Print Friendly and PDF

Ahmet Muhtar BÜYÜKÇINAR

Bunlarada Bakarsınız



1920 yılında Gaziantep’te doğdu. Pek küçük yaşta annesini kaybetti. Merhametsiz ve cimri bir baba ile üvey ana elinde çok sıkıntılı bir çocukluk devri geçirdi. Altı yaşında dokuma atölyesinde çalışmaya başladı. Yedi yaşında evden kaçarak sığırtmaçlık, bağ bekçiliği, çerçicilik, kebapçılık, aşçılık, baklavacılık, marangozluk, Mersin’de deniz hamallığı ve Adana’da birkaç mevsim ırgatlık gibi işlerle uğraştı.
Bir taraftan derviş dedesiyle tekkelere giderken, dayısı da onu kaçak rakı imalatında ve esrar satışında çalıştırıyordu.
On yedi yaşından sonra gönlünü dolduran Kur’ân aşkı ile her şeyi bırakıp Arapça öğrenmeye ve öğretmeye yöneldi. İslâmî ilimleri tahsil edebilmek için elinden gelen gayreti sarf edip, adını duyduğu bütün hoca efendilerden istifadeye girişti. Bir taraftan okuyor, diğer taraftan da devrin şartları gereği kolluk kuvvetlerince takip edildiğinden gizli gizli okutuyordu. Nitekim bir keresinde tutuklandı ve hakkında dava açıldı. Bu sırada Nakşibendî tarikatına intisap etti. Türkiye’de daha fazla din eğitimi alma imânı bulamadığından kaçak olarak Halep’e ve Şam’a giderek iki sene okudu. Orada da hayatını dokumacılık yaparak kazandı.
1945′te Türkiye’ye dönüp askerliğini yaptı.
Askerlik dönüşü yirmi sekiz yaşında iken imtihana girerek Şeyh (Şıh) Camii’ne imam tayin olundu. Artık Gaziantep ve çevresinde Muhtar Hoca olarak tanınıyordu. Ancak kendisini yetersiz bulduğundan dini ilimlerde daha da ilerlemek için, zorlukla pasaport alarak Mısır’a okumaya gitti. Kahire’de el-Ezher Üniversitesi’ne kaydolmak üzere girdiği yeterlilik imtihanında başarılı bulunarak yüksek tahsile başlama hakkını elde etmiş olmasına rağmen, kendince düzenli tahsil görmemenin eksikliğini telâfi etmek maksadıyla Lise kısmına kaydoldu. Ardından Usulü’d-Din Fakültesi’ni bitirdi (1960). Ezher’de Yüksek Lisansını tamamladı. Tahsil hayatı boyunca Ezher hocalarının dışındaki âlimlerden de özel dersler aldı. Mısır’ın meşhur alimleri yanında o yıllarda Kahire’de yaşayan Şeyhü’l-Islâm Mustafa Sabri, Zahid Kevseri ve Yozgatlı İhsan efendilerden de istifade etti.
Bir taraftan Türk ve Arap talebelere özel dersler veriyor ayrıca ülkenin en itibarlı üniversitelerinden Câmiatü Ayni’ş-Şems’de hocalık yapıyordu. Günümüz Türkiye’sinde yakından tanınan tarihçi Prof. Dr. Muhammed Harb’in de hocası olmuştu.
Ahmet Muhtar Hoca bu yıllarda Mısır’daki İslâmî uyanış hareketlerini yakından takip edebilmiş az sayıdaki İslâm âlimlerindendir. Hayatım İbret Aynası adıyla birkaç kere basılmış hatıralarında anlattığı gibi Hasanü’l-Bennâ, Seyyid Kutup gibi çağdaş alimlerin konferans ve seminerlerine devam etmiştir. Ayrıca İhvanü’l-Müslimîn hareketi, Nâsır ihtilâli ve İngiliz bombardımanı sırasında, Kahire’de, olayların içinde yaşadı.
Tahsilini tamamladıktan sonra, Ezher’de hoca olarak kalması veya Arap ülkelerinden birine geniş imkânlarla tâyin olunması tekliflerini kabul etmeyerek İslâmiyet’in elli yıldır baskı altında zayıflatıldığını düşündüğü ana vatanına ve milletine hizmet etmek kararı ile 1962 yılında Türkiye’ye döndü.
Kendisini tanıdığında Mahir İz Hoca’nın “Nihayet aradığım adamı buldum. Ezher’de okuyup gelmiş, ilmî tedrisat ve dinî hizmette tam arzu ettiğim metodu takip ediyor. Kendisiyle mühim işler yapacağız. Bu gün çok bahtiyarım !..” şeklindeki, samimi bir sevinç ve heyecan içinde naklettiği cümleleri, Ahmet Muhtar Büyükçınar Hoca’nın kişiliği ve ilmî hüviyeti hakkındaki en değerli tesbitlerden biridir.
Ezher’deki tahsili sırasında Yozgat’tan evlenmiş ve üç çocuğu dünyaya gelmiş bulunan hocanın elindeki Ezher diploması o yıllarda kabul edilmediği için, diğer mezunlar gibi kendisine bir vazife verilmedi. İlk hocasına verdiği söze sadık kalarak, her isteyene ders verdiği ve okuttuğu kimselerden ömür boyu para almamayı prensip edindiği için, ailesini, dokumacılık, baklavacılık ve konfeksiyon işi yaparak geçindirmeye çalıştı.
Ayrıca isteyen talebelerine evinde, mektepte, kurslarda, camilerde ve mümkün olan her yerde ders veriyordu. İstanbul İmam Hatip Okulunda 1962-63 ders yılı dışarıdan ücretli hoca olarak derslere girmeye başladı, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü ile İlâhiyat Fakültesi talebelerine dışarıdan Arapça ve İslâmî ilimler okuttu, onlar için kurslar açtı. Bir çok talebesinin geçimlerine katkı sağlamak için sahip olduğu mesleklerin en geçerli olanlarını onlara öğretti. Kendilerini meslek ve iş sahibi yaptı.
Yalova Esenköy’de düzenlediği 1966, 67, 68 yılları yaz kamplarında pek çok talebe yetiştirdi. Bunlardan o yıllarda kendilerine Yüksek İslam Enstitüleri dışında Üniversitelerde okuma hakkı verilmeyen İmam-Hatip Okulları mezunlarının bir kısmı, Lise son sınıf derslerinin imtihanlarını ayrıca vererek ikinci diplomalarını da almışlar ve Üniversite imtihanlarını kazanarak çeşitli fakültelere devam edip mezun olmuşlardır. Doktora yaparak alanlarının önemli isimleri halinde Akademik hayatın en üst merhalelerine ulaşarak hizmet veren tanınmış isimler olmuşlardır.
Ayrıca bir çok öğrencisini alanlarında ilerletmek ve geçimlerine katkıda bulunmak için klasik eserlerin tercüme faaliyetlerine girişti. Böylece pek çok Arapça dini kaynak da Türkçe’ye aktarılmış ve kültürümüze kazandırılmış oldu. Bir gurup yakın talebesiyle birlikte “Divan ilmî Araştırmalar Müessesesini” kurdu. 5 cilt ve 2200 sahife hacmindeki HAYAT-ÜS-SAHABE isimli eser, Hadislerle Müslümanlık (Hayatü’s-sahâbe), başlığı ile tercüme edildi. (İstanbul 1973)
1977′de, uzun yılların ardından resmen vazife yapıp maaş aldığı ikinci yer olan “Diyanet İşleri Başkanlığı Haseki Eğitim Merkezi”ne tayin olundu. Burada dokuz sene Arapça, tefsir ve hadis hocalığı yaptıktan sonra yaş haddinden emekli oldu (1985).
Emekli olduktan sonra Yalova Esenköy’deki evinde, yine talebeleriyle ve yazmakta bulunduğu eserleriyle meşgul olarak, hayattaki tek gayesi olan dinine hizmet yolunda çalışmalarını sürdürdü. Pek çok baskı yapan bir çok kitap kaleme aldı. Esenköy’de Kanarya Camiinin yapımına öncülük etti.
5 Nisan 2013’ü 6 Nisan Cumartesi’ye bağlayan gece (24-25 Cemaziyelevvel 1434) saat 02’de Yalova Devlet Hastahanesi’nde Hakk’a yürüdü.
Hocamıza Allah’tan rahmet, muhterem ailesi, çocuk ve torunları ile her biri diyanet ve ilâhiyat câmiamızın mümtaz ve gayûr hizmetkârı olan talebelerine sabır ve selâmetler diliyoruz.
Prof. Dr. Mustafa Uzun
Kur’an’a Âşık Oldum
Boş durmaya alışkın olmadığım için, son gurbetten gelişimin ikinci günü çalışma isteğimi bildirdim. Dayım her ne kadar “Dur hele yavrum! Sen henüz misafirsin. Birkaç gün dinlen.” dediyse de bana tezgâh kurma hususunda dayımı ikna ettim. Israrım üzerine Hatice yengemin çalıştığı tezgâhın yanına bir tezgâh da bana kurdu, çalışmaya başladım. O akşam yatsıdan sonra herkes yatmış, ben oturmuş düşünüyordum. Başımı kaldırıp anamın yadigarı, benim de çocukken okuduğum Kur’ânı Kerim’i duvarda asılı görünce yüreğim sızladı.O anda eski hatıralar hayalimde canlandı; anamın nineme vasiyetini, ninemin bu vasiyeti yerine getirerek küçük yaşta beni hocaya gönderip okutmasını, ölürken de ruhuna Kur’ân okumamı tavsiye etmesini hatırladım. Hemen kalktım, Kur’ân’ı aldım, gaz lambasının hafif ışığında okumaya başladım. Okudum, okudum, okudukça ferahladım. Vakit gece yarısını devirdi, hâlâ okuyordum. O geceden sonra Kur’ân okumaya karşı sevgim öylesine hızla arttı ki kendi kendime
“Yoksa kalbimi yakan gizli aşkım Kur’ân okuma sevdasına mı dönüştü? Keşke öyle olsun." dedim. Biraz düşününce, yıllar önce bir mecliste,
“çoğu kez İlahi aşkın mecâzi aşkla başladığını” dinlediğimi hatırladım, yine kendime sordum:
“Acaba benimki de öyle mi oluyor; yoksa kalbimi yakan, ruhumu saran o sihirli gözler, yeni bir dünyaya açılan pencere miydi veya beni başka bir âleme çeken cazibe miydi ?"
Bunları düşünürken elimdeki zaten mukaddes olan Kur’ân gözümde daha da kutsallaştı, hafifledi, elimden yok olduğunu sandım. O sırada tamamen kendimden geçmiş, hiçbir şeyi fark edemez olmuştum. Gözümü kapatıp biraz dalınca, yüce Kur’ân’ın, elimden yükselip kalbime indiğini görür gibi oldum. Gözümü açıp kendime gelince, gerçekten Kur’ân’ın kalbime girdiğini, ruhumu tamamen sardığını hissettim. Ne var ki, âşık olduğum Kur’ân’ın asıl yüzünü göremiyor, dilini anlamıyor, bana ne dediğini bilmiyordum.İlk aşkımda da öyle olmamış mıydı? Ona da yüzünü göremeden âşık olmuş, bir kez olsun yüzünü göremeden ayrılmıştım. Belki de yüzünü görsem ondan ayrılamazdım. İyi ki görememişim Kalbimi ondan alıp Kurân’a veremezdim. O bana görünmeden gözden nihan oldu. Kapalı bir kutu idi, açılmadan hafızamın derinliklerine gömüldü gitti. Tanışamadan yabancı oldu bitti. Kur’ân ömür boyu bana kapalı ve yabancı kalmalı Beni kendine çekti, ben de onun peşini bırakmadım. Onunla oturdum, onunla kalktım, onunla gezdim, onu koynumda taşıdım, ondan asla ayrılmadım. Onu tır elimden, ne dilimden düşürdüm, ne de kalbimden çıkardım.
O da bana acıdı, yavaş yavaş yüzünden örtüyü kaldırdı, kendini göstermeye başladı. Bana dilini öğretti. Onunla tanışmaya, konuşmaya, kaynaşmaya, eşsiz güzel yüzünü görmeye ve bitmeyen, tükenmeyen derin manalarını anlamaya başladım. Bunlar kolay olmadı. Ona kalbimi; hatta tamamen kendimi verdim, her şeyimi feda ettim. Yıllar boyu uğrunda nice çileler çektim, zahmetlere, sıkıntılara dayanılmaz zorluklara, öldürücü darlıklara katlandım. O mukaddes kitap uğrunda yeniden gurbet ellere düştüm, çöllerde yüzlerce kilometre yol yürüdüm. Onun dilini daha iyi anlamak için ömrümün en güzel çağını Arabistan’da geçirdim. Bunları yapmam gerekiyordu; çünkü “Can vermeyince cânân ele girmez.” Ona ömrümü verdim, hâlâ veriyorum. Son nefesime kadar da vereceğim. Bütün bunları Kuran uğruna feda etmeye değmez mi? Kur’ân, yeryüzünde insanlara konuşan, Allah’ın dilidir. Onlara, cehennemden kurtulup cennete gidebilmeleri için neler yapacaklarını, nasıl yaşayacaklarını söyler. O, Allah’ın nurudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır, gösterdiği doğru yoldan gidenleri yükseltir, huylarını güzelleştirir, cennete layık olmalarını sağlar. Onu bilen ve anlayan dünyanın en zengin insanıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem “Bir kimse Kur’ân’ı okur ve anlar sonra da, yoksulum derse, aldanmıştır.” buyurmuştur. Allah onu benden, belli ondan ayırmasın. Amin!..
İlk geceyi izleyen günlerde, Kur’ân okuma sevgisine, Kuran sevgisi de eklendi.. Kur’ânı Kerim’i yanımdan ayırmak istemiyordum; ama büyük boy kitabıher yere götüremiyordum. O zamanlarda cebe girecek küçük boy Kur’ân bulmak zordu; fakat arayan bulur, hele insan aradığına âşık olursa...
Bütün kitapçıları dolaşarak aradığımı buldum. Manevî koruyucum olduğunu inandığım ve her yerde bana uğur getiren Kur’ân’ı yanımdan ayırmıyor, hep cebimde taşıyor ve fırsat bulduğum her yerde okuyordum. Allah’ın lütfü ile Kur'ân-ı Kerim’in sayesinde büyük bir hatamın farkına varmakta gecikmedim. Bana farz olmadığı halde, beş yaşımda başlayarak kıldığım namazı, nedense gurbet ellerde ihmal etmiştim. Bu arada beni uyaran da olmamıştı. Yine bir akşam Kur’ân okumak için abdest aldım, okumaya başlayacaktım ki çok önemli bir şeyi hatırlar gibi oldum. Hemen Kur’ân’ı kapattım, düşünmeye daldım ve kendi kendime sitem ettim.
“Kuran okumak için abdest alıyorum da, dinimizin direği olan ve Müslüman olduğumu ispatlayan namazı niçin kılmıyorum? Çocukken Müslümandım da, büyüyünce İslâm’dan uzaklaştım mı?On beş yaşımda namaz farz olduğuna ve şimdi on yedinin içinde olduğuma göre bir buçuk senelik namaz borcum birikmiştir. Aman Allah’ım! Ben neden böyle yaptım? Çok çalışkan olduğum ve her işimi vaktinde yaptığım halde, yapılması gerekenlerin en önemlisi olan namazı neden boş verdim? Bir kitapta, namaz kılmamanın küfür kadar büyük günah olduğunu okumuştum. İnsanın namaz kılmaması için ya gayri müslim ya aklı ermeyen sabî çocuk, ya deli ya loğusa veya âdet gören kadın olması gerekir. Ben bunların hangisiyim? Hiçbiri! Öyleyse neden namaz kılmıyorum?”
Farkında olmadan sesimi öylesine yükseltmiştim ki bitişik odada sesimi işiten dayım “Yavrum Muhtar! Gecenin bu saatinde kiminle konuşuyorsun?” demesin mi?
Utancımdan sesimi çıkarmadan gaz lambasını kararttım, yatağımda uzandım. Benden ses gelmeyince, dayımın sesine uyanan yengem “Kele herif, (Antep kadınları, “Ayol” yerine “Kete” diye hitap ederler: Kele herif, kele bacım gibi.) çocuk uyuyor, kiminle konuşacak. Herhalde rüya görüyor, rüyasında konuşmuştur.” dedi. Etraflıca düşündüm, bir daha bırakmamak üzere namazıma başladım, bana yardımcı olması için de Allah’a dua ettim, yattım.
Abdest
Sabahleyin uykudan uyandığımda gönlüm, kaynağını bilemediğim bir neşe ile dolmuş, sevincimden uçacak gibiydim. İnsanı kötülüklerden ve yaramaz davranışlardan uzaklaştıran, ruhları yüceltip Allah’a yaklaştıran, kalplere ferahlık verip gönülleri şâd eden namazın hülyasıyla ve sevinçle o gün saatlerin nasıl geçtiğini anlamadım. Öğle ezanı okunurken abdest almak için avluya çıktım; ama yapamadım, “Neden?” derseniz anlatayım. Abdest almak için kollarımı sıvadım, başımı kaldırınca karşı ki odanın penceresinden, bizimle birlikte oturan ev sahibinin kızının bana baktığını gördüm. O anda hem kızdan, hem de kızlarına kasıtlı bakıyorum sanır diye anasından öyle utandım ki ibriği almamla odaya koşmam bir oldu. Küçük yaşımdan beri kızların ve kadınların yüzüne bakmaya utanır, hem de günahından korkardım. Bu yüzden evde abdest alamadım, hemen gittim, caminin altmış merdivenle inilen kastelinden abdest alıp eve geldim, namazımı kıldım. O günden sonra gündüzleri abdest almak için camiye gidiyordum. Bu hal bende kötü bir alışkanlık mı, yoksa hastalık mı oldu bilemiyorum! Buna ikinci bir hastalık daha eklendi. Camide abdest alıyordum; ama “Bugüne kadar neredeydin? Neden namaz kılmıyordun?” diyecekler diye cemaatten utanıyordum; yani evdekilerden utanarak abdesti camide alıyordum, cemaatten utanarak namazı evde kılıyordum. Gerçi o zamanlar ağırbaşlı, terbiyeli gençlerin kızlardan ve genç kadınlardan utanması yaygın bir âdetti. Birçok güzel âdetler gibi; ama benimkisi aşırıydı. Bu gelenek de ne yazık ki, tarihin sahifelerine gömüldü.
Bugünkü evleri göz önüne alarak “Neden abdesti banyoda almıyordun?” demeyin. O zamanlar şehirlerde fakir ve orta halli ailelerde, evlerde banyo olmazdı. Evler, çiçekleriyle ve birkaç ağacıyla küçük bir avlu içinde olurdu. Avlunun bir köşesinde “ocaklık” tabir ettiğimiz mutfak olur, çamaşır kış aylarında ocaklıkta, yazları avluda yıkanırdı. Mutfakta yıkanmak âdet değildi. Yıkanmak için, her semtte bulunan hamam veya gusülhanelere gidilirdi. Ayrıca, birçok camide tuvaletlerin yanında bir iki tane yıkanmak için, o zaman “çimecek” tabir ettiğimiz gusülhane olur, isteyenler orada yıkanır, gusül ederlerdi. Evlerde abdest yaz aylarında avluda alınır, kış aylarında oda kapısının arkasında “eşiklik” denilen, zemininden bir karış kadar alçak ve mermer döşeli bir metre kare kadar yerde alınırdı. Gerekirse eşiklikte yıkandırdı da. Hatice yengem eşiklikte abdest aldığı halde, ben nasılsa abdest almak için camiye gidiyordum. Bereket versin bu hal bir aydan fazla sürmedi.
Sh: 166-169
**
Hapiste Daha Serbestim
Hapishaneye girdikten birkaç gün sonra önemli kitaplarımı getirterek çalışmaya başladım. Okuduklarımdan yanımdakilere anlatırken okumak isteyenleri de okutuyordum. Önceleri yalnız başıma namaz kılarken bir aya kadar kalabalık bir cemaatle namaz kılmaya başladık. Çalışmalarım düzene girip çevrem genişledikçe, dışarıyı unutuyor, oraya ısınıyordum. Isındıkça da oradakilere daha çok yararlı oluyordum.
Mahkemeye gideceğim gün benimle birlikte birkaç kişi daha gidecekti. Onların ellerine kelepçe vurulurken, başgardiyan jandarmalara, beni kelepçesiz serbest götürmelerini söyledi; fakat razı olmadım. Ben de onlar gibi tutukluyken, bana ayrıcalık tanıyıp özel muamele yapmalarına gönlüm razı olmadı. “Madem ki onlarla bir arada kalıyorum, mahkemeye de onlar gibi ellerim kelepçeli gidip gelmeliyim. Hem de böyle olması benim için din uğrunda ve ilim yolunda unutulmaz bir hatıra olacaktır.”dedim.
Mahkemede verdiğim ifade, öncekilerinin benzeriydi. Hâkimin “Hapisten çıkınca ne yapacaksın?”sorusuna “Yine aynı şeyi yapacağım. Okuyacağım ve okutacağım. Hatta daha çok talebe okutacağım.” deyince “O halde hapisten çıkamazsın.” dedi. Ben de “Zaten ben çıkmak istemiyorum. Dışarıda gizli gizli okutuyordum, içerde daha serbest okuyor ve okutuyorum. Üstelik namaz kılanların da sayısını çoğaltıyor, onlara imamlık yapıyorum. Bana, hapistekilerin, dışarıda kilerden daha çok ihtiyacı var.” diye karşılık verdim.
İki hafta sonra Ahmet Ağa ile birlikte, beni ziyarete gelenlerin ziyaretine gittik, onlarla hoş sohbetler ettik. Hapishanedekilerle tanışıp dertlerini dinledikçe hayretim artıyor, insanlara acıma duygularım gelişiyor, onları ve benzerlerini bataklığa ve tehlikelere düşüren hallerden kurtulmalarına yardımcı olabilmek için çok çalışıp, daha iyi yetişmem gerektiği hususundaki kanaatim kesinleşiyor, ilme karşı azmim ve hevesim artıyordu.
Hapishanelerde çürüyen zavallıların kimi cehaletin, kimi aşırı kıskançlığın, kimi de bir bardak içkinin mağduru. Kimi öfkesine yenilmiş, kimi kötü arkadaşına kanmış, kiminin beyni yıkanmış, kimileri de benim gibi iftiraya uğramıştı.
Hapishane Hayatı
Hapishanedekilerin ilginç bir yönü de hepsi dertli olduğu halde, sakin, sanki hiçbir derdi yokmuş gibi davranmalarıydı. Belki de dertlerini unutmak için öyle görünmeye çalışıyorlardı ya da ben onları öyle görüyordum. Ne olursa olsun, yaşadıkları ruh hallerine bakarak, davranışları takdire şayandı. En azından birbirlerini rahatsız etmiyorlardı. Birkaç kişilik bir ailede bile zaman zaman huzuru bozan, yuvalarını yıkan üzücü olaylar olur. Hapishanede ise, binden fazla insan bir çatı altında yaşıyorlardı. Üstelik dışarıdayken bunların kimi kurt, kimisi kuzu idi. Demek ki burada kurtla kuzu bir arada yaşıyordu. Sanki orada Hz. Ömer’in adaleti hüküm sürüyordu. Dışarıda olsalar, ikisi bir arada asla geçinemeyecek, öfkeli, kavgacı ve kabına sığmayan yüzlerce insan, burada anlaşarak, sevişerek ve birbirlerine saygı ve şefkat göstererek bir çatı altında aylarca ve yıllarca yaşıyordu. Bu ahenk ve düzen nasıl sağlanıyor bilemiyordum, hâlâ da hayret ediyorum. Belki bu hal de, kimsenin bilemediği hapishanenin bir sırrıdır. Bilmem şimdi de öyle mi; yoksa o güzelim ahenk maziye mi karıştı?
Ne olursa olsun Allah, düşmanımı da bile hapishaneye düşürmesin. Oradakiler ne kadar rahat olurlarsa olsunlar, ne kadar mutlu görünürlerse görünsünler, gerçekte mutsuzdurlar; çünkü mutluluğun temeli hür yaşamaktır. Kişinin kutsal varlıklarından biri de hürriyettir. Hürriyeti elden giderse yaşamanın ne anlamı kalır? Bir gün hür yaşamak, bin yıl esaret altında yaşamaktan evladır. Bu yüzden hiç kimse kendi rızasıyla ne mahkûmiyet altına, ne de esaret altına girer. Elinde olmadan o vartaya düşünce de insan, kaderine razı olup Allah’tan güç alarak, huzur ve sükûnet içinde yaşamaya çalışmalıdır. Kadere küsüp üzüntüye kapılıp hastalanmamalı veya intihara kalkışıp canına kıymamalıdır; yoksa hem dünyasını hem de ahiretini yıkar.
Allah’ın yardımı ve büyüklerimizin duasıyla beş buçuk ay kadar süren hapishane hayatım oldukça huzurlu geçti. O hayat beni ne üzüyor, ne de sıkıyordu, çünkü oraya suç işleyerek ve kötülük yaparak değil, mukaddes bir gaye uğruna girmiştim. Çevremdekilere öyle ısınmış, onlarla öyle kaynaşmıştım ki her mahkemeye gidişimde hapishane arkadaşlarım; “Allah’ım! Hocaefendimizi burada hemen çıkarma da, bizimle biraz daha kalsın, ondan biraz daha istifade edelim,"diyorlardı. Şaka yoluyla da olsa bu garip duaları beni sevdiklerini gösteriyor, İmi da beni mutlu ediyordu. Nitekim, gülümseyerek girdiğim hapishaneden son mahkememde beraat edip çıkarken, arkadaşlarım da, ben de ağlayarak çıktını Hem de ibret alınacak unutulmaz hatıralarla. Sh: 254-256
Kaynak: Ahmet Muhtar Büyükçınar, Hayatım ibret Aynası, : Bilge Yayıncılık Eğitim Hizmetleri, Aralık 2002, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar