Print Friendly and PDF

ALİ ŞAHİN CANOZAN



Sivas, Ulaş-Başçayır köyünde 01 Ocak 1945 yılında doğdu. Sivas Ticaret Lisesinde okumuş, Sivas Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün Hukuk servisinden emekli olmuştur (1999). Âşık tarzı şiirler yazan Ali Şahin şiirlerinde Canozan mahlasını kullanır. SRT (Sivas Radyo Televizyon)’de on yılı aşkın bir süre “Mısra Yağmuru” adlı şiir ve sohbet programı yapmıştır.
    Eserleri: Âşık Seyit Yalçın’ın Hayatı ve Şiirleri (Sivas 1992), Âşık Mesleki (Sivas 2002)
ALİ ŞAHİN CANOZAN İLE YAPILMIŞ BİR SÖYLEŞİ
—Bize kendinizden bahseder misiniz?
Şubat 1945 yılında "Başçayır" köyünde doğmuşum. Âşık Ruhsati ile akrabalığım vardır. Annem Yeni Karahisar Köyündendir. Annemin babası orta derecede bir ilim adamı imiş. Şiire, edebiyata aşina imiş. Hatırlıyorum, annem hafif sesle türküler mırıldanırdı:
Babam, eski ve yeni yazıyı bilirdi.
Köyümüzde okul yoktu. 9-10 yaşıma gelince, babam, kardeşlerim ve beni okuttu. Heceyi öğrendikten sonra elime bir "Yunus Emre" divanı geçti. Başı ve sonu yırtılmış bir kitaptan, Yunus'un şiirlerini ezberledim:
“Benim gözüm gönlüm aşktan doludur.
Dilim söyler Hakkı, gözüm suludur.
Od ağacı gibi yanar yüreğim... ”
--Hocam Sivas'ın tarihten gelen kültürel bir değeri var. Bu derinlik nerden geliyor?
Sivas coğrafi olarak dört yolun ortasında. Doğu batı medeniyetinin kesiştiği yer dersek yanılmış olmayız. Anadolu da bir güzellikler diyarıdır. Kafkasya'ya balkanlara uzanan çeşitli milletlerin harman olduğu yer. Ama ilk başlangıç 1071 de Malazgirt'ten başlıyor. Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamlaşması sağlanmış Malazgirt'le. Elbette ki Anadolu'nun İslamlaşmasında "Hoca Ahmet Yesevi'nin büyük emeği var. Onun müritleri ehli hal insanlar. Onlar Anadolu'yu karış karış gezerek insanların gönüllerini tımar etmişler.
Bizim köklerimizde sözlü geleneğin yeri de çok büyüktür. Mesela Dede Korkut hikâyelerinde kopuz çalınır. Osmanlıya geçişte bu aletler çeşitlenmektedir. Anadolu'nun iç kesimlerinde halk edebiyatı çok güçlüdür. Dil sade ve anlaşılır. Mesela Yunusun şiirlerini şimdi bile herkes anlamaktadır. Yunus temiz Türkçe'nin piridir. Velilerden bir velidir. Yanmış yıkılmış Anadolu insanını yeniden ruh iklimine götüren bir gönül adamıdır Yunus. Hani anlatılır Mevlana Anadolu'ya gelmiş Suşehri'nde bir iki ay kalmış.Hangi Türkmenin kapısını çaldıysam karşıma Yunus çıktı” diyor.
       Sivas'ın Kültürel Değerleri Derken, İlk Akla Gelen Nedir?..
Genel manada şair ve devlet adamı olarak Kadı Burhaneddin'dir.Kadı Burhaneddin çok büyük şairdir. Bakir bir şekilde duruyor. Bunu gün yüzüne çıkarmak sizlere düşüyor. Kadı'dan sonra Sivas harab olmuş. Timur Kadı Burhaneddin'den çok korkarmış. Onun zamanında buralara adım atamamış. Yaman devlet adamıdır Kadı Burhanedin . Filozof bir şahsiyettir.
Mesela Âşık Veysel oda önemli bir şairimizdir. Gezgin âşıklardan ise Talibi Coşkun önemli bir şairimizdir. Ama Sivas kültürünün temelini Ahmet Kutsi Tecer atmıştır. Çok önemli ve hisli bir şairdir de aynı zamanda. Şu şiire bir bakın ne derin anlamlar içermekte:
“Geceleyin bir ses böler uykumu,
İçim ürpermeyle dolar: - Nerdesin?
Arıyorum yıllar var ki ben onu,
Aşıkıymı beni çağıran bu sesin. ”
       Sizin yetiştiğiniz kültürel ortam nasıldı?
O yıllarda halk kültürü bütün canlılığı ile devam ediyordu. Bilhassa köy düğünlerinde, âşık atışmaları yapılıyordu. "Usta Malı" şiir söyleme geleneği devam ediyordu. "Deliktaş" ve köylerinde "Ruhsati" yi bilmeyen yoktu. Bazen "Gaze Düğünü" denen bir hafta hatta 10 gün süren şenlikler yapılıyordu. Ruhsati'den oğlu Minhaci'den şiirler okunurdu.
"Mum Sekili" odalarda sohbetler yapılırdı. Bu sohbetlerde bende bulunurdum. Sesim güzel olduğundan, bu düğünlerde türküler söylerdim. "Âşık Sümmani'den, Elbistanlı Derdi Çok'tan" şiirler söylerdim. Ruhsati'nin bugün yaygın olan şu türküsü, o yıllarda da değişik ezgilerle söyleniyor ve çok seviliyordu:
“Daha senden gayrı âşık mı yoktur
Nedir bu telaşın vay deli gönül
Hesab etki, devri Ademden beri
Neler gelmiş geçmiş say deli gönül

Baktım iki kişi mezar eşiyor
Gam kasavet geldi boydan aşıyor
Çok yaşayan yüze kadar yaşıyor
De gel bu rüyayı yor deli gönül”
Ruhsati'den sonra "Kerem ile Aslı" hikâyesi de çok sevilirdi. "Darendeli çerçiler" gelir, halk kitapları satarlardı. Bir çanak buğday verirseniz bir "Kerem ile Aslı" kitabı alırdınız. Özellikle uzun süren kış aylarında "Ahır Sekisi" denen yerde Kerem ile Aslı hikâyesi çok okunurdu. Kitabın içindeki manzum kısmı ağabeyimle birlikte okurduk:
“Hey ağalar, hangi derde yanayım
Yitirdim Aslımı gören olmadı
Pervaneler gibi yandım tutuştum
Yandım ateşimi alan olmadı. ”
Kitaplarla dostluğum gittikçe arttı. Eski ders kitaplarında şiirleri bulunan "Samih Rıfat" ın şiirleri ilk ezberlediğim şiirlerden sayılır. Bilmem nedendir "Bir Şehit Yavrusu" şiiri bana derin hüzün verirdi.
—Edebiyatımızda sizi en çok etkileyen şairler kimler?
Hece, aruz, serbest vezin demeden her tür şiiri okudum. Fakat "Halk Şiiri" sevgisini doya doya tatmışımdır. Lise yıllarıma gelince "Namık Kemal, Ziya Paşa, Fuzuli, M.Akif..." gibi ünlü simaların şiirlerini okudum. Fakat gönlüm hep heceden yanaydı. Necip Fazıl'ın "Çile" isimli ve 1962'de basılmış şiir kitabı elime geçti. Kitabı baştan sona okudum. Cin çarpar gibi çarptı beni.
Özellikle "Anneciğim" şiiri, en çok etkilendiğim şiirlerdendir:
“Ak saçlı başını alıp eline,
Kara hülyalara dal anneciğim
O titrek kalbini bahtın yeline,
Bir ince tüy gibi sal anneciğim!”
—Sivas içinden veya Sivas dışından birçok şair- yazar ve akademisyenin başvurduğu kaynak kişisiniz. Bilgiyi insanlarla paylaşmak nasıl bir duygu?
Bir bilgin bilgiyi tarif ederken demiş ki; "İlim, akrabalar tarafından alınamayan, hırsızlar tarafından çalınamayan, üzerinden alındığı zaman eksilmeyen yegâne servettir." Bu tarif mucibince bilgiyi hem öğrenmek, hem yaymak hepimizin insanlık görevidir. Âşık Yunus deyimiyle:
“İlim ilim bilmektir
 ilim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Bu nice okumaktır”
Efendim kitaplar, şiirler insanı olgunlaştırır, güzelleştirir. Okumak, yazmak güzel meziyetlerdir. Ancak; kitaplar insanlar içindir; insanlar kitap için değildir. Hatta her insan, okunması gereken başlı başına bir kitaptır.
—Öz Türkçemizin yaşamasında, Halk Şairlerinin ne gibi katkıları olmuştur?
Çok büyük katkıları olmuştur. Yalın bir dil kullanmanın da ötesinde, halk deyişleri, manileri, türküleri, halk şairleri tarafından hem unutturulmamış hem de gezici âşıklar sayesinde yöreden yöreye taşınmıştır. Sevdalar, gurbet, hasret ilmek ilmek örülmüş onların şiirlerinde.
Bu yalın öz Anadolu Türkçesi'nin yanısıra, o kadar enfes tasavvuf alanında da şiirler ortaya koşmuşlardır ki, bunlar o şairlerimizin kendilerini mükemmel derecede geliştirmelerini bizlere göstermektedir. Buna örnek olarak Dertli'yi gösterebiliriz.
—Cumhuriyetle beraber halk Edebiyatında ne gibi gelişmeler olmuştur?
İlk hareketlilik "Halk Evlerinde" başlamıştır. Behçet Kemal Çağlar'ın üstün gayretleri sayesinde yeni adımlar atılmıştır. Nerede kaliteli bir halk edebiyatçısı varsa onu bulmuş, hatta ve hatta ayağına giderek bilgileri toplamış, onu insanlara tanıtmıştır. Ayrıca 1927 yılında, Fuat Köprülü'nün öncülüğünde çıkan "Halk Bilgisi" dergisi, bu bağlamda büyük çalışmalara imza atmıştır.
"Beş Hececiler" in Halk Edebiyatına katkıları da yadsınamaz tabi ki. Edebiyatımıza yeni bir ruh kazandırarak, gençlere yeni ufuklar açmıştırlar. Özellikle Faruk Nafiz Çamlıbel'in "Han Duvarları" bir şaheserdir:
“Garibim, namıma Kerem diyorlar
Aslı ’mı el almış harem diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmışım ben "
Faruk Nafiz'in bu içli söyleyişini tüm eserlerinde görmekteyiz ancak; "Han Duvarları"nda bir başkadır sanki.
— Türkülere olan sevginizi biliyoruz. Türkülerin Türk Kültürü'ndeki yeri nedir?
Türküler, milli kültürümüzün temel taşlarıdır. Hüznümüzü, sevincimizi türkülerle anlatırız. Muzaffer Sarsözen'in dediği gibi; "Türkü anlamak için türkü dinlemek gerek" Daha çok kültürümüze ait olan türküleri dinlemeliyiz.
"Hanu Yemendir, gülü çimendir" türküsü okunduğu zaman hangimiz duygulanmayız. Bu güzel türkülerin elbette yazılış sebepleri vardır. Mesela Faruk Nafiz'in Han Duvarları manzumesindeki üç kıta Anadolu insanının vatanı uğrunda, cepheden cepheye nasıl koştuğunu anlatıyor.
Bizleri en iyi kendi türkülerimiz anlatır. Ana sütü gibi tertemiz duygularla, bizleri sarıp sarmayan türkülerimiz, yıllar geçtikçe daha da güzelleşiyor ve anlamları daha da derinleşiyor.
       Edebiyatımızı nasıl sevdirebiliriz?
Klasiklerimizi çocuklarımıza ve gençlerimize sevdirerek öğretmeliyiz. "Dede Korkut'u, Nasrettin Hoca'yı, Yunus'u, Mevlana'yı, Fuzuli'yi..." ve daha yüzlerce eseri ve yazarı kültür programlarıyla gençlerimize tanıtmalıyız. Hele Faruk Nafiz'in han duvarlarını hemen hemen herkes ezbere okumalı. Onun tiyatrosunu yapmalı. Tarık Buğra da okunmalı tabiî ki.
Ben Neyim?
“Ne söylesem vezin alır götürür
Şekle döker, kafiyeye batırır
Gece birkaç mısra dile getirir
Sabahleyin bozar bozar ağlarım ”
Bekir Sıtkı ERDOĞAN
Ben neyim?..
Bir şehrin "Don Kişotu"'mu?
 Yel Değirmenlerine, herkesten önce karşı duran bir serdengeçti mi?
Her seferinde künyesine sefer yazılan ve cephede her defasında yenilip geri dönmeyen, Sezai KARAKOÇ tabiriyle "yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır" aşkı ve idealini arayan bir seyyah mı?..
Bütün varlığını, kendi insanının mutluluğu ile takas eyleyen bir gönül tüccarı mı?
Sahi ben neyim?..
Nedir beni divane eyleyen, kendi deryasında?..
Yoksa, halka okuma aşkı veren Ahmet Mithat Efendi'nin çığırında giden birisi mi?..
Yoksa! "Bir avare kasnak mıyım?".
Dönüp durdukça, kendi ömür sermayesini berhava eden?
Ya da bir Milli Kültür divanesi miyim?..
Yosa ne söylediğini bilmeyen, Yunus çizgisinde "Gel gör beni aşk neyledi" diyen bir divane miyim?..
Bir türkü duyunca, yüreğimde dalga dalga duygular kabarır. Alır götürür beni öte diyarlara. Türkülerin masum gözyaşları, içimdeki deryaları coşturur. Ben de aynısını yazmak istedim. Aynı duyguların mısralarıyla, hem hal olmak istedim. Lâkin, allame Muhammed İkbal'in, "En güzel şiirlerim yazamadıklarımda" sözü adeta beni anlatır.
Veya Orhan VELİ gibi "duyuyorum, fakat anlatamıyorum" beni bende anlatır sanki.
Çok şeyler düşündüm...
 Çok hayali aşk eyledim, fakat yazamadım. Şiir karşısında aczimi itiraf etmek zorunda idim. Ve de öyle yaptım...
Sahi, ben neyim?
Neyi anlatır ve ne ile anlamlandırırım kendimi?..
Dil bir milletin varlık sebebidir.
Dilini kaybeden milletler, hem istiklalini, hem de istikbalini kaybederler.
Tarihte bunun birçok örneği vardır. Anadolu da yirmiye yakın imparatorluk kurulmuştur. Onlardan bir kaçı, Hititler, Sümerler gibi ismi var bugün cismi yok topluluklardır. İsmi yok, masallara karışmışlardır.
Bundan dolayı, ortada bir Asur, Hitit ve Sümer Devleti yoktur. (Oysa devlet olarak. Anadolu da irili ufaklı seksen yüz civarında devlet kurulmuş ve yıkılmıştır)
Bu büyük imparatorluklar zamanında çok güçlü olmalarına rağmen, dillerini kaybettikleri için tarih sahnesinden silinmişlerdir..
Bunun zıttına, Finlandiya, kendi dilini yeniden ihya edip, Rusların esaretinden kurtularak, medeniyet sahasında yerini almıştır. Finlandiya dedik, hemen aklımıza meşhur klasik destan olan, "Kalevela" Finlerin uyanmasına sebep olmuştur. SNAMAN bir köy öğretmenidir. Fakat Finlandiya'nın manevi hâkimidir. Snaman Finlilerin destanını, atasözlerini hâsılı bütün kültürünü dağınıktan kurtararak derli toplu bir hale getirerek unutulmaz bir görev ifa etmiştir.
Günümüzde, Türkçe'nin durumuna bir göz atacak olursak, dumanlı bir hava estiğini hissederiz.
Dilini seven, dinini de korur. Her konuda olduğu gibi, "Yozlaşmadan uzlaşmak" büyük bir insani maharettir.
Son devrin ünlü şairlerinden Bahtiyar Vahapzade derki, "mazisine ... atisine gülle atarlar." İngilizce, ticaret dili haline geldi. Dünyayı etkileyerek, büyük bir alanda varlığını devam ettiriyor.
Klasiklerimizi, bilinçli olarak öğretmeliyiz. Refik Halit Karay, Falih Rıfkı Atay, Faruk Nafiz Çamlıbel ve Türkçe'ye gönül vermiş, nice yazar, şair bu uğurda güzel eserler ortaya koymuşlardır.
Türkçe, gönül dilidir. Bundan 750 yıl önce yaşayan Yunus'u okuduğunuz zaman gözünüz gönlünüz açılır. Ufkunuz genişler ve medeniyetinize hayranlığınız daha da pekişir.
Çocuklarımıza, güzel Türkçeyi sevdirmek için klasiklerimizi sık sık tekrar ettirmeliyiz. Her meselede olduğu gibi, aklın yolu birdir.
Dili, korumak ve sevdirmekte tabiri caizse, yozlaşmadan uzlaşmak yani, gereksiz aşırılıklara düşmeden, kültürümüzün temel taşı olan Türkçe'yi, güzel dilimizi, çocuklarımıza ve gençlerimize planlı programlı öğretmeliyiz.
Konu ile ilgili, KİTAP LİSTESİ YAPARAK SUNMALIYIZ.
Gece açmış kollarını siyaha doğru
Karanlığın ortasında yalnız ben varım
Issızlığa yoldaş olur öyle ağlarım

Rüzgâr ile ıslık çalar dışarıda soğuk
Baykuş öter uzaklarda hep boğuk boğuk

Karanlık da yavaş yavaş sıyrıldı çıktı
Arkasından koşup giden bir hıçkırıktı
Gözyaşların durdu ancak sabaha kadar

HAKKINDA
GENERAL GARCİA’YA MEKTUP/ OSMAN ÇELİK
Amerika Kurtuluş Savaşı'nın bir safhasında, İspanya Sömürge Ordusu'nu tecrit edebilmek için Kübalı General Garcia'nın ordusuna talimat göndermek icabetti. Cumhurbaşkanı, General Garcia'ya bir mektup yazdı. Mektubun süratle yerine ulaşması gerekiyordu. Başkomutanlık karargâhında Garcia hakkında bilgi yoktu, neredeydi, nasıl gidilirdi, hepsi meçhuldü. Bu "görev bir çok üst rütbeli subaya teklif edildiği halde bin bir bahane dağı oluşturarak bu görevi kabul etmediler. Hepsinin gelecek kaygısı vardı. Sonunda yetenekli bir askerden bahsedildi. Bu bir onbaşı idi. Mektubu götürmeyi bu onbaşı görevlendirildi. Onbaşı Towsand mektubu aldı, torbasına koydu, gitti, döndü, tekmilini verdi. Garcia talimata uyacaktı.
Onbaşı mektubu alınca;
Bu Garda da kimdir?
Nerede bulunuyor?
Oraya nasıl gidilir?
Atla mı, trenle mi?
 Harcırahımı kim verecek?
Arkadaşım ata daha iyi biner, onu gönderirseniz olmaz mıydı?
Eşim biraz rahatsız, hem bu hafta izin sırasındaydım' demedi.
Burada anlatılmak istenen, onbaşının dört gün sonra kıyılardan, ormanlara dalarak üç haftalık bir seyahati yaya olarak tamamlamasının, dağlarda ve ormanlarda Garcia'yı bulmasının hikâyesidir.
Ali Şahin CANOZAN, bu hikâyeyi her defasında tekrarlar. Asıl amacı Garsiye değil, azimli ve kararlı insanın toplumların kaderini etkileyebileceği gerçeğidir.
Becerikli bir insanın, bahaneler dağı oluşturmak yerine, sorulara boğulmadan insanına hizmet etmesi ve verilen görevi hakkıyla yerine getirmesidir.
Ali Ağabey bunu her seferinde hatırlatır. Türk gençlerinin ülkeleri ve idealleri uğruna, her türlü fedakârlığı yapabilecek bir donanımda yetiştirilmelerini salık verir.
Pısırık, neme-lazımcı insan yerine, tuttuğunu koparan ve yarınlara yönelik hedefi olan insanların insanını aydınlatabileceğini hatırlatır.
Hikâyeye konu olan onbaşı gibi, bir insanın her okulda, her evde, her dairede olmasını ister. Zira tarihin seyrini, toplumların değil şahısların değiştirdiğini hatırlatır.
Bu hatırlatma bahsini açarken, mütefekkir Sezai KARAKOÇ'un düşünce iklimine de yol alır. Sezai KARAKOÇ'un "Tarihte her hareket, bir tek kişinin ayağa kalkması ile başlar" sözü, Ali Şahin Ağabey için başucu yazısıdır ve her daim de örnek alınması gereken felsefi bir dik duruşluluktur.
Milletlerin buhranlı zamanlarında, özellikle bireylerin öne çıktığını ve onların rotası kabulünce başarıların ve kayıpların meydana geldiğini anımsatır. İyi yetiştirilmiş bireylerin, insanını selamete ulaştıracağı ve salimen varılması gereken kıyıya vardıracağını söyler. Bunla da kalmaz ve bizim milletimizin, eski ihtişamlı günlerini yeniden yaşaması için, kendine güvenen, iyi yetişmiş insanlar sayesinde olacağını anlatır.
Aslında gördüğü ve anlattığı bir fetih rüyasıdır. Padişah çadırı etrafında "Kızıl Elmaya, Kızıl Elmaya, Kızıl Elmaya" diye nida eyleyen neferleri çağıran padişah, Kızıl Elmanın neresi olduğunu sorar. Padişaha verilen cevap ise manidardır. Kızıl Elma, padişahımızın hayalidir derler... Bu düşsel ideal ile kendi hayal iklimini l bütünleyen Ali Şahın CANOZAN, kendi kızıl elmasının da bu milletin geleceği olduğu aşkını anlatır...sh: 32-34

Kaynak: Osman ÇELİK, “Sivas'ın Kutup Yıldızı ;  Ali Şahin Canozan” Sivas Postası Kültür Yayınları, Sivas

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar