Print Friendly and PDF

A HİSTORY OF GOD /Tanrı'nın Tarihçesi (2001)



Ülke: ABD
Tür: Belgesel
Vizyon Tarihi: 04 Aralık 2012 (ABD)
Dil: İngilizce
Senaryo: Karen Armstrong    
Yapımcı: Bram Roos 
Altyazı ve çeviri: felis agnosticus

   Özet
 A History of God (Tanrı'nın Bir Tarihçesi, Tanrı’nın Tarihi), Karen Armstrong tarafından 1993 yılında yazılmış olan ve temelde 3 büyük dinin tarihsel gelişimini anlatan bir kitaptır. Aşağıda gelecek olan belgesel metni de kitabın 1,5 saatlik çok kısa bir özeti şeklindedir. 
Kitapta, insanoğlunun paganizm ile başlayan tanrı arayışının çeşitli aşamaları tarihsel süzgeçten geçiriliyor; semavi dinlerin ortaya çıkışı, gelişimi ve inanç sistemlerindeki ilginç noktalar anlatılıyor. Temelde, tanrı kavramının ve dolayısıyla dinlerin, insanın değişen dünya görüşüne ve yaşam koşullarına göre nasıl değiştiğinin altı çiziliyor, 3 büyük dinin bu kavrama dair farklı bakış açıları inceleniyor. Hem felsefi, hem de metafizik boyutuyla, insanların tanrı kavramını nasıl algıladıklarını ve nasıl deneyimlediklerini, hangi tarihsel olayların ne gibi inanç akımlarına yol açtığını ve bunların günümüze kadar ne şekilde geldiğini görmemizi sağlıyor.
   Belgesel, çeşitli din adamlarının ve teologların yorumlarıyla, kutsal kitaplardan örneklerle ve animasyonlarla renklendirilmiş olup bir tarih belgeseli şeklinde izlenmesi gereken, ama aynı zamanda kendi inançlarımızı veya inançsızlığımızı sorgulamamızı tetikleyen bir belgeseldir. 2001 yılında televizyonlarda yayınlanmıştır. Bu özellikleriyle bilgilendirici olması bir yana, hem inançlı, hem de inançsız kesimden çeşitli tepkiler almıştır. Belgeselin büyük bir bölümünde hâkim olan inançsız ama tarafsız üslup, sonlara doğru yerini, inanmak ile inanmamak arasında kalmış bir insanın üslubuna bırakır; ki zaten Karen Armstrong'ın aşağıdaki kısa biyografisini okursanız, bunun sebebini çok daha iyi anlayabilirsiniz.
   Her ne kadar tarafsız görünen ve barışçıl bir üslubu olsa da, dinlerin güzel yanları kadar tehlikeli ve sapkın yanlarının da anlatılmış olmasını dilerdim, çok daha GERÇEKÇİ bir Tanrı (ve din) kavramı sunmuş olurdu izleyicilere. Günümüz için fazlaca iyimser bir bakış açısına sahip olduğunu ve insanlığın henüz dünyayı ve dini inançlarını bu şekilde değerlendirmekten çok uzak olduklarını düşünmeme rağmen, portrelenen “gelecekteki sevgi, barış, huzur dolu dünya” dileği, şüphesiz hepimizin istediği bir şeydir. O anlamda, yobaz ve kendilerininkinden farklı düşüncelere tahammülü olmayan bazı insanların mutlaka izlemesi gereken bir belgesel olduğu kanısındayım. Ancak ateistlerin zaman zaman oldukça da sert bir şekilde eleştirdiği (ve o kadar sert olmasa da, eleştirilmeyi hakettiğini düşünülen) kusurları yok değildir.
      Karen Armstrong, pek çok ünlü ateist (Dawkins, Dennett, Jerry Coyne gibi) tarafından sert bir şekilde eleştirilmiştir. Dennett'ın konuyla ilgili eleştiriyi yaptığı (ve hatta işi daha da ileri götürerek, Armstrong'un tutarsız teolojik çarpıtmalarını tiye almak için taklidini bile yaptığı) sunumunu izlemek ve Richard Dawkins'in Armstrong'a cevaben yazmış olduğu eleştiri yazısını okumak için tıklayın.
     Jerry Coyne ve Richard Dawkins'in eleştirilerini okumak için tıklayın.
     Kitabın yazarı ve belgeselde de anlatıcı görevini üstlenmiş olan Karen Armstrong kimdir?
   Katolik bir rahibe olarak yedi yıl geçirdikten sonra,1969'da manastırdan ayrıldı ve Oxford Üniversitesi'nden edebiyat lisans diploması alıp Londra Üniversitesi'nde modern edebiyat dersleri vermeye başladı. Aynı zamanda bir kamu kız lisesinin de İngilizce bölüm başkanlığını yaptı.
   1982'de okuldan ayrılıp serbest yazarlığa ve görsel yayıncılığa başladı.1983'te orta doğuda St. Paul'ün eserleri ve hayatını konu alan altı bölümlük bir belgesel dizisi çekiminde görev aldı. Kudüs gezisi sırasında bir ateist olan Armstrong, hiçbir zaman Katolik kilisesine dönmedi ancak bağımsız bir monoteist olarak hayatına devam etti. Doğuya yaptığı seyahat ve edindiği bilgiler, kendisini çok daha mistik bir anlayışa yönlendirmiş, doğu kültürünün daha “gizemli” olan dünyasına yönelmesine sebep olmuştur. Yani özetle, Karen Armstrong Kudüs gezisinden sonra hiçbir dine mensup olmasa da tek tanrıya inanan bir kişiye dönüşmüştür ve belgeseli çektiği zaman da bu görüştedir. 
   Karşılaştırmalı dinler üzerine 12 kitap yazmıştır.
   Diğer televizyon çalışmaları Varieties of Religious Experience (Dini Tecrübenin Türleri, 1984) ve Tongues of Fire (Ateşten Diller, 1985) gibi yapıtları içermektedir ki ikinci yapıt, dini ve şiirsel ifade ile ilgili aynı isimli bir antoloji oluşturması ile sonuçlanmıştır. 1988'de (ve 1991, 2001 sonraki baskılar) yayınladığı Holy War (Kutsal Çatışma) adlı eseri, batıda sert eleştirilere hedef olmasına yol açmıştır.
   Islam: A Short History (İslam’ın Kısa Bir Tarihçesi) isimli kitabıyla, İslam’ın batıda bilindiği gibi vahşi ve karanlık bir din olmadığını savunmuş ve bu sebeple de sıkça eleştirilmiştir. Bu konuda fazlasıyla iyimser olduğunu düşünülüyor, zira yer verilen ayetler hep İslam’ın sözde aydınlık yüzüdür, karanlık kısımları hep gözardı edilmiştir. Karen Armstrong bunları bilmediği için mi, yoksa özellikle (ki bunun farklı sebepleri olabilir) gizlemek istediği için mi yaptığını bilmiyorum.  
Kaynaklar:
   
Bu kısmın Alıntı linki:
http://www.baharkilic.org/post/2011/07/05/Tanrinin-Tarihi-A-History-of-God-%28belgesel%29.aspx

İnsanlık tarihi, bir arayış olarak düşünülebilir. Bilgi arayışı, teselli arayışı, anlama arayışı. İnsanoğlunun belki de en büyük soruları inançla ilgilidir. Tanrı'yla ilgilidir. Tanrı'ya dair inançlar çok sayıda yoldan seyahat etmiştir. Bir tanesi, 3 büyük monoteist din ile sonuçlanmıştır. Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam. Tanrı'yı bugün olduğu şekliyle algılayabilmek için. Tarih boyunca zamanla değişmiş olan bir algıdır bu. Ve hala da değişmektedir. Tarihlerinin erken dönemlerinde Museviler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar, kendilerinden önceki pagan toplumlarınca "ateist" olarak tanımlanmıştır. Tanrı'ya inanmadıkları için değil, besbelli ki inanıyorlardı. Ama kutsal olana dair düşünceleri çok farklıydı. Evrende tek bir üstün Tanrı olması fikri, insanların bilincine öylesine hükmetmiş durumdadır ki, bunu sorgulama ihtiyacını bile bastırmıştır. Ama bu noktaya gelinceye kadarki süreç, öngörülemeyen, zor ve hatta acılı bir süreç olmuştur. Bu, o sürecin hikayesidir.
Tanrı'nın tarihi. "Ben neysem oyum"  "Başka Tanrı'ya tapmayacaksın"
İnsanlığın şafağından beri, birkaç 100 bin yıl öncesinden başlayarak insanlar, öngörülemeyen ve çoğu zaman da düzensiz olan bir dünyaya  anlam vermenin yollarını aramıştır. Biz kimiz?
Neden varız?
Mevsimler neden değişir?
Hayat neden acılarla doludur?
Öldüğümüz zaman ne olur?
 Bu arayış, insanların olaylara tinsel açıdan bakmasına sebep oldu. Somut dünyanın ötesindeki olaylara.. Eski toplumlar, doğa üstü güçlerin varlığına yöneldi. "Tanrılar" diyeceğimiz güçlerden huzur ve düzen için medet umdular. Politeizm veya paganizm(putperestlik) denilen bu birden çok Tanrı inancı, insanoğluna, uzun süren tarihi boyunca hükmetti. Tek bir üstün kutsal varlığa inanmak anlamına gelen monoteizm, yaklaşık 4 bin yıl önce ortaya çıktı. Bugün ise insanlar için Tanrı; ebedi ve değişmeyen bir varlıktır. Tanrı hakkındaki düşünceler, Tanrı'nın dünyada ilk kez ortaya çıkışından beri değişim geçirmektedir. "Tanrı'nın değişmesi" fikri, bir kavram kargaşası yaratıyor gibi gelebilir. Çünkü Tanrı'nın mutlak, ebedi ve ilahi olması gerekir. Ve aslında bu temel kutsallık gerçeği değişmez,., ama insanların bunu ifade ediş tarzı değişir. Atalarımız ile aynı şekilde dindar olamayız çünkü bakış açımız tamamen değişti. Uzaydan dünyamıza baktık mesela. Dolayısıyla her neslin, geçmişine ait geleneklere bakarak, kutsal metinlere bakarak, onların kendilerine ait tuhaf ve özgün koşullarına bakarak, geçmişin geleneklerini günümüzün sorunlarına uyarlamak için, yaratıcı bir çıkış yapmak durumundadır. "Yapım aşamaları devam eden Tanrı", ilk olarak politeizmin mini Tanrıları şeklinde ortaya çıktı. Her Tanrı'nın, güç ve sorumluluk alanları sınırlıydı. Avlanma gibi veya savaş, doğurganlık veya ölüm gibi. Eski insanlar için, bu sayıca fazla ama sınırlı tanrılar, onlara fazlasıyla ulaşılabilir ve yakın geliyordu. Paganlar, pek çok tanrıya inanan politeist insanlardı. Hem ilahi olanla hem de dünyayla çok yakın ve sıcak bir ilişkileri vardı. Bu dünyalar ile kadınlar, erkekler ve tanrılar arasında uzanan uçurumlar görmüyorlardı. Paganizmin çekiciliği, tanrıların böylesine yakın olmasıydı, onları görmek için çok fazla mücadele etmenin gerekmemesiydi. Doğrudan ve istediğiniz anda hayatınızda bulunuyor olmalarıydı. Politeizmin çekiciliğini anlamak istiyorsak, öncelikle Katarizm'e, azizleriyle birlikte göz atmamız gerekiyor bence. Hiçbir katolik politeist olduğunu söylemez, ama şu ya da bu şekilde faydalı olmuş olan azizlerin kaydını tutmayı severler. Cascia'lı Azize Rita, umutsuzların azizesidir, Azize Jude da öyledir mesela. Ben Azize Agatha gününde doğmuşum, o da göğüsleri kesilmiş bir azizedir, dolayısıyla göğüs kanseri olan kadınlar için bir destek simgesidir. Cristopher, seyyahların azizidir. Yani burada, insani bir dürtünün gölgesini görüyoruz:
"İyice derine inip eksik birşey kalmadığından emin olmalıyım." diyen dürtüden bahsediyorum. Politeizm bu yüzden vardı. Ve böylece, eski insanlar tinsel dünyayla pek çok tanrı aracılığıyla iletişim kurdu. Her biriyle doğrudan ve de belirli bir amaç için iletişim kurulabiliyordu. Ve sonra, bildiğimiz kadarıyla 4 bin yıl önce, tek bir kutsal varlık fikrinin ortaya çıkışı için ilk kıpırdanmalar başladı. Ortaya çıkış yeri, antik Orta Doğu'nun batısında bulunan Kenan bölgesiydi. Burada Kenaniler denilen yerel halk yaşıyordu. Kenan dini, tipik bir pagan, politeist dindi. Kendilerine ait bir tapınakları vardı ve baş tanrı El idi. El karanlık bir kişilikti, yüksek bir tanrıydı. El'in oğlu Baal, fırtına ve bereket tanrısıydı. Baal'ın kızkardeşi de ekin tanrıçası Anat idi. Museviliğin geleneksel kurucuları olan İbrahim, İshak ve Yakub, hayatlarını bu tanrılarla çevrelenmiş olarak yaşadılar. Tek bir üstün tanrıya inanmayı gerektiren monoteizm inancı, işte bu pagan kültüründen doğacaktır. O zamanın din adamları, bizim anlayışımıza göre monoteist değillerdi. Yalnızca tek bir tanrıya inanmıyorlardı. Bağlılıklarını seçtikleri tek bir tanrıya sunmuş olabilirler ama başka tanrıların da varolduğuna inanıyorlardı. Ve İbrahim de tipik bir pagan gibi davrandı. Kenan'a gelirken eski tanrılarını beraberinde getirmedi çünkü o bölgede artık etkili değillerdi. Derhal El gibi yerel tanrılara tapınmaya başladı. Monoteist dinlerin geleneğinde, doğal olarak kurucusunu veya kurucularını ilk günden beri bütünüyle tamamlanmış bir dinin devrimci liderleri olarak görme isteği vardır. Ama hiç kimse, mevcut fikirlerden doğmamış olan yeni bir fikir ortaya atamaz. Dolayısıyla en azından şunu söyleyebiliriz: İbrahim'in, Yakup'un ve İshak'ın tanrıya verdikleri isim olan "El", aynı zamanda Kenani tapınağında da kullanılan bir isimdir. Ve de neden öyle olmasın ki?
 İbrahim, geleneksel anlamda ilk monoteist insan olarak bilinir. Ama onun Tanrı'yla olan ilişkisi, komşularının pagan tanrılarıyla olan ilişkilerine çok benzer. İncil'in kendisi bile sanki bunu doğrular niteliktedir.
"Hava ısınırken çadırının girişinde oturuyordu. Yukarı baktığında yakınında duran 3 adam gördü. Onlarla selamlaşmak için koştu ve saygıyla eğilerek şöyle dedi: Efendilerim, eğer gözünde lütuf bulduysam, lütfen kulunuzun yanından ayrılmayın. Biraz su getirteyim, bırakın size yiyecek bir şeyler getireyim”- Yaratılış; 18:1
Bir korulukta veya tam karşısınızda insan olarak vücut bulmuş haliyle bir Tanrı'yı görmeniz veya Tanrı'nın suretiyle ilgili bir deneyim yaşamanız çok olasıydı. Ve bazen İbrahim, Tanrı'yla yemek bile yerdi veya tartışmaya girerdi; sanki karşısında bir eşiti varmış gibi. Bu, sonradan Musevi toplumları için şaşırtıcı bir durum olarak karşılaşacaktı. Ama o zamanlar bu, İbrahim için gayet doğal birşeydi çünkü çok daha farklı bir dünyada yaşıyordu. Hayvanların kurban edilmesi, eski paganların tanrılarıyla iletişim kurmak için kullandığı yöntemlerden biriydi. İbrahim için de durum farklı değildi. "Ve dedi ki: Ey tanrım, bu toprakları miras alacağımı nasıl bileceğim?
Ve Tanrı cevap verdi: Bana bir düve, bir keçi, bir de koç getir. Bir de kumruyla güvercin yavrusu getir. Ve İbrahim bunların hepsini getirdi, onları ortadan ikiye böldü- Yaratılış; 15:8
Eski dünyaya ait her dinde, mutlaka "kurban" eyleminin bir çeşidi vardır. Kurban etme işlemi önemliydi çünkü Tanrı'yla insanlar arasındaki karşılıklı ilişkinin önemini vurguluyordu. Öldürülen hayvanın etleri tanrılara sunuluyordu ve aşağıdaki insanlar da bu adanmış etten yiyerek bir anlamda tanrılarla bir öğün paylaşmış oluyorlardı, çünkü insanlar şöyle düşünür:
"Eğer gerçekten inancında samimiysen, bunu kanıtlamak için birşeyleri vermeli, ve hatta feda etmelisin."
Eğer yeterince inanırsa, insanlar bu yüzden savaşlarda ölür, bir başkasının hayatını kurtarmak için kendi hayatını bu sebeple feda eder. Ancak bazı pagan kültürlerinde, hayvan kurban etmek her zaman yeterli değildi. Bazı durumlarda daha değerli kurbanlar gerekirdi. Bir insanı kurban etmek gibi.. Hatta bazen de bir çocuk. Bu da İbrahim'in hayatına girmiş olan bir başka dini gelenekti.
"Tanrı, İbrahim'i sınava tabi tuttu. Ve dedi ki: Sevdiğin biricik oğlunu al, Moriya bölgesine git. Orada sana göstereceğim bir dağda oğlunu yakmalık sunu olarak sun- Yaratılış; 22:1
İshak hikâyesi belki de Museviler için en derin, anlaşılması en zor ve tuhaf bir şekilde Musevi kültüründe en çok değer verilen hikayedir. Bunun sebebi, bize o zamanın inanç sistemlerinde, Tanrı'yla insan etkileşimi hakkında çok şey gösteriyor olmasıdır. Bir yandan İbrahim'i sadece bir çocuk katili gibi gösterir, çünkü bu hikayede oğlunu neredeyse öldürecektir. Ama birçok âlim buna daha farklı bir açıdan bakar. Çünkü çocuk kurban edilmesi o dönemde çok yaygın bir uygulamadır ve bu hikaye, Musevi metinlerinde konuyla ilgili bulunan son hikayedir. Sonradan Tanrı'nın İbrahim'e oğlu yerine bir koçu kurban etmesini emretmesiyle, bir daha inancın ve Tanrı anlayışının, bu derece ağır bir şekilde sınava tabi tutulmasını istemediğini buyurduğu ve böylece tarihte önemli bir değişiklik yaratmayı amaçladığı savunulur. Kitab-ı Mukaddes'te adı geçen son peygamber ve İbrahim'in torunu olan Yakup, Tanrı'yla atalarından çok daha yakın bir şekilde iletişim kuran kişi olacaktır. "Bir adam gün ağarıncaya kadar onunla güreşti. Yakup'u yenemeyeceğini anlayınca, dedi ki: "Bırak beni, gün ağarıyor." Yakup cevap verdi: "Beni kutsamadıkça seni bırakmam." Adam dedi ki: "Artık sana Yakup değil, İsrail denecek. Çünkü Tanrı'yla güreşip yendin." Yakup: "Lütfen adını söyler misin?
" diye sordu. Adam: "Adımı sormamalısın." dedi ve kayboldu- Yaratılış; 32:24
Benim için algılanması zor bir gizem içeriyor. Yani kimdir bu kutsal varlık?
 Bütün gece tükenme noktasına gelene kadar onunla güreşmek ne anlama gelir?
 Hikayenin sonunun, hem insanla hem de Tanrı'yla bağdaştırılabilir oluşunu da özellikle beğeniyorum. Aralarındaki ilişki, basit bir şekilde itaat veya zafer kazanma şeklinde değil, güreşme eylemiyle ifade edilmiştir. Ve bu da bence Musevi geleneklerinin en temel gerçeklerinden biridir. "Algılanması imkansız olan sonsuz Tanrı" düşüncesi  ve "Dokunulup hissedilecek kadar yakın olan Tanrı" düşüncesi arasında kendi algımızla güreşip dururuz. Güreşme faslından sonra Yakup, ziyaretçinin ismini öğrenmek ister. Ve ziyaretçi cevap vermez. Antik kültürlerde, birisinin ismini bilmek, bu bir Tanrı bile olsa, size ona hükmedebilme gücünü verirdi. Tarikat ayinlerinde, tanrıların isimlerini defalarca makamlı bir şekilde söylerlerdi, böylece bu Tanrı'yı idare edip istediklerini yapmasını sağlamaya çalışırlardı. Ama bu Tanrı "hayır" der, "Adımı bilemezsin, beni bu şekilde kontrol edemezsin" der ve ortadan kaybolur. Burada belli belirsiz bir değişim söz konusudur. Yakup'un Tanrı'sı, alışıldık pagan Tanrı inancından yavaşça uzaklaşmaya başlamıştır. Sonuç olarak Musevilik, bulunduğu toplumun dini geleneklerinden ne kadar farklı ve ne kadar radikal olursa olsun, tek bir adımda bir gecede meydana gelmemiştir. Zamanla büyümüştür. Kutsal peygamberlerle oluşmaya başlayan yeni tanrı anlayışı, kısa zamanda yeni bir şekle dönüşecekti. Bu dönüşüm, büyük devrimsel ayaklanmaların olduğu bir döneme denk gelir. Eski din adamlarının torunlarının, Tanrı ve peygamberi Hz. Musa sayesinde Mısır'daki köleliklerinden kurtulup özgür kaldıkları dönemdir. Hz. Musa'nın ve Exodus(Mısır'dan Çıkış) kutsal kitabının Tanrı'sı, artık din adamlarının "el altında bulunan ve ulaşılması kolay olan" tanrısı değildir. Tanrı artık gizem doludur ve yine aynı derecede gizemli bir de ismi vardır. Monoteizm, tanrıların ulaşılabilir olduğu bir çağda ortaya çıkmıştır. Kutsal kitaplardaki resullerin deneyimlediği Tanrı da bundan pek farklı değildir. Ama bu, değişmek üzereydi. Yaklaşık 3600 yıl önce, Kenan diyarında büyük bir kıtlık başladı. Ve son kutsal peygamber olan Yakup, ailesiyle birlikte Mısır topraklarında yiyecek aradı. Kutsal metinler, Yakup ve onun soyunun ilk başlarda Mısır'da zenginleştiğini söyler. Ama sayıları ve güçleri arttıkça, Mısır'lılar onlardan çekinmeye başladı ve onları köle olmaya zorladı. 400 yıllık esaret döneminden sonra Tanrı, Yakup'un soyu olan İsrailoğulları'nı Mısır'dan çıkarması ve önderlik etmesi için Hz. Musa'yı görevlendirdi.
"Hz. Musa baktı çalı yanıyor, ama tükenmiyor. Tanrı Hz. Musa'nın yaklaştığını görünce, çalının içinden, "Hz. Musa, Hz. Musa!" diye seslendi. Hz. Musa, "Buyur!" diye yanıtladı. Tanrı, "Fazla yaklaşma" dedi, "Çarıklarını çıkar. Çünkü bastığın yer kutsal topraktır- Mısır'dan Çıkış; 3:2
Kendinden geçen Hz. Musa, Yakup'un Tanrı'yla güreştikten sonra sorduğu sorunun aynısını sorar:
"Adın nedir? " Ve bu sefer Tanrı cevap verir. Ama kendisini, aslında bir isim olmayan bir kelime ile tarif eder. " Ehyeh Asher Ehyeh = Ben neysem oyum" anlamına gelen "Yahweh (Yehova)" cevabını verir. Hz. Musa'nın Tanrı'sı, İbrahim'le dostane bir şekilde yemek yiyen Tanrı'dan çok farklıdır. Tanrı, yanan çalının içinden Hz. Musa'ya ismini söyler. "Ehyeh Asher Ehyeh" ki bu da Eski Ahit'te Yahweh (Yehova) haline gelir. Ve bu gizemli bir cümledir. Aslında bu; kasıtlı bir belirsizliği ifade eden İbranice bir deyimdir. Ve Tanrı bu şekilde Hz. Musa'ya; "Kendi işine bak, benim kim olduğum seni ilgilendirmez." demektedir.
(Ehyeh Asher Ehyeh = Ben neysem oyum” un
Arapçaya geçmiş şekli olan “Bi âhiyyen şerâhiyyen”
İsmi, Hz. Ali kerremallâhü veçheye ait olduğu rivayet edilen
Celcelutiyye Kasidesinde geçer.
Bi âhiyyen şerâhiyyen ezûnâyi sabvetin
Asbâvüsin âli şeddâye aksemtü bi taytağat

Burada yine, idare edilemeyen, ismi kullanılarak kontrol edilemeyen bir Tanrı görüyoruz. O herneyse, O olmaya devam edecektir. 20. yüzyılda önemli bir teolog olan Rudolf Otto buna,  "mysterium tremendom et fascinans" adını vermiştir. İki etkisi vardır: Muazzamdır, sizi sürükler. "Ayağındaki çarıkları çıkar çünkü kutsal topraklara basıyorsun" der, adeta "Defol git buradan, sen bir hiçsin" der gibi. Diğer bir etkisi büyüleyici olmasıdır. Işığa doğru uçan bir güve kelebeği gibisinizdir. İnsanı elinde tutar. Ona katlanamazsınız ama onsuz da yapamazsınız. Ve bu da, Tanrı gizemiyle başa çıkmak için kutsal kitaplarda kullanılan en yaygın yöntemlerden biridir. Kölelikten kurtarılmayı arzulayarak bekleyen İsrailoğulları için, atalarının kişisel Tanrı'sı olan El, artık yeterli değildi. Onları özgürlüğe kavuşturacak, dinamik ve gizemli bir tanrıya ihtiyaçları vardı. Yehova, böyle bir tanrıydı. Mısır'da 10 tane büyük mucizevi afet oldu. Bazıları Mısır tanrılarını özellikle hedef alan saldırılardı. Önce Nil nehri bir kan nehrine dönüştü. Ardından  bitler, çekirgeler, dolu ve şimsekler, iyileşmeyen çıbanlar ve heryere hakim olan mutlak karanlık geldi. Ve en sonunda Tanrı, her Mısır'lı ailenin ilk doğan oğlunu öldürür. Köle sahipleri onları artık alamaz. Firavun sonunda teslim olur ve İsrailoğulları'nın Mısır'ı terketmesine izin verir. Exodus(Mısır'dan Çıkış) hikâyesiyle Hz. Musa, yeni bir farkındalık oluşturur: Bu Tanrı özgürleştiricidir, insana saygısı olan, onlara değer veren ve onları seven bir Tanrı'dır. Özgürleştiren odur, mutlak diktatörlüğü, bu durumda Firavun'un diktatörlüğünü yıkan odur. Ve bir yandan da bir daha hiçbir insanın mutlak hakim olmayacağını, sadece Tanrı'nın mutlak hakim olabileceğini belirtmiş olur. Bu da bütün insan soylarını akraba yapar. Hz. Musa'nın ve İsrailoğulları'nın özgürleştirilmesini anlatan hikayeler, biz Afrika kökenli Amerikalılar'ın ilgisini çeker ve gönlümüze işler. Çünkü deneyimlerimiz buna çok benzemektedir. Köleleştirilmiş olmamız, güçlü köle sahiplerince köleleştirilmiş olmamız mantıksız beklentilerin ötesinde çalıştırılmış olmamız, yeterince malzeme olmadan çalıştırılmamız, ezilen alt tabaka halk olmak zorunda kalışımız, tıpkı İsrailoğulları'nın tarihine benzer ve bizim tarihimizle aynıdır. Tanrı'nın dualarımızı duyması ve bizi kölelikten kurtarmaya karar vermesi bir mucizedir. İsrail kavminden biri için, Mısır'dan Çıkış'ın Tanrı'sı harika ve özgürleştiriciydi, ama bir Mısır'lı için hiç de öyle değildi. Mısır'lılar bu Tanrı'nın elinden büyük acılar çekti. Tanrı'ya "Orduların Tanrı'sı" anlamına gelen Yahweh Sabaoth denir. Ve o kabileye ait bir Tanrı'dır, henüz evrensel değildir. Mısır'lıların kendi tanrıları vardır. Ve bu Tanrı, Mısır tanrılarıyla savaşmaktadır. Tutkuyla sadece kendi insanlarının tarafındadır ve gerekirse onların tüm düşmanlarını öldürmeye hazırdır. Mısır'ın elinden kurtulup özgürleşen İsrailoğulları, Sina Çölü'ne doğru ilerlediler. Tanrı'nın kendisini gösterdiği yanan çalının olduğu dağa doğru yol aldılar. Sina Dağı'nda Yehova ile yaşadıkları karşılaşma, ilişkilerini açıkça tanımlayacaktır.
 "Üçüncü günün sabahı gök gürledi, şimşekler çaktı. Dağın üzerinde koyu bir bulut vardı. İnsanlar titriyordu. Tanrı Sina Dağı'nın üzerine indi, Hz. Musa'yı dağın tepesine çağırdı. Hz. Musa tepeye çıktı- Mısır'dan Çıkış; 19:16
Yunan ortodoksları Hz. Musa'nın dağın tepesine çıkması fikrine bayıldı. Hz. Musa'nın yoğun bulutlarla çevrelenmiş bir şekilde, normalde sadece Tanrı'nın olduğu ve görülemeyen bir yerde, Tanrı'yla birlikte olma düşüncesine bayıldılar. Ve bu fikri şöyle yorumlayacak şekilde kullandılar: "Evet, Tanrı'yla beraber olabilirsin, ama sakın onu açıkça görebileceğini düşünme, onu tanımlayıp doğasını anlayabileceğini sanma."
Kilise öncülerinden biri olan Gregory Palamas şöyle yazmıştır:
"Eğer-Tanrı vardır- diyorsak, -Biz var değiliz- dememiz gerekir."
Bununla şunu demek istemiştir: Tanrı üstün bir varlık değildir ya da bizim algıladığmız ve olduğumuz şekilde bir "varlık" değildir. O halde ne varsa, Tanrı'dır. O varoluşun içindeki varoluştur. Tanrı'yı sınırlarsanız, kendi hayalinizde bile bunu yaparsanız, Tanrı'yı yaratıyorsunuz demektir. Çünkü hayal gücü, beş duyunun bir ürünüdür. Bilgisayar hafızası gibi, beyninizdeki anılardan yararlanarak onu oluşturursunuz. Dolayısıyla Tanrı'yı yaratmış olursunuz ve bu, Tanrı'ya yapılamaz. Tek üstün Tanrı'nın bu gizemli ve algılanamayan yapısı, Sina Dağı'nda iletilen on emrin ikincisinde açıkça ifade edilir.
"Benden başka Tanrın olmayacak. Kendine yukarıda gökyüzündeki cennette olana benzeyen herhangi put veya benzeri heykel yapmayacaksın- Mısır'dan Çıkış; 20:3
Ama belki de daha yakın ve rahatlatıcı olan, eski "ulaşılabilir Tanrı" fikrini terketmek, gerçekten de zor olmuştur. Tanrı emirlerini Sina Dağı'nda Hz. Musa'ya gönderirken bile, insanları beklemekten sıkılır. Pagan tanrısı El'in geleneksel görüntüsü olan altın bir buzağı heykeli yaparlar. Dağın eteklerinde masraflı bir ziyafet düzenleyip dans ederler. Sina Dağı'nda olağanüstü bir olay yaşanıyordu. Gökgürültüsü, şimşekler ve özgürleşme gibi harika şeyler oluyordu. Tanrı, "Tek tanrı benim ve benden üstün bir Tanrı yoktur." demişti. Ve şimdi de dönüp baktıklarında aynı Tanrı, önünde dans edip şarkı söyleyebilecekleri ve dokunabilecekleri altın bir buzağı yaratmıştı. Yani insanların bir gecede değişmesini beklerseniz, kalbiniz kırılacaktır. İnsanların bir haftada, bir günde ve hatta bir nesilde, kutsal şeylere yönelik alışkanlıklarından kurtulamıyor olması, kimseyi şaşırtmamalıdır. Ancak acaba İsrailoğulları, altın buzağıya tapınarak Tanrı'yla insanlar arasında oluşmaya başlayan mesafeyi mi kapatmaya çalışıyordu?
 Atalarının Tanrı'ya hissettiği yakınlığın birazını da olsa hissetmeyi mi umuyorlardı?
 Sembolik nesneler, görüntüler ve putlar yaratmak, her dinde görülen güçlü bir dürtüdür. Çünkü onlara dokunabilir, onlarla konuşabilirsiniz, vesaire. Halen somut olan şeylere karşı kuvvetli hislerimiz vardır. Tüm monoteist inançların temelinde, kaçamayacağınız bir gerilim yatar. Bir yandan bu her türlü hayal gücünün ötesinde olan, evrensel ve ebedi Tanrı kavramı konusunda ısrar ederken, diğer yandan da aynı Tanrı'nın, uçsuz bucaksız evrendeki önemsiz bir nokta olan insana değer verdiği konusunda ısrar ediyoruz. Dolayısıyla burada gerçekten de bir çelişki vardır ve insanlar doğal olarak zaman zaman bu gerilimin bir tarafına odaklanır. Hastanede yatarken, hahamların bahsettiği o Tanrısal kutsallığı başucumda hissetmek isterim. Bazen de uçsuz bucaksız yıldızlı evrene, bir Van Gogh tablosuna bakar gibi bakarım, ve bu tarifsiz, evrensel ve üstün Tanrı'dan dolayı şaşkına dönerim. Sina Dağı'nda İsrailoğulları, Tanrı'ya dair yeni fikirlere alışmalarının ne kadar zor olacağını göstermişlerdi. İsrailoğulları, çölde arayış içinde geçirdikleri zor günlerden sonra kutsal topraklara yerleştiklerinde, Tanrı'ya dair yeni özellikler ortaya çıkmaya başladı. Kıskançlık ve intikam duygusu gibi. Tanrı'nın bu değişen yapısı, Eski Ahit'teki peygamberler için olağanüstü zor bir mücadeleyi de beraberinde getirmişti. Ama yine de aynı peygamberler, aynı Tanrı'yı nazik ve merhametli olarak da tanımlamışlardır. İsrailoğulları'nın, Tanrı'nın ortaya çıkan bu karmaşık yapısı konusunda anlaşmaya varmaları, Musevi inancının kalıcılığını, ve hatta belki de, bizzat monoteizmin kalıcılığını belirleyecekti. Hz. İsa’dan 1200 yıl önce, Mısır'dan Çıkış'ın yaşandığı zamanlarda, Tanrı kendisini üstü örtülü bir gizem olarak ortaya koydu ve insanlarının başka tanrılara tapmasını yasakladı. Ama İsrailoğulları Sina Dağı'nda Tanrı'nın kelamını alıp Kenan diyarına döndükleri zaman, Tanrı'nın emrini unutmuş gibiydiler. "Başka Tanrı'ya tapmayacaksınız." emri unutulmuştu. Din tarihin en tuhaf karakterleri ortaya çıkmıştı: Peygamberler. Peygamberlerin hikâyeleri, İsrailoğulları'nın bu değişime ayak uydurma konusunda çok zorlandıklarını gösteriyor. Peygamberler bazen doğaüstü ve anlaşılması zor davranışlar sergiler. Zülkifl'e Tanrı tarafından dışkı yemesi söylenmiş mesela. Ve bir mülteci gibi ağzına kadar dolu çantalarla dolaşmak zorundadır. Yeremya, Tanrı ile olan etkileşimini vücudunun her uzvunu saran ve bir sarhoş gibi tökezleyerek yürümesine sebep olan  bir ağrı olarak ifade eder. Zülkifl, Tanrı'yı kutsal bir at arabasında gördüğü ilk ilahi deneyiminden sonra, şuursuzca kendinden geçtiğini düşünür. Ve bence bu, İsrailoğulları'nın, Orta Doğu'ya hakim olan mistik bilinçten kendilerini koparma ve ondan uzaklaşma konusunda zorlandıklarını gösteriyor. Yehova'nın en ateşli savunucularından biri de peygamber İlyas(Elijah) idi. Ki zaten bizzat bu isim bile, "Yehova benim Tanrı'mdır" anlamına gelir. İlyas, Milattan Önce 9. yüzyılda yaşamıştır. Kenan Tanrı'sı Baal'a tapmanın İsrailoğulları arasında yeniden popüler olduğu zamanlarda yani. İsrail kralı Ahab ile evlenen Lübnan'lı bir pagan olan Kraliçe Jezebel, Baal'ın baş savunucusuydu. Şimdi, ciddi bir kuraklık başlamıştır. İsrailoğulları, fırtına tanrısı Baal'dan yağmur yağdırması için medet umar. İlyas öfkeden kudurmuştur. "Daha ne kadar iki taraf arasında dalgalanacaksınız?
 Eğer Yehova Tanrı'ysa, onu izleyin; yok, eğer Baal Tanrı'ysa, onun ardından gidin- 1.Krallar; 18:21 İlyas Carmel Dağı'nda iki tapınak kurar. Biri Yehova için, diğeri de Baal için. Ve herbirine birer kurban yerleştirir. Sonra Baal'ın peygamberlerine tanrılarına başvurmalarını söyleyerek meydan okur. Bunu deneseler de, bu peygamberler yağmur yağdırmayı başaramaz. Sonra İlyas Yehova'ya başvurur. Gökyüzünden ateşler yağar ve tapınağı yok eder. İsrailoğulları şaşkın bir şekilde yüzüstü kapanırlar. "Yehova Tanrı'dır!" diye haykırırlar. Çok geçmeden şiddetli yağmurlar başlar ve toprağı tazeler. Carmel Dağı'nda hava durumunu kimin tayin ettiği belirlenmiştir. Yağmuru kim yağdırır. Baal mı yoksa İsrail'in Tanrı'sı mı?
 Yağmur için Baal'a giden halkından memnun olmayan Tanrı, kuraklık yaratmıştır. Dolayısıyla göklerden ilahi alevler gelir ve sunulan kurbanı yok eder. Sonra da bulut ortaya çıkar ve cevap verilmiş olur: "Yağmuru ben yağdırırım." demiş olur. Kuraklığın sona ermesiyle İlyas, kazanılan zafer konusunda yücegönüllü davranmaz. Baal'ın rahiplerinin yakalanıp yakınlardaki bir vadiye götürülmesini emreder, ve 450 rahibin herbiri orada katledilir. Bazen bunun, putperestliği tamamen yok etmeyi hedefleyen bir kutsallık karmaşası olduğunu düşünürüm. Musevilikte putperestlik konusu, hiçbir hoşgörünün olmadığı, yavaş yavaş iyileştirmek yerine onu tamamen yakıp yok etmenin seçildiği, dolayısıyla kazanılan ilk avantajda Baal'ın bütün rahiplerini öldürmeyi uygun bulan klasik bir bakış açısıdır. Öldürüleceğinden korkan İlyas, Sina Çölü'ndeki dağa kaçar, ki burası şimşekler ve dumanlar arasında Tanrı'nın kendisini Hz. Musa'ya gösterdiği dağın ta kendisidir. Korkmuş ve yalnız olan İlyas, bir kaya yarığının içinde dikilir. Tanrı'nın bir sureti belirir ve İlyas, Sina Dağı'nın Tanrı'sının huzurunda bulunmanın yaratacağını düşündüğü muazaam dehşete hazır olmak için kendisini korumaya alır. Ama İlyas'ı bir süpriz beklemektedir.
"Yehova'nın önünde çok güçlü bir rüzgar dağları yarıp kayaları parçaladı. Ancak Yehova rüzgarın içinde değildi. Rüzgarın ardından bir deprem oldu, ama Yehova depremin içinde de değildi. Depremden sonra bir ateş çıktı, ancak Yehova ateşin içinde de değildi. Ateşten sonra ince, yumuşak bir esinti sesi duyuldu. İlyas bu sesi duyunca, cüppesiyle yüzünü örttü, çıkıp mağaranın girişinde durdu- 1. Krallar; 19:11
Fırtınada değil, şiddetli rüzgarda da değil, ama bir esintinin belli belirsiz sesinin içinde. Dingin ve belirsiz bir ses. Dolayısıyla artık Tanrı'nın doğal güçlerin içinde olmadığı düşüncesi vardır ve sesi zar zor duyulur. Bu da yine klasik paganizmden uzaklaşan ufak bir adımdır. İlyas, putperestliğin peygamberlerinden kaçmıştır. Tanrı'yı aramaya gider ve onu fırtınada veya şimşeklerde değil, sessizliğin sesinde bulur. Bu dinginliğin sessizliği, olgunlaşmayı gösterir. Bu ses, kalbimizden çıkarak aklımız ve ruhumuzla konuşur. Bu da, hem kavrayış hem de sadakat bakımından daha derin bir algıya işaret eder. İlyas, Tanrı'nın kıskanç ve zalim olabildiği gibi, sessiz, hatta nazik bile olabileceğini keşfetmiştir. O bunların hepsi ve daha fazlasıydı. İnsanın beklentilerinin ötesindeydi. İnsan aklından üstündü. "İnsan aklından üstün olmak", "bizim normal deneyimlerimizin ötesinde olmak." anlamına gelir. İnsanlık tarihi boyunca insanlar, hayatın gizli ve kutsal bir boyutunu hissetmişlerdir. Normal düşüncelerinin, fikirlerinin ve deneyimlerinin ötesinde olan bir boyut. Vecd ararız, kendimizin ötesine geçip başka bir algı boyutu olan bu durumu deneyimlemek isteriz. Ve bunu dinde bulamazsak, başka yerlerde ararız. Sanatta, sporda, sekste ve hatta yanlış bir şekilde uyuşturucularda ararız. Çünkü yapımız böyledir. İnsanoğlu olarak algımızın ötesinde olan şeyleri deneyimleme ve ulaşamadığımız şeyler hakkındaki düşünceleri kavrama yeteneğine sahibiz. Bu, insan olmanın bir gereğidir. İlyas'tan 150 yıl sonra, Tanrı ve tarihle olan karşılaşması Musevi inancını ve geleneğini bir kez daha değiştirecek olan bir başka peygamber ortaya çıkar. İsmi İşaya (Isaiah) olan bu peygamberin dönemi, M.Ö.745 yılına denk gelir. Yahudiye kraliyetinin bir mensubu olan İşaya, Yehova'ya dair şaşırtıcı bir deneyim yaşar. Kudüs tapınağında dururken, tütsüden çıkan hoş kokulu bir duman bulutu, kurbanların akan kanlarından tüten kokuya karışır. Dumanın içinde, tahtında oturmakta olan Yehova'yı görür, her iki yanında en sevdiği iki melek vardır ve bunlar birbirlerine seslenmektedir.
"Kadosh Kadosh Kadosh. Kutsal, kutsal, kutsaldır Yehova. Yüceliği bütün dünyayı dolduruyor-  İşaya; 6:3
"Kutsal" kelimesinin en derin ve eski anlamı "öteki"'dir. Ve buna birçok başka kelime de eklenebilir: "Dehşetli", geçmişteki anlamıyla "korkunç", yani "iğrenç" değil de "aman!!" anlamında korkunç korku salan anlamında "berbat, dehşet verici". "Dehşet" derken; kampın etrafında dolaşan bir hayalet olduğunu düşündüğünüzü hayal edin, tüylerinizin diken diken olmaya başladığı andaki hissin bir milyon katına eşdeğer bir dehşetten bahsediyorum. İşaya 'nın Tanrı'yla, "ötekiyle" olan karşılaşması öylesine dehşet vericidir ki, gerçek anlamda ölüm korkusu yaşar.
"Mahvolmuş bir adamım ben! Çünkü dudakları murdar bir adamım." diye ağladı. Seraflardan biri ona doğru uçtu, elinde sunaktan maşayla aldığı bir kor vardı; ve o korla İşaya 'nın ağzına dokundu-  İşaya; 6:5
Değişim acı vericidir. Eski dini alışkanlıklarımızı geride bırakıp tamamen yeni birşeyi benimsemek bazen acı verir. Ve bence bu peygamber hikâyeleri de bu zorluğun altını çizmektedir. Ve şimdi, İsrailoğulları'nın Tanrı'ya bakış açılarında yepyeni bir dönüşüm gerçekleşmek üzeredir. Bu değişim, Büyük Babil İmparatorluğu, İsrailoğulları'nın topraklarını ele geçirip onları sürgüne gönderdiği zaman gerçekleşir. Bu süreçte, Tanrı algısı nihayet pagan putlarıyla mücadelenin ötesine geçecektir. İsrailoğulları Tanrı'yı kutsal ve tek olarak görmeye başlar. Bugün bildiğimiz anlamıyla monoteizm, nihayet ufukta görünmüştür. İsraioğulları Kenan diyarında neredeyse 500 yıldır yerleşik olarak yaşıyorken  İşaya peygamber, "kutsal, kutsal, kutsal" olan Tanrı'yı gördüğünü söylemişti. Eski İsrail, ikiye bölünmüştü. Kuzey İsrail Krallığı ve Güney Yahudiye Krallığı. Dünyadaki tüm dinlerin belirginleşmeye başladığı bir dönemdi. Tarihte M.Ö. 800-200 arasına denk gelen, Eksen Çağı olarak bilinen dönemdi. Eksen Çağı bütün insanlık tarihinin etrafında döndüğü bir devir olduğu için bu ismi almıştır. Dönüm noktasıdır, gelecekteki bütün ruhani ve dini gelişimin etrafında döndüğü eksendir. Bu dönemde, dünyanın 3 temel merkezinde, insanlığı beslemeye devam eden ve "büyük dünya dinleri" dediğimiz dinler gelişim göstermiştir. Çin'de Konfüçyüsçülük ve Taoizmin yükselişini görüyoruz. Orta Doğu'da monoteizmi görüyoruz. Hindistan alt kıtasında Hinduizm, Budizm, Jainizm görülüyor. Avrupa'da da Yunan Rasyonalizmi görülüyor. Bu inançlar insanlara umut ve hayatın bir anlamı olduğu düşüncesini vermeye devam etmektedir. Bunlar gerçekten de antik paganizmden sonra önemli bir kırılma noktasıdır. İnsanlık için hızlı değişimler meydana gelmekteydi. İnsanlar büyük şehirlerde toplanmaktaydı. Bir pazar ekonomisi ortaya çıkıyordu. Tüccarlar, zenginleşme çılgınlıkları ile zayıf ve korumasız kişileri eziyordu. Nesiller boyu sürmüş olan kırsal hayattan sonra insanlar bu yeni şehir hayatını tuhaf ve ürkütücü bulmuş olmalı. Eksen Çağı'ndaki bir diğer önemli değişim, şiddet olaylarındaki artıştı. Yenidünya imparatorlukları birbiriyle çarpışıyordu. Bu da, öldürülen veya yurtlarından sürülen birçok insanın ortaya çıkmasına sebep oluyordu. Hayat şartları sertleşiyordu ve bunu önlemek için de bu dinlerin hepsi, şefkati, başkalarının kutsal haklarına saygıyı, adaleti ve hatta şiddet karşıtı felsefeleri içeren öğretileri benimsedi. Bu küresel devrim, yepyeni bir Tanrı yaklaşımı gerektiriyordu. Sınırlı ve yerel olan eski pagan tanrıları, gitgide daha da uygunsuz gelmeye başlamıştı. M.Ö. 722'de Asur İmparatorluğu, Kuzey İsrail Krallığı'nın 10 kabilesini ele geçirdi ve yok etti. İşaya, kusurlarıyla yüzleşmez ve merhameti benimsemezlerse sıradaki krallığın kendilerininki olacağı konusunda Yahudiye'deki insanları uyardı.
"Yehova der ki: Kurbanlarınıza benim ne ihtiyacım var? Bana sunduklarınız beyhude. Ne kadar çok dua ederseniz edin, dinlemeyeceğim. Elleriniz kana bulanmış. Kötülükten sakının, iyiliği öğrenin. Adaleti gözetin, zorbayı yola getirin, öksüzün hakkını verin, dul kadını savunun-  İşaya; 1:15
İşaya 'nın İsrailoğulları'na, Yehova nezdinde merhametin, hayvan kurban edilmesinden daha önemli olduğunu söylemesi, eski pagan gelenekleriyle devrimsel ve de zor bir ayrılığa işaret eder. İnsanoğlu intikam fikrine yatkındır. İnsanoğlu "göze göz, dişe diş" görüşüne yatkındır. Eğer merhamet, merhametli olmamız gereken kişiye karşı günah işlemiş olan bizler için zorsa, Tanrı'nın, bizim onun merhametine ve lütfuna duyduğumuz ihtiyacı anlaması bundan ne kadar daha zordur?
 Bir başkasının hayatına girmenin zorluğu, onların sevinçlerini ama özellikle üzüntülerini paylaşmak, yanlarında bulunmak, onlara destek olup eşlik etmek alışıldık bir durumdur. Kendimize insanların inançlı olmaya neden devam ettiklerini sorarsak, bana göre bunun sebebi Savaşçı Tanrı, veya İbrahim'e oğlunu kurban etmesini söyleyen Tanrı, veya Yakup'la güreşen Tanrı, veya Sina'ya şimşekler gönderen Tanrı değildir. İnsanlar Tanrı'ya inanmaya devam eder çünkü onlara göre bu Tanrı, onlarla birlikte acı çeken bir Tanrı'dır. Merhamet zordur çünkü kendimizi, evrenin merkezi olarak gördüğümüz tahtımızdan indirmemizi gerektirir. Bunu yapmayı sevmeyiz. Kendi arzularımızı, ihtiyaçlarımızı ve hırslarımızı tatmin etmeyi tercih ederiz. Çoğu zaman da başkalarını harcayarak yaparız bunu. Kendimizden daha önemli olan başka insanları da düşünmemiz gerektiğinin hatırlatılmasından hoşlanmayız. Dolayısıyla, yarattığı insanlarda da kendisinde olan merhamet duygusunu görmek istediğini söyleyen bu merhametli Tanrı'nın isteğine, Yahudiye'deliler tarafından aldırış edilmedi. M.Ö.586'de Babil kralı Nebukadnezar Kudüs'ü fetheder, şehri yok eder ve halkın çoğunu sürgün eder. Tarih boyunca tanrılar her zaman belirli bir bölgeye bağlı olmuştur. Sürgün edilenler, Babil ırmaklarının kenarında otururlarken dini inançlarını kutsal toprakların dışında bir yerde devam ettiremeyeceklerini düşünmüş olmalı. Sürgündeki peygamberlerin yazdıklarından biliyoruz ki, bazı İsrailoğulları Yehova'dan umudu kesmişti. Yapılacak en mantıklı şeyin, insanların her zaman yaptığı gibi yerel tanrılara tapınmak olduğuna karar vermişlerdi. Babil'den sürülen ve anavatanlarındaki tanrıdan böylesine uzak kalan Yahudiyeliler için şimdi de yeni bir peygamber ortaya çıkıyordu. Biz onu 2. İşaya olarak biliyoruz. Ve gerçekten radikal bir öğretisi vardı: Yehova'nın, sadece İsrail halkının değil, tüm halkların tanrısı olduğunu söylüyordu. Birçok İsrailoğlu, Asur tanrılarının, sonra da Babil ve Pers tanrılarının daha güçlü olduklarını düşündü. Çünkü galip gelenler onlardı. Ama bu terörün etkisiyle, silinip atılmanın ve topraklarıyla krallıklarını kaybetmenin yarattığı baskı, korku ve acıyla, peygamberler, tanrıyı varolan tek tanrı olarak görmeye başladılar. Kendi tanrılarının Asur'u, Pers Krallığı'nı ve Pers kralı Kuroş(Cyrus)'u. kendi insanları için güttüğü kendi isteklerini yerine getirmek amacıyla kontrol ettiğini söylediler. Sürgünle ve inançlarının sürekli olarak Babil'in kosmopolitan kültürü tarafından tehdit edilmesiyle karşı karşıya kalan Yahudiye'liler, ellerinde kalan, sahip oldukları tek şeye sıkı sıkı tutundular.Yehova'ya. İnançlarını, atalarını Mısır'dan kurtarmış olan tanrılarına yönelttiler. Tarihi yöneten oydu. Önemli olan tek kutsal varlık oydu. Tarihte ilk kez, pagan tanrılarının varlığına meydan okunuyordu.
"Ne benden evvel bir Tanrı oldu, ne de benden sonra olacak. Ben Yehova'yım. Benden başka kurtarıcı yok-  İşaya; 45:21
Kudüs'te yaşayan ve tapınağın hemen yanıbaşında, Tanrı'ya dokunma mesafesinde yaşayan Museviler için Tanrı öylesine somut birşeydi ki,., sanki İsrail'i terketmeleri halinde artık varolmayacakmış gibiydi. Ama sürgünde olduğu için bu teması kaybeden Museviler için bu düşünce mucize gibiydi, "Tanrı gerçekten de varmış" demelerine sebep oluyordu. Bu evrensel bir Tanrı'ydı, nasıl Babil'de ve Kudüs'te varsa, bütün dünyada da vardı. Nasıl Musevi anlayışının merkezinde de varsa.. 2. İşaya 'nın, tek ve biricik Tanrı'yı ifade eden bu net Yehova tasviriyle eski İsrailoğlu inançlarından doğan Musevilik adı verilen din, artık tam olarak ortaya çıkmıştır. Eksen Çağı, tam anlamıyla monoteist bir inancı getirmiştir. Kutsal topraklarda yeni bir Tanrı inancının ortaya çıkması için 500 yıl geçecektir. Celile'de, gezgin bir vaizin ayak izi ve öğretileriyle gelecektir. İşaya 'nın evrensel Tanrı öğretisinden beri 600 yıl geçmiştir. Museviler, Babil sürgününden dönerek anavatanlarına yerleşmişlerdir. Ve o zamana kadar dünyanın gördüğü en güçlü imparatorluk olan Roma'nın hükmü altındadırlar. Musevilere tam bir dini özgürlük verilmesine rağmen, Roma İmparatorluğu halen despot bir şekilde hükmetmektedir. Bu aynı zamanda dini karışıklık zamanıdır, pek çok Musevi, yasalarını yorumlamanın farklı yollarını aramaktadır. Aynı zamanda Tanrı tarafından meshedilen bir mesihin yakında gelip, Tanrı'nın dünyadaki krallığının yerini göstereceğine inanan Museviler de vardır. İnsanlığın Tanrı'ya bakışı, bir kez daha değişmek üzeredir. Hz. İsa’nın doğumuna denk gelen dönemde, Yahudiye dünyasında büyük bir kargaşa vardı. Çünkü bu ülkeye Roma'nın orduları ve Roma İmparatoru'nun himayesindeki sulh yargıçları hükmetmekteydi. Bazıları, bu sorunu güç kullanarak çözmeye çalıştı. Roma ordularını, kurdukları gerilla orduları ile askeri olarak defetmeye çalıştılar. Bazıları da herşeyin o kadar kötü olduğuna inanıyordu ki, sonunda Tanrı'nın gelip dünyayı yok edip değiştireceğine inanıyordu. İsa da böyle düşünmüş olmalı. İsa çarmıha gerildikten sonra, bazı Museviler ve Kudüs'lüler onun mesih olduğunu iddia etti. Hz. İsa’nın ölümden dirilip İsrail'in kurtarcısı olmak için geldiğini söylediler. Bu yeni inancın müritlerine Hıristiyan(Christian) adı verildi çünkü bunlar, Hz. İsa’nın Yunanca "mesih" anlamına gelen "Khristós" olduğuna inandılar. İlk başlarda Hıristiyanlık, otantik ve tuhaf bir Musevi mezhebi olarak kabul edildi. Hıristiyanlar, Yeni Ahit hikayelerinde çok garip birşey yapar. Bir bakıma, Kenan diyarını ve başka bir dinin onaylanmış kitaplarını sahiplenip kendilerine mal ederler. Aynı Tanrı'ya tapabilirler, aynı sözleşmeye sahip olabilirler; ama pencereden bakıp mesihin geleceğini söylemekle, mesihin zaten geldiğini söylemek arasında çok büyük fark vardır. Kurtarıcı olacak olan zaten gelip kurtarıcı olmuştur. Hz. İsa’nın mesajının ne olduğunu anlamamızın zor olma sebebi, birinci elden çıkma bir belge olmamasıdır. Hiçbirşey yazmamıştır. Elimizde olan tek şey, birkaç nesil sonra yazılmış olan aktarma bilgilerdir, Yeni Ahit'in İncil dediğimiz kısımlarıdır. Ve herbiri oldukça farklı şeyler söyler. En eskisi olan Markos, Hz. İsa’nın tanrının krallığının gelişini müjdelediğini söyler. Ama diğerleri, "Bu krallık ile kastettiği nedir?" diye sorar. Bahsedilen bir kral mıdır?
 Yeni bir siyasi rejim midir?
 Romalılar'dan kurtulunacağını mı kastetmiştir?
 Yoksa Luka İncili'nin iddia ettiği gibi kastedilen, ruhani bir durum mudur?
 İsa hiçbir zaman kendisine "Tanrı", hatta "Tanrı'nın oğlu" demez. Ama sıklıkla Tanrı'ya "Baba" anlamına gelen "aba" der. Çünkü kendisini Tanrı'ya yakın hisseder, Tanrı'nın hayatında babacan bir yeri vardır. Saint Paul Hz. İsa’ya "Tanrı'nın oğlu" der  ama bu, Musevi anlayışında olduğu gibi "Tanrı'nın oğlu", "Tanrı'nın çocuğu" anlamındadır. Yani özel bir görevi olan, Tanrı'ya özellikle yakın olan ve mesih gibi gayet normal bir insan anlamındadır. Hıristiyanlar, henüz Hz. İsa’nın kutsal olduğunu iddia etmiyorlardı, sadece Tanrı'yla özel bir ilişkisi olduğuna inanıyorlardı. Bu yakın ilişki, Hz. İsa’nın Tabor Dağı'ndaki başkalaşım hikayesinde görülebilir.
"İsa, yanına yalnız Petrus, Yakup ve Yakup'un kardeşi Yuhanna'yı alarak yüksek bir dağa çıktı. Orada, gözlerinin önünde Hz. İsa’nın görünümü değişti. Yüzü güneş gibi parladı, giysileri ışık gibi bembeyaz oldu. O anda Hz. Musa'yla İlyas öğrencilere göründü. Parlak bir bulut birden onları gölgeledi. Buluttan gelen bir ses, «Sevgili Oğlum budur, O'ndan hoşnudum. O'nu dinleyin!» dedi- Matta; 17:1
Musevilerin çoğu, Hz. İsa’yı dirilen mesih olarak kabul etmeyi reddetti. Dinini yeni değiştirmiş olan Paul, bu yeni dini alır ve çoğunluğu pagan inanca sahip olan Roma İmparatorluğu'na tanıtır. Hıristiyanlığı yayma amacında olan Paul, birçok yere sehayat eder. Gördüğü herkese, Hz. İsa’nın sadece Musevilerin değil, bütün dünyanın kurtarıcısı olduğunu anlatır. Tanrı'nın tarihinde bir dönüm noktası daha yaşanmaktadır. Monoteizm artık, Yahudiye'nin sınırlarından taşıp Roma ve Yunan uygarlıklarına ulaşmıştır. Eski Hıristiyan inancı, pagan bir dünyada doğmuştur. Bu da, o dönemde muazzam bir din çeşitliliği olması anlamına gelir. Bu Hıristiyan akımında, dini törenlerde etinin yenip kanının içilebildiği söylenen bir adam vardı. Bu söylenenler, Güneş tanrısının Pers versiyonu olan tanrı Mithra için söylenenlerle aynıydı. O da mucizevi bir şekilde doğmuştu ve doğarken çobanlar gelmişti. Hiç kimse Hz. İsa’nın gerçekten ne zaman doğduğunu bilmiyor. Ama Hz. İsa’nın doğum tarihi; Hıristiyanlar tarafından 4. yüzyıldan itibaren, Mithra'nın doğum günü olan 25 Aralık olarak belirlenmişti. Roma tanrılarının neye benzediklerini düşünürsek, Yunan ve Roma tanrılarının, imparatora ve saray erbabına benzediklerini görürüz. Ama burada, okuma yazma bilmeyen, fakir bir aileden gelen, hiçbir gösterişli yanı olmayan ve bir kölenin ya da hainin öldürüleceği şekilde öldürülmüş olan bir adamın önderlik ettiği bir akım söz konusudur. Ve buna rağmen Tanrı'nın varlığının hissedildiği bir insandı bu. Bu, Roma dünyasında ihmal edilip aşağılanan birçok insan için ki zaten bu insanların da birçoğu köle veya cahildir, böyle bir insanda bile Tanrı'nın varlığının mümkün olabildiği düşüncesini doğurmuştur. Bu temel umut mesajı, hızla Roma İmpartorluğu'nda yayıldı. Hıristiyanlığa inananlar çeşitlendikçe, Hz. İsa’yı ve Tanrı'yla olan ilişkilerini algılama şekilleri de çeşitlendi. İncillerden önce yazılmış olan Paul'un mektuplarını okursanız, ondan sonra İncilleri okursanız, ondan sonra da Yeni Ahit'te sonradan yazılan mektupları okursanız, birbirinden çok farklı özelliklerde olan farklı yerlerdeki kiliselerle karşılaşırsınız. Korint, Efes, Roma, Kudüs ve Antakya kiliselerindeki anlayış nasıl birbirlerinden farklıysa, bugünkü metodist, presbiteryen, katolik ve doğu ortodoks kiliselerindeki de aynı şekilde farklıdır. Bazen İsa "logos"tur, yani Hz. İsa’nın dirilişinden önce de var olmuş olan "Tanrı'nın sözü"dür. Bazen İsa, evlat edinilmiş bir evlattır. Hıristiyanlığın ilk üç yüzyılında, taraftarlarına, dinsel yeniliklere tahammülü olmayan Roma tarafından işkence edildi. Ancak Hıristiyanlık, imparatorluğun içinde güçlü bir akım haline gelince, Hz. İsa’nın Tanrı'yla olan ilişkisinin yapısı, din konusundaki derin düşüncelerde ve tartışmalarda önemli bir güç haline geldi. Herşey sonunda iki soruya gelip dayanıyordu:
İsa, Tanrı ile aynı biçimde ilahi miydi? Ve eğer İsa gerçekten de ilahiyse, ona insan denilebilir miydi?
 4. yüzyılda, Mısır'da bulunan İskenderiye şehrinde ateşli bir tartışma başladı. Psikoposlukta bulunan Arius isimli güzel konuşan, karizmatik ve genç bir rahip, Hz. İsa’nın babayla aynı şekilde ilahi olmadığını ve Tanrı'ya mükemmel şekilde itaat ettiği için ilahi statüye yükseltilmiş olan normal bir insan olduğunu söylemeye başladı. Bu söyledikleri, Psikoposun genç ve parlak asistanı olan Athanasius'un hoşuna gitmedi. Ve bütün büyük kiliselerde kraliyeti de alakadar eden büyük bir tartışma başladı. Bu soruyla, kiliseler ikiye bölündü. Ve imparator Konstantin, birgün kilise devleti yapmayı planladığı yeni kilisesinin bu şekilde ikiye bölünmesine göz yumamazdı. Bu kilisenin, imparatorluğu ayırması değil, birleştirmesi gerekiyordu. Dolayısıyla 325 yılında Nicaea'da(İznik), bu sorunu kesin olarak çözmek için konsili topladı. İznik Konsili'nde, İsa tam anlamıyla "ilahi" ilan edildi. Her ne kadar toplantıda açıkça ortaya konmamış olsa da, İznik Amentüsü (Nicene creed) adı verilen bildirge, sonraki yüzyılda neredeyse tüm Hıristiyan kiliselerince benimsendi. Bildirge, artık resmi bir Hıristiyan öğretisi olan "Kurtarıcı İsa ile yaratıcı Tanrı'nın aynı öze sahip olduğu" inancını resmileştirmiş oldu. "Tek Tanrı'ya, bütün güçlere egemen olan Baba'ya, yerin ve göğün, görünen ve görünmeyen her şeyin Yaratıcısı'na inanıyoruz. Tek bir Tanrı'ya, İsa Mesih'e, Tanrı'nın biricik Oğluna inanıyoruz. Kendisi Işıktan Işık, gerçek Tanrı'dan gerçek Tanrı olmuş, sebep olunmuş ancak yaratılmamıştır. Baba ile aynı öze sahiptir-  İznik Konsili Buna rağmen, doğu kiliseleri konuyu tartışmaya devam etti. Tamamen herşeyin ötesinde olan bir Tanrı'nın, bir insan haline gelmesi ne anlama geliyordu?
 Herşeye gücü yeten Tanrı, gerçekten de bir zamanlar savunmasız bir bebek mi olmuştu?
 Ebedi olan, çarmıhta mı ölmüştü?
 Tanrı bütün bunları neden yapmıştı ki?
 Doğu ve Batı kiliseleri bu sorulara çok farklı cevaplar geliştirdi. Batı kiliselerine göre Tanrı, Adem'in cennet bahçesinde işlediği ilk günahtan insanoğlunu kurtarmak için insan bedeninde İsa olarak dünyaya gelmişti. Tanrı ete kemiğe bürünmeliydi. Çünkü bir zamanlar insanoğluna; "Bana itaatsizlik edip bu meyveden yerseniz, kesin olarak ölürsünüz." demişti. Ve yediler. Onların soyları da ebediyete kadar onların işlediği günahla lekelendi. Bana ve size kadar gelen bir kan hattı boyunca süregelen bir günah. Tüm zamanlarda yaşamış tüm insanları, kurtarmak için bir plan yapılmalıydı. Tanrı bu planı sağlamıştı. Aşağı inip kendimi insanlara Tanrı'nın oğlu olarak sunup onların arasında yaşayabilirim. Onların arasında yaşamalıyım, onlar gibi baştan çıkarıldığı gibi ben de baştan çıkarılabilir olmalıyım. Gerçek anlamda işkence görüp ölümle cezalandırılabilirim. Ve hepsine vekaleten ölebilirim. Diğer yandan doğu kilisesi, Adem günah işlememiş olsaydı da Tanrı'nın insan suretiyle gelmiş olacağına inanıyordu. İsa, ilahi surete bürünmüş olan ilk insandı ve bütün Hıristiyanlar da, onun yolundan giderek bu münevver duruma gelmek için çabalayabilirdi. Tanrı'nın varolduğunu ve bir şekilde "davrandığını" düşünen bir insana göre, bu Tanrı kendisini bize nasıl ifşa etmelidir?
 İnsan suretinde olmayacaksa, bu nasıl olabilir?
 Tanrı'yı nerede aramalıyız?
 Tanrı'yı en başta, insan olan Nasıralı Hz. İsa’da ararız. Ve buna bağlı olarak da, Hz. İsa’nın varlığını bulunduran insanlarda ararız. Nasıralı İsa bizim için kimdir?
 Bana göre, Tanrı'nın ihtişamıdır, onun görkeminin bedensel halidir. Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın ilahi olduğuna karar verdikten sonra, bir başka sorunla karşı karşıya kaldılar. Şimdi bu durumda iki Tanrı mı vardı?
 Bir baba, bir de oğul?
 Hz. İsa’yı ve onun Tanrı ve tüm insanlıkla olan ilişkisini tanımlama çabaları, sonunda tek bir güçlü düşünceye yol açacaktı: Bu, Tanrı'nın kendisini dünyaya 3 şekilde gösterdiği düşüncesiydi. 1-Baba olarak  2- Oğul olarak  3-Kutsal ruh olarak Bu düşünce, daha sonra Teslis adını almıştır.
M.S. 4. yüzyıldayız. Yeni Hıristiyan kilisesi, can alıcı bir soruyla karşı karşıyadır. Eğer İsa, Tanrı ile aynı şekilde ilahi idiyse, Hıristiyanlar nasıl monoteist olabilir?
 Hz. İsa’nın, Tanrı(baba) ile aynı şekilde ilahi olduğuna karar verilince, Hıristiyanlar'ın doğal olarak kafası karıştı. Yani şimdi iki Tanrı mı vardı?
 Bir de kutsal ruh sorunu vardı ki bu da dünyadaki ilahi varlıkla ilgili Musevilerin söyleceği türde birşeydi. O halde 3 tanrı varsa, nasıl monoteist olabilirdiniz?
 Monoteizm olmadığı kesin. Tanrı'nın farklı şekillerde bulunması ya da Tanrı'nın 3 farklı varlıkta bulunması elbette ki monoteizmle bağdaştırılması zor birşey. Ama bu tür dini inançlar zaten hiçbir zaman mantıklı olma kaygısı taşımamıştır. Bu bilmeceye açıklık getirmek için, üç piskopos bir araya gelerek sorunu ele almaya karar verdi. Kayseri piskoposu Basil, abisi Nyssa piskoposu Gregory ve dostları olan Nazianzus piskoposu Gregory. Ortaya çıkardıkları öğretiye Teslis ismi verildi. Tanrı'nın kendisini insanlığa 3 farklı biçimde gösterdiğini söyleyen öğretidir bu. Baba, söz ve kutsal ruh olarak. Bu üç kilise babasının üçü de, manevi ve ruhani yönleri yüksek kişilerdi. Sıradan insanlara, ilahi gizemlerin derin gerçeklerini onların da anlayabileceği şekilde anlatmaya çalışıyorlardı. Nasıl bir rahip, törenin en başında kutsal mabedden ayrılıp insanları kutsamak için onların arasında yürüyorsa, kendi insan kullarının arasına katılmak için, Tanrı da aynı bu şekilde, biricik gizemli nurunu bırakıp gelmişti. Tanrı'nın özünün, yani Tanrı'nın tanrısal haliyle tanrısal varlığının, bizim algılama seviyemizin daima ötesinde olduğuna karar verdiler. "Hiçbir zaman O'nu bilemeyiz ama Tanrı dünyada etkindir." dediler. Tanrı'nın enerjisinden, faaliyetlerinden, dünyadaki deviniminden bahsettiler. Ve bunları bizim 3 şekilde deneyimlediğimiz sonucuna vardılar. Onu baba olarak, pederane bir şekilde, bir baba gibi varlığımızın kaynağı olarak tanımladılar. Tanrı'yı söz olarak da deneyimledik. Tanrı bizimle yaradılış sırasında, sonra da İsa ve kutsal kitap aracılığıyla konuşmuştur. Bunlara ek olarak, Tanrı'yı kendi bilinçlerinin derinliklerinde deneyimlediler. Yani bir ruh olarak. Onlara göre, tamamen tarifsiz ve tanımlanamaz olan Tanrı'yı bu 3 şekilde hissedebiliyordu. Üç Yunan piskoposu, Tanrı'nın, insanların hiçbir zaman anlayamayacağı içsel varlığıyla ilahi gizemin insansı deneyimi arasında belirgin bir ayrım yaptı. "İnsanlar kendilerini birbirlerine nasıl gösteriyorsa, Tanrı da insanlara kendisini o şekilde gösterir." dediler. İnsanlar iletişim kurarken, kelimeleri, vücut dilini ve mimikleri kullanır. Bu hareketler, söylenmek istenen şeyin bir kısmını anlaşılır hale getirir ama hiçbir zaman iletişim kurmaya çalışan kişinin içsel varlığını ifade edemez. Nasıl insanlar bazen kendilerini ifade ederken kelimelerin yetersiz olduğunu düşünürse, Tanrı'nın davranışları da bize karşı bu şekildedir. Çünkü bunlar, insanoğlunun anlayabilecekleri ile sınırlıdır. Teslis paradoksu Hıristiyanlara, Tanrı'nın her zaman bir gizem olarak kalacağını hatırlatır. İnsan düşüncesinin ötesinde  Teslis doğal bir düşünce değildir. Vladimir Lossky isimli bir Rus teoloğun güzel bir sözü vardır: Teslis, insanların düşünme biçiminin haçıdır. Bu sözle; "Teslisi adamakıllı tasavvur etmeye başlamanız için bile, o şekilde ölmeniz gerekir" demek istemiştir. Hiçbir şekilde mantıksal bir yapısı yoktur. Teslis, mantıkla açıklanamayacak kadar belirsiz olan birşeyi anlatma yolu olan "şiir"e benzetilebilir. Naziansos'lu Gregory, teslisle ilgili derin düşüncelere dalmışken buna benzer şairane hisler yaşamış olabilir. "O'nu tasavvur ettiğim anda, üçlünün ihtişamıyla aydınlanıyorum; onları ayırdettiğim anda, yeniden O'na dönüyorum. Üçünden herhangi birini düşündüğümde, O'nu bir bütün olarak algılıyorum, ve gözlerim doluyor, ve düşündüğüm şeylerin büyük bir kısmı aklımdan uçup gidiyor- Naziansos'lu Gregory Teslisin Yunan ortodoks öğretisi, sezgisel olarak anlaşılmaya müsaittir. Batıda ise bu gizemli ve şairane boyut, genellikle göz ardı edilmiştir. Batı dünyasındaki teologlar, Yunan terminolojisini ve teslis öğretisini zaman zaman anlayamamıştır. Soyut metafizik fikirlerle de, Yunanlıların ilgilendiği şekilde ilgilenmiyorlardı. 5. yüzyılın başlarında Kuzey Afrika'da etkili olan Aziz Augustin, batı için çok daha uygun olan yeni bir teslis fikri geliştirdi, bu daha psikolojik bir düşünceydi. Aziz Augustin'in kendisi de psikolojiyle ve aklın çalışma yöntemleriyle çok ilgiliydi. Beyninde, Tanrı'nın üç farklı suretini gördüğünü ifade etti. Kendi insan beynimizde üç farklı güç olduğunu belirtti: Hafıza, algı ve de davranmamıza ve sevmemize sebep olan irade. Ve aynı şekilde Tanrı'yı algılarken de bu üç gücü kullanırız dedi. Baba, Oğul ve Ruh kavramlarının da bu üç beyinsel aktiviteye karşılık geldiğini söyledi. Bu, Yunanlıların hoşuna gitmedi ama Aziz Augustin'e çok saygı duyuyorlardı. Bu düşüncenin, Tanrı'yı yeniden fazlaca insana benzettiğini söylediler. Ve o asla insan sözü veya gücüyle anlaşılamaz dediler. "Çözümü olmayan gizem" özelliği söz konusuyken kilise, tamamen ilahi, üstün ve tanımsız olan bir Tanrı'yla onun yaratımı olan kırılgan bir dünya arasında nasıl bir köprü oluşturabilirdi?
 Bilinemeyen bir Tanrı, kendisini insanlara karşı nasıl "bilinir" hale getirebilirdi?
 Tesliste olduğu gibi diğer dinler de, bilinemeyen bir Tanrı'nın farklı suretlerinden bahseder. Bu tarz bir maneviyatın başka örnekleri de vardır. Mesela Musevi tasavvufu olan Kabala'da, buna çok benzeyen bir Tanrı kavramı vardır: Ain Sof, sonu olmayan Tanrı anlamına gelir. Asla insanlar tarafından bilinemez, ulaşılamaz ama zerafetle kendini bize gösterir. Üç değil, on ilahi uzantıyla kendisini bize belli eder ki bunlara sefirot denilir. Hinduizmde de bir Tanrı üçlemesi vardır: Brahma, Vişnu ve Şiva. Bunların herbiri, Brahma'nın farklı suretlerini temsil ederler. Tamamen tarifsiz, tamamen gizem dolu ve ilahi olan Brahma.. Belki de, bütün dinlerde bulunan gizemli Tanrı kavramı, Tanrı'nın düzenli bir düşünce sistemiyle veya teorilerle kalıp içine sokularak anlaşılamayacağını insanlara hatırlatmaya yarıyordu. Bu arada, Hz. İsa’dan sonraki ilk bin yılın ortalarına doğru, Teslis ile ilgili teolojik tartışmalar yayılırken, doğuda, Arabistan'da önemli bir değişim daha gerçekleşmekteydi. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme vahiy gelmek üzereydi. Tanrı ona "Tanrı'nın dünyadaki son peygamberi" diyecekdi. Kuran vahiylerinin gelmesiyle, Arap dünyası da İslam diniyle birlikte monoteizme doğru, kendi yolculuğuna başlayacaktır. Teslis'in Türkiye'de resmiyete dökülmesinden 300 yıl sonra, Ortadoğunun diğer ucundaki bir tüccarın Tanrı'dan vahiy aldığını söylemesiyle, yine bir çöl halkının dünyasında köklü bir değişiklik olacaktır. Bu peygamberin öne sürdüğü Tanrı görüsüyle, üçüncü büyük monoteist din olan İslam doğacaktır. Biz tarihi Tanrı'nın yarattığına inanırız. Tarihin akan bir nehir gibi olduğunu ve belli bir aşamada Tanrı'nın tanıtıldığını söyleyen düşünceyi kabul etmiyoruz. Dolayısıyla Tanrı'nın ortaya çıkan ihtiyaçlara göre gelişmiş olması fikrini onaylamıyoruz. Sanki bu bizim yarattığımız bir Tanrı'ymış gibi.. Hayır, İslam dininde Tanrı tüm gerçekliklerin gerçeğidir. O evveliyatsız başlangıçların başlangıcı, bütün sonlardan sonra da var olacak ebediyettir. Vahiylerden meydana gelen İslam'ın kutsal kitabı Kuran, Arapların ticaretin geniş dünyasına giriş yaptığı zamanlarda ortaya çıktı. 7. yüzyılın başlarına denk gelen bu dönemde pek çok Arap, Musevi ve Hıristiyanların inandığı Tanrı'nın, Allah'la aynı Tanrı olduğuna inanıyordu. Allah (El-ilah), inandıkları pagan tanrılarının en üstün olanıydı. Ama birçok Arap, bu iki eski dini de benimsemek istemiyordu. Arapların, onları yüzyıllardır tatmin eden kendi pagan dinleri vardı. Bütün tanrıların başı Allah'tı, ki Arapça'da "tanrı" anlamına gelir. Ve yaklaşık Hz. Muhammed 'in geldiği zamanlarda, Arap yarımadasındaki pek çok Arap için Allah; Musevi ve Hıristiyanların inandıkları tanrıyla aynı tanrıydı. Yine de, Tanrı henüz Araplar'a kendi peygamberlerini göndermemişti. Arapça bir kutsal metin yoktu. Bütün bunlar, 610 yılında bir gece değişecekti. İşte o zaman, Hz. Muhammed bin Abdullah isimli 40 yaşındaki bir tüccar ansızın uykusundan uyandı. Nefes bile alamayacağı şekilde onu saran ilahi bir güçle sarmalandığını hissetti. Melek Hz. Muhammed'e buyurdu: Oku! Ama Hz. Muhammed  konuşamadı. Dehşet verici varlığıyla korkunç baskı bir kez daha geldi ve aynı emir ikinci kez geldi. Üçüncü tekrarda, yepyeni bir kutsal metnin ilk kelimeleri döküldü:
"Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alakdan yarattı- Kuran; 96:1
Hz. Muhammed , "ezbere okumak" anlamına gelen Kuran'ın ilk sözlerini söylemişti. Müslümanlar, Kuran'ın okunduğunu duyduklarında, Tanrı'nın huzurunda olduklarını hissettiklerini söylerler. Tanrı'nın bu kutsal kitap aracılığıyla onlarla konuştuğuna inanırlar. Hz. Muhammed 'in, bütün hayatını Tanrı'ya adamış olduğu için bu Tanrı sözünü alabildiğine inanılır. İslam kelimesinin anlamı "teslimiyet"tir. Tüm varlığıyla Allah'a teslim olan kadın veya erkeklere Müslüman denir. İslam, kendi dünyanızı Allah'ın dünyasına teslim ettiğinizde gelen barıştır. Tanrı'ya kendini adamanın verdiği korkudan sonra gelen sıcak bir histir. Hz. Muhammed 'in taraftarlarından yapmalarını istediği ilk şeylerden biri, günde defalarca dua ederek secdeye varmalarıydı. Vücutlarının duruşunun dış görünümü, onlara kelimelerden fazlasını öğretti. Benliklerini terketmeleri ve Allah'a, yaradana tamamen boyun eğerek kendilerini adamalarını simgeliyordu. Malcolm-X  bunu şu şekilde ifade etmiştir. İslam'da en zor yaptığı şeylerden birisinin secdeye varmak olduğunu söyler. Çünkü hiç kimsenin önünde eğilmeyeceği düşüncesini benimsemişti. Ama bu, herhangi bir insanın önünde değil, görülemeyenin önünde eğilme kavramıdır. Hıristiyanlar, Teslis şeklinde bir Tanrı görüşü benimsemişken, Müslümanlar, Musevilerin daha eski inancı olan "Tanrı'nın tekliği" düşüncesine döndüler. İslam dininin temelinde yatan düşünce budur. Bir Müslüman hayatını doğru bir şekilde düzenlediğinde, Allah her zaman ilk sırada, diğer değerler ve arzular her zaman ikinci sırada olacaktır. İslamiyette buna, "Allah'ı birlemek" anlamına gelen "tevhit" denir. Tevhit, Tanrı'nın hem tek hem de benzersiz olduğuna inanmak demektir. Yani bu sadece nicelik içeren bir kavram değildir, aynı zamanda nitelik de içerir. Tek Tanrı O'dur, hiç bir şey ona benzemez ve diğer herşey ondan gelmiştir. Bu çok merkezi bir düşüncedir çünkü çok da özgürleştiricidir. Hayatımda, bu üstün ve yüce Tanrı dışında kendimi adamaya değecek, ya da önünde eğileceğim, ya da emrine itaat edeceğim başka hiç bir güç yok demektir. Bu da İslam'da, Allah'tan başka Tanrı yoktur anlamına gelen şehadet, "La İlahe illallah" cümlesiyle ifade edilir. İslam'da Tevhit düşüncesini yansıtan ibadetlerden biri, Mekke'ye hacca gitmektir. Bu kutsal şehirdeki haccın merkezinde, inananlar hep beraber Kâbe’nin antik mihrabının etrafında dönerek yürürler. Bir mihrabın etrafında dönüp durmak, dinine bağlılığını göstermenin tuhaf bir yolu gibi görünebilir. Ama bu aslında oldukça iyi bir meditasyon yoludur. Çünkü Allah'ı simgeleyen Kâbe’nin etrafında döndükçe, Allah'ı herşeyin merkezine yerleştirmeyi de öğrenirsiniz. Kendinizi yönlendirirsiniz, yerinizi kutsal olana göre belirlemiş olursunuz. Kabe'nin etrafında dönerken bütün hayatınızın da Allah'ın etrafında döndüğünü algılarsınız. Dönerek Müslümanlar şunu demek istiyor: "İşte buradayız Allah'ım, çağrına kulak veriyoruz, işte geliyoruz." Dolayısıyla bu aslında, Tevhit inancının, yani monoteizmin çok güçlü bir dışavurumudur. Ve bu görüntüyü görmek de çok etkileyicidir. İran'lı filozof Ali Şeriati'nin yazdığı gibi: "Kabe etrafında merkeze doğru dönerek ona yaklaştıkça, kendinizi büyük nehirle birleşmeye başlayan ufak bir dere gibi hissedersiniz. Merkeze doğru yaklaştıkça, kalabalığın baskısı sizi öylesine ezer ki, yeni bir hayata kavuşursunuz, artık insanların bir parçasısınızdır, artık Allah'ın atrafında dönen canlı ve ebedi bir insansınızdır. Bunu yaparken, kısa bir süre sonra kendinizi unutursunuz." Sadece Müslüman ülkelerden değil, dünyanın her yerinden gelen insanlar bir araya gelip ilk kez birbirleriyle tanışır. Dünyanın büyük kısmı oldukça homojendir, ve bu ibadet, dünyada aynı geleneğe inanan insanlar arasındaki harikulade çeşitliliği görmek için bir fırsattır. Siyah, beyaz veya sarı ırktan olmanızın bir önemi yoktur. Kimin zengin kimin fakir olduğunu bilemezsiniz çünkü herkes iki kumaştan oluşan aynı sade giysiyi giyer. Hava atmak için bir yer yoktur. Bütün bu insanlar birbirine karışır tek bir nehir halinde sembolik yapının etrafında döner. Tam ve mutlak bir eşitlik içinde ve yine tam ve mutlak bir kardeşlik duygusu içinde. İslam'da bu kardeşliğe ümmet veya cemaat denir. Cemaat deneyimi, üç monoteist dinde de, insanların Tanrı'yı algılamak için başvurduğu temel yöntemlerden biridir. İncil, insanın yalnız olup bu şekilde yaşamasının iyi olmadığını söyler. Bu, insanlığımın bütünlüğünün, ancak topluluk içinde, daha büyük birşeyin parçası olduğumda ortaya çıkacağını belirtmektedir. Ufak bir cemaatte dua etmek, bir şekilde bu duanın daha güçlü olduğunu ve Tanrı tarafından daha çok kabul edileceğini hissettiriyor. Tanrı'ya her yerde, her zaman veya tek başımayken dua edebileceğim gibi, bir toplulukla beraber dua ettiğimde Tanrı'yı daha yakınımda hissediyorum. Dua, daha uzağa gidiyor gibidir. Cemaatin gücü, dua etmenin de ötesine geçmektedir. Müslümanlara göre Kuran, adil ve eşit bir topluluk kurmalarını, bu toplumda zayıf olanların saygıyla karşılanmasını, siyasetin de kutsal bir görev olarak ele alınmasını emreder. Siyasetin İslam dinindeki rolünün, Amerika'da ya da batıda ele alınan halinden daha derinlikli bir şekilde düşünülmesi gerekmektedir. Kuran, ezilenin yanında ezenin karşısında durulması gerektiğini söyler. Tüm toplumu kapsamalıdır. Kuran, Adem'in soyuna değer verildiğini söyler. Bu, ırk, renk ve mezhepleri önemsiz hale getirir. Çeşitlilik, Allah'ın rızasıdır. Allah'a duyduğumuz saygı arttıkça, çeşitliliğe saygımız da o derece artmalıdır. Bunu yapıyor muyuz?  Büyük ihtimalle yapmıyoruz. En azından Tanrı'ya inananlardan beklendiği ölçüde değil. Hz. Muhammed 'in kendisi de, İslam'ın hükmettiği yerlerdeki Musevilerin veya Hıristiyanların dinlerini değiştirerek Müslüman olmasını şart koşmamıştır. Kuran gerçekten de tüm semavi dinlerin Tanrı'dan geldiğini söyler. İslam İbrahim'i, Hz. Musa'yı, İlyas'ı, İşaya'yı, ve Hz. İsa’yı peygamber olarak kabul eder. Kuran, Musevileri ve Hıristiyanları, Kitap Ehli olarak adlandırır. Hatırlayın ki tüm insanlar Adem'den gelmiştir, ve Adem de topraktan gelmiştir. Ve sonra Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem Kuran'dan şöyle alıntı yaptı:
"Ey insanlar! Birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık- Kuran; Hucurât Suresi ; 49:13
Bu çok büyük bir bildirimdir çünkü göreviniz kendi cemaatiniz ile bitmez. Kendi topluluğunuzdaki insanlarla uyum içinde yaşama deneyiminiz, farklı cemaatlarda bulunan farklı insanları anlamanız için bir sıçrama tahtası görevi görmelidir. Üç büyük batı dininin kurulmasına sebep olan büyük esinlenmelerin sonuncusu olan Hz. Muhammed 'in vahiylerinin üzerinden pek çok asır geçti. Ve ilahi arayış halen evrilmeye devam ediyor. İnsanlığa karşı işlenen suçlar, Tanrı'nın artık anlamlı olmadığının, ve hatta ölmüş olduğunun söylenmesine sebep oldu. Ve dolayısıyla, yeni bir bin yıla yaklaşılırken, geriye sıkıntılı bir soru kalıyor. Tanrı'nın insan bilincindeki tarihi, gelişimine ne şekilde devam edecek?
 İnancı olanlar için Tanrı, evrensel ve değişmezdir. Zaman içinde değişen şey, insanların Tanrı'yı algılama şeklinin hikayesidir. Ve hala da değişmeye devam etmektedir. Hıristiyanlığın erken dönemlerdeki tarihine ilgi duymama sebep olan şey, günümüzle benzer olan yönleriydi. O kadar çok olasılık ve birbiriyle rekabet halinde olan o kadar çok bakış açısı vardı ki.. Farklı kültürler, bir araya gelip kaynaşıyordu. Yeni bir dini akımın başlangıç aşamalarında, hem kafa karışıklığı hem de heyecan yaşandığını görüyoruz. Ve ne anlama geldiği veya gelmediğiyle ilgili çok sayıda anlaşmazlık görüyoruz. Tıpkı günümüzde olduğu gibi, insanlar farklı açılardan bu akımlara saldırıyordu. Ya "Bu akım artık tamamen sona erdi." ya da "Henüz yeni başlıyor." deniliyordu.
-Hz. İsa’nın onları değiştirmesine ihtiyacım var.. Bugün sanki Tanrı, dondurulmuş bir karede sabitlenmiş bir görüntü gibidir. Tutuculuk ile ateizm, veya bilim ve teknoloji ile materyalizm arasındaki bir karede.. Nasıl ibadet ediyoruz?
 Bir yandan, dünyanın teslimiyeti ve itaati fikrinin anlamına bağlı kalıyor muyuz, diğer yandan da merhametli ve vicdanlı davranıyor muyuz?
 Doğru olanı savunuyor muyuz?
 Ve yanlış olanı yasaklıyor muyuz?
 Bunun kişiyi tutucu yapıp yapmadığı, bakan kişiye göre değişir. Uzun süre batıda yaşamış olanlar için, doğru olanı savunmak ve yanlış olanı yasaklamak zordur. Çünkü batı, gücünü kanıtlamıştır ama bir yanda da "Ama en güçlü benim." diyen Kuran vardır. Dolayısıyla, iki taraf arasında bir gerginlik söz konusudur. Çevremize duvarlar öreriz, başkalarıyla aramıza sınırlar koyarız. Tanrı'ya karşı Şeytan, Hz. İsa’ya karşı Deccal, Bize karşı Onlar gibi birbirine zıt kutuplar yaratırız. Buna sebep olan psikolojiyi anlayabiliyorum çünkü İncil ve Hıristiyanlık, çelişkilerle doludur. Tanrı insanı yarattı..dehşetin tanrısı-sevginin tanrısı, vahiylerin tanrısı-gizemlerin tanrısı, kaybolan ve gizlenen tanrı-görünen ve aşikar olan tanrı. İnsanlar, tanrıyı kurguladıklarında, geleneğin sahibi olduklarını düşünüp, sadece kendi kafalarındaki gibi olup başka türlü olamayacağına inandıklarında; Tanrı'yı evcilleştirip onu bir put haline getirirler. Bunun üzerine ateizm gelir ve bu küstahlığı, kibiri ve mutlak kesinliği yerle bir eder. Ve dini süreçte çok yaratıcı bir etkisi olur. Tanrı'yı, kendi sınırlarımızın ötesinde ve çok daha derinlerde görmeye çalışmamız için bize meydan okur. Ben, bilim ve teknolojinin gelişmesiyle bu dini soruların yok olup gideceğine inanarak yetiştirildim. Ama tam tersine, ,bilimsel veriler sayesinde öğrenebileceklerimizin sınırlı olacağının farkına vardık. Ki bu bilimsel veriler muazzam ve harikadır, ben şahsen bu bilgileri çok seviyorum. Ama hayatın nihai anlamı ile ilgili sorulara cevap vermezler. Bence sahte ilahları Tanrı'ya şirk koşmak yani onunla eş tutmaya çalışmak, mutlak materyalizmde ortaya çıkmaktadır. Bence Amerika'daki en önemli Tanrı, dolardır. Her yanlışı doğru, her doğruyu yanlış gibi gösterebilir. Kendini dolara adamışsan herşey yolundadır. Modern Amerika'da, kendimizi mutlak olanla karşılaşmaktan sayısız şekilde koruyabiliriz. Mesela ölüme bakış açımızı ele alalım. Bunu her şekilde saklamaya ve ondan saklanmaya çalışırız. Ölülerimizi kozmetiklerle kaplarız, tabut kapağının kapalı olmasını tercih ederiz, ve onları mümkün olduğunca hızlı bir şekilde ortadan kaldırırız. Ama ölmek üzere olan veya ölmüş olan kişinin yüzüne bakmayız. Bir Rus manastırındaki ölü kemiklerinin konduğu yerde bulunan bir kafatasına baktığım zamanı hatırlıyorum. Ve kafatasına boyayla işlenmiş bir yazı vardı: "Ey yolcu, bana iyi bak. Çünkü bir zamanlar ben de senin gibiydim ve sen de benim gibi olacaksın." Tanrı'nın tarihine bakılarak, yarın için ne söylenebilir?
 İnsanlığın Tanrı arayışı, yeni bir şekle bürünerek yine bilinmez olarak mı kalacak?
 Sanırım biz de, insanların Tanrı ve gerçeklik anlayışlarında çok büyük değişimlerin meydana geldiği bir başka Eksen Çağı'nda yaşıyoruz. İnsan gücünün çağındayız. Bu dünyayı daha ilginç hale getiren muazzam teknolojik gelişmeler oluyor, dolayısıyla daha dünyevi(maddesel) bir çağda yaşıyoruz. Bu durum, birçok insan tarafından laikliğin gelmesiyle açıklanıyor. Tanrı artık önemsizdir, ona ihtiyacımız kalmamıştır, onu görmeyiz veya onu deneyimlemeyiz. Bence bu çağ, Tanrı'nın hep hayal ettiği, insan gücünün ve özgürlüğünün çağıdır. Tanrı'nın kendisine, duyulan korku veya acizlikten dolayı değil, herşeyi yeterli kılan yüce bir varlığa duyulan saygı hissiyle tapınılmasını istediğini düşünüyorum. Eşsiz ve  değerli gördüğü için.. Tanrı sadece bugün değil, tarih boyunca eylem halinde olmuştur. Dün, bugün ve yarın da olmuştur, olacaktır. Tanrı, geçici olarak belirip yok olan bir unsur değildir. Ara vermez. Tanrı'nın merhametiyle yaşıyoruz. Sorunlar ne kadar zor görünürse görünsün, Tanrı'ya inanan biri olarak, her zaman ilahi bir müdahalenin bulunduğuna inanıyorum. Bunu doğaüstü bir şekilde değil de, kendi yarattığı doğal iyiliği geliştirmek suretiyle yaptığına inanıyorum. Ve böylece terazi yeniden iyilik tarafı ağır basacak şekilde değişir ve umuyorum ki bizler de o yöne doğru gidiyoruzdur. Genellikle Tanrı hakkında konuşulduğunu ilk kez 5 yaşlarındayken duyarız. İncil'deki hikayeler anlatılır. Ama birçok insan, bu gelenekleri gözden geçirme fırsatı bulamaz. Bence bu önemli birşeydir çünkü Tanrı hakkındaki düşüncelerimiz, zamanla gelişir ve değişir. Yıllarca, Tanrı ile işimin bittiğini düşündüm. Ama sonra, diğer dini gelenekleri incelemeye başladım. Monoteizmin, hayal ettiğimden çok daha fazla zenginlik içerdiğini farkettim. Bizler sadece insanız, ilahi olguları ancak insani bağlamda algılayabiliriz. Erkek ve kadın olarak. Dolayısıyla Tanrı, bir anlamda insan doğamızın ayrılmaz bir parçasıdır. Ama Tanrı'sız bir insan doğası da düşünemeyiz. Tanrı, insanlığımızın bir parçasıdır. İlahi varlığa dair algımız, tümüyle ve apaçık bir şekilde ortadaymışcasına alenen görebileceğimiz  birşey değildir. Bir ağaç veya otobüs hatta bir atom gibi değildir. Bir Tanrı algısı üretip onun üzerinde çalışmamız ve hayal gücümüzü kullanarak, somut şeylerin kabuğunun altında yatan şeylere bakmayı öğrenmemiz gerekir. Gizlenmiş olan kutsal gerçekliği görmek için bunları yapmamız gerekir. Eski bir öğretiye göre; her insan davranışı ilahi olanın bir yansıması olarak düşünülebilir. Kutsal bir yüzleşme gibi. Varolan dinlerin bir yerlerinde, inancın geleceğe ait yeni bir tanımına dair ipuçları olabilir. Tanrı'nın tarihinde yeni bir bölüm olabilir.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar