Sahûr Vakti
( REVIEW OF THE INSTITUTE OF ISLAMIC STUDIES )
Kurucusu :
Müdür — Editör
Prof. Dr. Salih TUĞ
Edebiyat Fakültesi Basımevi
İS T A N BU L
1979
Sahûr Vakti
«Sözleri dinleyip de en güzeline uyan kullarıma müjde ver.»
(Kur’ân, Zümer 18)ı
Hüseyin ATAY
1. «Ya Rabbî, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize ağır yük yükleme, Ya Rabbı, bize gücümüzün yetmiyeceğini taşıtma, bizi affet, bizi bağışla, bize acı. Dostumuz Şensin. Gerçeği inkâr edenlere karşı bizi üstün kıl» (Bakara, 286).
2. «Ey insanlar, Allah sizden yükü hafifletmek ister. Çünkü insanoğlu zayıf yaratılmıştır» (Nisâ, 28).
3. «Ey ihsanlar, Allah dinde sizin üzerinize bir zorluk koymamıştır» (Hac, 77).
4. «Ey insanlar, Allah, dini sizi zorlamak için vazetmemiştir» (Mâide, 6)[1].
5. «Kur’ân (veya Peygamber) insanların yüklerini alır ve üzerlerindeki ağır teklifleri hafifletir» (A’raf, 157).
6. «Allah, orucu size farz kılmakla sizi zora sokmak istemez, size kolaylık ister» (Bakara 185).
7. «Allah, insana ancak güç yetirebileceği nesneyi emreder. îyilik yaparsa lehine, kötülük yaparsa aleyhinedir» (Bakara 286).
8. «Ey Muhammed, Kur’ân’ı sana sıkıntıya düşmen için değil, Allah’a saygı duyacaklara öğüt olarak indirdik» (Taha 2).
* * *
1. Hz. Ayşe diyor ki : «Hz. Peygamber iki şeyden birini yapmak arasında muhayyer kaldığım gördüğü zaman, günah olmamak şartıyla, daima iki şeyden en kolayım seçmiştir»[2].
2. Hz. Peygamber, «Allah için en sevgili din kolay ve gerçekçi (hanîf); olanıdır» buyurdu[3].
Bu hadîs-i şerifte kullanılan «hanîf» sözü, batıldan, haksızlıktan, yanlıştan gerçeğe, hakka ve doğruya yönelme ve meyletme anlamım ifâde eder. «Samhâ» sözü kolaylık ve müsamaha demek olup, insanları sıkıntıya, darlığa düşürmeyen anlamım verir[4] [5].
3. Hz. Peygamber, «Din kolaylıktır. Dinde zorluk çıkarmayın, zorluk çıkaran yenilir» buyurdu[6].
El-Kastallânî bu hadîs-i şerifin şerhinde şöyle der: Dinde kılı kırk yararak rıfk; kolaylık ve ymnuşakhğı terkedeni, diğer bir ifâdeyle dinin gösterdiğinden daha çok dindar olmaya çalışanı din alt eder, âciz bırakır. O kimse dini ya tamamen veya kısmen terketmeye sürüklenir. O halde orta yolu, doğru yolu tutmalıdır. İbâdetlerde yapabileceğinizi yapın ve tam yapmağa çalışın6. Bundan maksat, inşam güç yetireceği şeye göre hareket etmeğe, yumuşaklığa devam etmeğe teşviktir. Bir kimse dîni şiddetlendirir ve sertleştirirse, kendisi dinî ödevleri devamlı yerine getirmekten kesilir; dîni yenmeğe çakşırken, dîn kendisini yener[7].
Bunun manasım şöyle açıklamak mümkündür: Dîni kendi anlayışına göre zorlaştırıp, başkasının yapamıyacağım sandığı şeyleri yapmağa kalkışarak başkalarından, üstün olmak isteyen kimse, dinin bütün hükümlerini ve gereklerini tam yerine getiremez. Çünkü Yüce Allah'ın büdirdiği dîn, insanın yapabileceği bir dîndir. însan, Allah'ın koyduğu dînin üstüne bir şey eklerse, kendi gücünü aşan bir yük altma girmiş olur ve âciz kalarak Yüce Allah'ın koyduğu hükümleri yerine getirmeye zaman ve imkân bulamaz. En kâmü müslüman olmaya çalışırken, nâkıs, eksik ve kusurlu bir müslüman olma durumuna düşer. îşte Yüce Allah'ın koyduğu ve insan tabiatma uygun dîn hükümlerini zorlayarak, insan tabiatının dışına çıkan insan, Allah'ın hükümlerinin geçerliliği karşısında başarısızlığa uğramaya mahkûm olur. Dîni sun’î bir takım yollarla yenmeğe ve ondan üstün olmağa kalkışanı, din yener ve onu alt eder.
4. Hz. Peygamber, «Kolaylaştırın, zorlaştırmayın, müjdeleyin, nefret ettirmeyin» buyurdu[8] [9]. O, insanlara kolaylık getirmeyi ve hafifletmeyi severdi*1.
Nevevî, bu hadîsin şerhinde der ki: Hz. Peygamber bazı değişik ifâdelerle nakledilen bu hadîslerde iki zıddı bir arada zikretmiştir. Bunun felsefesi ve gayesi şudur: Eğer «kolaylaştırın» sözü ile yetinip de «zorlaştırmayın» sözünü söylemeseydi, bir defa, iki defa kolaylaştırıp, bir çok durumlarda zorlaştırmaya gidilebilir ve hadîsten böyle bir anlam çıkarmak da doğru olabilirdi. Bunun için «zorlaştırmayın» demekle bütün durumlarda hangi türden olursa olsun zorluk ve güçlük göstermeyi menetmiş oldu[10], işte gaye de budur. Aynı şekilde diğer rivâyette Ebû Mûsa ile Mu'az’a, «Kolaylık gösterin, zorlaştırmayın, uzlaştırmaya çahşm, ayrılığa gitmeyin» buyurmuştur. Bu hadîsten anlaşılacak manalar şunlardır: Allah'ın rahmetini, sevabım, bol nimet sahibi olduğunu müjdelemeli, korkutmak, tehdid etmek suretiyle nefret ettirmemelidir. Yeni müslüman olanlara karşı şiddet kullanılmamalı, aynı şekilde erginlik çağma giren çocuklara, günahtan tevbe etmiş olanlara nezaketle, lûtufla muamele etmelidir. Böylece onlar yavaş yavaş, çeşitli ibâdetlerin içine girerler. îslâmın bütün işleri ve teklifleri işte böyle yavaş yavaş, derece derece ve adım adım gelişen bir yolla benimsetilir. Bu dinî iş ve teklifleri ilk defa yerine getirmeye başlayan bir kimse, onlara yavaş yavaş alışır, diğerlerini ve hepsini yapması kolaylaşır. Ama bir defa zorluk gösterildi mi ve bu zorluk karşısmda onları uygulamaya girişmekten çekindi mi, yeni bir girişimde bulunmaz ve girse dahi devam ettiremez. Emru ferman elinde olanlara da yumuşaklık ve kolaylıkla insanlara muamele etmeleri ve yol göstermeleri emrolunmuştur. Her şey karşılıklı anlayışla halledilir. Anlaşmazlıkla hiçbir şey elde edilemez[11]. '
Ebû Bekr el-Cessâs, «Allah size kolaylık diler; size güçlük vermek istemez» âyetinin tefsirinde diyor ki: Bu âyet, insanın, kendisine zarar veren, onu zora sokan, onun hastalığına sebep olan veya hastalığını arttıran şeyle yükümlü olmadığına işâret eden bir asıl kâidedir. Çünkü bu, kolaylığa zıttır. Diğer farzların ve nâfile, yani fazladan yapılan ibâdetlerin emrolunması veya câiz görülmesi kolaylıklarına, fazla sıkıntısız .ve zahmetsiz olmalarına bağlıdır. Bu âyet aynı zamanda Cebriyeeilerin, Allah'ın insana güç yetiremiyeceği şeyle emrettiğine dair olan sözlerini de reddeder. Çünkü insanın gücünün dışında bir şeyle yükümlü tutulması zorlukların en zorudur. Oysa Allah insana zorluk verdirmek istemediğini açıklamıştır., Oruç ve diğer ibâdetlerde, kendisine büyük zarar verecek şekilde kendisini zorluğa sokan, zorlayan kimse, Allah'ın kendisinden istemediğini bildirdiği bir iş yapmış olur. Allah insanlara kolaylık gösteriyor, onlar da bundan dolayı Allah’a şükretsin ve hamdetsinler[12].
îbn Kesir de Tefsîr’inde diyor ki: Hz. Peygamber, «dininizin en hayırlısı en kolay olanıdır» buyurdu.
Ebû ‘Urve diyor ki: Hz. Peygamberi bekliyorduk. Başı ıslak olarak çıkageldi. Ya abdest almış veya gusletmişti. Namazı kıldırınca, insanlar oha soru sormaya başladılar. Zorluk çektikleri hususlardan söz ettiler. Hz. Peygamber üç defa üst üste, «Allah'ın dini kolaylık içindir» buyurdu[13]. '
İbn Abbâs diyor ki: Hz. Peygamber’e dinlerin hangisi Allah için daha sevgilidir diye soruldu. O da «gerçekçi, kolay din» cevabım verdi[14].
Hz. Peygamber «gerçekçi (hanîfî) olan kolay bir din ile gönderildim» dedi.
Mihcen b. Edre diyor ki: Hz. Peygamber namaz kılan bir adamı bir süre gözledi, sonra bana: «Doğru kıldığına inanıyor musım?» diye sordu. Ben de dedim ki: «Ey Allah'ın elçisi, Medine’nin çoğunluğu böyle kılıyor». Hz. Peygamber dedi ki : «Ona işittirme, onu helak edersin» ve «Allah hn iimniste kolaylık mıırad etti, zorluk murad etmedi»[15].
Hz. Peygamber aslında adamın namaz kılmasını beğenmemiştir, ama sahabenin verdiği cevaptan adamın ve diğer bir kısmı müslümanlann ancak öyle namaz kılabildiklerini öğrenmiştir. Onları daha mükemmel bir şekilde .kılmağa zorlamak, kıldıkları namazın muteber olmadığım kendilerine söylemek maneviyatlarım ve ümitlerini kıracak ve neticede namazı bırakabilecek, diğer ibâdetlere karşı da becerememezlik şuuru kendilerine hâkim olacak ve dîne rağbetleri azalacaktı. Bu ise dînin gayesine aykırıdır.
Hz. Peygamber: «Allah bir takım farzlar, yapılması gerekli vazifeler tayin etti. Onları yapmamazlık etmeyin. Bir takım sınırlar koydu, , onları aşmayın. Ve bir takım şeyleri haram kıldı, onları çiğnemeyin. Unutmaktan değil, size merhametinden ötürü bir takım şeylerden hiç bahsetmedi, onları araştırmayın» buyurdu[16].
«Ey insanoğlu, gerçekçiliğe yönelerek kendini, Allah’ın insanlara yaratılışta verdiği dinine ver» (Rûm 30).
Bu âyet-i kerime İslâm dininin mahiyetini, ne olduğunu anlatır ve ne olduğundan, ne için olduğunu da anlamak mümkündür. İslâm dîni, insanın salim ve sağlam yaratılışına uygun hükümler, buyruklar ve yasaklar, nizam ve düzen getiren bir dindir. Yukarıdaki âyet-i kerime bunu ifâde ettiği gibi, dinin asıl adı olan «İslâm» kelimesi de bunu anlatmaktadır. Bütün dinlere bakılırsa her dîn, kendi kurucusunun adım taşır. Yahudilik Yahuda’dan, Hristiyanhk (Christianity) Hz. İsa'nın Yunanca adı «Chritos» tan, ve arapçada «Nasrâniyet» Hz. İsa'nın doğduğu «Nâsıra» dan; Budistlik, kurucusu «Buddha» dan; Brahmanizm az çok değişik olarak ibâdet veya tanrı mânasında olan «Brahma» dan ve Hinduizm «Hindus» adındaki yerden adım almış olduğu halde, «İslâm Dini» adım, peygamberi ve tebliğ edeni ile hiçbir ilişki göstermeyen bir kelimeden almıştır. Bu «İslâm» kelimpRi arapçada kök ve filolojik manası bakımından, «salim, sağlam olan, sakat olmayan, bir şeyin yaratılışındaki saflık, arıklık, tabiatındaki asillik ve güzelliği ifâde eder. Temsilde hata olmaz derler. Hatası mazur görülsün, şöyle bir misâl verelim. Bir otomobil, fabrikadan ilk çıktığı zaman görünüşü, güzelliği, yeniliği, çekiciliği ve sağlandığı ile henüz kullanılmamış, hiç bir dişlisi ezilmemiş, kaza yapmamış düzgün bir otomobildir. Aynı zamanda fabrika onun kitabım da vermiştir. Bu kitap, onun n^sıl kullanılacağım, bozulan, kınlan parçalarının nasıl onarılacağını, yeni ve iyi durumuna nasıl çevrileceğini anlatır. îşte tıpkı bunun gibi Yüce Allah inşam saf, ank, temiz bir mahiyet ve özde yaratmış; bu asaletini ve aslını koruyacak yollan ve yöntemleri gösteren bir kitabı da kendisine vermiştir. «İslâm» kelimesi, insanın yaratılıştaki insanlık özü ve mahiyetini ifâde eder. «Dîn» kelimesi de O’nun kitabında mevcut hükümleri, yol ve yöntemleri anlatır. İslâm dîninin mahiyeti işte budur. Gerçek inşam, hakiki öz yaratılışındaki aslım, mantığını, akl-ı selimini koruyan inşam bulduğumuz zaman «İslâm Dîni» ni en çok beğenen ve tabiatma uygun bulup kabul edecek inşam bulmuş oluruz.
İslâm dininin yaratılışa uygun bir dîn oluşundan çok önemli olan iki' sonuç çıkmaktadır. Biri, insan çevresinin, toplumun, öğretim ve eğitiminin bozuk olan yönlerinin tesirinde kalır ve bunların tesirinde peşin hüküm vererek gerçeği gerçek yönüyle aramak yeteneğini yitirmişse, o insana İslâm dinini anlatmanın çok zor ve belki de imkânsız olacağıdır. Bu hükmün ve bu tip ihsanların içine bugün pek çok müşlüman ve miüslümanhğı bilenler de girmektedir. Çünkü onlar da asırlar boyunca yer, zaman ve kültürlere göre yapılmış olan yorumların tesirindedir. îkinci sonuç daha önemli ve oldukça da zor elde edilen bir sonuçtur. Bu sonuca göre, îslâmın anlattığı saf ve ank tabiat ve yaratılışı koruyabilmiş insanın uygulayamayacağı ve kendi tabiatına aykın olan bir hükmün İslâm dinine ait bir hüküm olmadığına hükmetmek gerekir. . Böyle bir hükme gitmek için mutlaka yaratılıştaki arık inşam fiilen bulmak şart değildir. Nazarî ve İlmî olarak öyle bir yaratılışı tasavvur etmek, onu zihnen tespit ve tayin etmek kâfidir. Bunun önemli yönü böyle bir . işlemi yapacak ilim adamlarının yolu, yöntemi ve anlayışıdır. Bu. noktada çok ihtilâf edilmiştir ve halâ da edilmektedir. Ancak herkesin veya insaflı olanların kabul edeceği şu üç temel kural muhalifleri birbirine yaklaştıracak veya birleştirecek kudrettedir, Bunlar; 1. Kur’ân-ı Kerîm, 2. Hadîs-i Şerifler, 3. Kur’ân ve hadîslerde geçen ifâdeleri Arapçaya göre veya filolojik açıdan iyi anlayıp, onların açık mâna ve gayelerini tespit etmektir. •
Yüce Allah. Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem’e vahyettiği İslâm dininin temel ve fer’î hükümlerim genel olarak, yaratmış olduğu insanın ortak yetenek ve niteliklerine uygun bir şekilde vazetmiş; insanın kolayca yapabileceği hem ruhî ve manevî, hem de fizikî ve tabiî ihtiyaçlarım, doğru ve yaratılış gayesine yönelik şekilde cevaplamıştır. İslâm dini, insanın bu sağlam ve salim bünyesinin hem bir ferd hem de toplumun bir üyesi olarak toplum hâlinde ve içinde kolaylıkla yapabileceği, uygulayabileceği hüküm ve teklifleri getirmiş ve buna yol gösterecek ükeleri vazetmiştir. Yukarıda tercümelerini verdiğimiz âyet-i kerîme ve hadîsler bunun en açık ve seçik delilleridir. Hz. Peygamberin hadîslerinde pek açık bir ifâdesini bulan «bu dîn kolaylıktır», sözü İslâm dininin mahiyetini ortaya koyarak sonraki tamamlayıcı «kolaylaştırın, zorlaştırmayın» emri de dînin mahiyetinden uzaklaşmanın, onu zorlaştırarak çekilmez bir sürü tekliflerle insanları dinden nefret ettirmenin yasak olduğunu, bu tutumun doğru bir dindârhk olmayacağım anlatmıştır. Hz. Peygamberin tutum ve hareketleri, emir ve nehiyleri daima kolaylaştırma, kolayhk gösterme istikâmetinde olmuştur. O, dini tam ve olduğu gibi anlatmakla sorumlu tutulmuş, yanlış anlayacaklar diye hiçbir dinî hükmü ve gerçeği ihtiyatlı ve ilâveli şekilde anlatmamıştır. Yüce Allah Hz. Peygamberi yalnız açıkça tebliğ etmek ve açıklamaktan sorumlu tutmuş, neticenin Kendisine ait olduğunu ye hesabım Kendisinin göreceğim bildirmiştir: «Vazifen sadece tebliğ etmektir. Hesab görmek Bize aittir» (Ra‘d 40). Fakat Hz. Peygamberin zamanından bu yana bazı müslümanlar ve ilim adamları «astar vermeyelim, yorgan isterler» şeklindeki bir halk deyişinin tesiriyle bütün müslümanlann sorumluluklarım yüklenerek daima ihtiyatlı davranmış ve ona göre hüküm istinbat etmiş, veya istinbat edilmiş hükümlerde tercihlerini bu deyişe göre yaparak, dinde kolaylık ilke ve kuralım ihmal etmişlerdir. Halbuki kendilerine düşen, en doğru hükmü bulana kadar çalışmak ve vardıkları hükmü olduğu gibi insanlara bildirmektir. Kötüye kullanan veya istismar edenin suçu, işleyene aittir. O hükmü bulana ve verene ait değildir. Bazen bir mesele hakkında iki hüküm verilmektedir, Birincisi asıl dinin hükmüdür. İkincisi ihtiyatlı hükümdür.' İhtiyatlı hüküm diye ortaya atılan hüküm ile müslümanlann zihni bulandırılıp, öteki hükme göre hareket edenin dininin sanki tehlikeye düşeceği ve biraz daha zor olan ihtiyatlı hükmün ise dini garanti edeceği ihsas edilmiştir. Oysa insanın kolayca yapacağı ve dinin de gayesi olan hüküm itham altına alınmış ve ona uyanların din duygusunun zayıf olduğu açıkça veya kapalı olarak anlatılmıştır.
Burada usûl’e ait bir konuya temas etmek, dinî hükümlerde açık bir yol ve yöntem tespit etmek faydalı olacaktır.
Islâm Dininin hükümlerinin üç kategori veya seviyede yahut da üç istikâmette olabileceğini belirtmek istiyoruz,,:
Yatay ve düşey iki çizgi alalım. Düşeyin ortasından geçen yatay çizgiyi, bütün insanların üzerinde bulundukları bir saha olarak kabul edelim. Dinin hükümleri hep bu seviyede olan insanlar için vaz edilmiştir. Bu seviyede olan insanların, mutlak ve ortak genel sıfat ve temayüllerine göre, normal şartlar altındâ vaz edilen hükümler, ilkeler ve kurallar dinin temelini, belkemiğini ve gövdesini’teşkil eder. Buna temel seviye diyelim; Bu seviyedeki hükümler mutlak olup, hiçbir şartı ve kaydı yoktur. îslâmiyetiri kolay bir din oluşunun hikmet ve ilkesi bütün insanların en geniş toplum halinde, başka bir deyişle toplumun en çok ferdinin bir ânda aynı hükmü icra ve ifa etmelerini sağlama gayesini gütmesidir. Böyle şartsız ve hiçbir anormal durumu gözönünde bulundurmadan, doğrudan doğruya normal olarak vazedilen hükümlere Usûlcüler (Islâm Hukuk Filozofları) «azimet» hükümleri demektedirler[17]. Din hükümlerinin genel olarak herhangi bir özel şahsa ve dıınima bakılmadan, bütün insanlara ve durumlara göre vazedilmesi dinin bütün insanlara kolay gelecek şeküde olmasını gerektirmiştir[18] [19].Dinde bütün azimet hükümlerini Saymak mümkündür. Burada onların kategorilerini zikretmek kafidir. Bunlar; farzlar, vacipler, sünnetler, müstahablardır. Bunların karşısında da; haram ve mekruhu zikretmek gerekir. Usûlcüler, dînin mahiyetinin kolaylık olduğu nazariyesine uygun olarak dindeki gerekli ve temel ibâdetlerin, yâni farzların tayin ve tespit edilmelerini izah etmektedirler: «Farzlar dînde tayin ve tespit edilmiştir; onlar artık ve eksik olmayıp şüphe götürmeyen delîl ile sabit olmuştur. Farzların tayin ve tespit edilmeleri, dinî yükümlülükleri insanlar için hafifletmeyi ve kolaylaştırmayı ifâde eder. Zira tayin ve tespit edilen, farz kıhnah bir görev ya da iş, tayin edilmeyenden daha kolaydır. Yüce Allah yapılması zor ve sıkıntılı olmasın diye zorunlu ve gerekli işleri tayin ve takdir etmiştir. Böylece tayin etmek ve farz kılmaktan maksat, hafifletmek; hafifletmekten maksat da her zaman yapılmasını sağlamak ve devamlılıklarım garantilemektir10.
Dinin herhangi bir konuda alışılagelen ihtiyat hükmünün şiddetini azaltmak için onun asıl hükmüne davet edenlere karşı bazı kimselerin hafif yollu; bazılarının da amansız hücumları vardır. Amansızlar yoldışı, ilimdışı olduklarından onlara cevap olmak üzere, burada bir şey söylemek niyetinde değiliz. Ama hafif yollu tarizde bulunan kimselerin şakaya getirdikleri ifâde, «o halde hepsini kaldırsınlar, da biz de rahat edelim» gibi sözleridir.
Yüce Allah'ın ve Hz. Peygamberin yukarıya aldığımız sözleri ve buyrukları karşısmda onların kendilerini alıştıkları şeyler üzerinde düşünmeğe, incelemeye sevketmeleri gerekmez ini? Başkasının dinine diyanetine karışan kimse, bunca âyet ve hadîsler karşısında, onun da ancak kendisi gibi hareket etmesiyle dindar sayılabileceği peşin hükmünden kendisini kurtarıp; tenkit ettiği kimsenin en kolayından hareket ederek de müslüman ve dindar olmasının mümkün olduğunu halâ idrak etmeyecek midir?
Bazı müslümanlarm da psikolojik bir davranış içinde oldukları göze çarpmaktadır. Kendileri dinin vecibelerini sıkı bir şekilde uygulamaya çalıştıklarından başkalarının da aynı sıkıntı ve zorluğu çekmek suretiyle dindar sayılmalarım beklemekte, yoksa öyle dinin kolay olan hükümlerinin tatbiki ile dindar olunamıyacağı kanaatini taşımaktadırlar. Şu hususu hatırdan çıkarmamak ve gözden kaçırmamak gerekir: Dinin herhangi bir hükmünün gerçek dînî bir hüküm mü, yoksa ihtiyat denilen şiddetli bir hüküm mü olduğu meselesi iyi dîn tahsili görmüş bir âlimin yapacağı araştırma ve inceleme sonunda verebileceği bir hükümle çözülebilir. Yoksa herhangi bir kimsenin hüküm kesmesi asla doğru değildir. Dîni kolaylaştırmak dîn âliminin bir görevidir. Bu, Hz. Peygamberin gerek gördüğü bir vazifedir. Buna önem verilip, titizlikle yerine getirilmesi şarttır. Bunu yapmayan vazifesini yapmamış olur. Hz. Peygamberin «kolaylaştırın, zorlaştırmayın» sözünden şu hakikat ortaya çıkıyor: Din âlimi dîni hem kolaylaştırabilir hem de zorlaştırabilir. Bu, dîn adamının dîni anlayışına ve onun yetenek ve zihnî kabiliyetine bağlıdır. Öte yandan dîn adamının davranışında ve verdiği hükümlerde yaptığı tahsilin kuvvetli olmasının, hocalarının ve çevresinin büyük tesiri vardır.
Dînin, temel ve gövde seviyesi veya çizgisi altına düşen seviyedekiler için de hükümleri vardır. Bu hükümlere «ruhsat» (izin) verilmiş hükümler denilmektedir. Diğer bir deyişle, azîmet hükümleri mutlak ve şartsız, ruhsat hükümleri ise şartlı, bağıntılı, anormal durumlarda bir müslümanın müslümanhğı bâkî kalmak şartıyla yapmasına izin verilen hükümlerdir. Bu ruhsat hükümleri sıkışık, zor durumlar ve zamanlara mahsustur : Yolculukta dört rekât farz namazlarım ikişer rekat ve öğle ile ikindiyi bir arada kılmak, çaresizlik halinde domuz eti yemek ve şarap içmek gibi. Bu hükümler dindeki kolaylıktan çıkarılmaktadır. Aslında dinde kolay' laştırma yani azimet, şartsız ve mutlak olarak vazedilen hükümlere aittir. Normal zamanda beş vakit namazı vaktinde kılmak azimet hükmü ya da mutlak hükümdür. Diğer farz ibâdetleri yapmak da aynı şekildedir. Zekât vermek de böyledir. Bu mutlak hükümleri tam yerine getiren tam müslümandır. Ancak müslümanhğın da bundan sonra dereceleri vardır. Sadece zekâtını veren ile zekâtım verdikten sonra Allah yolunda başkaca para sarfeden, yoksula daha çok bakan arasında fark vardır. Birincisi vazifesini yapan bir müslüman, İkincisi daha iyi müslümandır. Namaz kılmak ve oruç tutmak da böyledir. Yalnız burada bir noktaya dikkati çekmek gerekmektedir. Farz ibâdetlerden sonra fazla olarak yapılacak nafile ibâdetlerin insanın dindarlık derecesini yükseltmesi şarta bağlıdır. Eğer o nafile ibâdet, farz ibâdetleri aksatıyor veya insanın hayatta farz olan ve zorunlu olan çalışmalarına sekte vuruyor, onları yavaşlatıyor ve onlarda geri kahyor veya gevşek davranıyorsa, o zaman o nafile ibâdetler insanın iman derecesini yükseltmekten ziyâde, diğer farz olan görevlerin tam yapılmasına engel oldukları için imân derecesini azaltıyor, belki de normalin altına düşmesine sebep oluyor demektir.
İslâmm ana kaynaklarına göre Sahur vaktinin tayini
Müslümanlığın gerekli ve farz olan ibâdetlerinden biri de Ramazan ayında tutulan oruçtur. Bu orucun ilk farz oluşunda biraz daha sert hükümler vardı. Sonradan bunlar hafifletildi. Meselâ, akşam yemeğini yiyip, ister yatsı veya teravih namazı kılındıktan sonra ister kılınmadan önce bir kimse yatıp, uyumuş olsa, daha sonra uyanınca hiçbir şey yiyemezdi. Bu hüküm kaldırılıp gün doğana kadar yemek yemeğe izin verildi. İşte gün doğmadan önce, oruç tutmak üzere, yenen yemeğe sahür veya suhür denir. Bundan sonra sahür, oruç tutanların önem verdikleri bir yemek ve zaman olmuştur. Bugünkü hayat ve çalışma şartlarında sahür daha çok önem kazanmaktadır. Sahurun, oruç zamanım mümkün olduğu kadar kısaltmaktan daha önemli bir rolü vardır. İhsanın oruç tutarken, bir saat veya yaran saat fazla tutması söz konusu değildir. Zaten yıldan yıla günlerin uzayıp kısalmalarında müslümanlar uzun günlerde daha uzun ve kısa günlerde daha kısa olmak üzere oruç tutmaktadırlar. Sahür akşamleyin yapılan iftar gibi insanın uyanık zamanında dört gözle beklediği bir yemek zamanı değildir. Sahurda uykudan uyanarak tok karama yemek yemek oldukça zor bir iştir. Bu nedenle her insanın sahür yemeğini kendi şartlarına göre ayarlaması gerekir. Hz. Peygamber sahür yemeğini yemeğe teşvik etmiş, yahudîlerden bu sahür yemeği ile ayrılacağımızı anlatmış, mutlaka yenmesini tavsiye etmiş ve bunda bereket olduğunu belirtmiştir. Bunun önemi bugünkü çahşma şartlatma, iş tehlikelerine ye işin verimine tesiri yönünden daha çok ortaya çıkmaktadır. Fabrikada çalışan bir işçinin sahür yemeğini yemediği ve sahurda suyunu içmediği takdirde, gündüz işinde küçük bir mide spazmı ve burkuntusu geçirdiği zaman, elini makinaya kaptırıp kaybetmesi, hattâ ölmesi mümkündür. Şoförlük yapan bir kimsenin de aynı şekilde bir anlık bir sarsmtı geçirmesi, trafik kazasma sebebiyet verebilir. Daha ağır işlerde çahşan müslümanlar ve fikir işçileri de aynı durumdadır. Çalışanların özellikle öğleden sonra çahşma hızlan ve düşünme güçleri azalabilir. Bunun için sahür vaktini iyi tayin etmeğe ihtiyaç vardır. Bu hususta hiç kimsenin «tutan tutsun, oruç tutan elbette aç susuz kalacak; müslüman olmak kolay mı?» demeye hakkı yoktur. Çünkü müslüman olmak elbette kolaydır. Hattâ müslümanhğı kolaylaştırmak bir görevdir. Ancak bu demek değildir ki, herkesin arzusuna göre hüküm verilecek ve kolaylık gösterilecektir. Bu kolaylık dinin, Kur’ân-ı Kerim ve Hadîs-i Şeriflerin kolayhk gösterdiği ve müsamaha ettiği nispette olacaktır. Biz, takvim ve imsakiyelerde görülen aşırı ihtiyatın Kur’ân’a, Hadîs’e ve fıkıh kitaplarına uymadığı kanaatinde olduğumuzdan, bu araştırmayı yapmayı kendimize dînî bir borç ve görev olarak gördük. Bu nedenle Kur’ân-ı Kerim ve hadîs-i şerifleri, ayrıca Kur’ân tefsirlerini, hadîs şerhlerini ve fıkıh kitaplarım inceleyeceğiz. Onların dediklerini olduğu gibi okuyuculara sunacağız. Sonunda hepsini özetleyeceğiz. Bizim de eklememiz gereken bir fikir ve yorum varsa onu da sunacağız. Dayandığımız tefsir ve hadîs-i şerif kitapları, ana kitaplar ve herkesin kabul ettiği kaynaklardır. Bu hususta tek bir fikri destekleyen söz v^Fâdeleri değil, her türlü fikir, görüş, çeşitli izah ve yorumlan mühMâxo£duğu kadar açıklamaya ve açıkça nakletmeye çalışacağız, çgı çok müslümana Ramazanı aynı ayda tutmaya yardımcı olma^ıp.ğ^gp.gf^çp Allah'ın irâdesine aittir.
İSLÂM TETKİKLERİ ENSTİTÜSÜ DERGİSİ
İslâmm ana kaynaklarına göre Sahur vaktinin tayini
Peygamberin şu sözü bu hükmün aslıdır: «insanlar iftarda acele ettikçe hayırlı işler yapmakta devam ediyorlar demektir».
1. Hz. Peygamber diyor ki: Yüce Allah şöyle der: «Kullarımdan en çok sevdiğim, en önce iftar edendir.» iftarın akşam namazmdan önce yapılması dinde sevilen şeydir[20].
. 2. Sahuru geciktirmek hoşa gider. Zira Zeyd b. Sâbit demiştir ki: «Peygamberle sahür yedik, sonra namaza durduk. Tahminen sahür üe namaz arasında elli âyet okuyacak kadar zaman vardı»[21].
3. Ebû Bekr sahür yerken, «oğlum, kapıyı kapa, sabah anîden karşımıza çıkmasın» dedi[22].
4. İrbâd b. Sâriye der ki: Hz. Peygamber beni sahura davet etti ve «mübarek sabah yemeğine gel» dedi. Buna sabah yemeği demesi, sabah yemeğine yakın olmasındandır. Çünkü sahür yemekten maksat, oruç tutmak için daha kuvvetli olmayı temindir. Sahür yemeğinin vakti, tan doğmasına yakın olduğu nispette oruç tutmağa yardımcı olur[23].
Abdurrazzâk b: Hemmâm, el-Musannaf :
5. 'Amr b. Meymün, «Hz. Muhammed’in ashabı iftarda en aceleci, sahurda en çok geciken kimselerdir» demiştir.
6. Allah'ın elçisi (A.S.), «insanlar iftarda acele ettikçe hayırda devam ediyorlar demektir» buyurmuştur.
7. Mücâhid diyor ki: iftarda îbn ‘Ömer’e bardakla su götürürdüm ve bunu insanlardan gizlerdim. Çok utangaçtı. Utangaç olmasının sebebi, acele iftar etmesiydi.
8. Abdullah b. Ebî Evfâ diyor ki: Allah'ın elçisi üe seferde idik. Oruçlu olduğu için adamlardan birine, «in, bana bir şey karıştır, hazırla» dedi. Adam, «ey Aüah’m elçisi, güneş var» dedi. Hz. Peygamber yine, «in, bir şey hazırla» dedi. Adam indi, bir şey hazırladı. Hz. Peygamber içti. Bu sırada, eğer bir kimse atının üzerinde güneşi görmeğe gayret etse, nerede ise güneşi görebilirdi. Sonra Hz. Peygamber doğuya işaret ederek şöyle buyurdu: Gecenin bu taraftan geldiğini görünce, oruçlu iftar eder[24].
9. Hz. Peygamber, «gündüz gidip, gece gelir ve güneş batarsa, oruçıu iftar eder» dedi[25].
10. Ebû Recâ diyor ki: Ramazanda iftar vaktinde İbn ‘Abbâs’ı gördüm. Yemeği konurdu, sonra bir gözetleyiciye emir verir, o da güneşi gözetlerdi. Güneş düştü (yani battı) deyince, İbn ‘Abbâs, «yiyin» derdi. Namazdan önce iftar ederdik[26].
11. Enes diyor ki: Allah'ın elçisi, «ey Enes, bize sahur getir, oruç tutmak istiyorum, bana bir şey ver, yiyeyim» dedi. Bilâl ezan okuduktan sonra, kendisine hurma ve su getirdim. Sonra bana, «ey Enes, bak, benimle yiyecek bir insan var mı?» dedi. Zeyd b. Sâbit’i çağırdım, geldi ve dedi ki: Ey Allah'ın elçisi, ben biraz çorba içtim, oruç tutmak istiyorum. Hz. Peygamber, «ben de oruç tutacağım» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamberle yemek yedi. Hz. Peygamber iki rekat namaz kıldıktan sonra çıkıp namazı kıldırdı[27].
Ma'mer, sahuru aydınlık olana kadar geciktirirdi. Onun bu durumunu cahil bir kimse görecek olsaydı, «bu adamın orucu yoktur» derdi[28].
12. Ebû Hureyre diyor ki: Allah’ın elçisi,1«sahuru geciktirmek, iftarı erken yapmak peygamberliğin yetmiş cüzünden bir cüzdür» buyurdu.
13. Hz. Peygamber dedi ki: «Bilâl geceleyin ezan okuyor. Oruç tutmak isteyen îbn Ummu Mektûm ezan okuyana kadar yesin içsin». Çünkü İbn Ummu Mektûm kör idi. Kendisine başkası «sabah oldu» demedikçe ezan okumazdı[29].
14. Sakîf kabilesinden bir kaç kişi Hz. Peygambere geldi. Hz. Peygamber onları Makberede yerleştirdi. Günlerden de Ramazan idi. Hz. Peygamber, Bilâl’in ezanından sonra ilk şafak sökünce, sahurluk gönderdi. Hava çok aydınlıktı. Onlar yediler. Bilâl de onlarla birlikte yedi.
15. Hz. Peygamber, Ebû Katade’yi bir işe gönderdi.. Ebû Katade, hava iyice aydınlandıktan sonra geldi. Birinci fecirden sonra Hz. Peygamber ona sahurluk verdi. O, «ey Allah'ın elçisi, sabah oldu» dedi. Hz. Peygamber, «sahür yiyin» dedi ve gözükmesin diye kapıyı kapattı. Bitince çıktı ve çok aydınlık olduğunu gördü. Sahür yemeğini yemesi birinci fecirden sonra idi.
16. Ebû Kalabe diyor ki: Ebû Bekr, «kapıyı kapayın, sabah karşımıza çıkmasın» derdi[30].
17. Hibbân b. Haris diyor ki: Ali, Ebû Musa'nın zaviyesinde oturmuş, sahür yerken ona gittim. Bana yaklaş dedi. Oruç tutmak istiyorum dedim. Ali de, «ben de oruç tutmak istiyorum, bitirince müezzine kamet eyle» dedi[31].
18. Hâkim b. Câbir diyor ki: Hz. Peygamber sahür yerken Bilâl geldi ve «ey Allah'ın elçisi, namaz vakti» dedi. Hz. Peygamber yemeğe devam etti. Sonra Bilâl yine geldi ve «namaz vakti» dedi. Hz. Peygamber durumunu değiştirmedi. Sonra üçüncü defa geldi ve «ey Allah'ın elçisi, namaz vakti, vallahi sabah oldu» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, «Allah Büâl’e merhamet versin. Bilâl olmasaydı, güneşin doğuşuna kadar bize yemek hususunda izin verileceğini umardık» buyurdu[32] [33].
Ebû Davud, el-Sünen :
19. Hz. Peygamber, Bilâl’in ezam ve ufkun şu şekilde beyazlığı yayıhncaya kadar sahür yemenize mani olmasın» büyürdü.
20. Hz. Peygamber, «Bilâl’in ezanı hiç birinizi sahurundan menetmesin. O, uyuyanınız uyansın, uyanık olanınız da uyarılsın diye ezan okuyor» dedi.
21. Hz. Peygamber, «yiyiniz, içiniz; yalancı şafak (yükselen aydınlık) yemenize mani olmasın. Kırmızılık yayılana kadar yiyiniz, içiniz» buyurdu1''. .
22. Hz. Peygamber, «Biriniz kap elinde iken (yemek yerken) ezam işitirse, işini bitirmedikçe kabı elinden bırakmasın» buyurdu[34].
23. Ibn Ebî Evfa diyor ki: Hz. Peygamberle gidiyorduk. O oruçlu idi. Güneş batmca, «ey Bilâl, in bize bir şey hazırla» dedi. Bilâl, «ey Allah'ın elçisi, akşam olsaydı» dedi.; Hz. Peygamber, «in bize bir şey hazırla» buyurdu. Bilâl, «ey Allah'ın elçisi, gündüz başının üstündedir» dedi. Hz. Peygamber yine, «in bize bir şey hazırla» dedi. O da indi ve bir şey hazırladı. Peygamber içti ve sonra, «geçenin buradan geldiğini görürseniz, oruçlu iftar etmiş demektir» buyurdu ve parmağı ile doğu tarafım gösterdi[35]. ’
24. Hz. Peygamber, «insanlar iftarda acele ettikçe hayır içindedirler» buyurdu.
Güneşin batışının gerçekleşmesi esnasmda iftarı hemen yapmak gerekir. Oruç güneşin batışı ile tamamlanır. Zira Yüce Allah, «geceye kadar orucu tamamlayın» buyurdu. Bu, orucu gecenin ilk pârçasma kadar tutmayı gerektirir. Günün kesin olarak tamamlanması için gecenin bir parçasının bulunması gerekir.: Bu, bizim arkadaşların (Mâlikîlerin) sözüdür. Ama bana göre, buna ihtiyaç yoktur; çünkü güneş batana kadar bir kimse iftar etmemişse, onu tamamladı demektir. «Geceye kadar» sözünün bundan başka bir anlamı yoktur.
Hafız dedi ki: Bu zamanda icad edilen en kötü bid’at, Ramazanda saatin üçte biri kadar bir süre şafaktan önce ikinci bir ezanın okunması ve gecenin bittiğini bildirmek için konan kandillerin söndürülmesidr. Bunlar ibâdette ihtiyat iddiası ile icad edilmiştir. Bu, onları, zanlarma göre vakit kesin olsun diye, güneş battıktan sonra ezan okumaya sürükledi. Böylece onlar iftarı geciktirdiler ve sahuru erken yaptılar. Bu suretle sünnete muhalefet ettiler. Bundan ötürü onların iyiliği azaldı, kötülükleri çoğaldı[36].
İsmail el-Buharî, el-Sahîh :
25. «Sizce gece ile gündüzün çizgisi birbirinden aynlana kadar yiyiniz içiniz». (Bakara 178) . Hz. Peygamber bu âyetteki siyah ve beyaz ip-
likten maksadın «gecenin siyahlığı ile gündüzün beyazlığı» olduğunu belirtti.
26. Hz. Ayşe diyor ki: Bilâl gece ezan okurdu. Hz. Peygamber, «îbn Ummu Mektûm'ezan okuyana kadar yiyiniz, içiniz; o tan yeri ağarmadıkça ezan okumaz» buyurdu. Kâsım dedi ki: ikisinin ezam arasındaki fark, birinin inmesi, öbürünün çıkmasından ibaretti.
27. Sehl b. Sa‘d diyor ki: Ailemle sahur yerdim, sonra acele ederek Hz, Peygambere ancak secdede yetişirdim.
28. Zeyd b. Sabit diyor ki: Hz. Peygamberle sahuru yerdik. Sonra o namaza kalkardı. «Ezan ile sahur arasmda ne kadar zaman vardı?» sorusuna Zeyd «elli âyet okuyacak kadar vardı» cevabım verdi[37].
Müslim b. el-Haccâc, el-Sahıh : ~
29. Adiy b. Hatim, «tan yerinde siyah iplikle beyaz iplik sizce ayırt edilene kadar» meâlindeki âyeti (Bakara 178) inince, Hz. Peygambere, «ey Allah'ın elçisi^ yastığınım altına iki kaim ip koyuyorum, biri beyaz, biri siyah, öylece gece ile gündüzü birbirinden ayırıyorum» dedi. Hz. Peygamber, «yastığın amma da genişmiş, aslında siyah iplikle.beyaz iplik, gecenin siyahlığı ve gündüzün beyazlığıdır» dedi.
Nevevî: Ebû ‘Ubeyd, «beyaz iplikten maksat, fecr-i sâdık; siyah iplikten de gecedir. İplik renk manasınadır. Hz. Peygamberin gecenin siyahlığı ve gündüzün beyazlığı sözü, fecirden sonrasının, gündüzün değil, gündüzden sayıldığına delildir; aralarında fasıla yoktur. Bu, bizim ve daha bir çok âlimlerin mezhebidir» dedi[38].
30. 'Abdullah b. ‘Ömer’den nakledildiğine göre, Hz. Peygamber dedi ki: Bilâl geceleyin ezan okuyor. Siz İbn Ummu Mektûm’un ezanım işitene kadar yiyin ve için. ‘Abdullah, «onlann aralarındaki fark, birinin inmesi ve öbürünün çıkmasından ibârettir» dedi[39].
Nevevî : Ulemâya göre, bunun manası şudur: Bilâl fecirden önce ezan okur ve sonra oturur dua eder, fecri bekler, feçr yaklaşınca o iner ve îbn Ummu Mektum’a haber verir; o hazırlanır, abdest alır, sonra çıkar, ezanı fecrin ilk doğuşunda okumaya başlardı[40].
31. Hz. Peygamber dedi ki: «Bilâl’in ezam ve ufuktaki uzunlamasına beyazlık sizi sahür yemenizde aldatmasm. Beyazlık yayılana kadar yiyin, için»[41].
Ebû İsa el-Tirmizî, el-Salüh :
32. Hz. Peygamber dedi ki: «Yiyiniz, içiniz, yükselen parlaklık sizi alıkoymasın. Kırmızılık yayılana kadar yiyiniz, içiniz»..
Ebû İsâ, bu hadisin hasen olduğunu ve ilim, adamlarının bu hadisin anlamım şöyle açıkladıklarım belirtiyor: Tan ağarması, yaygın kırmızı olana kadar, oruç tutacak kimseye yemek ve içmek haram olmaz. îlim adamlarının çoğunluğu bu fikirdedir[42].
33. Hz. Peygamber dedi ki: «Ufukta yayılan fecir hariç, Bilâl’in ezam ve uzunlamasına fecir sahür yemeğinden sizi menetmesin».
Îbn ‘Abbâs Şerhi : Fecir araplarca bilinmektedir. Bu iki kısımdır: Uzunlamasına olan beyazlık, ki buna kurt kuyruğu denir ve yalancı gündüz olduğu intihamı verir. İkincisi ise gerçek fecirdir ki, gündüz demektir[43].
Talk’ın hadisinde yer alan «kırmızılık sizce yaygın hale gelinceye kadar» sözünün açık manası, insanın, genişliğine yaygın hale gelen beyazlığı görse bile, kırmızılığı görene kadar yiyebileceğini gösterir[44].
34. Salim b. TJbeyd diyor ki: Ebû Bekr Sıddîk’in yanında idim. Bir gece, Allah’a dilediği kadar namaz kıldı. Sonra bana, «çık bak, şafak söktü mü» diye sordu. Çıktım, baktım ve sonra dönünce, «göğe bir beyazhk yükseldi» dedim. O, Allah’a dilediği kadar namaz kıldı. Sonra bana, «çık, bak, şafak söktü mü» diye sordu. Çıktım ve geri döndüm. «Gökte kırmızılık yaygın hale geldi» cevabım verdim. «Şimdi gel, sahür yemeğini getir» dedi.
Kays b. Talk ve oğlunun görüşüne göre de sahür yemeğini haram kılan sadece gökte yaygınlaşan kırmızılıktır. Huzeyfe diyor ki: Hz. Peygamberle sahuru yedik. «Hangi vakitte idi» sorusuna, «gündüz idi, ama henüz güneş doğmamıştı» cevabım verdi[45].
35. îrbâd b. Sâriye’nin rivayetine göre, Hz. Peygamber, «mübarek kuşluk (gadâ) yemeğine gel» dedi. Sahura kuşluk yemeği demesi, sabaha yakın olmasındandır. Ancak bu açıklama zayıftır. Ona bu adın verilmesi öğle yemeği yerine geçtiği içindir. Bazılarına göre ise, böyle denmesi, orucun, güneşin doğuşundan batışma kadar geçen zamana rastlamasmdandır. Durum asla böyle değildir. Tahâvî de Huzeyfe’nin hadisine dayanarak, böyle sandı ve Hz. Peygamberle sabahın olduğu, ama güneşin henüz doğmadığı bir zamanda sahür yediğini söyledi[46].
Ahmed, b. Haribel el-Müsned :
36. ‘Adiy b. Hatim diyor ki: Hz. Peygamber bana namazı ve orucu öğretti. «Şu kadar, şu kadar namaz kıl ve oruç tut; güneş battıktan sonra beyaz iplik siyah iplikten ayırdedilinceye kadar ye ve iç» dedi. Ben de bir siyah ve bir beyaz saç teli aldım. Onlara bakıyordum ,ama farkedemedim. Bunu Hz. Peygambere anlattım. Güldü ve şöyle dedi: «Ey Hatim, onlar gündüzün beyazlığı ve gecenin karardığıdır»[47].
37. Zirr b. Hubeyş diyor ki: Sahuru yedim, sonra mescide gittim, yolda Huzeyfe b. Yemanî’ye uğradım ve yanma girdim. Doğuracak bir devenin sağılmasını emretti. Getirilen süt kaynatıldı, sonra bana yaklaşıp, «ye» dedi. «Oruç tutmak niyetindeyim» cevabım verdim. O da, «ben de oruç tutmak niyetindeyim» dedi. Yedik ve içtik, sonra mescide geldik, namaz başladı. Sonra Huzeyfe, «bir defasmdâ Hz. Peygamberle böyle yaptık» dedi. «Sabahtan sonra mı» diye sordum. «Evet, sabahtı, ama henüz güneş doğmamıştı» cevabım verdi[48].
Ahmed el-Bannâ’nm Şerhi-. Şafak söktükten sonra ancak güneşin doğmasından önce idi. Çoğunluk buna muhaliftir. Onlar bu hadis için «ilk zamanlarda köyleydi, ama daha sonra nesh edildi» dediler[49].
38. Nasr, Huzeyfe’den naklen diyor ki: Hz. Peygamber sahur yerken Bilâl ona gelirdi. Ben o zaman okumun düşeceği yeri görürdüm. «Sabah olduktan sonra mı» diye sordum; «sabah olduktan sonra, ama güneş doğmadan önce..» cevabım verdi.
Bir başka rivayette, Asım diyor ki: Huzeyfe’ye «ne zaman Hz. Peygamberle Sahur yerdiniz» diye sordum. «Gündüzdü, ama henüz güneş doğmamıştı» cevabım verdi.
Ahmed el-Bannâ : Bu ikinci rivayet, sahurun, şafağın iyice söktükten sonra olduğunu gösteriyor[50].
39. Ebû Zubeyr diyor ki: Câbir b. Abdullah’a, oruç tutmak isteyen, fakat kap elinde su içecek iken ezan okunduğunu işiten bir adam hakkında sordum. Câbir, Hz. Peygamberin «içsin» dediğinin rivayet edildiğini söyledi[51].
Ahmed el-Bannâ Şerhi : Bundan, yani «rivâyet edildi» sözünden Hz. Peygamberden kendisinin işitmediği, bazı sahabeden kendisine ulaştığı anlaşılıyor*. Buradan anlaşıldığına göre, fecr-i sâdık ezanından sonra içmek câizdir. Ama cumhur (çoğunluk) bunu birinci ezana, yani fecr-i sâdık doğmadan önce Bilâl’in okuduğu ezana bağlar. Bu ezanla ayakta olanın uyarılması ve uyuyanın da uyanması kastedilirdi. Derim ki, bu hadisi, «îbn Ummu Mektûm ezan okuyuncaya kadar yiyiniz ve içiniz, çünkü o, fecir doğmadıkça ezan okumaz» hadisim ve aynı şekilde Cenab-ı Hakk’ın «tan yerinden siyah iplik ile beyaz iplik sizce belli olana kadar yiyiniz ve içiniz» sözünün açık manasım düşünen kimse, burada dönüş noktasının, şafağın apaçık olarak görülmesi olduğunu anlar ki, o da şafağın başlangıcından bir miktar sonrasına tesadüf etmektedir. Fakat bu, âlimler arasmda meşhur olan fikre muhaliftir. Onlara göre buna itimat edilmez; doğrusunu Allah bilir[52].
40. Hubeyb, halasından naklen diyor ki: Hz. Peygamber, «îbn Ummu Mektüm veya Bilâl[53] geceleyin ezan okuyor, siz yiyiniz ve içiniz, îbn Ummu Mektüm ezan okuyadursun» buyurdu. Biri çıkıp öbürü iniyordu. Biz ona yapışır ye «sahurumuzu yiyinceye kadar olduğun yerde dur» derdik[54].
Ahmed el-Bannâ Şerhi : Onun «ona yapışırdık» sözünden, ikinci bir rivayetin de desteği ile, ezan okuyan ikisinden sonuncusunu kasdettiği anlaşılıyor. Bu sonuncusunun da, şafağın herkesçe belli olmadan, söküş anında ezan okuduğu ve dolayısıyla şafak ışığı ortalığa çıkıncaya kadar olan zaman içersinde yeme ve içmenin câiz olduğu anlaşılıyor. Sahabe ve tabi’înden bir cemaat bu fikirde idi. Cumhur (çoğunluk) ise buna muhaliftir[55].
41. Hubeyb’in halası Üneyse başka bir rivayette diyor ki: ...Eğer bir kadın sahurunu bitirememiş ise, Bilâl’e derdi ki, «bekle, sahurumu bitireyim»[56].
Bu cümle gösteriyor ki, sahur vaktinin tayin ve tespiti «takdire» kalmıştır. İnsan nasıl takdir ve tayin ederse, öyledir. Yalnız bir şartla, o da güneşin doğmamış olmasıdır. Eğer vakit kesinlikle tayin edilmiş olsaydı, kadının «ezam biraz sonra oku» demesine imkân kalmazdı. Güneşin doğuşu, batışı ve semt-i re’se yükselişi kesindir. İkindi, yatsı ve sabah namazları ile sahurun vakti kesin değildir. Bu hususu şöylece açıklamak konuya daha bir açıklık getirecektir. İkindi vaktinin başlangıcı kesinlikle tayin edilmemiştir. Nitekim öğlenin vaktinin başlangıcı kesin olduğu hâlde, bitişi kesin değildir. İkindinin ise başlangıcı değü sonu kesindir. Başka deyişle ikindinin sonu güneşin batışıdır. Akşam namazının başlangıç vakti kesindir, çünkü güneşin batışı ile başlar. Ancak sonu takribi, tahminî ve takdiridir. Yatsı namazının başı akşammkinin sonu olduğu için kesin değildir; onun sonu da kesin değüdir. Bu nedenle sabah namazının vaktinin başlangıcı kesinlikle bilinemediği için takdiridir. Ama sonu güneşin doğuşu olduğundan kesindir. Orucun sonu güneşin batışı üe bilindiğinden kesindir. Ama orucun başlangıcının da aslında sonu gibi kesin olması lâzımdır. O halde güneşin doğuşunu orucun başlangıcı saymak gerekir. Çünkü fecr-i kâzib, fecr-i sâdık, beyaz aydınlık ve kırmızılık gibi vakit bildirme ölçüleri, içtihada yani değişik fikir ileri sürmeye müsaade etmektedir. Bunların içinde.insanların en çok kolayına gidecek olan Hz. Peygamberin tasvip edebileceğidir. Çünkü o, hayatında müslümanların en çok kolayına gideni tercih etmiş ve tatbike koymuştur.
42. Zirr b. Hubeyş diyor ki: Sahuru yedim, sonra mescide gittim. Huzeyfe’nin evine uğradım ve içeri girdim. Devenin sağılarak, sütün kaynatılmasını emretti. Sonra bana «ye» dedi. Ben de «oruç tutmak istiyorum» dedim. «Ben de oruç tutacağım» cevabım verdi. Yedik ve içtik, sonra mescide geldik. Huzeyfe namaza durdu. Sonra bana, «Hz. Peygamber de böyle yapardı» dedi, Ben de, «sabahtan sonra mı» diye sordum; cevaben, «sabahtan sonra, ama henüz güneş doğmamıştı» dedi.
Ebû Cafer Tahâvî diyor ki: Bu hadis onun oruç tutmak üzere fecrin doğuşundan sonra yemek yediğini gösteriyor. Bunun benzeri Hz. Peygamberden de nakledilmiştir.
Bununla birlikte Hz. Peygamberden buna muhalif olan bir rivayet daha bulunmaktadır. Bu rivayete göre, Hz. Peygamber, «Büâl geceleyin ezan okuyor, siz Ibn Ummu Mektüm ezan okuyuncaya kadar yiyin ve için; Bilâl’in ezam sizi yemekten alıkoymasın...» buyurdu. Sonra Hz. Peygamber fecri anlattı. Bunlar yemenin ve içmenin fecrin doğuşundan sonra yasak öldüğünü gösterir ve Huzeyfe’nin hadisine muhaliftir. Bize göre Huzeyfe’nin hadisi, Yüce Allah'ın, «fecirde siyah iplik beyaz iplikten sizce ayırdedilinceye kadar yiyiniz ve içiniz, sonra geceye kadar onu tamamlayınız» âyetinin nâzil olmasından öncedir. Doğrusunu Allah bilir.
Ebû Ca'fer el-Tahâvî, Me'ânî’l-Asar :
43. Adiy b. Hâtim’in hadisi de aynen Sehl b. Sa’d’ın hadisi gibi, «beyaz iplik ve siyah ipliğin» gece ile gündüzden ibâret olduğunu anlatır[57].
Huzeyfe’nin Hz. Peygamberden naklettiği hadisin zikredüen âyetten önce olduğuna ve bu âyette Yüce Allah'ın hükmü tespit edip onu açıkladığı şekle koyduğuna dair kesin bir delil yoktur.
44. Kays b. Talk Ubeyd’den rivayet ediyor ki: Hz. Peygamber, «yiyiniz ve içiniz; sizi yükselen aydınlık aldatmasın! kırmızılık ortaya çıkıncaya kadar yiyiniz ve içiniz» buyurdu ve eliyle işaret ederek onun yaygın olduğunu anlattı. Yüce Allah'ın Kitabından bir âyetin ve Hz. Peygamberden mütevatiren nakledilen, ümmetin kabul ettiği ve Peygamberden beri tatbik ettiği hadislerin, .bu konuda zikredilen hadislerle neshedilmesi câiz olan bir hadis karşısmda terkedilmeleri gerekmez. Bu, Ebû Hanife, Ebû Yusuf ve Muhammed’in sözüdür[58] [59] [60] [61].
Ali b. Ömer/Dâr Kutni :
45. Ebû Hureyre diyor ki: Hz. Peygamber, «biriniz elinde kap varken, ezam işitmişse, işini bitirmeden o kabı bırakmasın» buyurdu.
46. Sahabeden ‘Abdurrahman b. Aiş diyor ki: İki türlü fecir vardır. Biri gökte uzanan fecirdir ki, asla sahur yemeğine mani olmadığı halde sabah namazının o vakitte kılınması caiz değildir. Diğeri ise fecrin yaygın olması halinde yemenin haram, fakat namazın caiz olmasıdır10.
47. Salim b. TJbeyd diyor ki: Ebû Bekr (R.)’in evinde idim. Bir gece çok namaz kıldı, sonra «çık bak fecir doğdu mu» diye sordu. Çıktım ve döndüm, «göğe bir beyazlık yükseldi» dedim. O yine Allah için dilediği kadar namaz kıldı ve sonra bana, «çık bak, fecir doğdu mu» diye sordu. Çıkıp döndüm ve «gökte bir kırmızılık peyda oldu» dedim. «Haydi, şimdi sahurumu getir» dedi11.
48. Semüre b. Cundüb diyor ki: Hz. Peygamber, «Bilâl’in ezam sahurunuza mani olmasın ve ufuktaki uzunluğuna beyazhk yayılana kadar size engel olmasın» buyurdu12.
Osman b. Hâzim, el-Ftibâr :
49. Zirr diyor ki: Huzeyfe’ye, «Hz. Peygamberle birlikte sahur yedin mi» diye sordum. «Evet, yedim; o sırada vaktin gündüz olduğunu, fakat henüz güneşin doğmamış bulunduğunu , söyleyebilirim» cevabım verdi.
50. Zirr diyor ki: Ubeyy b. Ka'b’a, «Hz. Peygamberle nasıl sahür yapardınız» diye sordum. «O sırada sabah olmuştu, fakat henüz güneş doğmamıştı» cevabım verdi.
İlim ehli bu haberin açık olan manasına göre hareket etmemiştir. Oruç tutmak isteyenin hangi vakitte yemekten ve içmekten menedilmiş olduğunda ihtilaf etmişlerdir. Sahabe, tabi’în ve daha sonra gelen âlimleriıf çoğunluğu ikinci facrin ufukta yayılması anma kadar yemenin, içmenin câiz olduğunu kabul etmiştir.
Mesrük dedi ki: Sizin fecir saydığınızı onlar fecir saymazlardı. Onlar yollan ve evleri ışıkla dolduran fecri kabul ederlerdi.
îshak Hanzab birinci fikri benimser, fakat adı geçen vakitlerde yiyen kimseye de kaza gerekmez, derdi.
Huzeyfe’nin hadisinin Hz. Peygamber tarafmdan ilk zamanlarda buyurulduğunu ve sonradan neshedildiğini söyleyenler de vardır.
51. Sehl b. Sa‘d diyor ki: «Siyah iplik beyaz iplikten sizce ayırt edilene kadar yiyiniz ve içiniz» âyeti nâzil olmamıştı. İnsanlar oruca niyet ettikleri zaman ayaklarına beyaz ve siyah iplik bağlarlar ve renklerini ayırt edinceye kadar yerlerdi. Bunun üzerine «fecirden» sözü nâzil oldu ve bununla gece ile gündüzün kastedildiğini anladılar[62].
Ebu Muhammed Abdullah, el-Darimî :
52. Enes’ten naklen Zeyd b. Sabit diyor ki: Hz. Peygamber ile sahür yedik; sonra o namaza kalktı. «Ezan ile sahür arasında ne kadar zaman vardır» diye soruldu. «Elli âyet okuyacak kadar bir zaman vardı» cevabım verdi[63].
53. Sehl b. Sa‘d diyor ki: Hz. Peygamber, «insanlar iftarı yapmakta acele ettikçe hayırlı kimselerdir» buyurdu.
54. ‘Ömer b. Hattâb diyor ki: Hz. Peygamber, «gece gelip gündüz gidince ve güneş batmışsa iftar vakti olmuştur» buyurdu[64] [65].
55. ‘Abdullah b. Mes'üd diyor İd: Hz. Peygamber, «Büâl’in ezani sizi sahür yemeğini yemekten menetmesin. O, ezam ayakta olanınızı uyarmak, uyuyanınızı da uyandırmak için okuyor. Fecir ve sabahın, Zuheyr’in parmaklarını birleştirip başının üstüne kaldırıp, aşağıya indirdiği şekilde değü, onun parmaklarım düzleyip iki işaret parmağım birleştirdikten sonra sağdakim sağa ve soldakini sola doğru uzattığı şekilde olması gerekir» dedi[66].
56. Ebû Hureyfe diyor ki: Hz. Peygamber, «kim güneşin batışmdan önce ikindinin bir rekâtına yetişmişse, ikindiye yetişmiş ve kim sabah namazının bir rekâtım güneşin doğuşundan önce kılmışsa, sabah namazına yetişmiştir» buyurdu[67].
el-Beyhakî, el-Sünen :
57. îbn ‘Atiyye diyor ki: Mesrük ile birlikte Hz. Ayşe’nin huzuruna girdik ve «ey Mü’minlerin Annesi, Hz. Peygamberin ashabından aramızda iki kişi var; biri iftarı acele yapar ve sahuru geciktirir; diğeri iftarı geciktirir ve sahuru acele yapar» dedik. «Bu iftarı acele edip, sahuru geciktiren kimdir» diye sordu. Biz de «îbn Mes’ûd’dur» dedik. Hz. Ayşe, Hz. Peygamber de böyle yapardı» dedi48.
Ebû Zekeriya el-Nevevî, Şerh el-Muslim :
58. Sahür zamanı fecrin tebeyyün etmesine, kadar devam edeı ve o zaman insanın, orucu bozan her şeyden geri durması lâzımdır. Yüce Allah'ın «gündüzün aydınlığı gecenin karanlığından ayırdedilene kadar yiyiniz ve içiniz» sözünden kastedilen de. budun Fecr-i sadıkın doğuşunun ilk anına kadar, yemek ve içmekte âlimler arasmda ihtilaf yoktur. İhtilaf sadece bundan sonraki vakit hakkındadır.
59. Sahabden bir topluluk, tabi’înden A'meş ve arkadaşı Ebû Bekr b. Ayyaş, herkesin atmış olduğu okun düştüğü yeri görmesine kadar, yani havanın iyice aydınlanmasına kadar yiyip içmenin caiz olduğuna inanmışlardır. Nitekim Huzeyfe’nin hadisi de bu anlamdadır. Mesruk diyor ki: sizin fecir dediğinizi onlar fecir saymazlardı. Onlar evleri ve yolları aydınlıkla dolduran fecri fecir sayarlardı.
Nevevî’den naklen: Bizimkiler, A'meş ve îshâk b. Raheveyh’ten güneşin doğuşuna kadar yemeyi v.b. yi tecviz ettiklerini rivayet ettiler. Ben bunun doğru olduğunu sanmıyorum[68] [69]. ;
Hz. Ali sabah namazım kılınca, «işte şimdi beyaz iplik siyah iplikten apaçık olarak ayrıldı» dedi.
Bazıları, gündüzün beyazlığının gecenin karanlığından ayrılmasının gayesi aydınlığın evlerde, sokaklarda ve yollarda yayılmasıdır, dediler. Sonra Ebû Bekr b. Ayyaş ve diğerlerinden yukarıdaki nakilde bulundular.
Salim b. “Ubeyd diyor ki: Ebû Bekr bana, «çık bak, (fecir) doğdu mu» diye sordu. Baktım, sonra geldim ve dedim ki, «hava beyazlandı ve aydınlandı». Sonra yine, «çık bak, doğdu mu» dedi. Baktım ve «beyazhk yayıldı» dedim. «Şimdi içeceğimi getir» dedi.
Vaki' yoluyla A'meş’in şöyle dediği naklediliyor: Eğer herkes tarafından böyle anlaşılmış olmasaydı, sabah namazım kılar, sonra sahur yerdim.
60. Cumhur (çoğunluk), fecr-i sadıkın doğuşu ile orucun başladığım, yemenin, içmenin ve cinsî münasebetin yasak olduğunu söylemişlerdir. Bu, Ebû Hanife, Mâlik, Şâfi’î, Ahmed, sahabe ve tabi’înden çoğunlukta olanların yoludur. Bunların sünnetten getirdikleri deliller:
a) Yukarıda naklettiğimiz Adiyy b. Hatim’in hadisi.
b) Sehl b. Sa'd’ın hadisi: îbn Sa‘d dedi ki: «Siyah iplik beyaz iplikten iyice ayırdedilene kadar yiyiniz ve içiniz» âyeti nâzil oldu ve henüz, «fecirden» ifâdesi nâzil olmamıştı. Bir kısım insanlar oruç tutmak istedikleri zaman, ayaklarına beyaz ve siyah iplik bağlarlar ve onları fark edene kadar yerlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah, «fecirden» sözünü indirdi ve onlar da bundan gece ile gündüzün kastedildiğini öğrendiler.
c) Semüre b. Cundûb’un hadisi. Bu hadisten yukarıda söz edilmişti.
d) îbn Mes'ûd’un hadisi. Bu hadis ezan bahsinde geçmektedir. Bu hadis şudur: İbn Mes’ûd diyor ki: Hz. Peygamber, «Bilâl’in ezam hiç birinizi sahurunuzu yemekten alıkoymasın. O ayakta olanları uyarmak ve uyuyanları uyandırmak için ezan okur» buyurdu[70].
Bazıları Huzeyfe ve benzerlerinin hadislerine —ki onlar gündüzün yayılmasına kadar yemeyi ve içmeyi câiz görür— cevap olarak, onların orucun başlangıcında varid olduğunu, sonradan neshedildiğini ileri sürdüler. Bunu Hâzim, el-İ‘tibâr adlı eserinde söylemiş ve Sehl b. Sa‘d ile ‘Adiyy b. Hâtim’in hadislerini delil olarak getirmiştir[71].
61. Zeyd b. Sabit’in hadisinde, «sahurun sabah namazına elli âyet okuyacak bir süreye kadar geciktirilmesi müstehabdır» deniyor. Bunda ittifak vardır; dolayısıyla buna göre hareket etmeli ve ondan dönülmemelidir, çünkü daha ihtiyatlı ve fazüetlidir[72].
îbn Ebû Cemre, Zeyd b. Sâbit’in hadisi hakkında diyor ki: «Bunda sahurun tehiri vardır ve gayeye daha çok yakındır. Zira Hz. Peygamber ümmetine en kolay (mülâyim) gelene bakar ve onu yapardı. Eğer sahur yemeseydi, mü’minler de ona uyacak ve bir çoğuna oruç tutmak ağır gelecekti. Eğer gece yarısı sahur yeseydi, gene onların bir kısmına, uykudan dolayı ağır gelecekti. Bu işe ya sabah namazım terketmeye veya uykusuzlukla mücadeleye sebep olacak ve yemek yemeye ihtiyaç gösterecekti. Yemeğe olan ihtiyacın umumî olmasından dolayı sahur, oruç tutmaya kuvvet kazandırır. Eğer terkedilseydi, bir çoğuna, özellikle safrası olanlara ağır gelir, onlar bu nedenle baygınlık geçirir ve Ramazan’da oruç bozmağa sebep olurdu[73].
Bedreddîn el-Aynî, eUmdetu3l-Kârî :
62. Hz. Ayşe diyor ki: Büâl geceleyin ezan okuyor. Hz. Peygamber, «îbn Ummu Mektûm ezan okuyana kadar yiyiniz ve içiniz, çünkü o fecir doğmadıkça ezan okumaz» buyurmuştu;
Hz. Ayşe’den bü hadisi rivayet eden Kasım b. Mûhammed,. «ikisinin ezanı arasında birinin inmesi öbürünün çıkması kadar bir zaman vardı» diyor[74].
63. el-Muhalleb diyor ki: Bu hadisin değişik sözlerle-rivayet edilmesinden şu anlaşılıyor: Hz. Peygamber, ayakta duranı uyarsın ve uyuyanı uyandırsın da sahur yemeğini yememiş olanlar sahur yesinler diye Bilâl’e geceleyin ezan okumasını emrediyor[75].
Ben de derim ki: Hz. Peygamberin çeşitli uyarmalara ve nazik ifadelere baş vurmasının sebebi, Bilâl’in ezam erken okumakta ısrar etmesinin önüne geçmektir. Çünkü Hz. Peygamber sahurun geciktirilmesine önem veriyor. Buna rağmen Bilâl ezam vaktinden önce okumaktadır. «Bilâl’in ezanına aldırış etmeyin, onun ezam sahur yemenize mani olmasın» gibi sözler Bilâl’i yine de erken ezan okumaktan ahkoymamıştır.Bunun üzerine Hz. Peygamber başka bir ifâdeyle, Bilâl’in incinmemesi için dinî duygu ve anlayışını hoşgörü ile karşılayan bir üslûpla, onun oruç tutacakları sahur için hazırlık yapsınlar diye uyardığı veya uyandırdığım ifâde etmek istemiştir. Böylece Bilâl’in yaptığı iş, bir vazife oluyor ve bu tür bir manâ kazamyor.
Hadiste Bilâl’in ezam ile îbn Ummu Mektûm’un ezanının birbirine yakın olduğu zikrediliyor. Bunun her zaman böyle olmadığı değişik rivâyetlerden anlaşılıyor. Yoksa Hz. Peygamber Bilâl’in ezam ile iktifâ eder ve îbn Ummu Mektûm’un ezanına kadar yiyiniz ve içiniz» demezdi; îbn Ummu Mektûm’a «sabah oldu, sabah oldu» denmesi, onun fecrin doğuşunu beklediğini ifâde eder[76]’.
Bu bölümden anlaşılan şudur: Oruç tutacak olan kimse, fecr-i sadık doğana kadar yer ve içer. Fecr-i sâdık doğunca durur. Bu, sahabe ve tabi’înden cumhûrun fikridir. ;
64. Ma'mer, Süleyman A'meş, Ebû Miclez, Hakem b. TJteybe, güneş doğana kadar sahur yemenin câiz olduğuna inanırlar. Bunlar Huzeyfe’nin Zirr yoluyla nakledilen hadisine dayanırlar[77].
Ma'mer’in sahur yemeğini çok geç yediği ve hatta bilmeyen birinin, «bu adamın orucu yoktur» diyebileceği zamana kadar tehir ettiği rivayet edilir.
Sâ'îd b. Manâûri îbn Ebî Şeybe ve îbn Munzir bir kaç yoldan yaptıkları nakilde Hz. Ebû Bekr’in fecri görmemek için kapıyı kapattırdığım söylüyorlar.
îbn Munzir, Hz. Ali sabah namazım kıldırdıktan. sonra, «işte şimdi beyaz ipliğin siyah iplikten ayrılıp farkedildiği vakittir» dediğini nakleder[78]'
îbn Munzir, bazı kimselerin gecenin karanlığının gündüzün beyazlığından ayrılmasından maksadın, beyazlığın yollara, sokaklara ve evlere kadar yayılması olduğuna inandıklarım naklediyor[79].
65. Kays b. Talk, babası Talk’tan naklettiği bir hadiste Hz. Peygamberin, «yiyiniz içiniz, yükselen aydınlık sizi menetmesin. Kırmızıhk ortaya, çıkana kadar yiyiniz ve içiniz» dediğini söylüyor.
el-Hattâbî, burada kırmızılıktan maksadın, yaygın olan beyazlığın, kırmızılığın başlangıcım içine aldığım söylemiştir. Allah doğrusunu bilir[80] [81] [82].
.. 66. Sehl b. Sa‘d diyor ki: Evimde sahur yemeğini yer, sonra süratle Hz. Peygamberle namazı kılmağa koşardım.
Bu hadiste sahurun geç yenmesi söz konusu olup, Sehl’in sahurdan sonra Hz. Peygamberle namaz kılmayı kaçırmamak için acele ettiğini anlatıyor6?.,;
67. Zeyd b. Sabit diyor ki: Hz. Peygamberle beraber sahur yemeğini yedik. Sonra o namaza durdu. Enes, Zeyd’e ezan ile sahur arasmda ne kadar zaman olduğunu sordu. Zeyd, «elli âyet okuyacak kadar», cevabım verdi. -
Bazı kimseler «elli âyet orta uzunlukta olacak, uzun veya kısa olmayacaktır» dediler. Ben ise derim ki: Bu bir zan ve tahminden ibarettir65;
' el-Muhalleb diyor ki: Araplar vakitleri iş ile ölçerlerdi; Meselâ, koyun sağacak kadar bir zaman, bir deve kesecek kadar bir vakit, derlerdi[83].
Hadiste sahur yemeğini geciktirme hükmü vardır, çünkü gayeye bu daha yakındır. Hz. Peygamber, ümmetine en kolay gelene bakardı[84]. «Peygamberle beraber sahur yedik» sözünden maksat, onun yamnda başkasının olduğu ve yalnız olmadığıdır[85].
Hadisin, sahur yemeğinin fecirden elli âyet okuyacak kadar bir süre önce yendiğini, halbuki Huzeyfe’nin hadisinde sabahtan sonra, fakat güneşin henüz doğmadığı bir zamanda sahur yediklerini belirttiği anlaşılıyor. Bazıları bu iki hadis arasında çelişikliğin olmadığım, her birinin ayn ayrı durumlarda vuku bulduğunu,' hiç birinde devamlılık bulunmadığım ve âdet haline gelme diye bir şeyin söz konusu olmadığım ifade etmişlerdir. Ben derim ki: Bu cevap kâfi olmayıp, asıl cevap Ebû Ca'fer Tahâvî’nin verdiği cevaptır. O da Huzeyfe’nin hadisine muhalif hadislerin Hz. Peygamberden nakledilmesi ve Huzeyfe’nin hadisinin «yiyiniz ve içiniz» âyet-i kerimesinden önce gelmiş olması ihtimaline dayanmaktadır,[86] [87].
Ebû Bekr Râzî’nin sözünün özeti: Bu hadisin Huzeyfe’den nakledildiği hususu kesin değildir; nakledildiği kesin olsa bile, bununla Kur’ân’a itiraz edilemez. Âyet-i Kerime, fecrin beyazlığı olan beyaz' ipliğin ortaya çıkışı üe orucun başladığım farzetmiştir. Allah bundan sonra yemeyi Kur’ân’la haram kıldığı halde, sahur yemek nasıl câiz olabilir?65.
İbn Hacer, Fethu’l-Bârî :
68. Sehl b. Sa’d diyor ki: «Siyah iplik beyaz iplikten ayırdedüene kadar yiyiniz ve içiniz» âyeti indirildi. «Fecirden» sözü henüz inmemişti. Bir takım kişüer oruç tutmak istedikleri zaman, ayaklarından birine beyaz iplik üe siyah iplik bağlarlardı ve iki ipliği görüp, ayırt edene kadar yerlerdi. Bunun üzerine Allah «fecirden» sözünü indirdi. Böylece siyah ve beyaz iplikten gece üe gündüzün kastedüdiğini anladılar.
Tahâvî ve Dâvûdî, bu «fecirden» sözünün nesih kabilinden olduğunu ve önce iki iplikten zahirî anlamın kastedildiğini iddia ettiler[88]. Onlar bu hususa delil olarak Huzeyfe ve başkalarından nakledilen «aydınlanana kadar yemenin câiz olduğuna» dair hadisleri üeri sürdüler ve sonra da «fecirden» sözü ile bunun neshedildiğini söylediler[89].
Bu görüşü, Abdurrazzâk’m güvenilen senedle naklettiği hadisin teyid ettiği söylendi. Bu hadise göre, Bilâl, Hz. Peygamber sahur yemeği yerken ona gelir ve «ey Allah'ın elçisi, namaz vakti, vallahi sabah oldu» derdi. Hz. Peygamber, «Allah Büâl’e acısın; Bilâl olmasaydı, güneşin doğuşuna kadar bize ruhsat verileceğini umardık» buyurdu.
lyad’ın dediği gibi, bu hadiste mevcut olan eş anlamlı sözler üzerinde durmak ve ondan neyin kastedildiğini araştırmak gerekmektedir"[90]. Bir kimse fecrin doğmadığım zannederek yemiş olsa, cumhura göre, onun orucu bozulmaz. Çünkü âyet «açıklık kazanana kadar yemek yemenin mübah olduğunu» göstermektedir.
69. Sahur hakkında, soru soran bir adama îbn ‘Abbâs dedi ki: Şüphe içinde bulunduğun sürece ve ta ki şüphen kalmasın. Âlimlerin fikrinin bu olduğunu îbn Munzir ifâde eder[91].
Âlimler fecrin doğması üe mi, yoksa iyice ayırdedilmesiyle mi yemek yemenin haram hususunda ihtilaf ettikleri gibi, fecrin doğuşundan önceki anda imsâk edip etmemekte de ihtilaf etmişlerdir[92].
70. Hz. Ayşe diyor ki: Büâl geceleyin ezan okuyunca; Hz. Peygamber; «îbn Ummu Mektûm ezan okuyuncaya kadar yiyiniz ve içiniz; çünkü o, fecirdoğmadan ezan okumaz» buyurdu[93] [94].
A'meş diyor ki: «Müslümanlar arasmda yaygın (meşhur) olmasaydı, önce sabah namazım kılar, sonra sahur yerdim.»
îshâk diyor ki: Bunlar, gündüzün beyazhğı gecenin siyahlığından ayırdedilinceye kadar, yani fecrin doğuşu yayılmış olduktan sonra da yemek yemeyi ve namazı kılmayı câiz görürler.
îshâk bu fikirde olmamakla birlikte, «böyle yapana kaza da, keffa.ret de gerekmediğine inanıyorum» der75.
71. Enes, Zeyd b. Sâbit’ten naklediyor: Zeyd diyor ki: Hz. Peygamberle sahur yemeğini yedik, sonra o namaza kalktı. «Ezan ile sahur arasında ne kadar zaman vardı» diye sordum. «Elli âyet okuyacak kadar» cevabım verdi.
Burada sahurun geciktirilmesi söz konusudur, çünkü bu, maksada daha çok yaklaştırır.
îbn Ebû Cemre diyor ki: Hz. Peygamber, ümmetine en kolay gelene kadar ve onu yapardı. Eğer sahur yemeseydi, ona uyarlar ve bazılarına ağır gelirdi. Eğer geceleyin sahur yeseydi, uykusu fazla olana ağır gelir; sabah namazım terketmeye veya uykusuzlukla mücadele etmeye sebep olurdu. Burada yemeğe olan genel ihtiyaçtan dolayı yemek yemez oruç tutmaya mukavemeti kuvvetlendirme mevcuttur. Eğer yemek terkedilmiş olsa, özellikle safrası olanlara ağır gelir, onlar baygınlık geçirir ve Ramazanda oruç tutmamalarına sebep olurdu[95].
İbn Hazm, el-Muhallâ :
72. a) Hz. Ayşe ve îbn Ömer diyorlar ki: Bilâl geceleyin ezan okurdu. Hz. Peygamber, «Büâl geceleyin ezan okuyor; îbn Ummu Mektûm ezan okuyana kadar yiyiniz ve içiniz, çünkü o, fecir doğmadıkça ezan okumaz» buyurdu.
b) Sâlim b. ‘Abdullah babasmdan naklen diyor ki: Hz. Peygamber, «Bilâl geceleyin ezan okuyor; îbn Ummu Mektûm ezan okuyana kadar yiyiniz ve içiniz» buyurdu. «Bir kimse ona «sabah oldu, sabah oldu» demedikçe o ezan okumazdı» dedi.
c) Semure b. Cendub diyor ki: Hz. Peygamber, «sahurda sizi Bilâl’in sesi ve şu beyazhk aldatmasm; bırakın beyazhk yayılsın» buyurdu.
Ibn Hazm Ebû Muhammed, Hz. Peygamber, İbn Ummu Mektûm’un fecir doğmadıkça ezan okumadığım, onun ezanına kadar yemenin mubah olduğunu açıkça ifade ettiği için, fecir doğduktan sonra iyice ayırdedilene kadar, oruç tutacak kimsenin yemek yemesinin câiz olduğunu belirtir[96].
73. Bazı kimseler Yüce Allah'ın «beyaz iplik siyah iplikten ayırdedilene kadar» sözünün, Hz. Peygamberin «fecir doğana kadar» demesinin ve Ibn Ummu Mektûm’a «sabah oldu, sabah oldu» sözlerinin söylenmesinin yaklaşık bir anlam ifâde ettiğini iddia etmişlerdir.
Bu sözün sahibi Kur’ân’a.ve Allah'ın, elçisine karşı yalan söylemeyi hafife almıştır. Bu, önce, delili olmayan bir davadır. Allah’ın ve Peygamberin sözünü yerlerinden kaydırmaktır; demedikleri şeyi onlara isnad etmektir. Eğer dedikleri doğru olsaydı, Bilâl üe Ibn Ummu Mektûm’un her ikisinin de fecirden önce ezan okumaları gerekirdi. Bu bâtıldır. Bunu ne kendileri ne başkaları ne de herhangi bir kimse söylemiştir[97].
74. Zirr b. Hubeyş diyor ki: Sahuru yedim, sonra cami’e giderken Huzeyfe’ye uğradım. Bir devenin sağılmasını emretti. Sağılan süt ısıtıldı. Sonra «ye» dedi. «Oruç tutmak istiyorum» dedim. «Ben de oruç tutmak istiyorum» cevabım verdi. Yedik, içtik, mescide geldik. Kamet edüdi. .Huzeyfe dedi ki: «Hz. Peygamber de böyle yaptı». «Sabahtan sonra mı» diye sordum; «sabahtan sonra, ama henüz güneş doğmamıştı» cevabım verdi[98].
75. a) Sâlim b. Ubeyd diyor ki: Ebû Bekr bana, «kalk, benimle fecir arasmda dur da sahur yiyeyim» dedi. Sâlim b. Ubeyd. Hz. Peygamberin ashabındandır. Bu, mümkün olan en doğru yoldur.
b) Ebû Bekr, «kapıyı kapayın ki, sahur yemeğini yiyelim» derdi[99].
‘Alî el-Kârı, Şerh Mişkât :
76. Ebû Hureyre diyor ki: Hz. Peygamber, «biriniz ezam işittiği zaman kap elinde ise ihtiyacım bitirmeden kabı yere koymasın» buyurdu.
Belki bu başlangıçta böyle idi. Onun böyle olduğuna, oruç hakkında «sabah» tan kastedilenin ne olduğu hususunda ortaya çıkan ihtüaf işaret etmektedir.
Sünnî âlimlerin, çoğunluğuna göre, sahur vakti sabahın, ilk doğuşudur ; fakat onun aydınlanmak manasına geldiği de Osman, Huzeyfe, îbn Abbâs, Talk b. Ali, Atâ b. Ebî Rebah ve A'meş’den rivayet edilmiştir.
Mesrûk, «Sizin fecir dediğinizi onlar fecir saymazlardı; evleri, (aydınlık) dolduran fecri muteber sayarlardı», dedi. Şemsu’l-Eimme el-Hulvânî, «birinci hüküm ihtiyatlı, İkincisi daha uygundur; Allah,bilir, belki bu hadis rıfk ve merhamete dayanıyor; ayetteki tebeyyün“kelimesi de bunu destekliyor» demektedir[100].
Mahmûd el-Sıibkî} el-Menhel : '
77. Semure b. Cundub diyor ki: Hz. Peygamber, «Bilâl’in ezam, ufuktaki uzunlamasına olan aydınlık yayılmadıkça; sizi sahur yemekten alıkoymasın.» buyurdu. Ebû Davûd diyor ki: Hz. Peygamber iki elini sağa ve sola açıp yayarak, genişlemesine olan gerçek şafağı anlatmıştır[101]. Gerçek şafak (fecr-i sadık) aydınlık, ufukta yayılmadıkça tahakkuk etmez[102].
78. «Beyaz iplik siyah iplikten ayırdedilip anlaşılana kadar» âyet-i kerimesindeki «beyazlık ve siyahlık» hakkında Hz. Peygamber «o, gece ile gündüzdür» demiştir. Osman ise bu konuda der ki: 0, gecenin karanlığı ve gündüzün beyazlığıdır[103].
Bu âyet ve hadislerle, Ramazan gecelerinde gerçek2 şafak ortaya çıkıp ayırdedilene kadar, yemenin ve içmenin caiz olduğuna delil getirilmiştir. Bıi, sahabe, tabi’înin çoğunluğunun ve dört imamın görüşüdür. Ma'mer, Süleyman A‘meş, Hakem b. ‘Uteybe ve Ebû Miclez ise güneş doğana kadar yenebileceğini söyleyerek Zirr b. Hubeyş’in hadisini delil getirdiler. Zirr dedi ki: Sahuru yedim, sonra mescide giderken Huzeyfe’nin evine uğradım. Bir devenin sağılmasını emretti. Sağılan süt ısıtüdı. Sonra bana, «ye» dedi. Ben, «oruca niyetliyim» dedim. «Ben de oruç tutmak istiyorum» karşılığım verdi. Bunun üzerine yedik, içtik, sonra mescide geldik, namaza kalkıldı. «Hz. Peygamberle böyle yaptım» dedi. «Sabahtan sonra mı» diye sordum; «sabahtan sonra, ama henüz güneş doğmamıştı» cevâbım verdi. Başka bir rivayette, «Hz. Peygamberle beraber sahur yedik; vallahi gündüzdü/ ne var ki henüz güneş doğmamıştı» dedi.
Şerh: Tercih edilen cumhurun görüşüdür. Çünkü dört imam hunim üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu görüş aynı zamanda doğru hadislere dayanmaktadır. Buna karşı olan hadisler kuvvetli değüdir[104].
Görüldüğü gibi, zamanımızın hadis şârihi de taklitçilikten kurtulamıyarak mezhep imamlarının fikirlerini doğru buluyor. Buradaki hatası, mezhep imamlarının söylediklerine körü körüne bâğh kalmış olmasıdır. Yoksa delilleri münakaşa edip de ulaştığı sonuçlara dayanarak bir tercih yapmış olsa ve bu tercih de mezhep imamlarının görüşüne uysa hiç tenkit edilecek ve taklitçilikle itham edilecek bir durum ortaya çıkmazdı. Zira o, kendi görüşü olurdu. Herhangi bir kimse kendi görüşünden dolayı tenkit edilemez, ancak delilleri ve metodu yönünden tenkit edilebilir. Karşı hadisleri de zayıf görmesinde isabet etmemiştir. Onlar da doğru hadistir. - \
Ebû Câfer el-Taberı, el-Tefsîr :
79. a) «Fecirden sonra beyaz iplik üe siyah iplik sizce iyice ayırdedilene kadar yiyiniz ve içiniz» âyetindeki beyazlık ve siyahlıktan maksat gündüzün aydınlığı ile gecenin karardığıdır. Yani gece ile gündüzün birbirinden ayrıldığı zamana kadar yiyiniz ve içiniz demektir.
b) Katâde diyor ki: «Fecirden sonra gündüzün geceden sizce iyice ayırdedildiği ana kadar yiyiniz ve içiniz, sonra geceye kadar orucu tamamlayınız». Bu açık ve seçik iki kesin sınıra işâret etmektedir. Murâ’î ve kıt akıllı bir müezzinin ezam sizi sahur yemeğinden menetmesin; çünkü onlar gecenin erken saatlerinde ezan okurlar.
c) îbn Abbas da aynı âyette siyah ve beyazlıktan maksat, gece ile gündüz ve gündüzün geceye kadar oruç tutulmasının emredilmesi ve gece iftar etmekle emrolunması olduğunu belirtmektedir[105].
80. A'meş, Müslim’den rivayetinde diyor ki: Onlar sizin bu fecrinizi fecir, saymazlardı. Onlar, evleri ve yolları (aydınlıkla) dolduran fecri göz önüne alırlardı.
d) Başkaları, beyaz iplikten maksat güneşin aydınlığı, siyah iplikten maksat da gecenin karanlığıdır, dediler.
81. İbrahim el-Yeymî, Huzeyfe ile yolculuk yapan babasmdan naklen diyor ki: Bir Ramazan Huzeyfe ile Medâ’in şehrine gitmek üzere yola çıktık. Huzeyfe yürüdü, fecrin doğacağından korktuk. Fecir doğunca, «içinizden yiyen ve içen var mı» diye sordu. Oruç tutmak isteyenler, «hayır» dedüer. «O halde benim durumum ne olacak» dedi. Gene gittik, öyle ki namaz vaktinin geçtiğini düşündük. «Sahur yemeği yemek isteyeniniz var mı» diye sordu. «Oruç tutmak isteyenler yemez» dedik. «Peki, ben ne yapacağım» dedi. Durdu, oruç tutmak için sahur yemeğini yedi ve namaz kıldı[106].
82. Bera’ diyor ki: Ramazanda sahur yedim, sonra çıktım. îbn , Mes'ûd’a geldim. Bana «iç» dedi. «Sahuru yedim» dedim. «îç» diye tekrarladı. îçtik, sonra çıktık, insanları namaza dururken bulduk.
‘Amr b. Matr diyor ki: îbn Mes'ûd’un evine uğradım. Sahurundan bir miktar fazla çıkardı. Beraber yedik. Kamet edildi. Çıktık, namaz kıldık.
83. Ebû Huzeyfe’nin kölesi Salim diyor ki: Bir Ramazanda ben ve Ebû Bekr bir damda idik. Bir gece geldim, «ey Allah'ın elçisinin halifesi, yemez misin» dedim. Eliyle işaret ederek «dur» dedi. Sonra bir daha geldim, «ey Allah'ın elçisinin halifesi, yemez misin» dedim. Eliyle «dur» diye işaret etti. Sonra bir daha geldim, «ey Allah'ın elçisinin halifesi, yemez misin» diye tekrarladım. Fecre baktı, sonra «dur» diye eliyle işâret etti. Sonra yine geldim, «ey Allah'ın elçisinin halifesi, yemez misin» dedim. «Yemeğimi getir bakalım» cevabım verdi. Getirdim, yedi, sonra iki rekat namaz kıldı, daha sonra da sabah namazına kalktı[107].
84. Eübbân b. Hâris diyor ki: Ebû Musa'nın evinde olan Ali’ye uğradım. Sahur yiyordu. Mescide geldiğimde namaz başladı.
Ebû Sifr diyor ki: Ali b. Ebî Tâlib fecir namazım kıldı ve sonra, «işte bu fecirden yana beyaz ipliğin siyah iplikten ayırdedildiği vakittir» dedi[108].
Bu fikirde olanların delili şudur: Orucun zamanı gündüz vakti .olup, gece değildir. Gündüzün başlangıcı da güneşin doğuşudur. Nitekim gündüzün sonu güneşin batışıdır. Eğer gündüzün, başlangıcı fecrin doğuşu olsaydı, sonunun da akşam şafağının batışı olması gerekirdi. Oysa gündüzün sonunun, güneşin batışı olmasındaki ittifak, gündüzün başlangıcının da güneşin doğuşu olduğuna açık delildir.
Hz. Peygamberden gelen haberlerde «fecrin doğuşundan sonra onun sahur yemeği yemiş olması, görüşümüzün en açık delilidir[109].. m'
85. Zirr b. Hubeyş diyor ki: Bir gün sabahladım. Mescide giderken Huzeyfe’ye uğrayayım dedim. Bana kapıyı açtı ve içeri girdim. Kendisine yemek ısıtılıyordu. «Otur, yersin» dedi. «Oruç tutmak istiyorum» karşılığını verdim. Yemeği yaklaştırdı yedi, ben de onunla birlikte yedim. Sonra avluda olan deveyi sağmaya gitti. O bir yandan ben bir yandan sağdık. Bana uzattı. «Sabahı görmüyor musun» dedim, «iç» dedi. Ben .de içtim. Sonra mescidin kapışma geldim, namaz başladı. «Bana Hz. Peygamberle yediğin en son sahur yemeğini anlat» dedim. «O sırada tam sabahtı, ancak henüz güneş doğmamıştı» cevabım verdi[110].
86. Cevaplar: a) Âyetin en uygun yorumu Hz. Peygamberden nakledilen «beyaz ipliğin gündüzün beyazlığı, siyah ipliğin de gecenin karanlığı» olmasıdır[111]. . -
b) Huzeyfe’den rivayet edilen hadise gelince: «Hz. Peygamber sahur yerdi. Ben o zaman atılan okun düştüğü yeri görürdüm». Bu vaktin tespiti hususunda kendisine «sabahtan sonra mı» diye soruldu. O bu soruya «sabahtan sonra idi» diye cevap vermeyip, «tam sabahtı» cevabım verdi. Bu sözden, her ne kadar bizzat' sabah olmasa da sabahın yakın olduğu anlamım çıkarmak mümkündür. Çünkü bu hususu araplar. böyle ifâde ederler. Onlar bir şeyin kendisi değil de ona yakın olana o’dur diyebilirler[112].
Tahâvî’nin ileri sürdüğü bu ihtimal uzak bir ihtimaldir. Zira Huzeyfe’nin «ancak henüz güneş doğmamıştı sözü, «sabah o kadar belli ve aydınlık idi ki, güneşin doğması an meselesi idi» demektir. Bu sözle mukadder bir suale cevap vermiş oluyordu. «O bilinen sabahtı» sözüne karşı, «acaba güneş doğmuş muydu» sorusu gelecekti ki, ona cevap olsun diye «henüz güneş doğmamıştı» demiştir. «Bilinen» kelimesi «sabah» kelimesinin «el» takısı ile kullanılmasından çıkarılmaktadır. Çünkü «sabahtan sonra» ifâdesinden Huzeyfe «güneş doğduktan sonra» manasım anlamış olmalı ki, —bu mana doğrudur— «sabahtı, ama güneş doğmamıştı» cevabım vermiştir. Sabah güneşin doğuşu üe biter ve gün başlar.
87. «Siyah iplik ve beyaziplik» tabiri, «oruç tutmak isteyen kimse güneşin doğuşuna kadar yer ve içer» diyenin sözünün yanlış olduğuna en açık delildir. Çünkü fecirde beyaz iplik fecrin ilk anlarında ayırt edilir[113].
Burada ihtilaflı nokta gündüzün (nehâr) başlangıç anıdır.
«Gündüz, fecrin doğuşunun ilk anıdır» diyenler onun, güneşin ışığı ve güneşin doğuşunun başlangıcı olduğunu, doğuşunun tamamlanması olmadığım ileri sürerler. Nitekim, onlarca gündüzün sonu, güneşin batışıdır, batışının tamamlanması değüdir.
Getirdikleri delil şöyledir: a) Eğer gündüz, anlattığınız gibi, güneşin yükselmesi ve doğmasının tamamlanması ve gecenin bütün karanlığının gitmesi ise, gece de aynı şekilde güneşin batışının tam olması, ziyamın gitmesi, gecenin karanlığının ve siyahlığının tam olması demektir.
b) Bunun böyle olduğunu kabul ederlerse, onlara şöyle denir: O halde orucun akşam şafağının kaybolmasına, güneş ışığının ve ufuktaki beyazlığın gitmesine kadar uzaması gerekir. Böylece onlar akşamleyin gecenin karanlığına kadar oruç tutmayı gerekli görmüş olurlar.
e) Eğer, hayır, gecenin başı, karanlığının başlaması, güneş kursunun gözden kaybolmasıdır, derlerse, onlara denir ki: aynı şekilde gündüzün başı da güneşin ük ışığının doğması ve gecenin karanlığının son anlarının kaybolmasıdır. Böylece söz ters çevrilir ve onlara itiraz edilir; her iki durumda da cevap veremez hale sokulurlar[114].
88. Getirilen bu üç delile verilmesi gereken cevapları Taberî ihmal etmiştir. O muhtemel cevaplan ben vermeğe çalışacağım.
a) Muhalifler, yani «güneşin doğuşuna veya doğuşuna yakın vakte kadar sahur yenir» diyenler, Taberî’nin verdiği cevabın ne mukaddem ne de tali’sine muvafakat ederler. Güneşin tam doğması demek, güneş kursunun veya yuvarlağının tam olarak ufkun üstüne çıkması demektir. Onlar bunu asla kabul etmezler. Böylece söylemedikleri sözleri muarızlara atfederek, onları altetmeğe çalışmak insan oğlunun âciz kaldığı zaman baş vurduğu bir taktiktir. Güneşin doğmasından kastettikleri, güneş yuvarlağının teğet geçecek ilk noktasının görülmesidir. Yoksa güneş yuvarlağının tamamıyla görünmesi değildir. Tali’nin vasfı da yanlıştır. Gecenin başlangıcı ters yönden olacak şekilde güneşin görülen en son teğet geçen noktasının gözden kaybolması, yani ufuk çizgisinin altma düşmesidir. Doğuş ile batışı aynı noktaya tatbik etmek mügalata ve şaşırtmaca olup, kıyas-ı müfârik’tir, yani benzemeyen şeyleri birbirine benzetmektir.
b) a bendinde olan yanlış burada da devam etmekte olup, kendi aleyhlerine olacak delili, muarızlarının aleyhlerine kullanmışlardır. Güneşin doğmasına kadar, yani güneş yuvarlağının ilk noktasının görünmesine kadar sahur yenebileceğini ileri sürenlere göre, en mantıkî gelen güneş yuvarlağının en son noktasının, başka deyişle en son ucunun kaybolmasına kadar oruç tutulmasını kabul etmeleridir. Bunda herkes ittifak halindedir. Güneşin doğmasını sahurda şart koşanlar aslında güneşin batışım en kuvvetli delil olarak getiriyorlar. Onlar kendi delillerini aleyhlerine işletmeyi kabul etmezler. Bunun şekli şöyledir :
Güneş kursunun şon noktası Güneş kursunun ilk noktası
kaybolunca güneş batmıştır. görüldüğü zaman güneş doğ
muştur.
ç) Burada derler ki: Güneşin yuvarlağının görünmesinden önce görülen aydınlık, güneşin ışığı değildir. Güneşin ziyası yuvarlağından doğrudan doğruya gelen ışınlardır. Bunlar da ancak güneşin bizzat yuvarlağının gözükmesi ile ortaya çıkar. Güneşin doğmasmdan önce peyda olan aydınlık güneşin ışınlarının yansımasından ibarettir. Ayın ışığına nasıl güneşin ışığı denmiyorsa, havanın kesafetinin veya bulutların aksettirdiği, diğer bir deyimle kırılıp bize kadar gelen aydınlık da, doğrudan doğruya güneşten gelen ışık olamaz. Başka deyişle onlar güneşin doğduğunu bildirmiş olamaz, ancak doğacağım bildirmeye yarar. Güneşin batışındaki olay da gündüzün başmdakinin ters yönden aynıdır. Güneş battıktan sonra ortada kalan aydınlık, güneşin ışınlarının meteorolojik etkenlerle geride bırakmış oldukları yansımasıdır.
Buradan anlaşılıyor ki, güneşin doğuş ye batışını gecenin gündüzden ayrılmasında esas alanların delilleri hem nakli hem de aklî bakımdan daha kuvvetlidir.
Ebû Bekr Razı el-Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân :
89. «Fecirden yana siyah iplik beyaz iplikten ayırdedilene kadar yiyiniz ve içiniz» âyet-i kerimesindeki «beyaz ve siyah ipliklerden» maksadın gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı olduğu Adiy b. Hatim ile Sehl b. Sa'd’ın hadislerinde açıklanmaktadır. «Fecirden» sözü âyetle beraber indirilmediğinden Adiy ve bazıları âyetteki iplik ifâdesini gerçek iplik manasına almışlar, bunların mecâzî manası olan «gecenin karanlığı ve gündüzün beyazlığının» kastedildiğini anlatmak için «fecirden» sözü nazil olmuştur demişlerdir. Çünkü arapça iplik kelimesi gerçek ve bilinen iplik manasında hakikat, gecenin karanlığı ve gündüzün beyazlığı manasında da mecâz anlamına gelir. Bunun Kureyş lehçesinde böyle olması normal olduğu halde, Adiy gibi diğerlerinin bu lehçeyi bilmemelerinden ötürü, âyetteki ipliğin gerçek manada kullanıldığını zannetmeleri mümkündür. Ayrıca onlar aynı lehçeyi bilmiş olsalar bile, gerçek manasım kullanmayı tercih etmiş olabilirler. Bu nedenle onlar tatbikatta yanılmışlar ve Hz. Peygambere sormuşlar; o da âyetin manasım anlatmış ve Yüce Allah da bir daha yanlış anlaşılmasına meydan vermemek için «fecirden» sözünü indirerek âyetteki «ipliğin» mecâzî manada olduğunu belirtmiştir. İpliğin, gecenin karanlığı ve gündüzün beyazlığı anlamına geldiği, Kur’ân-ı Kerim’in nuzülünden önce de arapçada olduğu tespit edilmiştir. Ebû Ubeyde, beyaz ipliğin gündüz, siyah ipliğin gece ve ayrıca renk manasında olduğunu zikretmiştir[115].
90. Oruç tutacak kimsenin yemesinin ve içmesinin haram olacağı vakti, Hz. Peygamberin sınırlandırdığı rivayet edilmiştir.
a) Semure b. Cundub diyor ki: Hz. Peygamber, «Bilâl’in ezam ve ufuktaki şöyle bir beyazlık, bu beyazhk yayıhncaya kadar, sizi sahur yemeğini yemekten menetmesin» dedi.
b) Kays b. Talk babası Talk b. Ali’den naklen diyor ki : Hz. Peygamber, «yiyiniz ve içiniz, yükselen aydınlık sizi menetmesin, kırmızılık çıkana kadar yiyiniz ve içiniz» buyurdu.
Bu hadiste «kırmızılık» geçmektedir. Oysa kırmızılıktan önce ufukta yayılan beyaz fecir ile yemenin ve içmenin oruç tutacak kimseye haram olduğunda müslümanlar arasmda ihtilaf yoktur[116].
Burada şuna dikkati çekmek gerekmektedir. Âlimler tâbi oldukları mezhebin fikrini benimsetmek için aşın davranmışlar ve hazan başkalarının fikirlerinin varlığını inkar edip ihtilaflan zikretmeyerek kendi mezheplerinin fikrinden başkasının bulunmadığı, veya olsa bile zaten doğru olmadığı zannrnı doğurmak için, onların zikredilmeğe değmediğini telkin ederler. îşte bu sebeple dinde taklitçiliğin büyük başarı kazandığım tarih gösteriyor. İmam Cessâs da bu tesirden kurtulamamıştır. Halbuki ihtilaf yoktur dediği meselelerdeki ihtilafları, yukarıdan beri saymaktayız. Kaldı ki, bu ihtilaflar Hz. Peygamber zamanından itibaren başlayıp devam edegelmiştir.
c) Huzeyfe diyor ki: Hz. Peygamberle sahur yemeği yedik; vakit gündüzdü; ama henüz güneş soğmamıştı.
Bu hadis Huzeyfe’den sabit olmasa büe, tek kişinin haberidir. Bununla Kur’ân’a itiraz edilemez. «Fecirden siyah iplik beyaz iplikten ayırdedilene kadar» mealindeki âyet-i kerime orucu ve yemekten ve içmekten geri durmayı, fecrin beyazlığı olan ipliğin meydana çıkışıyla farz kılmıştır[117].
d) Eğer Huzeyfe’nin hadisi gerçek manasına alınırsa, âyetin haram kıldığı mübah yapılmış olur. Adiy’in hadisinde Hz. Peygamber, «gündüzün beyazlığı ve gecenin karanlığı» demektedir. Oruçta gündüzün yemek nasıl caiz olur? Halbuki Yüce Allah yemeyi Kur’ân ve Sünnetle haram kıldı. Eğer Huzeyfe’nin hadisinin nakli doğru olsa bile, o vakitte yemek yemeği gerektirmez; çünkü o, yemek yemeği Hz. Peygambere isnad etmeyip, kendisinin o vakitte yediğini haber vermiştir. Yemek vaktinde Hz. Peygamberle beraber olması Peygamberin onun yediğini bilmesine ve yemesini doğru bulmasına delâlet etmez.
Hz. Peygamber, onun yediğini bilerek, bu hareketini doğru bulsa bile, (ikrar etse bile) bu vaktin gecenin sonunda, fecrin doğuşuna yakın olma ihtimalinden dolayı ona gündüz demiştir diyebiliriz[118]. \
Yukarıdan beri gelen bilgilere dayanarak bu yorumlara şöyle cevap verilir.
(a) Bendindeki mana doğrudur, fakat kesin değildir. Gündüzün başlangıcındaki ihtilaf bakidir. Âyet-i Kerime de gündüzün başlangıcım kesin olarak bildirmediğinden çeşitli anlayışlar ve hadislere sebep olmuştur. Âyetteki «fecirden» sözü ipliğin mecazî manada olduğunu göstermektedir. Yoksa feçr-i sâdığın başlangıcı değildir. Ayrıca fecrin başı mı, ortası mı, sonu mu olması da ihtimal dahilinde olduğundan, Huzeyfe’nin hadisi âyetin manasma zıt olmayıp, onun ihtimalli manalarından birini tayin etmektedir.
(b) Birinciye verilen cevap bunun da cevabım teşkil eder, (c) Tamamen manasız bir itiraz ve yorum. Huzeyfe, «beraber sahur yedik» (tasahhama ma’a Resuli’llah) sözünün beraberce yemeğe ve Hz. Peygamberin bundan haberi olduğuna delâlet etmediğini ileri sürmek, gerçekten basit arapça bilgisine sahip olan birinin bile kabul etmeyeceği bir itirazdır, (d) Doğrusu, Huzeyfe’nin hadisinde, güneşin doğmasına çok yakın bir vakitte görülen aydınlıktan bahsedilirken, o kadar aydınlığı fecrin başlangıcı olarak göstermek veya öyle anlamak peşin fikir ve hükümlülüğün, metinlerin aslından ne derecede saptırıldığına delil sayılmalıdır. «Gündüz idi» sözüne de «gündüze yakındı» anlamını vermek, pek uzak bir ihtimal sayılmaz. Ancak, «gündüz» «fecir» den sonra geldiği için hiç olmazsa fecrin başı anlamım ihtimal dışı saymak gerekir.
«Geceye kadar orucu tamamlayın» âyetinde Yüce Allah, gece olduğu sabit olana kadar orucu tamamlamayı emretmiştir. Nitekim gündüz olduğuna hükmedene kadar da yemeğe izin vermiştir[119].
îbn Kesir, el-Tefsir :
91. a) «Siyah iplik beyaz iplikten ayrıldığı sizce anlaşılana kadar yiyiniz, içiniz» âyet-i kerimesinde sabahın ışığı gecenin karanlığından ayırdedilene kadar oruç tutacak olana yemek ve içmek mubah kılınmıştır. Bunda «beyaz iplik ile siyah iplik» ifâdesini kullanmış ve iltibası kaldırmak için «fecirden» sözü nazil olmuştur. Buharî’de Sehl b. Sa’d ve diğer hadis kitaplarında Adiy b. Hatim gibilerin rivayet ettikleri hadisler bunu açıkça bildirmişlerdir.
b) Sahurun, fecrin ayrılmasına kadar tehir edilmesi sevinçle karşılanmaktadır. Nitekim iki sahih kitap, Buharî ve Müslim’de Enes b. Mâlik, Zeyd b. Sâbit’ten rivayet etmiştir ki: Hz. Peygamberle sahur yemeğini yedik, sonra namaza kalktık. En.es diyor ki: Zeyd’e sordum, «ezan ile sahur arasında ne kadar zaman vardı». «Elli âyet okuyacak kadar zaman vardı» cevabım verdi[120].
Seleften (sahabeden) büyük bir topluluk fecir yaklaşırken sahur hakkında müsamaha gösterdiler. Bunların arasmda Ebû Bekr, Ömer, Ali, îbn Mes'ûd, Huzeyfe, Ebû Hureyre, îbn Ömer, İbn Abbas ve Zeyd b. Sabit, Hubeyb’in babası. Sa’d b. Ebî Vakkâs bulunmaktadır. Ayrıca Tabi’înden de büyük bir gurup; Muhammed b. Ali b. el-Hüseyn, Ebû Miclez, İbrahim el-Neha‘î, Ebû’l-Duha, Ebu Vâil ve İbn Mes’ûd’un talebeleri, ‘Atâ, Haşan, Hakem, îbn ‘Uyeyne, Mücâhid, ‘Urve b. el-Zubeyr, Ebû’ş-Şa'sâ, Câbir b. Zeyd gibi Ma'mer, A'meş ve Câbir b. Râşid de aynı fikirdedirler[121].
. Fahreddîn Râsî} el-Tefsîr :
92. «Fecirden sonra, beyaz iplik ile siyah iplik ayırdedilene: kadar yiyin, için» âyet-i kerimesindeki beyazlık gündüzün başlangıcının beyazlığı ve siyahlık da gecenin karanlığının sonudur. Burada bir güçlük göze çarpmaktadır. İpliğe benzetilen beyazhk geçici (yalancı) sabahın beyazlığı olsa gerektir; çünkü onun beyazlığı ipliğe benzer. Ama gerçek (sâdık) sabah, ufukta yuvarlak bir beyazlıktır. Bu duruma göre, günün başı geçici sabahın doğuşundan itibaren başlamaktadır. Ancak bu husus ittifakla kabul edilmemiştir. Aslında fecre fecir denmesinin sebebi, aydınlığın (nûr) ondan fışkırmasından dolayıdır. Bu da ancak ikinci aydınlanmada, olur; birinci (geçici) aydınlanmada olmaz. Âyet-i Kerimedeki «beyaz ipliğin» fecir yerine kullanıldığı sâbit olunca, beyaz iplikten kastedilen mananın geçici sabah olmayıp, gerçek (sâdık) sabah olduğunu anlamış olduk.
Gerçek (sâdık) sabahın ipliğe nasıl benzetildiğine gelince, eğer gerçek sabah uzun değil, iplik uzundur denirse, buna şöyle cevap verilir: Haram kılan beyazlık miktarı gerçek sabahın ilk anıdır. Bu da yaygın olmayıp, ince ve küçüktür. Geçici sabah ile gerçek sabah arasındaki fark; geçici sabah ince olarak doğar, gerçek sabah ise ince olarak gözükür, ve uzunluğuna yükselir[122].
93. A’meş, gündüzün başım sonuna kıyaslayarak, fecrin doğuşundan sonra, fakat ıgüneşin doğuşundan önce yemenin ve içmenin helâl olduğunu sanmıştır. Orucun sonu güneş kursunun (yuvarlağının) batmasıyla belirlendiği gibi, orucun başının da güneş kursunun doğması , ile belirlenmesi gerekir[123]. A’meş diyor ki: Âyetteki beyaz iplik ve siyah iplikten maksat, gece ile gündüzdür. Aradaki benzerlik sadece siyahlık ve beyazlıktadır. Benzerliğin şekilde olması câiz değildir. Çünkü sabahın doğuşu esnasındaki karanlığın, şekil yönünden ipliğe benzetilmesi imkânsızdır. O halde beyaz iplikle siyah iplikten kastedilen gece ile gündüzdür[124]. Sonra gecenin ne olduğunu, «geceye kadar orucu tamamlayın» âyetinde inceledik ve gecenin, güneşin kaybolma anından ibaret olduğunu gördük. Çünkü Yüce Allah güneşin batışından sonrasına gece demiştir. Oysa hala aydınlık mevcuttur. Böylece anlaşılıyor ki, günün başmda da durum bunun gibi olup, güneşin doğuşundan öncesi gece sayılır ve gündüz ancak güneş kursunun doğmasıyla meydana gelir. Buraya kadar A’meş’in sözüdür. İnsanların bir kısmı gündüzün başlamasının, sabahın doğuşu ile meydana çıktığım ve dolayısıyla gündüzün sonunun da başına kıyaslanması gerektiğim üeri sürerler. Bunlar arasmda bazıları, «iftar, batıştaki kırmızılık gittikten sonra câizdir» derler. Bazıları da biraz daha ileri giderek, «iftar ancak yıldızlar doğduktan sonra olabilir» derler[125].
94. Fecr. Bu kelime aslında masdar olup, «yarmak» manasma gelir. Buna göre, gecenin sonundaki fecr, sabah aydınlığının, gecenin karanlığım yarması demektir[126]. «Fecirden» sözü ya cüz’îlik bildirir ve buna göre fecrin bir kısmı anlaşılır; ya da «açıklamak» anlamına gelir ki, bu manasıyla da «fecir demek olan» beyaz iplik anlatılmış olur[127].
Fikifı :
95. Orucun zamanının tayininde sonu itibariyle ittifak vardır. Bu, güneşin batışıdır. «Geceye kadar orucu tamamlayın» âyeti bunun delilidir. Orucun başlangıcında ise ihtilaf edilmiştir. Çoğunluk orucun başının yaygın beyazlık olan ikinci fecrin doğuşu olduğunu söylemiştir. Delilleri, Hz. Peygamberin fecri, «yaygın» sözüyle tarif etmesi ve bir de «beyaz iplik sizce belli olana kadar» âyet-i kerimesinin sözlük manasıdır. Bir grup da orucun başlamasını beyazlıktan sonra meydana gelen kırmızı fecirdir ki, bu, kırmızı şafağın aynıdır. Bu fikir Huzeyfe ve İbn Mes'ud’dan rivayet edilmiştir. Bu ihtilâfın sebebi, bu hususta nakledilen. hadislerin ihtüâfh olmasıdır. «Fecr» kelimesinin hem havanın beyazlığını hem de kırmızılığını ifâde etmek için kullanılması, ayrıca karışıklığa sebep olmaktadır. Delilleri. Huzeyfe’nin «Hz. Peygamberle beraber sahur yedim, diyebilirim ki, gündüz idi, ama henüz güneş doğmamıştı» demesi ile Kays b. Talk’m Hz. Peygamber, «yiyiniz, içiniz, yükselen aydınlık sizi menetmesin, kırmızılık sizce ortaya çıkana kadar yiyiniz, içiniz» dediğini nakletmesidir. Yüce Allah'ın «beyaz iplik sizce belirli olana kadar» sözü de bu hususta açık bir nass teşkil eder veya nass gibidir. .
Burada ikinci bir ihtilaf noktası «tebeyyün» kelimesinden doğmaktadır. Ondan fecrin bizzat doğması mı, yoksa doğduğunun farkına varılması veya bilinmesi mi kastedilmiştir? Çünkü sizce tebeyyün etmesi ihtilafı doğurmuştur. Fecir gerçekten doğmuş ve ortaya çıkmış olabilir de insanlar tarafmdan farkedihneyebilir. Âyetin sözlük (zahir) manası, bizim onu bilmemizin gerektiğini ifâde ediyor. Ancak kıyas gerçekten doğuşun muteber olmasını gösteriyor. Bundan güneşin batışı ve diğer şer’î vakitlerin tayinine kıyaslamayı kastediyorum. Çünkü bu gibi şeylerin hepsinde şer’an muteber olan «emrin» kendisidir. Yoksa o «emri bilmeğe» bağlı değildir. Mâlik’in ve cumhurun fikri «yemenin» câiz oluşu güneşin doğuş anında son bulur ve doğuştan önce son bulur istikâmetindedir. Mâlik’in ve cumhurun fikri âyet ve hadisin açık manalarma uygun ve daha mantıkî olup, ikinci fikir daha ihtiyatlıdır[128].
96. «Oruç, yemeği ve içmeyi, cinsî münasebeti sabahtan güneşin batışına kadar niyet ederek terk etmektir». Bu şeriatta böyledir ve Kudfırî’nin, «oruç, yemekten içmekten ve cinsî münasebetten gündüzün geri durmaktır» tarifinden daha iyidir. O, «sabahtan güneşin batışına kadar» demekte, Kudûrî gibi «gündüz» dememektedir. Çünkü . «gündüz» (nehâr) güneşin doğuşundan batışma kadar olan zamanın ismidir[129].
el-Şelebî, haşiyesinde diyor ki: Kurtûbî, doğrusu gündüzün fecrin doğuşundan başlamasıdır dedi. İbn Fâris de el-Mücmel’de aynı şeyi söyledi. Adiy’in hadisinde «gecenin siyahlığı ve gündüzün beyazlığı» ■ ifâdesi de gündüzün fecrin doğuşundan güneşin batışma kadar olduğunu gösterir. Cevheri, «gündüz gecenin zıddı olup, fecrin doğuşu ile gece biter» demek? tedir[130]. .
97. «Oruç, iki şehveti, mide ve cinsî şehveti yerine getirmekten özel bir şahsın özel bir vakitte —ki bu, fecrin doğuşundan güneşin batışma kadardır— geri durmasıdır. Başlangıçta oruç vakti gece yatsı namazını kıldıktan veya uyuduktan sonra başlardı. Öncekilerin dininde böyle iken Yüce Allah bu ümmete bunu hafifletti ve orucun ilk vaktini, fecrin doğuş vakti olarak şu, «beyaz iplik siyah iplikten ayırdedilene kadar yiyiniz ve içiniz» sözü ile tayin etti. Ebû ‘Ubeyde, «beyaz iplik gerçek sabahtır; iplik burada renk manasmdadır» dedi[131].
98. Oruç, gündüzün yemek, içmek ve cinsî münasebetten niyet ederek geri durmaktır. Oruç vakti, ikinci fecrin doğuşundan güneşin batışma kadar olan zamandır[132]. •
Ekmeluddin Bâbertî Şerh el-'înâye’de diyor ki: Gündüz (nehâr) kelimesini kullanmak doğru değildir. Çünkü gündüz güneşle beraber olan zamandır. Güneşin doğuşundan önce, fecrin doğuşundan sonra yiyenin orucu olmaz. Buna şöyle cevap verilir: Gündüzden kastedilen, şer’î gündüzdür ki, bu da gün[133] manasmdadır. Delili, «beyaz iplik siyah iplikten ayırdedilene kadar yiyiniz, içiniz» âyet-i kerimesidir.
İbn el-Humâm dâ; Fethu’l-Kadîr’de şöyle diyor: Bu tanım, güneşin doğuşundan itibaren oruç tutmaya başlayanı içine almadığı gibi, fecirden sonra da yiyeni içine almaz. Çünkü gündük, güneşin doğuşundan batışına kadar olan zamanın adıdır. Burada gündüzden maksat, fakiklerin terminolojisine göre, gün (yevm) demektir[134].
Ekmeluddin, el-‘înâye’de «orucun vaktinin ikinci fecrin doğuşundan» sözünün şerhinde, 1) fecrin ilk doğuşunun muteber olduğu, veya 2) havarim aydınlanması ve aydınlığın yayılmasının muteber olduğu söylenmiştir» diyor. Şemsu’l-Eimme Hulvânî, birincinin ihtiyatlı, İkincinin daha uygun olduğunu belirtiyor[135].
Aslında gün, 24 saat olup, gece ile gündüzü içine alır. Nehâr (gündüz)’a gün demek ve onu güneşin doğuşundan önce fecir ile başlatmak, hem fennî bakımdan hem de halkın kullanışına aykırı düşmektedir. Kudûrî her ne kadar gündüzün, güneşin doğuşu ile batışı arasındaki zaman için kullanarak sözlük manasına sadık kalmışsa da, şarihleri onu başka şekilde yorumlamak zorunda kalmışlardır. Gerçekten kendisi de orucun zamanının tarifinde fecirden başlayarak fakîhlere uymuştur.
Güneşin doğuşundan maksat bir kısmının doğmasıdır. Batışı bunun tersine olan durumdur[136].
N ET ÎCE
Yukarıda sahur hakkındaki âyet-i kerimelerle hadis-i şerifleri ve onların şerh ve tefsirleri ile fıkıh kitaplarında geçen izahlarım da gözden geçirmiş bulunuyoruz. Bunların ana fikirlerini tasnif ederek özetlerini sıralamamızın faydalı olacağı hususunda şüphe yoktur. Ancak genel bir tahlil yapmamız, durumu ve değişik görüş ve anlayışların dayanağım göstereceği için konunun daha iyi anlaşılmasına yardım edecektir.
İslâıri dini, bütün beşeriyetin ilelebed tek dini olma karakterini taşır ve bu davayı sürdürür. Hiçbir zaman kolaylık ilkesinden ayrılmayârak, bütün insanların müşterek anlayış ve kabiliyetlerine hitap etmiştir. İslâm dinî insarun hem, kişisel hem de toplumsal davranışlarım iyiye yöneltmek için irâdesini terbiye, etmek ve eğitmek hususunda ona muayyen vecibeler ve gerekli, ibâdetlerin belli; zamanlarda yapılmasını emretmiştir. Bunlardan biri de Ramazanda bir ay oruç tutmaktır. Bu oruç da disiplinli olmayı gerektiren ibâdetlerden biridir. Disiplin çok ciddiyet;ister. Qrucun başlama ve bitiş vakti gündüze göre tayin edilmiştir. Gündüz de astronomik anlayışa göre, güneşin doğuşu ile batışı arasmda geçen zamandır, Buna arapça «nehâr» denir. Orucun vaktinin iki sınırı vardır. Biri, başlangıç, diğeri bitiştir. Hz. Peygamber insanlara kolaylık olsun diye vakitlerin sınırlarım belirtmekte çok titizlik göstermiştir. Gündüz uzun bir vakit olduğundan, Arabistanın yakıcı sıcağı altında, yemeden içmeden bu vakti geçirmek çok zor olacağında, şüphe yoktur. İstisna teşkil edecek bir kaç kişiye zor gelmemesi esas alınamaz. Öte yandan hiç dayanamayacak olanlar da bu vecibeyi yerine getiremiyecekleri için söz konusu edilemez. Onlar istisnaî hükümlere tabi olurlar. Ama dinî hükümler genel ve umumun, diğer bir deyişle en çok kimsenin bir anda katılmasını sağlamak amacıyla vaz edilmiştir. Dinde amaç mutluluk olduğuna göre, Islâm dini en çok kişinin kendisine katılmasını sağlamak süreriyle onların, yani çoğunluğun saadetini amaçlamıştır. Bir bakıma bu noktada Utilitarianism’in «en çok kimseye mümkün olan en çok saadet» nazariyesinin temelini bulmak mümkündür. Hz. Peygamber oruç vaktinin hem bitiminde hem de başlangıcında güneşin doğuşunu esas almıştır. Âyet-i Kerimenin orucun başlangıcım bildirirken kullandığı ifâde ile, orucun bitimim bildirirken kullandığıifâde arasmda fark vardır. Kur’ân, orucun başlama zamanı için «siyah iplikle beyaz ipliğin birbirinden ayrılması» ibâresini kullanırken, orucun bitimi için de «geceye kadar» ifâdesini kullanır. Akşam iftarında «gece» sözünü herkes «güneşin batışı» olarak anlamıştır. Ancak pek az kimse güneşin batışmdan sonra karanlığın basması ve yıldızların çıkması olarak anlamıştır. Hz. Peygamber bu ikinci anlayışa şiddetle karşı çıkmış ve bü1 hususta hem sözlü tavsiyelerde bulunmuş, hem de fiilen tatbikatım göstermiştir. Sahabe sabahleyin sahur yemeğinin bitim zamanım tayin ve tespitte yararlandıkları, türkçesi yukarıda verilen âyet-i kerimeyi anlamakta zahmet çekmiş ve yanılmışlardır. Bu nedenle Hz. Peygamber onlara sözlü açıklamada bulunduğu gibi, fiilen de onun tatbikatım göstermiş ve bu husus üzerinde ısrarla durmuştur. Onun Bilâl’e olansözleri ve müslümanlan Bilâl’in aşırılığına karşı uyarması, hatta Bilâl’in Hz. Peygambere gelip, itiraz etmesi ve aldığı cevap üzerine susması gibi bir çok olaylar zuhur ettiği ve hele Hz. Peygamberin âyetteki «beyaz iplikten maksadın gündüzün aydınlığı; «siyah iplikten maksadın da gecenin karanlığı» olduğunu söylediği halde, pek az kimse sabahleyin gecenin bitimini güneşin doğuşuna bağlamıştır. Fakat naklettiğimiz gibi hepsi gecenin başlangıcım güneşin batışı olarak kabul etmiştir. Bu farklı davranışın sebebini ilk müslümanların, sahabe ve tabi’înin psiko-sosyal durumlarında aramak lâzımdır. Onlar günün yakıcı sıcağının altmda aç ve susuzluğun verdiği bunalım ve sıkıntı dolayısıyla, bir an önce iftar edilmesine dair emir ve tavsiyelere harfi harfine uymuşlar, ama sabahleyin havanın serinliği ve karınlarının tok olması sebebiyle, bir an önce oruca başlamanın azmi ve ısran içinde acele etmeğe çalışmışlardır. Onların bu davranışlarım bunlardan tamamıyla farklı iki sebebe dayandırmak da mümkündür. Bunlardan biri, erken oruca başlamakta titizlik göstermek orucu başlangıç açısından tehlikeye koymaz, tersine daha emniyet altma alır. Diğeri ise, o zamanın ve toplumun hayat ve çahşma şartlan, sabah namazından sonra tekrar uykuya yatıp, öğleye kadar istirahat ederek geçirmeyi veya sahuru erken yiyip, namazı erken kılıp, biraz kestirdikten sonra işe gitmeyi gerektirmesidir. Zira sıcak memleketlerde insan, ancak gece yarısından sonra sabahleyin kuşluğa kadar kolayca ve rahatça uyuyabilir. Bu ve diğer bilmediğimiz sebepler, müslümanların sahurun bitiş zamam hakkmdaki değişik görüş ve içtihadlanhâ yol açmıştır. Bunlan şöylece zikretmek ve tespit etmek konumuzun özetini ortaya koyacaktır.
1. Tan yerinin ağarmaya, şafağın sökmeye başlamasının ilk anını kabul edenler (Fecr-i Sâdık). Tan yerinin ağarması ikiye ayrılmaktadır. Güneşin ilk ışınları güneşin tam doğrultusunda sütun halinde havaya doğru yükselir ve ufukta göğü deler gibi bir görünüş meydana getirir. Buna yalancı sabah (fecr-i kâzib) denir. Çünkü güneş yaklaştıkça bu sütun gibi ışık yavaş yavaş kaybolmaya ve ufukta yayılmaya başlar. Güneş ışınlarının ufukta her tarafta yayılmasına hakikî sabah (fecr-i sâdık) donir İşte bir kısım müslümanlar hakikî sabahın başlamasını sahur yemeğinin bitim vakti olarak kabul etmişlerdir. Bu görüş Muhaddisler tarafından kabule şayan görülmemiştir. Zira Hz. Peygamberin sözleri ve tatbikatı tevil edilerek bu manaya çekilmekte; açık ve düz manaları ise bu görüşü desteklememektedir. Buna rağmen fakîhler, özellikle sonraki fakîhler, bu görüşü benimsemişlerdir. Buna onların kendi görüşlerinin büyük tesiri görülür. Bu görüşlerin, olayların ve sözlerin biraz zorlanması suretiyle ortaya çıktığı incelememizden anlaşılmaktadır. Onlar bu hususu daha ihtiyatlı davranmak şeklinde niteleyerek haklı göstermeye çalışmaktadırlar. Buna rağmen onlar ikinci görüş olarak niteleyeceğimiz sabah aydınlığının tamamen yayılmasını da daha doğru olarak, ifâde etmekten geri kalmamışlardır.
2. İkinci görüş, hakikî aydınlanmanın, hakikî sabahın başlayıp etrafa yayıldıktan sonra sahur yemeğinin bitmesi gerektiğini ifâde etmektedir. En çok yaygın olanın bu olduğu Hz. Peygamberin ve büyük sahabenin çoğunlukla uygulamasından anlaşılmaktadır. Fakîhler de ilmen bu görüşün doğruluğunu kabul etmekle beraber, birinci görüşü, yani aydınlığın yayılmaya başlamasını, halk için daha ihtiyatlı görmektedirler. Bu görüşü ileri sürenlerin ifâdelerinde aydınlığın, sokakları, evlerin içini doldurma-, •sına, atılan okun düştüğü yerin görülmesine kadar, başka deyişle gerçek sabahın başlamasından bitmesine kadar geçen süre içinde sahur yendiği açıkça görülmektedir.
3. Sahur yemeğinin beyaz aydınlıktan sonra meydana gelen kırmızılık vaktine kadar yenebileceğini iddia edenler ve görüşlerini hadis ve başka delillerle destekleyenler vardır. Bu kırmızıhk durumu güneşin batışından sonra ortaya çıkan kırmızılık gibi ise de, sabahleyin güneşin doğmasının yaklaştığım, akşamleyin ise güneşin uzaklaştığım gösterir. Ters yönden farkı şudur: Sabahleyin aydınlıktan sonra kırmızılık başlar, akşamleyin ise kırmızıhk gittikten sonra beyazlık gelir.
4. Sahur yemeği konusunda en önemli ve tutarh olan bu görüşe göre, güneşin doğuşuna kadar yemenin câiz olduğu savunulur. Bu görüşün en tutarh delili, iftarın güneşin batışma göre yapılmasıdır. Eğer güneşin doğuşu esas alınmayacaksa, batışının da esas alınmaması lâzımdır. Bu görüşün aleyhinde olanlar mugalata ve yanıltmacaya sapmaktadırlar. Şöyle ki: Sabahtan güneşin doğması kastedilirse, güneşin bütün yuvarlağının görülmesi gerekir. İşte o zaman güneş tam doğmuş olur. Bu ise hiç bir kimse tarafmdan kabul edilmez. Nitekim akşamleyin de güneş tam battığı zaman iftar edilmektedir. Halbuki sahurda güneşin doğuşuna kadar cevaz verenler sabahleyin güneşin tam doğmasını değil, doğmaya başladığı ilk anı kastederler. Çünkü o ilk an gündüz ile gecenin sınırıdır. Güneşin tam doğması, bir şeyin ölçüsü ve başlangıcı değildir. Güneşin doğuşunun ilk anında gündüz başlar ve güneşin tam doğması ile önemli bir değişiklik olmaz, sadece gündüz biraz daha aydınlık olur ve bu, güneşin son noktasının batışma kadar sürer.
Burada iki noktayı belirtmek yerinde olur. Biri, «gece» (leyi) sözüdür. Âyette geçen «leyi» kelimesi gecenin, güneşin batışından itibaren başladığı anlamına gelir. Âyette geçen siyah ipliği peygamberimizin, «Sevâd el-Leyl» (gecenin siyahhğı) olarak açıklaması çoğunluğun dikkatim çekmemiştir. Hz. Peygamberin sözünde geçen «gece» kelimesinin bu nedenle âyetteki gibi anlaşılması gerekir. Fakîhler, geceyi güneşin batışı ile başiatıp, doğuşu ile bitirmeleri gerekirken, fecr-i sâdık ile bitirmişlerdir. Onların tutarsızlıkları buradadır. İkinci nokta, «nehâr» (gündüz)’ıMuhtasaru’l-Kudûrî sahibi Ebû’l-Hasan Ahmed b. Muhammed el-Kudûrî (362/ 972-428/1036)’nin güneşin doğuşu ile başlatmış ve «nehâr» kelimesinin lügat manasına sadık kalmış olmasıdır. Kendinden sonra gelen fakîhler bu durum karşısında «nehar» kelimesine ikinci bir mana eklemek suretiyle «şer’i nehar» ile «meteolojik (fennî) nehâr» terimlerini icâd ederek, gündüzü güneş doğmadan iki saat önce başlatmışlar, yani imsâkiyeyi tespit etmişlerdir.
Eğer lügatlere bakılacak olursa, onlardan bir kısmı fıkhın tesirinde kalarak nehân ya fecr-i sâdıktan başlatır veya ayrıca bir lügat manası olarak gösterirler. Dinî görüşlerin, kelimelerin lügat manalarına tesiri her konuda göriihnektedir. «Kur’ân’a Göre îman Esasları» adlı eserimizde bu hususta bilgi vermiştik. Ancak dinin terimleştirdiği kelimeler bunun dışındadır.
Merhum Prof. Muhammed Tancî Bey’le, sahurun güneşin doğuşuna kadar yenebileceğini münakaşa ettiğim zaman, bana «peki ne zaman namaz kılacaksın» sorusunu sormakla hiç olmazsa namaz kılacak kadar bir vakit bırakmak gerektiğini ifade etmek istedi. Ben de «sahur ile namaz arasında tertip yoktur» diyerek, insanın daha önce namaz kılıp, sonra sahur yiyebileceğini ifâde etmek suretiyle usûlî bir kaideyle cevap verdim. Tancî Bey, bunun üzerine bir şey söylemedi. Bu araştırmam esnasında yukarıda tabi’înden naklettiğim «eğer herkes tarafmdan böyle anlaşılmış olmasaydı, önce namaz kılar, sonra sahur yerdim» sözünü gördüğüm zaman ilk müslümanlar arasmda böyle bir fikre rastlamakla, onların ne kadar serbest düşündüklerine dair kanaatim daha da kuvvetlendi.
Sonuç olarak derim ki: Bir işin bir defa yapılması o işin meşruluğunun delilidir, ve her zaman öyle yapılabilir demektir. Bu, mantıkî kaidenin gereğidir. İlmî olarak güneşin doğuşuna kadar sahur yemenin câiz olduğunu ispatlamak mümkün görünüyor. Ancak fiilen o zamana kadar sahuru tehir edene rastlamak imkânsız gibidir. Hiç olmazsa araya sabah namazım sığdırmak gerekir. Sabah namazı on dakika, bilemedin, yirmi dakika sürsün. O halde güneşin doğuşuna yirmi dakika, biraz daha ihtiyatlı davranarak otuz dakika kalana kadar sahur yemenin câiz olduğunda Muhaddislerin çoğunluğu anlaşma halindedir. Sadece fakîhler biraz ihtiyatlı davranarak bunu bir saate kadar (fecr-i sâdığın başlangıcına kadar) uzatmışlardır. Hele bugünkü tatbikatta takvimlerin sahuru, güneşin doğuşuna iki saat kala veya güneşin doğuşundan bir saat kırkbeş dakika. öncesine göre tespit etmeleri ihnî ölçülerden uzaktır. Öyle ki, sanki teleskopla ufukta ışın zerreleri araştırılmakta ve onlara rastlayınca hemen gündüz başladı hükmü verilmektedir. Aslında normal gözle aydınlığın açıkça görülmesi ve aydınlığın yayılmasının şart olmasında ittifak olduğu düşünülecek olursa, müçtehidler seviyesinde İlmî bir araştırma ve münakaşa yaparak modern meteoloji tekniğinin ışığında bugünkü ihtiyaçlara cevap verme imkânı doğacaktır. Takvim yapan ve özellikle Diyanet İşleri Başkanlığının yukarıda naklettiğimiz ve özetinde de belirttiğimiz dört farklı içtihadın ve görüşün —eğer daha başkasını bulma imkânı varsa o da dahil olmak üzere— müslümanlara en kolay hangisinin geleceğini düşünüp, tespit ederek takribi ve tasvirî tayinleri dakika ve saat olarak değerlendirmesi dinî bir görevidir. Bu görüşler sahabe ve tabi’în gibi ilk müslümanların görüşleri olarak hepsinin bir meşruluk yönü bulunmaktadır. Hz. Peygamber de meşru ihtimallerden en kolayım seçtiğine göre, ona uymak en isabetli yoldur. Yaz mevsiminde yatsı namazının vaktini tayin ve tespit etmeye de büyük bir ihtiyaç vardır.
Zamanları zamanımıza, fennî ve kültür bilgileri bilgilerimize, coğrafî yerleri yerlerimize uymayan âlimlerin anlayışlarına körü körüne uymak bir çok problemler doğurmaktadır. Kutuplara doğru yaklaşıldıkça ve hatta Almanya’da yazın yatsı namazının vakti, îmam-ı Azam’ın içtihadına göre tahakkuk etmiyor diye yatsı namazım terketmeye gidenler çıkıyor. Aslında îmam-ı Azam’ın içtihadı Almanya için değildir. Sonra bir kimsenin içtihadına göre, nasıl olur da îslâmın temel farzlarından birini terketmek düşünülebiliyor. Artık din âlimlerinin bu gibi işleri yeniden ele ahp incelemeye koyulmaları gerekmektedir.
.1 Bu âyet-i kerime dinde önemli bir esas ve prensiptir. Bu prensip, zararlı şeylerin meşru olmaması prensibidir. Ömer Fahfeddin Razı, Mefâtlh el-Gayb, 3/557.
[2] Müslim, 15/83 (Nevevı ile birlikte); Buhârî, 7/101.
' 4 Şemseddîh M. b. Yûsuf el-Kirmânî (717-786/1317-1384), el-Kevâkib el-Derârî fî Şerh el-Buhârî, 1/161.
[5] Buhârî, 1/15.
[6] Ahmed b. Muhammed el-Kastallânî (851-923/1447-1517), îrşâd el-Sârî, 1/124.
[7] el-Kirmânî, Şerh el-Buhârî, 1/160.
[8] Buhârî, 1/25, 5/108, 7/101; Müslim, 12/40-42 (Nevevî ile birlikte).
[9] Buhârî, 7/101; Buhârî Şerh-i Aynî, 10/409, 8/181, 11/404, 1/431.
[10] Burada bu hükmü çıkarmak için İmam Nevevî, usûlî bir kaideye dayanmaktadır. Mutlak emirler tekrarı gerektirmez. Bir defa yapılması, emrin yerine getirilmesine yeter. Ama nehiylerde öyle değildir. Mutlak nehiy (yasak) her' zaman yasaklığını muhafaza eder. Bir defa bile yapılması ile yasak çiğnenmiş olur. Onun «zorlaştırmayın» yasağı hiçbir zaman ve hiçbir durumda güçlük çıkarmayın anlamını verir. Nevevî, bu uslûbun Kur'ân’dan alındığının farkında değildir. Zira Yüce Allah, oruç bahsinde, «Allah size kolayhk ister, zorluk istemez» demektedir. Burada da «kolaylık ister» ifadesiyle yetinilmemiştir. Ayrıca bk., el-Kastallanî, İrşâd el-Sârî, 1/179.
[11] Nevevî, Şerh, 12/41; el-Kirmânî, 2/34.
[12] Ebû Bekr el-Cessâs, Ahkâm el-Kur’ân, 1/223. ı;
[13] İsmail b. Kesîr, (774/1372), Tefsîr el-Kur’ân, 1/217, Beyrut 1969; Ahmed el-Bannâ, Tertîb Müsned Ahmed b. Hanbel, 1/89.
[14] İbn Kesîr, aynı yerler. ;
[15] îbn Kesir, aynı yerler. >
[16] Muhammed Mustafa Şelebî, el-Medhal li-dirâset el-Fikh el-îslâmi, s. 29, Mısır 1956.
[17] Kemâl b. Humâm, et-Tahrir, 2/146, 148, (Şerh el-Takrîr üe birlikte), Mısır 1316.
[18] Subhî Mahmasânî, Felsefet et-Teşrî' fi’I-İslâm, s. 205, Beyrut 1952.,
[19] Fahr el-îslâm Ebû’l-Hasan Alî el-Pezdevî, el-Usûl, 2/301, (Abdulaziz Buhârî’r nin Keşf el-Esrâr Şarhi ile birlikte), İstanbul 1308. '
[20] Şemseddîn b. Kudâma, (ölm. 682/1283), el-Şerh el-Kebîr, 3/77; Muvaffak b. Kudâma (ölm. 620/1223), el-Mugnî, 3/101.
[21] Aynı yer; Buhârf, 2/237; Müslim, 7/200, Nevevî Şerhi ile.
[22] îbn Kudâma, 3/101.
[23] Aynı yer.
[24] Ebû Bekr ‘Abdurrazzâk b. Hemmâm (126/743-211/826, el-Musannaf, 4/226.
[25] Aynı eser, 4/227; Buhârî, 2/240; Müslim, 7/209 (Nevevî ile); Tirmizî, 3/217.
[26] ‘Abdurrazzâk el-Hemmâm, aynı eser, 4/227.
[27] el-Musannaf, 4/230.
[28] Aynı yer.
[29] el-Musannaf, 4/232. J
[30] Aynı eser, 4/233-4.
[31] Aynı eser, 4/231.
[32] Aynı yer.
[33] Ebû Dâvûd, el-Sunen, 1/548, Mısır 1952.
[34] Ebû Dâvûd, 1/549.
[35] Aynı yer.
[36] Ebû ‘Abdillah Muhammed b. Abdulbâkî el-Zurkânî (1055/1645-1122/1710), Şerh Muvattâ li-îmam Mâlik, 2/402.
[37] Buhârî, 2/232.
[38] Sahîh-i Müslim, (Nevevî Şerhiyle), 7/201.
[39] Aynı eser, 7/203.
[40] Aynı yer.
[41] Aynı eser, 7/205.
[42] Sahîh-i Tirmizi, 3/224.
[43] Aynı eser, 3/225.
[44] îbn Arabî, Tirmizî Şerhi, 3/226.
[45] Aynı eser, 3/227.
[46] Aynı eser, 3/228.
[47] Tertîb Müsned Ahmed b. Hanbel, 10/18-19. Bu hadis başka farklarla da rivayet edilmiştir.
[48] Aynı eser, 10/21.
[49] Aynı yer.
[50] Aynı yer.
[51] Aynı eser, 10/23.
* Demek ki bu hadis meşhur olmuştu; bir çok kimse biliyordu. Böyle bir hadis sadece kendisinin işittiği bir hadisten sıhhat bakımından daha kuvvetli olur. Zira sadece kendisinin rivayeti haber-i vâhid’dir. Haberin yaygın olması ise meşhur olduğunu gösterir.
[52] Aynı yer. Ben de derim ki: Âlimlerin kendi aralarında meşhur olan başkadır; hadislerde meşhur olan başkadır. Hangi meşhur daha önemlidir?
[53] Bilâl’in geceleyin okuduğunda ittifak var, ama sonra okuduğu rivayeti de mevcut. Önemli olan hadisedir, şahıs değil.
[54] Tertîb Müsned Ahmed b. Hanbel, 10/27.
[55] Aynı yer.
[56] Aynı yer.
[57] Ebû Cafer Tahavî, Me’ânî’l-Asar, 1/324-5, Haydarabâd 1301.
[58] Aynı yer.
[59] ‘Ali b. ‘Ömer Dar Kutnî (306/918-385/995), 2/165.
[60] Aynı eser, 2/166.
[61] Aynı yer.
[62] Ebû Bekr Muhammed b. Musa b. Osman b. Hâzim (ölm. 584/1188), el-î’tibâr, s. 146, Humus 1966.
[63] Ebû Muhammed Abdullah b. Abdurrahman b. el-Fadl b. Behram el-Darimî (181/797-255/868), Sünen el-Darimî, 2/6, neşr.: Dar İhya el-Sünne el-Nabaviyye, Tarihsiz. Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesaî, Ebû Davud ve Abdullah b. el-lmam Ahmed’in hocasıdır. Çünkü bunların her biri Ebû Muhammed el-Darimî’den hadis rivayet etmişlerdir.
[64]Aynı eser,/7.
[65] Aynı eser, 1/373. Bu hadisin ravileri arasında olan Züheyr, eliyle ufukta aydınlığın nasıl olduğunu anlatıyor. Muteber olan yaygın ışıktır.
[66] Ebû Bekr Ahmed b. Hüseyn b. Ali el-Beyhakî (ölm. 458/1065),. el-Sünen el-Kübrâ, 4/237, Haydarabâd 1352.
[67] Aynı yer. - \
[68] Nevevî.
[69] Ahmed el-Banna, Tertîb Müsned Şerhi, 10/30.
[70] Aynı eser, 3/35.
[71] Aynı eser, 10/31.
[72] Aynı eser, 10/33.
[73] Aynı yer.
[74] Bedreddîn Mahmud b. Ahmed el-Aynî, Umdet el-Kari li-Şerh el-Buharî, 5/209.
[75] Aynı eser, 5/210.
[76] Aynı yer.
[77] Aynı yer.
[78] Aynı yer. Hz. Ali’nin bu sözünden de anlaşılıyor ki, o zamana kadar yemek yenir. ’ .
[79] Aynı eser, 5/211. A*
[80] Aynı yer.
[81] Aynı yer. .
[82] Aynı eser, 5/212.
[83] Aynı yer.
[84] Aynı yer.
[85] Aynı yer.
[86] Aynı yer. Verilen cevap tam isabetli değildir. Hz. Peygamberin çok değişik durumlara göre çeşitli hükümler verdiğini unutmamak gerekir,
[87] Aynı eser, 5/213. Derim ki: îlk ihtilaf fecrin açıklanması ye anlaşılması hu- susundadır. Bu yüzden âyete karşı olmaz. Onun senedinin sahih ve. iyi olduğunu kabul edenler vardır. (Tertîb Müsned Ahmed b. Hanbel, 10/21; Îbnu’i-Esîr, Câmi’u’l- Usûl, 6/366.).
[88] Ahmed b. Ali b. Hacet el-Askalânî, (773/1371-852/1448), Feth el-Barî li-Şerhi Sahih el-Buharî, 4/135.
* Yani bizzat ipliğe delâlet eden lügat manası. Böyle bir şeyi ileri sürmek çok tuhaf olur. Madem ki, beyaz iplikten zahirî anlam kastedilmiştir ve insanlar da öyle anlamışlardır, o halde tatbikat yanlış sonuç verdiği için onun ayrı bir manaya dönüştürülmesine gerek duyulduğu ileri sürülürdü ki, bu vahiy nazariyesine aykırı düşer.
[89] Aynı yer. Doğrusu «fecirden» sözü neshetmek için inzal buyurulmadı. Bu hususta varid olan hadis ve rivayetler beyaz iplik ile siyah ipliğin manasının nereden başlayarak yemeğe devam edilmesini ifade etmesi ihtimali olduğu gibi, ipliklerden odada, sokakta bulunan iplik kastedilmeyip, gün doğarken gecenin karanlığı ile gündüzün aydınlığının kavuştukları çizgi anlaşılmaktadır. Bu da güneşin doğması ile gündüz olması ve gecenin tamamen gitmesi demek olur.
[90] Aynı yer. '
[91] Aynı yer.
[92] Aynı eser, 4/136.
[93] Aynı yer.
[94] Aynı cilt, 137.
[95] Aynı cilt, 138.
[96] Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Sa’îd b. Hazm (ölm. 456/1063), el-Muhallâ, 6/230.
[97] Aynı eser, 6/231.
[98] Aynı eser, 6/232.
[99] Aynı yer.
[100] Ali b. Muhammed eİ-Kâri, Şerh Mişkât el-Mesâbîh, 2/512.
[101] Mahmud Muhammed Hattâb el-Subkî (Sini. 352/963)," el-Menhel el-Azb el-Mevrûd Şerh Sünen Ebî Dâvüd, 10/67, Mısır 1394.
[102] Aynı eser, 10/68. Bu tariften gerçek şafağın aydınlığın başlangıcı olmayıp, iyice etrafa yayılmasıdır. Bu da kırmızıhk görünmeden önce tam aydınlığın ortaya çıkmasıdır. " 1 ■ . ..
[103] Aynı eser, 10/70, 72. ..
[104] Aynı yer. . .
[105] Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr el-Taberî (ölm. 310/922), Tefsir, 2/171, Mısır 1954.
[106] Taberî, Tefsir, 2/173.
[107] Aynı cilt, 174.
[108] Aynı yer. Yukarıda da geçen bu hadis gösteriyor ki, beyaz iplik ile siyah ipliğin, yani gece ile gündüzün birbirlerinden ayrıldığı vakit, namazdan sonra tahakkuk etmiştir. O halde o ana kadar yenmesi ve içilmesi caizdir. Zaten Taberî de bu ve benzeri hadisleri güneşin doğuşuna kadar yemenin câiz olduğunu gösteren deliller olarak zikrediyor ve Hz. Ali’nin de bu görüşte olduğu sabit oluyor. Ama bu demek değildir ki, her zaman öyle yapmıştır. Bir defa yapmış olması cevaz hükmü için kafidir.
[109] Aynı yer.
[110] Aynı eser, 2/175.
[111] Aynı eser, 2/176. Bunda kimsenin ihtilafı yok. İhtilaf gündüzün ne zaman başladığı hususundadır.
[112] Aynı yer.
[113] Aynı yer. Görülüyor ki, Taberî farkına varmadan «iplik» kelimesinin gerçek manasım da kullanıyor. İnsan bir fikre daha önce sahipse, hep ona göre düşünür, görünür ve yorum yapar.
[115] Ebû Bekr Ahmed b. Ali el-Râzî (305/917-370/980), Ahkâm el-Kur’ân, 1/228- 229, İstanbul 1325.
[116] Aynı yer.
[117] Aynı yer.
[118] Aynı eser, 1/320.
[119] Ebû Bekr Muhammed b. Abdullah el-Ma‘rûf bi-îbn el-Arabî (468/1075-543/ 1148), Ahkâm el-Kur’ân, 1/92, Mısır 1967. Burada Îbnu’l-Arabî’nin sahurun kesinli ile iftarın yapılmasını aynı şekilde tarif etmesi, dikkat edilmesi gereken bir noktadır.
[120] îsma'il b. Kesir (ölm. 774/1372), Tefsir el-Kur’ân, 1/122, Beyrut 1969.
[121] Aynı eser, 1/222; îbn Hazm, 6/234. Bu zevatın adlarını burada zikretmemizden maksat, sahurun geciktirilmesini tasvip edip, tatbik edenlerin kimler olduğunu göstermektir. Çünkü sahurun erken yenmesini ileri sürenler, kendi fikirlerinde olanların çokluğundan bahsederek, fikirlerinin doğruluğunu ispat etmeğe çalışmalarının gerçeğe ne kadar uyup uymadığım ortaya koymaktır.
[122] Fahreddîn Râzî, Tefsir Kebîr, 2/203. Burada fennî olarak anlatmağa çalıştığı ile hadislerde anlatılan arasında, baza mezheplere göre muvafakat varsa da, hazalarına göre muhalefet vardır.
[123] Burada önemli bir noktanın açıklığa kavuşturulması gerekir. Yukanda da belirttiğimiz üzere, doğuşta güneş kursunun tamamen doğmasının değil, doğmaya başlaması olarak kabul edilen ilk noktasının gözükmesi kastedilmiş olmalıdır. Yoksa yanlış olur.
[124] Zaten hadisi şeriflerde burası açıkça belirtilmiştir.
[125] Aynı eser, 2/204.
[126] Aynı yer. ...........................
[127] Aynı yer. Ebû’l-Kâsım Mahmûd b. Ömer Zemahşerî, (467/1074-538/1143), el-Keşşâf, 1/339, Mısır 1966.
, 109 Ebû Velid Muhannned b. Ahmed b. Muhammed b. Ruşd, (ölm. 595/1198),
Bidayet el-Müctehid ve Nihayet el-Muktesid, 1/200, İstanbul 1333.
[129] ‘Osman b. ‘Ali Zeykî, Tebyîn el-Hakâ’ik, 1/312, Mısır 1313.
[130] Aynı yer. Halbuki ‘Adiy’nin hadisinde «gündüzün beyazlığı» güneşin doğuşunu gösterir. Güneşin doğuşundan önceki aydınlığın gündüz olduğunu göstermez. îbn Fâris, Mu'cem Mekâyis el-Lûga'da gündüzün (nehâr) fecrin doğuşu ile güneşin batışı arasındaki ışıktan dolayı karanlığın açılmasıdır, demiştir. Bk., c. 6, s. 362.
[131] Şemseddîn es-Serahsî, el-Mebsût, 3/54, Mısır 1324. 1
[132] Ali b. Ebû Bekr Marginânî (ölm. 593/1196), el-Hidâye, 1/94. Burada tarif ile tavsif arasında bir tenakuz görülüyor. Ancak nehârın (gündüzün) fecirden. başladığını ileri sürerek bu tenakuzdan kurtulabilir. -
114. Firuzabadî, el-Kâmus’da fecrin doğuşu ile güneşin batısı arasındaki ışık veya güneşin doğuşu ile batışı arasındaki aydınlık, yahut gözün ışığının yayılması ve ayrılması olarak tarif etmektedir. (Bk. 2/149. İbn el-Manzûr, el-Lisân, 3/728, neşr.: Yûsuf Hayyât, Beyrut). Kök manası «nehr» aslında kazmak, oymak, akıtmak, akmak, nehrin akacak yeri’dir. Bk., aynı yerler.
[134] Kemâl b. el-Humâm, Şerh Feth el-Kâdir, 2/62.
[135] Aynı eser, 2/61.
[136] Muhammed Şirbinî el-Hatîb, Mugnî el-Muhtâc, 1/124, Mısır 1958. : . . ■
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar