip onlara tapınma” şeklinde ifade
etmektedir. Bkz., Mişkât, s.88; T:66.
[111] Mesela
bkz., Gazzâlî, Mişkât, s.51, 66-67; T:25, 42-43.
[112] Konu
hakkında değerlendirmeler için bkz., Henry Corbin, İslam Felsefesi
Tarihi, Çev. Hüseyin Hatemi, İstanbul: İletişim Yayınları, 1986, s.
131 -134; Nasr, İslam’da Düşünce ve Hayat, s. 156; Kılıç,
a.g.m., s.231-232.
[113] Sühreverdî
nurlar ilmini (hikmet geleneğini) hikmetin başı reis Eflatun’dan ve ondan önce
yaşamış zamanmm en büyük filozofu “filozofların babası” Hermes’ten ve yine felsefe
üstadlan Empedokles ve Pisagor’dan aldığını ifade etmektedir. Bkz., Şehabeddin
Sühreverdî, Hikmetü’l-işrâk, (Mecmûa-i Musannefât-ı Şeyh-i İşrâk, içinde)
tsh., Henry Corbin, Tahran: Pijuhişgâh-ı Ulûm-u insânî ve Mutalaât-ı Ferhengî,
h. 1373, II, 10.
[114] Hermes’in
ifadesine göre “Tanrı Ra yeryüzüne enerji gönderen güneştir. Tanrının
saf enerji tabiatından dolayı fiziki gözlerle görülemeyen gizli ışık olmasına
karşılık, Ra güneş sistemimizin merkezinde yer alan görünür ışıktır.” Ökz.,
Timothy Freke ve Peter Gandy, Hermetika (Hermes’in Kayıp
Sözleri), Çev. Semra Tuna, İzmir: Ege Meta Yayınları, 2000, s.71.
[115] Gazzâlî, Mişkât, s.54,
63-64; T:28, 39. Ayrıca İhyâu ulûmi’d-din'm Murâkabe ve’l-
muhâsebe kitabının Tevbîhü’n-nefs ve meâtibetihâ bölümünün, Aristo’ya veya
Eflatuna nisbet edilen, fakat Helenistik unsurlar taşımakla birlikte Hennes’e
ait olan Muâzeletü’n-nefs kitabıyla yapı ve üslup bakımından
benzerlikler taşıdığı iddiası, Gazzâlî üzerindeki hermetik tesirler arasında
zikredilebilir. Bkz., Bedevi, a.g.m., s.225-229.
[116] Değerlendirmeler
için bkz., Ayşe Tığlı, Zerdüşt (Hayatı ve Öğretisi), İstanbul:
Beyan Yayınları, 2004, s. 133; Şinasi Gündüz, Mecusîlik, DİA, XXVIII,
282.
[117] Gazzâlî, Mişkât, s.89;
T:67; Haluk Hacaloğlu, Zerdüşt (Ahura Mazda), İstanbul: Ruh ve
Madde Yayınları, 1995, s.70.
[118] Değerlendirmeler
için bkz., Gazzâlî, Mişkât, s.89; T:67; Yuhanna Kumeyr, İslam
Felsefesinin Kaynakları, Çev. Fahrettin Olguner, İstanbul: Dergah
Yaymları 1976, s.65-67; Seyhun Tunaşar, Ön Asyah Üç Bilge (Zerdüşt,
Mani, Mazdek), Ankara: Piramit Yaymları, 2003, s.51.
[119] Mustafa
Sinanoğlu, Hürmüz, DİA, XVIII, 495-496.
[120] Bu
şöyle ifade edilmektedir; “Başlangıçta her şeyin üstünde yükselmiş olan
Ormuzd’du; en yüce bilgiyle saflık âleminin nur’u içindeydi; bu nur tacı,
Ormuzd’un oturduğu bu yer “ilk nur" denilen yerdi" Hacaloğlu,
s.56-57.
[121] Tanrı
(Ormuzd) Zerdüşt’e şöyle hitap etmiştir; “Her parlayan nurlu nesnenin
benim öz nûrum olduğunu tüm insanlara öğret. Âlemde hiçbir şey bu nurdan üstün
değildir" A.g.e., 57-58; Ayrıca bkz., Etem
Xemegin, Aleviliğin Kökenindeki Mazda İnancı ve Zerdüşt Öğretisi, İstanbul:
Berfm Yayınları, 1995, s.144-145.
[122] Krş.,Gazâlî, Mişkât, s.60;
T:35.
[123] Tanrının
ilk önce kelamıyla ışığı (nur) yarattığı, ona “ol” dediği ışığın da hemen
varolduğu ifade edilmektedir. Bkz., M. Sıraç Bilgin, Zarathustra
(Zerdüşt), İstanbul: Berfm Yayınları, 1995, s.192-193.
[124] Tüm
bu ifadelerin İslam inancında yaratılışı anlatmak için kullanılan “Kün/ol”
emriyle benzerlikler taşıması dikkat çekicidir. Gazzâlî de Mişkâtü'l-envâr'âa. yaratılışı
önceleyen Mutâ (Emir/Kelam) ismini verdiği bir nitelikten bahsetmekte ve
kelâmullâh’ı somutlaştırmaktadır. Bkz., a.g.e., s.91;T:70.
[125] Tunaşar,
s.55; Xemegin, s.242-249.
[126] Xemegin,
s.159, Krş., Gazzâlî, Mişkât, s.71; T:48.
[127] Irach
J. S. Taraporewala, Zerdüşt Dini (Zerdüşt’ün Gathaları, Üç Unutulmuş
Din), Çev. Nice Damar, İstanbul: Avesta Yayınları, 2002, s.201; Harun
Güngör, Maniheizm, EÜİFD, 1985, S.V, s.145.
[128] Bunun
anti kozmik ve semitik bir düalizm olduğu da iddia edilmiştir. Bkz., Güngör,
a.y.
[129] Mani
tanrının nur olduğunu söylemektedir. Onun ifadesine göre “Tanrı çok
ince parlak bir cevherdir; insan ruhunda ışıldar ve dünyada karanlıklar ile
savaşır.'’'’ Bkz., Tunaşar, s. 120.
[130] Gazzâlî, Mişkât, s.89;
T:67.
[131] Değerlendirmeler
için bkz., Kumeyr, s.70; Güngör, s.153-157; Tunaşar, 120-122; Şinasi
Gündüz, Maniheizm, DİA, XXVII, 575; .Ahmed Kâdî
Abdulcebbâr, el-Muğnî fi ebvâbi’t-tevhîd ve’l- adl, thk.,
Mahmud Muhammed Hudayrî, Kahire: Dâru’l-Mısriyye, 1963, VI, 10-15. Ayrıca
eleştiriler için bkz., Ebû Mansur Muhammed el-Maturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, thk.,
Bekir Topaloğlu ve Muhammed Aruçi, Ankara: İsam Yayınları,2003, s.239-249.
[132] Krş.,
Gazzâlî, Mişkât, s.71; T:48.
[133] Tunaşar,
s.118; krş., Gazzâlî, Mişkât, s.77-78; T:55-56.
[134] Bilgi
için bkz., Tunaşar, s. 190; Kenan Has, Mezdekiyye, DİA, XXIX,
523-524; Hançerlioğlu, Mazdekîlik, Felsefe
Ansiklopedisi, IV, 109.
[135] Mazdekîlik,
Zerdüştiliğin ıslah çabası olarak görülmüştür. Nitekim Mezdek, Zerdüşt dinini
yenilemek için gönderildiğini söylemektedir. Bkz., Nizâmülmülk, Siyâsetnâme, haz.
Mehmet Altay Köymen, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1999, s. 139.
[136] Tunaşar,
s.184.
[137] Kâdî
Abdulcebbâr, VI, 16; Sinanoğlu, Kâdî Abdulcebbâr, s.l 11.
[138] Krş.,
Gazzâlî, Mişkât, s.53; T:27.
Tunaşar, s. 186-187.
[140] A.g.e.,
s. 188.
[141] Gazzâlî, Fedâihu’l-
bâtıniyye/el-Mustazhiri, s.16; T: 10; Çubukçu, s.37.
[142] Değerlendirmeler
için bkz., Gazzâlî, Kitâbu Kavâsimi’l-bâtıniyye (Gazzâlî’nin
Bâtınîlerin Belini Kıran Delilleri), Çev. Ahmet Ateş, AÜİF
Dergisi, 1954, I-II, 23-24; Mustafa Öztürk, Kur’ân ve Aşın
Yorum, Ankara: Kitâbiyât Yayınları, 2003, s.44-50; Avni İlhan, Bâtıniye, DİA,
V, 151.
[143] Mustafa
Öz ve Muhammed eş-Şek’a, İsmâiliyye, DİA, XXIII,
131; Öztürk, s. 194; İlhan, a.y.
[144] Gazzâlî, Fedâihu’l-
bâtıniyye/el-Mustazhirî, s. 11; T:7.
[145] Gazzâlî, Mişkât, s.50-51;
T:24-25.
[146] Gazzâlî, Mişkât, s.73-75;
T:50-52; krş., Fedâihu’l- bâtmiyye/el-Mustazhirî, s.60; T:38.
Gazzâlî naslarm iki yönünü de kabul ettiğini, zâhiri boyutu inkar eden Bâtmîler
gibi olmadığım ifade etmektedir. Bkz., Mişkât, s.73; T:50.
Te’vil konusu ilerde ayrıca incelenecektir.
[147] Bütün
sıfatlardan soyutlanmış bir tanrı fikri ve aşırı tenzih, bir tür agnostisizm’e
yol açmakla, hatta bünyesinde gizli bir ateizm’i barındırmakla
eleştirilmektedir. Bkz., Turan Koç, Din Dili, Kayseri: Rey
Yayıncılık, tsz., s.60-61; Yusuf Şevki Yavuz, Ey s, DİA, XII,
1.
18 Gazzâlî bunu şöyle anlatmaktadır. “Makalât yazarları
nakillerinde onların iki ilaha inandıkları konusunda ittifak etmişlerdir.
Onlardan birinin zaman itibariyle önce bulunması mümkün değildir. Birincisi
İkincinin varlığının illetidir. İlletin ismi Sabık, malulün ismi ise Tâlî’dir.
Sabık âlemi kendisi (nefsi) ile değil Tâlî vasıtası ile yaratmıştır. Bazen
birincisi akıl İkincisi nefs diye isimlendirilir. Onlar birincisinin bil-fıil
tam İkincisinin buna izafetle ma’lul olduğu için eksik olduğunu ileri
sürerler... Dediler ki; şeriat dilinde o ikisi kalem ve levh ’dir. Birincisi
kalemdir. Çünkü o ifade edendir. Levh ise müstefit ve müteessirdir... Sonra
şöyle dediler. Sabık ne vücut ne de ademle vasıflanır. Çünkü yokluk nefy’dir,
varlık ise onun sebebidir. O halde o ne mevcut ne de ma’dumdur, o malum ve
meçhulde değildir; ona bir şeyle vasıflanmış veya vasıflanmamış denilemez...
Sonra da âlem kadimdir, yani zaman itibari ile varlığından önce yokluk yoktur
dediler. Bilakis Sâbık’tan Tâlî meydana gelmiştir. O ilk mübdî’dir. İlk
mübdî’den de, cüzleri mürekkep bedenlere yayılmış olan külli nefs meydana
gelmiştir... Bunlar bâtıl olduğu apaçık olan iki"heyezandan, seneviyye
(düalistler) ve Mecusilerden iki ilah konusunda aldıkları küfürden ibarettir.
Bu konuda sadece ibarelerde değişiklik yapmışlardır. Nur ve zulmet yerine Sâbık
ve Tâlî demişlerdir." Bkz., Fedâihu’l-
bâtmiyye/el-Mustazhirî, s.38-40; T:23-25.
[149] Öztürk,
s.288-303; Corbin, s.90-94; Öz ve eş-Şek’a, s.130.
[150] Öztürk,
s.304.
[151] Nicholson,
s.147.
[152] Değerlendirmeler
için bkz., Gazzâlî, Fedâihu’l- bâtmiyye/el-Mustazhirî, s.12-13;
T:7-8; Faik Bulut, İslam Komüncüleri (Karmatîler), Ânkara:
Doruk Yayıncılık, 1997, s.127-132; Sabri Hizmetli, Karmatîler, DİA, XIV,
510.
[153] Değerlendirmeler
için bkz., Öztürk, s.33-35; İsmail Mir Ali, el-Karamita ve Hareketü’l-
Karamita fi’t-târîh, Beyrut: Dâr ve Mektebetü’l-hilâl, 1983, s. 186
vd.
[154] Hizmetli,
s.512; Louis Massignon, Karmatîler, İA, VI, 356.
[155] İbn
Teymiyye, Muvâfâkâtü SahîhiT-menkûl li sarîhi’l-ma’kûl, Beyrut:
Daru’l-kütübü’l- ilmiyye, 1985,1, 236-238.
[156] Takiyettin
Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, 2.bs., İstanbul: İEF. Yayınları,
1968, s. 101.
[157] V-c-d
fiilinin türevleri ve vücud kelimesinin anlam boyutları hususunda geniş bilgi
için bkz., İbn Manzur, Lisanü’l-Arabi’l-muhît, tsn., Yusuf
Hayyat ve Nedim Mar’aşli, Beyrut: Dar-u Lisâni’l-Arab, 1970, III, 880-881;
Tehânevi, Mevsûatü Keşşaf İstilâhâti’l-fünûn ve’l-ulûm, Beyrut:
Mektebetü Lübnan, 1996, II, 1766-1771; Muhammed ez-Zebîdî, Tâcu’l-arûs
min cevâhiri’l-kâmûs, thk., İbrahim Terzi, Beyrut: Dâru
İhyâti’t-türâsi’l-arabî, 1971, IX, 252-263.
[158] Varlık
kelimsi, Türkçe’de isim köklerine takılarak soyut isimler türeten —lık/-lik
ekinin var köküne eklenmesiyle türetilir ve varolanı ifade eder. Bkz., Orhan
Hançerlioğlu, Varlık, Felsefe Sözlüğü, İstanbul:
Remzi Kitapevi, 8.baskı, 1993. Ayrıca bkz., Bedia Akarsu, Varlık, Felsefe
Terimleri Sözlüğü, Ankara: Türk Dil Kurumu, 1975.
[159] Bu
konuda yapılan değerlendirmeler için bkz., Hüseyin Atay, İbn Sînâ’da
Varlık Nazariyesi, Ankara: Gelişim Yayınları, 1983, s.20-22; A.
mlf., Fârâbî ve İbn Sînâ’ya Göre Yaratma, Ankara: AÜİF
Yayınları, 1974, s.8-9.
[160] H.
Ziya Ülken, Varlık ve Oluş, Ankara: AÜÎF Yayınları, 1968,
s.104-107.
[161] Konu
hakkındaki tartışmaların Homeros ve Hesiodos’un mitolojileri kaleme alması ile
başladığı söylenmektedir. Bkz., Etienne Gilson, Tanrı ve Felsefe, Çev.
Mehmet Aydm, İzmir: DEÜ Yayınları, 1986, s.17-18; Walther Kranz, Antik
Felsefe, Çev. C. Suat ve Y. Baydur, İstanbul: Sosyal Yayınları, 1994,
s.l; Alfred Weber, Felsefe Tarihi, Çev. Vehbi Eralp, 3. bs.,
İstanbul: Remzi Kitabevi, 1964, s.10.
[162] A.
Kadir Çüçen, Felsefeye Giriş, Bursa: Asa Kitabevi, 1999,
s.243; Ahmet Arslan, Felsefeye Giriş, Ankara: Vadi Yayınları,
1994, s.63-66.
[163] Aristoteles, Metafizik, Çev.
Ahmet Arslan, 2. bs., İstanbul: Sosyal Yayınları, 1996, s. 187 (1003a 20).
Ayrıca bkz., Mengüşoğlu, s.102.
[164] Aristoteles,
s.326 (1028a 10-20)
[165] İsmail
Tunalı, Sanat Ontolojisi, İstanbul: Sosyal Yayınları, 1984,
s.2
[166] Aristoteles,
s. 153-157 (995a-996a 15) ;
[167] Arslan, Felsefeye
Giriş, s.70.
[168] Aristoteles,
s.296 (1026a 1.5)
[169] Stanley
M. Honer-Thomas C. Hunt, Felsefeye Çağrı, Çev. Haşan Under,
Ankara: İmge Kitabevi, 1996, s. 135-136.
[170] Arslan, Felsefeye
Giriş, s.70.
[171] S.
Hayri Bolay, Aristo Metafiziği ile Gazzâlî Metafiziğinin
Karşılaştırılması, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1976, s.30;
Çüçen, s.241.
[172] Konu
hakkında geniş ve sistematik değerlendirmeler için bkz., Toshiko Izutsu,
İslam’da Varlık Düşüncesi, İstanbul: İnsan Yayınları, 1995,
s.105-127; Şaban Ali Düzgün, Nesefî ve İslam Filozoflarına Göre
Allah-ÂIenı ilişkisi, Ankara: Akçağ Yayınları, 1998, s. 11-23.
[173] Gazzâlî, Mîyâru’l-ilm
fî fenni’l-mantik, Beyrut: Daru’l-Endelüs, tsz., s.227-228.
[174] Gazzâlî, Mişkât, s.55;
T:29.
[175] Gazzâlî, Mîyâr, s.
197.
[176] Bolay, a.g.e., s.253.
[177] Gazzâlî, Mişkât, s.55-56;
T:30; el-Maksadü’l-esnâ fî şerhi meânî esmâillâhi’l-hüsnâ, thk.,
Fazlühü Şehâde, 2. bs., Beyrut: Darü’l-meşrık, 1986, s.137; Esmâ-i
Hüsnâ Şerhi, Çev. M. Ferşat, İstanbul: Ferşat Yayınları, 1972, s. 167.
[178] İbn
Manzur, III, 740-74İ; Ebû Nasr İsmail b Hammad el-Fârâbî el-Cevherî, es-Sıhâh
Tâci’l-luga ve Sıhâhı’l-Arabiyye, thk., Ahmed Abdülgafur Attar, 4.
bs., Beyrut: Daru’l-ilm li’l-melâyin, 1990, II, 839.
[179] İbn
Manzur, III, 739; Cevheri, II, 838. Ragıb el-İsfahânî, el-Müfredât fî
Garibi' 1-Kur’ ân, thk., Muhammed Seyyid Keylânî, Kahire: Şerîketü
Matbaatü Mustafa el-Bâbî el-Halebî, 1961, s.508.
[180] İbn
Manzur, III, 739; Tehânevî, II, 1731
[181] M. Hamdi
Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul: Eser Neşriyat, 1979, V,
3516.
[182] İsfahânî,
s.508 509 Ayrıca bkz., Zebîdî, XIV, 304; Cevheri, II, 839.
[183] İsfahânî,
s.300.
[184] İsfahânî,
s.5O8; Zebîdî, XIV, 300-301; Mahmud b. Abdullah Alûsî, Ruhü'l-meânî, tsh.,
Muhammed b. Arab, Beyrut: Daru'l-fîkr, 1997, X, 230.
[185] Burada
“O Allah ki güneşi ziya ayı nur kıldı. (Yunus/5)” ayetine dayanılarak farklı
yorum ve değerlendirmeler yapılmaktadır. Mesela Wılly Hartner’in nur ve ziyayı
eş anlamlı kabul etmesi ve ayette yapılan ayrımı o dönem insanlarının tabiat
hakkında ki bilgisizliğine dayandırarak bunun doğru olmadığım söylemesi
vurgulanması gereken bir noktadır, (bkz., Hartner, s.352.) Ayrıca şunu da
belirtelim ki, zikredilen ayete dayanılarak yapılan, “ziyanın nurdan daha
kuvvetli şiddetli ve genel olduğu” şeklindeki yorumlar hatalı olup ayette
kastedilen anlamın bu olmadığı günümüzde bilimsel verilerle ispatlanmıştır.
Dolayısıyla, Gazzâlî’nin de katıldığı, ziyanın nurdan değil nûrun ziyadan daha
kapsamlı olduğu şeklinde yapılan değerlendirmeler daha doğru ve isabetli
görünmektedir.
[186] Tehânevî,
II, 1732.
[187] İbnManzur,
II, 651; Tehânevî, II, 1153; Cevheri, V, 1978.
[188] İsfahânî,
s.315; Seyyid Şerif el-Cürcânî, et-Ta'rîfât, thk., Abdurahman
Ümeyye, Beyrut: Âlemü'l-kütüb, 1987, s. 187.
[189] Kur’ân, Hadîd
Suresi, Ayet 12.
[190] Kur’ân, Hadîd
Suresi, Ayet 13.
[191] Kur’ân, Tahrim
Suresi, Ayet 18.
[192] İsfahânî,
s.508; Zebîdî, XIV, 301.
[193] İsmail
Hakkı Bursevî, Ruhu'l-beyân, İstanbul: Mektebet-ü Eser, 1996,
VI, 153.
[194] Allah'a
nur denilip denilerheyeceği ve nûrun anlam boyutları hususundaki
değerlendirmeler için bkz., İbn Manzur, III, 739; Tehânevî, II; 1731-1732;
Isfahânî, s.508; Zebîdî, XIV, 301-302; Cürcânî, s.302; Alûsî, s.235-242; Ömer
Çelik, Kur’ân-ı Kerîm 'de Nur Kavramı, MÜİF Dergisi,
1997-1998, S.16- 17, s.123-171.
[195] Gazzâlî, Mişkât, s.55;
T:29.
[196] Gazzâlî, Mişkât, s.41;
T: 15-16.
[197] Gazzâlî, Mişkât, s.42;
T: 16.
[198] Gazzâlî, Mîrâc, I,
96; T:205.
[199] Gazzâlî, Mişkât, s.42;
T: 16.
[200] Gazzâlî, Mişkât, s.59;
T',33-34.
[201] Gazzâlî, Mîrâc, I,
95; T:204.
[202] Gazzâlî, Mişkât, s.62;
T:37.
[203] Gazzâlî, Mişkât, s.42;
T: 16.
[204] Gazzâlî, Mişkât, s.42;
T:16-17.
[205] Gazzâlî, Mişkât, s.42-43;
T: 17.
[206] Gazzâlî, Mîrâc, I,
96; T:204-205. Burada ifade edilen “göz nûru” tabiri farklı şekillerde
yorumlanmıştır. Önceleri, göz nûrunun gözden yayılan bir ışık olduğu ve
nesnelerin onunla idrak edildiği zannedilmekteydi. Gazzâlî, Aristo’dan önceki
filozofların ve bir kısım tabiplerin de bu kanaatte olduklarını belirtmekte ve
bunu şu cümlelerle ifade etmektedir; “Aristo ’nun görüşü algının
niteliğine dair değildir. Aristo’dan öncekiler ise şöyle demişlerdir; “algının
meydana gelmesi için duyu ile duyum arasında bir temasın olması zorunludur.
Bakılan nesneden bir formun ayrılıp göze kadar uzanması imkansız olduğuna göre,
görmenin meydana gelmesi için gözden latif bir cismin yani ışığın ayrılması ve
bakılan nesneye ulaşması gerekir” Bu imkansızdır. Zira tabiplerden bir kısmı da
bunun yakışıksız ve imkansız bir iddia olduğunu söylerler. Diğer tabiplere
göre, gözle temas halindeki havada, gözden çıkan ve havadaki ışıkla birleşen
bir ışın sebebiyle bir etkileşim olur. Gözden çıkan ışınla havadaki ışın göz
açıp kapayıncaya kadar geçen kısa bir zaman zarfında tek bir ışın haline gelir
ve ikisinin toplamından gözde bir alet oluşur’'’ Gazzâlî bu iddianın
birkaç yönden imkansız olduğunu belirtir ve bu hususta yapılan eleştirilere genişçe
değinir. Bkz., Makâsıdu’l-felâsife, nşr. Muhiddin Sabri
el-Kürdî, 1. bs., Mısır, Matbaatü’s-saâde, tsz., s.283-287; Felsefenin
Temel İlkeleri, Çev. Cemalettin Erdemci, Ankara: Vadi Yayınları, 2001,
s.278-279.
[207] Gazzâlî, Mişkât, s.43;
T: 17-18.
[208] Gazzâlî, Mişkât, s.45-46;
T:20.
[209] Gazzâlî, Mişkât, s.48;
T:22.
[210] Gazzâlî, Mişkât, s.51-52;
T:26.
[211] Kur’ân, Teğâbün
Suresi, Ayet 84.
[212] Kur’ân, Nisa
Suresi, Ayet 174.
[213] Gazzâlî, Mişkât, s.48-49;
T:22-23.
[214] Gazzâlî, Mişkât, s.59;
T:34.
[215] Gazzâlî, Mişkât, s.52;
T:26.
[216] Gazzâlî, Mişkât, s.53;
T:27.
[217] Gazzâlî, Mişkât, s.69-71;
T:46-48.
[218] Gazzâlî, Mişkât, s.54;
T:28.
[219] Gazzâlî, Mîrâc, I,
96; T:205.
220 Gazzâlî, Mîyâr, s.227, 240.
[221] Nasr,
İbn Sînâ’nın varlığı “mümtenî (imkansız)”, “mümkün (olanaklı)” ve “vâcib
(zorunlu)” şeklinde bölümlere ayırdığını, daha sonraki Müslüman filozofların
yanı sıra Latin skolastiklerince de kabul edilen bu ayrımın Aristocu bir
formüle dayalı olmayıp bütünüyle İbn Sînâ’ya özgü olduğunu iddia etmektedir.
Bkz., Nasr, Three Müslim Sages, s.26.
[222] Cavit
Sunar, Varlık Hakkında Ana Düşünceler, Ankara: AÜİF Yayınları,
1977, s.78; Ayrıca bkz., Ahmet Cevizci, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Bursa:
Asa Kitabevi, 1998, s.101; Frank Thılly, Yunan ve Ortaçağ
Felsefesi, Çev. İbrahim Şener, 3. bs., İstanbul:, 2002, ş. 121-124.
[223] Afşar
Timuçin, Düşünce Tarihi, İstanbul, BDS Yayınlan, 1992, s. 136;
Ayrıca bkz., Ednard
Zeller, Grek Felsefesi
Tarihi, Çev. Ahmet Aydoğan, İstanbul, İz yayıncılık, 2001, s.177-181;
Cevizci, s.
102-103. ;
[224] Kamiran
Birand, İlkçağ Felsefesi Tarihi, 2. bs., Ankara: AÜİF
Yayınları, 1964, s.53-53; Cevizci, s.99-100. Ayrıca geniş ve sistemli bir
değerlendirme için bkz., Fredrick Copleston, Felsefe Tarihi
“Platon”, Çev. Aziz Yardımlı, 3. bs., İstanbul, İdea Yayınları, 1995,
s.38-75; Ahmet Cevizci, İdealar Kuramı, Ankara, Gündoğan
Yayınları, 1989, s.78-101.
[225] H.
Ziya Ülken, Varlık ve Oluş, s.73.
[226] Ülken,
s.96. Ayrıca bkz., Mahmut Kaya, İslam Kaynakları Işığında Aristoteles
ve Felsefesi, İstanbul: Ekin Yayınları, 1983, s.213 vd.; Zeller,
s.218-220; Thılly, s.157; Timuçin, s.156; Birand, s.71-77.
[227] Bolay,
a.g.e., s. 126. Aristo zorunlu-mümkün ayrımını şu cümlelerle ifade etmektedir:
Ezeli- Ebedi varlıklar töz (cevher) bakımından yok oluşa tabi varlıklardan
öncedirler. Öte yandan ezeli-ebedi hiçbir şey bil-kuvve olarak var değildir,
çünkü her güç aynı zamanda çelişiklerin gücüdür. Bir yandan, gerçekte varolma
gücüne sahip olmayan bir şeyin gerçekten varolan bir şey olarak bir özneye ait
olması mümkün değildir. Öte yandan mümkün olan her şey fiil haline
gelmeyebilir. O halde varolma gücüne sahip olan bir şey varolabilir veya
olmayabilir. Varolması mümkün olan şey ise mutlak anlamda yok oluşa tabidir. O
halde mutlak anlamda yok olmayan hiçbir şey bil-kuvve değildir. Hiçbir zorunlu
varlık bil-kuvve var değildir. Çünkü zorunlu varlıklar birincil varlıklardır.
Eğer bu varlıklar olmasaydı hiçbir şey olmazdı. Bkz., Aristoteles, s.411-412
(1050b 5-15).
[228] Aristo
zorunhı’nun, “kendisi varolmaksızm yaşamın mümkün olmadığı şey”, “kendisi
olmaksızın ne iyinin varolabileceği ne de kötünün kaldırılabileceği koşul”,
“zorla yapılan, zorlama şey”, “olduğundan başka türlü olmayan şey” şeklinde
tanımlarını verdikten sonra, “zorunluluğu kendisinden olan” ve zorunluluğu
başkasmdan olan” şeklinde bir ayrım yapmakta ve bununla zorunlu-mümkün ayrımını
net olarak ortaya koymaktadır. Bkz., a.g.e., 243-245 (1015a
20-30; 1015b 5-15).
[229] Cevher
Şulul, Kindi Metafiziği, İstanbul: İnsan Yayınları, 2003,
s.62.
[230] Yakub
b İshak el-Kindî, Kitabü’l-Kindî ilâ Mu’tasım Billâh fi
felsefeti’l-ûlâ, (Resâilü’l- Kindiyyü’l-felsefiyye içinde) thk.,
Muhaımned Abdülhâdî Ebû Reyde, Kahire: Daru’l-Fikri’l-Arabî, 1950, s.161; T:
Mahmut Kaya, İlk Felsefe Üzerine, (Kindî Felsefî Risaleler içinde),
İstanbul: Klasik Yayınları, 2002, s. 182.
[231] Muhammed
el-Behiy, İslam Düşüncesinin İlâhî Yönü, Çev. Sabri Hizmetli,
Fecr Yaymevi, Ankara, 1992, s.283.
[232] Değerlendirmeler
için bkz., Fârâbî, ei-Medînetü’l-fâzıla, thk., Albert Nasri
Nadir, 5. bs., Beyrut: Dâru’l-meşnk, 1985, s.37; T: İdeal Devlet, Çev.
Ahmet Arslan, 2,bs., İstanbul: Vadi Yaymları 1997, s.33; Zinûni’l-kebîri’l-yunaniyye,
(Resâil-ü Fârâbî içinde), Haydarabad: Dâiretü’l-Meârifî’l- Osmâniyye, 1926,
s.3-4; et-Ta’lîkât, (Resâil-ü Fârâbî içinde), s.5; Uyûnü’l-mesâil,
(es-Semeretü’l- marzıyye içinde) Friedrich Dieterici, Leinden: A. J.
Brill, 1890, s.57. Ayrıca bkz., Mübahat Küyel Türker, Aristoteles ve
Fârâbî’nin Varlık ve Düşünce Öğretileri, Ankara: AÜDTCF Yaymları,
1969, s. 100-103; İbrahim Hakkı Aydm, Fârâbî’de Metafizik
Düşünce, İstanbul: Bil Yaymları, 2000, s.72-85.
[233] İhvân-ı
Safa, Resâil-ü İhvâni’s-safa ve hullânü’l-vefa, Beyrut: Dâr-u
Sâdır, 1957, III, 36.
[234] İhvân-ı
Safa, Resâil, III, 201.
[235] îhvân-ı
Safa, Resâil, II, 6. Ayrıca geniş bilgi için bkz., Hamdi
Onay, İhvân-ı Safâ’da Varlık Düşüncesi, İstanbul: İnsan Yayınları,
1999, s.152-156.
[236] İbn
Sînâ, Şifâ “ilahiyyât”, nşr., Muhammed Yusuf Musa, Süleyman
Dünya ve Said Zayed, Kahire: yy., 1960,1, 37; en-Necât, thk., Macid Fahri,
Beyrut: Daru’l-âfâki’l-cedide, 1985, s.224.
[237] İbn
Sînâ, Şifâ “ilahiyyât”, I, 37-38; et-Ta’lîkât, nşr.,
Abdurahman Bedevî, Kum: Mektebetü’l-İ’lâmi’l-İslâmî, tsz., s. 131.
[238] Burhan
Ulutan, İbn Sînâ Felsefesi, İstanbul: Türk Dünyası
Araştırmaları Vakfı, 2000, s.59.
[239] İbn
Sînâ, Şifâ “ilahiyyât”, I, 37-39; II, 181-183; et-Ta’lîkât, s.36.
[240] İbn
Sînâ, en-Necât, s.224-225; el-İşârât ve’t-tenbîhât maa
şerh-i Nasiruddin et-Tûsî, thk., Süleyman Dünya, Beyrut: Müessesetü’n-
numân, 1992, II, 113.
[241] Behiy,
s.358. Ayrıca bkz., Atay, İbn Sînâ’da Varlık Nazariyesi, s.121-218;
A. mlf., Fârâbî ve İbn Sînâ’ya Göre Yaratma, s.30-58;
Fahrettin Olguner, Üç Türk-İslam Mütefekkiri İbn Sînâ, Fahrettin Razi,
Nasırettin Tusi Düşüncesinde Varoluş, İstanbul: Üçdal Neşriyat, 1984,
s.49-54; H. Ömer Özden, İbn Sînâ-Descartes (Metafizik Bir
Karşılaştırma), İstanbul: Dergah Yayınları, 1996, s.63-68.
[242] Mesela
İbn Rüşd, “Gazzâlî’ye ait kitaplardan da açıkça anlaşılmaktadır ki; O,
ilahiyat konularında filozofların görüşlerine dayanmıştır. Onun bu hususu en
açık ve en doğru bir biçimde ortaya koyan yapıtlarından biri Mişkâtü'l-envâr
adlı kitabıdır” şeklindeki ifadeleriyle Gazzâlî ontolojisinin
filozoflara dayandığını iddia etmektedir. (İbn Rüşd Tehâfütü’t-tehâfüt, s.117;
T:63) Okumuş ise Gazzâlî’nin varlık mertebeleri ayrımında İbn Sînâ’ya
dayandığını ifade etmektedir, (bkz., Mesut Okumuş, Gazzâlî’nin Kur’ân
Yorumlarına İbn Sînâ’nın Etkileri, İADGÖS, s.342, 346) İbn
Rüşd de, Gazzâlî’nin sadece İbn Sînâ’nın eserlerini incelediğini, bu yüzden
yeterli felsefi seviyeye ulaşamadığını belirterek Okumuş’un bu iddialarını
kuvvetlendirmektedir, (bkz., a.g.e., s.254; T: 134) Aynı İbn
Rüşd, “İbn Sînâ’nın zorunlu-mümkün ayrımını ve mümkün Varlığın mutlak
fâile dayanma delilini kelamcılardan aldığını, bu delili Eşarîlerden önce
Mutezilenin kullandığını" ifade ederek ilginç bir tutarsızlık
örneği sergilemektedir, (bkz., a.g.e., s.276; T:145) Yeni bir
dönemi başlatacak kadar büyük bir kelamcmm kendi ekolünün görüşlerinden
habersiz olması; bununla birlikte varlık anlayışının da görüşlerini
kelamcılardan aldığı söylenen bir şahsa (İbn Sînâ) dayandırılması izahı kâbil
olmayan bir husus olsa gerek!
[243] Gazzâlî, Mişkât, s.55;
T:29.
[244] Gazzâlî, Mîyâr, s.249-251.
[245] Gazzâlî, Makâsıd, s.163;
T-.158.
[246] Gazzâlî, Mîyâr, s.250.
[247] Bolay, a.g.e., s.203.
[248] Gazzâlî, Mişkât, s.54;
T:28-29.
[249] Gazzâlî, Mişkât, s.54;
T:29.
[250] Gazzâlî, Mîyâr, s.250.
[251] Gazzâlî, el-Maksad, s.
137; T:167.
[252] Kur’ân, Kasas
Suresi, Ayet 88.
[253] Gazzâlî, Mişkât, s.55-56;
T:30.
[254] Gazzâlî
vacibi şöyle tanımlamaktadır; “Varlığı muhal olmayan bir fiile vâcib
denir. Bununla kadîm ’e vâcib denilmesini veya güneşin batışının vacip olarak
isimlendirilmesini kastetmiyoruz. Terk edilmesi tercih edilmeyen ve sahibinden
sadır olup terk edilmesi evla olmayan fiilin vacip şeklinde isimlenmesi gizli
bir husus değildir. Her şekilde tercih edilmesi evla olan fiilin de, aynen
vacip şeklinde isimlenmesi doğru değildir. Bilakis fiili tercih eden bir
hususiyet gereklidir” Bkz., el-İktisâd fi’l-İtikâd, nşr.
İbrahim Agah Çubukçu- Hüseyin Atay, Ankara: AÜİF. Yayınları, 1962, s.161;T: İtikadda Orta Yol, Çev. Kemal Işık, Ankara:
AÜİF. Yayınları, 1971, s.l 18.
[255] Gazzâlî, Tehâfütü’l-felâsife, nşr:
Maurice Bouyges, Beyrouth, Imprımerıe Catholıque, 1927, s. 163; T: Filozofların
Tutarsızlığı, Çev. Bekir Sadak, İstanbul: Ahsen Yayınları, 2002,
s.107; Ravdatü’t-tâlibîn, (Mecmûatü Resâil içinde), II, 23-25;
T: Tasavvufun Esasları, Çev. Ramazan Yıldız, İstanbul: Şamil
yayınlan, tsz., s.43-47.
[256] Gazzâlî, el-Maksadü’l-esnâ, s.46-47;
T:84-85; Gazzâlî Madnunü’l-kebir isimli eserinde tevhid ve
sıfatlar konusunu müstakil bir başlık altmda incelemekte ve buradaki ifadelerin
benzerlerini kullanmaktadır. Şöyle ki “Bir kimse insan hayat sahibidir,
alimdir, kadirdir, işitir, görür, mütekellimdir; Allah ’ta böyledir dese bunu
söyleyen benzetme yapmış olmaz. Çünkü teşbih en özel vasıfta ortaklığın
ispatıdır. Bir kimse siyah arazdır, mevcuttur ve renktir; beyazda arazdır,
mevcuttur ve renktir dese siyahı beyaza benzetmiş olmaz. Çünkü renkli olmada,
araz olmada ve var olmada ortaklık ikisi arasında benzerliği gerektirmez.
Bunlar genel vasıflardır. Var olanların tamamı genel anlamda varlıkta ortak
oldukları halde birbirlerine benzemezler. Bu sebeple siyah ve beyaz, renkli
olma, araz olma ve var olma hususlarında ortak olmalarına rağmen birbirlerine
benzemezler. Misal Allah Teala hakkında caiz ve mümkün; denklik ise imkansızdır.
” Bkz., a.g.e., IV, 93; T:23-24. Ayrıca aynı ifadeler
için bkz., Meâricü’l-kuds fi medârici ma’rifeti’ri-nefs, Beyrut:
Daru’l-kütübü’l-ilmiyye, 1998, s.175; T: Hakikat Bilgisine
Yükseliş, Çev. Serkan Özburun, İstanbul: İnsan Yayınları, 2002, s.150.
[257] Gazzâlî, el-Ecvibetü’l-gazzâliyye
fî’l-mesâili’l-uhreviyye, (Mecmûatü Resâil içinde), IV, 122; T: Küçük
Madnun, (İki Madnun içinde), s.95. (bundan sonra esere el-Madnûnü’s-sağîr şeklinde
atıf yapılacaktır)
[258] Gazzâlî, îhyâu
ulûmi’d-dln, 4. bs, Beyrut: Daru’l-hayr, 1997, I, 139; T: İhyâu
ulûmi’d- din, Çev. Ahmet Serdaroğlu, İstanbul: Bedir Yayınevi,
1974,1,.271
[259] Gazzâlî, el-İktisâd, s.35;
T:29.
[260] Gazzâlî, İhyâ, I,
139; T: I, 271-272. Ayrıca bkz., el-İktisâd, s.35-38; T:29-30.
[261] Gazzâlî, Mişkât, s.62;
T:38
[262] Emrullah
Yüksel, Kelam Dersleri, Erzurum: ATÜÎF Yayınları, 1986, s. 19.
[263] Gazzâlî, Kavâidü’l-akâid, thk.,
Musa Muhammed .Ali, 2. bs., Beyrut: Âlemü’l-kütüb, 1985, s.50-53; T: Akaid
Esasları, (el-Kıstâsü’l-müstekîm içinde) s.255-257. Müstakil olarak
basılan bu risale İhyâu ulûmi’d-dirim bir bölümüdür. Bkz.
İhyâ, I, 117-118; T: I, 229-230.
[264] Gazzâlî, el-İktisâd, s.73-74;
T:54-55.
[265] Gazzâlî, Madnunü’l-kebir, IV,
91-92; T: 19-20.
[266] Gazzâlî, Mişkât, s.68;
T:44-45.
[267] Gazzâlî, Mişkât, s.60-61;
T.35-36
[268] Gazzâlî
bunu şöyle ifade eder: “o odur (hüve hüve) sözümüz, bir yönden vahdet (birlik)
ifade eden kesrete (çokluk) delalet eder. Zira birlik olmasaydı, “o tek
olandır” demek mümkün olmaz; eğer çokluk ta bulunmasaydı yine “o odur” sözü
mevcut olmazdı. Nitekim “o odur” sözü iki şeye (birlik ve çokluk) birlikte
işaret etmektedir. Bkz., el-Maksadü’l-esnâ, s.22; T:31.
[269] Gazzâlî
Allah’m Vahid ismini açıklarken onun salt bir olduğunu şu cümlelerle ortaya
koymaktadır. “Vahid bölünemeyen ikilenemeyen yani bir parçası olmayan
demektir. Bölünemediği için cevheri vahid (atom) buna örnek olabilir. Bu
sebeple ona bir (vahid) demişlerdir. Bu aslında parçası olmayan manasındadır.
Keza noktada böyle olup bir parçası yoktur. Allah’ın bir (vahid) olması da
zatında bölünmeyi takdir etmenin muhal olması manasındadır. Eğer bir varlık,
özellikleri sebebiyle “yegane bir” kabul ediliyorsa, onun dışındaki bir şeyin
ona ortak olması asla tasavvur edilemediğindendir. İşte O ezeli ve ebedi olarak
mutlak birdir." Ayrıca Gazzâlî burada bir’in diğer
kullanımlarının mecazi olduğuna da işaret etmektedir. Bkz., el-Maksadü’l-esnâ, s.144;
T: 176-177.
[270] Kemal
Batak, Tehâfütüi-Felâsife İle Alakalı Genel Problemler, (ÎADGÖS içinde)
s.392. Okumuş, İbn Sînâ’nın da nur ayeti yorumunda, Allah’ın hakîkî nur
olduğunu ifade ettiğini belirtir. Okumuş, a.g.m., s.349.
[271] Gazzâlî, el-Maksadü’l-esnâ, s.
157-158; T:195-198.
[272] Gazzâlî, Mişkât, s.59;
T:33.
[273] Gazzâlî
Allah’ın ilk nur oluşunu Onun ‘Evvel’ ismini açıklarken şöyle ortaya
koymaktadır. "Evvel isminde varlık dereceleri dikkate alınmalıdır.
Varlık derecelerindeki silsileye bakılmaksızın bu isim anlaşılmaz. Bu durumda
varlık derecelerindeki silsileye nisbetle Allah Teâlâ evveldir. Çünkü bütün
mevcudat varlıklarını Ondan almıştır. O ise zatıyla mevcuttur; varlığını hiçbir
şeyden almamıştır.” Bkz., el-Maksadü’l-esnâ, s.
146-147; T:180.
[274] Gazzâlî, Mişkât, s.60;
T:34.
[275] Gazzâlî, Mişkât, s.54;
T:28.
[276] Gazzâlî, Mişkât, s.41;
T: 15.
[277] Kur’ân, Fussilet
Suresi, Ayet 53.
[278] Gazzâlî,
Mişkât, s.62-64; T:38-39.
[279] Gazzâlî,
Mişkât, s.56; T:30-31.
[280] Gazzâlî, Mişkât, s.93;
T:71.
[281] Kur’ân, Enam
Suresi, Ayet 79.
[282] Gazzâlî, Mişkât, s.67-68;
T:43-44.
[283] Kur’ân, Âraf
Suresi, Ayetİ85.
[284] Gazzâlî, el-Maksadü’l-esnâ, s.
139; T:169.
[285] Bu
metot “imkan delili” veya “kozmolojik delil” ismiyle meşhur olmuştur. Bilgi
için bkz.,Necip Taylan, Tanrı Sorunu, İstanbul, Ayışığı
Kitapları, 1998, s.37-55; Bekir Topaloğlu, İslam Kelamcılarına ve
Filozoflarına Göre Allah’ın Varlığı, Ankara: DÎB. Yayınları, 1983,
s.59, 99, 140.
[286] Gazzâlî, el-Maksadü’l-esnâ, s.51;
T:61.
[287] Gazzâlî, el-Maksadü’l-esnâ, s.52;
T:62.
[288] Gazzâlî, el-Maksadü’l-esnâ, s.
139; T:169.
[289] Bu
delili ilk olarak İbn Sînâ’nm kullandığı fakat geliştiremediği iddia
edilmektedir. Konu hakkmdaki değerlendirmeler için bkz., Taylan, a.g.e., s.
17-37; Mehmet Bayraktar, İslam Felsefesine Giriş, Ankara: TDV
Yayınları, 1997, s.196-198; a. mlf., Fârâbî ve İbn Sina’da Ontolojik
Delil Üzerine, İbn Sînâ: Doğumunun Bininci Yılı Armağanı, Der.
Aydm Sayılı, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1984, s.461-470.
[290] Okumuş,
Gazzâlî’nin Allah’m varlığını ispat için ileri sürdüğü delillerde İbn Sînâ’dan
yararlandığını iddia etmektedir. Bkz., a.g.m., s.343-344.
[291] Gazzâlî, Mişkât, s.93;
T:71.
[292] Gazzâlî, el-Maksadü’l-esnâ, s.52-53;
T:63
[293] Gazzâlî, el-Maksadü’l-esnâ, s.54;
T:64.
[294] Gazzâlî, Mişkât, s.57;
T:31.
[295] Gazzâlî, el-Maksadü’l-esnâ, s.56;
T:66.
[296] Değerlendirmeler
için bkz, Tehânevî, II, 1423; Atay, İbn Sînâ’da Varlık
Nazariyesi, s.25; a.mlf., Fârâbî ve İbn Sînâ’ya Göre
Yaratma, s.14; Izutsu, s.149; Muhsin Gerviyânî, İslam
Felsefesine Giriş, İstanbul: Birey Yayıncılık, 1998, s. 100.
[297] Aristoteles, Metafizik, s.322.
(1031a 20)
[298] a.g.e., s.325.
(1031b 20-25)
m a.g.e., s.326, (1032a 5)
[300] a.g.e., s.
194-195, (1004a, 5-30); Mahmut Kaya, Mahiyet ve Varlık Konusunda İbn
Rüşd’ün İbn Sînâ'yı Eleştirmesi, (İbn Sînâ: Doğumunun Bininci Yılı
Armağanı içinde) s.454.
[301] Aristoteles, a.g.e., s.326,
(1032a, 5); Özden, s.59.
[302] Varlık-mahiyet
ayrımım ilk olarak Aristo veya St. Thomas’m yaptığı da iddia edilmektedir.
Bkz., Atay, İbn Sînâ’da Varlık Nazariyesi, s.66; Aydın, Fârâbî’de
Metafizik Düşünce, s.69.
[303] Bu
sebeple tbn Rüşd, Fârâbî’nin varlık ve mahiyeti reel olarak ayırmadığını bu
ayrımın mantıksal olduğunu iddia etmektedir. Bkz., Kaya, a.g.m., s.458;
Mübahat Türker, Üç Tehâfüt Bakımından Felsefe ve Din Münasebeti, AÜDTCF.
Yayınları, 1956, s.142.
[304] Fârâbî, Fusûsü’l-hikem',
(es-Semeretü’l-marzıyye içinde), s.75; Zinûni’l-kebîri’l- yunaniyye, s.4.
Ayrıca geniş bilgi için bkz., Aydın, Fârâbî’de Metafizik Düşünce, s.63-73;
Atay, İbn Sînâ’da Varlık Nazariyesi, s.69-73; a.mlf., Fârâbî
ve İbn Sînâ’ya Göre Yaratma, s.66.
[305] Bu
konuda faklı bir değerlendirme için bkz., Ilhan Kutluer, İbn Sînâ
Ontolojisinde Zorunlu Varlık, İstanbul: İz Yayıncılık, 2002, s.
116-118.
[306] Atay, İbn
Sînâ’da Varlık Nazariyesi, s.77-80; a. mlf., Fârâbî ve İbn
Sînâ’ya Göre Yaratma, s.17-23; Özden, 59-63; Kaya, a.g.m., s.453-454;
Olguner, s.34-39; Ulutan, s.52-55.
[307] Refik
el-Acem, Mâ hüve, Mustalahat-ı İmam Gazzâlî, Beyrut:
Mektebetü Lübnan, 2000.
[308] Gazzâlî, el-Maksadü’l-esnâ, s.49-50;
T:59.
[309] Gazzâlî, Tehâfüt, s.
196; T:127.
[310] Vücud
ve mahiyetin ayrı olmadığını belirten Gazzâlî, vücudun mahiyet olmadığını da
ifade etmektedir. Tehâfüt, s. 199; T: 129.
[311] Gazzâlî, Tehâfüt, s.
197; f:128.
[312] Gazzâlî, Tehâfüt, s.
196; T: 128.
[313] Gazzâlî, Tehâfüt, s.198; T:128;
Bolay, a.g.e., s.254.
[314] Gazzâlî, Tehâfüt, s.
192, 196; T: 125, 127.
[315] Gazzâlî, Tehâfüt, s.
198-199; T: 129.
[316] Gazzâlî, el-Maksadü’l-esnâ, s.50;
T: 60.
[317] Gazzâlî,
Enam/79 ayetinde geçen, “O ki” manasındaki “Ellezi” lafzının Allah’a işaret
etmesi sebebiyle böyle bir açıklamada bulunmaktadır.
[318] Gazzâlî, Mişkât, s.68;
T:44-45.
[319] Gazzâlî’nin
konu ile alakalı ifadeleri şöyledir. “Firavun Hz.Musa’dan âlemlerin
rabbinin mahiyetini açıklamasını istedi ve âlemlerin rabbi nedir şeklinde bir
soru sordu. Hz Musa cevaben eğer yakîn sahibi iseniz göklerin yerin ve ikisi
arasındakilerin rabbidir dedi. Firavun ikinci ve üçüncü defa O’nun mahiyetini
talep etmiş fakat Hz.Musa O’nun ne açık tanımını (had) ne de dolaylı tanımını
(resm) vermiştir. Ayrıca istenilen tarifte cins ve fasılda belirtilmemiş sadece
salt Rubûbiyyet vurgulanmıştır. Çünkü hakikatte tarif zaman mekan ve bu ikisi
ile birlikte varolan şeylerle alakalıdır.” Bkz., Meâric, s.130;
T:112.
[320] İhvân-ı
Safa, Resâil, III, 513-514.
[321] Afifi, Mişkâtü’l-envâr
Mukaddimesi, s.23.
[322] Gazzâlî, Mişkât, s.84;
T:62.
[323] “Et-Tab”,
fiili veya infialı'olsun bütün türlerin onunla yetkinleştiği durumların
tamamıdır. Tabiattan daha kapsamlı gibidir. Bazen bir şey tab’dan (doğasmdan)
değil tabiattan gelir. Parmakların fazla olması gibi... Şahsi tabiata göre bu,
tab’dan meydana gelmeye bezmemektedir. Tab’ küllî tabiattan meydana gelmiş
değildir. Etki (fiil) ve edilginin (infial) tamammı kapsadığı için tabiattan
daha genel olup, fi’lî olmanın ilkesidir. Bkz., Gazzâlî, Mîyâr, s.218.
[324] Gazzâlî, Mişkât, s.85;
T:63.
[325] Gazzâlî, Mişkât, s.86;
T:64.
[326] İbn
Teymiyye, Gazzâlî’nin bununla “Muattıla” yı kastettiğini” ifade etmektedir.
Bkz., Bugyetü’l-murtâd, bkz., s.361.
[327] Gazzâlî, Mişkât, s.87;
T:64-65.
[328] Gazzâlî, Mişkât, s.88;
T:65-67.
[329] Önceleri,
Nur ve zulmetin teşkil ettiği çift tanrı inancı çerçevesinde oluşan ve îbn
Daysan, Mani ve Mazdak’ın görüşlerini temsil eden Seneviyye, zaman içerisinde
birtakım sapık kelam mezheplerini, Meşşâî felsefeyi ve Bâtınîleri de kapsar bir
tarzda anlam genişliğine ulaşmış, hatta ağır bir hakaret içeren zındık
kelimesiyle eşanlamlı kullanılmaya başlanmıştır. Bkz., R. Strothmann, Seneviye, İA,
(MEB) İstanbul 1988, X, 495-497. bkz., Dipnot, 100-1001
[330] Gazzâlî, Mişkât, s.89;
T:67. İbn Teymiyye, Gazzâlî’nin bu grupla Mecûsîleri kastettiğini ifade
etmektedir. Bkz., Bugyetü’l-murtâd, bkz., s.361.
[331] Gazzâlî, Mişkât, s.89;
T:67-68.
[332] Gazzâlî, Mişkât, s.89-90;
T:68-69.
Gazzâlî, Mişkât, s.90; T:67-69.
[334] Gazzâlî, Mişkât, s.91;
T:69-70.
[335] Gazzâlî, Mişkât, s.92;
T:70-71.
[336] Fahri,
bu sözlerin Hint düşüncesine dayandığını iddia etmektedir, “kedimi teşbih
ederim” veya ben Hakkım” gibi Allah’m zatıyla aynılığı ifade eden şatahatlarm,
Upanişadlar ve Vedanta da benzerlerinin olduğu görülmektedir. Mâcid
Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, Çev. Kasım Turhan İstanbul:
Ayışığı Kitapları, 1998, s.249.
[337] Gazzâlî, Mişkât, s.58;T:31-32.
[338] Gazzâlî, Mişkât, s.62;
T:36-37.
[339] Konu
hakkında değerlendirmeler için bkz., Mehmet Aydm, Gazzâlî’nin
“Kubb" Nazariyesinde Allah ’ın Sıfatlarının Anlam ve Önemi, AÜİF
Dergisi, 1960, XXII, 310-314.
[340] Gazzâlî’nin
fenâ anlayışı hakkında bir değerlendirme için bkz., Farid Jabre, Plotin'in
Vecdi ve Gazzâlî’nin Fenası, Çev. î. Agah Çubukçu, AÜİF
Dergisi, 1960, c.VIII, s.238-239.
[341] Gazzâlî, Mişkât, s.58-59;
T:32-33.
[342] Gazzâlî, Mişkât, s.59;
T:33.
[343] M.
Said Şeyh bu sözü Gazzâlî’de ki panteizmin formülü saymaktadır. Bkz.,
MM.Şerif, İslam Düşüncesi Tarihi, İstanbul: İnsan Yayınları,
1990, II, 248.
[344] Gazzâlî, Mişkât, s.60;
T:34-35.
[345] Gazzâlî’nin
panteizme yakm görüşleri araştırmacıları şaşkınlığa düşürmektedir. C.R.Upper’in
ifadesiyle; “tasavvuf! panteizm ile Eşarîliğin personalite dogması
harmanlanmış olarak karşımıza çıkar. Bu, Onun bir panteist mi yoksa Loe-Tze
tipi bir şahsi panteist mi olduğunu belirlemeyi güçleştirmektedir.” Upper
ayrıca, Gazzâlî’nin okazyonel panteizmi kesin olmakla birlikte, Onun eksiksiz
bir Sünni olduğunu da ifade etmektedir. Bkz., M.M.Şerif, a.g.e., s.247 (24.
dipnot)
[346] Gazzâlî, Mişkât, s.64;
T:39-40.
[347] Gazzâlî
“Allah insanı rahman suretinde yarattı” hadisi bağlammda bu cümleyi sarf
etmiştir. Onun ifadesiyle; “rahman suretinde” demekle “Allah suretinde”
demek arasında fark vardır. Çünkü İlâhî rahmet İlâhî hazret’ten suret
almaktadır. İlâhî hazret; rahmet hazretinden, melik hazretinden, Rubûbiyyet
hazretinden ayrıdır. Zira Allah Teâlâ “Deki, insanların rabbine, insanların melikine,
insanların ilahına sığınırım (Nas/1-3) ” buyurarak bu hazretlerden hepsine ayrı
ayrı sığınmayı emretti. Eğer bunlar ayrı olmasaydı “kendi suretinde” demesi
gerekirdi. Halbuki sahih hadiste “rahman suretinde” şeklinde geçmektedir” Bkz., Mişkât, s.71;
T:48-49. M. Said Şeyh ise -bu ifadelerden habersiz olsa gerek!- Gazzâlî
hakkında şunları söylemektedir: “Gazzâlî ruhu Allah’a hem zat hem de
sıfatları bakımından öyle yakından benzetmektedir ki, neredeyse aralarında
hiçbir fark kalmamaktadır. Onun bu anlayışının panteizme göz kırpıp kırpmadığı
Gazzâlî’nin bazı tilmizlerini şaşkınlığa düşüren bir problemdir.” Bkz.,
M.M.Şerif, a.g.e., s.247-248.
[348] Wensınck
bu anlayışı, “Yeni-Platonculuk prizmasından görünen semitik vahdaniyet”
şeklinde tanımlamaktadır. Bkz., a.g.e., s.9.
[349] Gazzâlî, Mîyâr, s.249.
[350] Buradaki
“mecazi varlık” ifadesi Platon’da gördüğümüz “gölge varlık” anlamında değildir.
Çünkü Gazzâlî, imkan sahasmda olan her varlığın hakikatini kabul etmektedir,
(bkz., Fedâihu’l- bâtmiyye/el-Mustazhirî, s.82; T:50) Aynı
zamanda O, “Allah'ın vechi” olması sebebiyle varlığa tanrısal bir boyut
kazandırmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, varlığın hakikatini inkar etmek bir
bakıma tanrıyı inkar etmekle aynı anlama gelecektir. Şunu da belirtmek gerekir
ki; “Allah’m vechi” şeklinde ifade edilen tanrısal boyut, varlığı imkan
sahasına çıkarmanın ötesinde bir şey değildir. “Allah’m vechi” ifadesi bu anlam
dışında düşünülecek olursa, Allah’ın vechi olmaları dolayısıyla bütün
varlıkların bir zorunluluk içerisinde ondan doğması, veya bütün mevcudata tanrı
olduğu sonucu doğacaktır ki, Gazzâlî’nin zorunluluğu, dolayısıyla da varlığın
kıdemini kabul etmeği, aynı zamanda onun panteist olmasının söz konusu olmadığı
daha önce ifade edilmişti.
[351] Gazzâlî, Tehâfüt, s.70-73;
T:51-53.
[352] Gazzâlî, Mişkât,
s.66; T:4.1.
[353] Gazzâlî, Mişkât, s.59;
T:34.
[354] Burada
ifade edilen mevzu ile kendi kendine varolan yakm mahal (mahallü’l-karîb)
kastedilmektedir. Bkz., Gazzâlî, Mîyâr, s.228.
[355] Gazzâlî, Mişkât, s.50;
T:24.
[356] Gazzâlî, Mişkât, s.49;
T:24.
[357] Gazzâlî, Mîyâr, s.228.
[358] Gazzâlî, Mîyâr, s.211.
Ayrıca bkz., Meâric, s.168-169; T:144; el-Meârifü’l-akliyye,
(Düşünme, Konuşma ve Söz Üzerine), Çev. A. Kamil Cihan, 2. bs.,
İstanbul: İnsan Yayınları, 2003, s.41. (Bundan sonra el-Meârif şeklinde
atıf yapılacaktır) Burada yapılan ayrım Mişkâtü’l-envâr’&ıiâ ayrımla
da örtüşmektedir. Krş., Mişkât, s.45, 49-52; T:20, 24-27.
[359] Aynı
varlık ayrımı Plotinus ve İhvân-ı Sâfa’da da görülmektedir. Bkz., Weber, s.
110-116; Onay, s.69.
[360] Gazzâlî, Mîyâr, s.214.
[361] Gazzâlî, Mişkât, s.55;
T:2$.
[362] Gazzâlî, Mîyâr, s.222.
[363] Gazzâlî, el-İktisâd, s.8O;
T:60.
[364] Gazzâlî, Tehâfüt, s.96;
T:66.
[365] Gazzâlî, Meâric, s.166;
T:139.
[366] Değerlendirmeler
için bkz., Tehâfüt, s.36-41; T:30-34; el-İktisâd, s.
101-108; T:75-80.
[367] Kur’ân, Yasin
Suresi, Ayet 82.
[368] Kur’ân, Nahl
Suresi, Ayet 40.
[369] Kur’ân, A’raf
Suresi, Ayet 54.
[370] Gazzâlî, el-İktisâd, s.152-157.;
1:111-115.
[371] Gazzâlî, Mişkât, s.54;
T:29.
[372] Gazzâlî, el-Meârif, s.41.
[373] Gazzâlî, Mişkât, s.91;
T:70.
[374] Gazzâlî, Mişkât, s.91;
T:70. Ayrıca bkz.,Meâric, s.150; T;122.
[375] Gazzâlî, Meâric, s.172;
T:147-148.
[376] Gazzâlî, Mişkât, s.91;
T:70.
[377] Ebul-Alâ
el-Afîfî, Müslümanların Logos/Kelime Nazariyeleri (İslam Düşüncesi
Üzerine Makaleler içinde) Çev. Ekrem Demirli, İstanbul: îz Yayıncılık,
2000, s.75-76.
[378] Gazzâlî, Meâric, s.171;
T:146-147.
[379] Gazzâlî, el-Meârif, s.41.
'
[380] Gazzâlî, Mîyâr, s.214.
[381] Gazzâlî, Meâric, s.l
17; T:95.
[382] Gazzâlî, Mîyâr, s.214.
[383] Gazzâlî, Mişkât, s.70;
T:47; Meâric, s.l 17; T:95.
[384] Gazzâlî, Meâric, s.
171; T:146-147.
[385] Gazzâlî, Mîyâr, s.214.
[386] Gazzâlî, Mişkât, s.91;
T:69; Mîyâr, s.214.
[387] Gazzâlî, Mişkât, s.91;
T:70.
[388] Gazzâlî, Meâric, s.
172; T: 147.
[389] Gazzâlî, Meâric, s.l
17; T:95.
[390] Gazzâlî, Meâric, s.169;
T:145.
[391] Gazzâlî, Mişkât, s.53;
T:27; Meâric, s.l 17; T:95.
[392] Gazzâlî, Meâric, s.169;
T:145.
[393] Gazzâlî, el-Meârif, s.40-41.
[394] Gazzâlî, el-Meârif, s.47.
[395] Gazzâlî, el-Meârif, s.48.
[396] Fârâbî, es-Siyâset’ül-medeniyye
(mebâdiü’l-mevcudât), 2. bs., Beyrut: Dâru’l-meşrik, 1987, s.45;
T: es-Siyâset’ül-medeniyye veya mebâdiü’l-mevcudât, Çev. M.
Aydm, A. Şener ve M. Rami Ayaş, İstanbul: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1980, s.
13; îbn Sînâ, Şifâ “ilahiyyât”, II, 357.
[397] Gazzâlî, Mîyâr, s.210.
[398] Gazzâlî, Mîzânü’l-amel, (nşr:
Süleyman Selim el-Bevvâb), Beyrut: Daru’l-hikme, 1986,
s.30-34; Amellerde İlâhî
Terazi, thk. Süleyman Dünya, Çev. Abdullah Aydm, İstanbul: Aydm
Yaymevi, 1971, s.87-97. '
[399] Gazzâlî, Mîyâr, s.210; Madnûnü’s-sağîr, IV,
119-120; T:90-91
[400] Gazzâlî, Mişkât, s.91;
T:69.
[401] Gazzâlî, el-Meârif, s.41.
[402] Gazzâlî, Meâric, s.
171; T: 147.
[403] Gazzâlî, Mîyâr, s.213.
[404] Gazzâlî, Meâric, s.170;
T:146.
[405] Gazzâlî, Mişkât, s.91;
T:70; Mîyâr, s.213.
[406] Gazzâlî, Meâric, s.
169; T:145; Mîyâr, s.211.
[407] Gazzâlî, Mişkât, s.59;
T:34.
[408] Gazzâlî, Mişkât, s.52;
T:26.
[409] Gazzâlî, Madnûnü’s-sağîr, IV,
126; T:104. Kelime kelimesine aynı ifadeler Meâric'te de
geçmektedir. Krş., a.g.e., s.116; T:94.
[410] Gazzâlî, Mişkât, s.60;
T:34.
[411] Gazzâlî, Mişkât, s.59;
T:34.
[412] Gazzâlî, Mişkât, s.51-52;
T:26.
[413] Gazzâlî, Madnûnü’s-sağîr, IV,
127; T:107.
[414] Gazzâlî, Madnûnü’s-sağîr, IV,
123; T:98; Meâric, s. 109; T:87-88.
[415] Burada
yaratma ile kastedilen varlığa çıkma değil takdirdir. “Evvelü’l-fıkr
ahiru’l-amel (önce fikir sonra fiil gelir)” vecizesinin anlamı budur. İnsan
ruhları içerisinde en yetkin olanı peygamberlerin, peygamberlerin içerisinde de
Hz. .Muhammed’in ruhu olduğu için ilk önce O takdir edilmiştir. Yoksa bu
hadisler Hz. Muhammed doğmadan önce ruhu yaratıldı, ilk olarak onun ruhu
yaratıldı anlamında değildir. Geniş bir değerlendirme için bkz. Madnûnü’s-sağîr, IV,
126-128; T:105- 108; Meâric, s.116-119; T-.94-97.
[416] Burada
hazret, bütün mevcudatı kapsayan İlâhî huzur anlamındadır. Bkz., Meâric, s.
104; T:81.
[417] Gazzâlî, Mişkât, s.70;
T:47.
[418] Gazzâlî, Mîyâr, s.218.
[419] Wensmck,
heyula teorisinde olduğu gibi ruhun maddeye zıt, şekil olarak varolan bir sûret
olmadığını ifade etmektedir. Bkz., a.g.e., s.53-54.
[420] Apayrı
bir yetkinliği olan insan ruhuna sûret denildiği gibi, bir türü meydana getiren
şeye de sûret denilmektedir. Bu anlamıyla sûret, bir şeyde onun parçası
olmaksızın var olan şeydir. Sûretin bir şeyden ayrı kâimiyeti olmadığı gibi bir
şeyinde sûretsiz kâimiyeti mümkün değildir. Tabii cisimde onun mevzuu (mahal)
olan insan ve hayvan sureti gibi... Ancak tabii tür (nev) onunla meydana
gelir. Mîyâr, s.216.
[421] Gazzâlî, Mîyâr, s.211.
[422] Bir
şeyin mahiyetine sûret denildiği gibi, bir mahalle dayanak olan şeyin
hakikatine de sûret denilir. Bu anlamda sûret, başka bir şeyde onun parçası
olmaksızın var olan şeydir. Onun var olduğu şeyden ayrı olması da mümkün
değildir. Suyun maddesinde suyun suretinin var olması gibi varlığı bil-fıil
onda meydana gelir. O, ancak suyun sûretiyle ya da suyun sûreti hükmündeki
diğer bir sûretle fiili olarak kâim olabilir. Heyulaya (madde) tekabül eden
sûret işte budur. Mîyâr, s.215.
[423] Gazzâlî, el-Meârif, s.41.
[424] Bu,
“Allah’m ilk yarattığı, şey kalemdir” hadisine dayandırılmaktadır. Hadisi Ebû
Dâvud, Tirmizî, Ahmed b. Hanbel rivayet etmişlerdir. Bkz., Yıldırım, s. 100.
[425] Gazzâlî, Meâric, s.117;
T:95. (Tercümede almtı yaptığımız bu cümle atlanmıştır.)
[426] Gazzâlî, Mîyâr, s.211,213.
[427] Gazzâlî, Mîrâc, I,
96; T:205.
[428] Gazzâlî, Meâric, s.169;
T:145.
[429] Gazzâlî, Meâric, s.
173; T:148-149.
[430] Gazzâlî, Meâric, s.
171; T: 146.
[431] Gazzâlî, Mişkât, s.60;
T:34.
[432] Gazzâlî, Mişkât, a.y., Meâric, s.117-118,
173; T:95-96, 148; Madnûnü’s-sağîr, IV, 127;
T:107.
[433] Gazzâlî, Meâric, s.117-118;
T:95-96; Madnûnü’s-sağîr, IV, 126; T:104; Mîyâr, s.212.
[434] Gazzâlî, Meâric, s.l
17; T:95; Mîyâr, s.210-211.
[435] Gazzâlî, Meâric, s,171;T:147.
[436] Gazzâlî, el-Meârif, s.76.
[437] Gazzâlî, el-Meârif, s.77.
[438] Madde,
heyula ile eş anlamlı bir isimdir. Madde diğer bir şeyle bir araya geldiğinde
ona yetkinlik kazandıran şeydir. Meni, kan,'hayvandaki suret gibi... Bu, bazen
kendi türü (nev’i) dışından, bazen de kendi türünün bir araya gelmesiyle olur.
Heyula ise mutlak varlığı olan bir cevherdir. Cismani suretin kabulüyle meydana
gelir. Sûreti kabul eden kuvvet gibi... O zatıyla sûret değil bir manada
kuvvettir. O, manevi bölünme ile bölümlere ayrılan cismin bir kısmıdır. Heyula,
kendinde olmayan bir durum ve yetkinliği kabul özelliğine sahip olan her şeye
denir. Mîyâr, s.216.
[439] Tabiat
bir şeyin hareketi için zâti olan ilk ilke (mebde) ve bir şeyin zâti yetkinliğidir.
Mesela taşın yere doğru düşmesi cisim olmasıyla alakalı değildir. Bu, onu diğer
cisimlerden aynan başka bir anlamladn. Bu, yukarı doğru yükselen ateşten onu
aynan anlamdn. Bu anlam bu tür hareketin ilkesidir. İşte bu harekete tabiat
denir. Bazen hareketin kendiside tabiat şeklinde isimlendirilir. “Taşın tabiatı
düşmektir” denilir. Mîyâr, s.217.
[440] Felek,
oluş ve bozuluşu kabul etmeyen küresel-basit bir cisimdir. Mîyâr, s.220.
[441] Unsur,
cismanî tüm şeylerin şartı, kainattaki farklı cisimlerin ondan meydana geldiği
sûretleri kabul eden ilk mahaldir. İfade edildiği üzere unsurların yakın
kaynağı güneş, mutlak kaynağı ise nurdur. Gazzâlî, Tehâfüf teki felsefi
terminolojiyi açıklamak üzere kaleme almış olduğu Mîyâru’l-ilm’de ise
filozoflara uyarak asıl kaynağın Faal akıl olduğunu ifade eder. Bkz., s.217.
İlk çağlardan beri evrenin temel ilkelerinin ateş, su hava ve topraktan meydana
geldiği kabul edilmiş, bunlara “Anâsır-ı erbaa” adı verilmiştir. Geniş bilgi
için bkz., H. Bekir Karlığa, Anâsır-ı erbaa, DİA, XIII,
149-151.
[442] “Mevâlîd
ve netâic” şeklinde vasıflandırılan bu grubu madenler, bitkiler ve hayvanlar
teşkil etmektedir. Meâric, s. 169; T: 145.
[443] Gazzâlî, el-Meârif, s.41.
Krş., İhvân-ı Safa, Resâil-ü İhvâni’s-safa, III, 181, 203
[444] İbn
Rüşd, el-Keşf an Menahici’l-edille, s.89.
[445] İbn Rüşd Tehâfütü’t-tehâfüt, s.l
17; T:63.
[446] İbn
Tufeyl, s.64-65.
[447] Bu
hususta yapılan farklı değerlendirmeler için bkz., W. H. T.
Gaidner, Al-Ghazzali’s Mıshkat al-Anvar, New Delhi, Kitab
Bahravan, 1991, s. 10-13; A. mlf., Al-Ghazâlî’s Mıshkât al-Anvâr and
Ghazâlî-Problem, Der İslam, vol, 5, 1914, s.133 vd.
[448] M.
Said Şeyh, M.M.Şerif, İslam Düşüncesi Tarihi, İstanbul: İnsan
Yayınları, 1990, s.262. Ayrıca Gazzâlî’nin İbn Tufeyl üzerindeki etkisi için
bkz.,İlhan Kutluer, îbn Tufeyl, DİA, XX, 420.
[449] İbn
Manzur, II, 416; Zebidî, XII, 293; İsfahânî, s.276.
[450] İbn
Manzur, II, 229-230; Tehânevî, II, 1293; Zebidî, XVIII, 394; Îsfahânî, s.387.
[451] Yeni-Platoncu
sudûr anlayışı ve İslam dünyasına etkileri hususunda bkz., Fahri, s.39-50.
432 Plotinus, Enneadlar, Çev. Zeki Özcan, Bursa: Asa Kitabevi,
1996, s.39-40.
433 A.g.e., s.21-22.
434 A.g.e., s. 106.
433 A.g.e., s.22-23, 80.
436 A.g.e., s.70, 114.
437 Plotinus’un sudûr anlayışı hakkında geniş bilgi için bkz., Weber,
s.110-116; .Zeller, s.339- 342; Thılly, s.224-227; Cevizci, 197-203; Birand,
117-121; H. Ziya Ülken, İslam Felsefesi Kaynaklan ve Etkileri, 4.
bs., İstanbul: Cem yayınevi, 1993, s.20-21;
[458] Fârâbî, es-Siyâset’ül-medeniyye
(mebâdiü’l-mevcudât), s.45; T:13; Uyûnü’l-mesâil, s.58;
İbn Sînâ, Şifâ “ilahiyyât”, II, 357; en-Necât, s,280-281.
[459] Fârâbî, Uyûnü’l-mesâil, s.58.
[460] Fârâbî, Zinûni’l-kebîri’l-yunaniyye, s.6-7;
İbn Sînâ, Şifâ “ilahiyyât”, II, 405; en-Necât, s.313.
[461] Bu
konuda yapılan iyimser yorumlar için bkz., Kutluer, s. 173; Aydın, Fârâbî’de
Metafizik Düşünce, s. 163-166.
[462] İbn
Sînâ, Şifâ “ilahiyyât”, II, 402-403; en-Necât, s.310-311.
Ayrıca bkz., Fârâbî, Uyûnü’l- mesâil, s.58-59; Fusûsü’l-hikem, s.81
[463] Geniş
bilgi için bkz., İbn Sînâ, Şifâ “ilahiyyât”, II,
402-414; en-Necât, s.310-320; Fârâbî, el-Medînetü’l-fâzıla, s.59-87;
T:46-75. Ayrıca geniş ve sistemli değerlendirmeler için bkz., Aydın, Fârâbî’de
Metafizik Düşünce, s.164-188; Kutluer, s.167-215; Hayrani
Altıntaş, İbn Sînâ Metafiziği, Ankara: Kültür Bakanlığı
Yayınları, 1997, s.79-104.
[464] Gazzâlî
sudûr’u şöyle tasvir etmektedir: “Cisimler on tanedir. Dokuzu gök
cisimleri, onuncusu ise ay feleğinin uzantısında yer alan maddedir. Dokuz gök
canlıdır; onların kütleleri (cirm) ve nefsleri vardır. Ayrıca onların varlık
içerisinde bir sıralaması vardır. Şöyle ki; ilk ilkenin varlığından ilk akıl
sudûr etmiştir bu akıl kendi kendine duran bir varlıktır. Cisim olmadığı gibi
cismin içerisine yerleşmiş te değildir. O kendi nefsini ve ilkesini bilir. Bu
sebeple ona ilk akıl adını verdik. İsimler önemli değildir; melek, akıl veya
herhangi bir isim verilebilir. İlk aklın varlığından üç şey lazım olur. Bunlar;
akıl, en uzak feleğin yani dokuzuncu göğün nefsi ve cismidir; sonra ikinci
akıldan üçüncü akıl, yıldızlar feleğinin nefsi ve cismi lazım olur; sonra
üçüncü akıldan dördüncü akıl, Zuhal (Satürn) feleğinin nefsi ve cismi lazım
olur; dördüncü akıldan da beşinci akıl, Müşteri (Jüpiter) feleğinin nefsi ve
cismi lazım olur. Kedisinden son akıl, ay feleğinin nefsi ve cismi meydana
gelinceye kadar akıllar birbirlerinden böylece sudûr etmişlerdir. Son akıl
“Faal akıl” adı verilen akıldır. Oluş ve bozuluşa kabiliyetli maddeden ibaret
olan ay feleğinin uzantısı Faal akıl ve feleklerin tabiatından meydana gelmiştir.
Sonra maddeler, yıldızların hareketi sebebiyle çeşitli karışımlarla birleşir ve
bunlardan da madenler, bitkiler ve canlılar meydana gelir” Bkz., Tehâfüt, s.114-115;
T:76-77.
[465] Gazzâlî, Madnûnü’s-sağîr, IV,
119; T:88-89.
[466] Gazzâlî, Mişkât, s.53-54;
T:27-28.
[467] Plotinus’ta
nur Bir’i, güneş ilk aklı, ay ise külli nefs’i sembolize eder. Bu şöyle ifade
edilmektedir: “Birinci olanı ışığa, ondan sonra gelen varlığı güneşe,
üçüncü varlığı ışığını güneşten alan aya benzetebiliriz. Ruhun, düşündüğü zaman
yüzeysel olarak aydınlatan ödünç alınmış bir ışığı vardır. Aklın kendinde, saf
olmayıp cevherin derinliklerine kadar aydınlatılmış bir ışığı vardır, ona
ışığını Bir verir. Bir ışıktır; Bir, akla olduğu şey olma gücünü veren basit
bir ışıktır. Bu sebeple, O neden başka bir şeye muhtaç olsun? O başka bir şeyde
bulunan bizatihi bir şey değildir; başka şeyde bulunmak kendinden dolayı
varolmaktan çok farklıdır. ” Bkz.,..Plotinus, s.47.
[468] Gazzâlî, el-Meârif, s.47.
[469] Gazzâlî, Mişkât, s.68;
T:44-45.
[470] İktibas
kelimesine klasik sözlüklerde, “ateşten veya ışıktan bir şûle alma veya
ışığından istifade etme”, “ilim elde etme”, “hidâyet isteme” gibi anlamlar
verilmiştir. Bkz., İbn Manzur, III, 6; Zebîdî, XVI, 350, İsfahânî, s.390.
[471] M.Said
Şeyh, s.227.
[472] Gazzâlî,
ilk akim kendisini düşünmesinin üçlü bir kesreti değil dörtlü hatta beşli bir
kesreti gerektirdiğini belirtmektedir. Zira ilk akim zatmı, ilkesini, nefsini
akletmesi, varlığın kendisiyle mümkün başkasıyla zorunlu ohnası, üçlü değil
beşli kesreti gerektirmektedir. Bzk., Gazzâlî Tehâfüt, s.123-124,
128; T:82,84.
[473] Türeyen
bütün şeylerin üçlü olan ilk akıldan meydana gelmesi imkansızdır. Çünkü ilk
akim bir yönünden doğan en uzak feleğin maddesi tabiaten üniteryan olmayıp
bileşiktir. Bu üç şekilde izah edilebilir; 1. Filozofların kendi kabullerine
göre cisim, suret ve maddeden müteşekkildir. Cismin suret ve maddeden oluştuğu
doğrudur, fakat bunların mahiyetleri o kadar farklıdır ki biri diğerinin sebebi
olamaz. 2. İlk feleğin muayyen bir büyüklüğü vardır. Kendi varlığı bu
büyüklüğün sebebi olamaz; çünkü onun daha büyük ve küçük olması imkan
dahilindedir. Öyleyse varlığının ötesinde bu büyüklüğün de muayyen bir sebebi
vardır. 3. En uzak felekte ayrı kutup noktaları tespit edilmiştir. Bu, en uzak
feleğin yapısmda farklılıklar olduğunu göstermektedir. Bu farklılıklar da
zorunlu olarak ayrı sebepleri doğurur. Ayrıca ikinci akıldan yıldızlar
feleğinin sâdır olduğu iddia edilmektedir. Bu felekte 1200 yıldız tespit
edilmiştir. Bunların hepsinin mahiyetinin aynı olması ve tek bir akıldan sudûr
etmesi mümkün değildir. Bkz., Gazzâlî Tehâfüt, s. 123-128;
T:82-85.
[474] Gazzâlî, Meâric, s.
172; T: 147.
[475] Fârâbî
ve İbn Sînâ sudûr sürecini on akıl ve dokuz felekle tamamlamalarına rağmen,
semâvî akılların sayısının tam olarak bilinemeyeceğini belirtmeleri ve
eserlerinde farklı rakamlar zikretmeleri de ayrıca vurgulanması gereken bir
husustur. Bkz., İbn Sînâ, Şifâ “ilahiyyât”, II, 401; en-Necât, s.310;
Fârâbî, Zinûni’l-kebîri’l-yunaniyye, s.7; Uyûnü’l-mesâil, s.59.
[476] İlk
varlığın mümkün olması onda çokluğun sebebi oluyorsa, varlıktaki zorunlulukta
çokluğun sebebi olabilir. Çünkü, her ne kadar varlıklar mümkün ve zorunlu
olarak ayrılsalar da, varolmaları bakımından birdir. Varlığı kendinden olmayan
mümkün varlık çokluğun sebebi kabul edildikten sonra, varlığı zatıyla kaim olup
mutlak illet olan bir varlığın çokluğun sebebi olması çok daha makul ve kabul
edilebilirdir. Bkz.,Gazzâlî, Tehâfüt, s.117-118; T:78-79.
[477] İbn
Rüşd, muhtemelen Gazzâlî’nin ilk akim varlığını kabul etmesinden
hareketle Mişkâtü'l- envâr'âa “birden yalnız bir çıkar”
prensibini kabul ettiğini ifade etmektedir, (bkz., Tehâfütü’t-tehâfüt, s.245;
T: 129) Gazzâlî ne Tehâfüfts ne de başka bir eserinde ilk akim
varlığını reddetmemekte, bilakis bu
realiteyi kabul ettiği görülmektedir.
Fakat bu İbn Rüşd’ün ve bazılarının zannettiği gibi “birden yalnız bir çıkar”
prensibini, dolayısıyla da sudûr’u kabul ettiği sonucunu doğurmaz. O sudûrla
alakalı şu ilginç ifadeleri kullanmaktadır; “Bir’den iki şeyin çıkmasını
kabul etmenin ma’kule kafa tutmak olduğunu, ilk ilkenin kadim ve ezeli
sıfatları olmasının tevhide ters düştüğünü sananların bu iki iddiası da doğru
değildir. Onların bu bâtıl iddialarını ispat edecek kesin delilleri yoktur.
Zira iki şeyin bir tek şeyden çıkmasının muhal olduğu, bir şahsın iki yerde
bulunmasının muhal olduğu gibi bilinmemektedir. Dolayısıyla bu ne aklın
zaruretiyle (apriori) ne de ispat yoluyla bilinmektedir. Öyleyse ilk ilkenin
alim kâdir ve mürîd olduğunu, dilediğini yaptığını, dilediği gibi hükmettiğini,
farklı yarlıkları ve cinsleri dilediği tarz üzere dilediği şekilde yarattığını
söylemeye engel olan nedir? Bu görüşün muhal oluşu da ne aklın zaruretiyle
(apriori) ne de ispat yoluyla bilinmektedir. Bu görüş mucizelerle teyit edilmiş
peygamberlerden vârit olmuştur; dolayısıyla kabûlü gereklidir. Fiilin Allah’tan
sudûrunun keyfiyetini araştırmaya gelince, bu fuzuli bir ihtirastan başka bir
şey değildir. Bu münasebeti araştırma ihtirası gösterenlerin bilgileri sonuçta
“vücûdu mümkün olması sebebiyle ilk ma ’lülden feleğin, kendisini bilmesi
bakımından da feleğin nefsinin sudûr ettiği" şeklinde bir görüşe
dayanmıştır ki; bu, bir ilişkiyi ortaya koymak değil, ahmaklığın ta
kendisidir.” (bkz., Tehâfüt, s.131; T:86-87)
Gazzâlî’nin buradaki görüşlerinden rücû ettiğine dair sağlam hiçbir emare
yokken, üstelik bu görüşlerin tersi de henüz ispat edilip ortaya konamamışken,
böylesine ciddi ve ağır ifadeler kullanan bir insanın “birden yalnız bir çıkar”
prensibini veya sudûr’u kabul ettiği nasıl iddia edilebilir ki!
478 Gazzâlî bunu ''varolan her şey O ’ndan varlık alır sözümüz,
fiillerin O ’na izafetine râcîdir” cümlesiyle ifade etmektedir,
(bkz., el-Maksadü’l-esnâ, s.50; T:60) Gazzâlî’nin Mişkâtü'l-envârAz birlikte
eserlerinin bir kısmında sarf ettiği sudûr’u anımsatan bu tarz ifadelerin
burada işaret edilen anlam dışında değerlendirilmesi kanaatimizce doğru
değildir.
479 Süleyman Hayri Bolay, Âlem, DİA, II, 357.
[480] Gazzâlî,
Mişkât, s.66; T:41.
[481] Gazzâlî,
Mişkât, s.59; T:34.
[482] Gazzâlî,
Mişkât, s.67; T:43
[483] Gazzâlî, el-Madnûnü’l-kebîr, IV,
100; T:42-43.
[484] Gazzâlî
meleklerin bir kısmının algılanabilir bedenleri olduğunu belirtmektedir. Buna
nakli delil olarak “Biz ona (Meryem) ruhumuzu (Cebrail) gönderdik te kendisine
düzgün bir insan şeklinde göründü (Meryem 19/17) ” ayetini ve Cebrail’in Hz.
Muhammed’e, sahabeden Dihyetü’l-kelbi suretinde görünmesini zikretmektedir. O,
akli delil olarak ta şunları zikreder: “Mesela insanın da algılanabilir
bir bedeni ve algılanamayan bir ruhu vardır. Beden ruhun kendine has âlemi ve
tasarruf mahallidir. Bazı meleklerde böyledir. Alemimizde güneş nûrunun
parlamasına bağlı olarak idrak edilen şeyler olduğu gibi meleklerinde nübüvvet
nûrunun işrâkına bağlı olarak algılanabilir bir bedenleri vardır" el-Madnûnü’l-
kebîr, IV, 101; T:44. Gazzâlî, Mîyâr’da da meleklerin
çoğunun yer kaplayan (uzamlı) latif cisimler olduğunu ifade etmektedir. Bkz.,
a.g.e., s. 112.
[485] Gazzâlî
bir grubun, “cevher-i ferd’in bölünememesinin ve yer kaplamamasının
mümkün olamayacağını, zira yer kaplamayan ve bölünmeyen tek varlığın Allah
Teâlâ olduğunu, diğer şeylerin son zerresine kadar parçalanarak yok olduğunu,
eğer böyle olmazsa Allah Teâlâ ile aralarında hiçbir farkın kalmayacağını ifade
ettiklerim'' belirtir. Gazzâlî, bölünme, yer kaplama gibi durumların
Allah Teâlâ dışmdaki bazı varlıklardan selbedilmesinin, onların mahiyetlerinin
Allah Teâlâ ile aynı olduğu sonucunu doğurmayacağım ifade etmektedir. “Burada
sadece hakikatlerden selb söz konusudur. Hakikatlerden selb edilen şey, bir
maddeye uymayan iki araz gibidir. Hakikat ise bir mahalde bulunan iki haldir.
Zira iki halin bir mahalle ihtiyaç duyması ve bir’mahalde bulunma zorunluluğu
bu iki halin birbirine benzemesini zorunlu kılmamaktadır." Dolayısıyla
Gazzâlî, “yer kaplayan bir şeyin zorunlu olarak bölüneceğini, bu
sebeple atomun da bölüneceğini kabul etmekte, fakat bunun henüz ispatlanmış bir
şey olmadığını da belirtmekte; bununla birlikte, Allah Teâlâ ’dan başka
bölünmeyen ve yer kaplamayan başka bir varlığın bulunamayacağı" fikrini
ise reddetmektedir. el-Madnûnü’l-kebîr, IV, 100-101; T:43.
[486] Gazzâlî, Mişkât, s.71;
T:48.
[487] Gazzâlî, Mişkât, s.66;
T:42.
[488] Gazzâlî, Mişkât, s.50-51;
T:25.
[489] Gazzâlî, Mişkât, s.66-67;
T:42.
[490] Gazzâlî, Mişkât, s.50;
T:24.
[491] Gazzâlî, Mişkât, s.66;
T:42.
[492] Gazzâlî, Mişkât, s.51;
T:25.
[493] Gazzâlî, Mişkât, s.69;
T:46.
[494] Mengüşoğlu,
s. 117.
[495] Gazzâlî, Mişkât, s.66;
T:41.
[496] Gazzâlî, Mişkât, s.50;
T:24.
[497] Gazzâlî, Mîyâr, s.63-64.
[498] Gazzâlî, Mişkât, s.49;
T:24.
[499] Gazzâlî, Mişkât, s.45;
T:2Ö.
[500] Gazzâlî, Mişkât,
s.66; T:42.
[501] Gazzâlî, Mişkât, s.67;
T:43. Krş., İhvân-ı Safa, Resâil-ii İhvâni’s-safa, II,
415-416; III, 237, 246,361-362.
[502] Gazzâlî, İhyâ, III,
135; T: III, 45; el-Kıstâsü’I-müstekîm, III, 22; T:.53.
[503] Gazzâlî, Mişkât, s.51;
T:25; Ayrıca bkz., Cevâhiru’l-Kur’ân, s.28; T:36.
[504] Gazzâlî, Mişkât, s.50;
T:24.
[505] Gazzâlî, Mişkât, s.53;
T:27.
[506] Gazzâlî, Mîyâr, s.211.
[507] Gazzâlî,
İhyâ, III, 134; T: III, 45.
[508] A. Kamil
Cihan, İbn Sînâ ve Gazzâlî’de Bilgi Problemi, İstanbul: İnsan
Yayınları, 1998, s.106-107.
[509] Gazzâlî, Meâric, s.79,
119 vd.; T:55, 99 vd.
[510] Gazzâlî, Mişkât, s.71;
T:48.
[511] Gazzâlî, el-Maksadü’l-esnâ, s.80-81;
T:96-97.
[512] Gazzâlî, Meâric, 109
vd.; T:87 vd.
[513] Gazzâlî, el-Meârif, s.38; Mîrâc, I,
62; T: 136.
[514] Gazzâlî, Mîrâc, I,
62; T:135.
[515] Gazzâlî, el-Meârif, s.44; Mîrâc, I, 65; T:
140. Krş., İhvân-ı Safa, Resâil-ü İhvâni’s-safa, II, 24-25,
415, 462; III, 212-213. İnsanın varlık yapısıyla ilgili İbn Sînâ’nın
görüşlerinin geniş bir değerlendirmesi ve karşılaştırma için bkz., Ali
Durusoy, İbn Sînâ Felsefesinde İnsan ve Âlemdeki Yeri, İstanbul:
MÜİF. Vakfı yayınları, 1993, s.34-57.
[516] Gazzâlî, Mişkât, s.71;
T:48.
[517] Gazzâlî, Mişkât, s.49-50;
T:24-25.
[518] Gazzâlî, Mişkât, s.65;
T:41; Mîyâr, s.60.
[519] Gazzâlî, Mişkât, s.76;
T:54. Îşrâkî epistemoloji de bilgi, bizzat ruh ile özdeştir, yani kişisel ve
varoluşsal öznellik ile özdeştir. Şu halde özü yönünden hayat, “nur”, ”zuhur”
ve “özünün bilincine varış (şuur bizâtihi)” demektir. Tasavvur! bilgiden, soyut
ve mantıkî evrenin bilgisinden (ilm-i sûrî) farklı olarak burada hudûrî bilgi
(ilm-i hudûrî) vardır. >Bu bilgi kesintisiz, sürekli ve şuhûdîdir. Varlığın
ferdiyetinde mutlak gerçekliğe sahip bir öz vardır. Öylesine bir hudûrî işrâk
söz konusudur ki Ruh, nûrânî bir varlık olarak bu ışımayı (işrâk) bilginin
konusu olan şeye yöneltmekte, bizzat kendini hazır kılarak nesneyi de hazır
konuma getirmektedir. Bizzat kendine olan tecelli ve zuhur, bu “hudurun huduru”
dur. İşte zuhûrî hudur veya işrâkî hudur da burada kendini gösterir. Böylece
her nesnel bilginin gerçeği, bilen öznenin kendi özüne olan bilincine
indirgenmektedir. Bütün âlemlerin nûrânî varlıkları için durum böyledir. Kendi
bilinçlerine varmaları eylemi ile birlikte birbirlerini de hazır
kılmaktadırlar. Madde âleminin kayıtlarından kurtulduğu müddetçe insan ruhu
için de durum böyledir. Bkz., Corbin, s.206-207.
[520] Gazzâlî, Mişkât, s.76;T:
54.
[521] Nitekim
Gazzâlî’de, bu durumu kabul etmektedir. O, Tehâfütüi-felâsife’de
filozofların idrâk hakkındaki görüşlerini belirttikten sonra, “bu
zikretmiş olduğumuz şeylerden hiçbiri din bakımından inkarı gerekli şeylerden
değildir; bunlar Allah’ın adeti olarak akıp giden, devamlı olarak
gözlemlediğimiz şeylerdir” diyerek filozofların idrâkler hiyerarşisini
kabul etmiş ve bu kavramları eserlerinde olduğu gibi kullanmıştır. (Bkz., Tehâfüt, s.303;
T: 196.) Bir kısım kavramları bundan istisna etmek mümkündür. Yeri geldikçe bu
kavramlara değinilecektir.
[522] Yaşar
Aydınlı, Gazzâlî’nin İlim ve düşünce Dünyası, (İADGÖS içinde),
s.270.
[523] Aydınlı,
a.y.
[524] Gazzâlî,
varlık alanlarının ancak idrâkler neticesinde görülebileceğini belirtmekte;
dolayısıyla, nûr’un tüm idrâk mertebeleri için zorunlu olduğunu vurgulamaktadır.
Bkz., Mişkât, s.78; T:57
[525] Tasavvufî
anlayışta bilgi; ihata edilemez ışık, İlâhî varlığın nuru, salt nûr, nûr’un
aynı, “nûr” olarak bilinir. Bâtmî bilgide nûrun formülünü oluşturur. Bilgi ve
nûr tasavvufun kavramsal bir çeşit temeli olarak birbirini bütünleyen iki
kavramdır. Bkz., Şahin Filiz, İslam Felsefesinde Mistik Bilginin
Yeri, İstanbul: İnsan Yayınları, 1995, s.27
[526] Yaşar
Aydınlı, Gazzâlî: Muhafazakar ve Modern, Bursa: Arasta
Yayınları, 2002, s.63.
[527] Gazzâlî, Mişkât, s.76;
T:54.
[528] Gazzâlî,
insan rûhunun iki unsurdan müteşekkil olduğunu belirtir. Bu iki ruh vasıflan
itibariyle tamamen birbirinden farklıdır. Gazzâlî bu rûhun birinci kısmını
“Hayvânî Ruh” olarak isimlendirir. Bu rûhun hakikati, damarlar vasıtasıyla
adalelere yayılmış tabii hareket ve canlılıktan ibarettir. Bu ruh, insanlarda
ve hayvanlarda ortak olup, hayatm temel kaynağım oluşturur. Gazzâlî duyuların
algısını tam anlamıyla bu ruhla ilişkilendirmektedir. İkinci kısım ruh ise
insanı hayvandan aynan ruhtur ki, ona “Nefs” veya “İnsânî Nefs” denir. Bu
anlamıyla ruh insana özgü bir cevherdir ve onun tanrısal bir boyutu vardır.
Demek ki, Gazzâlî’ye göre idrâk canlıya has bir özellik, akletme de diğer
canlılardan farklı olarak insana özgü bir özellik olmaktadır. Bkz., İhyâ, III,
113-114; T: III, 10; Mîrâc, I, 62-63; T:136; Meâric, s.64;
T:37; Makâsıd, s.276; T:.273; Risâletü’l-ledünniyye,
(Mecmûatü Resâil içinde), III, 60; Ledün Risalesi, Çev.
Yaman Arıkan, (Arifler Yolu içinde), İstanbul: Uyanış
Yayınları, 1972, s.82-83.
[529] Gazzâlî,
İhyâ, III, 117; T: III, 15; Ravda, II, 34; T:64; Mîrâc, I, 70; T:149; Makâsıd,
s.277; T:.274; Mîzân, s.66; T:80.
[530] Gazzâlî, Mişkât, s.76;
T:54; Aydınlı, a.g.e., s.65.
[531] Gazzâlî, İhyâ, III,
116; T: III, 15; Ravda, a.y; Mîrâc, I, 69;
T:149; Meâric, s.60-63; T:33- 36.
[532] Necip
Taylan, Gazzâlî’nin Düşünce Sisteminin Temelleri, 2. bs.,
İstanbul: MÜİF Vakfı Yayınları, 1994, s.61.
[533] Gazzâlî, Mişkât, s.42;
T: 17.
[534] Gazzâlî, el-Munkızu
mine’d-Dalâl, (Mecmûatü Resâil içinde), VII, 66; el-Munkız
Şerhi ve Tasavvufî İncelemeler, Haz: A. Mahmud, Çev. Salih Uçan, İstanbul:
Kayıhan Yayınları, 1990, s. 188; Gazzâlî, el-Mustasfâ, s.103;
T:44; Taylan, Gazzâlî’nin Düşünce Sisteminin Temelleri, s.61,
Beş duyu algısı hakkında daha geniş bilgi için bkz., Makâsıd, s.278-284;
T:274-280; Meâric, s.60-63; T:33-36.
[535]Gazzâlî, Mişkât, s.78-79;
T:57; Meâric, s.60; T:34.
[536] Gazzâlî, Mişkât, a.y; Meâric, s.62;
T;35. Genel bir karşılaştırma için bkz., İhvân-ı Safa, Resâil, II,
401-410; İbn Sînâ, Şifâ, Tabiiyyât, “en-Nefs”, thk., C.
Anawati ve Said Zayed, Kahire, yy., 1975, II, 34; en-Necât, s.198; Uyûnü’l-hikme, thk.,
Muvaffık Fevzi Ceber, Dimeşk: Darü’l-yenâbi, 1996, s.76-77; T: Uyûnü’l-hikme,
(İbn Sînâ Risaleler içinde) Çev. Alparslan Açıkgenç ve M. Hayri
Kırbaşoğlu, Kitâbiyât Yayınları, Ankara, 2004, s. 111-112; Risâle
fı’l-kuve’I-insâniyye ve idrakâtihâ, (Tis’u Resâil içinde),
Kostantiniyye: Matbaatü’l-cevâib, 1881, s.43.
[537] Gazzâlî, Mişkât, s.76-79;
T:54-57.
[538] Gazzâlî, Tehâfüt, s.298;
T: 193; İhyâ, III, 117; T: III, 15; Mîzân, s.26;
T:78; Meâric, s.64; T:37; Mîrâc, s.70; T:149.
[539] Gazzâlî, Ravda, II,
33; T:62.
[540] Gazzâlî, Mişkât, s.76;
T:54.
[541] Gazzâlî, Mişkât, s.76;
T:54; Meâric, s.64; T:37.
[542] Gazzâlî, Ravda, II,
33; T:62.
[543] Gazzâlî, Ravda, a.y; Meâric, s.64;
T:37.
[544] Gazzâlî, Meâric, s.64;
T:38; Ravda, II, 33; T:64; krş., İbn Sînâ, Şifâ, Tabiiyyât,
“en-Nefs”, II, 35-36, 133, 145, en-Necât, s.201; Uyûnü’l-hikme, s.78;
T: 113; Risâle fi’l-kuve’l-insâniyye, s.45; el-
îşârât, II, 380; el-Kerâmât ve’l-mu’cizât ve’l-eâcîb,
(et-Tefsiru’l-Kur’âni ve’l-lugati’s-sufiyye fi felsefeti İbn Sînâ içinde)
thk. Haşan Asi, Beyrut: el-Müessesetü’l-camiiyye li’d-diraseti ve’n-neşri ve’t-
tevzi, 1983, s.226.
[545] Emst
Von Aster, Bilgi Teorisi ve Mantık, Çev. Macit Gökberk, 3.
bs., İzmir: Sosyal Yayınları, 1994, s. 19-20; Mengüşoğlu, s.42.
[546] Aster,
s.22-23; Objenin ontolojik gerçekliği hususunda geniş bir tartışma için bkz.,
Bertrand Russell, Felsefe Meseleleri, Çev. Adnan Adıvar, 3.
bs., İstanbul: Remzi kitapevi, 1963, s.39-64; Betili Çotutsöken, Felsefî
Söylem Nedir?, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 1994, S.29-36; Vehbî Hacıkadiroğlu, Felsefe
Yazıları, İstanbul: Küreyel Yayınları, 1998, s.229-249.
[547] Gazzâlî, Mîyâr, s.59-60; Mîzân, s.32-33;
T:92;; el-Munkızf, VII, 66; T: 187.
[548] Gazzâlî, Mişkât, s.65;
T:41.
[549] Gazzâlî, Mîyâr, s.63-64.
[550] Gazzâlî, Mişkât, s.42;
T:17; Cihan, s.105.
[551] Gazzâlî, Mişkât, s.65;
T:19-20; el-Munkız, VII, 66; T:188; İhyâ, III,
121; T: III, 22; Mîyâr, s.59-60; el-Meârif, s,46; Makâsıd, s.277;
T:274; Mîzân, s.33; T:92-93; Risâletü’l-ledünniyye, III,
63; T:91; el-Hikme fî mahlûkâtillâhi azze ve celle, (Mecmûatü
Resâil içinde), I, 30; Varlıkların Yaratılış Hikmetleri, Çev.
Haşan Akarsu ve Mürsel Sıradağ, İstanbul: Dede Korkut Yayınları, 1971, s.79.
Krş., îhvân-ı Safa, Resâil-ü İhvâni’s-safa, II, 408-410.
[552] Gazzâlî, Mişkât, s.43-44
T:17-18; Ayrıca bkz, Mîyâr, s.59; el-İktisâd, s.66;
T:49.
[553] Gazzâlî, Mişkât, s.45;T:19.
[554] Gazzâlî, Faysalu’t-tefrika,
(Mecmûatü Resâil içinde), III, 79; T: tman-Küfür Sınırı, Çev.
A. Turan Arslan, İstanbul: Risale Basın-Yayın, 1992, s.153; İhyâ, III,
134-135; T: III, 44-45.
[555] Gazzâlî, Tehâfüt, s.311;
T:201; Makâsıd, s.281; T:277.
[556] Gazzâlî, el-Mustasfâ, I,
80; T: I, 34; Benzer ifadeler için bkz., Makâsıd, s.280-281;
T:276; el-İktisâd, s.63-64; T:47-48; Cevâhiru’l-Kur’ân, s.
13; T:22. krş., Ibn Sînâ, Şifâ, Tabiiyyât, “en-Nefs”, II, 34,
56, 79; en-Necât, s.201; el-İşârât, II, 359.
[557] Gazzâlî, Mişkât, s.43-45;
T:17-19; el-Mustasfâ, I, s.103; T: I, 44; Mîyâr, s.60,172; Tehâfüt, s.317;
T:204-205; Meâric, s.75; T:52; Mîrâc, I, 71;
T:153; el-Hikme, I, 24; T:67; Makâsıd, s.280-284;
T:276-279; Mihakku’n-nazar fi’l mantık, thk. Refik el-Acem,
Beyrut: Daru’l-Fikrî’l- Lübnânî, 1994, s.79-80; Düşünmede Doğru
Yöntem, Çev. Ahmet Kayacık, İstanbul: Ahsen Yayınları, 2002,
s.72-73; el-Kıstâs, III, 26,43; T:62, 111-112. Krş., İhvân-ı
Safa, Resâil-ü İhvâni’s-safa, II, 409; Ibn Sînâ, Şifâ,
Tabiiyyât, “en-Nefs”, II, 51; en-Necât, s.208.
[558] Gazzâlî, Mîzân, s.59.
[559] Gazzâlî, Meâric, s.64;
T:38. Krş., İbn Sînâ, Şifâ, Tabiiyyât, “en-Nefs”, II,
145; el- Kerâmât, s.226.
[560] Gazzâlî, Tehâfüfte, gözün
kendi mahallini idrâk edebileceği kanaatindedir. Nitekim duyular, hepsi cismânî
olmakla beraber, göz gibi idrâk ettiği şeyi dokunmadan idrâk eden duyular,
tatma ve dokunma gibi idrâk ettiği şeye temas etmek suretiyle idrâk eden
duyular şeklinde sınıflanabileceği gibi; bulunduğu mahalli idrâk eden duyular
ve bulunduğu mahalli idrâk edemeyen duyular şeklinde de sınıflanabilirler.
Öyleyse görme, hem başkasını hem de kendini görmedir. Gazzâlî, gözün kendi
mahallini idrâk etmesinin âdet olarak “mümkün” olmadığını, fakat âdetlerin
dışına çıkmayı, kendisinin “mümkün” kabul ettiğini belirtmektedir. (Bkz., Tehâfüt, s.316-319;
T:204-206)
[561] Benzer
ifadeler için bkz., Makâsıd, s.292; T:286.
[562] Mesafeden
kaynaklanan algı yanılması hususunda bkz., Makâsıd, s.281-282;
T:277.
[563] Gazzâlî, Mişkât, s.43-44;
T: 17-18.
[564] Gazzâlî, Mişkât, s.45;
T: 19-20.
[565] Gazzâlî, Mişkât, s.46.
T:20-21.
[566] Gazzâlî, Mişkât, s.47;
T:21. Duyu algılarının yanılması hususunda krş., İhvân-ı Safa, Resâil-ü
İhvâni’s-safa, II, 408-410; III, 106-107, 409-411.
[567] Duyuları
etkileyen dış faktörler hususunda bkz., Makâsıd, s.281-284;
T:277-279.
[568] Cihan,
s.lll.
[569] Gazzâlî, Mişkât, s.42;
T: 16-17.
[570] Gazzâlî, Mişkât, s.42;
T: 17; el-Mustasfâ, I, 79-80; T: I, 34; İhyâ, III,
130; T: III, 38.
[571] Gazzâlî, Mîyâr, s.
139; el-Mustasfâ, I, 63; T: 1,25.
[572] Gazzâlî, Mîyâr, s.139; Mihak, s.103;
T:100; el-Mustasfâ, I, 139-140; T: I, 60; el-Munkız, VII,
27-28; T: 107-108; Makâsıd, s.52; T:88; el-Kıstâs, III,
11; T:.23.
[573] Gazzâlî,
Mişkât, s.76; T:54; İhyâ, III, 121; T: III, 22; el-Munkız, VII, 66; T: 188.
[574] Gazzâlî, Mîzân, s.32;
T:92; Tehâfüt, s,298; T:193; İhyâ, III, 121;
T: III, 22; Meâric, s.66; T:40; Mîrâc, I, 70;
T: 149; Ravda, II, 32; T:62.
[575] Gazzâlî, Mişkât, s.77;
T:5.5; el-Munkız, VII, 66; T:188; Makâsıd, s.285;
T:280; Meâric, s.66; T:40.
[576] Gazzâlî,
hayali idrâkin aktivitesine başladığı dönemi süt çağından, yani iki yaşından
sonraki dönem olarak ortaya koymakta; asıl işlevselliğinin ise yedi yaşından
sonra görüldüğünü belirtmekte ve insanda yeni bir yetinin (aklî ruh) ortaya
çıkacağı bir sonraki aşamaya kadar devam edecek bu döneme “temyiz dönemi”
ismini vermektedir. Bkz., el-Munkız, VII, 66; T: 188.
[577] Gazzâlî, Mişkât, s.76-77;
T:54; Benzer ifadeler için bkz., el-Mustasfâ , I, 104; T: I,
44; Mihak, s.80; T:73; Makâsıd, s.277; T:274.
[578] Gazzâlî, Mîzân, s.26;
T:78-79; Tehâfüt, s.298; T: 193; Mîrâc, I,
70; T: 149.
[579] Gazzâlî, Mihak, s.80;
T:73; el-Mustasfâ, I, 103; T: I, 44; Meâric, s.65;
T:38.
[580] Gazzâlî, Tehâfüt, s.298;
T: 193; Makâsıd, s.277; T:274.
[581] Gazzâlî, Makâsıd, s.285;
T>280; Tehâfüt, s.300; T:194; Mîrâc, I,
70; T: 150; Ravda, II, 32; T:62.
[582] Gazzâlî, Mîzân, s.26-27;
T:7-79; Tehâfüt, s.298-299; T:193-194; Makâsıd, s.285;
T:280; Mîrâc, I, 70; T:150; Meâric, s.65;
T:38. Krş., İhvân-ı Safa, Resâil-ü İhvâni’s-safa, III, 416;
tbn Sînâ, Şifâ, Tabiiyyât, “en-Nefs”, II, 36; en-Necât, s.201; el-İşârât, II,
381; Uyûnü’l-hikme, s.78; T:113; Risâle
fi’l-kuve’I-insâniyye, s.43; el-Kerâmât, s.226-227.
[583] Gazzâlî, Mîyâr, s.61; el-İktisâd
, s.50; T:38; Makâsıd, s.285; T:280; Ravda, II,
32; T:62; Aydınlı, a.g.e., s.64. Krş., İhvân-ı Safa, Resâil-ü
İhvâni’s-safa, III, 243; îbn Sînâ, Şifâ, Tabiiyyât, “en-
Nefs”, II, 150.
[584] Gazzâlî, Meâric, s.88-89;
T:63; Faysal, III, 80, T:156; Mîzân, s.26;
T:79.
[585] Gazzâlî, Mişkât, s.79;
T:57-58; Mîyâr, s.61; Mîzân, s.26-27;
T:79-80; el-Mustasfâ, I, 105; T: I, 45; Mihak, s.80-81;
T:73-74; Mîrâc, I, 70; T:150; Makâsıd, s.285,289-290;
T:281,284; Meâric, s.65-66; T:39. Krş., îhvân-ı Safa, Resâil-ü
îhvâni’s-safa, III, 418-419.
[586] Gazzâlî, Faysal, III,
80, T:156; el-İktisâd, s.49; T:37; İhyâ, III,
134-135; T: III, 44-45.
[587] Gazzâlî, Mihak, s.80;
T:73; el-Mustasfâ, I, 103-104; T: 1,44; Meâric, s.75;
T:52; Makâsıd, s.289; T:284. krş., İbn Sînâ, Şifâ,
Tabiiyyât, “en-Nefs”, II, 51-52; en-Necât, s.208-209.
[588] Gazzâlî, Tehâfüt, s.298;
T: 193.
[589] Gazzâlî, Mîyâr, s.61; Mihak, s.80-81;
T:74-75; el-Mustasfâ, I, 105-106; T: I, 45; Faysal, III,
80, T:156; Tehâfüt, s.300; T:194; Makâsıd, s.286;
T:281; Taylan, Gazzâlî’nin Düşünce Sisteminin Temelleri, s.66.
Krş., İhvân-ı Safa, Resâil-ü İhvâni’s-safa, III, 416.
[590] Gazzâlî, Mişkât, s.76;
T:54.; el-Mustasfâ, I, 104; T: I, 44; Mihak, s.79-80;
T:72-73; Mîrâc, I, 70; T: 150; Mîzân, s.32;
T:90; Makâsıd, s.285; T:280.
[591] Gazzâlî, Mîyâr, s.62; el-İktisâd, s.49-50;
T:37-38; Taylan, Gazzâlî’nin Düşünce Sisteminin Temelleri, s.67;
Aydınlı, a.g.e., s.68. Krş., İhvân-ı Safa, Resâil-ü
İhvâni’s-safa, III, 419.
[592] G.
Robinson ve J. Rundel, Tahayyül Gücünü Yeniden Düşünmek, Çev.
Ertuğrul Baser, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1999, s.172.
[593] Gazzâlî, Mişkât, s.79-80;
T:58.
[594]Gazzâlî, Meâric, s.156;
T-.129-130; Benzer ifadeler içinbkz., el-İktisâd , s.67-68;
T:50.
[595] İhsan
Turgut, Felsefî Sorgulama, İzmir: Anadolu Matbaası, 1997, s.l
16.
[596] Gazzâlî, Mişkât, s.79;
T:58; Meâric, s.156; T:129-130
[597] Gazzâlî,
Mihak, s.80; T:73; el-Mustasfâ, I, 103-104; T: I, 44 ; Meâric, s.75; T:52.
[598] Gazzâlî,
Mişkât, s.77; T:55; İhyâ, I, 111; T: I, 215.
[599] Gazzâlî,
Mişkât, a.y..
[600] Gazzâlî, Mişkât, s.48-49;
T:22-23; Benzer ifadeler için bkz., el-Munkız, VII, 66; T:
188. Krş., İhvân-ı Safa, Resâil-ü İhvâni’s-safa, III, 424.
[601] Gazzâlî, Fedâihu’l-
bâtıniyye/el-Mûstazhirî, s.79; T:49; Makâsıd, s,52;
T:87.
[602] Gazzâlî, İhyâ, III,
129; T: III 36; Fedâihu’l- bâtıniyye/el-Mustazhirî, A.y.; el-Mustasfâ, I,
138; T: I, 59; Mihak, s.102; T:99.
[603] Gazzâlî, Mihak, s.102;
T:99.
[604] Gazzâlî, Mîyâr, s.
138.
[605] Gazzâlî, Makâsıd, s.52;
T:87.
[606] Gazzâlî, el-Munkız, VII,
27; T:107; el-Mustasfâ, I, 138; T: I, 59; Mihak, s.102;
T:99; Meâric, s.69-70; T:43
[607] Aydınlı, a.g.e., s.87.
[608] Gazzâlî, Mîyâr, s.
138; Mihak, s.102; T:99-100; Makâsıd, s.52;
T:88.
[609] Gazzâlî, Mîyâr, s.173-174.
[610] Gazzâlî,.el-Mustasfâ, I,
139; T: I, 59; jhyâ, III, 129; T: III, 36.
[611] Gazzâlî, el-Mustasfâ, 1,138;
T: I, 59.
[612] Gazzâlî, Mihak, s.102;
T;.99.
[613] Gazzâlî, Meâric, s.69;
T:43; Cihan, s.126.
[614] Gazzâlî, Makâsıd, s.52;
T:88.
[615] Gazzâlî, İhyâ, III,
129; T: III, 36. krş., İbn Sînâ, Şifâ, Mantık, “el-Burhân”, nşr.,
Ebu’l-Alâ el-Afîfî, Kahire: yy., 1954, III, 36; en-Necât, s.
105. Ayrıca geniş bir değerlendirme için bkz., Hidayet Peker, İbn
Sînâ’nın Epistemolojisi, Bursa: Arasta yayınları, 2000, s. 111-116.
[616] Gazzâlî, İhyâ, I,
111; T: I, 215; III, 115; T: III, 12; el-Mustasfâ, I, 70; T:
I, 29.
[617] Gazzâlî, İhya, I,
111-112; T: 1,215-216.
[618] Gazzâlî, Meâric, s.41-42;
t:17-18.
[619] Gazzâlî, el-Mustasfâ, I,
70; T: I, 30; İhyâ, III, 115; T: III, 12, Ravda, II,
32; T:60.
[620] Gazzâlî, Mîyâr, s.207-208.
İbn Sînâ da aklın cumhura göre üç, filozoflara göre sekiz anlamda
kullanıldığını belirtmektedir. Bkz., Risâle fi’I-hudûd, (Tis’u Resâil içinde),
s.55.
[621] Gazzâlî, İhyâ, III,
114; T: III, 12; Ravda, II, 32; T:60.
[622] Gazzâlî, İhya, I,
111; T: I, 215; III, 114; T: III, 12; Ravda, II, 32;
T:60; Mîyâr, s.208; el- Mustasfâ, I, 70; T:
I, 30; el-Munkız, VII, 66; T:188; Meâric, s.42;
T:18.
[623] Gazzâlî, İhyâ, I,
108; T: I, 210. “Akıl nur’u” tabiri ihvân-ı Safa risalelerinde de sıkça
kullanılır. Bkz., Resâil-ü İhvâni’s-safa, III, 232.
[624] Bu
hadisin ittifakla mevzû olduğu kabul edilmiştir. Değerlendirmeler için bkz.,
Yıldırım, s.101-102.
[625] Gazzâlî, İhyâ, III,
115; T: III, 12; Faysal, III, 82, T: 160; Meâric, s.41;
T:17; Ravda, II, 32; T:60.
[626] Gazzâlî, Mişkât, s.43;
T: 18; Mihak, s.80; T:73.
[627]Gazzâlî,
aklı “hikmetin ta kendisi, ilmin özü” olarak tanımlamaktadır. (Bkz., el-Hikme, I,
30; T:79.
[628] Gazzâlî,
Mişkât, s.77; T:55; İhyâ, I, 111-113; T: I, 216-218; el-Mustasfâ, I, 70; T: I,
30; el- Munkız, VII, 28, 66; T: 108, 188; Mîyâr, s.208.
[629] Gazzâlî, İhyâ, I,
111; T: 1,216; Mîyâr, s.208; el-Mustasfâ, I,
70; T: I, 30.
[630] Gazzâlî, İhyâ, III,
115; T: III, 12; Ravda, II, 32; T:60; Aydınlı, a.g.e., s.75.
[631] Gazzâlî, Mişkât, s.43;
T: 18; İhyâ, I, 112; T: I, 216; III, 129; T: III, 36; el-Mustasfâ, I,
70; T: I, 30; Mîyâr, s.208; el-Hikme, I, 30;
T:80. Gazzâlî’nin bu tanımlarda filozofların akim dereceleriyle ilgili yapmış
olduğu taksimi esas aldığı iddia edilmektedir. Bkz., Mevlüt Albayrak, Gazzâlî’nin
Ahlak Felsefesi ve Filozofların Etkisi, (İADGÖS içinde)
s.356. krş., Risâle fi’l-hudûd, s.55. Gazzâlî burada Meşşâî
filozoflardan ziyade İhvân-ı Safa’yı esas almaktadır. Krş., Resâil-ü
İhvâni’s-safa, III, 466-467.
[632] Gazzâlî, Mişkât, s.43;
T: 18.
[633] Gazzâlî, Mişkât, s.43;
T:1.8; İhyâ, III, 113-115; T: III, 8-13; Risâletü’l-ledünniyye, III,
58; T:79; Ravda, II, 31-32; T:58-60; Meâric, s.39;
T: 19.
[634] Gazzâlî, İhyâ, III,
125; T: III, 29.
[635] Gazzâlî, İhyâ, III,
123: T: III, 26.
[636] Gazzâlî, Mîzân, s.46;
T:117-118.
[637] Gazzâlî, Meâric, s.67-68;
T:41-42.
[638] Gazzâlî, Mîyâr, s.173.
[639] Gazzâlî, Mişkât, s.44;
T: 18
[640] Gazzâlî, Mişkât, s.45-46;
T:20; Benzer ifadeler içinbkz., el-Hikme, I, 30; T:79.
[641] Eserin
değişik nüshalarında bu kelime ma’kûlât (akledilenler) veya malûmât
(bilinenler) şeklinde geçmektedir. Esas aldığımız Ebu’l-Alâ el-Afîfî’nin
tahkikli nüshasında ise kelime “malûmât” şeklinde geçmektedir. Bu iki kelime
arasındaki fark basit bir nüans farkından öteye aklın metafizik alandaki
faaliyeti noktasında ciddi bir problem teşkil etmektedir.
[642] Gazzâlî, Mişkât, s.46-47;
T:21.
[643] Gazzâlî, Mişkât, s.44;
T: 18.
[644] Gazzâlî, Mîrâc, I,
62-63; T:136; thyâ, III, s.135; T: III, 45; Makâsıd, s.288;
T:283; el- Hikme, I, 30; T:79.
[645] Gazzâlî, Mişkât, s.49;
T:24.
[646] Gazzâlî, Mîrâc, 1,71;
T:151.
[647] Gazzâlî, Mişkât, s.50;
T:24.
[648] Gazzâlî, Mişkât, s.65;
T:41; Cevâhiru’l-Kur’ân, s.9,11; T:14, 20; el-Meârif, s.37.
[649] Gazzâlî, Mîzân, s.27;
f:80; Mîyâr, s.208; Mîrâc, I, 70;
T:151; Meâric, s.67; T:41; Tehâfüt, s.302; T:
195; Makâsıd, s.287-288; T:282.
[650] Gazzâlî, Mîzân, s.27;
T:80; Mîyâr, s.209; Mîrâc, I, 70; T:151.
[651] Gazzâlî, Mîzân, s.27;
T:81; Tehâfüt , s.302; T:195. krş., îbn Sînâ, Şifâ,
Tabiiyyât, “en- Nefs”, II, 37; en-Necât, s.202; el-İşârât, II,
387-388.
[652] Gazzâlî, Mîrâc, I,
70-71; T:151-1Ş2; Tehâfüt, s.301-302. T:195; Mîyâr, s.173,209; Mihak, s.80;
T:73; Meâric, s.67; T:41; Cihan, s.102. krş., îbn Sînâ, Şifâ,
Tabiiyyât, “en-Nefs”, II, s.37- 38; en-Necât, 202-203.
[653] Gazzâlî, Tehâfüt, s.324.
T:209.
[654] Gazzâlî, Tehâfüt, s.323;
T:208; Makâsıd, s.288; T:283; Meâric, s.68;
T:42.
[655] Gazzâlî
bu türden benzetmeleri eserlerinin tamamına yakınında kullanır. Mesela bazı
örnekler için bkz., İhyâ, III, 121; T: III, 22; Kimyâ-yı
Saâdet, s.30; Ravda, II, 33; T:62; Mîzân, s.32;
T:92; el-Hikme, I, 27; T:73; el-Meârif, s.44; Risâletü’l-ledünniyye, III,
62-63; T:89-90.
[656] Bunlar
dış (zâhirî) algı güçleri şeklinde isimlendirilen duyu idraklerinin yanında,
bâtınî (iç) idrak güçleri şeklinde isimlendirilen yetilerdir. Gazzâlî burada,
idrak mertebeleri içerisinde zikretmediği, “vehim kuvveti” şeklinde anılan bir
yetiye atıf yapmaktadır. Önceleri bu kuvvet, hayal yetisi içerisinde mülahaza
edilirken, İbn Sînâ ile birlikte hayal yetisinden ayrı bir güç olarak
zikredilmeye başlamıştır. İbn Rüşd ise İbn Sînâ’nm vehim’i hayal’den ayrı bir
güç olarak değerlendirmesini eleştirmektedir. Gazzâlî de ilk dönem eserlerinde
fazlaca yer vermediği vehim gücünü son dönem eserlerinde bâtınî (iç) idrak
güçleri içerisinde zikretmiş, Mişkâtü'l-envâr’da ise hayal’den ayrı bir idrak
mertebesi olarak görmediği bu yetinin sadece ismini anmakla yetinmiştir. Bu
gücün temel işlevi, duyulur nesnelerden duyulur olmayan anlamları çıkararak
organizmaya yön vermektir. Nitekim, koyun kurdun şeklini idrak etmekle birlikte
kendisinin düşmanı olduğunu da idrak eder. Bu yeti, “şu nene dosttur” veya “şu
nesne düşmandır” gibi tek tek nesnelerle ilgili anlamları kavraması ve bunlarla
ilgili yargılar oluşturması sebebiyle vehim veya temyiz edici (mümeyyiz) admı
alır, (vehim gücünün işlevi için bkz., Taylan, Gazzâlî’nin Düşünce
Sisteminin Temelleri, s.71; Cihan, s. 100) İfade ettiğimiz gibi, Gazzâlî
bu işlevleri hayal (tahayyül) gücüne yüklemekte ve temyiz sıfatmı hayal
yetisini nitelemek üzere kullanmaktadır. Bkz., Dipnot 573.
[657] Gazzâlî, Mişkât, s.46;
T:20. Krş., İhvân-ı Safa, Resâil-ü İhvâni’s-safa, II, 471-472;
III, s.242.
[658] Taylan, Gazzâlî’nin
Düşünce Sisteminin Temelleri, s.106
[659] Gazzâlî, Mişkât, s.77;
T:55; Mîzân, s.28; T:82; Mîrâc, I, 70;
T:151; Faysal, III, 80; T: 156; Makâsıd, s.291;
T:284; Meâric, s.68; T:42.
[660] Gazzâlî, Mîyâr, s.244.
[661] Gazzâlî, Mîyâr, s.244-245.
[662] Gazzâlî, Mîyâr, s.246.
Ayrıca bkz., Cihan, s.109.
[663] Gazzâlî, el-Meârif, s.42.
krş., İbn Sînâ, Şifâ, Tabiiyyât, “en-Nefs”, II, 50-51; en-Necât,
s.208; Uyûnü’l-hikme, s.80; T: 116.
[664] Gazzâlî, Faysal, İD, 80; T:156; İhyâ, IIIS 135;
T: III, 45.
[665] Gazzâlî, Mişkât, s.47;
T:21.
[666] Gazzâlî, Makâsıd, s.291;
T:284. krş., İbn Sînâ, Şifâ, Tabiiyyât, “en-Nefs”, II, 39,
208; en- Necât, s.203-204.
[667] Gazzâlî, el-Mustasfâ, I,
107; T: I, 45; Mihak, s.81; T:74. Krş., İhvân-ı Safa, Resâil-ü
İhvâni’s-safa, I, 102-104; III, 10-425.
[668] Gazzâlî, Mişkât, s.43;
T: 17-18.
[669] Gazzâlî, Makâsıd, s.292-294;
T:286-289; Meâric, s.76; T:52.
[670] Gazzâlî, Mîyâr, s.174; el-Meârif, s.47-48; Meâric, s.127-128;
T:107-108; Mîrâc, I, 70; T:151; Makâsıd, s.303;
T:294. Gazzâlî, Faal akıl veya Melekler tarafından akıl üzerinde meydana
getirilen etkinin bizzat Tanrı tarafından meydana getirildiğini de
belirtmektedir. Bkz., Mîzân, s.27-28; T:81. Ayrıca krş.,
İhvân-ı Safa, Resâil-ü İhvâni’s-safa, III, 232; İbn Sînâ, Şifâ,
Tabiiyyât, “en-Nefs”, II, 208; en-Necât, s.231; el-İşârât, II, 392;.eI-Kerâmât, s.229; Risâle
fi’l-hudûd, s.56.
[671] Gazzâlî, Mişkât, s.49;
T:23; Benzer ifadeler için bkz., el-Hikme, I, 81-82;
T:30-31; el- Kıstâs, 111,5-6; T:ll-13.
[672] Gazzâlî, Mîzân, s.28;
T:82; el-Meârif, s,47; Makâsıd, s.302;
T:293-294; Meâric, s.68; T:42; Minhâcü’l-ârifîn, (Mecmûatü
Resâil içinde), III, 48; Arifler Yolu, Çev. Yaman Arıkan,
İstanbul: Uyanış Yayınları, 1972, s.22.
[673] Gazzâlî, Mîyâr, s.209; Makâsıd, a.y; Mîzân, a.y; Meâric, s.69,127;
T:43,107.
[674] Gazzâlî, thyâ, I,
111; T: 1^.215; Mîyâr, a.y; Mîzân, s.28;
T:82; el-Meârif, s.46; Makâsıd, s.291;
T:285; Meâric, s.69,127; T:43, 107.
[675] Gazzâlî, İhyâ, III,
129; T: III, 36; Mîyâr, s.209; Mîzân, s.28;
T:82; el-Meârif, s.46-47; Makâsıd, s.291-292;
T:285; Meâric, s.69; T:43.
[676] Gazzâlî, Mîyâr, a.y; Mîzân, a.y; Meâric, s.69-70;
T:43; Makâsıd, s.292; T:285; el-Meârif, s.47.
[677] Gazzâlî, Mîyâr, a.y; el-Meârif, s.47; Makâsıd, s.292;
T:285; Meâric, s.127-128; T:107- 108. îbn Sînâ aklın gelişim
aşamalarını nur ayeti çerçevesinde yorumlamaktadır. (Nur/35) Bu yorumlara
ileride genişçe değinilecektir. Karşılaştırma için bkz., Şifâ,
Tabiiyyât, “en-Nefs”, II, 39-40; en-Necât, s.204-205; el-İşârât, II,
389-392; Uyûnü’l-hikme, s.81-82; T: 118; Risâle
fi’l-hudûd, s.55.
[678] Gazzâli, Tehâfüt, s.324;
T:209; Benzer ifadeler için bkz., Makâsıd, s.293-294; T:287.
[679] Gazzâlî, Mişkât, s.44;
T: 18.
[680] Aydınlı, a.g.e., s.73;
Taylan, Gazzâlî’nin Düşünce Sisteminin Temelleri,s.72.
[681] Gazzâlî, Mişkât, s.44;
T: 18.
[682] Gazzâlî, Mişkât, s.44-45;
T: 19.
[683] Gazzâlî, Mişkât, s.45-46;
t: 19-20.
[684] Gazzâlî, Mişkât, s.46-47;
T:20-21.
[685] Gazzâlî, Mişkât, s.47;
T:21. Watt, Gazzâlî’nin burada sıralanan görüşlerin bir kısmını İbn
Miskeveyh’den aldığını iddia etmektedir, (bkz., W. Montgomery
Watt, Müslüman Aydın, s.39) İbn Miskeveyh de Gazzâlî de olduğu
gibi akıl ve duyular arasmda bir mukayese yapmakta ve benzer deliller
sıralamaktadır, bkz., Tehzibü’l-ahlak ve tathîru’l-a’râk, thk.,
îbnü’l-hatib, Kahire: Matbaatü’l-mısrıyye, 1978, s.16.
[686] Gazzâlî, Mişkât, s.47;
T:22.
[687] Gazzâlî
uykunun da bir çeşit ölüm olduğunu, uyku anında ruhun bedenden ayrıldığım ve
asli âlemi ile (melekût âlemi) irtibata geçtiğini kabul etmektedir. Bkz. Minhâcii’l-ârifîn, III,
48; T:22; İhyâ, III, s.220; T: III, 57,198; Ayrıca ölüm ile
uyku arasmdaki ilişki hususunda yapılan geniş bir değerlendirme için bkz., A.
Vahit İmamoğlu, Uyku ve Ölümün Tabiatıyla İlgili Çağdaş Müslüman
Yorumlarda Nefs ve Ruh Anlayışı, ATÜİF Dergisi, S.13,
1997, s.231-245.
[688] Gazzâlî, İhyâ, III,
132; T:III, 41.
[689] Gazzâlî, Mişkât, s.82;
T:60; ayrıca bkz., İhyâ, I, 108; T: I, 210.
[690] Burada
yırtıcılık manasına gelen “sebııiyye” kelimesi geçmektedir. Eserin çevirisinde
ise kelime “sebiyye” şeklinde anlaşılmış ve “yedili sıfatlar” diye de tercüme
edilmiştir. Dikkat edilirse Gazzâlî burada yedi değil sekiz kötü sıfat
sıralamaktadır. Bu çeviri hatası eserin diğer yerlerinde de tekrar
edilmektedir.
[691] Gazzâlî, Mişkât, s.82-83;
T:60-61.
[692] Gazzâlî, Mişkât, s.49;
T:23; el-Hikme, I, 81-82; T:30-31; el-Kıstâs, III,
5-6; T: 11-13.
[693] Gazzâlî, İhyâ III,
130-131; T: III, 39; el-Mustasfâ, I, 14; T: I, 5; el-İktisâd, s.2;
T:7-8; Meâric, s.73-74; T-.49-50.
[694] Gazzâlî, İhyâ I,
108; T: I, 209-210.
[695] Gazzâlî, Mîzân, s.31;
T:88; el-Mustasfâ, I, 1-2; T: I, 1.
[696] Gazzâlî, İhyâ, VI,
46; T: IV, 766; Mîzân, s.26; T:79; Mîyâr, s.60; Ravda, II,
34; T:63;
Esâsü’l-kıyâs, thk., Fehdb. Muhammed
es-Serhân, Riyad: Mektebetü’l-ubeykân, 1993, s. 104-105.
[697] Gazzâlî, İhyâ, VI,
46-47; T:IV, 766.
[698] Gazzâlî, Esâsû’l-kıyâs, s.105-106.
[699] Gazzâlî, Mişkât, s.77;
T:55.
[700] Gazzâlî, Mîzân, s.27;
T:80; Tehâfüt, s.299-300; T: 194; Meâric, s.66;
T:39. Krş., îhvân-ı Safa, Resâil-ü İhvâni’s-safa, III, 421;
İbn Sînâ, Şifâ, Tabiiyyât, “en-Nefs”, II, 36; en-Necât, s.201-202; el-İşârât, II,
382; Uyûnü’l-hikme, s.78; T:114.
[701] Gazzâlî,
işlevinden dolayı bu yetiye “tasarrufta bulunan yeti (mutasarrife)” adını
verir, (bkz., Ravda, II, 34; T:63; Meâric, s.65-66;
T:39.
[702] Gazzâlî Mişkâtü’l-envâr’da tefekkür
gücünü akli bilgiler alanıyla sınırlandırmaktadır. Onun diğer eserlerinde ise
tefekkür gücü ile tahayyül gücü ekseriyetle birlikte zikredilmiş, genellikle de
bu iki kavram “mütehayyile veya müfekkire” adları altmda ele alınmıştır,
(bkz., Mişkât, s.77; T55; krş; el- Mustasfâ, I,
103-106; T: I, 44-45; Makâsıd, s.286; T:280; Tehâfüt, s.299-300;
T: 194; Mîrâc , I, 70; T:150; Mîzân, s.27; T:80; İhyâ III,
116; T: III, 15; Mihak, s.80-81; T:74; Meâric, s.65-66; T:39) Mişkâtü 7-envdr’daki
bu ayrım sebebi ile tahayyül gücünün akli boyutu “fikrî ruh” başlığı altmda,
maddi boyutu ise “hayâlî ruh” başlığı altmda incelenmiştir.
[703] Gazzâlî, el-Mustasfâ, I,
31-32; T: I, 11; Mihak, s.67; T:61. krş., İbn Sînâ, Şifâ,
Mantık, “el-Burhân”, III, 72; en-Necât, s.220-221.
[704] Gazzâlî, Mihak, a.y; Mîyâr, s.39; Makâsıd, s.4;
T:41;
[705] Gazzâlî, İhyâ, VI,
46; T: IV, 766.
[706] Gazzâlî, Mişkât, s.77;
T:55.
[707] Gazzâlî, Mihak, s.68;
T:62 Makâsıd, s.4-5; T:41; el-Mustasfâ, I,
33; T: 1,12
[708] Hüccet,
akıl yürütme türlerinin bütününü içermesi bakımından daha genel bir kavramdır.
Bu konudaki umde ise burhandır. Gazzâlî burhan’ı “özel bir şartla özel
bir şekilde telif edilmiş iki malum mukaddime (öncül) ve bu iki mukaddimeden
hasıl olan netice” şeklinde tanımlamaktadır. Bu anlamda burhan kıyasm
bir türüdür. Ayrıca belirtmek gerekir ki, buradaki burhan tanımıyla Mişkâtti’l-emâr' fikrî
ruh kavramı arasındaki benzerlik oldukça dikkat çekicidir. Mişkâtü 7-ewvdr’daki
fikrî ruh tanımı dikkate alındığında ve nazarî bilgilerin ancak burhan yoluyla
elde edilebileceği ve burhanın da yakînî (kesin) bilgiyi oluşturduğu
düşünüldüğünde bu iki kavram arasındaki yakınlık daha net bir şekilde
belirginleşmektedir. (Bkz., Mişkât, s.77; T:55. krş., ei-Mustasfa, I,
116; T: I, 12)
[709] Gazzâlî, Mihak, s.68;
T:62 Makâsıd, s.5; T:41-42; el-Mustasfâ, I,
33-34; T: I, 12; Mîyâr, s.39-40. krş., İbn Sînâ, Şifâ,
Mantık, “el-Burhân”, III, 51; en-Necât, s.43. Gazzâlî
nazarî idrâki iki ana bölüm hâlinde ele almakta, ve bu bölümlerde, eserlerinde
farklı tertiplerle de olsa mantığm bütün konularmı incelemektedir. Bizim
buradaki amacımız Gazzâlî de mantık biliminin muhtevasını irdelemek değil,
genel olarak akim nazarî yönünü işlev ve faaliyetleriyle birlikte ortaya
koymaktır. Bu sebeple burada, teorik akim çalışma sistemi ve işlevi, giriş
mahiyetindeki bilgilerle sunulmuştur. Konunun tefemıâtı ise çalışmamızın
boyutlarının oldukça ötesindedir. Konu hakkında geniş bilgi için bölümde atıf
yapılan eserlere bakılabilir.
[710] Gazzâlî,
İhya, VI, 48; T: IV, 768.
[711] Gazzâlî,
İhyâ, VI, 57-58; T: IV, 776, 779.
[712] Aydınlı,
a.g.e., s.80.
[713] Burada
dikkat edilmesi gereken husus şudur ki, ilâhiyat alanıyla ilgili problemler
felsefe ile dinin ortak konularını oluşturmaktadır. Dolayısıyla burada ele
alman her bir problemin dinle doğrudan bir ilgisi bulunmaktadır. Bu nedenle
dînî öğreti burada önemli bir kriter olarak her zaman işbaşındadır
[714] Gazzâlî, el-Madnûnü’l-kebîr, IV,
97; T:34-35. Aynı örnek için bkz., el-Munkız, VII, 87; T:209.
[715] Gazzâlî, Tehâfüt, s.239-240;
T:157.
[716]Gazzâlî, Mîyâr, s.188.
[717] Ahmet
Arslan, İbn Haldun’un İlim ve Fikir Dünyası, Kültür ve Turizm
Bakanlığı yayınları, 1987, s.351.
[718] Gazzâlî, Tehâfüt, s.131-132;
T:87.
[719] Arslan, İbn
Haldun’un İlim ve Fikir Dünyası, s.355-356; Aydınlı, a.g.e., s.121;
Mustafa Çağrıcı, Gazzâlî, s.499.
[720] Gazzâlî, Tehâfüt, s.29-30;
T:26-27; Arslan, İbn Haldun’un îlim ve Fikir Dünyası, s.354;
Türker, a.g.e., s.354.
[721] Gazzâlî, Mîyâr, s.154-161; Mustasfâ, I,
89-90; T: I, 38; Makâsıd, s.60-63; T:95-98; Mihak, s.121-129;
T:125-135. Abdülkuddüs Bingöl, Gazzâlî ve Mantık Bilimi, (İADGÖS içinde)
s.300.
[722] Gazzâlî, Mişkât, s.47;
T:22.
[723] Gazzâlî, Mîyâr, s.30; Meâric, s.
102-103; T:79-80.
[724] Gazzâlî, Makâsıd, s.6-7;
T:43; Mîyâr, s.29; Mustasfâ, I, 30; T: I, 11.
Krş., İhvân-ı Safa, Resâil-ü İhvâni’s-safa, I, 394; III,
403,446-447; İbn Sînâ, en-Necât, s.44.
[725] Gazzâlî,
Mişkât s.77; T:55; el-Munkız, VII, 66-67; T:188-189;Mîzân, s.29; T:84.
[726] Kutsal
peygamberlik rûhu (er-rûhu’l-kudsî en-nebevî) kavramının ontolojik ve
epistemolojik yönden farklı anlam boyutları bulunmaktadır. Kavramın ontolojik
boyutuna birinci bölümde değinilmiş olup, burada yalnız epistemolojik boyut
incelenecektir.
[727] Gazzâlî,
Basiret, Mükâşefe, Müşahede ve Muayene terimlerinin aynı manaya gelen isimler
olduğunu, aralarındaki ayrılığı ise vuzûhiyyet (açıklık) itibariyle
değerlendirmek gerektiğini belirtmektedir. (Bkz., Ravda, II,
30; T:56) Ayrıca Feth, Basiret, Muayene, Ferâset terimlerinin ilk sûfîlerce
keşf manasında kullanılması hususunda bkz., Abdülkerim Kuşeyrî, er-Risâletü’l-kuşeyriyye, thk.,
Abdülkerim Mahrnud ve Mahmud eş-Şerif, Kahire: Darü’l-kütübi’l-hadîse, 1972,
s.480-494; T: Kuşeyrî Risalesi, Çev. Süleyman Uludağ, 2. bs.,
İstanbul: Dergah Yayınları, 1981, s.391-404.
[728] Gazzâlî
epistemolojisinde kalp terimi, bir yandan akıl ile aynileştirilirken öte yandan
tasavvufî bilginin yegane kaynağı olarak gösterilmekte ve “bilen”, “idrak
eden”, “irfan sahibi bir güç” şeklinde tanımlanmaktadır. Gazzâlî’nin aynı
terimlere çok farklı anlamlar yüklemesi onun psikolojisini dolayısıyla da
epistemolojisini oldukça karmaşık bir hale getirmektedir. Aynı zamanda fhvân-ı
Safa Risalelerinde de kalb organların en soylusu olarak değerlendirilmekte ve
kalb temizliği üzerinde önemle durulmaktadır. Bkz., Resâil-ü
İhvâni’s-safa, III, 480; IV, 118.
[729] Genel
olarak açığa çıkarma, örtülü olanı açma, meydana çıkarma, sezme, tahmin etme,
perdenin açılmasıyla doğru bilgiye ve gayba ait konulara vakıf olma
anlamlarında kullanılan keşf, (bkz., İbn Manzur, III, 263) kalbe gelen bilgi
anlamındaki ilham ile birlikte “keşf ve ilham” şeklinde kullanıldığı gibi,
keşfin en ileri boyutu olan müşâhadeyle birlikte “keşf ve müşâhade” şeklinde de
kullanılmaktadır. Bkz., Reşat Öngören, Bir Bilgi Kaynağı Olarak
Tasavvufta Keşfin Değeri, İÜİFD, S.5, 2002, s.86.
[730] Gazzâlî, İhyâ, III,
132; T: III, 41. Arapça’da “bir çırpıda yutmak” anlammdaki “1-h-m” kökünden
türeyen “ilham” kelimesi, klasik sözlüklerde de “kişiyi bir şey yapmaya veya
yapmamaya sevk eden şeyi Allah'ın rûha atması” (bkz., İbn Manzur, III, 405),
“feyz yoluyla kalbe atılan mana; Akli bir çaba olmaksızın kişinin kalbine
hayrın akıtılması” (bkz., Tehânevi, III, 1308) şeklinde tanımlanmaktadır.
[731] Gazzâlî
bu görüşünü Kur’ân’daki “Böylece biz sana emrimizden bir ruh indirdik. Sen
kitap nedir, iman nedir bilmezdin; lâkin biz onu kullarımızdan dilediğimize
hidâyet edeceğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen dosdoğru bir yola sevk
etmektesin. (Şuarâ/52)” âyetiyle delillendirmekte; âyette zikredilen ruh’la
kutsal peygamberlik rûhuna işaret edildiğini belirtmektedir. (Mişkât s.77;
T:55)
[732] Abdülkerim
Osman, ed-Dirâsetü’n-nefsiyye inde’l Müslimîn ve’l Gazzâlî bivechin
hâs, 2.Baskı, Kahire: Mektebetü Vehbe, 1981, s.357; Cemil
Sâliba, Târîhü’l-felsefeti’l-arabiyye,Beyrut:
Dârü’l-kîtâbi’l-Lübnânî, 1981, s.382. .
[733] Bir
şeyin birden açılması, bir bağlantının doğrudan doğruya araçsız bulunması,
mantıksal düşünmenin ve akıl yürütmenin tersine bir bütünün bir bakışta
dolaysız kavranması, varlıkları bize olduğu gibi açan bilgi, dolaysız kavrama,
biranda kavrama, sezip keşfetme anlamlarına gelen sezgi terimi (bkz.,
Akarsu, “sezgi ”) keşf ve ilham terimiyle eşanlamlı
kullanılmaktadır. Bkz., Hüseyin Atay, Kur ’ân ’da Bilgi Teorisi, AÜİF
Dergisi, S.16, 1968, s. 164-165; Osman, s.356.
[734] Gazzâlî, İhyâ, III,
132; T: III, 41; Sâliba, 371; Mehmet Ali Aynî, Huccetü’l-İslam İmam
Gazzâlî, İstanbul: Matbaayı Âmire, 1327, s.215; Mehmet Vural, ilham, İslam
Felsefesi Sözlüğü, Ankara: Elis yayınları, 2003.
[735] Risâletü’l-ledünniyye, III,
70; T:111.
[736] A.y. Krş.,
İhvân-ı Safa, Resâil-ü İhvâni’s-safa, II, 11; III, 240,480.
[737] Genel
bir karşılaştırma için bkz., İbn Sînâ, Şifâ, Tabiiyyât,
“en-Nefs”, II, 220; en-Necât, s.206; er-Risâletü’l-arşiyye, thk.
İbrahim Hilal, Kahire: Camiatü’l-ezher, 1980, s.31-32; T: (İbn Sînâ
Risaleler içinde), s.56; Risâle fî İsbâti’n-nübüvvât fî
te’vîli rumûzihim ve emsâlihim, thk., Michael Marmara, 2. bs., Beyrut:
Dâru’n-nehâr, 1991, s.47; Peygamberliğin İspatı ve Kullandıkları Sembol
ve Örneklerin Yorumu, (tbn Sînâ Risaleler içinde), s.38.
[738] Gazzâlî
peygamberlere ve bazı evliyaya mahsus olan üç özelliği şu şekilde
sıralamaktadır. ‘"Evliyaya ve diğer halk kesimlerine rüyada
görünen sırlar peygamberlere uyanıkken de görünür; nefs ancak kendi bedeninde
tasarrufta bulunabilir, peygamberin ve evliyanın nefsleri (ruh) ise kendi
bedenleri dışındaki bedenlerde de tasarruf ve tesirde bulunabilirler: İnsanlar
bilgiyi ancak çalışarak elde edebildikler halde peygamberler ve veliler bilgiye
doğrudan ulaşırlar” Aycıca Gazzâlî diğer insanlarda da bu üç
özellikten birer numune bulunduğunu belirtmektedir. Mesela, “rüya hali
birinci özelliğin numunesi, doğru feraset ikinci özelliğin numunesi, doğru bir
şekilde akıl yürütme ve düşünme de üçüncü özelliğin numunesidir” (Bkz. Kimyâ-yı
Saâdet, s.39-40; Makâsıd, s.314-319; T:301-305) Aynı
şekilde Fârâbî ve İbn Sînâ da peygamberlere ait üç özellik bulunduğunu
belirtirler. Fârâbî’ye göre nübüvvet için üç temel şart lazımdır. Bu, “Melaikeyi
mütehayyile yoluyla müşahede etmeli ve bu vasıtayla Allah ’ın kelamını
işitebilmeli; Mucize gösterebilmeli; Rûhu temiz olmalı ve bu şekilde Levh-i
mahfuz’da olan şey ona yansımalı; bu şekilde peygamber hiç kimseden öğrenmeksizin
ve bir çaba harcamaksızın gayba ait bilgileri elde edebilmektedir” şeklinde
ifade edilmektedir, (bkz., el-Medînetü’l-fâzıla, s.114-115;
T:96- 97; Fusûsü’l-hikem, s.75) İbn Sînâ da peygamberde
bulunması gereken üç özelliği; “el-kuvvetü’l-akliyye (aklî güç),
El-kuvvetü’l-mütehayyile (hayal kuvveti), El-kuvvetü’l-müessire (etken kuvvet)” şeklinde
sıralamaktadır, (bkz., Şifâ “ilahiyyât”, II, 435; en-Necât, s.334.
Ayrıca bkz., Hilmi Ziya Ülken, İbn Sînâ’nın Din Felsefesi, AÜİF
Dergisi, c.IV, S.I-II, 1995, s.93; Cavit Sunar, İslam’da
Felsefe ve Fârâbî, AÜİF Yayınları, 1972, II, 14; Harun Güngör, İbn
Sînâ’nın Din Felsefesi, (İbn Sînâ Kongresi içinde), haz.,
Ahmet Hulusi Köker ve Cihat Tunç, Kayseri: KEÜ Yayınları, 1984, s.263.
[739] Gazzâlî, Mişkât, s.75-76;
T:52-53.
[740] Gazzâlî
de olduğu gibi Fârâbî de nebevî idraki hayal gücüne bağlar. Fârâbî ye
göre, “duyu ile akıl yetisinin ortasında bulunan bu güç mütehayyileden
doğar ve tahayyül ameliyesini yerine getirir. Faal akılla ittisali sağlayan bu
güçtür. Faal akıldan mütehayyile kuvvetine feyezan eden bilgi ile peygamber,
geleceği bildiren bir uyarıcı ve var olan cüzileri bildiren bir haberci olur.
Bu tür bilgilerin oluşması için mütehayyile kuvvetinin yetkinleşmiş olması ve
dışarıdan etki yapan duyular tarafından engellenmemesi gerekir. Kudsî olmayan
nefsler bedihi (açık) bilgileri vasıtayla alıp diğer bilgileri de bu bilgiler
üzerinden akıl yürütme ile elde ederken, peygamberlere has olan kudsî-nebevî
ruh feyzi bir defada aldığından akıl yürütmeye ihtiyaç duymamaktadır. Faal
akıldan tahayyül gücüne uykuda feyezan eden cüzilerden de sadık rüyalar meydana
gelmektedir” Ayrıca Fârâbî bu bilgiye sadece mütehayyile yoluyla değil
kudsî (yüce) bir akıl gücü ile de ulaşılabileceğini belirtmektedir. el-Medînetü’l-fâzıla, s.
108, 125; T:92, 106-107; Fusûsü’l-hikem, s.72. Zinûni’l-kebîri’l-yunaniyye, s.8
[741] Nebevî
idrak konusunda İbn Sînâ, selefi Fârâbî’ye bağlı kalarak mütehayyile kavramını
ön plana çıkarmakla birlikte, konuyu daha sistematik ve somut bir şekilde
sunmaktadır. İbn Sînâ’ya göre, öncelikle bu güç hayal ve musavvire
gücündeki suretler ile hafıza ve zâkire (hatırlama) gücünde bulunan manaları
birleştirir ve ayırır. Ancak mütehayyile gücünün hayali suretler üretmesi
bununla sınırlı değildir; bazen metafizik alandan gelen etkilerle de suretler
üretilebilir. Bunun yanında bazı kimselerin mütehayyile güçleri dış duyuların
denetleyemeyeceği şekilde güçlü olabilir. Zira bu gibi nefslerin beş duyuyu
kullanması onların akıl gücüne yönelmesini engellemez. Bu özelliğe sahip
kimseler başkalarının rüyada gördüklerini uyanıkken görebilir ve sembollerle
gayba ait durumları idrak edebilirler. İşte İbn Sînâ 'ya göre mütehayyile
gücünün bu özelliği nübüvvettir. Mütehayyilesi ve nefsi güçlü olan ve duyuların
kendisini meşgul etmediği kimse uyanıkken de onu işitir ve görür. Bu durum faal
aklın peygamberi aydınlatmasıyla (işrâk) olur” Bkz., Şifâ,
Tabiiyyât, “en-Nefs”, II, 154, 219; en-Necât, s.205-206; el-
Kerâmât, s.233-234; el-Mebde ve’l-maâd, thk.,
Abdullah Nurani, Tahran: Müessese-i Mutaliat-ı İslâmî, 1984, s.119.
[742] Burada
Gazzâlî’nin Meşşâî filozofların nübüvvet yorumlarına katıldığı rahatlıkla
söylenebilir. Zira onun “bize açıklandığına göre” sözü ile
Fârâbî ve İbn Sînâ’yı kastettiği anlaşılmaktadır. Yalnız şunu da belirtmek
gerekir ki; Gazzâlî, tahayyül gücünün nebevi idrakteki işlevselliğini kabul
etmekle birlikte bu gücü mutlak olarak mütehayyile’ye bağlamaz. O, uykuda
görülen rüyanın hayalden ibaret olduğunu, vahyin karışık bir rüyaya benzeyen
tahayyüle bağlandığında, peygamberin bu bilgiye güvenmemesi ve ondan şüphe
etmesi gerektiğini belirtmektedir. Bkz., el-İktisâd, s,138;T:102.
[743] Gazzâlî,
İhyâ, III 132; T: III, 41. Gazzâlî bu durumu bir metaforla şöyle anlatır: “Bir
hükümdarın huzurunda Çinli ve Romalı sanatkarlar tartışırlar. Her ikisi de
sanatının üstünlüğünü iddia edince hükümdar “şu odanın karşılıklı iki duvarında
sanatınızı sergileyin, kimin üstün olduğunu görürüz” der ve birbirlerini
görmemeleri için aralarına bir perde çekilir. Romalılar çeşitli boyalarla süslü
işlemeler meydana getirirken Çinliler duvarı sürekli cilalarlar. Romalılar biz
işimizi bitirdik deyince Çinliler biz de bitirdik derler. Hükümdar Çinlilere
“bunlar bu kadar ince işler yaptı, siz ne yaptınız” deyince Çinliler aradaki
perdeyi kaldırın o zaman görürsünüz diye cevap verirler. Perde kalkar ve
Romalıların ince sanatını hayranlıkla seyrederler. Diğer duvara baktıklarında
ise şaşkınlıkları daha da artar. Zira Romalıların bütün yaptıkları cila ile
ayna haline gelen Çinlilerin duvarına aksetmiştir. Üstelik o duvarda daha
parlak ve lekesiz görünmektedir. İşte velilerde böyle kalplerini parlatırlar.
Bu suretle tüm hakikatler kalplerine tecelli eder ye hakim ve âlim kimseler ise
Romalılar gibi ilmi öğrenir ve kalplerine nakşederek işlerler” Bkz., thyâ, III
136; T: III, 46-47; Mîzân, s.40-41; T:107-109; Sâliba,
s.383-384.
[744] Gazzâlî, Mişkât, s.77;
T:55.
[745] Bu
ve benzeri ifadeler genellikle peygamberlik konusunun geçtiği metinlerde yer
almaktadır. Peygamberlerin bilgilenme tarzı, yani vahiy almaları -ki bu durum
değinildiği üzere sadece peygamberlere mahsustur- diğer idrak şekillerinden
farklı olduğu için, muhtemelen bu farklılık vurgulanmak üzere bu ifadeler
kullanılmıştır. Krş., Mişkât, s.77; T:55; el-Munkız, VII,
66-67; T:189- 190.
[746] Gazzâlî, İhyâ, I,
116; T: I, 2J5.
[747] Gazzâlî, Mîyâr, s.139.
[748] Gazzâlî, İhyâ III
134-135; T: III, 44-45; Meâric, s.122-123; T:107-108. Ayrıca
bkz., Batak, a.g.m., s.392. Benzer ifadeleri İbn Sînâ ’da da
görmekteyiz. Şöyle ki; İbn Sînâ’ya göre “aklın tefekkür ve sezgi olmak
üzere iki tür işleyişi vardır. Tefekkür, öznenin orta terimi arama çabası iken;
sezgi, orta terimin zihinde bir anda belirmesidir. Bu izaha göre sezgi, zihni
bir çıkarım sürecidir. Ancak sezgide öncüllerin birbiriyle olan ilişkisi, tefekkür
ve teemmülde bulunmaksızın öncülleri birbirine bağlayan orta terimin ani olarak
nefste belirmesi" şeklindedir. Bkz., Şifâ, Tabiiyyât,
“en-Nefs”, II, 219-220; en-Necât, s.206; el-İşârât, II,
393-394.
[749] Daha
önce değinildiği üzere tefekkür gücü, her iki alanda işlev sahibi olmasına
rağmen, akim yeterli donanıma sahip olmaması sebebiyle yalnızca fenomenler
âleminde hükmedebihnekte, metafizik âleme ise nüfuz edememekteydi. İşte bu güç
sayesinde fikrî ruh (tefekkür gücü) metafizik âleme nüfuz edebilecek yetkinliğe
ulaşmaktadır.
[750] Gazzâlî, İhyâ, III,
134-135; T: III, 44-45. Ayrıca bkz., Sâliba, s.381-382.
[751] Gazzâlî, İhyâ, I,
30; T: I, 57; el-Kânûnu’l-küllî fî’t te’vîl, (Mecmûatü Resâil içinde),
VII, 131; Kânûnü’t- te’vîl, Çev. Bilal Aybakan, (İADGÖS içinde)
s.525.
[752] Gazzâlî, Mişkât, s.77;
T:55.
[753] Gazzâlî, el-Munkız, VII,
66-67; T:189-190.
[754] Bu
ifadeler Gazzâlî üzerine araştırma yapan çoğu kimse tarafından, “akıldan ayrı
kalp gözü şeklinde isimlendirilen bir bilme yetisi” veya .“aklın metafizik
alanda işlevsiz olduğu” şeklinde yorumlanmıştır. Halbuki Gazzâlî, açıklandığı
üzere teorik akim üstünde bir idrak merhalesi kabul etmekle birlikte, akıldan
ayrı başka bir bilme yetisi kabul etmez. Akim farklı tarzdaki işleyiş biçimleri
-ki Gazzâlî bunları Mişkâtüî-envârAz aklî ruh, fikrî ruh,
kudsî-nebevî ruh şeklinde ortaya koymaktadır- büyük olasılıkla araştırmacıların
kafasını karıştırmıştır.
[755] Gazzâlî, Mişkât, s.77-78;
T:55.
[756] Gazzâlî, İhyâ, III,
120; T: III, 20; el-Munkız, VII, 64; T:185; Mîzân, s.29;
T:84; Meâric, s.130; T:lll-112.
[757] Gazzâlî,
Mişkât, s.78; T:55-56.
[758] Gazzâlî,
İhyâ, I, 132; T: I, 254; Tehâfüt, s.347; T:224-225; el-İktisâd, s.112; T:83;
Meâric, s.148; T: 120; el-Maksadü’l-esnâ, s.50; T:60; el-Erbaîn, s.54; T:83.
[759] Gazzâlî,
Eyyühe’l-veled, (Mecmûatü Resâil içinde), III, 106; Eyyühe’1-veled, (Arifler
Yolu içinde), Çev. Yaman Arıkan, s.53-54; Aynı ifadeler için bkz.,
Hülâsatü’t-tesânîf fi’t-tasavvuf, II, 108-109; T:31.
[760] Gazzâlî,
el-Erbaîn, s.54; T:83-84.
[761] Gazzâlî, Mişkât, s.78;
T:56; el-Munkız, VII, 65; T: 186.
[762] Gazzâlî
ruhi hazırlığın ön şartı olarak ilim ve amelin zorunluluğunu vurgulamaktadır.
Bkz., Bidâyetü’l-hidâye, (Mecmûatü Resâil içinde), V, 68; Bidâyetü’l-hidâye
(Hidâyet Rehberi), Haz., Veysel Akkaya, İstanbul: İhsan Yayınları,
2003, s.141.
[763] Gazzâlî, İhyâ, III,
132-133; T: III, 42-43; Mizân, s.38-39;T:103-106.
[764] Gazzâlî
idrâkin bu çeşidini kabule yanaşmayan ve onu eleştirenlere karşı, “o halde
dünyada sana fayda vereceğini ve bozuk amacına ulaştıracağını zannettiğin şeyi
öğretecek senin gibi bir şeytan ara' şeklinde cevap vermektedir.
Bkz., Bidâyetü’l-hidâye, V, 88; T:168.
[765] Gazzâlî, Mîyâr, s.140-141; İhyâ, III,
133-134; T: III, 43-44; Mizân, s.40;T:107. “Belli zamanlarda
ve yalnız bazı kimselere görülebilen bir gerçekliğin var olduğunu iddia etmek,
dini doğruların ve bilgilerin mümkün olmadığını söylemekle eş değer gibi
göründüğü” tarzındaki tenkit, mistik bilgiye karşı yapılan önemli
eleştirilerden biridir. Yine bâtmî müşahedenin ve sezginin konusunun
açıklanabilir türden olmaması veya kolayca ifade kalıplarına dökülememesi, -ki
böyle bir durum yukarıda işaret ettiğimiz gibi tasavvuf! (mistik) bilginin en
mühim ve ayırıcı özelliğidir- bu bilgi ifade edilmeye kalkışıldığı zaman
anlamsız konuşmakla eş değer kabul edileceği noktasıdır ki, bu da dikkat çekici
başka bir tenkit olarak ortaya atılmıştır, (bkz., Alfred Jules Ayer, Dil
Doğruluk ve Mantık, Çev. Vehbi Hacıkadiroğlu, İstanbul: Metis
Yayınları, 1984, s.114; Bertrand Russell, Mistiklik ve Mantık, Çev.
Yusuf Şerif, Ankara: Mearif Vekaleti, 1935, s.18-19) Bu türden iddialara
karşılık “hemen hemen her tecrübe sübjektiftir” şeklinde cevap verilmektedir.
Mesela bir solipsist dış dünyanın varlığını bütünüyle inkar edebilmektedir. Bu
konuda geniş bir yorum için bkz., Mehmet S. Aydm, Din Felsefesi, 3.
bs., Ankara: Selçuk Yayınları, 1992, s.90-92.
[766] Gazzâlî, İhyâ, III,
126; T: III, 34-35.
[767] Fazlurrahman, İslam, Çev.
M. Dağ ve M. Aydm, 3. bs., Ankara: Selçuk Yayınları, 1998, s.201.
[768] Gazzâlî, Mişkât, s.65;
T:41.
[769] Gazzâlî
yorum kelimesini “te’vîl” sözcüğü ile ifade eder. Te’vîl ona göre, “bir
kelimenin birincil anlamını göz ardı edip akla uygun muhtemel diğer
anlamlarından birini kabul etmektir"' Bkz., İlcâmü’l-avâm
an ilmi’l-kelâm, (Mecmûatü Resâil içinde), IV, 49; T: Halkın
Kelâmî Tartışmalardan Korunması, Çev. Sabit Ünal, İzmir: DEÜİF Vakfı
Yayınları, 1987, s.34; Mustasfâ, III, 88; T: II, 35.
[770] Tehâfüt, s.
12; T: 14;.
[771] Gazzâlî, İhyâ, I,
131-133; T: 1,254-256; el-Madnûnü’l-kebîr, IV, 96-97; T:33-34.
[772] Gazzâlî, el-İktisâd, s.212;
T:158; el-Kânûnu’l-küllî fi’t te’vîl, VII, 126; T:523.
[773] Her
ne kadar bu eserler Gazzâlî’ye atfedilse de (bkz.,Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük
Tefsir Tarihi (Tabakâtü’l-müfessirîn), İstanbul: BilmenYayınevi, 1975,
II, 457-458) bu iki eserin ona aidiyetinin oldukça şüpheli olduğu
araştırmalarla ortaya konmuştur, (bkz., Süleyman Ateş, İşârî Tefsir
Okulu, Ankara: AÜİF Yayınları, 1974, s.118; Zeki Duman, Gazzâlî’nin
Tefsir Metodu, EÜGNTTE Yayını, el-Gazzâlî içinde, Kayseri,
1998, s.194-198; Bedevî bu iki eseri birlikte zikretmektedir. Bkz.,
Bedevî, Müellefâtü’l-Gazzâlî, s. 199) Zeki Duman zikrettiğimiz
makalede Yakutü’t-te’vîlüzerine objektif kriterlerle geniş bir
değerlendirme yapmaktadır. Ayrıca Tanci de, Gazzâlî’nin tefsire dair bir eseri
olmadığını söylemektedir, bkz., Muhammed b. Tavit el-Tanci, Gazzâlî’ye
Göre Kurân’ın Tefsiri, AÜİF Dergisi, c.VI, S.I-IV, 1968,
s.16.
[774] Mehmet
Vural, Gazzâlî Felsefesinde Bilgi ve Yöntem, s.206-107.
[775] Gazzâlî, Mişkât, s.66;
T:42.
[776] Gazzâlî, Mişkât, s.67;
T:43.
[777] Gazzâlî, el-Kıstâs, III, 9; T:.18.
[778] Gazzâlî, îlcâmü’l-avâm, IV,
61-62; T:66-67; Gazzâlî Mişkâtü'l-envâdda insan mertebelerini
ve onların farklı anlayış derecelerini, “avam (halk)”, “havas (âlimler)”,
“havassü’l-havâs (peygamberler ve velîler)” şeklinde kategorize etmektedir.
Bkz., Mişkât, s.41; T: 15. Geniş bilgi için bkz., Orhan
Sarıkaya, Mişkâtü’l-envâr’da Varlık ve İnsan Mertebeleri, MÜSBE (Yayınlanmamış
Y. Lisans Tezi), İstanbul, 1998, s.54-80.
[779] Gazzâlî
“dînî metinlerde bazı sözcükler dilde alışılmış şekillerin dışında
kullanılabilir; böyle yapıldığı zaman, bu yeni kullanımı bir takım
açıklamalarla denetler” sözüyle mecaz ve sembollerin kullanım tarzlarına işaret
etmekte; aynı zamanda bu kullanımların yanlış anlamalara karşı farklı açılım ve
açıklamalarla izah edildiğini belirtmektedir. Bkz., el-Maksadü’l-esnâ, s.39-40;
T:50.
2âl Gazzâlî bu duruma “İlahi kelamın azametini ancak halkın anlayışı
nisbetinde sembollerle (misal) anlatmak mümkündür” sözüyle işaret eder,
bkz., İhyâ, I, 372; T: I, 796.
[781] Hakan
Gündoğdu, Gazzâlî’nin Teolojik Hermenötiğine Yorumlayıcı Bir Bakış, (ÎADGÖS içinde)
s.415. krş., İbn Sînâ, Şifâ “ilahiyyât”, II, 442; en-Necât, s.340.
[782] Gazzâlî,
Mişkât, s.75; T:52; İhyâ, III, 141; T: III, 57.
[783] Gazzâlî, Mişkât, s.69;
T:45-46.
[784] Gazzâlî, Faysal, III, 84; T:165; İlcâmü’l-avâm, IV,
42; T:17-18; ., el-Maksadü’l-esnâ, s.39-41; T:49-51; el-Kânûnu’l-küllî
fi’t te’vîl, VII, 126-127; T:523-524; Risâletü’l-ledünniyye, III,
64; 1:98-99.
[785] Gazzâlî, Mişkât, s.73;
T:50; Risâletü’l-ledünniyye, III, 64-65; T:97-99; Cevâhiru’l-
Kur’ân, s. 18-20; T:27-30.
[786] Gazzâlî
burada, “Ben şüphesiz senin rabbinim, ayağındakileri çıkar çünkü sen kutsal bir
vâdi olan Tuva’dasın (Tâhâ/12)” âyetinin bâtmî anlamına göndermede bulunarak
şöyle demektedir: “Eğer iki dünyâyı yani dünya ve âhireti atmadan ve
yegâne gerçekliğe (vâhidü ’l-hak) yönelmeden mukaddes vadiye ayak basmak mümkün
değilse -çünkü dünya ve âhiret karşılıklı (mütekâbil) paralel (mütehâzi) olarak
beşerı-nûranî cevhere ârızdır (ilintili)- kimi zaman onları atıp bir başka
zamanda onlara bürünmek mümkündür. Bunları atmanın misali kutsal Kâbe’ye
yönelme anında ayakkabıları çıkarmaktır.” Bkz., Mişkât, s.70;
T:47.
[787] Gazzâlî, Mişkât, s.73-74;
T:50-51.
[788] Vural, Gazzâlî
Felsefesinde Bilgi ve Yöntem, s. 138.
[789] Bu
konuda Cevâhiru’l-Kur’ân ve İhyâu ulûmi’d-dinA dayanarak
yapılan geniş bir değerlendirme için bkz., Nasr Hamid Ebu Zeyd, Mefhumu’n-nas
dirâse fî ulûmi’l-Kur’ân, Kahire: el- Hey’etü’l-Mısriyye fi’l-amme,
1990, s.277-337.
[790] Bâtıniyye,
nasların zâhirî manalarını kabul etmeyen, gerçek anlamları ancak Tanrı ile
ilişki kurabilen mâsum imamın bilebileceği temel görüşünü savunan aşırı
fırkaların ortak adıdır. Geniş bilgi için bkz.,İlhan, a.g.m., s.190.
[791] Haşviyye,
dînî konularda akıl yürütmeyi reddeden, naslarm zâhirine bağlı kalmak suretiyle
teşbih ve tecsîme kadar varan telakkileri benimseyenlere verilen addır. Geniş
bilgi için bkz., Metin Yurdagür, Haşviyye, DİA, XVI,
426.
[792] Gazzâlî, Mişkât, s.73;
T:49-50.
[793] Gazzâlî
varlık tarzlarını açıklarken ilk olarak zâtî (hakîkî) varlığa değinir ve gerçek
varlık olması sebebiyle onun te’vîl edilemeyeceğini söyler.’ Bundan sonra da
hissî, hayâlî, aklî ve şibhî varlık tarzları üzerinde durur ve te’vîTin bu
aşamalarda derecelendirilebileceğini belirtir. (Faysal, III,
79-80; T:153-156. Ayrıca te’vîl örnekleri için bkz., el-Mustasfâ, III,
88-105; T: II, 34-45) O, Kur’ân’m varlığını da, dış âlemde, zihinde, dilde,
yazı ve şekilde olmak üzere dört aşamada ele almaktadır, (bkz., İlcâmüT-
avâm, IV, 76; T:110. benzer ifadeler için bkz., el-Maksadü’l-esnâ, s.18;
T:27) Bu derecelendirmelerden de anlaşılacağı üzere te’vîl, zâtî varlık
dışındaki, dil ile ifadesini bulan diğer varlık tarzlarını zâtî (gerçek)
varlığa geri döndürme çabasıdır. Diğer bir ifadeyle te’vîl, dil içinde oluşan
varlık imajlarının gerisindeki gerçekliği tecrübe etmektir, bkz., el-Kânünu’l-külIî
fı’t te’vîl, VII, 131; T:525.
[794] Burhanettin
Tatar, Gazzâlî de Metin Yorum İlişkisi, (İADGÖS içinde)
s.436-437.
[795] Gazzâlî, Faysal, III,
87, T: 169-170.
[796] Gazzâlî, Faysal, III,
89-92, T: 177-180.
[797] Gazzâlî, el-Mustasfâ, III,
90; T: II, 35-36.
[798] Gazzâlî, Mişkât, s.33;
T: 14.
[799] Gazzâlî, Mişkât, s.76;
T:54.
[800] Bu
eserin Gazzâlî’ye aidiyeti oldukça şüphelidir. Çünkü Gazzâlî’nin kardeşi Ahmed
Gazzâlî’nin de aynı isimde bir eseri mevcuttur. Büyük olasılıkla da bu eser
kardeşi Ahmed Gazzâlî’ye ait olup yanlışlıkla Gazzâlî’ye atfedilmiştir. Aynı
ismi taşıyan bu iki eser karşılaştırıldığında muhtevalarının ve nur ayeti
yorumunun aynı olduğu görülmektedir. ( karşılaştırma için bkz., Gazzâlî, Risâletü’t-tecrîd
fî kelimeti’t-tevhîd, (Tevhid ve Ledün Risalesi içinde), Çev. Serkan
Özburun ve Yusuf Özkan özburun, İstanbul: FurkanYaymları, 1995, s.36-37; Ahmed
Gazzâlî, Ahmed Gazzâlî ve Tevhid’de Tecrid, Çev. Mustafa
Özdamar, İstanbul: Kırk Kandil Yayınları, 1997, s.91-93. ayrıca bkz.,
Bedevî, Müellefâtü’l- Gazzâlî, s.356-358. ) Bu sebeple bu
eserde yapılan yorumlara sadece dipnotlarda değinilecektir.
[801] Seyyid
Hüseyin Nasr, İslam’da Bilim ve Medeniyet, Çev. N. Avcı, K.
Turhan ve A.Ünal, İstanbul: İnsan Yayınları, 1991, s.95.
[802] Bkz.,
Mesut Okumuş, Kur’ân’m Felsefî Okunuşu, Ankara: Araştırma
Yayınları, 2003, s. 196-203; A mlf., a.g.m., s.341-353; Çağrıcı,
“Gazzâlî”, DİA, XIII, 500..
[803] Biz
bu bölümde Nasr’ın işaret ettiği yorum farklılıkları üzerinde durmayıp,
epistemolojik kavramlarla ilişkili olması sebebiyle, sadece sembollerin felsefî
boyutu üzerinde duracağız. Bu konuda Gazzâlî’den önce veya sonra yazılmış tüm
tefsir kaynakları ve çeşitli eserlerde yer alan değerlendirmeler çalışmamızın
alanı dahilinde değildir. Burada bizi ilgilendiren felsefî boyuttur; diğer
kısımlar tefsir ilminin sahasına girmektedir. Sadece İbn Sînâ yorumuna
değinmemiz ise felsefi içerikle alakalı olup, Gazzâlî üzerindeki tesirlerini
tespit amacıyladır. Bu ayet üzerinde yapılmış farklı yorum ve değerlendirmeler
için bkz., Okumuş, a.g.e., s.l 10-111. Sarıkaya, s.l 1-29.
[804] Gazzâlî, Mişkât, s.79;
T:57. Ayrıca bkz., Mîyâr, s. 174.
[805] Gazzâlî, Mişkât, s.81;T:59-60.
[806] Gazzâlî, Mîrâc, I,
96; T:206-207. Ayrıca Gazzâlî tevhid risalesinde de mişkât’ı “beşeriyet”
şeklinde yorumlamaktadır. Mişkât’m beşeriyete benzetilmesi yoğunluk ve
kapalılık sebebiyledir ki kapalı yer karanlık olur; karanlıktaki lamba da daha
fazla ışık verir ve aydınlığı daha belirgin olur, bkz., Risâletü’t-tecrîd
fî kelimeti’t-tevhîd, s.36.
[807] Gazzâlî, Meâric, s.72;
T:47.
[808] Türker
bunu “bil-kuvve akıl” şeklinde ifade etmektedir. Bkz., Mübahat Küyel
Türker, İbn Sînâ ve Mistik Denen Görüşleri, (İbn Sînâ:
Doğumunun Bininci Yılı Armağanı içinde) s.757.
[809] İbn
Sînâ, el-İşârât, s.389; İsbâti’n-nübüvve, s.50;
T:39; Behiy, s.253; Okumuş, a.g.e., s.lll; a.g.m., 349.
[810] İbn
Sînâ, Tefsir-i Ayeti’n-nur, (et-Tefsiru’l-Kur’âni ve’l-lugati’s-sufiyye
fi felsefeti İbn Sînâ içinde), s.87; Nur Ayetinin
Tefsiri, Çev. Mesut Okumuş, (Kur’ân’m Felsefî Okunuşu içinde),
s.232.
[811] Gazzâlî, Mişkât, s.79-80;
T:57-58.
[812] Gazzâlî, Mîrâc, I,
96; T:207.
[813] Gazzâlî, Meâric, s.72;
T:47.
[814] Gazzâlî
de camın inci gibi parlayan bir yıldıza benzetilmesini onun ışık yayması ve
parıldaması, cevherinin saflığı ve parlaklığının fazlalığı şeklinde
yorumlamaktadır. Bkz., Risâletü’t- tecrîd fî kelimeti’t-tevhîd, s.36-37.
[815] İbn
Sînâ, el-İşârât, II, 390; İsbâti’n-nübüvve, s.50;
T:40; Behiy, s.254; Okumuş, a.g.e., s. 112; Türker; s.758.
[816] îbn
Sînâ, Tefsir-i Ayeti’n-nur, s.87; T:232. Gazzâlî de tevhid
risalesinde zücâce’yi “kalp” şeklinde yorumlamaktadır. Kalbin cama benzetilmesi
camın şeffaf ve latif olmasındandır. Nasıl ki cam her yere ışığı yayıyorsa aynı
şekilde kalp’te tevhid nûruyla çeşitli organlara akseder ve onları aydınlatır,
bkz., Risâletü’t-tecrîd fî kelimeti’t-tevhîd, s.36.
[817] Gazzâlî, Mişkât, s.80;
T:58.
[818] Gazzâlî, Mişkât, s.51-52;
T:26.
[819] İlgili
bölümde de değinildiği üzere kudsî-nebevî ruh, Gazzâlî tarafından akıldan ayrı
telakki edilmemekte, bilakis aklı yetkinleştiren bir güç olarak takdim
edilmektedir. Bu sebeple burada aklî ruhla kudsî-nebevî ruh birlikte
zikredilmişlerdir.
[820] Gazzâlî, Mîrâc, I,
96; T:206.
[821] Gazzâlî, Mîrâc, I,
97; T:208.
[822] Gazzâlî, Meâric, s.72;
T:47.
[823] Gazzâlî, Meâric, s.72;
T:48.
[824] Türker
bunu “Akl-ı küllî” şeklinde ifade etmektedir. Bkz., a.g.m., s.758.
[825] İbn
Sînâ, el-İşârât, II, 391-392; İsbâti’n-nübüvve, s.5O;
T:39_; Behiy, s.253-254; Okumuş, a.g.e., s. 111-112; a.g.m., s.35O;
Seyyid Hüseyin Nasr, İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, İstanbul:
İnsan Yayınları, 1985, s.286.
[826] İbn
Sînâ , Tefsir-i Ayeti’n-nur, s.87; T:232. Gazzâlî de teyhid
risalesinde misbâh’ı “tevhid nûru” şeklinde yorumlamaktadır. Tevhid nurunun
lambanm ışığına benzetilmesi içeriyi ve dışarıyı aydınlatması sebebiyledir,
bkz., Risâletü’t-tecrîd fî kelimeti’t-tevhîd, s.36.
[827] İbn
Sînâ, Ruh Kasidesi, Çev. Şerafettin Yaltkaya, İbn
Sînâ’nm Hal Tercümesi, Büyük Türk Filozofu ve Tıp Üstadı İbn Sînâ:
Şahsiyeti ve Eserleri Hakkında Tetkikler, Ankara: Türk Tarih Kurumu,
1984, s.26.
[828] İlgili
bölümde değinildiği üzere Gazzâlî, “aklî ruh” kavramıyla akim herhangi bir
derecesini değil, bilakis bu kavramla zorunlu bilgileri ve genel anlamıyla aklı
kastetmektedir, (bkz., s. 148-154.)
310 Gazzâlî, Mişkât, s.80-81; T.58-59
311 Ayrıca Gazzâlî Meâricü’l-kuds'te “ne doğuya ne de batıya
ait” ifadesini ağaca değil de ateşe nisbet etmekte ve “onun (lambanın) ateşi
şarkî ve garbî, beşerî ve tabiî de değildir” şeklinde bir yorumda bulunmakta;
tevhid risalesinde ise ağacın üstün nitelikli saf ve iyi yanan bir yağa sahip
oluşuyla ilişkilendirmektedir. (bkz., Meâric, s.72; T:48;
Risâletü’t-tecrîd fî kelimeti’t-tevhîd, s.37) O Mîyâru’l-
ilm’de de bu ifadeyi, “nefsin cevher olup bizzat kâim olduğu, cisim ve
cismin tabiatmda bulunan bir şey olmadığı” şeklinde yorumlamaktadır.
Bkz., Mîyâr, s. 174.
[831] Gazzâlî, Mîrâc, I,
97; T:207-208. O, Risâletü’t-tecrîd fî kelimeti’t-tevhîd ve Minhâcü’l-
ârifin'de ise ağacı “tevhid”, dalarını “takva”, yapraklarını “Kelime-i
Tevhid” şeklinde yorumlamaktadır. Minhâcü’l-ârifîn, III,
45;T:13; Risâletü’t-tecrîd fî kelimeti’t-tevhîd, s.39.
[832] Gazzâlî, Meâric, s.72;
T:48
[833] Gazzâlî, Mîrâc, I,
97; T:208.
[834] îbn
Sînâ, el-İşârât, II, 390; , s.253-254; Okumuş, a.g.m., s.350.
Türker bunu, “ruhun “discursus” yapan akıllı kısmı” şeklinde ifade etmektedir,
s.758
[835] İbn
Sînâ, İsbâti’n-nübüvve, s.51; T:40; Okumuş, a.g.e., s.lll-112;Behiy,
“ne doğuya ne de batıya ait” ifadesini; “düşünce yetisi, özelliklede konuşma
yetisi, kendilerinden sıradan bir nur doğan rasgele yetilerden değildir;
düşünme yetisi, nûrun rasgele kendisinde kaybolduğu hayvânî yetilerden de
değildir” şeklinde anlamış veya burada çeviri hatası yapılmıştır. (bkz.,Behiy,
s.254.)
[836] İbn
Sînâ, Tefsir-i Ayeti’n-nur, s.87-88; T:233. Gazzâlî de tevhid
risalesinde, ağacın doğuya ve batıya ait olmamasını, “Putperestlik, Yahudilik,
Hıristiyanlık, Dehriyye, Müşebbihe, Kaderiye, Mutezile ve Cebriye gibi bir
takım din ve fırkalara ait olmayıp yüce İslam dinine özgü olması; ağacın
semâvî, arzî, arşî, ferşî, ulvî ve süflî olmaması; dünyayı ve ahireti istemeyip
sadece vechullâh’m arzulanması” şeklinde yorumlamaktadır, bkz., Risâletü’t-tecrîd
fî kelimeti’t-tevhîd, s.37.
[837] Gazzâlî, Mişkât, s.81;
T;59.
[838] Gazzâlî
tevhid risalesinde bu ifadeyi “yağın saf ve parlak olması” şeklinde
yorumlamaktadır, bkz., Risâletü’t-tecrîd fî kelimeti’t-tevhîd, s.37.
[839] Gazzâlî, Tehâfüt, s.273-274;
T:178.
[840] Gazzâlî,
İhyâ, I, s.l 15; T: I, s.223.
[841] Gazzâlî, Mişkât, s.51-52;
T:26.
[842] Gazzâlî, Mîrâc, I,
97; T:208.
[843] Gazzâlî, Meâric, s.72;
T:48.
[844] Gazzâlî, Mişkât, s.81;
T:59-60. Ayrıca bkz., Risâletü’t-tecrîd fî kelimeti’t-tevhîd, s.37.
[845] Gazzâlî, Mişkât, s.52;
T:26.
[846] Gazzâlî, Meâric, s.72;
T:48.
[847] Gazzâlî, Mîrâc, I,
97; T:208.
[848] İbn
Sînâ, İsbâti’n-niibüvve, s.52; T:40; Okumuş, a.g.e., s.112-113;
Behiy, s.254.
[849] Ayrıca
İbn Sînâ bu ifadeyi “İlâhî hikmet” şeklinde de yorumlamaktadır. Bkz., Ruh
Kasidesi, s.26.
[850] İbn
Sînâ, el-İşârât, II, 390-391; s.253-254; Okumuş, a.g.m., s.350
Türker; s.758
[851] İbn
Sînâ, Tefsir-i Ayeti’n-nur, s.88; T:233-234.
[852] Gazzâlî, Mişkât, s.52;
T:26.
[853] Gazzâlî Mîrâcu’s-sâlikînAe de
ateşi, “melek (Cebrail)” ve “İlâhî nur” şeklinde yorumlamaktadır. Bkz., Mîrâc, I,
97; T:208. Ayrıca bkz., Mîyâr, s.174.
[854] Gazzâlî, Mişkât, s.69-70;
T:46-47.
[855] Gazzâlî, Mişkât, s.81;
T:59.
[856] Gazzâlî, Meâric, s.72;
T:48.
[857] İbn
Sînâ, el-İşârât, s.392; Okumuş, a.g.e., s.l
13; a.g.m., s.351; Türker; s.758
[858] İbn
Sînâ, İsbâti’n-nübüvve, s.52; T:41; Behiy, s.254-255.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar