Print Friendly and PDF

ANLAMLAR VE ELBİSELERİ- MUSTAFA SEVİNÇ



(Dil ve Konuşma Üzerine)
“Rahman (çok merhametli olan Allah),Kur'an'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı öğretti."(Rahman suresi;l-4) "Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: ",Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin." dedi. Dediler ki: "Yücesin sen (ya Rab!). Bizim, senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bilensin, hâkimsin." (Allah): "Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver" dedi. Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber verince, (Allah): "Ben size, ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim" dememiş miydim?" dedi" (Bakara 30-33) "En güzel isimler Allah'ındır. Onlarla Allah'a dua edin ve O'nun isimleri hakkında aykırılığa sapanları bırakın"(Araf suresi,180)
Bir an için şöyle düşünelim; dünya ve içindekiler olduğu gibi var, ancak kelime ve kavramlar yok! Acaba halimiz nice olurdu? Aileler, köyler, kentler, medeniyetler nasıl tesis edilirdi? Kuşaklar arası iletişim ve her türlü miras aktarımı nasıl sağlanırdı? Kendimizi ve meramımızı nasıl ifade edebilirdik? Mesela iki kişi veya çok sayıda insan karşı karşıya geldiler ve bir şeyler paylaşmak istiyorlar; neler yaparlardı? Belki bir noktaya kadar beden dilini veya ses tonlarını kullanıp, tabiat taklidi yapabilirdik ama bu ne kadar meramımızı anlatmaya yeterli olurdu? Ya da akıl taşıyan kişiler olarak bu durum bizi ne kadar tatmin ederdi? Eğer dil (isimler, kelime ve kavramlar) olmasaydı, zihin nasıl işler, gelişme nasıl sağlanır ve icatlar nasıl gerçekleşirdi?
Hayatımızın hemen her aşamasında, farklı dillerde ve üsluplarda konuşuruz. Hayatımızın çok büyük bir bölümü konuşa­rak geçer. İnsan, aynı zamanda düşünen bir varlık olduğu için dile muhtaçtır. Çünkü insan, düşüncelerini dil ile ifade eder ve düşü­nürken de dilini kullanır. Rüyalarını bile bir dilde görür. İşte rüya­larda konuştuğumuz dil, bizim ana dilimizdir. İnsan, dua ederken de hem kalbini hem dilini kullanır. Kısaca dil (kelime, kavram, isim, fiiller vs.) hayatımızın her döneminde ve alanında çokönemlidir.
Eskilerin ifadesiyle; "Dildir insanı muazzez eden(aziz eden). Dildir insanı muazzep eden(azaba uğratan)." Yani dil; insanı vezir etmeye de rezil etmeye de sebep olabilir. Ünlü dil bilimci N. Chomsky; "Dil, sınırlı sayıda sözcük ve kuraldan yararlanarak, türetilebilecek sınırsız sayıda cümlelerden oluşan bir bütündür'' der. Dilin canlı bir organizma olduğunu söyleyebiliriz. Dil, insanın içerisinde yaşadı ğı veya içerisinde yaşattığı gezegenin ruhu gibidir. Anlaşılan o ki, dil ve dil bilgisi; kelime, kavramlar (isimler) olmasaydı, hayatımız hiç de bugünkü gibi olmazdı. Hz. Âdem'in soyundan geldiğimize göre, mucizevî şekilde bize de isimlerin öğretildiğini söyleyebiliriz. Hiç birimiz özel bir gayret göstermeden ve zorunlu olarak, doğduktan belli bir süre sonra bir lisan bilgisine sahip oluyoruz. Bu bir mucizedir. Zamanla muhteşem bir kelime ve kavram hâzinesine sahip oluyoruz. Hem dil bilgisi hem de dil mantığını kavramış oluyoruz. Mesela arı balı, böcek ipeği, inek sütü; Allah'ın onlara vahiy etmesi sayesinde imal ederler ama nasıl olduğunu izah edemezler. Biz de dil bilgisine sahip oluruz ama bir akademisyen gibi kuralları anlatamayabiliriz. Önemli olan "Parmağa değil, parmağın işaret ettiği yere bakmaktır.”
Dil veya lisan bilgisi, sesler, şekiller, renkler, görüntüler vs. Allah'ın bize bahşettiği en önemli nimetlerden sadece birkaçıdır. "Allah'ın üzerimizdeki nimetlerini gruplar halinde saymaya kalksak bile beceremeyiz.." Ama ne yazık ki buna rağmen "İnsan, Allah'a apaçık bir düşman kesilir' Kelime ve kavramlarla konuşmak, insan zekâsının ayrılmaz bir parçasıdır. İnsanlar felsefi düşünce ve fikirlerini, kelime ve kavramlarla ifade ederken, duygu dünyalarını ifade için ise daha çok beden dilini kullanırlar. Bu yüzden duygularla beden dili, düşünce ve inançlarla da kelime ve kavramlar iç içe girmişlerdir. Bir anlamda dil, hem kalbin hem de beynin tercümanı durumundadır. Dilin gelişmesi düşüncenin, düşüncenin gelişmesi de dilin gelişmesini sağlar. Medeniyetlerin nesiller boyu aktarılmasında en önemli pay, kelime ve kavramlara yani Dil'e aittir.
Bir milletin medeniyetini sabote etmek isteyenler, bunu çok iyi bildikleri için ilk olarak o milletin sözlük ve imla kılavuzlarını kendi istedikleri biçimde yenilerler. Bu tür devrimler, hiç de basite alınacak devrimler değildir. Mesela bir milletin yüzlerce yıllık geçmişe sahip, içerisinde inanç ve değer yargılarını taşıyan kelime kavramlarının içini boşaltıp dilini değiştirirseniz o millet topyekûn, ertesi sabah başka bir dünyaya uyanır. Çünkü yeni bir dil ve yeni bir alfabe yeni bir yaşam tarzı demektir. Zira bir lisan, içerisinde manevi dina­miklerini de taşır. Cemil Meriç, haklı olarak; "Kamusa(sözlüğe) uza­nan el, namusa uzanmıştık der. Eğer bir millet dilini ve kavramlarını yitirmeye başlamışsa, her şey ona bağlı olarak bozulacak ve değişecektir. Çünkü dil ve din, bir toplumun en önemli iki çimen­tosudur. İnanç, dünya görüşü ve kavramlarda birlik sağlanmadan eylemlerde birlik sağlanamayacağı gibi bir kargaşa ve anarşi ortamı da doğar.
Kelimeler, kavramlar ve dil üzerine, uzmanları tarafından birçok tanımlama yapılmıştır. Bunlardan en anlaşılır olanı şunlardır: "Dil; duygu, düşünce ve isteklerin, bir toplumda ses ve anlam yönünden ortak olan öğeler ve kurallardan yararlanılarak, başka­larına aktarılmasını sağlayan, çok yönlü, çok gelişmiş bir araçtır. Kendi kanunları içerisinde yaşayan ve gelişen canlı bir varlıktır. Milletleri birleştiren ve ortak paydaları olan sosyal bir müessese ve bir arılaşmalar sistemidir. Eşyayı sınıflandırmaya veya tanımlamaya yarayan kelime veya kelime öbekleridir..."vs.
Lisanla ilgili genel geçer kuralı şu beyit çok güzel ifade etmektedir; "Deme kalbura kallabur. Galat-ı meşhur, lügat-ı fasihten evladır? Yani; her ne kadar "kalbur" diye bildiğimiz eşyanın aslı "kalla­bur" olsa da sen kalbur demeye devam et, çünkü halk arasındaki yaygın anlamı, onun sözlük anlamından daha geçerlidir. Galat-ı meş­hur olarak dilimizde de kullanılan o kadar çok örnek var ki, sözlük anlamları değil halkın zihnindeki anlamlan esas alınarak söylen­mektedir. Mesela halk arasında; "Namahrem" kavramı, "mahrem" manasında kullanılmaktadır. "Moral" Latincede "ahlak" anlamında olduğu halde; bizde kimse "moralim bozuk" tabirini "ahlakım bozuk" olarak anlamamaktadır. Arapçadan, Farsçadan ve batı dillerinden dilimize geçen birçok kavram, bizim dilimizde sözlük anlamlarının dışında kullanılmaktadır. Doğu edebiyatının meşhur klasiklerinden Hariri'nin "Makamat" adlı eserinden birkaç örnek verecek olursak şaşkınlığımızı gizleyemeyiz. Mesela "zalim" kavramının manaların­dan birisi de "kaymağı alınmamış sütü içen "demekmiş. Ama hiç kimse bu manada "zalim" kavramını kullanmaz. Aynı şekilde "savm" Arapçadan dilimize oruç diye geçmiştir(ki oruç da farsça bir kavramdır) bir manası da "deve kuşunun pisliği" demekmiş. (!!!!!)
[Burada yanlış bir anlama veya bilgi farkındalığı var.
RUZE
'Oruc' Farsça rûze'den gelir. Rûz Pehlevi Farsçasında 'gün, gündüz', rûze ise 'günlük' anlamına gelir. Türkçe'de r ve l ile başlayan sözcükler bulunmadığından, bizler r ve l harfleriyle başlayan sözcüklerin önüne sözcüğün harekesine uygun sesli bir hemze ilave ederiz. Meselâ 'Receb' diye seslenmeyiz de i-Receb deriz veya 'limon' sözcüğünü i-limon şeklinde telâffuz ederiz.
ORUÇ
Bu sözcüklerin başına gelen, rûze'nin başına da gelmiş ve önce 'u-rûze' veya 'o-rûze' olmuş, sonra 'uruc/oruc' hâline dönüşmüş. Sonundaki c harfi de zamanla yumuşayınca, sözcük en nihayet oruç hâlini alıvermiş.
Farsça'da rûze giriften oruç tutmak, rûze horden oruç yemek, rûze-dar oruç tutan, rûze-hor ise oruç yiyen demek. O hâlde biz oruç tutmakla, aslında kendimizi gündüzleri tutmuş, kendimizi gündüzleyin yemekten, içmekten, cinsî ilişkiden alıkoymuş, yani perhiz yapmış oluyoruz.
PERHİZ
'Perhiz' de yine tutmak'la ilgili Farsça bir sözcüktür. Kısaca "ictinab etmek/kaçınmak/nefsi bir şeyden alıkoymak" anlamına gelir.


Demek ki aynı olan kelime ve kavramların, aynı olmayan zihin­sel algı ve yansımaları vardır. Şöyle bir olay anlatılır; rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu, Elçibey'in davetlisi olarak Azerbaycan'a gittiğinde karşı­lamada biraz gecikme olmuş ve hemen apar topar binleri gelerek çok özür dilemiş; "Kusura bakmayın, birazdan Elçibey'in pezevenkleri gelip sizi alacaklar!" demişler. Oysaki bizde pezevenk çok kaba ve argo bir kavram olduğu halde, onlarda koruma görevlileri için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Başka bir örnek de şudur; Azeri dilinde "kârhane" fabrika, "Bîkar" da işsiz demekmiş. Yani bir Türkiye Türkü orada "Bekârlar için kerhane açmalıyız" dediğinde onlar bizim anladığımızı anlamaz. O dilde ''işsizler için fabrika kurmalıyız" demektir. Oysaki bizim ülkemizde öyle söylense çok kınanırlar.
Aynı fonetiğe, aynı işaret ve ses sistemine sahip olduğu halde, aynı kelime ve kavramlar, herkese aynı çağrışımı yapmayabilir ve herkes aynı manaları anlamayabilir. Bunun yanı sıra değer yargılarının farklı olmasından dolayı da farklı anlayışlar doğabilir. Mevlana, "Sen ne söylersen söyle, ne kadar anlatırsan anlat, bütün anlattığın karşıdakinin anlayabildiği ile sınırlıdır.” demiştir. Öyleyse Bilge gibi düşünmek gerekir ama bunu halkın anlayacağı şekilde anlatmazsak en önemli fikirler bile olsa havada kalır... Kısaca âlim gibi düşünüp, en cahilin bile anlayacağı şekilde ifade etmek esastır.
Yahu Temel! Sen karını sevmediğin halde sürekli ona; "Kanar­yam! Güvercinim! Tavus kuşum! Bülbülüm! deyip duruyorsun, neden? diye sormuşlar. Temel sinsice gülümseyerek; aslında ben ona 'kuş beyinli' demek istiyorum" demiş(!) Yani ne söylediğimiz kadar, onu hangi üslupla söylediğimiz de çok önemlidir. "Bazen kimin söylediği, önemlidir. Bazen de neyin söylendiği, önemlidir. Bazen ise ne zaman söylendiği daha çok önem arz ederken, bazen de nerede söylendiği, ön plana çıkar.
İyi/kötü, güzel/çirkin, doğru/yanlış, ödül/ceza, özgürlük, namus, adalet, eşitlik, vatan vs. gibi kavramlar izafidir (göreceIidir) ve değer yargılarına göre farklılıklar arz eder. Kelime ve kavramların, insanların zihin ve mana dünyasındaki izdüşümleri çok farklı olabilir. Kelimeler ve kavramlar, içine manalar sığdırılmış kaplardır. Manaların asıldığı askılıklar, duygu ve düşüncelerimizin ifade edilmesi için kullandığımız araçlardır. Tabiri caizse kelime ve kavram ifadeleri birer ceset, manaları da onların ruhu veya canı mesabesindedir. Kelimeler bir kabuk ve manalar bir öz mesabesindedir... Kelimeler, düşünce ve fikirlerimizin ifadesinde yararlıdır ama duyguları anlatmada yetersiz kalır hatta onları daraltır, boğarlar. Bu yüzden merhum Mehmet Akif bir şiirinde "Ağlarım ağlatamam; hissederim, söyleyemem; dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım!" der. Çoğu zaman ağzımızdaki dil yetersiz kaldığı için bedenimiz konuşur; jest ve mimikler devreye girer. Yani biz sustuğumuzda bedenimiz daha çok konuşur.
Dil, bir amaç değil araçtır. Dil sayesinde görünmeyeni görü­nür, soyutu somut hale getiririz. Zihnimiz ve eşya arasındaki sis per­delerini onunla aydınlatırız. Ancak kullanılan kelime ve kavramlar maksadı anlatmaz ise daha da anlaşılmaz kılabilir ve fikir anarşisine neden olabilir. Öğrenci dilbilgisi hocasına sormuş; - Hocam! Kelime olarak "Bazan" mı "Bazen" mi doğrudur? Hoca biraz düşünmüş;- Evlat! Bazan "Bazen", bazen de "Bazan" doğrudur demiş(!)
Yerinde ve zamanında, doğru üslupla kullanılmayan kelime ve kavramlar, görüntüyü netleştirmek yerine daha da bulandıran gözlük camlarına benzerler. Dil, Farsçada "gönül" anlamına gelmekle beraber bizde daha çok; duyu organı, ifade malzemesi, kelime ve kavramlar olarak anlaşılmıştır. Mevlana der ki, "Gönlü ve sözü bir olmayan kişinin yüz dili olsa bile o yine de dilsiz sayılır?' Biz farkında olsak da olmasak da "kelime ve kavramlar", hayatımızda o kadar önemli, etkili ve belirleyicidir ki bu konuyu ne kadar çok işlesek yeridir. Öyle ki "Dilin kemiği yoktur ama kemik kırar!" Hz. Ali'nin veciz ifadesiyle "Kişi, dilinin altında gizlidir?'
Kişilerin kavramlarını kazıdığınızda, o kişilerin manevi cevherini bulursunuz. Kelime ve kavramlar, her zaman bir şeyleri açıklamak için kullanılmaz, çoğu zaman da bazı şeyleri gizlemek, saklamak ve örtmek için kullanılır. Kavramlar, çok önemli belirle­yicilerdir. Eskiler bu konuya o kadar önem yüklemişler ki; "Üslub-u beyan, ayniyle insandırf demişlerdir. Yani bir kişinin kullandığı üslup, o kişiyi tanımlamada yeterlidir. "Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar da konuşa konuşa anlaşır? 'Yeter ki insan, konuştuğu kelime ve kavramları bilinçli şekilde ifade etsin ve konuşmalar "fikirlerin firarı" şeklinde olmasın. Shakespeare bir eserinde şöyle der; "Kelimeler uçuyor ama düşünceler yerde. Düşüncesiz kelimeler asla gidemez cennete. Anladım artık cehalet Allah'ın lanetidir. Bilgiden kanatlar tak, uçman için cennete
Bir maksada yönelik olmadan ve düşünmeden konuşan insanlar, düzensiz ses çıkaran çalgı aletleri gibidir. Yüksek sesle bağırarak konuşmak, çoğu zaman karşıdaki kişinin seni duymasını engeller. Ama soylu bir maksada yönelik, uygun bir ses tonu ve üslupla, özenle seçilmiş kelime ve kavramlarla konuşmak; bezgin insanları hayata bağlar, ümitsize ümit bahşeder ve adeta kurumuş çorak toprakları yemyeşil bir vadiye çevirir. Hele faziletli, özü-sözü bir âlim zatın ağzından çıkan güzel kelime ve kavramlar, petekten süzülen baldan daha tatlı ve değerlidir. Karşıdakini büyüler ve ruhuna şifa olur. Ayrıca "Talebe ne kadar dikkatli dinlerse, hoca da o kadar hikmetli söyler.?'
Bir bilge, öğrencilerini hayata hazırlarken şu dersi vermiş; "Çocuklar! Bir kişinin konuşmasına ve anlattıklarına bakarak o kişi ve zekâsı hakkında fikir ve kanaat sahibi olabilirsiniz!' demiş. Öğrenciler; "Ama hocam! Kişi hiç konuşmazsa nasıl anlayacağız?" demişler. Bilge Hoca gülümseyerek; "O kadar zeki insan yoktur!" demiş... Buradan anlıyoruz ki, "Dil, aklın ayak izidir?' İnsanların ne söylediklerini dinlemeden ne düşündüklerini de anlayamayız. Yani dil, düşüncenin teni ve gövdesidir.
Sadi Şirazi der ki "İki şey ruhu karartır; konuşmak gerekirken susmak, susmak gerekirken konuşmak" Eskiler de der ki, "Kelamın fıdda (gümüş) ise sükûtun olsun zehep (altın)! Kemal ehli kemalatı sükût ile buldular hep!" Yani konuşman gümüş ise susman altın olsun! Sükûtun(susmanın), altın olduğu yer ve zamanlar olduğu gibi ihanet ve zulüm olduğu yer ve zamanlar da vardır... Müziği meydana getiren sadece sesler ve notalar değildir, aynı zamanda sesler ve notalar arasındaki ahenkli ve bilinçli esler/sessizliklerdir. Yani "Ses ve es" birlikte armoniyi oluştururlar.
“Söz, ilaç gibidir; gereği kadar olanı şifadır; yaşatır, fazlası hasta eder veya öldürür!' Bir vecizede denir ki; "İnsan, sesini söze, sözünü sözcüğe, sözcükleri sözlüğe, sözlüğü yazıya, yazıyı resime, resimi müziğe, müziği notaya, notayı sanata, sanatı savaşa ve savaşı da sanata dönüştürebilir?' Çok konuşmak demek, çok bilgili olmak ya da çok şey anlatmak demek değildir. Ehli hikmete göre "Akıl arttıkça söz azalır ve daha tasarruflu kullanılır.?' Argoda da şöyle denir; "Etkili bir konuşma tıpkı mini etek gibidir; dikkat çekecek kadar kısa ve esası örtecek kadar da uzun olmalıdır?' Bu yüzden konuşma metni hazırlanırken çok emek sarf edilmeli ve Platonun dediği gibi; "Her hitabe (konuşma), canlı bir varlıkmış gibi hazırlan- malıdır. Her konuşmanın bir başı, gövdesi ve ayakları olmalıdır. Ayrıca bütün parçalar, bir birine ahenkli bir şekilde bağlanmalıdır?' Ayrıca konuşurken kişinin kendisini ve muhataplarını ciddiye alması, en önemli hususlardandır.
Ünlü bir pazarlama uzmanı ve eğitimci, çok uzaklarda bir yere konferans vermek üzere davet edilmiş. Anlatacağı konuyu gayet ciddi bir şekilde hazırlamış, söylenen yer ve zamanda konferans yerine ulaşmış. Çantasını açmış, notlarını kürsüye koymuş ve konuş­maya geçmiş. İşin ilginç yanı ise kocaman salonda dinleyici olarak sadece bir kişi varmış. Ama profesyonelliğin gereği, hiç istifini boz­madan konusunu o dinleyiciye gayet muntazam bir şekilde anlat­mış. Konuşmasını bitirdiğinde, dinleyen beyefendi ayağa kalkmış, nezaketle alkışlamış. Konuşmacı, çantasını toplamış tam gidecek­ken, onu dinleyen beyefendi ona yönelerek demiş ki; "Efendim! Sizden sonraki konuşmacı da benim! Lütfen siz de beni dinler misiniz!?)
Konuya dair bir fıkra da bizim topraklarda anlatılır. Bir gün hoca, vaaz etmek için uzak bir köyün camisine gitmiş. Bakmış ki camide sadece bir kişi var başka kimse yok. Hocanın canı sıkılmış ve bütün anlatma şevki kaçmış. Ama yine de oturan adamın fikrini almak isteyip sormuş; -"Efendi! Sence ben hazırladığım bu vaazı anlatmalı mıyım?" Adam, toparlanmış ve demiş ki; -"Hocam! Ben bu köyün Seyis'iyim (yani at bakıcısı), senin işlerinden anlamam. Ama ben çiftliğe gitsem baksam ki bütün atlar kaçmış, sadece bir at kalmış, onu yine de beslerim!' Hoca, bu cevabı çok bilgece bulmuş ve anlatması gerektiğini anlamış. Başlamış vaaz etmeye. Tam iki saat boyunca anlatmış. Sonunda takdir bekleyen bir eda ile Seyis'e dönüp; "Efendi! İyi oldu mu?" diye geri bildirim istemiş. Seyis, aynı bilgelikle şu cevabı vermiş; "Hocam! Başta dedim; ben bir Seyis im, bu işlerden pek anlamam, fakat ahıra gitsem baksam ki bütün atlar kaçmış sadece bir at kalmış. Onu beslerim ama yemin tümünü de ona asla yedirmem!" Tabii bizim hoca mosmor olmuş...
Konfüçyüs'e öğrencileri bir gün şu soruyu sormuşlar; "Eğer bir ülkede yönetici olsaydınız ve elinizde yeterli kudret bulunsaydı, ilk olarak işe nereden başlardınız? Konfüçyüs cevap vermiş; "Kuşkusuz ilk olarak dili düzeltirdim. Yani kavramların doğru kullanılmasını sağlamaya çalışırdım!' Bu cevap üzerine öğrenciler şaşırmışlar ve cevabı basit bularak dudak bükmüşler; "Niçin böyle bir şey yapar­dınız?" demişler. Konfüçyüs şu açıklamayı yapmış; "Çünkü eğer dilde bozukluk varsa, söylenen şey söylenmek isteneni anlatmaz. Eğer söylenen, istenen anlamı yansıtmazsa yapılması istenen şey yapılmaz. Eğer istenen şey yapılmazsa ahlak ve sanat bozulmaya uğrar. Eğer ahlak ve sanat bozulursa, adalet doğru yoldan çıkar. Eğer adalet doğru yoldan çıkarsa, halk çaresiz durumlara sürüklenir. Sonunda söylenen söz hakkında doğru karar verme fırsatı kalmaz. Böyle bir durumu önlemek, her şeyden önemlidir!'
Konfüçyüs'e göre; "Bir kavmi bozmak, onların dilini (kelime ve kavramlarını) bozmakla mümkündür!' Mefhumun muhalifinden (tam tersinden) hareket edecek olursak şöyle diyebiliriz; Bir toplu­mu düzeltmek, sanatı, hakkı ve adaleti ikame edebilmek için önce­likle dilin (kavramların) doğru kullanılmasını sağlayarak işe başla­malıyız. Şair Yahya Kemal'in ifadesiyle; "Türkçemiz, ağzımızda anamızın sütü gibi helal ve güzel 'olmalıdır!' Dil veya lisan, insanı diğer canlılardan ayıran en önemli unsurlardan biridir. Hatta bazılarına göre insanı tanımlayacak kadar değerli ve ayırt edici bir unsurdur. Onlara göre; "İnsan konuşan hayvandır!' "İnsanlar kelime ve kavramlarla idare edilir, hayvanlar ise yularlarıyla. Kuşlar ayaklarından ve tuzaklar kurularak yakalanır, insanlar dilleriyle." Halk deyişiyle; "Bana benden olur her ne olursa. Başım rahat olur dilim durursa." "Ah dilim! Seni dilim dilim dileyim, başıma her ne gelirse senden bileyim." "Bülbülün çilesi, dilinin yüzündendir!'
İnsan hem kendisini hem dış dünyasını doğru ifade edebil­mek için kelime ve kavramlara muhtaç yaratılmıştır. Konuşmak ve iletişim kurmak, ekmek su gibi zaruri bir ihtiyaçtır. Rus Çar'larından birinin yeni doğan bebekler üzerinde vahşice bir deney yaptığı anlatılmaktadır. Deneyin konusu ise; 'acaba hiç kimse konuşmazsa bebekler, nasıl bir dil konuşacaklar?' Bu deneyde bebeklerin her türlü fiziki ihtiyacı karşılandığı halde; iletişim, sevgi, dokunma, okşanma ve konuşma ihtiyaçları karşılanmadığı için bir süre sonra vahim bir şekilde öldükleri tespit edilmiştir...
Düşünce ve dünya görüşünde birlik olmayınca dilde birliğin olması da beklenemez. Aynı şekilde inançta ve kavramlarda birlik sağlanmayınca eylemlerde de birlik düşünülemez. "Aynı dili konu­şanlar değil aynı duygu, inanç ve düşünceleri paylaşanlar anlaşa­bilirler!' Kelime ve kavramlar, insan hayatında öylesine önemlidir ki, attığımız her adıma nasıl dikkat etmemiz gerekiyorsa, söylediğimiz her söze de dikkat etmemiz gerekiyor. Çünkü sarf edilen sözler; memeden çıkan süt, yaydan çıkan ok ve kaynağından çıkan ırmak gibi geriye dönmez. Geride pişmanlıklar ve hasretler bırakırlar. Niçin söyledim diye pişmanlık duymamak için neleri nasıl söylemeliyim diye zaman ayırmak daha akıllıcadır.
Dil ve düşünce iç içedir. Öyle ki sonuçta dil, düşünmenin bir vasıtası olmuştur. Ana dilimizden cümleler kurarak düşünürüz. Bir lisan, aynı zamanda o milletin manevi mirasını ve dünya görüşünü de içinde saklar. "Dil bir milletin ses ve söz dünyasıdır, kelime ve kavram gezegenidir. Kendi dilini çok iyi bilmeyenler, başka dilleri zaten anlayamazlar!'
Dil ve konuşmanın önemi o kadar büyüktür ki, bazı filozoflar; "savaşların, insanlarla kader arasında değil, insanla kelimeler arasında olduğunu" savunmuştur. Bir ülkenin kanunlarının çiğnenmesinden sonra en büyük suçun, o ülkenin dilinin çiğnen­mesi olduğu kabul edilmiştir. Çünkü biliyoruz ki, "İnsanın ruhu gibi toplumun ruhu da dilde kendini gösterir. Dil, insan düşünce ve zekâsının, toplum karakterinin ve ortak aklının bir parçasıdır!' Bazıları o kadar ileri gitmişler ki, "Arşimet'in manivelası da neymiş! Bana mükemmel bir lisan verin; doğru zaman, mekân ve doğru tonda kullanılan kelime ve kavramları getirin, ben dünyayı yerinden oynatayım ve yepyeni medeniyetler kurayım..." demişlerdir.
Kelime ve kavram olarak "evet" veya "hayır", söylenmesi çok kolay iki kelime olduğu halde nikâh masasında; "evet" diyen nice çiftlerin hayatı, yıllarca zehir olmuş veya mutlu geçmiştir. Öyleyse kelime ve kavramları kullanırken (özellikle evet veya hayır derken) azami dikkat etmek gerekir. "Sözde, sihir olduğunu" her aklı başında insan bilir ve kabul eder. Kelimeler, kavramlar ve üslup, başka bir ifadeyle dil ve söyleniş biçimi, o kadar önemli ve etkilidir ki, Anadolu'da; "Oha var öküz durdurur, oha var zelve kırdırır!" derler. Yunus ise bunu daha veciz olarak şöyle ifade etmiştir; "Söz ola kese savaşı. Söz ola kestire başı. Söz ola ağulu aşı, bal ile yağ ede bir söz."
“Acaba dil mi insanı şekillendirir, yoksa insan mı dili şekil­lendirir?" Sorusu tarih boyunca insanların zihnini meşgul etmiştir. Tabiî ki bu çift taraflı bir süreçtir. "Hem insan dili şekillendirir, hem de dil insanı şekillendirir!' Genel anlamda da ise hem insan, çevreyi hem de çevre, insanı etkiler ve şekillendirir. Bu bir döngüdür. Ermeni asıllı dilci Agop Dilaçar'a göre; dile şeklini veren biz değiliz, aksine o bizi şekillendirmektedir. Milletleri kan ve ırk bağından daha çok dilleri ve kavramları bir arada tutar. Yine şöyle der; "Dilin üzerimiz­deki etkisi, hepimiz için geçerli olan düşüncelerden ve doğrulardan çok daha güçlü dür. Dili önce biz ana sütü emer gibi özümleriz, sonra da bütün hayatımız boyunca hazır bulduğumuz bir sermaye gibi tüketiriz."
İnsan; aklı, iradesi, zekâsı, dili ve kavramları sayesinde diğer varlıklardan ayrılır. Bazı toplum mühendisleri, tarih boyunca kelime ve kavramların genleriyle oynayarak insanları yanıltmış, onlarla alay etmiş ve yaşantılarını ifsat etmişlerdir. Ziya Paşa her ne kadar; "Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz. Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde." diyorsa da bu söz, tam olarak gerçeği ifade etmez. Zira konuşmak insan ruhunun ve içinin bir yansımasıdır. Bir kapta ne varsa sonuçta dışarıya o çıkar.
Nice güzel konuşmalar ve sözler vardır ki, en kıymetli mücevherlerden daha kıymetli, yıldızlardan daha parlaktır. İnsanın bezgin ruhunu dinlendirir, kışını bahara çevirir. Müzede sergilenen ama kullanılmayan eşyalar gibi vücudumuzda asılı duran duyguları titretir, depreştirir, tetikler ve harekete geçirir. İnsanı şenlendirir, ümitlendirir, gücüne güç katar. Ona kutsal bir yol ve amaç göster­mek suretiyle dopdolu yaşamasını sağlar. Savaş açtırır veya savaş­tan vaz geçirir... Söylenenler sevgilinin sözleri ise; sorgulanmaz, kulaktan izin almadan doğruca kalbe gider ve oradan tüm vücuda hatta etrafa yayılır...
Evet, "Sözde sihir vardır?' Bazen insan kendisini, yağmurlu bir güne rastlamış fukara cenazesinde gibi yalnız hissettiğinde, duyduğu birkaç samimi söz, onu gitmek istediği yere kadar götürür. O sihirli kelime ve kavramlara biner geçmişe ve geleceğe yolculuklar yaparsınız...
Ağzımız bize yalnızca yemek yememiz için verilmemiştir. Sh: 17-28
****************
HAYATTA BÜYÜK ENGELLER YOKTUR SADECE BASİT AMAÇLAR VE KÜÇÜK HEDEFLER VARDIR
(Amaç ve Hedefler Üzerine)
“İnsanın hayatını kaybetmesinden daha tehlikeli ve acı verici bir şey vardır; o da hayatın anlamını kaybetmek!" Hayatın anlamını kaybetmek demek, bir inançtan, amaçtan ve bu amaca hizmet eden hedeflerden yoksun olmak demektir. Gençlerin kutsal bir amaçtan yoksun yaşamaları, bir millet için büyük bahtsızlıktır. Zira gençlerin amaçtan yoksun olmaları demek, o milletin geleceğinin olmaması demektir. Kutsal bir amaç ışığında hayatı devam ettirmek, aklı başında her insanın en temel ihtiyacı ve görevidir. Her insanın bir yol haritası ve yön çizgisi olmalıdır. Bu yol haritasında, belli yer ve zamanlarda ulaşılması gereken hedefler ayrıca yer almalıdır.
Dünyanın en güçlü insanları, amacı olan ve önemli bir hedeflere kilitlenen insanlardır. Çünkü amacı olan insanların, yaptıklarının veya yapmadıklarının altında amacının rengi, kokusu ve tadı yani amacın gücü vardır. "İnsanın ne kadar güçlü olacağını, amaçları ve ne kadar çok şiddetle istediği belirler?' Nasıl ki, "Dünyayı sel alsa ördeğe vız gelir!' diye düşünüyorsak, amacı ve hedefleri olan insanların da bu amaçtan aldıkları güçle çoğu engelleri aşacağını biliriz. Çünkü amaçlar aynı zamanda kendisini gerçekleştirmek için kişiyi zorluk ve engellere karşı donanımlı kılar. Bir Çin atasözünde; "Nereye gideceğini bilen, güçlü amaçları ve hedefleri olan insanlara yol vermek için, dünya bir kenara çekilir ve ona yol verir!' denir.
"Hayatta büyük engeller yoktur, sadece basit amaçlar ve küçük hedefler vardır!' Konfüçyüs'ün ifadesiyle; "Derin olan kuyu değil, kısa olan iptir!' diye düşünmek, insanı daha aktif ve azimli kılar. Bir insan engellere bakarsa hedefini göremez, hedefe kilitlenirse de engelleri göremez. Meşhur âşıklardan Mecnuna sormuşlar: "Sen kimsin, adın ne, kimlerdensin?" "Leyla!" demiş. "Nerelisin?'' demişler. "Leyla!" demiş. "Nereden nereye gidiyorsun?" demişler. "Leyla!" demiş... "Yahu biz sana ne soruyoruz sen bize ne cevap veriyorsun?" demişler. Mecnun ona da "Leyla!" diye karşılık vermiş... İşte "bir hedefe kilitlenme" diye buna denir. Yani baktığı her şeyde onu görmek ve kendisini onun için yok edebilme fedakârlığına sahip olabilmek... Bu yüzden amaç ve hedeflerin, insanın hayatından daha kıymetli olması lazımdır. Bir kadın, bir mevki, bir meslek, maddi bir kazanç gibi şeyler, amaç olma yüceliğinden uzaktırlar. Bunlar dünya hayatının geçici zevkleriyle alakalıdır. Oysa kutsal bir amaçla yapılan yolculuk ahrette de devam eder...
İnsanların amaçları, hayvanların ise istek ve arzuları vardır. Ne yazık ki kaderci insanlar, amaç belirleyemezler. Amin Maalouf, kaderi ve kaderci insanları anlatırken şöyle diyor; "Bir yelkenli için rüzgâr neyse, kader de bir insan için odur. Dümen başındaki insan rüzgârın nereden ve ne şiddette eseceğine karar veremez ama kendi yelkenini yönlendirebilir. Bu da kimi zaman inanılmaz derecede fark eder. Aynı rüzgâr deneyimsiz ya da ihtiyatsız ya da yanlış karar veren bir denizciyi felakete sürüklerken bir başkasını sakin bir limana ulaştıracaktır..."(Ölümcül kimlikler, sh:84, yky, Ocak 2002, İstanbul)
Her insan, amacıyla değer kazanır veya kaybeder. Biz Müslümanlar için bu amaç;"Yeryüzünden fitne ve zulüm kalkıp; tamamen hak ve adalet, insan onuruna yakışan bir yaşam hâkim oluncaya kadar meşru ölçüler içinde mücadele edip, yalnızca Allah'ın rızasını gözeterek son nefesimizi Allah'a teslim olmuş müminler olarak vermektir!' Bu kutsal mücadelenin diğer bir ifadesi; insan ile onurlu yaşam arasındaki engelleri kaldırma ve herkese özgür iradesini kullanma imkânı sağlama çabasıdır. Bunun İslami literatürdeki adıda cihat'tır. Cihat çoğu insanın sandığı gibi sadece "kılıç kalkan ekibiyle yapılan kan ve barut kokan bir eylem" değildir. Cihat, insan ile insani özgürlükler arasındaki engelleri kaldırıp, vahiyle insanı buluşturma gayretidir. Bu ise göz ile ışığı buluşturma çabası gibidir. Başka bir ifadeyle, Allah ile insan arasındaki engelleri, yok etme mücadelesidir cihat! "Hayat iman ve cihattan ibarettir."
Ünlü Psikiyatrisi Victor E. Frankl, yaşamın gayesini anlatırken şöyle diyor; "Yaşamın anlamı insandan insana, günden güne, saatten saate farklılık gösterir. Bu nedenle çok önemli olan, genelde yaşamın anlamından ziyade belli bir alanda bir insanın yaşamının özet anlamıdır... Sorunu genel terimlerle ortaya koymak bir satranç şampiyonuna sorulan şu soruyla kıyaslanabilir; "Söyleyin ustam, dünyadaki en önemli hamle nedir? Bir maçtaki belli bir durumdan ve rakibin özel kişiliğinden bağımsız en iyi bir hamle diye bir şey yoktur. Aynı şey insanın varoluşu için de geçerlidir. Kişinin soyut bir yaşamın anlamı arayışına girmemesi gerekir... Herkesin yaşamında özel bir mesleği veya uğruna çaba harcanacak bir misyonu, yerine getiril­meyi bekleyen somut bir görevi vardır. Ne onun yeri değiştirilebilir ne de yaşamı tekrarlanabilir. Bu nedenle herkesin işi, bunu yürütmeye yönelik özel fırsatları kadar eşsizdir"... (V.Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, sh. 103, mart 2000, Ank., öteki psikoloji y.)
Başka bir ifadeyle amaç; insanın yaratılış gayesi ve yaşama sebebidir. Amaçlar, dinlere ve ideolojilere göre değişiklik arz eder. Hatta ne kadar din ve dünya görüşü varsa o kadar da amaç vardır diyebiliriz. Amaç bir yol haritası veya bir yön çizgisidir. Hedef ise ölçülebilir "somut" alt amaçlardır. Hedeflerin en temel özellikleri şunlardır: Sarihtir (çok açık ve nettir), ölçülebilir niteliktedir, mantık­lıdır, uygulanabilir özelliktedir, tarih ile sınırlıdır, zamanı bellidir. Mesela "doğuya gitmek" bir amacı ifade ediyorsa, bu yolculuk sürecinde; belli zamanlarda, belli yerlerde, amaca uygun bilinçli eylemlerde bulunmak ve bunu zamanla sınırlamak hedefi ifade eder. Bu süreçte "doğu" hiç bitmez, ömür boyu sürer. Yani vardığınız yerden daha ötede yine doğu devam eder.
Amaç, kesintisiz bir süreç ifadesidir. Amaç, varılması gereken bir durak değil bir yolculuk biçimidir. Kabir kapısında biter ancak. Her insana saatten önce bir pusula lazımdır. Bu pusula bir amaç ifadesidir. Eğer gitmek istediğin bir yön varsa; zamanın, mekânın ve imkânların bir anlamı ve önemi vardır. Amacı olmayan insanların çoğu pervasız şekilde "zaman öldüren insanlardır."... Bir hemşirenin, "Ben iyi bir sağlık elemanı olacağım." demesi bir hedef değil, bir temennidir. Ama aynı hemşirenin, "Ben falan mahallede, 50 bebeğe, bir hafta içinde, kızamık aşısı yapacağım" demesi ve uygulaması bir hedef ifadesidir. Çünkü hem açık, hem ölçülebilir, hem mantıklı hem uygulanabilir ve hem de zamanı bellidir. Amacı olmayan bir insan, akrebi olmayan bir saate benzetilebilir. Yelkovanın varlığı nasıl ki akreple anlam kazanıyorsa, insanın değeri ve varlık sebebi de onun amacıyla değer kazanmaktadır. Siz bir seyahat şirketi bürosuna gidip sadece "Bana bir bilet lütfen" der misiniz? Demezsiniz, mutlaka biryer ve zaman belirtirsiniz.
"Nereye gideceğini bilmeyen gemiye, hiçbir rüzgâr fayda vermez... Nereye gideceğini bilmiyorsan, gittiğin yerin de bir önemi yoktur... Ne aradığını bilmeyenler, bulduklarının ne olduğunu anla­yamazlar... Her arayan bulamaz, ama bulanlar, mutlaka arayan­lardır... Amaçlar, yıldızlar gibidir, onlara hiçbir zaman ulaşamayız, ama bize daima yol gösterirler. Nerde bulunduğumuzu ve buradan sonra hangi yere gideceğimizi onlara bakarak anlayabiliriz...’' Eğer bir amacın varsa ve bu amaç uğruna mücadele edebiliyorsan varsın. Ömür devam ettiği sürece amaç da devam eder. Ama insanın amacı yoksa hükmen ömrü bitmiş, fakat uzatmaları yaşıyor demektir. Yani amaç biter ama ömür bitmezse bu yaşam artık bir eziyete dönüşür... Ancak amacı olan insanlar riskleri göze alma cesaretini gösterirler. "Kaplumbağa bile kafasını kabuğundan çıkartıp risk almadıkça ilerleyemez" Ayrıca bizler mütevazı olalım, ama amaç ve hedef­lerimiz asla mütevazı olmamalıdır. Yüce amaç ve hedefler, kişiyi hep ileri ve yukarı götürür. Bu yüzden sık sık amaç ve hedeflerimizi gözden geçirmeli ve onları güncellemeliyiz.
Her insanın bir kahramanı vardır. Siz de en azından çocukla­rınızın doğal kahramanlarısınız. Çocuklarınız ve aileniz sizi örnek alır ve sizden etkilenir. Zira "Keçinin geçtiği yerden oğlak da geçer.” Bu açıdan bakıldığında hepimiz her an bir vitrindeyiz. Hem ayıplarımız hem de maharet ve faziletlerimiz etrafça gözlemlenir. Sarımsak veya portakal gibi kokarız. Yani demem o ki, biz amacımıza hizmet edersek, bizim dışımızdakiler de ona hizmet eder... Ne yazık ki, inançsız, anlamsız ve amaçsız bir hayat tercihi yüzünden beşikle gelen nice muhteşem özellik ve güzellikler hiç kullanılmadan, jelatini açılmadan tekrar tabutla geri sahibine iade edilmektedir. Bu bir kaynak israfıdır, vebaldir.
Nasıl ki taş ve topraktan yapılmış evleri; sevgi, paylaşmak, fedakârlık ve aile bağları, bir yuva haline getiriyorsa... Nasıl ki selüloz ve kâğıtları; manalı yazılar, kitap haline getiriyorsa... Ruh ve beden-den olan adamı da; inanç, amaç ve anlamlı yaşantı, insan haline getirir... "Atımızı elimizden alabilirler ama yolumuzu asla alamazlar.” Bu yol, bizim gayemizi ifade eder. 'Atı zorla suya götürebilirsiniz ama zorla su içiremezsiniz" Yani maddi araçlara belki hükmedilebilir ama senin amaç ve inançlarına asla hükmedemezler. Onları ancak sen, değiştirebilirsin... Bazı şeyler vardır ki alınamaz, onlar sadece verilebilir. Onlardan siz vazgeçmezseniz, onlar asla sizden vazgeçmez. Tıpkı inançlarınız, amaçlarınız ve hedefleriniz gibi...
“Hayatımızın kalitesini amacımız ve tercihlerimiz belirler. Bugün nasıl bir hayat yaşadığımızı, çoğunlukla dünkü tercihlerimiz belirledi. Yarın nasıl bir hayat yaşayacağımızı da bu günkü tercih­lerimiz belirleyecektir..." Bir amaçtan yoksun insanlar, hayatta avare kasnaklar gibi hiçbir işe yaramadan döner ve nereye gideceği belli olmayan kedi-köpek yavruları gibi menzilsiz bir şekilde dolaşır dururlar. Yada ormandaki filler gibi yer, içer, semirir, ürer ve bir ağaca yaslanır ölürler... Ne hazin ve acıklı bir son! "Kim ki yaşam gayesini bilmedi - Sanki dünyaya gelmedi!"
"Amaçların kudreti inkâr edilemez. Bir damla suda bulunan kudreti gözle göremeyiz ama bir damla su bir taşın kovuğuna girer ve orada donarsa taşı çatlatır. Yine böyle bir su buhar olursa en kuvvetli motorların pistonlarını işletir... Bütün mesele onların içindeki gizli kuvveti ve kudreti harekete geçirerek olayı tetikleyebilmektir!' Varlık nedenimizi, amacımızı, hedeflerimizi, planlarımızı, projelerimizi ve doğru-yanlış cetvelimizi, bir çırpıda yazacak kadar net bilmiyorsak boşluktayız demektir. Kişinin kendi amaç, hedef, ilke ve planları olmazsa; planı ve amacı olanların piyonu olurlar. Onların hedeflerine ulaşmalarında, atlama taşı durumuna düşerler. Kural şudur;"Orga­nizeli, planlı, amaçlı ve çalışkan azınlıklar, böyle olmayan çoğunluk­lara her zaman hükmederler!' Doğru düşünen tembel çoğunluklar, yanlış düşünen ama çalışkan azınlıkların her zaman hizmetinde olmuşlardır. "Pasif iyiler, aktif kötülerin maskarasıdırlar!'
İdealleri ve güçlü hedefleri olan insanlar, mıknatıs gibidir; doğal bir çekim güçleri ve manyetik alanları vardır... İnsanlar, her zaman nereye gittiğini bilen, kararlı ve amaçlı insanları takip etme eğilimi gösterirler. Aslan için diş, kuş için kanat, balık için yüzgeç ne ise insan için de inanç ve amaç odur, hatta daha da önemlidir. Bir Çin atasözünde der ki; "Sadece ölü balıklar, akıntı istikametinde yüzerler!' Amaçsız insanlar, rüzgârın önünde savrulan yapraklara veya suyun üstündeki saman çöplerine benzerler.
Arkadaşlarla ana caddelerde gezerken, eğer muzipliğim üstümdeyse, trafik lambalarına rastladığımızda ve yeşil ışık yanı­yorsa, onlara bir espri yapıyorum; "Arkadaşlar! Yeşil ışık yanıyor, zayi olmasın; haydi karşıya geçelim!'1 diyorum. Hem neşelenip gülü­yoruz. Aslında bu espriden hareketle; "hayatın amacı ve kalitesi" konusunda ciddi bir sohbet imkânı buluyoruz. "Hayat amacı”, o kadar önemlidir ki, bu amaç insanın iç ve dış dünyasına rengini, kokusunu ve tadını verir. Dışardan dikte edilemez. Mutlaka insanın kendi iç benliğinde, kalbiyle ve kafasıyla kabullenmesi gerekir. "Hayat amacımızı 'Google'dan öğrenemeyiz."
Amaç ve insan ilişkisi; balıkla su ilişkisi gibidir diyebiliriz. Nasıl ki, balık suyun dışında yaşama şansına sahip değilse insan da hayat amacından bağımsız yaşama lüksüne sahip değildir. Amaç, insan olmanın kaçınılmaz gereği ve sonucudur. Amaçsız bir hayat nebati ve behimi (bitkisel ve hayvani) dir. Kaldı ki bitki ve hayvanlar da amaçsız yaratılmamışlardır. Yaratılan her şeyin, mutlaka bir görevi, fonksiyonu ve yaratılış amacı vardır. İnsanı ve hayatını anlamlı veya anlamsız hale getireceği için “amaç" çok önemlidir. Çünkü amaç, insana yaşamı boyunca rehberlik eder ve yol gösterir. "Amaç; manevi bir navigasyon cihazıdır."
Kabirden ötede ibadet değil hesap ve ceza dönemi olacaktır. Artık orada perdeler kalkacağı için cennet ve cehennem, kendini gösterecektir. Halk arasında çok kullanılan "Dünyada mekân, ahirette iman" sözünü doğru okumak lazımdır. Burada kastedilen; ahirette iman ve ibadet, fayda verecektir manasındaysa bu söz doğrudur. Yoksa orada insanların iman edip etmeyeceği bahis mevzuu değildir. Orada zaten iman etmekten başka çare yoktur. Belki bu sözün doğrusu "Dünyada iman, ahirette mekân"olmalıdır.
Hayatın kalitesi; inanç, amaç, güven ve ümitle doğrudan alakalıdır... "Kuraklığın hüküm sürdüğü bir zamanda köy sakinleri, yağmur duasına çıkmaya karar vermişler. İçlerinden sadece bir tanesi yanına şemsiye almış. İşte bu İnanç'tır... Babalar bebeklerini havaya hoplatır, çocuklar buna gülmekten bayılırlar. Yere düşeceklerini akıllarına bile getirmezler. Çünkü babaları onları tutacaktır. İşte bu güven'dir... Hiçbirimizin yatağımıza girerken, ertesi gün uyanacağımıza dair bir garantisi yoktur. Aynı zamanda bir yola çıkarken, oraya varabileceğimize dair bir teminatımız da yoktur. Ama yine de ertesi gün ve varacağımız yer için planlar yapmaktan geri kalmayız. İşte bu Ümit'tir..." Eğer bir insanda inanç, amaç, güven ve ümit varsa yaşamı kaliteli olma yolundadır..."
Yaklaşık 300 milyon spermin arasından birinci seçilip de amaçsız bir hayat sürmek bize hiç mi hiç yakışmaz. "Hayatın amacı, amaçlı bir hayat yaşamaktır.” Müslümanın hayat amacı; "Sadece Rabbimizin rızasını kazanmak için ona ibadet etmek, dolayısıyla da kul hayatı sürerek, diğer insanlara da faydalı olmaktır. Yani yeryü­zünden fitne kalkıp, adalet hâkim oluncaya kadar mücadele etmektir'.'Zna Yüce Allah bizi surat koleksiyonu olarak yaratmadı.
“De ki: "Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir." (Enam 162)
Sh: 109-116

Kaynak: Mustafa Sevinç, Karanlıkta Renkler Yoktur (Mumyalanmış Manalar) Asitan-2013, Sivas


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar