ANLAMLAR VE ELBİSELERİ- MUSTAFA SEVİNÇ
(Dil ve Konuşma Üzerine)
“Rahman (çok
merhametli olan Allah),Kur'an'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı
öğretti."(Rahman suresi;l-4) "Ve
Âdem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: ",Haydi davanızda sadıksanız bana şunları
isimleriyle haber verin." dedi. Dediler ki:
"Yücesin sen (ya Rab!). Bizim, senin bize öğrettiğinden başka bir
bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bilensin, hâkimsin."
(Allah): "Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver" dedi. Bu emir üzerine Âdem onlara
isimleriyle onları haber verince, (Allah): "Ben size, ben göklerin ve
yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de
bilirim" dememiş miydim?"
dedi" (Bakara 30-33) "En güzel isimler Allah'ındır. Onlarla Allah'a
dua edin ve O'nun isimleri hakkında aykırılığa sapanları bırakın"(Araf
suresi,180)
Bir an için şöyle
düşünelim; dünya ve içindekiler olduğu gibi var, ancak kelime ve kavramlar yok!
Acaba halimiz nice olurdu? Aileler, köyler, kentler, medeniyetler nasıl tesis
edilirdi? Kuşaklar arası iletişim ve her türlü miras aktarımı nasıl sağlanırdı?
Kendimizi ve meramımızı nasıl ifade edebilirdik? Mesela iki kişi veya çok
sayıda insan karşı karşıya geldiler ve bir şeyler paylaşmak istiyorlar; neler
yaparlardı? Belki bir noktaya kadar beden dilini veya ses tonlarını kullanıp,
tabiat taklidi yapabilirdik ama bu ne kadar meramımızı anlatmaya yeterli
olurdu? Ya da akıl taşıyan kişiler olarak bu durum bizi ne kadar tatmin ederdi?
Eğer dil (isimler, kelime ve kavramlar) olmasaydı, zihin nasıl işler, gelişme
nasıl sağlanır ve icatlar nasıl gerçekleşirdi?
Hayatımızın hemen
her aşamasında, farklı dillerde ve üsluplarda konuşuruz. Hayatımızın çok büyük
bir bölümü konuşarak geçer. İnsan, aynı zamanda düşünen bir varlık olduğu için
dile muhtaçtır. Çünkü insan, düşüncelerini dil ile ifade eder ve düşünürken de
dilini kullanır. Rüyalarını bile bir dilde görür. İşte rüyalarda konuştuğumuz
dil, bizim ana dilimizdir. İnsan, dua ederken de hem kalbini hem dilini
kullanır. Kısaca dil (kelime, kavram, isim, fiiller vs.) hayatımızın her
döneminde ve alanında çokönemlidir.
Eskilerin
ifadesiyle; "Dildir insanı muazzez
eden(aziz eden). Dildir insanı muazzep eden(azaba uğratan)."
Yani dil; insanı vezir etmeye de rezil etmeye de sebep olabilir. Ünlü dil
bilimci N. Chomsky; "Dil, sınırlı sayıda sözcük ve kuraldan yararlanarak,
türetilebilecek sınırsız sayıda cümlelerden oluşan bir bütündür''
der. Dilin canlı bir organizma olduğunu söyleyebiliriz. Dil, insanın içerisinde
yaşadı ğı veya içerisinde yaşattığı gezegenin ruhu gibidir. Anlaşılan o ki, dil
ve dil bilgisi; kelime, kavramlar (isimler) olmasaydı, hayatımız hiç de bugünkü
gibi olmazdı. Hz. Âdem'in soyundan geldiğimize göre, mucizevî şekilde bize de
isimlerin öğretildiğini söyleyebiliriz. Hiç birimiz özel bir gayret göstermeden
ve zorunlu olarak, doğduktan belli bir süre sonra bir lisan bilgisine sahip
oluyoruz. Bu bir mucizedir. Zamanla muhteşem bir kelime ve kavram hâzinesine
sahip oluyoruz. Hem dil bilgisi hem de dil mantığını kavramış oluyoruz. Mesela
arı balı, böcek ipeği, inek sütü; Allah'ın onlara vahiy etmesi sayesinde imal
ederler ama nasıl olduğunu izah edemezler. Biz de dil bilgisine sahip oluruz
ama bir akademisyen gibi kuralları anlatamayabiliriz. Önemli olan "Parmağa değil, parmağın işaret ettiği yere
bakmaktır.”
Dil veya lisan
bilgisi, sesler, şekiller, renkler, görüntüler vs. Allah'ın bize bahşettiği en
önemli nimetlerden sadece birkaçıdır. "Allah'ın
üzerimizdeki nimetlerini gruplar halinde saymaya kalksak bile beceremeyiz.."
Ama ne yazık ki buna rağmen "İnsan,
Allah'a apaçık bir düşman kesilir' Kelime ve kavramlarla konuşmak,
insan zekâsının ayrılmaz bir parçasıdır. İnsanlar felsefi düşünce ve
fikirlerini, kelime ve kavramlarla ifade ederken, duygu dünyalarını ifade için
ise daha çok beden dilini kullanırlar. Bu yüzden duygularla beden dili, düşünce
ve inançlarla da kelime ve kavramlar iç içe girmişlerdir. Bir anlamda dil, hem
kalbin hem de beynin tercümanı durumundadır. Dilin gelişmesi düşüncenin,
düşüncenin gelişmesi de dilin gelişmesini sağlar. Medeniyetlerin nesiller boyu
aktarılmasında en önemli pay, kelime ve kavramlara yani Dil'e aittir.
Bir
milletin medeniyetini sabote etmek isteyenler, bunu çok iyi bildikleri için ilk
olarak o milletin sözlük ve imla kılavuzlarını kendi istedikleri biçimde
yenilerler. Bu tür devrimler, hiç de basite alınacak devrimler değildir. Mesela bir milletin
yüzlerce yıllık geçmişe sahip, içerisinde inanç ve değer yargılarını taşıyan
kelime kavramlarının içini boşaltıp dilini değiştirirseniz o millet topyekûn,
ertesi sabah başka bir dünyaya uyanır. Çünkü yeni bir dil ve yeni bir alfabe
yeni bir yaşam tarzı demektir. Zira bir lisan, içerisinde manevi dinamiklerini
de taşır. Cemil Meriç, haklı olarak; "Kamusa(sözlüğe)
uzanan el, namusa uzanmıştık der. Eğer bir millet dilini ve
kavramlarını yitirmeye başlamışsa, her şey ona bağlı olarak bozulacak ve
değişecektir. Çünkü dil ve din, bir toplumun en önemli iki çimentosudur.
İnanç, dünya görüşü ve kavramlarda birlik sağlanmadan eylemlerde birlik
sağlanamayacağı gibi bir kargaşa ve anarşi ortamı da doğar.
Kelimeler,
kavramlar ve dil üzerine, uzmanları tarafından birçok tanımlama yapılmıştır.
Bunlardan en anlaşılır olanı şunlardır: "Dil; duygu, düşünce ve isteklerin, bir
toplumda ses ve anlam yönünden ortak olan öğeler ve kurallardan yararlanılarak,
başkalarına aktarılmasını sağlayan, çok yönlü, çok gelişmiş bir araçtır. Kendi
kanunları içerisinde yaşayan ve gelişen canlı bir varlıktır. Milletleri
birleştiren ve ortak paydaları olan sosyal bir müessese ve bir arılaşmalar
sistemidir. Eşyayı sınıflandırmaya veya tanımlamaya yarayan kelime veya kelime
öbekleridir..."vs.
Lisanla ilgili genel
geçer kuralı şu beyit çok güzel ifade etmektedir; "Deme kalbura kallabur. Galat-ı meşhur, lügat-ı
fasihten evladır? Yani; her ne kadar "kalbur" diye bildiğimiz eşyanın aslı "kallabur"
olsa da sen kalbur demeye devam et, çünkü halk arasındaki yaygın anlamı, onun
sözlük anlamından daha geçerlidir. Galat-ı meşhur olarak dilimizde de
kullanılan o kadar çok örnek var ki, sözlük anlamları değil halkın zihnindeki
anlamlan esas alınarak söylenmektedir. Mesela halk arasında; "Namahrem" kavramı, "mahrem" manasında
kullanılmaktadır. "Moral"
Latincede "ahlak"
anlamında olduğu halde; bizde kimse "moralim
bozuk" tabirini "ahlakım
bozuk" olarak anlamamaktadır. Arapçadan, Farsçadan ve batı
dillerinden dilimize geçen birçok kavram, bizim dilimizde sözlük anlamlarının
dışında kullanılmaktadır. Doğu edebiyatının meşhur klasiklerinden Hariri'nin "Makamat" adlı eserinden birkaç
örnek verecek olursak şaşkınlığımızı gizleyemeyiz. Mesela "zalim" kavramının manalarından
birisi de "kaymağı alınmamış sütü içen "demekmiş.
Ama hiç kimse bu manada "zalim"
kavramını kullanmaz. Aynı şekilde "savm"
Arapçadan dilimize oruç diye geçmiştir(ki oruç da farsça bir
kavramdır) bir manası da "deve
kuşunun pisliği" demekmiş. (!!!!!)
[Burada yanlış bir
anlama veya bilgi farkındalığı var.
RUZE
'Oruc' Farsça rûze'den
gelir. Rûz Pehlevi Farsçasında 'gün, gündüz', rûze ise 'günlük' anlamına gelir.
Türkçe'de r ve l ile başlayan sözcükler bulunmadığından, bizler r ve l
harfleriyle başlayan sözcüklerin önüne sözcüğün harekesine uygun sesli bir
hemze ilave ederiz. Meselâ 'Receb' diye seslenmeyiz de i-Receb deriz veya
'limon' sözcüğünü i-limon şeklinde telâffuz ederiz.
ORUÇ
Bu sözcüklerin başına
gelen, rûze'nin başına da gelmiş ve önce 'u-rûze' veya 'o-rûze' olmuş, sonra
'uruc/oruc' hâline dönüşmüş. Sonundaki c harfi de zamanla yumuşayınca, sözcük
en nihayet oruç hâlini alıvermiş.
Farsça'da rûze giriften
oruç tutmak, rûze horden oruç yemek, rûze-dar oruç tutan, rûze-hor ise oruç
yiyen demek. O hâlde biz oruç tutmakla, aslında kendimizi gündüzleri tutmuş,
kendimizi gündüzleyin yemekten, içmekten, cinsî ilişkiden alıkoymuş, yani
perhiz yapmış oluyoruz.
PERHİZ
'Perhiz' de yine tutmak'la
ilgili Farsça bir sözcüktür. Kısaca "ictinab etmek/kaçınmak/nefsi bir
şeyden alıkoymak" anlamına gelir.
Demek ki aynı olan
kelime ve kavramların, aynı olmayan zihinsel algı ve yansımaları vardır. Şöyle
bir olay anlatılır; rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu, Elçibey'in davetlisi olarak
Azerbaycan'a gittiğinde karşılamada biraz gecikme olmuş ve hemen apar topar
binleri gelerek çok özür dilemiş; "Kusura
bakmayın, birazdan Elçibey'in pezevenkleri gelip sizi alacaklar!"
demişler. Oysaki bizde pezevenk çok kaba ve argo bir kavram olduğu halde,
onlarda koruma görevlileri için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Başka bir örnek
de şudur; Azeri dilinde "kârhane" fabrika, "Bîkar" da işsiz
demekmiş. Yani bir Türkiye Türkü orada "Bekârlar
için kerhane açmalıyız" dediğinde onlar bizim anladığımızı
anlamaz. O dilde ''işsizler için fabrika
kurmalıyız" demektir. Oysaki bizim ülkemizde öyle söylense çok
kınanırlar.
Aynı
fonetiğe, aynı işaret ve ses sistemine sahip olduğu halde, aynı kelime ve
kavramlar, herkese aynı çağrışımı yapmayabilir ve herkes aynı manaları
anlamayabilir. Bunun yanı sıra değer yargılarının farklı olmasından dolayı da
farklı anlayışlar doğabilir. Mevlana, "Sen ne söylersen söyle, ne kadar
anlatırsan anlat, bütün anlattığın karşıdakinin anlayabildiği ile sınırlıdır.” demiştir. Öyleyse Bilge gibi düşünmek gerekir
ama bunu halkın anlayacağı şekilde anlatmazsak en önemli fikirler bile olsa
havada kalır... Kısaca âlim gibi düşünüp, en cahilin bile anlayacağı şekilde
ifade etmek esastır.
Yahu Temel! Sen
karını sevmediğin halde sürekli ona; "Kanaryam! Güvercinim! Tavus kuşum! Bülbülüm!
deyip duruyorsun, neden? diye sormuşlar. Temel sinsice gülümseyerek; aslında
ben ona 'kuş beyinli' demek istiyorum" demiş(!) Yani ne söylediğimiz kadar, onu hangi üslupla söylediğimiz de çok
önemlidir. "Bazen kimin söylediği, önemlidir. Bazen de neyin
söylendiği, önemlidir. Bazen ise ne zaman söylendiği daha çok önem arz ederken,
bazen de nerede söylendiği, ön plana çıkar.
İyi/kötü,
güzel/çirkin, doğru/yanlış, ödül/ceza, özgürlük, namus, adalet, eşitlik, vatan
vs. gibi kavramlar izafidir (göreceIidir) ve değer yargılarına göre
farklılıklar arz eder. Kelime ve kavramların, insanların zihin ve mana
dünyasındaki izdüşümleri çok farklı olabilir. Kelimeler
ve kavramlar, içine manalar sığdırılmış kaplardır. Manaların asıldığı
askılıklar, duygu ve düşüncelerimizin ifade edilmesi için kullandığımız
araçlardır. Tabiri caizse kelime ve kavram ifadeleri birer ceset, manaları da
onların ruhu veya canı mesabesindedir. Kelimeler bir kabuk ve manalar bir öz
mesabesindedir... Kelimeler, düşünce ve fikirlerimizin ifadesinde
yararlıdır ama duyguları anlatmada yetersiz kalır hatta onları daraltır,
boğarlar. Bu yüzden merhum Mehmet Akif bir şiirinde "Ağlarım ağlatamam; hissederim, söyleyemem; dili yok kalbimin,
ondan ne kadar bizarım!" der. Çoğu zaman ağzımızdaki dil yetersiz
kaldığı için bedenimiz konuşur; jest ve mimikler devreye girer. Yani biz
sustuğumuzda bedenimiz daha çok konuşur.
Dil, bir amaç değil
araçtır. Dil sayesinde görünmeyeni görünür, soyutu somut hale getiririz.
Zihnimiz ve eşya arasındaki sis perdelerini onunla aydınlatırız. Ancak
kullanılan kelime ve kavramlar maksadı anlatmaz ise daha da anlaşılmaz
kılabilir ve fikir anarşisine neden olabilir. Öğrenci
dilbilgisi hocasına sormuş; - Hocam! Kelime olarak "Bazan" mı
"Bazen" mi doğrudur? Hoca biraz düşünmüş;- Evlat! Bazan
"Bazen", bazen de "Bazan" doğrudur demiş(!)
Yerinde ve
zamanında, doğru üslupla kullanılmayan kelime ve kavramlar, görüntüyü
netleştirmek yerine daha da bulandıran gözlük camlarına benzerler. Dil,
Farsçada "gönül" anlamına gelmekle beraber bizde daha çok; duyu
organı, ifade malzemesi, kelime ve kavramlar olarak anlaşılmıştır. Mevlana der
ki, "Gönlü ve sözü bir olmayan kişinin
yüz dili olsa bile o yine de dilsiz sayılır?' Biz farkında olsak da
olmasak da "kelime ve kavramlar", hayatımızda o kadar önemli, etkili
ve belirleyicidir ki bu konuyu ne kadar çok işlesek yeridir. Öyle ki "Dilin kemiği yoktur ama kemik kırar!"
Hz. Ali'nin veciz ifadesiyle "Kişi,
dilinin altında gizlidir?'
Kişilerin
kavramlarını kazıdığınızda, o kişilerin manevi cevherini bulursunuz. Kelime ve
kavramlar, her zaman bir şeyleri açıklamak için kullanılmaz, çoğu zaman da bazı
şeyleri gizlemek, saklamak ve örtmek için kullanılır. Kavramlar, çok önemli
belirleyicilerdir. Eskiler bu konuya o kadar önem yüklemişler ki; "Üslub-u beyan, ayniyle insandırf
demişlerdir. Yani bir kişinin kullandığı üslup, o kişiyi tanımlamada
yeterlidir. "Hayvanlar koklaşa koklaşa,
insanlar da konuşa konuşa anlaşır? 'Yeter ki
insan, konuştuğu kelime ve kavramları bilinçli şekilde ifade etsin ve
konuşmalar "fikirlerin firarı"
şeklinde olmasın. Shakespeare bir eserinde şöyle der; "Kelimeler uçuyor ama düşünceler yerde.
Düşüncesiz kelimeler asla gidemez cennete. Anladım artık cehalet Allah'ın
lanetidir. Bilgiden kanatlar tak, uçman için cennete
Bir maksada yönelik
olmadan ve düşünmeden konuşan insanlar, düzensiz ses çıkaran çalgı aletleri
gibidir. Yüksek sesle bağırarak konuşmak, çoğu zaman karşıdaki kişinin seni
duymasını engeller. Ama soylu bir maksada yönelik, uygun bir ses tonu ve
üslupla, özenle seçilmiş kelime ve kavramlarla konuşmak; bezgin insanları
hayata bağlar, ümitsize ümit bahşeder ve adeta kurumuş çorak toprakları
yemyeşil bir vadiye çevirir. Hele faziletli, özü-sözü bir âlim zatın ağzından
çıkan güzel kelime ve kavramlar, petekten süzülen baldan daha tatlı ve
değerlidir. Karşıdakini büyüler ve ruhuna şifa olur. Ayrıca "Talebe ne kadar dikkatli dinlerse, hoca da o kadar
hikmetli söyler.?'
Bir
bilge, öğrencilerini hayata hazırlarken şu dersi vermiş; "Çocuklar! Bir
kişinin konuşmasına ve anlattıklarına bakarak o kişi ve zekâsı hakkında fikir
ve kanaat sahibi olabilirsiniz!' demiş. Öğrenciler; "Ama hocam! Kişi hiç
konuşmazsa nasıl anlayacağız?" demişler. Bilge Hoca gülümseyerek; "O
kadar zeki insan yoktur!" demiş... Buradan
anlıyoruz ki, "Dil, aklın ayak izidir?' İnsanların ne
söylediklerini dinlemeden ne düşündüklerini de anlayamayız. Yani dil,
düşüncenin teni ve gövdesidir.
Sadi Şirazi der ki "İki şey ruhu karartır; konuşmak gerekirken
susmak, susmak gerekirken konuşmak" Eskiler de der ki, "Kelamın fıdda (gümüş) ise sükûtun olsun zehep
(altın)! Kemal ehli kemalatı sükût ile buldular hep!" Yani
konuşman gümüş ise susman altın olsun! Sükûtun(susmanın), altın olduğu yer ve
zamanlar olduğu gibi ihanet ve zulüm olduğu yer ve zamanlar da vardır... Müziği
meydana getiren sadece sesler ve notalar değildir, aynı zamanda sesler ve
notalar arasındaki ahenkli ve bilinçli esler/sessizliklerdir. Yani "Ses ve es" birlikte armoniyi
oluştururlar.
“Söz,
ilaç gibidir; gereği
kadar olanı şifadır; yaşatır, fazlası hasta eder veya öldürür!' Bir vecizede denir ki; "İnsan, sesini
söze, sözünü sözcüğe, sözcükleri sözlüğe, sözlüğü yazıya, yazıyı resime, resimi
müziğe, müziği notaya, notayı sanata, sanatı savaşa ve savaşı da sanata
dönüştürebilir?' Çok konuşmak demek, çok bilgili
olmak ya da çok şey anlatmak demek değildir. Ehli hikmete göre "Akıl
arttıkça söz azalır ve daha tasarruflu kullanılır.?' Argoda da şöyle denir; "Etkili bir konuşma tıpkı mini etek
gibidir; dikkat çekecek kadar kısa ve esası örtecek kadar da uzun olmalıdır?' Bu yüzden konuşma metni hazırlanırken çok emek sarf
edilmeli ve Platonun dediği gibi; "Her hitabe (konuşma), canlı bir
varlıkmış gibi hazırlan- malıdır. Her konuşmanın bir başı, gövdesi ve ayakları
olmalıdır. Ayrıca bütün parçalar, bir birine ahenkli bir şekilde
bağlanmalıdır?' Ayrıca konuşurken kişinin
kendisini ve muhataplarını ciddiye alması, en önemli hususlardandır.
Ünlü bir pazarlama
uzmanı ve eğitimci, çok uzaklarda bir yere konferans vermek üzere davet
edilmiş. Anlatacağı konuyu gayet ciddi bir şekilde hazırlamış, söylenen yer ve
zamanda konferans yerine ulaşmış. Çantasını açmış, notlarını kürsüye koymuş ve
konuşmaya geçmiş. İşin ilginç yanı ise kocaman salonda dinleyici olarak sadece
bir kişi varmış. Ama profesyonelliğin gereği, hiç istifini bozmadan konusunu o
dinleyiciye gayet muntazam bir şekilde anlatmış. Konuşmasını bitirdiğinde,
dinleyen beyefendi ayağa kalkmış, nezaketle alkışlamış. Konuşmacı, çantasını
toplamış tam gidecekken, onu dinleyen beyefendi ona yönelerek demiş ki;
"Efendim! Sizden sonraki konuşmacı da benim! Lütfen siz de beni dinler
misiniz!?)
Konuya
dair bir fıkra da bizim topraklarda anlatılır. Bir gün hoca, vaaz
etmek için uzak bir köyün camisine gitmiş. Bakmış ki camide sadece bir kişi var
başka kimse yok. Hocanın canı sıkılmış ve bütün anlatma şevki kaçmış. Ama yine
de oturan adamın fikrini almak isteyip sormuş; -"Efendi! Sence ben
hazırladığım bu vaazı anlatmalı mıyım?" Adam, toparlanmış ve demiş ki;
-"Hocam! Ben bu köyün Seyis'iyim (yani at bakıcısı), senin işlerinden
anlamam. Ama ben çiftliğe gitsem baksam ki bütün atlar kaçmış, sadece bir at
kalmış, onu yine de beslerim!' Hoca, bu cevabı çok bilgece bulmuş ve anlatması
gerektiğini anlamış. Başlamış vaaz etmeye. Tam iki saat boyunca anlatmış.
Sonunda takdir bekleyen bir eda ile Seyis'e dönüp; "Efendi! İyi oldu
mu?" diye geri bildirim istemiş. Seyis, aynı bilgelikle şu cevabı vermiş;
"Hocam! Başta dedim; ben bir Seyis im, bu işlerden pek anlamam, fakat
ahıra gitsem baksam ki bütün atlar kaçmış sadece bir at kalmış. Onu beslerim
ama yemin tümünü de ona asla yedirmem!" Tabii bizim hoca mosmor olmuş...
Konfüçyüs'e
öğrencileri bir gün şu soruyu sormuşlar; "Eğer bir ülkede yönetici
olsaydınız ve elinizde yeterli kudret bulunsaydı, ilk olarak işe nereden
başlardınız? Konfüçyüs cevap vermiş; "Kuşkusuz ilk olarak dili
düzeltirdim. Yani kavramların doğru kullanılmasını sağlamaya çalışırdım!' Bu
cevap üzerine öğrenciler şaşırmışlar ve cevabı basit bularak dudak bükmüşler;
"Niçin böyle bir şey yapardınız?" demişler. Konfüçyüs şu açıklamayı
yapmış; "Çünkü eğer dilde bozukluk varsa, söylenen şey söylenmek isteneni
anlatmaz. Eğer söylenen, istenen anlamı yansıtmazsa yapılması istenen şey
yapılmaz. Eğer istenen şey yapılmazsa ahlak ve sanat bozulmaya uğrar. Eğer
ahlak ve sanat bozulursa, adalet doğru yoldan çıkar. Eğer adalet doğru yoldan
çıkarsa, halk çaresiz durumlara sürüklenir. Sonunda söylenen söz hakkında doğru
karar verme fırsatı kalmaz. Böyle bir durumu önlemek, her şeyden önemlidir!'
Konfüçyüs'e göre; "Bir kavmi
bozmak, onların dilini (kelime ve kavramlarını) bozmakla mümkündür!' Mefhumun
muhalifinden (tam tersinden) hareket edecek olursak şöyle diyebiliriz; Bir
toplumu düzeltmek, sanatı, hakkı ve adaleti ikame edebilmek için öncelikle
dilin (kavramların) doğru kullanılmasını sağlayarak işe başlamalıyız. Şair
Yahya Kemal'in ifadesiyle; "Türkçemiz,
ağzımızda anamızın sütü gibi helal ve güzel 'olmalıdır!' Dil veya
lisan, insanı diğer canlılardan ayıran en önemli unsurlardan biridir. Hatta
bazılarına göre insanı tanımlayacak kadar değerli ve ayırt edici bir unsurdur.
Onlara göre; "İnsan
konuşan hayvandır!' "İnsanlar kelime ve kavramlarla idare edilir,
hayvanlar ise yularlarıyla. Kuşlar ayaklarından ve tuzaklar kurularak
yakalanır, insanlar dilleriyle." Halk deyişiyle;
"Bana benden olur her ne olursa. Başım rahat olur dilim
durursa." "Ah dilim! Seni dilim dilim dileyim, başıma her ne gelirse
senden bileyim." "Bülbülün çilesi, dilinin yüzündendir!'
İnsan
hem kendisini hem dış dünyasını doğru ifade edebilmek için kelime ve
kavramlara muhtaç yaratılmıştır. Konuşmak ve iletişim kurmak, ekmek su gibi
zaruri bir ihtiyaçtır. Rus Çar'larından birinin yeni doğan bebekler üzerinde
vahşice bir deney yaptığı anlatılmaktadır. Deneyin konusu ise;
'acaba hiç kimse konuşmazsa bebekler, nasıl bir dil konuşacaklar?' Bu deneyde
bebeklerin her türlü fiziki ihtiyacı karşılandığı halde; iletişim, sevgi,
dokunma, okşanma ve konuşma ihtiyaçları karşılanmadığı için bir süre sonra vahim
bir şekilde öldükleri tespit edilmiştir...
Düşünce ve dünya
görüşünde birlik olmayınca dilde birliğin olması da beklenemez. Aynı şekilde
inançta ve kavramlarda birlik sağlanmayınca eylemlerde de birlik düşünülemez. "Aynı dili konuşanlar değil aynı duygu, inanç ve
düşünceleri paylaşanlar anlaşabilirler!' Kelime ve kavramlar, insan
hayatında öylesine önemlidir ki, attığımız her adıma nasıl dikkat etmemiz
gerekiyorsa, söylediğimiz her söze de dikkat etmemiz gerekiyor. Çünkü sarf
edilen sözler; memeden çıkan süt, yaydan çıkan ok ve kaynağından çıkan ırmak
gibi geriye dönmez. Geride pişmanlıklar ve hasretler bırakırlar. Niçin söyledim
diye pişmanlık duymamak için neleri nasıl söylemeliyim diye zaman ayırmak daha
akıllıcadır.
Dil ve düşünce iç
içedir. Öyle ki sonuçta dil, düşünmenin bir vasıtası olmuştur. Ana dilimizden
cümleler kurarak düşünürüz. Bir lisan, aynı zamanda o milletin manevi mirasını
ve dünya görüşünü de içinde saklar. "Dil bir milletin ses ve söz dünyasıdır, kelime ve
kavram gezegenidir. Kendi dilini çok iyi bilmeyenler, başka dilleri zaten
anlayamazlar!'
Dil
ve konuşmanın önemi o kadar büyüktür ki, bazı filozoflar; "savaşların,
insanlarla kader arasında değil, insanla kelimeler arasında olduğunu" savunmuştur. Bir ülkenin kanunlarının çiğnenmesinden
sonra en büyük suçun, o ülkenin dilinin çiğnenmesi olduğu kabul edilmiştir.
Çünkü biliyoruz ki, "İnsanın ruhu gibi toplumun ruhu da dilde
kendini gösterir. Dil, insan düşünce ve zekâsının, toplum karakterinin ve ortak
aklının bir parçasıdır!' Bazıları o kadar ileri
gitmişler ki, "Arşimet'in manivelası da neymiş! Bana mükemmel bir
lisan verin; doğru zaman, mekân ve doğru tonda kullanılan kelime ve kavramları
getirin, ben dünyayı yerinden oynatayım ve yepyeni medeniyetler
kurayım..." demişlerdir.
Kelime ve kavram
olarak "evet" veya "hayır", söylenmesi çok kolay iki
kelime olduğu halde nikâh masasında; "evet"
diyen nice çiftlerin hayatı, yıllarca zehir olmuş veya mutlu geçmiştir. Öyleyse
kelime ve kavramları kullanırken (özellikle
evet veya hayır derken) azami dikkat etmek gerekir. "Sözde, sihir olduğunu" her aklı
başında insan bilir ve kabul eder. Kelimeler, kavramlar ve üslup, başka bir
ifadeyle dil ve söyleniş biçimi, o kadar önemli ve etkilidir ki, Anadolu'da; "Oha var öküz durdurur, oha var zelve
kırdırır!" derler. Yunus ise bunu daha veciz olarak şöyle ifade
etmiştir; "Söz ola kese savaşı. Söz ola
kestire başı. Söz ola ağulu aşı, bal ile yağ ede bir söz."
“Acaba
dil mi insanı şekillendirir, yoksa insan mı dili şekillendirir?" Sorusu tarih
boyunca insanların zihnini meşgul etmiştir. Tabiî ki bu çift taraflı bir
süreçtir. "Hem insan dili şekillendirir,
hem de dil insanı şekillendirir!' Genel anlamda da ise hem insan,
çevreyi hem de çevre, insanı etkiler ve şekillendirir. Bu bir döngüdür. Ermeni asıllı dilci Agop
Dilaçar'a göre; dile şeklini veren biz değiliz, aksine o bizi
şekillendirmektedir. Milletleri kan ve ırk bağından daha çok dilleri ve
kavramları bir arada tutar. Yine şöyle der; "Dilin üzerimizdeki
etkisi, hepimiz için geçerli olan düşüncelerden ve doğrulardan çok daha güçlü
dür. Dili önce biz ana sütü emer gibi özümleriz, sonra da bütün hayatımız boyunca
hazır bulduğumuz bir sermaye gibi tüketiriz."
İnsan; aklı,
iradesi, zekâsı, dili ve kavramları sayesinde diğer varlıklardan ayrılır. Bazı
toplum mühendisleri, tarih boyunca kelime ve kavramların genleriyle oynayarak
insanları yanıltmış, onlarla alay etmiş ve yaşantılarını ifsat etmişlerdir.
Ziya Paşa her ne kadar; "Ayinesi iştir
kişinin, lafa bakılmaz. Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde."
diyorsa da bu söz, tam olarak gerçeği ifade etmez. Zira konuşmak insan ruhunun
ve içinin bir yansımasıdır. Bir kapta ne varsa sonuçta dışarıya o çıkar.
Nice güzel
konuşmalar ve sözler vardır ki, en kıymetli mücevherlerden daha kıymetli,
yıldızlardan daha parlaktır. İnsanın bezgin ruhunu dinlendirir, kışını bahara
çevirir. Müzede sergilenen ama kullanılmayan eşyalar gibi vücudumuzda asılı
duran duyguları titretir, depreştirir, tetikler ve harekete geçirir. İnsanı
şenlendirir, ümitlendirir, gücüne güç katar. Ona kutsal bir yol ve amaç göstermek
suretiyle dopdolu yaşamasını sağlar. Savaş açtırır veya savaştan vaz
geçirir... Söylenenler sevgilinin sözleri ise; sorgulanmaz, kulaktan izin
almadan doğruca kalbe gider ve oradan tüm vücuda hatta etrafa yayılır...
Evet, "Sözde sihir vardır?' Bazen insan kendisini,
yağmurlu bir güne rastlamış fukara cenazesinde gibi yalnız hissettiğinde,
duyduğu birkaç samimi söz, onu gitmek istediği yere kadar götürür. O sihirli
kelime ve kavramlara biner geçmişe ve geleceğe yolculuklar yaparsınız...
Ağzımız bize
yalnızca yemek yememiz için verilmemiştir. Sh: 17-28
****************
HAYATTA BÜYÜK ENGELLER YOKTUR SADECE
BASİT AMAÇLAR VE KÜÇÜK HEDEFLER VARDIR
(Amaç ve Hedefler Üzerine)
“İnsanın hayatını kaybetmesinden daha tehlikeli ve acı verici bir şey
vardır; o da hayatın anlamını kaybetmek!" Hayatın anlamını kaybetmek demek, bir inançtan, amaçtan ve bu amaca hizmet
eden hedeflerden yoksun olmak demektir. Gençlerin kutsal bir amaçtan yoksun
yaşamaları, bir millet için büyük bahtsızlıktır. Zira gençlerin amaçtan yoksun
olmaları demek, o milletin geleceğinin olmaması demektir. Kutsal bir amaç
ışığında hayatı devam ettirmek, aklı başında her insanın en temel ihtiyacı ve
görevidir. Her insanın bir yol haritası ve yön çizgisi olmalıdır. Bu yol
haritasında, belli yer ve zamanlarda ulaşılması gereken hedefler ayrıca yer
almalıdır.
Dünyanın en güçlü insanları, amacı olan ve önemli bir hedeflere kilitlenen
insanlardır. Çünkü amacı olan insanların, yaptıklarının veya yapmadıklarının
altında amacının rengi, kokusu ve tadı yani amacın gücü vardır. "İnsanın
ne kadar güçlü olacağını, amaçları ve ne kadar çok şiddetle istediği belirler?'
Nasıl ki, "Dünyayı sel alsa ördeğe vız gelir!' diye düşünüyorsak,
amacı ve hedefleri olan insanların da bu amaçtan aldıkları güçle çoğu engelleri
aşacağını biliriz. Çünkü amaçlar aynı zamanda kendisini gerçekleştirmek için
kişiyi zorluk ve engellere karşı donanımlı kılar. Bir Çin atasözünde; "Nereye
gideceğini bilen, güçlü amaçları ve hedefleri olan insanlara yol vermek için,
dünya bir kenara çekilir ve ona yol verir!' denir.
"Hayatta büyük engeller yoktur, sadece basit amaçlar ve küçük hedefler
vardır!' Konfüçyüs'ün ifadesiyle; "Derin olan kuyu değil, kısa olan iptir!'
diye düşünmek, insanı daha aktif ve azimli kılar. Bir insan engellere bakarsa
hedefini göremez, hedefe kilitlenirse de engelleri göremez. Meşhur âşıklardan
Mecnuna sormuşlar: "Sen kimsin, adın ne, kimlerdensin?"
"Leyla!" demiş. "Nerelisin?'' demişler. "Leyla!"
demiş. "Nereden nereye gidiyorsun?" demişler. "Leyla!"
demiş... "Yahu biz sana ne soruyoruz sen bize ne cevap
veriyorsun?" demişler. Mecnun ona da "Leyla!" diye
karşılık vermiş... İşte "bir hedefe kilitlenme" diye buna
denir. Yani baktığı her şeyde onu görmek ve kendisini onun için yok edebilme
fedakârlığına sahip olabilmek... Bu yüzden amaç ve hedeflerin, insanın
hayatından daha kıymetli olması lazımdır. Bir kadın, bir mevki, bir meslek,
maddi bir kazanç gibi şeyler, amaç olma yüceliğinden uzaktırlar. Bunlar dünya
hayatının geçici zevkleriyle alakalıdır. Oysa kutsal bir amaçla yapılan
yolculuk ahrette de devam eder...
İnsanların amaçları, hayvanların ise istek ve arzuları vardır. Ne yazık ki
kaderci insanlar, amaç belirleyemezler. Amin Maalouf, kaderi ve kaderci insanları anlatırken şöyle diyor; "Bir yelkenli
için rüzgâr neyse, kader de bir insan için odur. Dümen başındaki insan rüzgârın
nereden ve ne şiddette eseceğine karar veremez ama kendi yelkenini yönlendirebilir.
Bu da kimi zaman inanılmaz derecede fark eder. Aynı rüzgâr deneyimsiz ya da
ihtiyatsız ya da yanlış karar veren bir denizciyi felakete sürüklerken bir
başkasını sakin bir limana ulaştıracaktır..."(Ölümcül kimlikler,
sh:84, yky, Ocak 2002, İstanbul)
Her insan, amacıyla değer kazanır veya kaybeder. Biz Müslümanlar için bu
amaç;"Yeryüzünden fitne ve zulüm kalkıp; tamamen hak ve adalet, insan
onuruna yakışan bir yaşam hâkim oluncaya kadar meşru ölçüler içinde mücadele
edip, yalnızca Allah'ın rızasını gözeterek son nefesimizi Allah'a teslim olmuş
müminler olarak vermektir!' Bu kutsal mücadelenin diğer bir ifadesi; insan
ile onurlu yaşam arasındaki engelleri kaldırma ve herkese özgür iradesini
kullanma imkânı sağlama çabasıdır. Bunun İslami literatürdeki adıda cihat'tır.
Cihat çoğu insanın sandığı gibi sadece "kılıç kalkan ekibiyle yapılan kan
ve barut kokan bir eylem" değildir. Cihat, insan ile insani özgürlükler
arasındaki engelleri kaldırıp, vahiyle insanı buluşturma gayretidir. Bu ise göz
ile ışığı buluşturma çabası gibidir. Başka bir ifadeyle, Allah ile insan
arasındaki engelleri, yok etme mücadelesidir cihat! "Hayat iman ve
cihattan ibarettir."
Ünlü Psikiyatrisi Victor E. Frankl, yaşamın gayesini anlatırken şöyle
diyor; "Yaşamın anlamı insandan insana, günden güne, saatten saate
farklılık gösterir. Bu nedenle çok önemli olan, genelde yaşamın anlamından
ziyade belli bir alanda bir insanın yaşamının özet anlamıdır... Sorunu genel
terimlerle ortaya koymak bir satranç şampiyonuna sorulan şu soruyla kıyaslanabilir;
"Söyleyin ustam, dünyadaki en önemli hamle nedir? Bir maçtaki belli bir
durumdan ve rakibin özel kişiliğinden bağımsız en iyi bir hamle diye bir şey
yoktur. Aynı şey insanın varoluşu için de geçerlidir. Kişinin soyut bir yaşamın
anlamı arayışına girmemesi gerekir... Herkesin yaşamında özel bir mesleği veya
uğruna çaba harcanacak bir misyonu, yerine getirilmeyi bekleyen somut bir
görevi vardır. Ne onun yeri değiştirilebilir ne de yaşamı tekrarlanabilir. Bu
nedenle herkesin işi, bunu yürütmeye yönelik özel fırsatları kadar
eşsizdir"... (V.Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, sh. 103, mart 2000,
Ank., öteki psikoloji y.)
Başka bir ifadeyle amaç; insanın yaratılış gayesi ve yaşama sebebidir. Amaçlar, dinlere ve ideolojilere göre değişiklik arz eder. Hatta ne kadar
din ve dünya görüşü varsa o kadar da amaç vardır diyebiliriz. Amaç bir yol
haritası veya bir yön çizgisidir. Hedef ise ölçülebilir "somut" alt
amaçlardır. Hedeflerin en temel özellikleri şunlardır: Sarihtir (çok açık ve
nettir), ölçülebilir niteliktedir, mantıklıdır, uygulanabilir özelliktedir,
tarih ile sınırlıdır, zamanı bellidir. Mesela "doğuya gitmek" bir
amacı ifade ediyorsa, bu yolculuk sürecinde; belli zamanlarda, belli yerlerde,
amaca uygun bilinçli eylemlerde bulunmak ve bunu zamanla sınırlamak hedefi
ifade eder. Bu süreçte "doğu" hiç bitmez, ömür boyu sürer.
Yani vardığınız yerden daha ötede yine doğu devam eder.
Amaç, kesintisiz bir süreç ifadesidir. Amaç, varılması gereken bir durak
değil bir yolculuk biçimidir. Kabir kapısında biter ancak. Her insana
saatten önce bir pusula lazımdır. Bu pusula bir amaç ifadesidir. Eğer gitmek
istediğin bir yön varsa; zamanın, mekânın ve imkânların bir anlamı ve önemi
vardır. Amacı olmayan insanların çoğu pervasız şekilde "zaman öldüren
insanlardır."... Bir hemşirenin, "Ben iyi bir sağlık elemanı
olacağım." demesi bir hedef değil, bir temennidir. Ama aynı hemşirenin,
"Ben falan mahallede, 50 bebeğe, bir hafta içinde, kızamık aşısı
yapacağım" demesi ve uygulaması bir hedef ifadesidir. Çünkü hem açık, hem
ölçülebilir, hem mantıklı hem uygulanabilir ve hem de zamanı bellidir. Amacı
olmayan bir insan, akrebi olmayan bir saate benzetilebilir. Yelkovanın varlığı
nasıl ki akreple anlam kazanıyorsa, insanın değeri ve varlık sebebi de onun
amacıyla değer kazanmaktadır. Siz bir seyahat şirketi bürosuna gidip sadece
"Bana bir bilet lütfen" der misiniz? Demezsiniz, mutlaka biryer ve
zaman belirtirsiniz.
"Nereye gideceğini bilmeyen gemiye, hiçbir rüzgâr fayda vermez...
Nereye gideceğini bilmiyorsan, gittiğin yerin de bir önemi yoktur... Ne
aradığını bilmeyenler, bulduklarının ne olduğunu anlayamazlar... Her arayan
bulamaz, ama bulanlar, mutlaka arayanlardır... Amaçlar, yıldızlar gibidir,
onlara hiçbir zaman ulaşamayız, ama bize daima yol gösterirler. Nerde
bulunduğumuzu ve buradan sonra hangi yere gideceğimizi onlara bakarak
anlayabiliriz...’' Eğer bir amacın varsa ve bu amaç uğruna mücadele edebiliyorsan varsın.
Ömür devam ettiği sürece amaç da devam eder. Ama insanın amacı yoksa hükmen
ömrü bitmiş, fakat uzatmaları yaşıyor demektir. Yani amaç biter ama ömür
bitmezse bu yaşam artık bir eziyete dönüşür... Ancak amacı olan insanlar
riskleri göze alma cesaretini gösterirler. "Kaplumbağa bile kafasını
kabuğundan çıkartıp risk almadıkça ilerleyemez" Ayrıca bizler mütevazı
olalım, ama amaç ve hedeflerimiz asla mütevazı olmamalıdır. Yüce amaç ve
hedefler, kişiyi hep ileri ve yukarı götürür. Bu yüzden sık sık amaç ve
hedeflerimizi gözden geçirmeli ve onları güncellemeliyiz.
Her insanın bir kahramanı vardır. Siz de en azından çocuklarınızın doğal
kahramanlarısınız. Çocuklarınız ve aileniz sizi örnek alır ve sizden etkilenir.
Zira "Keçinin geçtiği yerden oğlak da geçer.” Bu açıdan
bakıldığında hepimiz her an bir vitrindeyiz. Hem ayıplarımız hem de maharet ve
faziletlerimiz etrafça gözlemlenir. Sarımsak veya portakal gibi kokarız. Yani
demem o ki, biz amacımıza hizmet edersek, bizim dışımızdakiler de ona hizmet
eder... Ne yazık ki, inançsız, anlamsız ve amaçsız bir hayat tercihi yüzünden
beşikle gelen nice muhteşem özellik ve güzellikler hiç kullanılmadan, jelatini
açılmadan tekrar tabutla geri sahibine iade edilmektedir. Bu bir kaynak
israfıdır, vebaldir.
Nasıl ki taş ve topraktan yapılmış evleri; sevgi, paylaşmak, fedakârlık ve
aile bağları, bir yuva haline getiriyorsa... Nasıl ki selüloz ve kâğıtları;
manalı yazılar, kitap haline getiriyorsa... Ruh ve beden-den olan adamı da;
inanç, amaç ve anlamlı yaşantı, insan haline getirir... "Atımızı elimizden alabilirler ama
yolumuzu asla alamazlar.” Bu yol, bizim gayemizi ifade eder. 'Atı zorla suya götürebilirsiniz ama
zorla su içiremezsiniz" Yani maddi araçlara
belki hükmedilebilir ama senin amaç ve inançlarına asla hükmedemezler. Onları
ancak sen, değiştirebilirsin... Bazı şeyler vardır ki alınamaz, onlar sadece
verilebilir. Onlardan siz vazgeçmezseniz, onlar asla sizden vazgeçmez. Tıpkı
inançlarınız, amaçlarınız ve hedefleriniz gibi...
“Hayatımızın kalitesini amacımız ve tercihlerimiz belirler. Bugün nasıl bir
hayat yaşadığımızı, çoğunlukla dünkü tercihlerimiz belirledi. Yarın nasıl bir
hayat yaşayacağımızı da bu günkü tercihlerimiz belirleyecektir..." Bir amaçtan yoksun insanlar, hayatta avare kasnaklar gibi hiçbir işe
yaramadan döner ve nereye gideceği belli olmayan kedi-köpek yavruları gibi
menzilsiz bir şekilde dolaşır dururlar. Yada ormandaki filler gibi yer, içer,
semirir, ürer ve bir ağaca yaslanır ölürler... Ne hazin ve acıklı bir son! "Kim
ki yaşam gayesini bilmedi - Sanki dünyaya gelmedi!"
"Amaçların kudreti inkâr edilemez. Bir damla suda bulunan kudreti
gözle göremeyiz ama bir damla su bir taşın kovuğuna girer ve orada donarsa taşı
çatlatır. Yine böyle bir su buhar olursa en kuvvetli motorların pistonlarını
işletir... Bütün mesele onların içindeki gizli kuvveti ve kudreti harekete
geçirerek olayı tetikleyebilmektir!' Varlık nedenimizi, amacımızı,
hedeflerimizi, planlarımızı, projelerimizi ve doğru-yanlış cetvelimizi, bir
çırpıda yazacak kadar net bilmiyorsak boşluktayız demektir. Kişinin kendi amaç,
hedef, ilke ve planları olmazsa; planı ve amacı olanların piyonu olurlar. Onların
hedeflerine ulaşmalarında, atlama taşı durumuna düşerler. Kural şudur;"Organizeli,
planlı, amaçlı ve çalışkan azınlıklar, böyle olmayan çoğunluklara her zaman
hükmederler!' Doğru düşünen tembel çoğunluklar, yanlış düşünen ama çalışkan
azınlıkların her zaman hizmetinde olmuşlardır. "Pasif iyiler, aktif
kötülerin maskarasıdırlar!'
İdealleri ve güçlü hedefleri olan insanlar, mıknatıs gibidir; doğal bir
çekim güçleri ve manyetik alanları vardır... İnsanlar, her zaman nereye
gittiğini bilen, kararlı ve amaçlı insanları takip etme eğilimi gösterirler.
Aslan için diş, kuş için kanat, balık için yüzgeç ne ise insan için de inanç ve
amaç odur, hatta daha da önemlidir. Bir Çin atasözünde der ki; "Sadece ölü balıklar, akıntı
istikametinde yüzerler!' Amaçsız insanlar, rüzgârın önünde savrulan
yapraklara veya suyun üstündeki saman çöplerine benzerler.
Arkadaşlarla ana caddelerde gezerken, eğer muzipliğim üstümdeyse, trafik
lambalarına rastladığımızda ve yeşil ışık yanıyorsa, onlara bir espri
yapıyorum; "Arkadaşlar! Yeşil ışık yanıyor, zayi olmasın; haydi karşıya
geçelim!'1 diyorum. Hem neşelenip gülüyoruz. Aslında bu
espriden hareketle; "hayatın amacı ve kalitesi" konusunda
ciddi bir sohbet imkânı buluyoruz. "Hayat amacı”, o kadar önemlidir ki, bu
amaç insanın iç ve dış dünyasına rengini, kokusunu ve tadını verir. Dışardan
dikte edilemez. Mutlaka insanın kendi iç benliğinde, kalbiyle ve kafasıyla
kabullenmesi gerekir. "Hayat amacımızı 'Google'dan öğrenemeyiz."
Amaç ve insan ilişkisi; balıkla su ilişkisi gibidir diyebiliriz. Nasıl ki,
balık suyun dışında yaşama şansına sahip değilse insan da hayat amacından
bağımsız yaşama lüksüne sahip değildir. Amaç, insan olmanın kaçınılmaz gereği
ve sonucudur. Amaçsız bir hayat nebati ve behimi (bitkisel ve hayvani) dir. Kaldı
ki bitki ve hayvanlar da amaçsız yaratılmamışlardır. Yaratılan her şeyin,
mutlaka bir görevi, fonksiyonu ve yaratılış amacı vardır. İnsanı ve hayatını
anlamlı veya anlamsız hale getireceği için “amaç" çok önemlidir. Çünkü
amaç, insana yaşamı boyunca rehberlik eder ve yol gösterir. "Amaç;
manevi bir navigasyon cihazıdır."
Kabirden ötede ibadet değil hesap ve ceza dönemi olacaktır. Artık orada
perdeler kalkacağı için cennet ve cehennem, kendini gösterecektir. Halk
arasında çok kullanılan "Dünyada mekân, ahirette iman" sözünü
doğru okumak lazımdır. Burada kastedilen; ahirette iman ve ibadet, fayda
verecektir manasındaysa bu söz doğrudur. Yoksa orada insanların iman edip
etmeyeceği bahis mevzuu değildir. Orada zaten iman etmekten başka çare yoktur.
Belki bu sözün doğrusu "Dünyada iman, ahirette mekân"olmalıdır.
Hayatın kalitesi; inanç, amaç, güven ve ümitle doğrudan alakalıdır...
"Kuraklığın hüküm sürdüğü bir zamanda köy sakinleri, yağmur duasına
çıkmaya karar vermişler. İçlerinden sadece bir tanesi yanına şemsiye almış.
İşte bu İnanç'tır... Babalar bebeklerini havaya hoplatır, çocuklar buna
gülmekten bayılırlar. Yere düşeceklerini akıllarına bile getirmezler. Çünkü
babaları onları tutacaktır. İşte bu güven'dir... Hiçbirimizin yatağımıza
girerken, ertesi gün uyanacağımıza dair bir garantisi yoktur. Aynı zamanda bir
yola çıkarken, oraya varabileceğimize dair bir teminatımız da yoktur. Ama yine
de ertesi gün ve varacağımız yer için planlar yapmaktan geri kalmayız. İşte bu
Ümit'tir..." Eğer bir insanda inanç, amaç, güven ve ümit varsa yaşamı
kaliteli olma yolundadır..."
Yaklaşık 300 milyon spermin arasından birinci seçilip de amaçsız bir hayat
sürmek bize hiç mi hiç yakışmaz. "Hayatın amacı, amaçlı bir hayat
yaşamaktır.” Müslümanın hayat amacı; "Sadece Rabbimizin rızasını
kazanmak için ona ibadet etmek, dolayısıyla da kul hayatı sürerek, diğer
insanlara da faydalı olmaktır. Yani yeryüzünden fitne kalkıp, adalet hâkim
oluncaya kadar mücadele etmektir'.'Zna Yüce Allah bizi surat koleksiyonu
olarak yaratmadı.
“De ki: "Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin
Rabbi Allah içindir." (Enam 162)
Sh: 109-116
Kaynak: Mustafa Sevinç, Karanlıkta Renkler Yoktur (Mumyalanmış
Manalar) Asitan-2013, Sivas
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar