Print Friendly and PDF

BABAM /ANNEM BENİ ANLAMIYOR DİYEN GENÇLER İÇİN




!!!!!!!!!!!Okuyun!!!!!!!!!!!
 “En anlamsız, en işe yaramaz kurallar bile kendi savunucusunu yaratır.”
(Bob Franklin)
Dünya sürekli bir değişim içinde. Değişmeyenler tutu­namazlar oldukları yerde. Değişmeyen, eskimeyen hiçbir olgu, hiçbir yaşama biçimi yoktur. Bu değişime ayak uyduramayanlar zaman içinde ya yok olurlar ya da önemini yitirir­ler. Bu yüzden yeniliklerden yana olmak, onlardan yana tavır koymak yaşamsal zorunluluk haline gelmiştir. Bilginin çok hızlı bir biçimde çeşitlendiği, çoğaldığı ve de eskidiği günü­müzde bu gerçekler bizi yeni bir tavır, yeni bir konum alma­ya götürmelidir. Gençleri geleceğe hazırlamak, onların gü­venle yaşama sarılmalarını sağlamak, çağın beklentilerine yanıt verecek bilgi ve beceri donanımlarına sahip olmaları için ortamlar yaratmak, eğitim daha doğrusu tüm yetişkin­lerden beklenilmeli. Eğitim kurumlarının amacı üstün nite­likli insan yetiştirmek, insan kaynaklarını verimli bir şekilde kullanmak, toplumsal huzuru, kalkınmayı sağlamaktır.
Çağdaş eğitimin olanaklarından yararlanarak ülkenin kay­naklarını en verimli şekilde kullanıp çağdaş insanı yaratmak çağdaş toplumun en öncelikli görevi haline gelmiştir. Olum­suzlukların kaynağını kime sorsanız sistemde olduğunu söy­leyecektir. Sıkıntı sistemde değil, sistemi işletiş biçiminde, sistemi işletecek olgunlukta olmayışımızda yatmaktadır
Sistemlerin birinin ötekine üstünlüğü vardır elbette, çağa uygun olanı, eskimiş olanı; önemli olan sistemi işletebilmek ve onun zamanla eskiyen yönlerini yenileriyle değiştirmek­tir.
Nitelikli insan yetiştirmek için öncelikle eskimiş basmakalıp bilgilerle gençlerimizi oyalamaktan, ezberciliği bir eği­tim yöntemi olmaktan çıkararak işe başlamalıyız. Bu yöntem­lerle yaratıcı, üretici insan yetiştirmenin olanaklı olmadığını bugüne kadar hep yaşadık; olumsuzlukların yarattığı çatış­malar beraberinde irdelemeyi, sorgulamayı getirdi, bir şeyle­rin yanlış gittiğini anlamamızı sağladı. Şimdi sıra sağlıklı yaklaşımlar, tavırlar sergilemede.
Gençlere yapılan her türlü yatırımın ülkenin geleceğine, insanlığın geleceğine, barış ve huzurun egemen olacağı bir dünyanın kurulmasına yatırım olacağını bilmeyen yoktur. Fakat önemli olan bunu yaşama geçirmektir.
Bu bir birikim, bu bir olgunluk işidir. Bu konuma gelmek için kapalı kapıları aralamak zorundayız. Elbette toplumun genel anlayışına direnmek kolay değildir. Gelenek haline gelmiş birçok tutumumuzun doğru veya yanlış farkında bile değiliz.
Dünyadaki gelişmeleri, esintileri dikkatle izlemeliyiz, belli bir hıza ulaşabilmek için rüzgârı arkamıza almamız ge­rekmektedir. Rotamız belli değilse, hangi limana gideceği­mizi bilmiyorsak hiçbir enerjinin hiçbir gücün bize yararı olmaz. Boşa oyalanmak, sahip olduğumuz enerjiyi boşa har­camaktan başka bir şeye yaramaz. Planlı programlı olmak çağın gereğidir. İnsan kaynaklarını başka türlü yerinde kul­lanma olanağına kavuşamayız.
Geleneklerimizin iyisi de, eskimişi de yanlışı da kolay ko­lay yaşamımızdan çıkmıyor. Bu bir şeyin iç yüzünü bilme­den, onun ya yanında ya da karşısında yer almaktan kaynak­lanıyor. Yüzleştiğimiz her olguyu irdeleyerek, sorgulayarak yaşamın gerçeğini yakalayabiliriz. Buna göre organize olabili­riz, savunduğumuzu da karşı çıktığımızı da bilerek yapar ve kazançlı çıkarız.
Çağın yükselen değerleriyle donanmadan çağımızın dün­yası ile baş edebilmek giderek olanaksız hale geliyor. Mevcut eğitim anlayışımız ve gençlere yaklaşım tarzımız bizi başarı­ya götürmek bir yana, yaşadığımız bütün olumsuzluklara kaynaklık ediyor. Bir şeylerin normal gitmediğini hemen herkes biliyor. Dünyadaki gelişmeleri yakından takip ede­meyen, kendini yenilemeyen eğitim kurumlarının hastalık ürettiğini, bunu topluma bulaştırdığını kimse yadsıyamaz. Sorunlara çözüm üretmek bir yana çözümsüzlük içinde boca­lar hale gelmiş bir toplum içinde yaşamanın sonucu olumsuz­lukları doğal sayan, kaderimiz sayan hale gelişimiz hep bir­likte. Hedefi olmayan, nereye gittiğini bilmeyen, amaçsızca oyalanan bu toplumun ürettikleri de bizi ne yazık ki tatmin etmiyor. Gelişmiş ülkelerin bilgi birikimleri, insan kaynakları ve rekabete dayalı ekonomileri karşısında varolmak, varlığı­mızı sürdürebilmek, olanaklarını, kaynaklarını çarçur eden ülkemiz için giderek zorlaşıyor.
Türkiye nereye gidiyor sorusunu zaman zaman sorarız kendimize. Aslında nereye götürüyorsak oraya gidiyor diyebi­liriz. Sağlıklı işlemeyen kurumlarıyla, iyi şeyler üretmeyen, çağın gidişine ayak uyduramayan toplumuyla gideceği yer bizi mutlu etmez. Ülkenin, kurumların bilgisi, birikimleri, gücü nereye taşıyabilirse oraya götürecek bizi. Suçlu arıyoruz ve buluyoruz da, ama kendi dışımızda bu suçlular. Tüm top­lum olarak üzerimize sinen koku aynı. Bu koku iyi koku de­ğil. Bu kokudan bir an önce arınmalıyız. Kurumlan sağlıklı işletecek toplumun tümüdür. Bugün yaptığımız gibi siyaset­çiyi veya toplumun bir kesimini suçlamak sağlıklı bir çözüm arayışı olamaz. İyi şeyler de kötü şeylerde tüm toplumun üretimidir. İyi şeyler üretemeyen, iyi şeylerle yüzleşemez ve bunu da beklemeye hakkı yoktur. Öyle bir noktaya geldik ki kötü gidişten yakınmak yerine, nerede yanlış yapıyoruz bunu irdelememiz gerekir. İşte bu kitap eğitim boyutu ile buna cevap aramaya çalışıyor.
Bugün eğitimden sorumlu olan veya olmayan her yetişki­nin çocuklardan beklentisi, kendi açtıkları izden, kendi çizdikleri yoldan, kendi değişmez doğrularını rehber edine­rek yürümeleridir. Gençleri korumak adına korkuyu, baskıyı, cezayı kurumsallaştırdık. Bu temel anlayışımızın toplumun geleceğini nasıl yok ettiğini, genç kuşakları eskimiş, çağdışı olmuş kuralların, faşizan baskısı altında tutsak hale getirdi­ğimizi göremez olduk.
Oysa çağdaş dünya birey üretme, kendi yolunu kendi be­lirleyecek olgunlukta insan yetiştirme peşinde; kendi kendi­ne yeten, eleştirel düşünceyi rehber edinmiş, kendi aklını kendi kullanan ve kendine ait görme, yorumlama, karar ver­me biçimine ulaşmış bireylere bu toplumun çok gereksinimi var. Yeni kuşaklara egemen olmak yerine, onları anlamak, onlarla uyum aramak, onların bize benzemelerini sağlamak yerine, farklılıklarını çağın gereği olarak görmek yetişkinlerin en öncelikli sorumluluğudur. Eğer genç beyinleri kısırlaştır­mak, insanımızı başkalarına malzeme olacak kalıplar içine sokmak istemiyorsak, kendimizi, yaptıklarımızı ve modern dünyanın dayattıklarını, yani yükselen değerleri tüm yetiş­kinler iyi incelemelidirler. Eskimişe, geleneksel olana sırtını dönmek, eleştirel düşünceyi yaşamın en önemli öğesi say­manın yolunu açmak modern insana verilmiş bir roldür za­ten.
Bugünün insanının beklentilerine yanıt veremeyen eski­miş kurallardan sapmayalım derken, yaşamın gerçeklerinden uzak kaldık. Gençleri anlayamadık, anlamak için de çabala­madık.
Kurallar mı bizi yarattı, biz mi kuralları yarattık?
Biz mi onlara egemen olacağız, onlar mı bize?
Kalıpların şekline mi gireceğiz, yoksa kalıpları yaşamımızdan söküp atacak mıyız?
Bunları sorgulamakta geç bile kaldık.
Hep yaptığımız gibi, ağlamanın, yakınmanın, eleştirdiği­miz olumsuzluklara çare olacağı yok. Ziyan olan oldu hiç değilse yeni kuşakları modern eğitim anlayışı ile yetiştirebilsek. Kimse bunu önümüze koymayacaktır. Bunun için yeni bir anlayışa, büyük bir çabaya gereksinim vardır. Bu kitap bu yolda kendimizi gözden geçirmek, sorgulamak için bir yol açarsa, bir işlev üstlenirse amacına ulaşmış olacaktır.
Kafka ve Hesse’den konuya ışık tutacak, renk katacak bi­rer örnek aldık. Dünyanın bu iki dev yazarının eğitim konu­suna nasıl baktığını okurla paylaşmak istedik.
Sh: 9-13


 [Franz KAFKA; Babama Mektup, Taşrada Düğün Hazırlıkları, Çev.: Şipal, Kamuran; Cem Yayınevi, Istanbul-1994, s. 155-212. (Öykü alıntıları bu yapıttan yapılmıştır)]
“BABAMA MEKTUP” Otoriter eğitim anlayışının bir genç üzerinde yaptığı yı­kımın boyutlarını ayrıntılı bir şekilde Kafka’nın babasına yazdığı mektupta görüyoruz. Kafka örneğini bu kitaba alarak, çocuk ve gençlere karşı bilinçsizce sergilediğimiz tavırların genç bir yaşamda, nasıl acılar yumağına dönüştüğünü, duy­gusal zekânın gelişiminin nasıl engellediğini yetişkinlerle paylaşmak istedik.
Yaşam boyu çalışkanlığın, başarının simgesi olarak gördü­ğü babasının gölgesinde kalmış olan F. Kafka (1883-1924) yaşadığı olumsuzlukların, çektiği ruhsal acıların faturasını babasına çıkarmıştır. 36 yaşına gelmesine, daha sonra onu dünyanın en ünlü yazarları arasına sokacak olan yapıtlarını büyük ölçüde tamamlamasına karşın, ruhu hala özgürlüğüne ulaşamamıştır Kafka’nın. Bu yaşta bile babasının nefesini ensesinde hisseden Kafka, bu psikolojik baskıdan kurtulmak için babasına 80 sayfalık bir mektup yazmıştır. Amacı bu mektubu ona göndermek değildir. Babası ile kurmaca bir diyaloga girmek, yaşamını ve babası ile olan ilişkilerini sorgu­lamak, içini dökmek, ruhsal arınmaya ulaşmak, sıkıntıların­dan kurtulmaktır amacı.
Babasıyla bir hesaplaşmaya, kavgaya tutuştuğu bu mek­tup geç kalmış bir özgürlük arayışı, onu sıkan, boğan bağlar­dan kurtuluş özlemiydi. Bu mektup dünya yazınında, sağlık­sız yürüyen baba-çocuk ilişkisini her boyutu ile işleyen, ye­tişkinlerin eğitim anlayışını sorgulayan eşsiz bir yazın ürünü olarak yerini almıştır. Bu mektup, yetişkinlerden topluma ulaşan olumlu veya olumsuz tüm kazanımlarda, yetişkinlerin payının büyük olduğunu anlatırken, iyi niyetine, özverili tavırlarına rağmen, geleneksel otoriter baba tavrıyla F.Kafka’nın babasının, Kafka ve kardeşleri üzerinde yaptığı yıkımı anlatıyor.
Burada babadan çok yeni gelişmelere yanıt veremeyen tüm toplumu kuşatmış olan, yaşamımızın her alanında karşı­laştığımız geleneksel, baskıcı, otoriter yetişkin anlayışı eleş­tirilmektedir:
“Bu o vakitler ufak bir başlangıçtı; ama şimdi beni çokluk saran hiçlik duygusu (başka bakımdan soylu ve verimli bir duygu kuşkusuz); büyük bölümüyle senin üzerimdeki et­kinden alıyor kaynağını. Bütün aradığım biraz yüreklendir­me, biraz güler yüz, yolumun biraz açık tutulmasıydı. Oysa sen yolumu kapadın, kuşkusuz bir başka yol izlemem için iyi niyetle yaptın bunu. Gel gelelim, bende aradığın yetenek yoktu. ”s.l60
Babasının heybetli görünüşü yanı sıra, kendinden emin, iyi niyetli de olsa dayatmacı hali karşısında sürekli eziliyordu Franz:
“Bütün bunlara uygun düşen de, senin manevi alanda ki o baskın otoritendi. Yalnız kendi gücünle çalışıp çok yüksek bir aşamaya ulaşmışken, kendi düşüncelerine karşı sınırsız güvenin vardı. Çocukken pek değil ama, biraz büyümeye başlayınca, bunun göz kamaştırıcı etkisini iyice duydum üzerimde. Koltuğuna kurulmuş, dünyayı yönetiyordun. Se­nin düşündüğün doğru, seninkinden başka her düşünce ka­çık, çılgınca, anormaldi. Beri yandan kendine o kadar güven besliyordun ki tutarlı davranmak zorunluluğunu duymuyor, ama hep haklı çıkmak istemekten de bir türlü vazgeçmiyordun. Kimi vakit öyle olabiliyordu ki belli bir konuya ilişkin hiçbir görüşün bulunmayabiliyordu, ilgili ko­nuda akla gelebilecek tüm görüşleri ayrıcasız yanlış diye nitelemeden yapamıyordun. ”s. 161-162
Yetişkinlerin gelişi güzel tutarsız tavırları, konuşmaları ve tavırları arasındaki çelişkileri çocukların yetişkinlere güven­memesini sağlıyor veya onların inandırıcılıklarını yok ediyor. Hele çocukların bilgilerini, yeteneklerini sergileme sırasında karşılaştıkları alaycı tavırlar onların özgüven kazanmalarını engelliyor, bir birey gibi davranma, kendi yaşamını istediği gibi düzenleme özgürlüğüne ulaşma olanağı vermiyor. Franz da babasının bu tutumundan, onu küçümsemesinden yakı­nıyor:
“Tüm düşüncelerim senin ağır baskın altındaydı nihayet, seninkilerle uyuşmayan düşüncelerim de bunların içindeydi ve özellikle söz konusu düşüncelerde baskın kendini daha çok hissettiriyor, senden bağımsız gibi görünen düşüncele­rim, daha başından beri, üzerlerinde senin yadsıyıcı yargının damgasını taşıyordu. Bir düşünce olgunlaşıp süreklilik kaza­nana dek buna katlanman neredeyse olanaksızdı. Hani bir takım yüksek düşünceleri söylemek istiyor değilim; çocuk­luk dönemine ilişkin her küçük girişimde aynı şeyle karşıla­şıyordum. Bir olaydan ötürü mutlu, dolayısıyla yüreğim se­vinçle dolup taşarak ilgili olayı açığa vurmaya kalksam, he­men alaylı bir göğüs geçiriş, onaylamayan bir baş sallayış, parmaklarla masaya tıklatış cevap yerine hazırdı. ‘Ama ben bir şey gördüm, daha güzeldi’, diyor ya da : ‘Al sana büyük bir olay daha!’. Yaşamın sıkıntıları, eza ve cezalar içinde geç­tiğine göre, çocuksu ufak şeylere karşı senden bir hayranlık beklenemezdi kuşkusuz. Zaten böyle bir şey söz konusu değildi. Tersine bir başka durum vardı ortada: oğlunu, her vakit ilke olarak bu gibi düş kırıklıklarına uğratmadan duramıyordun, bu da senin karşıt yaradılışta biri olmandan ileri geliyordu. Öte yandan, söz konusu karşıtlık, bunun için gerekli malzemenin birikmesiyle sürekli güçlenip alışkanlığa dönüşüyor, sonunda, arada bir, benimle aynı düşünceyi paylaşsan bile, bu alışkanlıklar sesini duyurmaya başlıyordu. Son bir noktada, oğlunun karşısına çıkardığın düş kırıklıkları, normal yaşamda bilinen türden değildi, her şeyin ölçütünü oluşturan şahsınla ilgili bulunduğu için, beni can evimden yaralıyordu bunlar. Sen karşı çıkınca, şu ya da bu nedenle duyduğum cesaret, azim, güven ve kıvanç sonuna kadar sür­meyerek yarıda kesiliyordu. Hatta senin yalnız karşısında yer alabileceğini düşünmek yetiyordu bunun için, ki yaptığım hemen her işte hiç kuşkusuz böyle bir düşünceye kapılınabilirdi. Bu tutumun düşünceler gibi insanları da içe­riyordu. Bir kimseye karşı biraz ilgi göstermeyeyim- hani yaradılışım bakımından pek sık görülen bir şey değildi bu-, hemen duygularımı hiç umursamaksızın, yargılarımı hiç dik­kate almaksızın atıp tutmalar, kara çalmalar, aşağılamalarla seğirtiyordum. ”s.l63
Franz büyük acılar içinde kıvranıyor. Bu babasının gelişi güzel bilinçsiz tavırlarından, duyarsız yaklaşımlarından kay­naklanıyor: Onu, çevresini küçümsemesini, sosyal bir varlık olarak doğal gelişimini sağlayacağı çevreden, dış dünyadan soyutlanmasını ve bunun babası tarafından yapılmasını bir türlü kabullenemiyor ve babasıyla giriştiği kurmaca diyalog­larla ona sitemlerde bulunuyor:
“Löwy’yi şimdi aklımdan çıkmış korkunç benzetmelere konu ediyor, onu bir haşereyle kıyaslıyor, beğendiğim kimse­lere karşı pek sık yaptığım gibi otomatik olarak körler ve şaşılar atasözüne başvuruyordun. Oyuncu Löwy’yi çok iyi anımsıyorum, çünkü senin kendisiyle ilgili sözlerini o vakit şöyle bir notla beraber bir kenara kaydetmiştim: ’ işte baba­mın hiç tanımadığı bir dostum üzerinde, salt o kimse dos­tum olduğu için böyle konuşuyor. İlerde kendisine bir baba gibi gereken sevgiyi göstermediğim, gerektiği gibi minnet­tarlık beslemediğim suçlamasını tarafıma yöneltti mi, ben davranışını hep başına kakacağım’ sözlerin ve yargılarınla bana yaşattığın büyük acı ve utanç karşısında nasıl düpedüz duygusuz kalabildiğini bir türlü anlamıyordum. ”s. 163
Baba, kendine bağımlı olması, Franz’daki otorite ve etki­sini koruyabilmesi adına bencilce onu doğal yaşam ortamın­dan, büyüyüp gelişeceği, kendini yetiştireceği, yaşamı yaşa­yarak tanıyacağı ortamlardan soğutmak ve uzaklaştırmak istiyor. Bunun farkına varan Franz, çevresinden değil baba­sından uzaklaşıyordu. Franz, ona karşı sergilediği tutarsız davranışlardan dolayı, bir zamanlar nerdeyse tanrı yerine koyduğu, her sözünü tanrı buyruğu saydığı babasına, şimdi sözleri ve eylemleri arasındaki uyumsuzluklardan ötürü öfke duyuyor, bunlarla hesaplaşıyor, hayal kırıklığı ve acı içinde, kıvranıyordu:
“Ama ben çocuktum, söylediklerini doğrudan doğruya tanrı buyruğu sayıyor, bunları unutmuyordum. ”s,164
“Salatanın suyunu höpürdete höpürdete kaşıklamak ayıp­tı, ama sen kaşıklayabiliyordun. ”s. 165
“Ben, hep bir yüzkarası içinde yaşıyordum; ya senin buy­ruklarına uyuyordum, ki bu yüz karasıydı, çünkü buyruklar benim için konmuştu; ya da dik kafalı davranıyordum, bu da yine yüz karasıydı, çünkü sana nasıl dik kafalı davranabilir­dim.” s. 165
Franz kişiliğinin gelişmesi önündeki en büyük engel ola­rak babasını görüyordu. Kişiliğinin besleneceği dallanıp bu­daklanacağı demokratik ortam ailede yoktu. Baba tek otori­teydi. Korkularının, bunalımlarının, utançlarının kaynağı buydu. Babasın: eleştirmek bir yana onunla yüz yüze konuş­ma cesaretine bile sahip değildi. Babasının dayatmaları, bas­kısı ve otoritesi altında sağlıksız şekillenen kişiliği buna elvermiyordu, sürekli olarak ta bundan yakınıyordu:
“Oysa benim için böyle değildin, seçme özgürlüğüm yok­tu benim, ne sunulursa almak zorundaydım Hem de ağzımı açıp bir şey söylemeden yapmam gerekiyordu bunu; çünkü aklına yarmayan ya da kaynağını senden almayan bir konu üzerinde serinkanlı söyleşinin daha baştan üstesinden ge­lemeyen birisin; senin diktatörce doğan, böyle bir şeye izin vermez. Sen yıllardır bunu kalbindeki sinirsel rahatsızlığa bağlıyorsun, ama böyle enikonu başka türlü davrandığın za­manı da biliyorum doğrusu. Kalbindeki rahatsızlık, evde daha bir amansızlıkla egemenliğini sürdürmeni sağlayan bir bahane idi hep. ” s. 166
“Seninle rahat rahat konuşulup görüşülemeyişi, bende doğal sayılması gereken bir başka sonuca daha yol açmış bu­lunuyor ki o da şu: konuşmasını unuttum. Zaten genellikle pek cerbezeli biri değildim, ama yine de akıcı bir konuşma­nın üstesinden gelebilirdim zamanla. Ancak, sen erkenden söz söylemeyi bana yasakladın: ‘İtiraz yok!’ diye verdiğin göz dağlarının yanı sıra dini havaya kaldırışların öteden beri hiç çıkmıyor aklımdan. ”s.l67
Sağlıklı bir aile ortamı, aklı kullanma, yetenekleri geliş­tirme yolunda çocukları yüreklendirebilir. Böylece onlara eğilimlerinin ortaya çıkması için olanak hazırlanmış olur. Franz’ın babası ise tam tersi bir tutum içindedir. Franz’a olan yanlış tutumu yüzünden onunla sağlıklı bir diyalog kuramıyor ve onu kendinden uzaklaştırıyor. Duygusal, içe dönük, güvensiz, yaşama sevinci elinden alınmış, sürekli acı çeken, iç çatışmalar yaşayan, sosyal yaşamını yoluna koyma­yan bir yetişkin üretiyor Franz’ın babası bu tutumuyla. Sonra da bundan yakınıyor:
“Beni en başta sen eğittiğinden, bu durum yaşamımın bütün alanlarında hissettirdi kendisini. Senin hiç sözünü dinlemediğime inanıyorsan, tuhaf bir yanılgıdan başka bir şey değil bu. Senin sandığın ve benim başıma kalktığın gibi, ‘hep ters tutumu’ hiç de sana karşı yaşamımın bir ilkesi yapmadım. Sözünü daha az dinleseydim, benden daha memnun kalırdın kuşkusuz. Ama öyle olmadı, beni eğitmek için başvurduğun bütün çareler üzerimde kesinlikle etkili oldu, hiçbirinin elinden kendimi sıyırıp alamadım. Şu anda nasılsam (yaşamın temellen ve etkisi kuşkusuz bir yana), senin uyguladığın eğitimle benim uysallığımın bir sonucudur bu. Ama ilgili sonuç yine de hoşuna gitmiyor, hatta bunu kendi eğitim yönteminin sonucu diye benimsemekten kaçı­nıyorsun; nedeni de senin eğitici elinle bende eğitilecek malzemenin birbirine denk düşmemesidir. ‘itiraz yok!' demiştin hep, böylelikle içimdeki karşıt güçleri sustur­mak istemiştin. Ancak, böylesine bir etkileme benim için fazla güçlü, bense fazla uysaldım, büsbütün sesini keserek bir köşe bulup sinmiş, kudretli elinin hiç değilse doğrudan yetişemeyeceği kadar senden uzaklaştıktan sonradır ki kı­mıldamayı göze alabilmiştim. Ama sen bunu beğenmemiş, yine kendine ‘karşıt’ bir davranış görmüştün; oysa şendeki gücün ve bendeki güçsüzlüğün pek doğal sonucundan başka bir şey değildi. ” s. 168
Otoriter babaya karşı Franz’da içten içe bir kin, bir öfke duygusu uyanıyor, bir öç alma arzusuna dönüşüyordu:
“Senin karşında biraz tutunabilmek, biraz da senden öç almak için, çok geçmeden kendimde gözüme çarpan ufak tefek gülünçlükleri gözlemeye, bunları derleyip olduğundan büyük göstermeye koyuldum.” s. 172
Franz babasının baskısından kurtulmak için çaba da göstermiyor değildi, ama başarılı olamıyordu. Kendisine birçok bakımdan bağımlı yapılmıştı. Bu durum Franz’da suçlu­luk duygusu yaratmaktan başka bir şeye yaramıyordu. Bu da babasının işine geliyordu, böylece onu kendine bağımlı yapı­yordu. Onu kendine bağlamak için başka taktikler, maskeler de kullanabiliyordu. Franz’a direk olarak kötü davranmıyor, şiddet kullanmıyordu; ama onun yanında başkalarına sergile­diği kaba saba davranışlar, çirkin sözler, hoşgörüsüz tavırlar onu yeterince yaralıyordu. Dayak yemiyordu ama dayağı hak ettiği, cezalandırılması gerektiği ona duyumsatılıyordu. Bu da onda var olan bir tehlike karşısında hep korku ve endişe duyan, sürekli huzursuz bir insan karakteri yaratıyordu:
“Ve yine doğru olan bir şey, beni gerçekten bir kez bile dövmedin. Ama bağırıp çağırmaların, yüzünde beliren kırmı­zılık, pantolon askılarını çarçabuk soyunup çıkarışın, sandal­yenin yakalığında onların hazır bekleyişi, benim için dayak­tan da beterdi. Sanki asılmak istenen biri vardı ortada; ge­çekten asıldı mı ölüm, her şey de kapanıp giderdi. Ne var ki asılması için gerekli hazırlıkların yapıldığını kendisi de görüp yaşar ve ancak ilmik boynuna geçmek üzere gözlerimin ö- nünde sallanıp durduğu bir sırada bağışlandığını öğrenirse, bu ona yaşam boyunca acı verirdi. Bu bir yana, senin pek çok kez açık seçik belirttiğin gibi, sopayı hak edip tarafından bağışlanarak kıl payı bundan kurtulmalarım da, yine içimde ağır bir suçluluk bilincinin birikimine yol açıyordu. Yani ne yaparsam, hep karşında suçlu duruma sokuyordu beni. ” s. 174
Franz çocukluk ve gençlik çağında büyük değişimler yaşı­yordu. Bu sorunlu günlerinde babasından doğal olarak anlayış bekliyordu. Babasının, onun hatalı davranışları karşısında alaycı tavır takınmasını, onu başkalarının önünde aşağılaması iletişim bozukluğuna neden oluyor ve onu yetişkinlerden soğutuyordu. Babasının bu tutumundan ötürü incinen Franz onun eğitim anlayışın şu şekilde yeriyordu:
“Bildim bileli sürekli başıma kakıyor, (hani bunu da gerek beni yalnızken, gerek başkalarının önünde yapıyordun; baş­kalarının önünde böyle bir şeye kalkışmanın ne denli onur kırıcı olduğunu hissetmiyordun, çocuklarının sorunlarının herkesin önünde konuşulmasında hiç sakınca yoktu senin için)” s.174
“Alayla eğitim yöntemine ayrı bir güven duyuyordun, ba­na karşı üstünlüğüne en uygun düşen yöntem de buydu. Bir uyarmada bulunmak ı'stesen, diyordun ki genellikle; ‘Bunu şöyle yapamaz mısın.'’ Bu kadarı çok mu olur yoksa? Elbet vaktin var mı böyle davranabilesin?’ Öte yandan, bu çeşit sorulan tarafıma yöneltirken kötü, kötü güler, yüzünü kötü, kötü ekşitirdin.; böylece insan, fena bir iş yaptığını adeta anlamaya fırsat bulamadan cezalandırılırdı. Paylamalarla baş­vurduğun kışkırtıcı bir yolda insana üçüncü bir kişiymiş gibi davranışın, yani karşısına alıp kendisiyle kötü, kötü konuş­maya bile onu lay'kgörmeyişin. ”s.169-170
Babasının anlayışsızlıkları, davranış bozuklukları ve bi­linçsiz tavırları, eğitim aracı olarak korkuyu kullanması Franz’a göre çocuklar ve baba arasında soğukluk yaşanması­na, ilişkilerin zehirlenmesine yol açıyor. Bu durum çocuklar­da çevreye, yetişkinlere karşı güvensizlik, içedönüklük, du­yarsızlık yaratıyor ve mutsuz bir aile ortamı oluşturuyordu.
“Zaten sürekli korkutmalar altında duygular küntleşiyor, bir vurdumduymazlığa sürükleniyordu; sopadan geçirilmeye­cektik nihayet, bu bakımdan neredeyse giderek bir güven beslemeye başlamıştık. Asık suratlı, dikkatsiz, söz dinlemez bir çocuğa dönüşüyorduk; hep kaçışlardaydı aklımız, çokluk içe kaçışlardaydı. Böylece sen ıstırap çekiyor, biz ıstırap çe­kiyorduk. ”s. 171
Franz’ın babası çocuklara sevgiyle yaklaşma, onları kendi düzeyinde görme gibi onları kişilikli yapacak tavırları sergilemiyordu. Daha doğrusu böyle bir sorumluluğa sahip olması gerektiğinin farkında bile değildi. Sevgiyle, anlayışla yaklaşmanın çocukları çizgiden çıkaracağı endişesi onu bas­kıcı yapmıştı. Tahtını ancak böyle koruyabilirdi. Çocukların maddi gereksinimlerini karşılamakla görevini yapmış sayı­yordu. Onun bu tavrı Franz ve kardeşlerini kendisinden uzaklaştırmıştı. İlişkiler sahte temeller üzerine kurulmuş, tatsız tuzsuz bir hal almıştı. Yaşama sevinci uçup gitmişti, daha doğrusu bu aileye hiç gelmemişti.
Bu soğuk aile ortamı, hassas bir kişiliğe sahip olan Franz’ın yaşamını alt üst etmişti, yaşama tutunması için gerekli gücünü yok etmişti. Babasının yaptıklarından ötürü böbürlenmesini çocuklar “başa kalkma” olarak görüyor ve eziliyorlardı.
“Bizim sana göre bir dezavantajımız varsa, çektiğimiz sı­kıntılarla senin gibi öğünüp kimsenin onurunu kırmayacak oluşumuzdur. Ayrıca, senin büyük ve başarılı çalışmanın yemişlerinden gerçekten doğru dürüst yararlanabilir, bunları değerlendirebilir ve bunlardan yola koyularak çalışmalarımı daha Hep bir noktaya götürüp seni sevindirebilirdim; gel gelelim, aramızdaki yabancılaşma beni alıkoydu bundan. Senin bana sunduklarından yararlanmıyor değildim; ama ancak utanç, bezginlik, güçsüzlük ve bir suçluluk bilinci içerisinde yapıyordum bunu. Dolayısıyla, senin bütün bağış­larına çalışarak değil, ancak bir dilenci gibi teşekkür edebili­yordum. Üzerimde uyguladığın eğitim yönteminin görünür­de sağladığı sonuç, daha uzaktan seni anımsatır gördüğüm her şeyden kaçmamdı. ”s.l76
Franz’ın da burada itiraf ettiği gibi, eğitim adı altında sergilenen yaklaşımlar bırakın çocukları toplumun gereksi­nim duyduğu insan haline çevirmeyi, yarınlara, yetişkin ya­şamına hazırlamayı engelliyor, yaşamdan soğutuyor.
Kişilikli gençler düzen bozucu damgasını yerler. Onların sorgulayan tavırları yetişkinleri huzursuz etmeye yeter. Bu yüzden iticidirler. Franz’ın kız kardeşi babası ile olan tüm ilişkilerini koparmıştır. Franz’a göre de kişilikli kimlik baba­ya ürkütücü, sevimsiz gelmektedir. Bunun tipik örneğini mektupta görüyoruz:
“Ottla’nın babasıyla bir bağlantısı yok, benim gibi yolunu tek başına arayıp bulmak zorunda; özgüven, kendi kendine inanç, sağlık, ataklık bakımından bana üstünlüğü var, senin gözünde benden daha kötü ve sinsi biri” s. 184
Franz okul başarıları dışında pek başarılı olamamıştır. Kı­sa yaşamı ızdırap içinde geçmiştir. Babasının ona ve çevresi­ne olan tavırları onu sürekli incitmiştir. Özgüveni elinden alınmış, yaşama sevinci yok edilmiş Franz, sosyal ilişkilerin­de başarısızlığa adeta mahkûm edilmiştir:
“Senin karşında kendi kendime güvenini yitirmiş, karşılı­ğında sınırsız bir suçluluk bilinci edinmiştim. Başka kimse­lerle bir araya geldim mi, öyle ansızın değişemiyor, daha derin bir suçluluk içerisinde yuvarlanıyordum. ”s. 186
Bu yüzden o kendi dışında her şeyi büyük görüyor, ulaşılmaz sanıyordu. Dolayısıyla ilişki kurması zorlaşıyordu.
“Dolayısıyla insanlara karşı güvensizlik, kendime güven­sizliğe dönüşüyor, benim dışımdaki her şeyden sürekli korkmama yol açıyordu.” s. 187
Bu mektupta annenin üstlendiği geleneksel rol de sorgu­lanıyor. Baba ve çocuklar arasındaki çekişmeden en çok an­nenin etkilendiğine tanık oluyoruz. Sağlıksız baba çocuk ilişkilerinin yarattığı gerilimli ortamı yumuşatmak, her iki taraftan gelen saldırıları göğüslemek annenin görevidir. Bir aile ancak böyle var olabilir, varlığım sürdürebilir. Annenin en büyük görevi de babanın yarattığı boşlukları doldurmak, hatalarının yarattığı yıkımı gidermek.
“Senin yüzünden, bizim elimizden, bizim yüzümüzden senin elinden çekmediği kalmadı annemizin, bizi şımarttığı için haklı sayılacağın durumları hiç saymıyorum hani. Bu şımartma da, kimi vakit, senin eğitim sistemine karşı bilinçaltında sürdürülen sessiz bir direnişten başka bir şey değildi. Bizim hepimize beslediği sevgiden ve bu sevginin mutlulu­ğundan güç olmasaydı, annem bürün bunlara dayanamazdı kuşkusuz. ”s. 181
Franz, bu mektubunda da böylece baskıların yıkımını, ancak şımartmanın telafi edeceğini, annesinin çocuklarına yaklaşımı ile ortaya koyuyor. Annesinin bu çabalarına karşın Franz, sanki büyük bir suç işlemiş gibi eziklik duyuyor, suç­luluk duygusundan bir türlü kurtulamıyor, kendisini bece­riksiz, işe yaramaz biri olarak görüyor, babasından iyice uzak­laşıyor ve ilişkilerini sahte bir zemin üzerine oturtuyor:
“O zaman yine senin karşında ışıktan ürken bir yaratığa, bir düzenbaza, suçluluğun bilincine varan ve hakkı gördüğü bir şeyin yanma hiçliğinden ötürü ancak gizli yollardan gölge gibi sokulabilen bir kişiye dönüşüyordum. ”s. 174
Franz, içinde babasına karşı günden güne çoğalan öfkeyi, kini korkusundan açığa vuramıyor. Bu onda büyük gerilimler yaratıyor, iç çekişmeler onu içten içe yiyip bitiriyor, içedö­nük bir yaşama itiyordu.
“Seninle ikimiz arasında geçenler, aslında bir savaş sayılmazdı; çok sürmeden işim bitirilmişti; geriye kala kala kaçışlar, hınçlar, üzülmeler, içten içe sürdürülen boğuşmalar kalmıştı. ”s. 183
Babasının baskıları sonucu içedönük bir kişiliğe bürünen, korkak, ürkek ve özgüvenden yoksun olan Franz iş yaşamın­da da başarılı olamıyor.
“Gerek büroda (hani tembelliğin göze batmadığı bir yerdi burası; kaldı ki, çekingen, ürkek mizacım belli bir sınırı aş­mamı önlüyordu) gerek evde yapıp çıkardığım işlerin toplam tutan azmi azdı. Ne denli az olduğunu bilsen, dehşete kapı­lırdın, yaşadığım yerde azarlanmış, hesabı görülmüş, savaşta yenilgiye uğratılmıştım; başka bir yere kaçıp kurtulmak için-

sc kendimi zorlayabildiğim kadar zorluyor, ama çabalarım sonuç vermiyordu. ”s. 195
Franz, yaşamına anlamlı bir yön verememiştir. 36 yaşına gelmiştir, ama başına buyruk değildir. Toplumsal yaşamın hiçbir alanında başarılı değildir. Babasının gölgesi her zaman onun üzerindedir. Nereye gitse, hangi işe girişse, baba ikinci karşıt bir ruh gibi onu kararsızlığa, bocalamaya götürür. Ye­tişkin yaşına gelmiş oğlunu hala b<r çocuk gibi görmekte, evlenmek istediği kızı tanımadığı halde onu aşağılayarak Franz’ı etkilemeye uğraşmaktadır:
“Belki göz kamaştırıcı bir bluz giyip çıktı karşına; Prag’lı Yahudi kızlar hani iyi becerirler; sen de bunu görünce, tabii onunla evlenmeye karar verdin. Hem de elden geldiği kadar çabuk, bir hafta içinde, hemen yarın, bugün. Seni anlamıyorum doğrusu; ne bileyim, yaşın başını almış birisin, kentte yaşıyorsun üstelik, rasgele bir kızla evlenmen doğru mu yani!” s. 203
Hassas bir kişiliğe sahip olan, her konuda titiz, zor karar verebilen Franz için evlilik kararı almak olağan dışı bir olay­dır zaten. Her iki evlilik girişimi de başarısızlıkla sonuçlan­mıştır. Babasının yargılarına aslında güvenmemektedir, an­cak ona acı verse bile, onun her sözünün etkisinde kalmak­tadır. Onu en çok üzen de babasının onu tanıyamaması, an­layamaması, anlamak içinde çaba göstermemesidir.
“Hani ikisi de benim bir rastlantı sonucu seçtiğim kızlar­dı, ama alabildiğine isabetli düşmüştü seçim. Benim gibi çekingen, duraksamalı, her şeye kuşkuyla bakan bir kimse­nin bir çırpıda kalkıp, örneğin bir bluzun görünümüyle ken­dinden geçerek evlenmeye karar verebileceğin inanabilmen, beni yine hiç anlamadığını ortaya koyuyordu. Tersine, gerçekleşselerdi, ikisi de akla dayanan izdivaç olacaktı bunla­rın; demek istiyorum ki birincisinde yıllar, İkincisinde aylar boyu gece gündüz tüm düşünme gücümü söz konusu izdivaç planlan için seferber etmiştim. Kızlardan hiçbiri düş kırıklı­ğına uğratmadı beni, ama ben her ikisine karşıda bunu yap­tım. ”s 204
Franz her türlü başarısızlığın yetişme tarzının onda yarat­tığı eksikliklerden kaynaklandığını söylüyor:
“Ancak, bana asıl darbeyi indiren bir başka şeydir, korku­nun, güçsüzlüğün, kendini küçümsemenin genel baskısıdır. ” s.205
Babasının bütün karşı çıkmalarına karşın yazmaya başla­mıştı Franz. Bu onun için özgürlük demekti.
“Yazıp çizmeme ve senin beklemediği bununla ilgili diğer kimi çabalarıma karşı gösterdiğin soğukluk ‘daha etkiliydi’. Bu noktada gerçekten biraz bağımsızlığa yönelip senden uzaklaşmıştım; gerçi arkada bir ayağın üzerine bastığını his­sederek, zorla koparıp kendini yolun kenarına atmaya çalışan bir solucanı anımsatıyordu durumum, ama olsun. Bir ölçüde kendimi güven içinde hissediyordum, rahat bir soluk alma imkanını ele geçirmiştim. ”s. 193
Franz’a göre, başarabilseydi evlilik de onu özgürleştirecekti. Babası ile eşit konuma gelmesinin tek yolu buydu: “Evlilik sonucu aramızda doğacak ve senin herkesten da­ha iyi anlayabileceğin eşitlik gözüme pek güzel görünüyorsa, nedeni benim o zaman özgür, sana minnettar, suçsuz dürüst bir evlat, şeninde sıkıntıdan kurtulmuş, barbarca davranmayı bırakmış, karşısındakinin duygularını paylaşan memnun bir babaya dönüşeceğindir. ”s. 206
Daha iyi eğitme adına babasının yarattığı korku ve baskı ortamı, özgüvenini yok etmişti. Kendini hep ezik, eksik ve yetersiz buldu. Özgürlük bedel istiyordu. Bu bedeli ödeye­cek birikimi yoktu. Yaşam boyu bunların yarattığı acılara katlanmak zorunda kaldı. Hatta yazdıklarının çoğunu da yayınlama cesaretini bulamadan öldü gitti.
Çocukluk çağında yaşadığı bu olumsuzluklar ve bunların onun ruhunda yarattığı yaşama karşı güvensizlik ve kötüm­serlik, Franz’ın daha sonraki yaşamında sorunlar yaratıyor. Bir türlü sosyal yaşamını düzenleyemiyor. İçe dönük karak­teri kendi dünyasını başkalarına açmaya elvermiyor. İki defa nişanlanmasına karşın evlenemiyor. Başkalarına acı vermek­tense kendi acılarıyla boğuşmayı yeğliyor.
Franz’ın babası çocuklarını çevrenin kötü etkilerinden korumayı, onları iyiye, güzele yönlendirmeyi, yaşamlarında başarılı olmalarını sağlamayı hep amaç edinmiştir. Ne var ki bilinçsiz tavırları, geleneksel baba tutumu yüzünden Franz korkak, ürkek, özgüvenden yoksun zavallı bir insana dönüş­müştür. Yaşama bir türlü dört elle sarılma olgunluğuna eri­şememiştir. Franz Kafka örneği bize sağlıklı bir eğitim için iyi niyetin yetmeyeceğini, bunun bir birikim, bir olgunluk işi olduğunu öğretiyor.
Franz’ın babası zengin, ama eğitimsiz biri. Onun tek bir amacı var; zengin kalmak. Çocuklarına sağlıklı yaklaşacak, onların ruhsal sorunlarına, duyarlılıklarını hesaba katacak olgunluğa sahip değil. Onlara paradan başka bir şey verecek donanıma sahip değil. O yaşadığı zamanın bir ürünü, rengi aynı toplumun rengi, istese de bunun dışına çıkamaz. Kafka’nın eleştirel yaklaşımı biz yetişkinlere, kendimizi sorgu­lama olanağı veriyor. Babanın tavrı o zamanın koşullarında normal sayılabilir ve başka çocuklarda Franz’da yaptığı yıkı­mı yapmayabilir. Her çocuğa kendi özellikleri dikkate alına­rak yaklaşmanın sağlıklı olabileceğini duyumsatıyor Kafka bize.
Kafka’nın bu mektubunu tüm okurlara okumaları için öneriyoruz. Bunu okuyanların etkileneceğine, çocuklarına ve gençlere karşı o ana kadar sergiledikleri davranışlarını tekrar gözden geçireceklerine ve değişeceklerine inanıyoruz.
Sh:59-75

Hermann HESSE, Çocuk Ruhu, Gençlik Güzel Şey, Çev.:Behçet Necatigil- Kamuran Şipal, Cem-Yayınları-Bilge Nobel Dizisi, İstanbul, s. 95-130 (Öykü alıntılan bu yapıttan alınmıştır)
Dünya yazınında, yapıtlarında eğitim sorunsalına onun kadar eğilen ve çocukların ruh dünyasına onun kadar sokulan çok fazla yazar yoktur. Sorunlu bir çocukluk dönemi geçiren, okulu sevemeyen Hesse bunların nedenlerini yapıtlarında kahramanları aracılığı ile sunmuştur. Bizim de amacımız sağlıksız eğitimin temellerine inmek olduğu için bu kitap Hesse ile iyi örtüştü. Yetişkinlerin yanlış tavırlarının onun yaşamında ne tür yıkımlara neden olduğuna tanık oluyoruz.
Yazarın yaşamının izdüşümü olan Çocuk Ruhu (Kinderseele) öyküsünü yorumlamaya çalışarak eğitim sorun­salını açmaya çalıştık.
100 yıl önceden bugünleri görecek kadar keskin bakışlı, perspektif sahibi, yazarlıktan da öte bir dahi H.Hesse (1877- 1962). Hırsın, açgözlülüğün, sahip olma adına, günü kurtar­ma adına geleceğini yok eden insanlığın bugün yüzleştiği trajedileri, o günlerin toplumsal gelişmelerinden yola çıkarak duyumsatıyor bize. Huzur arayanlara, barışa özlem duyanlara reçete gibidir onun yapıtları. Ona göre bir insanın düşmanı, kendi benlik duygusundan başka bir şey değildir. Buna ye­nik düşen için, huzura ulaşmak olanaksızdır. Bir amaç uğruna çırpınmak onun kahramanlarının arkasından koştuğu en yüce değerdir.
Kötüye, çirkine, gelişme adına bu dünyayı çekilmez, yaşanılmaz hale getirenlere karşı çıkanlar onun yolundadırlar. İnsanın kendini gerçekleştirmesi, çevre ile uyum sağla­yacak olgunluğa ulaşması yolunda engel olabilecek her şeye karşı koyacak kadar duyarlı ve cesur yürektir Hesse.
Ruhun derinliklerine yolculuk etme, ızdırapların kökeni­ne inme onun asıl amacıdır.
Barışçıl bir şekilde yaşama olgunluğuna ulaşmayı engelle­yen, insanlık tarihi boyunca tüm yıkımların kaynağı olan “egemen olma” anlayışını yenme yolundaki çırpınışların ürünüdür onun yapıtları.
Eğitim kurumlarını, aileyi kendi çocukluk yaşamından da yola çıkarak eleştiren Hesse, bütün olumsuzlukların kayna­ğını yetişkinlerin gençlere olan yaklaşımlarında görmektedir. Dolu dolu yaşamayı, doğallığı korumayı yeğlerken, geleceği kurmak adına bugünü savsaklamayı, yaşamı hep ertelemeyi eleştiriyor Hesse.
Hesse’nin yapıtlarında otobiyografik unsurlarla sık sık yüzleşiriz. Kişiliğin gelişmesi önünde duran toplumsal kural­larla, engellerle yaşam boyu tüm yapıtlarında hesaplaşan ve bunları öykü formunda veren Hesse yetişkinlerin tavır ve davranışlarını, aileyi, eğitim anlayışlarını hep eleştirmiştir. Okul yılları ve çocukluk çağının onda yarattığı hayal kırıklık­ları ve iç hesaplaşmalar birçok öykünün özünü oluşturmak­tadır. Birey ve toplum arasında yaşanan uyumsuzluklar sor­gulanırken geleneksel yaşam anlayışının, kalıplaşmış yaşam biçiminin birey özgürlüğünün gelişmesini nasıl tahrip ettiği­ni okura duyumsatıyor Hesse. Günlük yaşama dair yaşantılar, gözlemler, izlenimler ve çelişkilerin kahramanlarda yarattığı iç çatışmalar, huzursuzluklar tüm yapıtlarında öne çıkan öğelerdir.
Onun yapıtlarını sağlıksız değişime, dünyanın geleceğini tehdit eden potansiyel tehlikelere karşı bir uyarı, bir tepki olarak görebiliriz. Bu yüzden de batı toplumunda bugün bile çevre sorunlarına duyarlı, savaş karşıtı gençlerin yoğun ilgisi­ni çekmektedir.
Siddharta (1922) romanında, olmak, olgunlaşmak ve dün­yadaki kötü ile baş edebilmek yolunda Hesse’nin kendini toplumdan soyutlayarak bilge kişiliğe, yüce yalnızlığa erişme özlemini buluruz, içinde yaşadığı zaman diliminde olan bi­tenlerden, toplumsal değişimden, yabancılaşmadan ürken, doğallığını yitirmeye yüz tutmuş, gelecekten endişe eden bir idealist, bir romantiktir Siddharta.
Unterm Rad (1906) romanında yazarın yaşamından izler buluruz. Farklı iki yaşam anlayışını simgeleyen iki arkadaşın yaşadıkları oluşturuyor romanın özünü. Okulun ve ailesinin sağlıksız yaklaşımları onların yaşamını gölgeliyor. Birisi ailesi tarafından başarıya koşullandırılmış, yaşamı çalışmak ve başarmaktan ibaret gören Hans, öteki hayal dünyası zengin, yaşamayı seven, kurallara ve yetişkinlerin tutumlarına, eği­tim anlayışına başkaldıran Hermann. Bu iki gencin arkadaş­lıkları yetişkinler tarafından sakıncalı bulunuyor ve arkadaş­lıkları engellenmeye çalışılıyor.
Yetişkinlerin baskıları, okulun aşırı disiplini Hans’ın ruh sağlığını bozmuştur. Hermann ise manastır okulunun kural­larından sıkılmış ve okulu terk etmiştir.
Otobiyografik unsurlar içeren bu romanda kahramanımız Hermann Hesse’nin kendisidir. Yazar olma sürecinde peşin­de koştuğu özgürlük onun olgunlaşmasına, kendini gerçek­leştirmesine, üretici konumuna gelmesine büyük katkı sağlıyor. Bu roman bize, eğitim kurumlarının ve yetişkinlerin köhnemiş eğitim anlayışı, sevgi anlayışının genç ruhlar üze­rinde yapsa yapsa yıkımlar yapacağını anlatıyor.
Hermann Hesse’nin adının duyulmasını sağlayan ilk ro­manı olan Peter Camenzind’in (1904 ) gelişim romanları arasında önemli bir yeri vardır.
Kırsal kesimden gelen, toplumsal yaşama ayak uydurma­ya çalışırken birçok hayal kırıklıkları, ikili ilişkilerde başarı­sızlıklar yaşayan Peter için şehir yaşamı çekilmez bir hal alır ve geldiği yere döner. Şehir yaşamının kaosu, karmaşası ve doğal yaşamın sadeliği, güzelliği kıyaslanır bu romanda. Top­lumun, yetişkinlerin eğitim anlayışına da eleştiri getirilmiş­tir.
Yazarın yaşamından en çok izler taşıyan romanlarından bi­ri de Gertrud’tur (1910). Kendini gerçekleştirme sürecinde yaratıcılığını geliştirme çabalan ve yaşadığı yaratıcılık krizle­ri, yalnızlık, çaresizlik dışlanmışlık gibi acılar bir yumak oluş­turur bu romanda.
Knulp (1915) romanında ise toplumsal yaşamın dayatma­cı kurallarından sıkılan, başıboşluğu, avareliği yaşam biçimi olarak tercih eden, ömrünü sorumsuzca geçiren bir kahra­manın yaşamına tanık oluyoruz. Hesse bu romanda kahra­manına kendini sorgulatarak onu bir iç hesaplaşmaya, özeleştiriye götürüyor. Şen, vurdumduymaz Knulp bu başıboş­luğun yarattığı acı ve gerilimleri yaşamak zorunda kalıyor. Yazar bir taraftan da tanrının insana verdiği rolleri sorguluyor. Knulp’a göre tanrı nasıl isterse insan öyle yaşar, iyinin, kötünün, doğrunun, yanlışın sorumlusu tanrıdır görü­şünü tanrı ve kahraman arasında geçen diyalogla okura sunar. İnsanların yaptıklarının, yapamadıklarının tek sorumlusu olarak insanları göstermeyerek tanrı imgesini okura sorgu­latmak istiyor Hesse. Kısacası yazar bu roman aracılığı ile okura yaşamın anlamını sorgulatıyor.
Demian (1919) romanında da toplumun eğitim anlayışı sorgulanıyor. Kendini geliştirme ve gerçekleştirme çabası içinde olan bir gencin önüne çıkan engeller söz konusudur bu romanda. Eskimiş, modası geçmiş değerlere, ailenin köhnemiş kurallarına ve toplumun baskılarına getirilmiş eleştiri olarak ta görülebilir bu yapıt. Yazar kendi gençliğinde yaşa­dığı acıları, doyumsuzlukları öyküleştirmiştir burada.
Birçok yapıtta olduğu gibi Rosshalde (1914) romanında da sosyal yaşamını sağlıklı bir şekilde düzenleyemeyen bir ressamın yaşamı, çelişkileri, bunalımları anlatılıyor. Burjuva yaşamına ayak uyduramayan ressam düşe kalka yürüttüğü evliliğini, karısı ile arasında bağ görevi üstlenmiş olan oğlu­nun ölümüyle bitiriyor. “Bir sanatçıyı ancak yaratıcı gücü, yarattıkları yaşama bağlayabilir” tezini Hesse bu romanda işlemektedir.
Bozkır Kurdu (1927) romanında ruhsal yalnızlık, yabancı­laşma Harry Haller’in kişiliğinde yansıyan çağın rahatsızlığı­dır. Bir bozkır kurdu ile benzeşiyor kahramanımızın yaşamı. Kalabalıkta yalnız hissediyor Haller kendini; çünkü farklı bakıyor ötekilerden dünyaya. Yer yer hezeyanları olan, aşırı duygusal, kuşkulu biri Haller. Yazarın yaşadığı zamanın tipik bir simgesi olmasa da geleceğin insanının ilk modeli gibidir. Baskıcı eğitim anlayışını da eleştiren Hesse, bu anlayışın sorunlu, sağlıksız insanlar ürettiğini ima ediyor. Modern dünyanın hızlı değişimine yenik düşmüş, ruh sağlığı sallantı­da olan çağımızın insanı kendini sorgulama olanağı buluyor bu romanda.
Narziss und Golmund (1929-30) romanında da yazar iki farklı kişilik yapısına sahip kahramanlar yaratıyor. Kendini yaşamın keyfine kaptıran, sürekli bir yerde kalamayan, dü­zensiz bir yaşam süren, bohem yaşamının iniş çıkışlarıyla hırpalanan Heykeltıraş Goldmund’u ve düzenli bir yaşamı olan, amaçları doğrultusunda çabalayan, başpapazlığa kadar yükselen Narziss’i iki farklı kişilik olarak sunan yazar yaşamı farklı boyutlarıyla sorgulatıyor okura. Karşıt tipler, karışık yaşam biçimleriyle yazar aynı zamanda çağın ruhunu, dolayı­sıyla kendi ruhsal portresini, dünyayı sorgulayış biçimini sunuyor bize.
Hesse, bütün yapıtlarıyla varmak istediği amaca Boncuk Oyunu (1943) yapıtıyla yaklaşmıştır. Nobel Edebiyat ödülü almasında Boncuk Oyunu’nun büyük katkısı vardır Hemen hemen bütün yapıtlarında olduğu gibi burada da ana konu eğitimdir. Oyun da bir eğitim biçimi olarak bu yapıtla yerini almıştır. Roman kahramanı Josef Knecht’in çocukluk, genç­lik ve yetişkinlik dönemlerinin işlendiği tipik bir gelişim romanıdır Boncuk Oyunu. Akıl ve duygu hep karşı karşıya getirilmiştir roman boyunca. Bu iki zıt duygu daha sonra Knecht’in yaşamında bir uyum oluşturacaktır.
Çocukluk döneminde duygu yoğunluğu, gençlik döne­minde eleştirel akıl, yetişkinlik döneminde ise akıl ve duygu bir uyum oluşturarak Knecht’in huzura erişmesini sağlamak­tadır. Boncuk oyunu ustalığını bırakarak kendini öğretmen­lik mesleğine adayan Knecht, öğrenci ve öğretmen arasında­ki mesafeyi küçültmeye çalışması bakımından çağdaş eğiti­min öncülerindendir.
Çocuk Ruhu öyküsünün çözümlenmesi:
Hesse birçok yapıtında olduğu gibi Çocuk Ruhu adlı öy­küsünde de yaşadığı çağın sorunlarıyla, değişen yüzü ile he­saplaşmaktadır. Eğitim sorunsalı, kuşakların anlayış farkı, yetişkinlerin çocuklara karşı sergiledikleri sağlıksız yaklaşım­lar, kalıplaşmış yaşam tarzı, köhnemiş kurallar bu öyküde öne çıkan konulardır. Bu öykü Hesse’nin kendi çocukluk günlerini anlatmaktadır. 10 yaşında yaşama sevincini kaybe­den, intihar etmeyi bile düşünen bir çocuğun iç çatışmalarıy­la, iç hesaplaşmalarıyla yüzleşiyoruz burada.
Toplumsal dayatmalar ve bunların çözdüğü karşı direnç kahramanımızda suçluluk duygusuna ve vicdan azabına yol açıyor. Kendini günahkâr gören, özgüvenini yitirmiş, yetişkinlere güvenmeyen, kendini sürekli insanlardan soyutlayan, giderek çevreye ve kendine yabancılaşan bir çocuğun yalnız­lığına, acılarına, mutsuzluğuna tanık oluyoruz bu öyküde.
Yazar başarılı ruh çözümlemeleriyle okura, çocuğun kor­kularının, endişelerinin kaynaklarına giden yolu açıyor ve yetişkinlerin bilinçsiz tavır ve yaklaşımlarının çocukların dünyasında ne gibi olumsuzluklara neden olacağını gösteri­yor.
Öykünün kahramanı “Ben” anlatıcıdır. Onun ağzından öğ­reniyoruz olanı biteni. Baştan sona kadar bir ruh çözümleme­si olan öyküde babasının birkaç kuru incirini çalan bir çocu­ğun korkularıdır öykünün özünü oluşturan.
Yazarın anlatım tutumu eleştireldir; çocukların yanında yer almıştır. Yetişkinleri sevimsiz göstererek, çocukları haklı çıkarmaktadır. Çocukların olumlu veya olumsuz tüm davra­nışlarının sorumlusu yetişkinlerdir. Bilinçsizce sergilenen bir tavrın çocukların dünyasında ne kadar büyük yıkımlara ne­den olacağını bu öyküde bir kez daha görme olanağına ulaşı­yoruz.
Daha çocuk yaşında yaşadığı ortamın sıkıcılığından bu­nalmıştı; yaşadığı ev kahramanımıza çok sevimsiz geliyordu. Her şey ona babasının soğuk ve itici tavırlarını anımsatıyor­du:
“Baba denen, ağırbaşlılık ve otorite denen ceza ve vicdan rahatsızlığı denen şeyden bir parçaydı sanki.” s. 96
Daha öykünün başında yazar çok kasvetli bir ev betimle­mesi ile karşılıyor okuru. Öykünün kahramanı ve anlatıcı figür olan çocuk içinde bulunduğu ruh halinin ne kadar kötü olduğunu çevre betimlemeleriyle veriyor. Çocuk yaşında yaşama sevincini yitirmesine neden olan okul çevresi, yetiş­kinlerin dünyası, daha doğrusu yüzleştiği her şey onu sıkıyor, onu boğuyor ve yaşamı çekilmez yapıyor.
Yetişkinlerin çocuklara sunduğu bu acımasız, boğucu at­mosferin çocukların dünyasında yaptığı yıkıma tanık ediyor bizi anlatıcı:
“Öyle bir duygu ki, zamanın sonsuzluğu, bizim hep böyle ufak ve güçsüz kalacağımızı, bu pis kokan budalaca okul boyunduruğundan yakamızı bir türlü kurtaramayacağımızı, yıllar ve yıllar geçse de bunun bir türlü üstesinden geleme­yeceğimizi, tüm yaşamın anlamsızlığını ve tiksindiriciliğini söyler durur bize. ”s. 96
Sevgiye, hoşgörüye en çok ihtiyaç duyduğu bir çağda, bı­rakın bunlara sahip olmayı tam tersi bir tutumla sürekli yüz­leşen çocuk kahramanımız ona sunulan ortamla bunalıma itiliyor ve sürekli ağır bir baskı altında eziliyor:
“ Her şey bir araya gelmiş, benim öteden beri aşinası bu­lunduğum çaresizlik ve umutsuzluk duygusunu yine dirilt- mişti içimde. ”s. 96
Onun bir değer olarak görülmemesi, en küçük ilginin esirgenmesi onu okuldan ve çevresinden soğutmuştu. Bu yaşta ona sunulan yaşamın ezici baskısını küçücük yüreğinde hep duymuştu. Anlatıcı varlıklı bir ailenin çocuğuydu, maddi gereksinimleri yerine getiriliyordu, ama sevgiyle, anlayışla şımartılmamıştı. Yokluklarla boğuşan, birçok sıkıntıyı göğüs­leyen çocuklara imreniyordu. Onun sahip olamadığı bir şeye sahipti onlar. Yaşamın içinde birçok zorluklarla karşılaşmala­rına karşın ruhları özgürdü onların. Kahramanımız gibi ailesi­nin anlamsız kısıtlamalarından bunalmıyordu onlar. Disiplin adı altında ona sunulan kalıplar, sınırlamalar onun ruhunu tutsak ediyor, yaşama sevincini elinden alıyor, gerçek ya­şamdan soyutlayarak köklerinden koparıyordu. O çocuklar bir çok şeyi yaşamla boğuşarak öğreniyorlar, zorluklara karşı koyacak direnci buluyorlardı kendilerinde. Bunlar anlatıcının özlemini duyduğu, ama sahip olamadığı, hiçbir zamanda sahip olamayacağı şeylerdi.
Oskar kısa süre önce arkadaşlık kurduğu birisiydi. Arka­daşlığı da çok kısa sürdü. Oskar bütün yokluklara karşın ya­şama sevinci olan biriydi. İçten içe ona imreniyordu:
”Beni onda kendisine çeken şahsı değil, bir başka şeydi: diyebilirim ki, onun kendi gibilerinde, kendi yaradılışındaki hemen bütün oğlanlarda rastlanan özelliklerdi bu, belli bir yüzsüzlüğü içeren yaşama sanatıydı; pratikte karşılaşılan küçük sorunları bilip tanımaydı; paraya, mağazalara ve atöl­yelere, mallara ve bunların fiyatlarına, mutfak, giysi vb. nes­nelere aşinalıktı. Okulda dayak yeseler canlan acımaz görünen, uşaklar, arabacılar, fabrikadaki işçi kızlarla akrabalık ya da dostluk ilişkisi içinde yaşayan Oskar gibilerin dünyada benimkinden daha değişik ve güvenli bir yerleri vardı. Adeta benden daha yetişkin durumdaydı hepsi; babalarının günde kaç para kazandıklarını biliyorlardı. Ayrıca benim acemisi bulunduğum daha bir sürü şeyin farkındaydılar kuşkusuz. Bazen öyle söz ve nüktelere gülüyorlardı ki ben bunların anlamıyordum. Üstelik benim göze alamayacağım gibiydi gülüşler; çirkin ve kaba, ama yetişkin ve «erkeksi». Kendile­rinden daha zeki olmak, okulda daha çok şey bilmek, karşıla­rında bana bir üstünlük sağlamıyordu. Daha iyi giyinmem, saçlarımı daha iyi taramam, elimi yüzümü temiz tutmamın da, yine bir üstünlük sağladığı yoktu. ” s. 98
Eğitim adına, yaşama hazırlama adına ailesinin ona sun­duğu yapay dünyanın kurallarından sıkılmıştı kahramanımız. Yazar bize burada yaşamın içinde olarak, zorlukları göğüsle­yerek çocukların ancak yetişkin yaşamına kendilerini hazırlayabileceklerini duyumsatıyor. Hesse’nin kendisi de bu tür kuralların kurbanıydı zaten.
Okuldan ve yetişkinlerin ona sundukları dünyadan sıkıl­mış ve başarılı bir öğrenci, ailesinin gururlanacağı bir çocuk, bir genç olamamıştı. Zorlamalar, dayatmalar onda karşı di­renç doğurmuştu. Babasından çaldığı kuru incirler onun için fazla bir şey ifade etmiyordu. Onu bu eyleme sürükleyen, babasının görkemli dünyasını kuşatan duvarlarda bir gedik açmaktı; onun duyarsız yüreğine, yasaklarına, bencilliğine, ayrıcalıklı konumuna çocukça bir ayaklanma, direnme idi.
Aslında yaşamında ters giden bir şey yoktu, her şey her zamanki seyrinde akıp gidiyordu. Kimsenin de bu gidişten yakındığı falan yoktu. Onun duyarlı yüreği başkalarından farklı olarak olanı biteni sorgulatıyordu. Bu ona mutsuzluk getiriyordu.
Genel olarak var olan yaşam anlayışı, yetişkinlerin davra­nışları, özellikle de kendi aile yapısı, ailede tek otorite olan, her sözü tanrı buyruğu sayılan babasının hoşgörüsüz, sevgisiz tavrı onun yaşamını alt üst etmeye yetiyordu; kendini yalnız hissediyor, farklı bir pencereden dünyaya bakıyordu. Onun acıları farklı oluşundan, yaşama farklı bakışından, yalnızlı­ğından, güven duygusundan yoksun oluşundan kaynağını alıyordu:
“Oysa ben hep dışarıdaydım, hep kıyıda kenarda kalacak­tım; tek başıma, güvensiz, sezgilerle dolu ve bir kesinlikten yoksun yaşayıp gidecektim hep. ” s. 98
Geçirdiği her gün aynıydı; onu sevindirecek, ona sevimli gelecek hiçbir şey yoktu yaşamında; tek düzelikti onun en çok huzurunu bozan; yaşamın çirkinliklerine katlanmak gü­cünü kendinde bulamıyordu; Yetişkinlere doğal gelen bu ortam onu korkutuyordu:
“Büyüklerinki de olmak üzere sürekli alışkanlık kokuyor­du yaşam; her şey kepazenin ve bayağının zafer kazanmasını sağlayacak gibi düzenlenmişti. ”s.99
Anlatıcı yetişkinlerin ikiyüzlü tavırlarına, çocuklara karşı sergiledikleri sevgisiz, anlayışsız tutumlara, aşağılamalara eleştirel yaklaşıyor, öğretmenleri, yetişkinleri ve tüm toplu­mu suçluyor, yargılıyor, anlamsız tutum ve davranışlara bir anlam veremiyordu:
“Baş belası ve iğrençti bu yaşam, sahteydi, tiksindiriciydi. Büyükler, sanki dünya dört başı mahmurmuş da kendileri yarı tanrıymış, biz çocuklarsa pislik ve süprüntüden başka bir şey değilmişiz gibi davranıyordu. Ah şu öğretmenler! insan, şevkle, tutkuyla ise koyuluyor. Yunanca kuraldışı fiillerin ezberlenmesinde ya da üst başın temiz tutulmasında olsun, anne baba sözünün dinlenmesinde ya da tüm acı ve aşağı­lanmaların gık demen göğüslenmesinde olsun, dürüst ve coşkulu atılımlarda bulunuyordu. ”s.99
Yetişkin desteğine, güven duygusuna en çok gereksinim duyduğu bir çağda babası tarafından yüzüstü bırakılması onda büyük sarsıntılar yaratmıştı. Yaşama sevinci yok olmuş, güvendiği, sığındığı kaleler birer birer yıkılmıştı. Okul, baba evi, daha doğrusu onu kuşatan çevre, onun gereksinim duy­duğu sıcaklıktan yoksundu; kime güvenecekti?
Kendini bu dünyada yapayalnız görüyordu; her zaman sığınacak bir liman olması gereken yuvası, baba ocağı, ana kucağı onu bağrına basmıyor, kendinden itiyordu, daha doğrusu anlatıcı böyle duyguların baskısı altında eziliyordu. Anlatıcının kusur bile sayılmayacak bir tavrı büyük bir suç olarak görülüyordu; hem de bu babası tarafından yapılıyordu. Çok basit bir suç yü­zünden alacağı ceza değildi asıl onu ürküten. Onun için asıl yıkım en yüce, en saygıdeğer konumda olması gereken ye­tişkinlere olan güveninin sarsılması idi. Kin duygularının yüreğinde kabarması onun sağlıklı düşünmesini engelliyordu. Bu koşullarda gelecek ona artık güzel şeyler getirmekten uzak görünüyordu.
Anlatıcı büyük bir acı içinde kıvranıyor, intihar etmeyi bi­le düşünüyordu. Bütün suçu babasının çekmecesinden bir­kaç kuru incir yürütmekti. Kuralların dışına çıkmış, babası­nın ondan esirgediği şeyi izinsiz almıştı. Bu büyük bir suçtu, kuralları çiğnemişti. Yakalanacağı korkusu yaşamını zehir etmişti. Bir çıkış yolu arıyordu. Bazen bir hastalığa sığınmak, büyüklerin ilgisini çekmek işe yarıyordu. Büyüklerden böyle öğrenmişti, yalan her zaman bir çıkış yolu olarak önünde duruyordu. Yalanı şimdi, bu illeti ona bulaştıranlara karşı kullanıyordu. Çocukları yetişkin yaşamına hazırlamak, onları kendilerine benzetmek demekti. İleride büyük sorunlar yaratacak da olsa yalan geçici bir rahatlama sağlamıştı anlatı­cıya:
“Böylesi durumlarda çokluk en iyisi hastalanmak, kusmak ve yatağa yatmaktı. Böyle yapıldı mı, bazen zararsız atlatıla- biliyordu durum. Anne ya da kız kardeş çıkageliyor, çay pişi­rip veriyor, sevecenlik taşan bir özenle sarılıyor çevre, insan ağlayabiliyor, uyuyabiliyor ya da iyileşmiş ve neşesi yerinde, baş aşağı değişip esenliğe kavuşmuş, aydınlık bir dünyada yeniden gözünü açıyordu.” s. 102
Babasının baskıcı tutumundan başka bir şey değildir onu yalana, yeni suçlara iten. Suçluluk duygusu onu eziyor ve vicdan azabı duymasına neden oluyordu. Nasıl kurtulacaktı bu azaptan. Kaçmanın kurtuluş olmadığını anlamıştı. Nereye gitse onu yalnız bırakmıyordu korkuları. En iyisi korkunun üzerine gitmekti. İslediği suçu itiraf edecek ve bağışlanması için babasına yakaracaktı.
Bağış söz konusu değildi, cezasını çekecekti. Baba böyle ortamlar yaratarak bundan yararlanıyor, yarı tanrı tavrını sür­dürüyordu. Onu kendine ancak böyle kul, köle, yani bağımlı yapabiliyordu. Anlatıcı yaşama tutunabilmenin yolunun ba­banın ilkeleriyle uyum içinde olmaktan geçtiğini anlamıştı:
“Kendisinden ne kadar korkarsam korkayım, bazen ba­bama başvurup, işlediğim kabahatleri yalvarıp yakararak ona bağışlatmak rahatlatıyordu beni. Ama babamın ağzından çıkacak yatıştırıcı sözler daha değerliydi benim için, yargıla­yıcı vicdanımla bir barışma demekti bu. Sıkıcı sahneler, so­ruşturmalar, itiraflar ve cezalandırmalardan sonra babamın odasından çokluk düzelmiş ve arınmış olarak çıkıyordum. Cezaya çarptırılıyor, korkutma ve uyarmalara konu yapılıyor­dum gerçi, ama ruhun yeni karar ve niyetlerle doluyor, hain kötüye karşı, güçlünün dostluğunu kazanıp güçleniyordum ”  s. 102
Anlatıcının kendine aykırı olan şeylere direnecek gücü yoktu. Hem bu acı veriyordu. En iyisi yetişkinlere benze­mekti. Yetişkinler ne yapıp yapıp çocukları kendilerine ben­zetirlerdi. Bundan böyle anlatıcıya anormal görünen şeyler normal olacaktı. Artık acı duymayacak, vicdan azabı çekme­yecekti. Çünkü sıradanlaştı, topluma uydu. Bundan böyle toplumun yaşam diye sunduğu her şey ne olursa olsun, nasıl olursa olsun ona doğal gelecekti. Sürüden ayrılmanın tehli­keli olduğunu anlamıştı. Yok olmaktansa sağlıksız olmayı yeğlemişti. İçinde yaşadığı ortam onu korkak, ürkek, güven­siz, sürekli kompleks altında ezilen biri yapmıştı. Sürekli bir yargılanma süreci yaşıyordu. Babasının kurduğu mahkemede yargılanıyor, yaptırımlarla yüz yüze kalıyordu. Yargılandıktan, suçunu çektikten sonra bir süre iç huzura ulaşıyordu. Ama bu onu tatmin etmekten uzaktı. Sarayında krallar gibi salta­nat süren babasının bu tavrı ona huzur vermiyordu:
“Korkuları ve vicdan azaplarını yüzlerce kez yukarılara ta­şımış, inatları ve hırçın öfkeleri yukarılara götürmüş, çok va­kit esenlikler ve yeni güvenlerle inmiştim aşağı. Evimizin alt katı, annemle benim barınağımdı; masum bir hava eserdi burada. Yukarısını ise güç ve zeka kendine yurt edinmiş, yukarıya mahkeme, tapmak ve »baba saltanatı» yuvalanmış- tı.”s. 102
Şartlı salıverilmiş bir hükümlü gibi yaşamı sürekli denet­leniyordu. Daha doğrusu o böyle sanıyordu. Bu duygunun altında eziliyordu. Ne yapsa, ne etse suçlu hissediyordu kendini. Aşağılanmanın, azarlanmanın, cezalandırmanın kor­kulardan, vicdan azabından kurtulma yolu olduğunu, bu eği­tim anlayışının toplumda kökleşmiş olduğunu artık biliyor­du.
Acılar içinde öylesine kıvranıyor, baskılar altında öylesine eziliyor ki bir an önce ceza ve şiddetin barınağı olan yetişkin­lerin dünyasına sığınmak istiyordu.
İçindeki şeytana uyuyor kahramanımız ve incirleri çalıyor. Babasının incirleri çocuklarından saklayıp yalnız kendisinin yemesi suç olmuyor da çocuğunun bunlardan bir kaç tane alması çok büyük suç oluyor. Elbette, neyin suç, neyin ol­madığını yetişkinler karar verir. Kuralları onlar belirler. Her şey onların insafına kalmıştır. Eğer kendisi de böyle yetiş­mişse, aynı yoldan yürüyecektir.
içindeki şeytan nedir, nereden gelmiştir? Yetişkinlerin dayatmalarına karşı çocukta gelişen direnç, kin ve nefret değil midir şeytan? Toplumun ürettiği, insana bulaştırdığı suçtan başka nedir şeytan? Anlatıcı da şeytana uyduğunu suç işlediğini benimser hale gelmiştir. Şeytanı yaratan, 10 yaşın­daki bir çocuğun içine yerleştiren toplumdan, yetişkinlerden başka kimdir?
Yazar öykü boyunca okurun vicdanına seslenerek onlarda çocuklara karşı bir duyarlılık oluşturma ve kendilerini sorgu­lama olanağı veriyor. Anlatıcının şu yakınmalarına hangi yü­rek duyarsız kalabilir:
“Bir gelip kurtaran çıkmıyor beni, içimdeki şeytanın iste­diğinden başka türlü davranamıyordum. Suçluluk duygusu midemi, kasıp büzüyor, parmak uçlarımı soğutuyor, yüreğim korkuyla pır pır ediyordu. Henüz ne yapacağımı ne edeceği­mi bildiğim yoktu. Bildiğim tek şey, kötü bir durumdaydım. ” s. 103-104
Anlatıcı ölümü bir kurtuluş, yetişkinlerin soğuk, ürkütü­cü, iğrenç, sahte dünyalarından bir kaçış olarak görmeye başlıyor:
“Zehir içmek, evet, en iyisi buydu, ya da kendimi asmak. Zaten ölmek yaşamaktan yeğdi. Çünkü her şey öylesine uy­durma ve iğrençti ki! Kitaplığın önünde dikiliyor ve düşünü­yordum. ”s.l07
Anlatıcı kendini işe yaramaz biri olarak görmeye başlıyor. Çevre ona ne güven duygusu vermiş, kendini geliştirmesine olanak tanımış, ne de ruh sağlığı için gerekli olan sevgiyi, ilgiyi göstermişti. Onun bu dünyada bir yeri, bir önemi oldu­ğunu ona hiç kimse duyumsatmamıştı. Her şeyle uğraşıyor, ama hiçbir şeyin üstesinden gelemiyordu. Yeteneklerini or­taya çıkaracak, ilgisine göre yön bulacak bir ortama hiç sahip olmamıştı. Yüzleştiği her başarısızlıkta bunun acısını duyu­yor ve şöyle yakınıyordu:
“Bense, hangi işi verseler elime yüzüme bulaştırıyor, hep acele ediyor, hiçbir şeyi gereği gibi kıvıramıyordum. Tahta işlerinde böyle, yazdığım yazılarda, yaptığım resimlerde böy­le, kelebek koleksiyonumda böyle, başka ne varsa hepsinde böyleydi durum. ”s.l07
Kendini işe yaramaz gören, her fırsatta aşağılanan, horla­nan, bu gelişme çağında psikolojik gereksinimleri karşılan­mayan çocuk için bir yol kalmıştır; büyüklerin ilgisini çek­mek, bende varım demek. Bunu yetişkinlerin kurallarını çiğneyerek, yahut da kendisine zarar vererek gösterecektir.
Öykü kahramanımız da bu yoldan gitmeyi düşünmektedir, kendine zarar vererek intikam almak, bu yolla onlarda vicdan azabı yaratmak istiyor:
“Derken bardak taşacak, o zaman her şey tüyler ürpertici biçimde sona erecekti. Günlerden bir gün, tıpkı bugünkü gibi bir gün boylu boyunca kötünün batağına gömülecek, yaşamın saçma katlanılmazlığından ötürü inat ve hırsa kapı­lıp dehşet verici ve kesin bir adım atacaktım; dehşet verici ve kurtarıcı bir adım, korkulan ve işkenceleri sürekli silip atacak bir adım. Nasıl bir adım olacağı belirsizdi hani; ama buna ilişkin hayaller, buna ilişkin inatçı düşünceler, birçok kez beni serseme çevirerek zihnime üşüşmüştü; öyle canice düşünceler ki, dünyadan hıncımı almamı, kendimi feda edip yok edebilmemi sağlayacaktı. ”s. 108
Hesse toplumun gelişi güzel tavırlarının, kalıplaşmış, değişmez köhnemiş kuralların peşine takılmasının bir çocu­ğu bile hangi noktalara getirebileceğini bu öykü aracılığı ile okurla paylaşmak ve onda duyarlılık yaratmak istiyor. Öykü kahramanı bu toplumsal düzen içinde o kadar itilmiş, o ka­dar soyutlanmıştır ki sorunlarını paylaşacak, içini dökecek hiç kimse yoktur çevresinde; Ne bir arkadaşı, ne bir öğret­meni, ne de ailesinden bir kişi. Dünya onun için bir cehen­neme dönüşmüştür; topluma, tanrısal düzene isyan etme noktasına gelmiştir. Bu toplumsal düzen içerisinde 10 yaşın­da bir çocuğun yapacağı bir şey yoktur. Çocuk isyan etme, intikam alma hırsı ile yanıp tutuşmaktadır, intikam planları­nı eyleme dönüştürme yerine, bunları aklından geçirerek bir rahatlamaya ulaşmaktadır:
“ipe çekilip öldüm de, öbür dünyayı boylayıp o ezeli yar­gıcın önüne çıkarıldım mı, asla boyun eğmeyecek, asla onun otoritesini benimsemeyecektim. Hayır, hayır! Tüm melekler gelip dizi dizi çevresini kuşatsa, tüm kutsallık ve görkem bu yargıçtan ışın ışın etrafa saçılsa, yine yapmayacaktım böyle bir şey. isterse beni cehenneme yollasın, isterse katran ka­zanlarında kaynatırsındı. Asla yargılama dilemeyecek, tenez­zül edip bağışlanmamı istemeyecek, yaptıklarımdan hiçbiri için nedamet getirmeyecektim. Bana: «Şunu, yaptın mı?» diye sordu mu: «evet yaptım!» karşılığını verecek, hatta daha da ileriye gidip: «yaptığım için de pişman değilim, elimden gelse yine yaparım » diyecektim. «Adam öldürdüm, evleri ateşe verdim. Neden mi?
Hoşuma gidiyordu da, on­dan. Seninle dalga geçmek, seni kızdırmak istiyordum da, ondan. Evet, çünkü senden nefret ediyorum ve işte yüzüne tükürüyorum senin. Bana eziyet ettin, yapmadığını koyma­dın, kimsenin uyamayacağı yasalar çıkardın karşımıza: büyük insanları yarattın ki, küçüklere yaşamı zehir etsinler.» Bütün bunları açık seçik kafamda tasarlayıp, tıpkı düşündüğüm gibi davranacağıma ve konuşabileceğime kesinlikle inandım mı, kendimi bir süre tekin sayılamayacak bir rahatlık içinde buluyordum. Ama çok geçmeden eski kuşkular yeniden sesini duyuruyordu içimde: Acaba yumuşamayacak mıydım?
Yılma­yacak, boyun eğmeyecek miydim gerçekten?
Diyelim ki, inatçı irademin buyurduğu gibi yaptım her şeyi; acaba Tanrı bir çıkış yolu bulup, yetişkinlerin ve güçlülerin her vakit becerdiği bir oyuna başvurmayacak mıydı?
Elinde bir kozla çıkıp gelerek, sonunda insanı utandırmayacak mıydı?
Dedik­leri üzerinde pek durmayarak, o kahrolası iyilikseverlik mas­kesi altında insanı rezil ve kepaze etmeyecek miydi?
Ne yazık ki, bütün işin böyle biteceğin kuşkusuzdu.
Kafamdaki düşünceler bir o yana bir bu yana gidip geliyor, bazen benim, bazen Tanrı’nın yenik düşmesine yol açıyor, kimi boyun eğmez bir cani aşamasına yüceltiyor beni, kimi bir çocuk ve güçsüz bir kişi duruma sokuyordu. s.109-110
Okul da kahramanımıza göre çocuklara ceza verilen, iş­kence edilen yerdi. Çocuklar için hiçbir çekiciliği yoktu; okuldan soğumuştu; gitmemek için bahaneler arıyordu. Ço­cukların eğitiminden sorumlu okul, kahramanımızın gözün­de önemini çoktan kaybetmişti:
“Yarın sınıfta adım okunacak, paylanıp azarlanacaktım En iyisi derse gitmemekti; nasıl olsa bir işe yaramayacaktı gidi­şim. Ama iyi düşünülmüş, ustaca düzenlenmiş ve inandırıcı bir özürle gidilirse, belki o zaman ...gel gelelim, yalan söyle­me bakımından okulda ne kadar iyi yetiştiriliyorsak da, şu an bu türden hiçbir özür gelmiyordu aklıma. Şu an yalan atacak, kafamdan bir şey uydurup çıkaracak durumda değildim. En iyisi hiç okula uğramamaktı. ”s. 111
Babası adeta bir fildişi kulesinde yaşıyordu; ayrıcalıklı bir konumu vardı. O ne derse o olurdu. Kimse buna karşı çık­mazdı. Onun dünyasına sokulabilmek olanaksızdı. Hatta suçtu. Birde, bütün ailesinden esirgediği, kendisine sakladı­ğı, yalnız kendi tükettiği incirlere musallat olmak daha da büyük suçtu. Kahramanımız babasının bu tutumunu şöyle yadırgıyordu:
“Ama babamın da komodinin gözünde böyle kuru incirler saklamasının ne gereği vardı, bilmem?” s. 111
Babasının bencilliği aile bireyleri arasındaki ilişkileri so­ğutmuştu. Bazı maddi şeyler dışında paylaşacak bir şeyleri yoktu. Her şey güçlüden yanaydı, her şey güçlü içindi. Bu tanrısal düzene isyan ediyordu. Yetişkinlerin tavırlarından tanrıyı sorumlu tutuyordu:
“Bana eziyet ettin, yapmadığını koymadın, kimsenin uyamayacağı yasalar çıkardın karşımıza; büyük insanları yarat­tın ki biz küçüklere yaşamı zehir etsinler. ”s. 110
Yaşam anlatıcı için bütün çekiciliğini kaybetmişti; korku egemendi bütün ruhuna. Kendini suçlu yapan, suçlu olduğu duygusu uyandıran her şeyden kurtulmak istiyordu. Ama bu olası değildi. Birkaç kuru incir yüzünden başına bunlar gel­mişti. Korkuları, babası karşısındaki çaresizliği yaşamını ce­henneme çevirmişti: yaşama sevinci uçup gitmişti:
“Başka zaman kıvançla seyrettiğim bütün o şirin ve neşe saçan nesneler, şimdi yabancı ve büyülenmiş gibi duruyordu karşımda! Bilmediğim bir duygu değildi hani, bir vicdan te­dirginliğiyle alışılmış bir yerden koşarak geçmenin tadını daha önce tatmıştım! Şu an en seyrek rastlanır kelebekler­den biri çimenler üzerinden uçarak gelse de, ayaklarımın hemen önünde yere konsa, bir hiçti benim için; beni sevindirmez, beni çekmez kendine, bana bir avuntu sağlamazdı. Şu an, en şahane kiraz ağacı, en çok kiraz yüklü dalını bana buyur etse, benim için değer taşımaz, bana hiçbir mutluluk sağlamazdı. Şimdi kaçmaktı öneli olan; babamdan, cezadan, kendimden, kendi vicdanımdan kaçmaktı; kaçmak, dur durak bilmemek, elinden kurtulamayacağım o amansız sonun er geç gelip beni bulacağını unutmayarak, bu kaçışı sürdürmek.. ”s. 112
Babasının göstereceği küçük bir ilgi, küçük bir hoşgörü onu yeniden yaşama bağlayacak, hatalı davranışlardan koru­yacaktı.
Hesse, bu öykü aracılığı ile toplum eleştirisi yapıyor. Toplumsal düzen, aile, okul çocukların kendilerini suçlu görmelerini sağlıyor, böylece onları sevk- idare etmeyi kolay­laştırıyorlar. Suçluluk duygusundan kurtulamayan bir çocu­ğun sağlıklı yetişmesi olanaksız hale geliyor. Çocuk şöyle düşünmeye başlıyor:
“Benden bir şey olmaz. Ben topluma uyamıyor, sorumlu­luklarımı yerine getiremiyorum. İşe yaramaz biriyim!” Bu duyguyu toplum onlara veriyor. Eleştirel düşüncenin top­lumda yerleşmesi engelleniyor. Yetişkinler kendi sözde ra­hatları adına çocukları gençleri perişan ediyorlar. Toplumun suç saydığı şeylerle boğuşmaktan, suçluluk duygusu altında ezilmekten başka bir şeye zaman bulamıyor kahramanımız. Nasıl olmuştu da, böyle perişan bir duruma gelmişti. Yazar kahramanımızı kendi kendiyle şu şekilde hesaplaştırıyor:
“Öylesine sen, öylesine memnun, öylesine şükranla dolu, öylesine arkadaş canlısı, anneme karşı öylesine sevecen, öy­lesine korkulardan uzak, akıl almayacak kadar mutlu?
Bu benim eski halim miydi? Şimdiki duruma nasıl düşmüştüm peki?
Nasıl böyle bambaşka, böyle kötü, böyle içi korkuyla dolu, böyle yıkık biri olup çıkmıştım?
Her şey yine eskisi gibiydi; orman, ırmak, eğrelti otları, çiçekler, şato ve karınca kümeleri eskisi gibi; ama yine de her şeye bir ağu sinmiş, her şey altından girilip üstünden çıkılmıştı sanki. Oraya, bir za­man mutluluk ve safiyetin bulunduğu yere bizi götürecek hiçbir yol yok muydu artık?
Bir vakit nasılsa, hiç öyle olamaz mıydı artık?
Bir daha hiç öyle gülemeyecek, kız kardeşimle oynayamayacak, paskalya yumurtaları arayamayacak mıydım?
Koşuyor, koşuyordum. Alnımda terler birikmişti; ardım sıra işlediğim kabahat koşuyor, kocaman adımlar atarak ve devcileyin, babamın gölgesi ardımdan seğirtiyor, bir türlü peşimi bırakmıyordu. ”s. 112-113
Ne yapsa, ne etse hepsi suçtu. Nasıl davranılacağını bilemiyordu. Yetişkinlerin karşısında kendini hep suçlu gö­rüyordu. Bu yetişkinlerin taktiği idi. Kendilerine bağımlı yapma, korku ile onları sindirme, kendi istedikleri biçime sokma yöntemiydi bu. Çocukları kendilerine boyun eğdirme, itaat ettirme yöntemiydi bu. Sanki aralarında gizli bir söz­leşme yapmış gibi bütün yetişkinler böyle davranıyordu. Düzeni sağlamanın en kestirme yolu buydu. Kendisine hiç­bir yetişkin yardım edemezdi. Buna amcası da dahildi:
“Amcam şimdi olsa, bulunsa bile yardım elini uzatmazdı bana. O şimdi hanidir büyük ve yetişkin adamdı, bir rahipti yetişkinlerin tarafını tutar, beni gözden çıkarırdı. Hepsi böyleydi bunların. Biz çocuklara karşı hepsi ikiyüzlü davranıyor, yalan dolana sapıyordu; bir rol oynuyor hepsi, kendilerini gerçektekinden başka türlü gösteriyordu. ” s. 114
Hesse bir çocuğun ağzından yetişkinlere uyarıda bulunu­yor. Bir çocuk olarak her şeyin farkında anlatıcı. Yetişkinlerin ahlak yalancılığını sorguluyor. Söylemlerin davranışlara yan­sımadığının altını çiziyor.
Anlatıcı sıcak bir yuva özlemi çekiyordu. Herkesin herke­si sevdiği, anladığı, dayanışma içinde olduğu bir aile ortamı­na hiç sahip olamamıştı. Hiçbir zaman kendisini kucaklama­yan, bağrına basmayan evine dönmektense ölmeyi yeğliyordu:
“Evet, bu kez eve dönmesem!’ Bir olay dönmemi engelle­yebilirdi; bir yerden düşüp ölebilir, diyelim suda boğulabilir, tren altında kalabilirdim. O zaman her şey bir başka havaya bürünürdü. O zaman beni alıp eve getirirlerdi; kimsenin sesi çıkmazdı o zaman, herkes korkuyla bekler ve ağlardı, herkes acırdı halime, incirlerin de sözü edilmezdi. ” s. 114
En küçük hoşgörünün çocukların dünyasında yapacağı olumlu gelişmeleri anlatıcının ağzından şöyle öğreniyoruz: ‘'Babam bir çakı armağan etmişti; birlikte gezmeye çık­mıştık, şen ve tatlı bir huzur içindeydik; ben çalılıktan ken­dime uzun bir değnek keseyim istemiş, babam da bu banka oturmuştu. Değneği keserken bıçağı zorlayıp kırmıştım, sapın hemen yanından kırılmıştı bıçak, korkuyla babamın yanma dönmüştüm, ilkin saklamak istemiştim, ama babam sormuştu. Bıçağın kırılışı bütün neşemi alıp götürmüştü, çünkü babamın beni paylayacağını düşünmüştüm. Ama ba­bam yalnızca gülümsemiş, elini hafifçe omuzlarıma dokun­durup şöyle demişti: «Ne yazık! Ne yazık!» O zaman ne kadar sevmiştim babamı? İçten içe ne özürler dilemiştim kendisinden. Ve şimdi babamın o zamanki yüzünü düşünü­yorum da, sesini, acımasını düşünüyorum da, ne canavarın biri olmalıydım ki, böyle bir babayı sonradan iki de bir üz­düm, yalanlar söyledim kendisine ve bugün de çekmecesin­den öteberilerini aşırdım.. ”s.l 14-115
Saygın bir ailenin terbiyeli çocuğu rolü onu sıkmaya baş­lamıştı. Bunu da zaten ikiyüzlülük olarak görüyordu anlatıcı. Yaşamın ortasında olmak, her yönünü yaşamak onu sevindiriyordu. Acı duymasına, canı yanmasına karşın büyük bir mut­luluk duyuyordu. Daha önce hiç yapmadığı bir şey yapmıştı, Arkadaşı ile kavga etmişti. İlk kez kendine çizilen yolun dışına çıkmıştı, bu onu çok mutlu etmişti:
“Gözlerimden yaşlar geliyor, ağzımdan kanlar akıyordu. Bir harikuladelik kazanmıştı dünya, bir anlam taşıyordu şim­di; yaşamak güzel, bir yerinin kanaması ne güzel, başka biri­nin bir yerini kanatması güzeldi. ”s.l 17
İlk kez kuralların dışına çıkmıştı. Bu onun için ilk özgür­lük denemsiydi. Bedelini ödeyerek çok istediği bir şeye ulaşmıştı.
İçindeki korku bir kartopu gibi giderek büyüyor, katlanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Bundan kurtulmak uğruna her şeye razıydı. Bu birey olma özlemi duyan bir çocuğun yenik düşmesiydi. Anlatıcı kendi yenilgisini şöyle dile getiri­yordu:
“Ansızın korkunç bir düş kırıklığı çullandı üzerime. Eve ayak attığımdan beri içimi oyup kemiren tek bir yakıcı iste­ğin benliğimi kapladığını fark etmiştim. Eve gelince fırtına­nın artık kopmasından, yargılanmaktan, müthiş şeyin ger­çekleşip korkunun sona ermesinden başka bir şey düşün­memiş ve özlememiştim. Her şeyi göze almıştım. Hazırlıklıydım her şeye. Ağır cezalara çarptırabilirler beni, dövebilir, evde bir yere hapsedebilirlerdi. Aç bırakabilirlerdi isterlerse. Bana lanetler okuyabilir, beni kapı dışarı edebilirlerdi. Yeter ki, içimdeki şu korku bitsin, gerginlik sona ersindi. ” s.l 19
Babası onun birkaç incir yürüttüğünü biliyordu, ama ona itiraf ettirmeye çalışıyordu. Onda eziklik, suçluluk duygusu yaratarak, onu kendine kul, köle, bağımlı yapmaya uğraşıyor­du. Hesse bunu bizzat kendisi de çocukluğunda yaşamıştı. O bu öyküyle yetişkinlere mesajlar vermeye, onların kendileri­ne çekidüzen vermelerine önayak olmaya çalışıyor. Çocukla­rın ruhsal gereksinimlerinin, öteki gereksinimlerden daha önemli olduğunu vurgulamak istiyor. Karınlarım doyurmak, barınacak bir yer vermek, gündelik maddi gereksinimlerini sağlamakla, yetişkinlerin sorumluluklarını yerine getirmiş olamayacaklarını vurgulamak istiyor.
Aslında toplumun genel anlayışına göre yetişkinlerin ta­vırlarında bir anormallik yoktur. Böyle gelmiş, böyle gidiyor. Geleneksel yaşam anlayışından kopmak kolay değildir. Bu dışlanmayı, horlanmayı göze olmak demektir. Ruhsal geli­şimlerini sağlıklı bir şekilde geliştirecek ortamlara onlarda sahip olmamıştır. Hesse’nin eleştirisi de kişilere değil za­ten, kişilerin şahsında tüm topluma yönelik. O bir sanatçı duyarlılığı ile içinde yaşadığı toplumu, onun eğitim anlayışını sarsmayı ve değişimin yolunu açmayı amaçlamıştır. Birçok yapıtı gibi bu öyküde yetişkinlere kendilerini gözden geçir­meleri için bir çağrı. Bu dünyayı dar yapan, yaşamaya değmez kılan, yaşamın yalnız gölgeli taraflarını gösteren neydi?
Bu sorunun yanıtını okur öyküde bulmaktadır.
Sh:77-101

Yetişkinleri eleştiren yaklaşımımıza karşın şunu da söy­lemeliyiz ki yetişkinlerin işi hiç de kolay değildir. Ama işimiz zor diye sorumluluklarımızdan uzak duracak değiliz. Zaten başarıya da zorluklar aşılarak ulaşılabilir.
Gençlere nasıl yaklaşacağımızı bilmek, bunu uygulamak ve bundan sonuç almak bazen bu konunun uzmanlarını, eği­tim bilimcileri bile aşmaktadır. Günümüzün çok boyutlu dünyasında gereksinimler çoğalmakta, çeşitlenmektedir. İletişim çağının dünyayı evimize getirdiği, bütün değerlerini altüst ettiği günümüzde kendi doğrularımızdan yola çıkarak gençlere yardımcı olamayız; onlara yabancılaşır ve onları kendimizden uzaklaştırırız. Hatta diyebiliriz ki onların eği­timi bizlerin elinden neredeyse çıktı. Biz değil, zaman onlara şekil ve ruh veriyor.
Biz yetişkinlere düşen, gelişmeleri yakından izlemek, ya­bancılaşma tuzağına düşmeden çocuklarla, gençlerle sağlıklı iletişim kurmaktır; her gün yeni gelişmelerle yüzleşen genç­lerin dünyayı anlamasında ve kavramasındaki zorluklarını aşmada onlara yardımcı olmaktır. Onlara karşı sorumlulukla­rımızı yerine getirip getiremediğimizi test etmek için zaman zaman kendimize şu sorulan sormalıyız:
Gençlerin psikolojik gereksinimlerini tatmin buluyor mu?
Onlara güvenli bir ortama sahip oldukları inancı veri­liyor mu?
Onların özgüven kazanmaları için olanak tanınıyor mu?

Onlara özdisiplin kazanmaları için ortam yaratılıyor mu?
Gençlerin çevresinden gördükleri ilgi, sevgi yeterli mi?
Gençler toplumda bir yer edinebiliyor, bir değer ola­rak görülüyor ve önemseniyorlar mı?
Gençler kendilerini geliştirme ve gerçekleştirme or­tamına sahip mi?
Gençlerin yeteneklerini ortaya çıkarma ortamı var mı ve bu yönde yüreklendiriliyorlar mı?
Gençler demokratik bir ortama sahipler mi?
Bu gereksinimlerin tümü karşılanabilirse biz yetişkinler görevimizi yapmış, sorumluluklarımızı yerine getirmiş sayılı­rız. Bu soruların evetlenme oranı arttıkça gençlerin ruh sağ­lığı ve dolayısıyla doğal gelişimleri seyrinde gidiyor demektir.
Bireysel çabalarımız elbette bir anlam ifade eder, ama bu sorular ancak ve ancak demokrasi kültürünün kök saldığı toplumlarda sorun yaratmazlar.
Ne yazık ki var olan eğitim anlayışı ve yetişkinlerin ço­cuklara, gençlere karşı sergilediği baskıcı tavırlar bütün top­lumsal rahatsızlıklara çare olacak olan demokrasi kültürünün gelişmesi ve yaygın hale gelmesini engellemektedir.
Demokrasi kültürünü benimsemek, benimsetmekten ge­çer sağlıklı toplum. Aileyi oluşturan her üyenin, bir yeri, bir değeri, bir sözü olmadığı sürece sağlıklı toplum yaratmak olası değildir.
Bütün dünyanın özlemini duyduğu barışa ulaşmak, hoşgö­rünün, anlayışın, sevginin egemen olduğu toplumlar yarat­mak bir niyet bir istek işinden çok bir olgunluk, bir birikim, yani demokrasi kültürünü benimseme, onunla yoğrulma işidir.
Toplumsal barışın güvencesi olan, insanın beynini aydın­latan, yüreğini duyarlı kılan, sorumluluk sahibi bireylerin yetişmesine zemin hazırlayan demokrasi kültürünün toplumlarda yerleşmesini sağlama yolunda en büyük görev eği­tim kurumlarına düşer. Kendi beynine kendi rehber olan, kendi vicdanını kendi şekillendiren, kendini gerçekleştirme olanağı bulan bireylere demokrasi kültürünün yaygınlaştığı toplumlarda rastlanabilir. Böyle şekillenmiş gençler insanlığı aydınlık geleceğe, barışın egemen olduğu bir dünyaya, kişi ve zümre egemenliğine yer olmayan toplumlara götürebilir.
Ancak o zaman tek doğrulara, tek tip düşüncelere sığın­ma, ideolojik kamplara bölünme gibi insanlığın geleceğini tehdit eden olumsuzluklardan, kavgadan, kargaşadan, savaş­tan uzak tutabilir toplumlar kendilerini.
Ancak o zaman hukuk düzeni toplumlarda egemen olur, toplumsal şiddet zemin ve güç bulamaz, sosyal adalet yerle­şir, barış gelir, huzurlu bir ortam oluşur ve kalıplaşmış düşünceler ve önyargılar toplumu yönlendirmez.
Ancak o zaman insanlar sağcı-solcu, inanan-inanmayan, laik-antilaik veya alt kimliklerine göre kamplara bölünmeye­cek ve ideolojik kavgalar son bulacaktır.
Ancak o zaman terör, kitleleri hedef alacak güce erişme olanağı bulamayacak, korku kol gezmeyecek, anarşi topluma egemen olmayacaktır.
Ancak o zaman toplumlardaki farklılıklar bir kavga nedeni olarak görülmek yerine, toplumun bir zenginliği, bir ayrıcalı­ğı olarak görülecektir.
Ancak o zaman olumsuzluklar karşısında tavır koyacak, aydınlık beyinlerin, duyarlı yüreklerin sayısı toplumda hızla artacaktır.
Ancak o zaman her şey insanların gözleri önünde cereyan edecek, insanları tedirgin eden saklı gizli bir şey kalmaya­caktır.
Ancak o zaman insanlar kaderine razı olmayacak, toplum­da olup biten olumsuzluklara teslim olmayacak, onların kar­şısına çıkacak beyin ve yürek gücüne sahip olacaktır.
Ancak o zaman eğitim sisteminin çağdaş ve üretici olma­sı, üretim toplumu, bilgi toplumu haline gelmesi olanaklı hale gelecektir.
Ancak o zaman toplumlar, yeniliklerden yana tavır koyma olgunluğuna erişecek, karanlıkta debelenip durmayacak, hiçbir bağnazlığa yenik düşmeyecek ve karanlıklar artık ay­dınlığa meydan okuyacak güce erişemeyecektir.
Aklın, bireyselliğin ve şeffaflığın yükselen değerler olarak yerini aldığı demokrasi kültürü tüm toplumunu aydınlata­caktır. Bu aydınlıkta bütün çirkinlikler, tuzaklar kendini ele verecektir. 21. yüzyılda güven içinde yol almak için demok­rasi kültürünü en önemli donanım olarak görmek ve benim­semek zorundayız. Bu özgürlüğün, barışın, insan haklarının korunmasının ve hukukun egemen kılınmasının tek yoludur.
Geleneksel eğitim anlayışımız demokrasi kültürünün ge­lişmesi ve toplumda yaygınlaşmasını engellemektedir. De­mokrasi kültürünün temel öğeleri olan sorgulama, irdeleme, eleştirme ve karara katılma sorumluluğuna ulaşmanın yolu artık eğitim kuramlarında açılmalıdır. Zaman eskitir, çürü­tür, yok eder, aynı zamanda da yaratır, yani zaman yargısını yerine getirir; buna direnenin ise kaynakları kurur, zayıf dü­şer ve yok olup gider. Acı verse de yetişkinler bu gerçeğe yüzlerini dönmelidirler. Batıklar iki asırdır eleştirel düşün­meyi yaşamın vazgeçilmez öğesi yaparak bütün kurumlarını sağlıklı bir şekilde işler duruma getirdiler. Biz bugün halen eleştirel aklın sağlıklı topluma giden en önemli yol olduğu­nun farkında bile değiliz.
Demokrasi kültürünün toplumda yerleşmesinin çok uzun bir süreç gerektirdiğini bilmemize karşın, bir şeyler yapmak, bu süreci kısaltmanın yollarını aramak, sağlıklı top­lum üretmenin yolunu açmak gibi bir sorumluluk taşımamı­zın kaçınılmaz hale geldiğini de bütün insanlara duyumsat­mak istiyor bu kitap.
Bu yapıttaki anlatım tutumu eleştireldir. Bu tutum okuru düşündürmek, sarsmak için özellikle seçilmiştir. Eleştiri, eleştiri yapanı sevimsiz yapabilir, onun birçok sorun yaşama­sına yol açabilir, ama sağlıklı bir topluma açılan başka bir yol yoktur. Hiçbir aydın bunu göze alma sorumluluğundan kaçamaz, birileri rahatsız olsa bile. Bu yapıtta bazı genelle­meler yapılmıştır. Genellemeler bütünü asla kapsamaz. Za­man zamanda abartı sanatı kullanılmıştır. Okuru düşündür­mek, sarsmak ve tavır almaya yönlendirmekten başka amaç güdülmemiştir.
Sh:103-107
Kaynakça
Froese, Leonard; Zehn Gebote für Erwachsene, Suhrkamp, 1979, Frankfurt a.Main., s. 198
HESSE, Hermann; Çocuk Ruhu, Gençlik Güzel Şey, Çev.:Behçet Necatigil-Kamuran Şipal, Cem-Yayınları- Bilge Nobel Dizisi, İstanbul, s. 95-130
Hölderlin, Friedrich; Hyperion I- Batı Klasikleri, MEB ka­yınları, İstanbul, 1990, s.7.
KAFKA Franz; Babama Mektup, Taşrada Düğün Hazırlıkla­rı, Çev.: Şipal, Kamuran; Cem Yayınevi, İstanbul-1994, s. 155-212
Raabe Paul / Wilhelm Schmidt-Biggemann; Aufklārung in Deutschland, Hohwacht Verlag, Bonn 1979, s. 9

Kaynak: Yılmaz ÖZBEK, Sağlıklı Eğitim Sağlıklı Toplum, Birinci Baskı ÇİZGİ KİTABEVİ Ocak 2004, Konya

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar