A HİSTORY OF GOD /Tanrı'nın Tarihçesi (2001)
Ülke: ABD
Tür: Belgesel
Vizyon Tarihi: 04
Aralık 2012 (ABD)
Dil: İngilizce
Senaryo: Karen
Armstrong
Yapımcı: Bram Roos
Altyazı ve çeviri:
felis agnosticus
A History of
God (Tanrı'nın Bir Tarihçesi, Tanrı’nın Tarihi), Karen Armstrong tarafından 1993 yılında yazılmış
olan ve temelde 3 büyük dinin tarihsel gelişimini anlatan bir kitaptır. Aşağıda
gelecek olan belgesel metni de kitabın 1,5 saatlik çok kısa bir özeti
şeklindedir.
Kitapta, insanoğlunun paganizm ile başlayan tanrı arayışının çeşitli
aşamaları tarihsel süzgeçten geçiriliyor; semavi dinlerin ortaya çıkışı,
gelişimi ve inanç sistemlerindeki ilginç noktalar anlatılıyor. Temelde, tanrı
kavramının ve dolayısıyla dinlerin, insanın değişen dünya görüşüne ve yaşam
koşullarına göre nasıl değiştiğinin altı çiziliyor, 3 büyük dinin bu kavrama
dair farklı bakış açıları inceleniyor. Hem felsefi, hem de metafizik boyutuyla,
insanların tanrı kavramını nasıl algıladıklarını ve nasıl deneyimlediklerini,
hangi tarihsel olayların ne gibi inanç akımlarına yol açtığını ve bunların
günümüze kadar ne şekilde geldiğini görmemizi sağlıyor.
Belgesel, çeşitli din adamlarının ve teologların yorumlarıyla,
kutsal kitaplardan örneklerle ve animasyonlarla renklendirilmiş olup bir
tarih belgeseli şeklinde izlenmesi gereken, ama aynı zamanda kendi
inançlarımızı veya inançsızlığımızı sorgulamamızı tetikleyen bir belgeseldir.
2001 yılında televizyonlarda yayınlanmıştır. Bu özellikleriyle
bilgilendirici olması bir yana, hem inançlı, hem de inançsız kesimden çeşitli
tepkiler almıştır. Belgeselin büyük bir bölümünde hâkim olan inançsız ama
tarafsız üslup, sonlara doğru yerini, inanmak ile inanmamak arasında kalmış bir
insanın üslubuna bırakır; ki zaten Karen
Armstrong'ın aşağıdaki kısa biyografisini okursanız, bunun sebebini
çok daha iyi anlayabilirsiniz.
Her ne kadar tarafsız görünen ve barışçıl
bir üslubu olsa da, dinlerin güzel yanları kadar tehlikeli ve sapkın yanlarının
da anlatılmış olmasını dilerdim, çok daha GERÇEKÇİ bir Tanrı (ve din) kavramı
sunmuş olurdu izleyicilere. Günümüz için fazlaca iyimser bir bakış açısına
sahip olduğunu ve insanlığın henüz dünyayı ve dini inançlarını bu şekilde
değerlendirmekten çok uzak olduklarını düşünmeme rağmen, portrelenen “gelecekteki sevgi, barış, huzur dolu dünya” dileği,
şüphesiz hepimizin istediği bir şeydir. O anlamda, yobaz ve kendilerininkinden
farklı düşüncelere tahammülü olmayan bazı insanların mutlaka izlemesi gereken
bir belgesel olduğu kanısındayım. Ancak ateistlerin zaman zaman oldukça da sert
bir şekilde eleştirdiği (ve o kadar sert olmasa da, eleştirilmeyi hakettiğini
düşünülen) kusurları yok değildir.
Karen Armstrong, pek çok
ünlü ateist (Dawkins, Dennett, Jerry Coyne gibi) tarafından sert bir şekilde
eleştirilmiştir. Dennett'ın konuyla ilgili eleştiriyi yaptığı (ve hatta işi
daha da ileri götürerek, Armstrong'un tutarsız teolojik çarpıtmalarını tiye
almak için taklidini bile yaptığı) sunumunu izlemek ve Richard Dawkins'in
Armstrong'a cevaben yazmış olduğu eleştiri yazısını okumak için tıklayın.
Kitabın
yazarı ve belgeselde de anlatıcı görevini üstlenmiş olan Karen Armstrong
kimdir?
Katolik bir rahibe olarak
yedi yıl geçirdikten sonra,1969'da manastırdan ayrıldı ve Oxford
Üniversitesi'nden edebiyat lisans diploması alıp Londra Üniversitesi'nde
modern edebiyat dersleri vermeye başladı. Aynı zamanda bir kamu kız lisesinin
de İngilizce bölüm başkanlığını yaptı.
1982'de okuldan ayrılıp serbest yazarlığa
ve görsel yayıncılığa başladı.1983'te orta doğuda St. Paul'ün eserleri ve
hayatını konu alan altı bölümlük bir belgesel dizisi çekiminde görev aldı.
Kudüs gezisi sırasında bir ateist olan Armstrong, hiçbir zaman Katolik
kilisesine dönmedi ancak bağımsız bir monoteist olarak hayatına devam etti.
Doğuya yaptığı seyahat ve edindiği bilgiler, kendisini çok daha mistik bir
anlayışa yönlendirmiş, doğu kültürünün daha “gizemli”
olan dünyasına yönelmesine sebep olmuştur. Yani özetle, Karen Armstrong
Kudüs gezisinden sonra hiçbir dine mensup olmasa da tek tanrıya inanan bir
kişiye dönüşmüştür ve belgeseli çektiği zaman da bu görüştedir.
Karşılaştırmalı dinler
üzerine 12 kitap yazmıştır.
Diğer televizyon
çalışmaları Varieties of Religious Experience (Dini Tecrübenin
Türleri, 1984) ve Tongues of Fire (Ateşten Diller, 1985) gibi
yapıtları içermektedir ki ikinci yapıt, dini ve şiirsel ifade ile ilgili aynı
isimli bir antoloji oluşturması ile sonuçlanmıştır. 1988'de (ve 1991, 2001
sonraki baskılar) yayınladığı Holy War (Kutsal Çatışma) adlı eseri,
batıda sert eleştirilere hedef olmasına yol açmıştır.
Islam: A Short History
(İslam’ın Kısa Bir Tarihçesi) isimli kitabıyla, İslam’ın batıda bilindiği gibi
vahşi ve karanlık bir din olmadığını savunmuş ve bu sebeple de sıkça
eleştirilmiştir. Bu konuda fazlasıyla iyimser olduğunu düşünülüyor,
zira yer verilen ayetler hep İslam’ın sözde aydınlık yüzüdür, karanlık
kısımları hep gözardı edilmiştir. Karen Armstrong bunları bilmediği için mi,
yoksa özellikle (ki bunun farklı sebepleri olabilir) gizlemek istediği için mi
yaptığını bilmiyorum.
Kaynaklar:
-http://www.newenglishreview.org/Hugh_Fitzgerald/Karen_Armstrong%3A_The_Coherence_of_Her_Incoherence/
Bu kısmın Alıntı linki:
http://www.baharkilic.org/post/2011/07/05/Tanrinin-Tarihi-A-History-of-God-%28belgesel%29.aspx
http://www.baharkilic.org/post/2011/07/05/Tanrinin-Tarihi-A-History-of-God-%28belgesel%29.aspx
İnsanlık tarihi, bir
arayış olarak düşünülebilir. Bilgi arayışı, teselli arayışı, anlama arayışı.
İnsanoğlunun belki de en büyük soruları inançla ilgilidir. Tanrı'yla ilgilidir.
Tanrı'ya dair inançlar çok sayıda yoldan seyahat etmiştir. Bir tanesi, 3 büyük
monoteist din ile sonuçlanmıştır. Musevilik,
Hıristiyanlık ve İslam. Tanrı'yı
bugün olduğu şekliyle algılayabilmek için. Tarih boyunca zamanla değişmiş olan
bir algıdır bu. Ve hala da değişmektedir. Tarihlerinin erken dönemlerinde
Museviler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar, kendilerinden önceki pagan
toplumlarınca "ateist" olarak tanımlanmıştır. Tanrı'ya inanmadıkları
için değil, besbelli ki inanıyorlardı. Ama kutsal olana dair düşünceleri çok
farklıydı. Evrende tek bir üstün Tanrı olması fikri, insanların bilincine
öylesine hükmetmiş durumdadır ki, bunu sorgulama ihtiyacını bile bastırmıştır.
Ama bu noktaya gelinceye kadarki süreç, öngörülemeyen, zor ve hatta acılı bir
süreç olmuştur. Bu, o sürecin hikayesidir.
Tanrı'nın
tarihi. "Ben neysem oyum"
"Başka Tanrı'ya tapmayacaksın"
İnsanlığın şafağından
beri, birkaç 100 bin yıl öncesinden başlayarak insanlar, öngörülemeyen ve çoğu
zaman da düzensiz olan bir dünyaya anlam
vermenin yollarını aramıştır. Biz kimiz?
Neden varız?
Mevsimler neden değişir?
Hayat neden acılarla doludur?
Öldüğümüz zaman ne olur?
Bu arayış, insanların olaylara tinsel açıdan
bakmasına sebep oldu. Somut dünyanın ötesindeki olaylara.. Eski toplumlar, doğa
üstü güçlerin varlığına yöneldi. "Tanrılar" diyeceğimiz güçlerden huzur
ve düzen için medet umdular. Politeizm veya paganizm(putperestlik) denilen bu
birden çok Tanrı inancı, insanoğluna, uzun süren tarihi boyunca hükmetti. Tek
bir üstün kutsal varlığa inanmak anlamına gelen monoteizm, yaklaşık 4 bin yıl
önce ortaya çıktı. Bugün ise insanlar için Tanrı; ebedi ve değişmeyen bir
varlıktır. Tanrı hakkındaki düşünceler, Tanrı'nın dünyada ilk kez ortaya
çıkışından beri değişim geçirmektedir. "Tanrı'nın değişmesi" fikri,
bir kavram kargaşası yaratıyor gibi gelebilir. Çünkü Tanrı'nın mutlak, ebedi ve
ilahi olması gerekir. Ve aslında bu temel kutsallık gerçeği değişmez,., ama
insanların bunu ifade ediş tarzı değişir. Atalarımız ile aynı şekilde dindar
olamayız çünkü bakış açımız tamamen değişti. Uzaydan dünyamıza baktık mesela. Dolayısıyla
her neslin, geçmişine ait geleneklere bakarak, kutsal metinlere bakarak,
onların kendilerine ait tuhaf ve özgün koşullarına bakarak, geçmişin
geleneklerini günümüzün sorunlarına uyarlamak için, yaratıcı bir çıkış yapmak
durumundadır. "Yapım aşamaları devam eden Tanrı", ilk olarak
politeizmin mini Tanrıları şeklinde ortaya çıktı. Her Tanrı'nın, güç ve
sorumluluk alanları sınırlıydı. Avlanma gibi veya savaş, doğurganlık veya ölüm
gibi. Eski insanlar için, bu sayıca fazla ama sınırlı tanrılar, onlara
fazlasıyla ulaşılabilir ve yakın geliyordu. Paganlar, pek çok tanrıya inanan
politeist insanlardı. Hem ilahi olanla hem de dünyayla çok yakın ve sıcak bir
ilişkileri vardı. Bu dünyalar ile kadınlar, erkekler ve tanrılar arasında
uzanan uçurumlar görmüyorlardı. Paganizmin çekiciliği, tanrıların böylesine
yakın olmasıydı, onları görmek için çok fazla mücadele etmenin gerekmemesiydi.
Doğrudan ve istediğiniz anda hayatınızda bulunuyor olmalarıydı. Politeizmin
çekiciliğini anlamak istiyorsak, öncelikle Katarizm'e, azizleriyle birlikte göz
atmamız gerekiyor bence. Hiçbir katolik politeist olduğunu söylemez, ama şu ya
da bu şekilde faydalı olmuş olan azizlerin kaydını tutmayı severler. Cascia'lı
Azize Rita, umutsuzların azizesidir, Azize Jude da öyledir mesela. Ben Azize
Agatha gününde doğmuşum, o da göğüsleri kesilmiş bir azizedir, dolayısıyla
göğüs kanseri olan kadınlar için bir destek simgesidir. Cristopher, seyyahların
azizidir. Yani burada, insani bir dürtünün gölgesini görüyoruz:
"İyice
derine inip eksik birşey kalmadığından emin olmalıyım."
diyen dürtüden bahsediyorum. Politeizm bu yüzden vardı. Ve böylece, eski
insanlar tinsel dünyayla pek çok tanrı aracılığıyla iletişim kurdu. Her biriyle
doğrudan ve de belirli bir amaç için iletişim kurulabiliyordu. Ve sonra,
bildiğimiz kadarıyla 4 bin yıl önce, tek bir kutsal varlık fikrinin ortaya
çıkışı için ilk kıpırdanmalar başladı. Ortaya çıkış yeri, antik Orta Doğu'nun
batısında bulunan Kenan bölgesiydi. Burada Kenaniler denilen yerel halk
yaşıyordu. Kenan dini, tipik bir pagan, politeist dindi. Kendilerine ait bir
tapınakları vardı ve baş tanrı El idi. El karanlık bir kişilikti, yüksek bir
tanrıydı. El'in oğlu Baal, fırtına ve bereket tanrısıydı. Baal'ın kızkardeşi de
ekin tanrıçası Anat idi. Museviliğin geleneksel kurucuları olan İbrahim, İshak
ve Yakub, hayatlarını bu tanrılarla çevrelenmiş olarak yaşadılar. Tek bir üstün
tanrıya inanmayı gerektiren monoteizm inancı, işte bu pagan kültüründen
doğacaktır. O zamanın din adamları, bizim anlayışımıza göre monoteist değillerdi.
Yalnızca tek bir tanrıya inanmıyorlardı. Bağlılıklarını seçtikleri tek bir
tanrıya sunmuş olabilirler ama başka tanrıların da varolduğuna inanıyorlardı.
Ve İbrahim de tipik bir pagan gibi davrandı. Kenan'a gelirken eski tanrılarını
beraberinde getirmedi çünkü o bölgede artık etkili değillerdi. Derhal El gibi
yerel tanrılara tapınmaya başladı. Monoteist dinlerin geleneğinde, doğal olarak
kurucusunu veya kurucularını ilk günden beri bütünüyle tamamlanmış bir dinin
devrimci liderleri olarak görme isteği vardır. Ama hiç kimse, mevcut
fikirlerden doğmamış olan yeni bir fikir ortaya atamaz. Dolayısıyla en azından
şunu söyleyebiliriz: İbrahim'in, Yakup'un ve İshak'ın tanrıya verdikleri isim
olan "El", aynı zamanda Kenani tapınağında da kullanılan bir
isimdir. Ve de neden öyle olmasın ki?
İbrahim, geleneksel anlamda ilk monoteist
insan olarak bilinir. Ama onun Tanrı'yla olan ilişkisi, komşularının pagan
tanrılarıyla olan ilişkilerine çok benzer. İncil'in kendisi bile sanki bunu
doğrular niteliktedir.
"Hava
ısınırken çadırının girişinde oturuyordu. Yukarı baktığında yakınında duran 3
adam gördü. Onlarla selamlaşmak için koştu ve saygıyla eğilerek şöyle dedi:
Efendilerim, eğer gözünde lütuf bulduysam, lütfen kulunuzun yanından
ayrılmayın. Biraz su getirteyim, bırakın size yiyecek bir şeyler getireyim”-
Yaratılış; 18:1
Bir korulukta veya
tam karşısınızda insan olarak vücut bulmuş haliyle bir Tanrı'yı görmeniz veya
Tanrı'nın suretiyle ilgili bir deneyim yaşamanız çok olasıydı. Ve bazen
İbrahim, Tanrı'yla yemek bile yerdi veya tartışmaya girerdi; sanki karşısında
bir eşiti varmış gibi. Bu, sonradan Musevi toplumları için şaşırtıcı bir durum
olarak karşılaşacaktı. Ama o zamanlar bu, İbrahim için gayet doğal birşeydi
çünkü çok daha farklı bir dünyada yaşıyordu. Hayvanların kurban edilmesi, eski
paganların tanrılarıyla iletişim kurmak için kullandığı yöntemlerden biriydi.
İbrahim için de durum farklı değildi. "Ve dedi ki: Ey tanrım, bu
toprakları miras alacağımı nasıl bileceğim?
Ve
Tanrı cevap verdi: Bana bir düve, bir keçi, bir de koç getir. Bir de kumruyla
güvercin yavrusu getir. Ve İbrahim bunların hepsini getirdi, onları ortadan
ikiye böldü- Yaratılış; 15:8
Eski dünyaya ait her
dinde, mutlaka "kurban" eyleminin bir çeşidi vardır. Kurban etme
işlemi önemliydi çünkü Tanrı'yla insanlar arasındaki karşılıklı ilişkinin
önemini vurguluyordu. Öldürülen hayvanın etleri tanrılara sunuluyordu ve
aşağıdaki insanlar da bu adanmış etten yiyerek bir anlamda tanrılarla bir öğün
paylaşmış oluyorlardı, çünkü insanlar şöyle düşünür:
"Eğer gerçekten inancında samimiysen, bunu kanıtlamak için
birşeyleri vermeli, ve hatta feda etmelisin."
Eğer yeterince
inanırsa, insanlar bu yüzden savaşlarda ölür, bir başkasının hayatını kurtarmak
için kendi hayatını bu sebeple feda eder. Ancak bazı pagan kültürlerinde,
hayvan kurban etmek her zaman yeterli değildi. Bazı durumlarda daha değerli
kurbanlar gerekirdi. Bir insanı kurban etmek gibi.. Hatta bazen de bir çocuk.
Bu da İbrahim'in hayatına girmiş olan bir başka dini gelenekti.
"Tanrı, İbrahim'i sınava tabi tuttu. Ve
dedi ki: Sevdiğin biricik oğlunu al, Moriya bölgesine git. Orada sana
göstereceğim bir dağda oğlunu yakmalık sunu olarak sun- Yaratılış; 22:1
İshak hikâyesi belki
de Museviler için en derin, anlaşılması en zor ve tuhaf bir şekilde Musevi
kültüründe en çok değer verilen hikayedir. Bunun sebebi, bize o zamanın inanç
sistemlerinde, Tanrı'yla insan etkileşimi hakkında çok şey gösteriyor
olmasıdır. Bir yandan İbrahim'i sadece bir çocuk katili gibi gösterir, çünkü bu
hikayede oğlunu neredeyse öldürecektir. Ama birçok âlim buna daha farklı bir
açıdan bakar. Çünkü çocuk kurban edilmesi o dönemde çok yaygın bir uygulamadır
ve bu hikaye, Musevi metinlerinde konuyla ilgili bulunan son hikayedir.
Sonradan Tanrı'nın İbrahim'e oğlu yerine bir koçu kurban etmesini emretmesiyle,
bir daha inancın ve Tanrı anlayışının, bu derece ağır bir şekilde sınava tabi
tutulmasını istemediğini buyurduğu ve böylece tarihte önemli bir değişiklik
yaratmayı amaçladığı savunulur. Kitab-ı Mukaddes'te adı geçen son peygamber ve
İbrahim'in torunu olan Yakup, Tanrı'yla atalarından çok daha yakın bir şekilde
iletişim kuran kişi olacaktır. "Bir adam gün ağarıncaya kadar onunla güreşti.
Yakup'u yenemeyeceğini anlayınca, dedi ki: "Bırak beni, gün
ağarıyor." Yakup cevap verdi: "Beni kutsamadıkça seni bırakmam."
Adam dedi ki: "Artık sana Yakup değil, İsrail denecek. Çünkü Tanrı'yla
güreşip yendin." Yakup: "Lütfen adını söyler misin?
"
diye sordu. Adam: "Adımı sormamalısın." dedi ve kayboldu- Yaratılış;
32:24
Benim için
algılanması zor bir gizem içeriyor. Yani kimdir bu kutsal varlık?
Bütün gece tükenme noktasına gelene kadar
onunla güreşmek ne anlama gelir?
Hikayenin sonunun, hem insanla hem de
Tanrı'yla bağdaştırılabilir oluşunu da özellikle beğeniyorum. Aralarındaki
ilişki, basit bir şekilde itaat veya zafer kazanma şeklinde değil, güreşme
eylemiyle ifade edilmiştir. Ve bu da bence Musevi geleneklerinin en temel
gerçeklerinden biridir. "Algılanması imkansız olan sonsuz Tanrı" düşüncesi ve "Dokunulup hissedilecek kadar
yakın olan Tanrı" düşüncesi arasında kendi algımızla güreşip dururuz.
Güreşme faslından sonra Yakup, ziyaretçinin ismini öğrenmek ister. Ve ziyaretçi
cevap vermez. Antik kültürlerde, birisinin ismini bilmek, bu bir Tanrı bile
olsa, size ona hükmedebilme gücünü verirdi. Tarikat ayinlerinde, tanrıların
isimlerini defalarca makamlı bir şekilde söylerlerdi, böylece bu Tanrı'yı idare
edip istediklerini yapmasını sağlamaya çalışırlardı. Ama bu Tanrı
"hayır" der, "Adımı bilemezsin, beni bu şekilde kontrol
edemezsin" der ve ortadan kaybolur. Burada belli belirsiz bir değişim
söz konusudur. Yakup'un Tanrı'sı, alışıldık pagan Tanrı inancından yavaşça
uzaklaşmaya başlamıştır. Sonuç olarak Musevilik, bulunduğu toplumun dini
geleneklerinden ne kadar farklı ve ne kadar radikal olursa olsun, tek bir
adımda bir gecede meydana gelmemiştir. Zamanla büyümüştür. Kutsal
peygamberlerle oluşmaya başlayan yeni tanrı anlayışı, kısa zamanda yeni bir şekle
dönüşecekti. Bu dönüşüm, büyük devrimsel ayaklanmaların olduğu bir döneme denk
gelir. Eski din adamlarının torunlarının, Tanrı ve peygamberi Hz. Musa
sayesinde Mısır'daki köleliklerinden kurtulup özgür kaldıkları dönemdir. Hz.
Musa'nın ve Exodus(Mısır'dan Çıkış) kutsal kitabının Tanrı'sı, artık din
adamlarının "el altında bulunan ve ulaşılması kolay olan" tanrısı
değildir. Tanrı artık gizem doludur ve yine aynı derecede gizemli bir de ismi
vardır. Monoteizm, tanrıların ulaşılabilir olduğu bir çağda ortaya çıkmıştır.
Kutsal kitaplardaki resullerin deneyimlediği Tanrı da bundan pek farklı
değildir. Ama bu, değişmek üzereydi. Yaklaşık 3600 yıl önce, Kenan diyarında
büyük bir kıtlık başladı. Ve son kutsal peygamber olan Yakup, ailesiyle
birlikte Mısır topraklarında yiyecek aradı. Kutsal metinler, Yakup ve onun
soyunun ilk başlarda Mısır'da zenginleştiğini söyler. Ama sayıları ve güçleri
arttıkça, Mısır'lılar onlardan çekinmeye başladı ve onları köle olmaya zorladı.
400 yıllık esaret döneminden sonra Tanrı, Yakup'un soyu olan İsrailoğulları'nı
Mısır'dan çıkarması ve önderlik etmesi için Hz. Musa'yı görevlendirdi.
"Hz.
Musa baktı çalı yanıyor, ama tükenmiyor. Tanrı Hz. Musa'nın yaklaştığını
görünce, çalının içinden, "Hz. Musa, Hz. Musa!" diye seslendi. Hz.
Musa, "Buyur!" diye yanıtladı. Tanrı, "Fazla yaklaşma"
dedi, "Çarıklarını çıkar. Çünkü bastığın yer kutsal topraktır- Mısır'dan
Çıkış; 3:2
Kendinden geçen Hz.
Musa, Yakup'un Tanrı'yla güreştikten sonra sorduğu sorunun aynısını sorar:
"Adın
nedir? " Ve bu sefer Tanrı cevap verir. Ama kendisini, aslında bir isim
olmayan bir kelime ile tarif eder. " Ehyeh
Asher Ehyeh = Ben neysem oyum" anlamına gelen "Yahweh
(Yehova)" cevabını verir. Hz. Musa'nın Tanrı'sı, İbrahim'le dostane bir
şekilde yemek yiyen Tanrı'dan çok farklıdır. Tanrı, yanan çalının içinden Hz.
Musa'ya ismini söyler. "Ehyeh Asher Ehyeh" ki bu da Eski Ahit'te
Yahweh (Yehova) haline gelir. Ve bu gizemli bir cümledir. Aslında bu; kasıtlı
bir belirsizliği ifade eden İbranice bir deyimdir. Ve Tanrı bu şekilde Hz.
Musa'ya; "Kendi işine bak, benim kim olduğum seni ilgilendirmez."
demektedir.
(Ehyeh Asher Ehyeh = Ben neysem oyum” un
Arapçaya geçmiş şekli olan “Bi âhiyyen şerâhiyyen”
İsmi, Hz. Ali kerremallâhü veçheye ait olduğu rivayet edilen
Celcelutiyye Kasidesinde geçer.
Arapçaya geçmiş şekli olan “Bi âhiyyen şerâhiyyen”
İsmi, Hz. Ali kerremallâhü veçheye ait olduğu rivayet edilen
Celcelutiyye Kasidesinde geçer.
Bi âhiyyen şerâhiyyen ezûnâyi sabvetin
Asbâvüsin âli şeddâye aksemtü bi taytağat
Burada yine, idare
edilemeyen, ismi kullanılarak kontrol edilemeyen bir Tanrı görüyoruz. O
herneyse, O olmaya devam edecektir. 20. yüzyılda önemli bir teolog olan Rudolf
Otto buna, "mysterium tremendom et
fascinans" adını vermiştir. İki etkisi vardır: Muazzamdır, sizi sürükler. "Ayağındaki
çarıkları çıkar çünkü kutsal topraklara basıyorsun" der, adeta
"Defol git buradan, sen bir hiçsin" der gibi. Diğer bir etkisi
büyüleyici olmasıdır. Işığa doğru uçan bir güve kelebeği gibisinizdir. İnsanı
elinde tutar. Ona katlanamazsınız ama onsuz da yapamazsınız. Ve bu da, Tanrı
gizemiyle başa çıkmak için kutsal kitaplarda kullanılan en yaygın yöntemlerden
biridir. Kölelikten kurtarılmayı arzulayarak bekleyen İsrailoğulları için,
atalarının kişisel Tanrı'sı olan El, artık yeterli değildi. Onları özgürlüğe
kavuşturacak, dinamik ve gizemli bir tanrıya ihtiyaçları vardı. Yehova, böyle
bir tanrıydı. Mısır'da 10 tane büyük mucizevi afet oldu. Bazıları Mısır
tanrılarını özellikle hedef alan saldırılardı. Önce Nil nehri bir kan nehrine
dönüştü. Ardından bitler, çekirgeler,
dolu ve şimsekler, iyileşmeyen çıbanlar ve heryere hakim olan mutlak karanlık
geldi. Ve en sonunda Tanrı, her Mısır'lı ailenin ilk doğan oğlunu öldürür. Köle
sahipleri onları artık alamaz. Firavun sonunda teslim olur ve
İsrailoğulları'nın Mısır'ı terketmesine izin verir. Exodus(Mısır'dan Çıkış)
hikâyesiyle Hz. Musa, yeni bir farkındalık oluşturur: Bu Tanrı
özgürleştiricidir, insana saygısı olan, onlara değer veren ve onları seven bir
Tanrı'dır. Özgürleştiren odur, mutlak diktatörlüğü, bu durumda Firavun'un
diktatörlüğünü yıkan odur. Ve bir yandan da bir daha hiçbir insanın mutlak
hakim olmayacağını, sadece Tanrı'nın mutlak hakim olabileceğini belirtmiş olur.
Bu da bütün insan soylarını akraba yapar. Hz. Musa'nın ve İsrailoğulları'nın
özgürleştirilmesini anlatan hikayeler, biz Afrika kökenli Amerikalılar'ın
ilgisini çeker ve gönlümüze işler. Çünkü deneyimlerimiz buna çok benzemektedir.
Köleleştirilmiş olmamız, güçlü köle sahiplerince köleleştirilmiş olmamız
mantıksız beklentilerin ötesinde çalıştırılmış olmamız, yeterince malzeme
olmadan çalıştırılmamız, ezilen alt tabaka halk olmak zorunda kalışımız, tıpkı
İsrailoğulları'nın tarihine benzer ve bizim tarihimizle aynıdır. Tanrı'nın
dualarımızı duyması ve bizi kölelikten kurtarmaya karar vermesi bir mucizedir.
İsrail kavminden biri için, Mısır'dan Çıkış'ın Tanrı'sı harika ve
özgürleştiriciydi, ama bir Mısır'lı için hiç de öyle değildi. Mısır'lılar bu
Tanrı'nın elinden büyük acılar çekti. Tanrı'ya "Orduların
Tanrı'sı" anlamına gelen Yahweh Sabaoth denir. Ve o kabileye ait bir
Tanrı'dır, henüz evrensel değildir. Mısır'lıların kendi tanrıları vardır. Ve bu
Tanrı, Mısır tanrılarıyla savaşmaktadır. Tutkuyla sadece kendi insanlarının
tarafındadır ve gerekirse onların tüm düşmanlarını öldürmeye hazırdır. Mısır'ın
elinden kurtulup özgürleşen İsrailoğulları, Sina Çölü'ne doğru ilerlediler.
Tanrı'nın kendisini gösterdiği yanan çalının olduğu dağa doğru yol aldılar.
Sina Dağı'nda Yehova ile yaşadıkları karşılaşma, ilişkilerini açıkça
tanımlayacaktır.
"Üçüncü günün sabahı gök gürledi,
şimşekler çaktı. Dağın üzerinde koyu bir bulut vardı. İnsanlar titriyordu.
Tanrı Sina Dağı'nın üzerine indi, Hz. Musa'yı dağın tepesine çağırdı. Hz. Musa
tepeye çıktı- Mısır'dan Çıkış; 19:16
Yunan ortodoksları
Hz. Musa'nın dağın tepesine çıkması fikrine bayıldı. Hz. Musa'nın yoğun bulutlarla
çevrelenmiş bir şekilde, normalde sadece Tanrı'nın olduğu ve görülemeyen bir
yerde, Tanrı'yla birlikte olma düşüncesine bayıldılar. Ve bu fikri şöyle
yorumlayacak şekilde kullandılar: "Evet, Tanrı'yla beraber olabilirsin,
ama sakın onu açıkça görebileceğini düşünme, onu tanımlayıp doğasını
anlayabileceğini sanma."
Kilise öncülerinden
biri olan Gregory Palamas şöyle yazmıştır:
"Eğer-Tanrı vardır- diyorsak,
-Biz var değiliz- dememiz gerekir."
Bununla şunu demek
istemiştir: Tanrı üstün bir varlık değildir ya da bizim algıladığmız ve
olduğumuz şekilde bir "varlık" değildir. O halde ne varsa, Tanrı'dır.
O varoluşun içindeki varoluştur. Tanrı'yı sınırlarsanız, kendi hayalinizde bile
bunu yaparsanız, Tanrı'yı yaratıyorsunuz demektir. Çünkü hayal gücü, beş
duyunun bir ürünüdür. Bilgisayar hafızası gibi, beyninizdeki anılardan
yararlanarak onu oluşturursunuz. Dolayısıyla Tanrı'yı yaratmış olursunuz ve bu,
Tanrı'ya yapılamaz. Tek üstün Tanrı'nın bu gizemli ve algılanamayan yapısı,
Sina Dağı'nda iletilen on emrin ikincisinde açıkça ifade edilir.
"Benden
başka Tanrın olmayacak. Kendine yukarıda gökyüzündeki cennette olana benzeyen
herhangi put veya benzeri heykel yapmayacaksın- Mısır'dan Çıkış; 20:3
Ama belki de daha
yakın ve rahatlatıcı olan, eski "ulaşılabilir Tanrı" fikrini
terketmek, gerçekten de zor olmuştur. Tanrı emirlerini Sina Dağı'nda Hz.
Musa'ya gönderirken bile, insanları beklemekten sıkılır. Pagan tanrısı El'in
geleneksel görüntüsü olan altın bir buzağı heykeli yaparlar. Dağın eteklerinde
masraflı bir ziyafet düzenleyip dans ederler. Sina Dağı'nda olağanüstü bir olay
yaşanıyordu. Gökgürültüsü, şimşekler ve özgürleşme gibi harika şeyler oluyordu.
Tanrı, "Tek tanrı benim ve benden üstün bir Tanrı yoktur."
demişti. Ve şimdi de dönüp baktıklarında aynı Tanrı, önünde dans edip şarkı
söyleyebilecekleri ve dokunabilecekleri altın bir buzağı yaratmıştı. Yani
insanların bir gecede değişmesini beklerseniz, kalbiniz kırılacaktır.
İnsanların bir haftada, bir günde ve hatta bir nesilde, kutsal şeylere yönelik
alışkanlıklarından kurtulamıyor olması, kimseyi şaşırtmamalıdır. Ancak acaba
İsrailoğulları, altın buzağıya tapınarak Tanrı'yla insanlar arasında oluşmaya
başlayan mesafeyi mi kapatmaya çalışıyordu?
Atalarının Tanrı'ya hissettiği yakınlığın
birazını da olsa hissetmeyi mi umuyorlardı?
Sembolik nesneler, görüntüler ve putlar
yaratmak, her dinde görülen güçlü bir dürtüdür. Çünkü onlara dokunabilir,
onlarla konuşabilirsiniz, vesaire. Halen somut olan şeylere karşı kuvvetli
hislerimiz vardır. Tüm monoteist inançların temelinde, kaçamayacağınız bir
gerilim yatar. Bir yandan bu her türlü hayal gücünün ötesinde olan, evrensel ve
ebedi Tanrı kavramı konusunda ısrar ederken, diğer yandan da aynı Tanrı'nın,
uçsuz bucaksız evrendeki önemsiz bir nokta olan insana değer verdiği konusunda
ısrar ediyoruz. Dolayısıyla burada gerçekten de bir çelişki vardır ve insanlar
doğal olarak zaman zaman bu gerilimin bir tarafına odaklanır. Hastanede
yatarken, hahamların bahsettiği o Tanrısal kutsallığı başucumda hissetmek
isterim. Bazen de uçsuz bucaksız yıldızlı evrene, bir Van Gogh tablosuna bakar
gibi bakarım, ve bu tarifsiz, evrensel ve üstün Tanrı'dan dolayı şaşkına
dönerim. Sina Dağı'nda İsrailoğulları, Tanrı'ya dair yeni fikirlere
alışmalarının ne kadar zor olacağını göstermişlerdi. İsrailoğulları, çölde
arayış içinde geçirdikleri zor günlerden sonra kutsal topraklara
yerleştiklerinde, Tanrı'ya dair yeni özellikler ortaya çıkmaya başladı.
Kıskançlık ve intikam duygusu gibi. Tanrı'nın bu değişen yapısı, Eski Ahit'teki
peygamberler için olağanüstü zor bir mücadeleyi de beraberinde getirmişti. Ama
yine de aynı peygamberler, aynı Tanrı'yı nazik ve merhametli olarak da
tanımlamışlardır. İsrailoğulları'nın, Tanrı'nın ortaya çıkan bu karmaşık yapısı
konusunda anlaşmaya varmaları, Musevi inancının kalıcılığını, ve hatta belki
de, bizzat monoteizmin kalıcılığını belirleyecekti. Hz. İsa’dan 1200 yıl önce,
Mısır'dan Çıkış'ın yaşandığı zamanlarda, Tanrı kendisini üstü örtülü bir gizem
olarak ortaya koydu ve insanlarının başka tanrılara tapmasını yasakladı. Ama
İsrailoğulları Sina Dağı'nda Tanrı'nın kelamını alıp Kenan diyarına döndükleri
zaman, Tanrı'nın emrini unutmuş gibiydiler. "Başka Tanrı'ya
tapmayacaksınız." emri unutulmuştu. Din tarihin en tuhaf karakterleri
ortaya çıkmıştı: Peygamberler. Peygamberlerin hikâyeleri, İsrailoğulları'nın bu
değişime ayak uydurma konusunda çok zorlandıklarını gösteriyor. Peygamberler
bazen doğaüstü ve anlaşılması zor davranışlar sergiler. Zülkifl'e Tanrı tarafından
dışkı yemesi söylenmiş mesela. Ve bir mülteci gibi ağzına kadar dolu çantalarla
dolaşmak zorundadır. Yeremya, Tanrı ile olan etkileşimini vücudunun her uzvunu
saran ve bir sarhoş gibi tökezleyerek yürümesine sebep olan bir ağrı olarak ifade eder. Zülkifl, Tanrı'yı
kutsal bir at arabasında gördüğü ilk ilahi deneyiminden sonra, şuursuzca
kendinden geçtiğini düşünür. Ve bence bu, İsrailoğulları'nın, Orta Doğu'ya
hakim olan mistik bilinçten kendilerini koparma ve ondan uzaklaşma konusunda
zorlandıklarını gösteriyor. Yehova'nın en ateşli savunucularından biri de
peygamber İlyas(Elijah) idi. Ki zaten bizzat bu isim bile, "Yehova
benim Tanrı'mdır" anlamına gelir. İlyas, Milattan Önce 9. yüzyılda
yaşamıştır. Kenan Tanrı'sı Baal'a tapmanın İsrailoğulları arasında yeniden
popüler olduğu zamanlarda yani. İsrail kralı Ahab ile evlenen Lübnan'lı bir
pagan olan Kraliçe Jezebel, Baal'ın baş savunucusuydu. Şimdi, ciddi bir
kuraklık başlamıştır. İsrailoğulları, fırtına tanrısı Baal'dan yağmur
yağdırması için medet umar. İlyas öfkeden kudurmuştur. "Daha ne kadar
iki taraf arasında dalgalanacaksınız?
Eğer Yehova Tanrı'ysa, onu izleyin; yok, eğer
Baal Tanrı'ysa, onun ardından gidin- 1.Krallar; 18:21
İlyas Carmel Dağı'nda iki tapınak kurar. Biri Yehova için, diğeri de Baal için.
Ve herbirine birer kurban yerleştirir. Sonra Baal'ın peygamberlerine
tanrılarına başvurmalarını söyleyerek meydan okur. Bunu deneseler de, bu
peygamberler yağmur yağdırmayı başaramaz. Sonra İlyas Yehova'ya başvurur.
Gökyüzünden ateşler yağar ve tapınağı yok eder. İsrailoğulları şaşkın bir
şekilde yüzüstü kapanırlar. "Yehova Tanrı'dır!" diye haykırırlar. Çok
geçmeden şiddetli yağmurlar başlar ve toprağı tazeler. Carmel Dağı'nda hava
durumunu kimin tayin ettiği belirlenmiştir. Yağmuru kim yağdırır. Baal mı yoksa
İsrail'in Tanrı'sı mı?
Yağmur için Baal'a giden halkından memnun
olmayan Tanrı, kuraklık yaratmıştır. Dolayısıyla göklerden ilahi alevler gelir
ve sunulan kurbanı yok eder. Sonra da bulut ortaya çıkar ve cevap verilmiş
olur: "Yağmuru ben yağdırırım." demiş olur. Kuraklığın sona
ermesiyle İlyas, kazanılan zafer konusunda yücegönüllü davranmaz. Baal'ın
rahiplerinin yakalanıp yakınlardaki bir vadiye götürülmesini emreder, ve 450
rahibin herbiri orada katledilir. Bazen bunun, putperestliği tamamen yok etmeyi
hedefleyen bir kutsallık karmaşası olduğunu düşünürüm. Musevilikte putperestlik
konusu, hiçbir hoşgörünün olmadığı, yavaş yavaş iyileştirmek yerine onu tamamen
yakıp yok etmenin seçildiği, dolayısıyla kazanılan ilk avantajda Baal'ın bütün
rahiplerini öldürmeyi uygun bulan klasik bir bakış açısıdır. Öldürüleceğinden
korkan İlyas, Sina Çölü'ndeki dağa kaçar, ki burası şimşekler ve dumanlar
arasında Tanrı'nın kendisini Hz. Musa'ya gösterdiği dağın ta kendisidir.
Korkmuş ve yalnız olan İlyas, bir kaya yarığının içinde dikilir. Tanrı'nın bir
sureti belirir ve İlyas, Sina Dağı'nın Tanrı'sının huzurunda bulunmanın
yaratacağını düşündüğü muazaam dehşete hazır olmak için kendisini korumaya
alır. Ama İlyas'ı bir süpriz beklemektedir.
"Yehova'nın
önünde çok güçlü bir rüzgar dağları yarıp kayaları parçaladı. Ancak Yehova
rüzgarın içinde değildi. Rüzgarın ardından bir deprem oldu, ama Yehova depremin
içinde de değildi. Depremden sonra bir ateş çıktı, ancak Yehova ateşin içinde
de değildi. Ateşten sonra ince, yumuşak bir esinti sesi duyuldu. İlyas bu sesi
duyunca, cüppesiyle yüzünü örttü, çıkıp mağaranın girişinde durdu- 1. Krallar;
19:11
Fırtınada değil,
şiddetli rüzgarda da değil, ama bir esintinin belli belirsiz sesinin içinde.
Dingin ve belirsiz bir ses. Dolayısıyla artık Tanrı'nın doğal güçlerin içinde
olmadığı düşüncesi vardır ve sesi zar zor duyulur. Bu da yine klasik
paganizmden uzaklaşan ufak bir adımdır. İlyas, putperestliğin peygamberlerinden
kaçmıştır. Tanrı'yı aramaya gider ve onu fırtınada veya şimşeklerde değil,
sessizliğin sesinde bulur. Bu dinginliğin sessizliği, olgunlaşmayı gösterir. Bu
ses, kalbimizden çıkarak aklımız ve ruhumuzla konuşur. Bu da, hem kavrayış hem
de sadakat bakımından daha derin bir algıya işaret eder. İlyas, Tanrı'nın kıskanç
ve zalim olabildiği gibi, sessiz, hatta nazik bile olabileceğini keşfetmiştir.
O bunların hepsi ve daha fazlasıydı. İnsanın beklentilerinin ötesindeydi. İnsan
aklından üstündü. "İnsan aklından üstün olmak", "bizim normal
deneyimlerimizin ötesinde olmak." anlamına gelir. İnsanlık tarihi
boyunca insanlar, hayatın gizli ve kutsal bir boyutunu hissetmişlerdir. Normal
düşüncelerinin, fikirlerinin ve deneyimlerinin ötesinde olan bir boyut. Vecd
ararız, kendimizin ötesine geçip başka bir algı boyutu olan bu durumu
deneyimlemek isteriz. Ve bunu dinde bulamazsak, başka yerlerde ararız. Sanatta,
sporda, sekste ve hatta yanlış bir şekilde uyuşturucularda ararız. Çünkü
yapımız böyledir. İnsanoğlu olarak algımızın ötesinde olan şeyleri deneyimleme
ve ulaşamadığımız şeyler hakkındaki düşünceleri kavrama yeteneğine sahibiz. Bu,
insan olmanın bir gereğidir. İlyas'tan 150 yıl sonra, Tanrı ve tarihle olan
karşılaşması Musevi inancını ve geleneğini bir kez daha değiştirecek olan bir
başka peygamber ortaya çıkar. İsmi İşaya (Isaiah) olan bu peygamberin dönemi,
M.Ö.745 yılına denk gelir. Yahudiye kraliyetinin bir mensubu olan İşaya,
Yehova'ya dair şaşırtıcı bir deneyim yaşar. Kudüs tapınağında dururken,
tütsüden çıkan hoş kokulu bir duman bulutu, kurbanların akan kanlarından tüten
kokuya karışır. Dumanın içinde, tahtında oturmakta olan Yehova'yı görür, her
iki yanında en sevdiği iki melek vardır ve bunlar birbirlerine seslenmektedir.
"Kadosh
Kadosh Kadosh. Kutsal, kutsal, kutsaldır Yehova. Yüceliği bütün dünyayı
dolduruyor- İşaya; 6:3
"Kutsal"
kelimesinin en derin ve eski anlamı "öteki"'dir. Ve buna birçok başka
kelime de eklenebilir: "Dehşetli", geçmişteki anlamıyla
"korkunç", yani "iğrenç" değil de "aman!!"
anlamında korkunç korku salan anlamında "berbat, dehşet verici".
"Dehşet" derken; kampın etrafında dolaşan bir hayalet olduğunu
düşündüğünüzü hayal edin, tüylerinizin diken diken olmaya başladığı andaki
hissin bir milyon katına eşdeğer bir dehşetten bahsediyorum. İşaya 'nın
Tanrı'yla, "ötekiyle" olan karşılaşması öylesine dehşet vericidir ki,
gerçek anlamda ölüm korkusu yaşar.
"Mahvolmuş
bir adamım ben! Çünkü dudakları murdar bir adamım." diye ağladı.
Seraflardan biri ona doğru uçtu, elinde sunaktan maşayla aldığı bir kor vardı;
ve o korla İşaya 'nın ağzına dokundu- İşaya;
6:5
Değişim acı
vericidir. Eski dini alışkanlıklarımızı geride bırakıp tamamen yeni birşeyi
benimsemek bazen acı verir. Ve bence bu peygamber hikâyeleri de bu zorluğun
altını çizmektedir. Ve şimdi, İsrailoğulları'nın Tanrı'ya bakış açılarında
yepyeni bir dönüşüm gerçekleşmek üzeredir. Bu değişim, Büyük Babil
İmparatorluğu, İsrailoğulları'nın topraklarını ele geçirip onları sürgüne
gönderdiği zaman gerçekleşir. Bu süreçte, Tanrı algısı nihayet pagan putlarıyla
mücadelenin ötesine geçecektir. İsrailoğulları Tanrı'yı kutsal ve tek olarak
görmeye başlar. Bugün bildiğimiz anlamıyla monoteizm, nihayet ufukta
görünmüştür. İsraioğulları Kenan diyarında neredeyse 500 yıldır yerleşik olarak
yaşıyorken İşaya peygamber, "kutsal,
kutsal, kutsal" olan Tanrı'yı gördüğünü söylemişti. Eski İsrail, ikiye
bölünmüştü. Kuzey İsrail Krallığı ve Güney Yahudiye Krallığı. Dünyadaki tüm
dinlerin belirginleşmeye başladığı bir dönemdi. Tarihte M.Ö. 800-200 arasına
denk gelen, Eksen Çağı olarak bilinen dönemdi. Eksen Çağı bütün insanlık
tarihinin etrafında döndüğü bir devir olduğu için bu ismi almıştır. Dönüm
noktasıdır, gelecekteki bütün ruhani ve dini gelişimin etrafında döndüğü
eksendir. Bu dönemde, dünyanın 3 temel merkezinde, insanlığı beslemeye devam
eden ve "büyük dünya dinleri" dediğimiz dinler gelişim göstermiştir.
Çin'de Konfüçyüsçülük ve Taoizmin yükselişini görüyoruz. Orta Doğu'da
monoteizmi görüyoruz. Hindistan alt kıtasında Hinduizm, Budizm, Jainizm
görülüyor. Avrupa'da da Yunan Rasyonalizmi görülüyor. Bu inançlar insanlara
umut ve hayatın bir anlamı olduğu düşüncesini vermeye devam etmektedir. Bunlar
gerçekten de antik paganizmden sonra önemli bir kırılma noktasıdır. İnsanlık
için hızlı değişimler meydana gelmekteydi. İnsanlar büyük şehirlerde
toplanmaktaydı. Bir pazar ekonomisi ortaya çıkıyordu. Tüccarlar, zenginleşme
çılgınlıkları ile zayıf ve korumasız kişileri eziyordu. Nesiller boyu sürmüş
olan kırsal hayattan sonra insanlar bu yeni şehir hayatını tuhaf ve ürkütücü
bulmuş olmalı. Eksen Çağı'ndaki bir diğer önemli değişim, şiddet olaylarındaki
artıştı. Yenidünya imparatorlukları birbiriyle çarpışıyordu. Bu da, öldürülen
veya yurtlarından sürülen birçok insanın ortaya çıkmasına sebep oluyordu. Hayat
şartları sertleşiyordu ve bunu önlemek için de bu dinlerin hepsi, şefkati,
başkalarının kutsal haklarına saygıyı, adaleti ve hatta şiddet karşıtı
felsefeleri içeren öğretileri benimsedi. Bu küresel devrim, yepyeni bir Tanrı
yaklaşımı gerektiriyordu. Sınırlı ve yerel olan eski pagan tanrıları, gitgide
daha da uygunsuz gelmeye başlamıştı. M.Ö. 722'de Asur İmparatorluğu, Kuzey
İsrail Krallığı'nın 10 kabilesini ele geçirdi ve yok etti. İşaya, kusurlarıyla
yüzleşmez ve merhameti benimsemezlerse sıradaki krallığın kendilerininki
olacağı konusunda Yahudiye'deki insanları uyardı.
"Yehova
der ki: Kurbanlarınıza benim ne ihtiyacım var? Bana sunduklarınız beyhude. Ne
kadar çok dua ederseniz edin, dinlemeyeceğim. Elleriniz kana bulanmış.
Kötülükten sakının, iyiliği öğrenin. Adaleti gözetin, zorbayı yola getirin,
öksüzün hakkını verin, dul kadını savunun-
İşaya; 1:15
İşaya 'nın
İsrailoğulları'na, Yehova nezdinde merhametin, hayvan kurban edilmesinden daha
önemli olduğunu söylemesi, eski pagan gelenekleriyle devrimsel ve de zor bir
ayrılığa işaret eder. İnsanoğlu intikam fikrine yatkındır. İnsanoğlu "göze
göz, dişe diş" görüşüne yatkındır. Eğer merhamet, merhametli olmamız
gereken kişiye karşı günah işlemiş olan bizler için zorsa, Tanrı'nın, bizim
onun merhametine ve lütfuna duyduğumuz ihtiyacı anlaması bundan ne kadar daha zordur?
Bir başkasının hayatına girmenin zorluğu,
onların sevinçlerini ama özellikle üzüntülerini paylaşmak, yanlarında bulunmak,
onlara destek olup eşlik etmek alışıldık bir durumdur. Kendimize insanların
inançlı olmaya neden devam ettiklerini sorarsak, bana göre bunun sebebi Savaşçı
Tanrı, veya İbrahim'e oğlunu kurban etmesini söyleyen Tanrı, veya Yakup'la
güreşen Tanrı, veya Sina'ya şimşekler gönderen Tanrı değildir. İnsanlar
Tanrı'ya inanmaya devam eder çünkü onlara göre bu Tanrı, onlarla birlikte acı
çeken bir Tanrı'dır. Merhamet zordur çünkü kendimizi, evrenin merkezi olarak
gördüğümüz tahtımızdan indirmemizi gerektirir. Bunu yapmayı sevmeyiz. Kendi
arzularımızı, ihtiyaçlarımızı ve hırslarımızı tatmin etmeyi tercih ederiz. Çoğu
zaman da başkalarını harcayarak yaparız bunu. Kendimizden daha önemli olan
başka insanları da düşünmemiz gerektiğinin hatırlatılmasından hoşlanmayız.
Dolayısıyla, yarattığı insanlarda da kendisinde olan merhamet duygusunu görmek
istediğini söyleyen bu merhametli Tanrı'nın isteğine, Yahudiye'deliler
tarafından aldırış edilmedi. M.Ö.586'de Babil kralı Nebukadnezar Kudüs'ü
fetheder, şehri yok eder ve halkın çoğunu sürgün eder. Tarih boyunca tanrılar
her zaman belirli bir bölgeye bağlı olmuştur. Sürgün edilenler, Babil
ırmaklarının kenarında otururlarken dini inançlarını kutsal toprakların dışında
bir yerde devam ettiremeyeceklerini düşünmüş olmalı. Sürgündeki peygamberlerin
yazdıklarından biliyoruz ki, bazı İsrailoğulları Yehova'dan umudu kesmişti.
Yapılacak en mantıklı şeyin, insanların her zaman yaptığı gibi yerel tanrılara
tapınmak olduğuna karar vermişlerdi. Babil'den sürülen ve anavatanlarındaki
tanrıdan böylesine uzak kalan Yahudiyeliler için şimdi de yeni bir peygamber
ortaya çıkıyordu. Biz onu 2. İşaya olarak biliyoruz. Ve gerçekten radikal bir
öğretisi vardı: Yehova'nın, sadece İsrail halkının değil, tüm halkların tanrısı
olduğunu söylüyordu. Birçok İsrailoğlu, Asur tanrılarının, sonra da Babil ve
Pers tanrılarının daha güçlü olduklarını düşündü. Çünkü galip gelenler onlardı.
Ama bu terörün etkisiyle, silinip atılmanın ve topraklarıyla krallıklarını
kaybetmenin yarattığı baskı, korku ve acıyla, peygamberler, tanrıyı varolan tek
tanrı olarak görmeye başladılar. Kendi tanrılarının Asur'u, Pers Krallığı'nı ve
Pers kralı Kuroş(Cyrus)'u. kendi insanları için güttüğü kendi isteklerini
yerine getirmek amacıyla kontrol ettiğini söylediler. Sürgünle ve inançlarının
sürekli olarak Babil'in kosmopolitan kültürü tarafından tehdit edilmesiyle
karşı karşıya kalan Yahudiye'liler, ellerinde kalan, sahip oldukları tek şeye
sıkı sıkı tutundular.Yehova'ya. İnançlarını, atalarını Mısır'dan kurtarmış olan
tanrılarına yönelttiler. Tarihi yöneten oydu. Önemli olan tek kutsal varlık
oydu. Tarihte ilk kez, pagan tanrılarının varlığına meydan okunuyordu.
"Ne
benden evvel bir Tanrı oldu, ne de benden sonra olacak. Ben Yehova'yım. Benden
başka kurtarıcı yok- İşaya; 45:21
Kudüs'te yaşayan ve
tapınağın hemen yanıbaşında, Tanrı'ya dokunma mesafesinde yaşayan Museviler
için Tanrı öylesine somut birşeydi ki,., sanki İsrail'i terketmeleri halinde
artık varolmayacakmış gibiydi. Ama sürgünde olduğu için bu teması kaybeden
Museviler için bu düşünce mucize gibiydi, "Tanrı gerçekten de varmış"
demelerine sebep oluyordu. Bu evrensel bir Tanrı'ydı, nasıl Babil'de ve Kudüs'te
varsa, bütün dünyada da vardı. Nasıl Musevi anlayışının merkezinde de varsa..
2. İşaya 'nın, tek ve biricik Tanrı'yı ifade eden bu net Yehova tasviriyle eski
İsrailoğlu inançlarından doğan Musevilik adı verilen din, artık tam olarak
ortaya çıkmıştır. Eksen Çağı, tam anlamıyla monoteist bir inancı getirmiştir.
Kutsal topraklarda yeni bir Tanrı inancının ortaya çıkması için 500 yıl
geçecektir. Celile'de, gezgin bir vaizin ayak izi ve öğretileriyle gelecektir.
İşaya 'nın evrensel Tanrı öğretisinden beri 600 yıl geçmiştir. Museviler, Babil
sürgününden dönerek anavatanlarına yerleşmişlerdir. Ve o zamana kadar dünyanın
gördüğü en güçlü imparatorluk olan Roma'nın hükmü altındadırlar. Musevilere tam
bir dini özgürlük verilmesine rağmen, Roma İmparatorluğu halen despot bir
şekilde hükmetmektedir. Bu aynı zamanda dini karışıklık zamanıdır, pek çok
Musevi, yasalarını yorumlamanın farklı yollarını aramaktadır. Aynı zamanda
Tanrı tarafından meshedilen bir mesihin yakında gelip, Tanrı'nın dünyadaki
krallığının yerini göstereceğine inanan Museviler de vardır. İnsanlığın
Tanrı'ya bakışı, bir kez daha değişmek üzeredir. Hz. İsa’nın doğumuna denk
gelen dönemde, Yahudiye dünyasında büyük bir kargaşa vardı. Çünkü bu ülkeye
Roma'nın orduları ve Roma İmparatoru'nun himayesindeki sulh yargıçları
hükmetmekteydi. Bazıları, bu sorunu güç kullanarak çözmeye çalıştı. Roma
ordularını, kurdukları gerilla orduları ile askeri olarak defetmeye çalıştılar.
Bazıları da herşeyin o kadar kötü olduğuna inanıyordu ki, sonunda Tanrı'nın
gelip dünyayı yok edip değiştireceğine inanıyordu. İsa da böyle düşünmüş
olmalı. İsa çarmıha gerildikten sonra, bazı Museviler ve Kudüs'lüler onun mesih
olduğunu iddia etti. Hz. İsa’nın ölümden dirilip İsrail'in kurtarcısı olmak
için geldiğini söylediler. Bu yeni inancın müritlerine Hıristiyan(Christian)
adı verildi çünkü bunlar, Hz. İsa’nın Yunanca "mesih" anlamına gelen
"Khristós" olduğuna inandılar. İlk başlarda Hıristiyanlık, otantik ve
tuhaf bir Musevi mezhebi olarak kabul edildi. Hıristiyanlar, Yeni Ahit
hikayelerinde çok garip birşey yapar. Bir bakıma, Kenan diyarını ve başka bir
dinin onaylanmış kitaplarını sahiplenip kendilerine mal ederler. Aynı Tanrı'ya
tapabilirler, aynı sözleşmeye sahip olabilirler; ama pencereden bakıp mesihin
geleceğini söylemekle, mesihin zaten geldiğini söylemek arasında çok büyük fark
vardır. Kurtarıcı olacak olan zaten gelip kurtarıcı olmuştur. Hz. İsa’nın
mesajının ne olduğunu anlamamızın zor olma sebebi, birinci elden çıkma bir
belge olmamasıdır. Hiçbirşey yazmamıştır. Elimizde olan tek şey, birkaç nesil
sonra yazılmış olan aktarma bilgilerdir, Yeni Ahit'in İncil dediğimiz
kısımlarıdır. Ve herbiri oldukça farklı şeyler söyler. En eskisi olan Markos,
Hz. İsa’nın tanrının krallığının gelişini müjdelediğini söyler. Ama diğerleri, "Bu
krallık ile kastettiği nedir?" diye sorar. Bahsedilen bir kral mıdır?
Yeni bir siyasi rejim midir?
Romalılar'dan kurtulunacağını mı kastetmiştir?
Yoksa Luka İncili'nin iddia ettiği gibi
kastedilen, ruhani bir durum mudur?
İsa hiçbir zaman kendisine "Tanrı",
hatta "Tanrı'nın oğlu" demez. Ama sıklıkla Tanrı'ya "Baba"
anlamına gelen "aba" der. Çünkü kendisini Tanrı'ya yakın hisseder,
Tanrı'nın hayatında babacan bir yeri vardır. Saint Paul Hz. İsa’ya
"Tanrı'nın oğlu" der ama bu,
Musevi anlayışında olduğu gibi "Tanrı'nın oğlu", "Tanrı'nın
çocuğu" anlamındadır. Yani özel bir görevi olan, Tanrı'ya özellikle yakın
olan ve mesih gibi gayet normal bir insan anlamındadır. Hıristiyanlar, henüz
Hz. İsa’nın kutsal olduğunu iddia etmiyorlardı, sadece Tanrı'yla özel bir
ilişkisi olduğuna inanıyorlardı. Bu yakın ilişki, Hz. İsa’nın Tabor Dağı'ndaki
başkalaşım hikayesinde görülebilir.
"İsa,
yanına yalnız Petrus, Yakup ve Yakup'un kardeşi Yuhanna'yı alarak yüksek bir
dağa çıktı. Orada, gözlerinin önünde Hz. İsa’nın görünümü değişti. Yüzü güneş
gibi parladı, giysileri ışık gibi bembeyaz oldu. O anda Hz. Musa'yla İlyas
öğrencilere göründü. Parlak bir bulut birden onları gölgeledi. Buluttan gelen
bir ses, «Sevgili Oğlum budur, O'ndan hoşnudum. O'nu dinleyin!» dedi- Matta;
17:1
Musevilerin çoğu, Hz.
İsa’yı dirilen mesih olarak kabul etmeyi reddetti. Dinini yeni değiştirmiş olan
Paul, bu yeni dini alır ve çoğunluğu pagan inanca sahip olan Roma
İmparatorluğu'na tanıtır. Hıristiyanlığı yayma amacında olan Paul, birçok yere
sehayat eder. Gördüğü herkese, Hz. İsa’nın sadece Musevilerin değil, bütün
dünyanın kurtarıcısı olduğunu anlatır. Tanrı'nın tarihinde bir dönüm noktası
daha yaşanmaktadır. Monoteizm artık, Yahudiye'nin sınırlarından taşıp Roma ve
Yunan uygarlıklarına ulaşmıştır. Eski Hıristiyan inancı, pagan bir dünyada
doğmuştur. Bu da, o dönemde muazzam bir din çeşitliliği olması anlamına gelir.
Bu Hıristiyan akımında, dini törenlerde etinin yenip kanının içilebildiği
söylenen bir adam vardı. Bu söylenenler, Güneş tanrısının Pers versiyonu
olan tanrı Mithra için söylenenlerle aynıydı. O da mucizevi bir şekilde
doğmuştu ve doğarken çobanlar gelmişti. Hiç kimse Hz. İsa’nın gerçekten ne
zaman doğduğunu bilmiyor. Ama Hz. İsa’nın doğum tarihi; Hıristiyanlar
tarafından 4. yüzyıldan itibaren, Mithra'nın doğum günü olan 25 Aralık olarak
belirlenmişti. Roma tanrılarının neye benzediklerini düşünürsek, Yunan ve
Roma tanrılarının, imparatora ve saray erbabına benzediklerini görürüz. Ama
burada, okuma yazma bilmeyen, fakir bir aileden gelen, hiçbir gösterişli yanı
olmayan ve bir kölenin ya da hainin öldürüleceği şekilde öldürülmüş olan bir
adamın önderlik ettiği bir akım söz konusudur. Ve buna rağmen Tanrı'nın
varlığının hissedildiği bir insandı bu. Bu, Roma dünyasında ihmal edilip
aşağılanan birçok insan için ki zaten bu insanların da birçoğu köle veya
cahildir, böyle bir insanda bile Tanrı'nın varlığının mümkün olabildiği
düşüncesini doğurmuştur. Bu temel umut mesajı, hızla Roma İmpartorluğu'nda
yayıldı. Hıristiyanlığa inananlar çeşitlendikçe, Hz. İsa’yı ve Tanrı'yla olan
ilişkilerini algılama şekilleri de çeşitlendi. İncillerden önce yazılmış olan
Paul'un mektuplarını okursanız, ondan sonra İncilleri okursanız, ondan sonra da
Yeni Ahit'te sonradan yazılan mektupları okursanız, birbirinden çok farklı özelliklerde
olan farklı yerlerdeki kiliselerle karşılaşırsınız. Korint, Efes, Roma, Kudüs
ve Antakya kiliselerindeki anlayış nasıl birbirlerinden farklıysa, bugünkü
metodist, presbiteryen, katolik ve doğu ortodoks kiliselerindeki de aynı
şekilde farklıdır. Bazen İsa "logos"tur, yani Hz. İsa’nın
dirilişinden önce de var olmuş olan "Tanrı'nın sözü"dür. Bazen İsa,
evlat edinilmiş bir evlattır. Hıristiyanlığın ilk üç yüzyılında,
taraftarlarına, dinsel yeniliklere tahammülü olmayan Roma tarafından işkence
edildi. Ancak Hıristiyanlık, imparatorluğun içinde güçlü bir akım haline
gelince, Hz. İsa’nın Tanrı'yla olan ilişkisinin yapısı, din konusundaki derin
düşüncelerde ve tartışmalarda önemli bir güç haline geldi. Herşey sonunda iki
soruya gelip dayanıyordu:
İsa,
Tanrı ile aynı biçimde ilahi miydi? Ve eğer İsa gerçekten de ilahiyse, ona
insan denilebilir miydi?
4. yüzyılda, Mısır'da bulunan İskenderiye
şehrinde ateşli bir tartışma başladı. Psikoposlukta bulunan Arius isimli güzel
konuşan, karizmatik ve genç bir rahip, Hz. İsa’nın babayla aynı şekilde ilahi
olmadığını ve Tanrı'ya mükemmel şekilde itaat ettiği için ilahi statüye
yükseltilmiş olan normal bir insan olduğunu söylemeye başladı. Bu söyledikleri,
Psikoposun genç ve parlak asistanı olan Athanasius'un hoşuna gitmedi. Ve bütün
büyük kiliselerde kraliyeti de alakadar eden büyük bir tartışma başladı. Bu
soruyla, kiliseler ikiye bölündü. Ve imparator Konstantin, birgün kilise
devleti yapmayı planladığı yeni kilisesinin bu şekilde ikiye bölünmesine göz
yumamazdı. Bu kilisenin, imparatorluğu ayırması değil, birleştirmesi
gerekiyordu. Dolayısıyla 325 yılında Nicaea'da(İznik), bu sorunu kesin olarak
çözmek için konsili topladı. İznik Konsili'nde, İsa tam anlamıyla
"ilahi" ilan edildi. Her ne kadar toplantıda açıkça ortaya konmamış
olsa da, İznik Amentüsü (Nicene creed) adı verilen bildirge, sonraki yüzyılda
neredeyse tüm Hıristiyan kiliselerince benimsendi. Bildirge, artık resmi bir
Hıristiyan öğretisi olan "Kurtarıcı İsa ile yaratıcı Tanrı'nın aynı öze
sahip olduğu" inancını resmileştirmiş oldu. "Tek Tanrı'ya, bütün
güçlere egemen olan Baba'ya, yerin ve göğün, görünen ve görünmeyen her şeyin
Yaratıcısı'na inanıyoruz. Tek bir Tanrı'ya, İsa Mesih'e, Tanrı'nın biricik
Oğluna inanıyoruz. Kendisi Işıktan Işık, gerçek Tanrı'dan gerçek Tanrı olmuş,
sebep olunmuş ancak yaratılmamıştır. Baba ile aynı öze sahiptir- İznik Konsili Buna rağmen, doğu kiliseleri
konuyu tartışmaya devam etti. Tamamen herşeyin ötesinde olan bir Tanrı'nın, bir
insan haline gelmesi ne anlama geliyordu?
Herşeye gücü
yeten Tanrı, gerçekten de bir zamanlar savunmasız bir bebek mi olmuştu?
Ebedi olan, çarmıhta mı
ölmüştü?
Tanrı bütün bunları neden
yapmıştı ki?
Doğu ve Batı kiliseleri bu sorulara çok farklı
cevaplar geliştirdi. Batı kiliselerine göre Tanrı, Adem'in cennet bahçesinde
işlediği ilk günahtan insanoğlunu kurtarmak için insan bedeninde İsa olarak
dünyaya gelmişti. Tanrı ete kemiğe bürünmeliydi. Çünkü bir zamanlar
insanoğluna; "Bana itaatsizlik edip bu meyveden yerseniz, kesin olarak
ölürsünüz." demişti. Ve yediler. Onların soyları da ebediyete kadar
onların işlediği günahla lekelendi. Bana ve size kadar gelen bir kan hattı
boyunca süregelen bir günah. Tüm zamanlarda yaşamış tüm insanları, kurtarmak
için bir plan yapılmalıydı. Tanrı bu planı sağlamıştı. Aşağı inip kendimi
insanlara Tanrı'nın oğlu olarak sunup onların arasında yaşayabilirim. Onların
arasında yaşamalıyım, onlar gibi baştan çıkarıldığı gibi ben de baştan
çıkarılabilir olmalıyım. Gerçek anlamda işkence görüp ölümle
cezalandırılabilirim. Ve hepsine vekaleten ölebilirim. Diğer yandan doğu
kilisesi, Adem günah işlememiş olsaydı da Tanrı'nın insan suretiyle gelmiş
olacağına inanıyordu. İsa, ilahi surete bürünmüş olan ilk insandı ve bütün
Hıristiyanlar da, onun yolundan giderek bu münevver duruma gelmek için
çabalayabilirdi. Tanrı'nın varolduğunu ve bir şekilde "davrandığını"
düşünen bir insana göre, bu Tanrı kendisini bize nasıl ifşa etmelidir?
İnsan suretinde olmayacaksa, bu nasıl
olabilir?
Tanrı'yı nerede aramalıyız?
Tanrı'yı en başta, insan olan Nasıralı Hz.
İsa’da ararız. Ve buna bağlı olarak da, Hz. İsa’nın varlığını bulunduran
insanlarda ararız. Nasıralı İsa bizim için kimdir?
Bana göre, Tanrı'nın ihtişamıdır, onun
görkeminin bedensel halidir. Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın ilahi olduğuna karar
verdikten sonra, bir başka sorunla karşı karşıya kaldılar. Şimdi bu durumda iki
Tanrı mı vardı?
Bir baba, bir de oğul?
Hz. İsa’yı ve onun Tanrı ve tüm insanlıkla
olan ilişkisini tanımlama çabaları, sonunda tek bir güçlü düşünceye yol
açacaktı: Bu, Tanrı'nın kendisini dünyaya 3 şekilde gösterdiği düşüncesiydi.
1-Baba olarak 2- Oğul olarak 3-Kutsal ruh olarak Bu düşünce, daha sonra
Teslis adını almıştır.
M.S. 4. yüzyıldayız.
Yeni Hıristiyan kilisesi, can alıcı bir soruyla karşı karşıyadır. Eğer İsa,
Tanrı ile aynı şekilde ilahi idiyse, Hıristiyanlar nasıl monoteist olabilir?
Hz. İsa’nın, Tanrı(baba) ile aynı şekilde
ilahi olduğuna karar verilince, Hıristiyanlar'ın doğal olarak kafası karıştı.
Yani şimdi iki Tanrı mı vardı?
Bir de kutsal ruh sorunu vardı ki bu da
dünyadaki ilahi varlıkla ilgili Musevilerin söyleceği türde birşeydi. O halde 3
tanrı varsa, nasıl monoteist olabilirdiniz?
Monoteizm olmadığı kesin. Tanrı'nın farklı
şekillerde bulunması ya da Tanrı'nın 3 farklı varlıkta bulunması elbette ki
monoteizmle bağdaştırılması zor birşey. Ama bu tür dini inançlar zaten hiçbir
zaman mantıklı olma kaygısı taşımamıştır. Bu bilmeceye açıklık getirmek için,
üç piskopos bir araya gelerek sorunu ele almaya karar verdi. Kayseri piskoposu
Basil, abisi Nyssa piskoposu Gregory ve dostları olan Nazianzus piskoposu
Gregory. Ortaya çıkardıkları öğretiye Teslis ismi verildi. Tanrı'nın kendisini
insanlığa 3 farklı biçimde gösterdiğini söyleyen öğretidir bu. Baba, söz ve
kutsal ruh olarak. Bu üç kilise babasının üçü de, manevi ve ruhani yönleri
yüksek kişilerdi. Sıradan insanlara, ilahi gizemlerin derin gerçeklerini
onların da anlayabileceği şekilde anlatmaya çalışıyorlardı. Nasıl bir rahip,
törenin en başında kutsal mabedden ayrılıp insanları kutsamak için onların
arasında yürüyorsa, kendi insan kullarının arasına katılmak için, Tanrı da aynı
bu şekilde, biricik gizemli nurunu bırakıp gelmişti. Tanrı'nın özünün, yani
Tanrı'nın tanrısal haliyle tanrısal varlığının, bizim algılama seviyemizin
daima ötesinde olduğuna karar verdiler. "Hiçbir zaman O'nu bilemeyiz ama
Tanrı dünyada etkindir." dediler. Tanrı'nın enerjisinden,
faaliyetlerinden, dünyadaki deviniminden bahsettiler. Ve bunları bizim 3
şekilde deneyimlediğimiz sonucuna vardılar. Onu baba olarak, pederane bir
şekilde, bir baba gibi varlığımızın kaynağı olarak tanımladılar. Tanrı'yı söz
olarak da deneyimledik. Tanrı bizimle yaradılış sırasında, sonra da İsa ve
kutsal kitap aracılığıyla konuşmuştur. Bunlara ek olarak, Tanrı'yı kendi
bilinçlerinin derinliklerinde deneyimlediler. Yani bir ruh olarak. Onlara göre,
tamamen tarifsiz ve tanımlanamaz olan Tanrı'yı bu 3 şekilde hissedebiliyordu.
Üç Yunan piskoposu, Tanrı'nın, insanların hiçbir zaman anlayamayacağı içsel
varlığıyla ilahi gizemin insansı deneyimi arasında belirgin bir ayrım yaptı. "İnsanlar
kendilerini birbirlerine nasıl gösteriyorsa, Tanrı da insanlara kendisini o
şekilde gösterir." dediler. İnsanlar iletişim kurarken, kelimeleri,
vücut dilini ve mimikleri kullanır. Bu hareketler, söylenmek istenen şeyin bir
kısmını anlaşılır hale getirir ama hiçbir zaman iletişim kurmaya çalışan
kişinin içsel varlığını ifade edemez. Nasıl insanlar bazen kendilerini ifade
ederken kelimelerin yetersiz olduğunu düşünürse, Tanrı'nın davranışları da bize
karşı bu şekildedir. Çünkü bunlar, insanoğlunun anlayabilecekleri ile
sınırlıdır. Teslis paradoksu Hıristiyanlara, Tanrı'nın her zaman bir gizem
olarak kalacağını hatırlatır. İnsan düşüncesinin ötesinde Teslis doğal bir düşünce değildir. Vladimir
Lossky isimli bir Rus teoloğun güzel bir sözü vardır: Teslis, insanların
düşünme biçiminin haçıdır. Bu sözle; "Teslisi adamakıllı tasavvur etmeye
başlamanız için bile, o şekilde ölmeniz gerekir" demek istemiştir. Hiçbir
şekilde mantıksal bir yapısı yoktur. Teslis, mantıkla açıklanamayacak kadar
belirsiz olan birşeyi anlatma yolu olan "şiir"e benzetilebilir.
Naziansos'lu Gregory, teslisle ilgili derin düşüncelere dalmışken buna benzer
şairane hisler yaşamış olabilir. "O'nu tasavvur ettiğim anda, üçlünün
ihtişamıyla aydınlanıyorum; onları ayırdettiğim anda, yeniden O'na dönüyorum.
Üçünden herhangi birini düşündüğümde, O'nu bir bütün olarak algılıyorum, ve
gözlerim doluyor, ve düşündüğüm şeylerin büyük bir kısmı aklımdan uçup gidiyor-
Naziansos'lu Gregory Teslisin Yunan ortodoks öğretisi, sezgisel olarak
anlaşılmaya müsaittir. Batıda ise bu gizemli ve şairane boyut, genellikle göz
ardı edilmiştir. Batı dünyasındaki teologlar, Yunan terminolojisini ve teslis
öğretisini zaman zaman anlayamamıştır. Soyut metafizik fikirlerle de,
Yunanlıların ilgilendiği şekilde ilgilenmiyorlardı. 5. yüzyılın başlarında
Kuzey Afrika'da etkili olan Aziz Augustin, batı için çok daha uygun olan yeni
bir teslis fikri geliştirdi, bu daha psikolojik bir düşünceydi. Aziz
Augustin'in kendisi de psikolojiyle ve aklın çalışma yöntemleriyle çok
ilgiliydi. Beyninde, Tanrı'nın üç farklı suretini gördüğünü ifade etti. Kendi
insan beynimizde üç farklı güç olduğunu belirtti: Hafıza, algı ve de
davranmamıza ve sevmemize sebep olan irade. Ve aynı şekilde Tanrı'yı algılarken
de bu üç gücü kullanırız dedi. Baba, Oğul ve Ruh kavramlarının da bu üç
beyinsel aktiviteye karşılık geldiğini söyledi. Bu, Yunanlıların hoşuna gitmedi
ama Aziz Augustin'e çok saygı duyuyorlardı. Bu düşüncenin, Tanrı'yı yeniden
fazlaca insana benzettiğini söylediler. Ve o asla insan sözü veya gücüyle
anlaşılamaz dediler. "Çözümü olmayan
gizem" özelliği söz konusuyken kilise, tamamen ilahi, üstün ve
tanımsız olan bir Tanrı'yla onun yaratımı olan kırılgan bir dünya arasında
nasıl bir köprü oluşturabilirdi?
Bilinemeyen bir Tanrı, kendisini insanlara
karşı nasıl "bilinir" hale getirebilirdi?
Tesliste olduğu gibi diğer dinler de,
bilinemeyen bir Tanrı'nın farklı suretlerinden bahseder. Bu tarz bir
maneviyatın başka örnekleri de vardır. Mesela Musevi tasavvufu olan Kabala'da,
buna çok benzeyen bir Tanrı kavramı vardır: Ain Sof, sonu olmayan Tanrı
anlamına gelir. Asla insanlar tarafından bilinemez, ulaşılamaz ama zerafetle
kendini bize gösterir. Üç değil, on ilahi uzantıyla kendisini bize belli eder
ki bunlara sefirot denilir. Hinduizmde de bir Tanrı üçlemesi vardır: Brahma,
Vişnu ve Şiva. Bunların herbiri, Brahma'nın farklı suretlerini temsil ederler.
Tamamen tarifsiz, tamamen gizem dolu ve ilahi olan Brahma.. Belki de, bütün
dinlerde bulunan gizemli Tanrı kavramı, Tanrı'nın düzenli bir düşünce
sistemiyle veya teorilerle kalıp içine sokularak anlaşılamayacağını insanlara
hatırlatmaya yarıyordu. Bu arada, Hz. İsa’dan sonraki ilk bin yılın ortalarına
doğru, Teslis ile ilgili teolojik tartışmalar yayılırken, doğuda, Arabistan'da
önemli bir değişim daha gerçekleşmekteydi. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
selleme vahiy gelmek üzereydi. Tanrı ona "Tanrı'nın dünyadaki son
peygamberi" diyecekdi. Kuran vahiylerinin gelmesiyle, Arap dünyası da
İslam diniyle birlikte monoteizme doğru, kendi yolculuğuna başlayacaktır.
Teslis'in Türkiye'de resmiyete dökülmesinden 300 yıl sonra, Ortadoğunun diğer
ucundaki bir tüccarın Tanrı'dan vahiy aldığını söylemesiyle, yine bir çöl
halkının dünyasında köklü bir değişiklik olacaktır. Bu peygamberin öne sürdüğü
Tanrı görüsüyle, üçüncü büyük monoteist din olan İslam doğacaktır. Biz tarihi
Tanrı'nın yarattığına inanırız. Tarihin akan bir nehir gibi olduğunu ve belli
bir aşamada Tanrı'nın tanıtıldığını söyleyen düşünceyi kabul etmiyoruz.
Dolayısıyla Tanrı'nın ortaya çıkan ihtiyaçlara göre gelişmiş olması fikrini
onaylamıyoruz. Sanki bu bizim yarattığımız bir Tanrı'ymış gibi.. Hayır, İslam
dininde Tanrı tüm gerçekliklerin gerçeğidir. O evveliyatsız başlangıçların
başlangıcı, bütün sonlardan sonra da var olacak ebediyettir. Vahiylerden
meydana gelen İslam'ın kutsal kitabı Kuran, Arapların ticaretin geniş dünyasına
giriş yaptığı zamanlarda ortaya çıktı. 7. yüzyılın başlarına denk gelen bu
dönemde pek çok Arap, Musevi ve Hıristiyanların inandığı Tanrı'nın, Allah'la
aynı Tanrı olduğuna inanıyordu. Allah (El-ilah), inandıkları pagan tanrılarının
en üstün olanıydı. Ama birçok Arap, bu iki eski dini de benimsemek istemiyordu.
Arapların, onları yüzyıllardır tatmin eden kendi pagan dinleri vardı. Bütün
tanrıların başı Allah'tı, ki Arapça'da "tanrı" anlamına gelir. Ve
yaklaşık Hz. Muhammed 'in geldiği zamanlarda, Arap yarımadasındaki pek çok Arap
için Allah; Musevi ve Hıristiyanların inandıkları tanrıyla aynı tanrıydı. Yine
de, Tanrı henüz Araplar'a kendi peygamberlerini göndermemişti. Arapça bir
kutsal metin yoktu. Bütün bunlar, 610 yılında bir gece değişecekti. İşte o
zaman, Hz. Muhammed bin Abdullah isimli 40 yaşındaki bir tüccar ansızın
uykusundan uyandı. Nefes bile alamayacağı şekilde onu saran ilahi bir güçle
sarmalandığını hissetti. Melek Hz. Muhammed'e buyurdu: Oku! Ama Hz.
Muhammed konuşamadı. Dehşet verici
varlığıyla korkunç baskı bir kez daha geldi ve aynı emir ikinci kez geldi.
Üçüncü tekrarda, yepyeni bir kutsal metnin ilk kelimeleri döküldü:
"Yaratan
Rabbinin adıyla oku! O, insanı alakdan yarattı- Kuran; 96:1
Hz. Muhammed ,
"ezbere okumak" anlamına gelen Kuran'ın ilk sözlerini söylemişti.
Müslümanlar, Kuran'ın okunduğunu duyduklarında, Tanrı'nın huzurunda olduklarını
hissettiklerini söylerler. Tanrı'nın bu kutsal kitap aracılığıyla onlarla
konuştuğuna inanırlar. Hz. Muhammed 'in, bütün hayatını Tanrı'ya adamış olduğu
için bu Tanrı sözünü alabildiğine inanılır. İslam kelimesinin anlamı
"teslimiyet"tir. Tüm varlığıyla Allah'a teslim olan kadın veya
erkeklere Müslüman denir. İslam, kendi dünyanızı Allah'ın dünyasına teslim
ettiğinizde gelen barıştır. Tanrı'ya kendini adamanın verdiği korkudan sonra
gelen sıcak bir histir. Hz. Muhammed 'in taraftarlarından yapmalarını istediği
ilk şeylerden biri, günde defalarca dua ederek secdeye varmalarıydı.
Vücutlarının duruşunun dış görünümü, onlara kelimelerden fazlasını öğretti.
Benliklerini terketmeleri ve Allah'a, yaradana tamamen boyun eğerek kendilerini
adamalarını simgeliyordu. Malcolm-X bunu
şu şekilde ifade etmiştir. İslam'da en zor yaptığı şeylerden birisinin secdeye
varmak olduğunu söyler. Çünkü hiç kimsenin önünde eğilmeyeceği düşüncesini
benimsemişti. Ama bu, herhangi bir insanın önünde değil, görülemeyenin önünde
eğilme kavramıdır. Hıristiyanlar, Teslis şeklinde bir Tanrı görüşü
benimsemişken, Müslümanlar, Musevilerin daha eski inancı olan "Tanrı'nın
tekliği" düşüncesine döndüler. İslam dininin temelinde yatan düşünce
budur. Bir Müslüman hayatını doğru bir şekilde düzenlediğinde, Allah her zaman
ilk sırada, diğer değerler ve arzular her zaman ikinci sırada olacaktır.
İslamiyette buna, "Allah'ı birlemek" anlamına gelen
"tevhit" denir. Tevhit, Tanrı'nın hem tek hem de benzersiz
olduğuna inanmak demektir. Yani bu sadece nicelik içeren bir kavram değildir,
aynı zamanda nitelik de içerir. Tek Tanrı O'dur, hiç bir şey ona benzemez ve
diğer herşey ondan gelmiştir. Bu çok merkezi bir düşüncedir çünkü çok da özgürleştiricidir.
Hayatımda, bu üstün ve yüce Tanrı dışında kendimi adamaya değecek, ya da önünde
eğileceğim, ya da emrine itaat edeceğim başka hiç bir güç yok demektir. Bu da
İslam'da, Allah'tan başka Tanrı yoktur anlamına gelen şehadet, "La
İlahe illallah" cümlesiyle ifade edilir. İslam'da Tevhit düşüncesini
yansıtan ibadetlerden biri, Mekke'ye hacca gitmektir. Bu kutsal şehirdeki
haccın merkezinde, inananlar hep beraber Kâbe’nin antik mihrabının etrafında
dönerek yürürler. Bir mihrabın etrafında dönüp durmak, dinine bağlılığını
göstermenin tuhaf bir yolu gibi görünebilir. Ama bu aslında oldukça iyi bir
meditasyon yoludur. Çünkü Allah'ı simgeleyen Kâbe’nin etrafında döndükçe,
Allah'ı herşeyin merkezine yerleştirmeyi de öğrenirsiniz. Kendinizi
yönlendirirsiniz, yerinizi kutsal olana göre belirlemiş olursunuz. Kabe'nin
etrafında dönerken bütün hayatınızın da Allah'ın etrafında döndüğünü
algılarsınız. Dönerek Müslümanlar şunu demek istiyor: "İşte buradayız
Allah'ım, çağrına kulak veriyoruz, işte geliyoruz." Dolayısıyla bu
aslında, Tevhit inancının, yani monoteizmin çok güçlü bir dışavurumudur. Ve bu
görüntüyü görmek de çok etkileyicidir. İran'lı
filozof Ali Şeriati'nin yazdığı gibi: "Kabe etrafında merkeze doğru
dönerek ona yaklaştıkça, kendinizi büyük nehirle birleşmeye başlayan ufak bir
dere gibi hissedersiniz. Merkeze doğru yaklaştıkça, kalabalığın baskısı sizi
öylesine ezer ki, yeni bir hayata kavuşursunuz, artık insanların bir
parçasısınızdır, artık Allah'ın atrafında dönen canlı ve ebedi bir
insansınızdır. Bunu yaparken, kısa bir süre sonra kendinizi unutursunuz." Sadece Müslüman ülkelerden değil, dünyanın her
yerinden gelen insanlar bir araya gelip ilk kez birbirleriyle tanışır. Dünyanın
büyük kısmı oldukça homojendir, ve bu ibadet, dünyada aynı geleneğe inanan
insanlar arasındaki harikulade çeşitliliği görmek için bir fırsattır. Siyah,
beyaz veya sarı ırktan olmanızın bir önemi yoktur. Kimin zengin kimin fakir
olduğunu bilemezsiniz çünkü herkes iki kumaştan oluşan aynı sade giysiyi giyer.
Hava atmak için bir yer yoktur. Bütün bu insanlar birbirine karışır tek bir
nehir halinde sembolik yapının etrafında döner. Tam ve mutlak bir eşitlik
içinde ve yine tam ve mutlak bir kardeşlik duygusu içinde. İslam'da bu
kardeşliğe ümmet veya cemaat denir. Cemaat deneyimi, üç monoteist dinde de,
insanların Tanrı'yı algılamak için başvurduğu temel yöntemlerden biridir.
İncil, insanın yalnız olup bu şekilde yaşamasının iyi olmadığını söyler. Bu,
insanlığımın bütünlüğünün, ancak topluluk içinde, daha büyük birşeyin parçası
olduğumda ortaya çıkacağını belirtmektedir. Ufak bir cemaatte dua etmek, bir
şekilde bu duanın daha güçlü olduğunu ve Tanrı tarafından daha çok kabul
edileceğini hissettiriyor. Tanrı'ya her yerde, her zaman veya tek başımayken
dua edebileceğim gibi, bir toplulukla beraber dua ettiğimde Tanrı'yı daha
yakınımda hissediyorum. Dua, daha uzağa gidiyor gibidir. Cemaatin gücü, dua
etmenin de ötesine geçmektedir. Müslümanlara göre Kuran, adil ve eşit bir
topluluk kurmalarını, bu toplumda zayıf olanların saygıyla karşılanmasını,
siyasetin de kutsal bir görev olarak ele alınmasını emreder. Siyasetin İslam
dinindeki rolünün, Amerika'da ya da batıda ele alınan halinden daha derinlikli
bir şekilde düşünülmesi gerekmektedir. Kuran, ezilenin yanında ezenin
karşısında durulması gerektiğini söyler. Tüm toplumu kapsamalıdır. Kuran,
Adem'in soyuna değer verildiğini söyler. Bu, ırk, renk ve mezhepleri önemsiz
hale getirir. Çeşitlilik, Allah'ın rızasıdır. Allah'a duyduğumuz saygı
arttıkça, çeşitliliğe saygımız da o derece artmalıdır. Bunu yapıyor muyuz? Büyük ihtimalle yapmıyoruz. En azından
Tanrı'ya inananlardan beklendiği ölçüde değil. Hz. Muhammed 'in kendisi de,
İslam'ın hükmettiği yerlerdeki Musevilerin veya Hıristiyanların dinlerini
değiştirerek Müslüman olmasını şart koşmamıştır. Kuran gerçekten de tüm semavi
dinlerin Tanrı'dan geldiğini söyler. İslam İbrahim'i, Hz. Musa'yı, İlyas'ı,
İşaya'yı, ve Hz. İsa’yı peygamber olarak kabul eder. Kuran, Musevileri ve
Hıristiyanları, Kitap Ehli olarak adlandırır. Hatırlayın ki tüm insanlar Adem'den
gelmiştir, ve Adem de topraktan gelmiştir. Ve sonra Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem Kuran'dan şöyle alıntı yaptı:
"Ey
insanlar! Birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık-
Kuran; Hucurât Suresi ; 49:13
Bu çok büyük bir
bildirimdir çünkü göreviniz kendi cemaatiniz ile bitmez. Kendi topluluğunuzdaki
insanlarla uyum içinde yaşama deneyiminiz, farklı cemaatlarda bulunan farklı
insanları anlamanız için bir sıçrama tahtası görevi görmelidir. Üç büyük batı
dininin kurulmasına sebep olan büyük esinlenmelerin sonuncusu olan Hz. Muhammed
'in vahiylerinin üzerinden pek çok asır geçti. Ve ilahi arayış halen evrilmeye
devam ediyor. İnsanlığa karşı işlenen suçlar, Tanrı'nın artık anlamlı
olmadığının, ve hatta ölmüş olduğunun söylenmesine sebep oldu. Ve dolayısıyla,
yeni bir bin yıla yaklaşılırken, geriye sıkıntılı bir soru kalıyor. Tanrı'nın
insan bilincindeki tarihi, gelişimine ne şekilde devam edecek?
İnancı olanlar için Tanrı, evrensel ve
değişmezdir. Zaman içinde değişen şey, insanların Tanrı'yı algılama şeklinin
hikayesidir. Ve hala da değişmeye devam etmektedir. Hıristiyanlığın erken
dönemlerdeki tarihine ilgi duymama sebep olan şey, günümüzle benzer olan
yönleriydi. O kadar çok olasılık ve birbiriyle rekabet halinde olan o kadar çok
bakış açısı vardı ki.. Farklı kültürler, bir araya gelip kaynaşıyordu. Yeni bir
dini akımın başlangıç aşamalarında, hem kafa karışıklığı hem de heyecan
yaşandığını görüyoruz. Ve ne anlama geldiği veya gelmediğiyle ilgili çok sayıda
anlaşmazlık görüyoruz. Tıpkı günümüzde olduğu gibi, insanlar farklı açılardan
bu akımlara saldırıyordu. Ya "Bu akım artık tamamen sona erdi." ya da
"Henüz yeni başlıyor." deniliyordu.
-Hz. İsa’nın onları
değiştirmesine ihtiyacım var.. Bugün sanki Tanrı, dondurulmuş bir karede
sabitlenmiş bir görüntü gibidir. Tutuculuk ile ateizm, veya bilim ve teknoloji
ile materyalizm arasındaki bir karede.. Nasıl ibadet ediyoruz?
Bir yandan, dünyanın teslimiyeti ve itaati
fikrinin anlamına bağlı kalıyor muyuz, diğer yandan da merhametli ve vicdanlı
davranıyor muyuz?
Doğru olanı savunuyor muyuz?
Ve yanlış olanı yasaklıyor muyuz?
Bunun kişiyi tutucu yapıp yapmadığı, bakan
kişiye göre değişir. Uzun süre batıda yaşamış olanlar için, doğru olanı
savunmak ve yanlış olanı yasaklamak zordur. Çünkü batı, gücünü kanıtlamıştır
ama bir yanda da "Ama en güçlü benim." diyen Kuran vardır.
Dolayısıyla, iki taraf arasında bir gerginlik söz konusudur. Çevremize duvarlar
öreriz, başkalarıyla aramıza sınırlar koyarız. Tanrı'ya karşı Şeytan, Hz.
İsa’ya karşı Deccal, Bize karşı Onlar gibi birbirine zıt kutuplar yaratırız.
Buna sebep olan psikolojiyi anlayabiliyorum çünkü İncil ve Hıristiyanlık,
çelişkilerle doludur. Tanrı insanı yarattı..dehşetin tanrısı-sevginin tanrısı,
vahiylerin tanrısı-gizemlerin tanrısı, kaybolan ve gizlenen tanrı-görünen ve
aşikar olan tanrı. İnsanlar, tanrıyı kurguladıklarında, geleneğin sahibi
olduklarını düşünüp, sadece kendi kafalarındaki gibi olup başka türlü
olamayacağına inandıklarında; Tanrı'yı evcilleştirip onu bir put haline
getirirler. Bunun üzerine ateizm gelir ve bu küstahlığı, kibiri ve mutlak
kesinliği yerle bir eder. Ve dini süreçte çok yaratıcı bir etkisi olur.
Tanrı'yı, kendi sınırlarımızın ötesinde ve çok daha derinlerde görmeye
çalışmamız için bize meydan okur. Ben, bilim ve teknolojinin gelişmesiyle bu
dini soruların yok olup gideceğine inanarak yetiştirildim. Ama tam tersine,
,bilimsel veriler sayesinde öğrenebileceklerimizin sınırlı olacağının farkına
vardık. Ki bu bilimsel veriler muazzam ve harikadır, ben şahsen bu bilgileri
çok seviyorum. Ama hayatın nihai anlamı ile ilgili sorulara cevap vermezler.
Bence sahte ilahları Tanrı'ya şirk koşmak yani onunla eş tutmaya çalışmak,
mutlak materyalizmde ortaya çıkmaktadır. Bence Amerika'daki en önemli Tanrı,
dolardır. Her yanlışı doğru, her doğruyu yanlış gibi gösterebilir. Kendini
dolara adamışsan herşey yolundadır. Modern Amerika'da, kendimizi mutlak olanla
karşılaşmaktan sayısız şekilde koruyabiliriz. Mesela ölüme bakış açımızı ele
alalım. Bunu her şekilde saklamaya ve ondan saklanmaya çalışırız. Ölülerimizi
kozmetiklerle kaplarız, tabut kapağının kapalı olmasını tercih ederiz, ve
onları mümkün olduğunca hızlı bir şekilde ortadan kaldırırız. Ama ölmek üzere
olan veya ölmüş olan kişinin yüzüne bakmayız. Bir Rus manastırındaki ölü
kemiklerinin konduğu yerde bulunan bir kafatasına baktığım zamanı hatırlıyorum.
Ve kafatasına boyayla işlenmiş bir yazı vardı: "Ey yolcu, bana iyi bak.
Çünkü bir zamanlar ben de senin gibiydim ve sen de benim gibi olacaksın."
Tanrı'nın tarihine bakılarak, yarın için ne söylenebilir?
İnsanlığın Tanrı arayışı, yeni bir şekle
bürünerek yine bilinmez olarak mı kalacak?
Sanırım biz de, insanların Tanrı ve gerçeklik
anlayışlarında çok büyük değişimlerin meydana geldiği bir başka Eksen Çağı'nda
yaşıyoruz. İnsan gücünün çağındayız. Bu dünyayı daha ilginç hale getiren
muazzam teknolojik gelişmeler oluyor, dolayısıyla daha dünyevi(maddesel) bir
çağda yaşıyoruz. Bu durum, birçok insan tarafından laikliğin gelmesiyle
açıklanıyor. Tanrı artık önemsizdir, ona ihtiyacımız kalmamıştır, onu görmeyiz
veya onu deneyimlemeyiz. Bence bu çağ, Tanrı'nın hep hayal ettiği, insan
gücünün ve özgürlüğünün çağıdır. Tanrı'nın kendisine, duyulan korku veya
acizlikten dolayı değil, herşeyi yeterli kılan yüce bir varlığa duyulan saygı
hissiyle tapınılmasını istediğini düşünüyorum. Eşsiz ve değerli gördüğü için.. Tanrı sadece bugün
değil, tarih boyunca eylem halinde olmuştur. Dün, bugün ve yarın da olmuştur,
olacaktır. Tanrı, geçici olarak belirip yok olan bir unsur değildir. Ara vermez.
Tanrı'nın merhametiyle yaşıyoruz. Sorunlar ne kadar zor görünürse görünsün,
Tanrı'ya inanan biri olarak, her zaman ilahi bir müdahalenin bulunduğuna
inanıyorum. Bunu doğaüstü bir şekilde değil de, kendi yarattığı doğal iyiliği
geliştirmek suretiyle yaptığına inanıyorum. Ve böylece terazi yeniden iyilik
tarafı ağır basacak şekilde değişir ve umuyorum ki bizler de o yöne doğru
gidiyoruzdur. Genellikle Tanrı hakkında konuşulduğunu ilk kez 5 yaşlarındayken
duyarız. İncil'deki hikayeler anlatılır. Ama birçok insan, bu gelenekleri
gözden geçirme fırsatı bulamaz. Bence bu önemli birşeydir çünkü Tanrı
hakkındaki düşüncelerimiz, zamanla gelişir ve değişir. Yıllarca, Tanrı ile
işimin bittiğini düşündüm. Ama sonra, diğer dini gelenekleri incelemeye
başladım. Monoteizmin, hayal ettiğimden çok daha fazla zenginlik içerdiğini
farkettim. Bizler sadece insanız, ilahi olguları ancak insani bağlamda
algılayabiliriz. Erkek ve kadın olarak. Dolayısıyla Tanrı, bir anlamda insan
doğamızın ayrılmaz bir parçasıdır. Ama Tanrı'sız bir insan doğası da
düşünemeyiz. Tanrı, insanlığımızın bir parçasıdır. İlahi varlığa dair algımız,
tümüyle ve apaçık bir şekilde ortadaymışcasına alenen görebileceğimiz birşey değildir. Bir ağaç veya otobüs hatta
bir atom gibi değildir. Bir Tanrı algısı üretip onun üzerinde çalışmamız ve
hayal gücümüzü kullanarak, somut şeylerin kabuğunun altında yatan şeylere
bakmayı öğrenmemiz gerekir. Gizlenmiş olan kutsal gerçekliği görmek için
bunları yapmamız gerekir. Eski bir öğretiye göre; her insan davranışı ilahi
olanın bir yansıması olarak düşünülebilir. Kutsal bir yüzleşme gibi. Varolan
dinlerin bir yerlerinde, inancın geleceğe ait yeni bir tanımına dair ipuçları
olabilir. Tanrı'nın tarihinde yeni bir bölüm olabilir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar