Ahmet Muhtar BÜYÜKÇINAR
Bir taraftan derviş dedesiyle tekkelere
giderken, dayısı da onu kaçak rakı imalatında ve esrar satışında
çalıştırıyordu.
On yedi yaşından sonra gönlünü dolduran
Kur’ân aşkı ile her şeyi bırakıp Arapça öğrenmeye ve öğretmeye yöneldi. İslâmî
ilimleri tahsil edebilmek için elinden gelen gayreti sarf edip, adını duyduğu
bütün hoca efendilerden istifadeye girişti. Bir taraftan okuyor, diğer taraftan
da devrin şartları gereği kolluk kuvvetlerince takip edildiğinden gizli gizli
okutuyordu. Nitekim bir keresinde tutuklandı ve hakkında dava açıldı. Bu sırada
Nakşibendî tarikatına intisap etti. Türkiye’de daha fazla din eğitimi alma
imânı bulamadığından kaçak olarak Halep’e ve Şam’a giderek iki sene okudu.
Orada da hayatını dokumacılık yaparak kazandı.
1945′te Türkiye’ye dönüp askerliğini
yaptı.
Askerlik dönüşü yirmi sekiz yaşında iken
imtihana girerek Şeyh (Şıh) Camii’ne imam tayin olundu. Artık Gaziantep ve
çevresinde Muhtar Hoca olarak tanınıyordu. Ancak kendisini yetersiz bulduğundan
dini ilimlerde daha da ilerlemek için, zorlukla pasaport alarak Mısır’a okumaya
gitti. Kahire’de el-Ezher Üniversitesi’ne kaydolmak üzere girdiği yeterlilik
imtihanında başarılı bulunarak yüksek tahsile başlama hakkını elde etmiş
olmasına rağmen, kendince düzenli tahsil görmemenin eksikliğini telâfi etmek
maksadıyla Lise kısmına kaydoldu. Ardından Usulü’d-Din Fakültesi’ni bitirdi
(1960). Ezher’de Yüksek Lisansını tamamladı. Tahsil hayatı boyunca Ezher
hocalarının dışındaki âlimlerden de özel dersler aldı. Mısır’ın meşhur alimleri
yanında o yıllarda Kahire’de yaşayan Şeyhü’l-Islâm Mustafa Sabri, Zahid Kevseri
ve Yozgatlı İhsan efendilerden de istifade etti.
Bir taraftan Türk ve Arap talebelere özel
dersler veriyor ayrıca ülkenin en itibarlı üniversitelerinden Câmiatü
Ayni’ş-Şems’de hocalık yapıyordu. Günümüz Türkiye’sinde yakından tanınan
tarihçi Prof. Dr. Muhammed Harb’in de hocası olmuştu.
Ahmet Muhtar Hoca bu yıllarda Mısır’daki
İslâmî uyanış hareketlerini yakından takip edebilmiş az sayıdaki İslâm âlimlerindendir.
Hayatım İbret Aynası adıyla birkaç kere basılmış hatıralarında anlattığı gibi
Hasanü’l-Bennâ, Seyyid Kutup gibi çağdaş alimlerin konferans ve seminerlerine
devam etmiştir. Ayrıca İhvanü’l-Müslimîn hareketi, Nâsır ihtilâli ve İngiliz
bombardımanı sırasında, Kahire’de, olayların içinde yaşadı.
Tahsilini tamamladıktan sonra, Ezher’de
hoca olarak kalması veya Arap ülkelerinden birine geniş imkânlarla tâyin
olunması tekliflerini kabul etmeyerek İslâmiyet’in elli yıldır baskı altında
zayıflatıldığını düşündüğü ana vatanına ve milletine hizmet etmek kararı ile
1962 yılında Türkiye’ye döndü.
Kendisini tanıdığında Mahir İz Hoca’nın
“Nihayet aradığım adamı buldum. Ezher’de okuyup gelmiş, ilmî tedrisat ve dinî
hizmette tam arzu ettiğim metodu takip ediyor. Kendisiyle mühim işler
yapacağız. Bu gün çok bahtiyarım !..” şeklindeki, samimi bir sevinç ve heyecan
içinde naklettiği cümleleri, Ahmet Muhtar Büyükçınar Hoca’nın kişiliği ve ilmî
hüviyeti hakkındaki en değerli tesbitlerden biridir.
Ezher’deki tahsili sırasında Yozgat’tan
evlenmiş ve üç çocuğu dünyaya gelmiş bulunan hocanın elindeki Ezher diploması o
yıllarda kabul edilmediği için, diğer mezunlar gibi kendisine bir vazife
verilmedi. İlk hocasına verdiği söze sadık kalarak, her isteyene ders verdiği
ve okuttuğu kimselerden ömür boyu para almamayı prensip edindiği için,
ailesini, dokumacılık, baklavacılık ve konfeksiyon işi yaparak geçindirmeye
çalıştı.
Ayrıca isteyen talebelerine evinde,
mektepte, kurslarda, camilerde ve mümkün olan her yerde ders veriyordu. İstanbul
İmam Hatip Okulunda 1962-63 ders yılı dışarıdan ücretli hoca olarak derslere
girmeye başladı, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü ile İlâhiyat Fakültesi
talebelerine dışarıdan Arapça ve İslâmî ilimler okuttu, onlar için kurslar
açtı. Bir çok talebesinin geçimlerine katkı sağlamak için sahip olduğu
mesleklerin en geçerli olanlarını onlara öğretti. Kendilerini meslek ve iş
sahibi yaptı.
Ayrıca bir çok öğrencisini alanlarında
ilerletmek ve geçimlerine katkıda bulunmak için klasik eserlerin tercüme
faaliyetlerine girişti. Böylece pek çok Arapça dini kaynak da Türkçe’ye
aktarılmış ve kültürümüze kazandırılmış oldu. Bir gurup yakın talebesiyle
birlikte “Divan ilmî Araştırmalar Müessesesini” kurdu. 5 cilt ve 2200 sahife
hacmindeki HAYAT-ÜS-SAHABE isimli eser, Hadislerle Müslümanlık
(Hayatü’s-sahâbe), başlığı ile tercüme edildi. (İstanbul 1973)
1977′de, uzun yılların ardından resmen
vazife yapıp maaş aldığı ikinci yer olan “Diyanet İşleri Başkanlığı Haseki
Eğitim Merkezi”ne tayin olundu. Burada dokuz sene Arapça, tefsir ve hadis
hocalığı yaptıktan sonra yaş haddinden emekli oldu (1985).
Emekli olduktan sonra Yalova Esenköy’deki
evinde, yine talebeleriyle ve yazmakta bulunduğu eserleriyle meşgul olarak,
hayattaki tek gayesi olan dinine hizmet yolunda çalışmalarını sürdürdü. Pek çok
baskı yapan bir çok kitap kaleme aldı. Esenköy’de Kanarya Camiinin yapımına
öncülük etti.
5 Nisan 2013’ü 6 Nisan Cumartesi’ye
bağlayan gece (24-25 Cemaziyelevvel 1434) saat 02’de Yalova Devlet
Hastahanesi’nde Hakk’a yürüdü.
Hocamıza Allah’tan rahmet, muhterem
ailesi, çocuk ve torunları ile her biri diyanet ve ilâhiyat câmiamızın mümtaz
ve gayûr hizmetkârı olan talebelerine sabır ve selâmetler diliyoruz.
Prof. Dr. Mustafa Uzun
Kur’an’a
Âşık Oldum
Boş durmaya alışkın olmadığım için, son
gurbetten gelişimin ikinci günü çalışma isteğimi bildirdim. Dayım her ne kadar
“Dur hele yavrum! Sen henüz misafirsin. Birkaç gün dinlen.” dediyse de bana
tezgâh kurma hususunda dayımı ikna ettim. Israrım üzerine Hatice yengemin
çalıştığı tezgâhın yanına bir tezgâh da bana kurdu, çalışmaya başladım. O akşam
yatsıdan sonra herkes yatmış, ben oturmuş düşünüyordum. Başımı kaldırıp anamın yadigarı, benim de çocukken okuduğum Kur’ânı
Kerim’i duvarda asılı görünce yüreğim sızladı.O anda eski hatıralar
hayalimde canlandı; anamın nineme vasiyetini, ninemin bu vasiyeti yerine
getirerek küçük yaşta beni hocaya gönderip okutmasını, ölürken de ruhuna Kur’ân
okumamı tavsiye etmesini hatırladım. Hemen kalktım, Kur’ân’ı aldım, gaz
lambasının hafif ışığında okumaya başladım. Okudum, okudum, okudukça
ferahladım. Vakit gece yarısını devirdi, hâlâ okuyordum. O geceden sonra Kur’ân
okumaya karşı sevgim öylesine hızla arttı ki kendi kendime
“Yoksa kalbimi yakan gizli aşkım
Kur’ân okuma sevdasına mı dönüştü? Keşke öyle olsun." dedim. Biraz
düşününce, yıllar önce bir mecliste,
“çoğu kez İlahi aşkın mecâzi
aşkla başladığını” dinlediğimi hatırladım, yine kendime sordum:
“Acaba benimki de öyle mi
oluyor; yoksa kalbimi yakan, ruhumu saran o sihirli gözler, yeni bir dünyaya
açılan pencere miydi veya beni başka bir âleme çeken cazibe miydi ?"
Bunları düşünürken elimdeki zaten mukaddes
olan Kur’ân gözümde daha da kutsallaştı, hafifledi, elimden yok olduğunu
sandım. O sırada tamamen kendimden geçmiş, hiçbir şeyi fark edemez olmuştum.
Gözümü kapatıp biraz dalınca, yüce Kur’ân’ın, elimden yükselip kalbime indiğini
görür gibi oldum. Gözümü açıp kendime gelince,
gerçekten Kur’ân’ın kalbime girdiğini, ruhumu tamamen sardığını hissettim. Ne
var ki, âşık olduğum Kur’ân’ın asıl yüzünü göremiyor, dilini anlamıyor, bana ne
dediğini bilmiyordum.İlk aşkımda da öyle olmamış mıydı? Ona da yüzünü
göremeden âşık olmuş, bir kez olsun yüzünü göremeden ayrılmıştım. Belki de
yüzünü görsem ondan ayrılamazdım. İyi ki görememişim Kalbimi ondan alıp Kurân’a
veremezdim. O bana görünmeden gözden nihan oldu. Kapalı bir kutu idi, açılmadan
hafızamın derinliklerine gömüldü gitti. Tanışamadan yabancı oldu bitti. Kur’ân
ömür boyu bana kapalı ve yabancı kalmalı Beni kendine çekti, ben de onun peşini
bırakmadım. Onunla oturdum, onunla kalktım, onunla gezdim, onu koynumda
taşıdım, ondan asla ayrılmadım. Onu tır elimden, ne dilimden düşürdüm, ne de
kalbimden çıkardım.
O da bana acıdı, yavaş yavaş
yüzünden örtüyü kaldırdı, kendini göstermeye başladı. Bana dilini öğretti.
Onunla tanışmaya, konuşmaya, kaynaşmaya, eşsiz güzel yüzünü görmeye ve
bitmeyen, tükenmeyen derin manalarını anlamaya başladım. Bunlar kolay olmadı.
Ona kalbimi; hatta tamamen kendimi verdim, her şeyimi feda ettim. Yıllar boyu
uğrunda nice çileler çektim, zahmetlere, sıkıntılara dayanılmaz zorluklara,
öldürücü darlıklara katlandım. O mukaddes kitap uğrunda yeniden gurbet ellere
düştüm, çöllerde yüzlerce kilometre yol yürüdüm. Onun dilini daha iyi anlamak
için ömrümün en güzel çağını Arabistan’da geçirdim. Bunları yapmam gerekiyordu;
çünkü “Can vermeyince cânân ele girmez.” Ona
ömrümü verdim, hâlâ veriyorum. Son nefesime kadar da vereceğim. Bütün bunları
Kuran uğruna feda etmeye değmez mi? Kur’ân,
yeryüzünde insanlara konuşan, Allah’ın dilidir. Onlara, cehennemden
kurtulup cennete gidebilmeleri için neler yapacaklarını, nasıl yaşayacaklarını
söyler. O, Allah’ın nurudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır,
gösterdiği doğru yoldan gidenleri yükseltir, huylarını güzelleştirir, cennete
layık olmalarını sağlar. Onu bilen ve anlayan dünyanın en zengin insanıdır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem “Bir kimse
Kur’ân’ı okur ve anlar sonra da, yoksulum derse, aldanmıştır.” buyurmuştur.
Allah onu benden, belli ondan ayırmasın. Amin!..
İlk geceyi izleyen günlerde, Kur’ân okuma
sevgisine, Kuran sevgisi de eklendi.. Kur’ânı Kerim’i yanımdan ayırmak
istemiyordum; ama büyük boy kitabıher yere götüremiyordum. O zamanlarda cebe
girecek küçük boy Kur’ân bulmak zordu; fakat arayan bulur, hele insan aradığına
âşık olursa...
Bütün kitapçıları dolaşarak aradığımı
buldum. Manevî koruyucum olduğunu inandığım ve her yerde bana uğur getiren
Kur’ân’ı yanımdan ayırmıyor, hep cebimde taşıyor ve fırsat bulduğum her yerde
okuyordum. Allah’ın lütfü ile Kur'ân-ı Kerim’in sayesinde büyük bir hatamın
farkına varmakta gecikmedim. Bana farz olmadığı halde, beş yaşımda başlayarak
kıldığım namazı, nedense gurbet ellerde ihmal etmiştim. Bu arada beni uyaran da
olmamıştı. Yine bir akşam Kur’ân okumak için abdest aldım, okumaya
başlayacaktım ki çok önemli bir şeyi hatırlar gibi oldum. Hemen Kur’ân’ı
kapattım, düşünmeye daldım ve kendi kendime sitem ettim.
“Kuran okumak için abdest
alıyorum da, dinimizin direği olan ve Müslüman olduğumu ispatlayan namazı niçin
kılmıyorum? Çocukken Müslümandım da, büyüyünce İslâm’dan uzaklaştım mı?On beş
yaşımda namaz farz olduğuna ve şimdi on yedinin içinde olduğuma göre bir buçuk
senelik namaz borcum birikmiştir. Aman Allah’ım! Ben neden böyle yaptım? Çok
çalışkan olduğum ve her işimi vaktinde yaptığım halde, yapılması gerekenlerin
en önemlisi olan namazı neden boş verdim? Bir kitapta, namaz kılmamanın küfür
kadar büyük günah olduğunu okumuştum. İnsanın namaz kılmaması için ya gayri
müslim ya aklı ermeyen sabî çocuk, ya deli ya loğusa veya âdet gören kadın
olması gerekir. Ben bunların hangisiyim? Hiçbiri! Öyleyse neden namaz
kılmıyorum?”
Farkında olmadan sesimi öylesine
yükseltmiştim ki bitişik odada sesimi işiten dayım “Yavrum Muhtar! Gecenin
bu saatinde kiminle konuşuyorsun?” demesin mi?
Utancımdan sesimi çıkarmadan gaz lambasını
kararttım, yatağımda uzandım. Benden ses gelmeyince, dayımın sesine uyanan
yengem “Kele herif, (Antep kadınları, “Ayol” yerine “Kete” diye hitap ederler:
Kele herif, kele bacım gibi.) çocuk uyuyor, kiminle konuşacak. Herhalde rüya
görüyor, rüyasında konuşmuştur.” dedi. Etraflıca düşündüm, bir daha bırakmamak
üzere namazıma başladım, bana yardımcı olması için de Allah’a dua ettim,
yattım.
Abdest
Sabahleyin uykudan uyandığımda gönlüm,
kaynağını bilemediğim bir neşe ile dolmuş, sevincimden uçacak gibiydim. İnsanı
kötülüklerden ve yaramaz davranışlardan uzaklaştıran, ruhları yüceltip Allah’a
yaklaştıran, kalplere ferahlık verip gönülleri şâd eden namazın hülyasıyla ve
sevinçle o gün saatlerin nasıl geçtiğini anlamadım. Öğle ezanı okunurken abdest
almak için avluya çıktım; ama yapamadım, “Neden?” derseniz anlatayım. Abdest
almak için kollarımı sıvadım, başımı kaldırınca karşı ki odanın penceresinden,
bizimle birlikte oturan ev sahibinin kızının bana baktığını gördüm. O anda hem
kızdan, hem de kızlarına kasıtlı bakıyorum sanır diye anasından öyle utandım ki
ibriği almamla odaya koşmam bir oldu. Küçük yaşımdan beri kızların ve
kadınların yüzüne bakmaya utanır, hem de günahından korkardım. Bu yüzden evde
abdest alamadım, hemen gittim, caminin altmış merdivenle inilen kastelinden
abdest alıp eve geldim, namazımı kıldım. O günden sonra gündüzleri abdest almak
için camiye gidiyordum. Bu hal bende kötü bir alışkanlık mı, yoksa hastalık mı
oldu bilemiyorum! Buna ikinci bir hastalık daha eklendi. Camide abdest
alıyordum; ama “Bugüne kadar neredeydin? Neden namaz kılmıyordun?” diyecekler
diye cemaatten utanıyordum; yani evdekilerden utanarak abdesti camide alıyordum,
cemaatten utanarak namazı evde kılıyordum. Gerçi o zamanlar ağırbaşlı,
terbiyeli gençlerin kızlardan ve genç kadınlardan utanması yaygın bir âdetti.
Birçok güzel âdetler gibi; ama benimkisi aşırıydı. Bu gelenek de ne yazık ki,
tarihin sahifelerine gömüldü.
Bugünkü evleri göz önüne alarak “Neden
abdesti banyoda almıyordun?” demeyin. O zamanlar şehirlerde fakir ve orta halli
ailelerde, evlerde banyo olmazdı. Evler, çiçekleriyle ve birkaç ağacıyla küçük
bir avlu içinde olurdu. Avlunun bir köşesinde “ocaklık” tabir ettiğimiz mutfak
olur, çamaşır kış aylarında ocaklıkta, yazları avluda yıkanırdı. Mutfakta
yıkanmak âdet değildi. Yıkanmak için, her semtte bulunan hamam veya
gusülhanelere gidilirdi. Ayrıca, birçok camide tuvaletlerin yanında bir iki
tane yıkanmak için, o zaman “çimecek” tabir ettiğimiz gusülhane olur,
isteyenler orada yıkanır, gusül ederlerdi. Evlerde abdest yaz aylarında avluda
alınır, kış aylarında oda kapısının arkasında “eşiklik” denilen, zemininden bir
karış kadar alçak ve mermer döşeli bir metre kare kadar yerde alınırdı.
Gerekirse eşiklikte yıkandırdı da. Hatice yengem eşiklikte abdest aldığı halde,
ben nasılsa abdest almak için camiye gidiyordum. Bereket versin bu hal bir
aydan fazla sürmedi.
Sh: 166-169
**
Hapiste
Daha Serbestim
Hapishaneye girdikten birkaç gün sonra
önemli kitaplarımı getirterek çalışmaya başladım. Okuduklarımdan yanımdakilere
anlatırken okumak isteyenleri de okutuyordum. Önceleri yalnız başıma namaz
kılarken bir aya kadar kalabalık bir cemaatle namaz kılmaya başladık.
Çalışmalarım düzene girip çevrem genişledikçe, dışarıyı unutuyor, oraya
ısınıyordum. Isındıkça da oradakilere daha çok yararlı oluyordum.
Mahkemeye gideceğim gün benimle birlikte
birkaç kişi daha gidecekti. Onların ellerine kelepçe vurulurken, başgardiyan
jandarmalara, beni kelepçesiz serbest götürmelerini söyledi; fakat razı
olmadım. Ben de onlar gibi tutukluyken, bana ayrıcalık tanıyıp özel muamele
yapmalarına gönlüm razı olmadı. “Madem ki
onlarla bir arada kalıyorum, mahkemeye de onlar gibi ellerim kelepçeli gidip
gelmeliyim. Hem de böyle olması benim için din uğrunda ve ilim yolunda
unutulmaz bir hatıra olacaktır.”dedim.
Mahkemede verdiğim ifade, öncekilerinin
benzeriydi. Hâkimin “Hapisten çıkınca ne
yapacaksın?”sorusuna “Yine aynı şeyi
yapacağım. Okuyacağım ve okutacağım. Hatta daha çok talebe okutacağım.” deyince
“O halde hapisten çıkamazsın.” dedi. Ben de “Zaten
ben çıkmak istemiyorum. Dışarıda gizli gizli okutuyordum, içerde daha serbest
okuyor ve okutuyorum. Üstelik namaz kılanların da sayısını çoğaltıyor, onlara
imamlık yapıyorum. Bana, hapistekilerin, dışarıda kilerden daha çok ihtiyacı
var.” diye karşılık verdim.
İki hafta sonra Ahmet Ağa ile birlikte,
beni ziyarete gelenlerin ziyaretine gittik, onlarla hoş sohbetler ettik.
Hapishanedekilerle tanışıp dertlerini dinledikçe hayretim artıyor, insanlara
acıma duygularım gelişiyor, onları ve benzerlerini bataklığa ve tehlikelere
düşüren hallerden kurtulmalarına yardımcı olabilmek için çok çalışıp, daha iyi
yetişmem gerektiği hususundaki kanaatim kesinleşiyor, ilme karşı azmim ve
hevesim artıyordu.
Hapishanelerde çürüyen zavallıların kimi
cehaletin, kimi aşırı kıskançlığın, kimi de bir bardak içkinin mağduru. Kimi
öfkesine yenilmiş, kimi kötü arkadaşına kanmış, kiminin beyni yıkanmış,
kimileri de benim gibi iftiraya uğramıştı.
Hapishane
Hayatı
Hapishanedekilerin ilginç bir yönü de
hepsi dertli olduğu halde, sakin, sanki hiçbir derdi yokmuş gibi
davranmalarıydı. Belki de dertlerini unutmak için öyle görünmeye çalışıyorlardı
ya da ben onları öyle görüyordum. Ne olursa olsun, yaşadıkları ruh hallerine
bakarak, davranışları takdire şayandı. En azından birbirlerini rahatsız
etmiyorlardı. Birkaç kişilik bir ailede bile zaman zaman huzuru bozan,
yuvalarını yıkan üzücü olaylar olur. Hapishanede ise, binden fazla insan bir
çatı altında yaşıyorlardı. Üstelik dışarıdayken bunların kimi kurt,
kimisi kuzu idi. Demek ki burada kurtla kuzu bir arada yaşıyordu. Sanki orada
Hz. Ömer’in adaleti hüküm sürüyordu. Dışarıda olsalar, ikisi bir arada
asla geçinemeyecek, öfkeli, kavgacı ve kabına sığmayan yüzlerce insan, burada
anlaşarak, sevişerek ve birbirlerine saygı ve şefkat göstererek bir çatı
altında aylarca ve yıllarca yaşıyordu. Bu ahenk ve düzen nasıl sağlanıyor
bilemiyordum, hâlâ da hayret ediyorum. Belki bu hal de, kimsenin bilemediği
hapishanenin bir sırrıdır. Bilmem şimdi de öyle mi; yoksa o güzelim ahenk
maziye mi karıştı?
Ne olursa olsun Allah, düşmanımı da bile
hapishaneye düşürmesin. Oradakiler ne kadar rahat olurlarsa olsunlar, ne kadar
mutlu görünürlerse görünsünler, gerçekte mutsuzdurlar; çünkü mutluluğun temeli
hür yaşamaktır. Kişinin kutsal varlıklarından biri de hürriyettir. Hürriyeti
elden giderse yaşamanın ne anlamı kalır? Bir gün hür yaşamak, bin yıl esaret
altında yaşamaktan evladır. Bu yüzden hiç kimse kendi rızasıyla ne mahkûmiyet
altına, ne de esaret altına girer. Elinde olmadan o vartaya düşünce de insan,
kaderine razı olup Allah’tan güç alarak, huzur ve sükûnet içinde yaşamaya
çalışmalıdır. Kadere küsüp üzüntüye kapılıp hastalanmamalı veya intihara
kalkışıp canına kıymamalıdır; yoksa hem dünyasını hem de ahiretini yıkar.
Allah’ın yardımı ve büyüklerimizin
duasıyla beş buçuk ay kadar süren hapishane hayatım oldukça huzurlu geçti. O
hayat beni ne üzüyor, ne de sıkıyordu, çünkü oraya suç işleyerek ve kötülük
yaparak değil, mukaddes bir gaye uğruna girmiştim. Çevremdekilere öyle ısınmış,
onlarla öyle kaynaşmıştım ki her mahkemeye gidişimde hapishane arkadaşlarım; “Allah’ım! Hocaefendimizi burada hemen çıkarma da,
bizimle biraz daha kalsın, ondan biraz daha istifade edelim,"diyorlardı.
Şaka yoluyla da olsa bu garip duaları beni sevdiklerini gösteriyor, İmi da beni
mutlu ediyordu. Nitekim, gülümseyerek girdiğim hapishaneden son mahkememde
beraat edip çıkarken, arkadaşlarım da, ben de ağlayarak çıktını Hem de ibret
alınacak unutulmaz hatıralarla. Sh: 254-256
Kaynak: Ahmet Muhtar Büyükçınar, Hayatım ibret Aynası,
: Bilge Yayıncılık Eğitim Hizmetleri, Aralık 2002, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar