BENİM DAĞISTANIM
Yazan: Resul HAMZATOV
Çeviren: Mazlum Beyhan
Çeviren: Mazlum Beyhan
Ey
yolcu! Kapımı çalmadan geçersen eğer,
Fırtınalar,
boranlar üzerine olsun!
Ey
konuk! Hanemden hoşnut kalmazsan eğer,
Boranlar,
fırtınalar üzerime olsun.
Bir kapı üzeri yazısı
Eğer
geçmişe tabancayla ateş edersen, gelecek sana topla karşılık verir.
Ebu Talip
Rasul
Hamzatoviç Hamzatov (Avarca: ХIамзатил
Расул ya da Расул ХIамзатов; Rusça: Расу́л Гамза́тович Гамза́тов) (d. 8 Eylül 1923; Dağıstan
ÖSSC, SSCB – ö. 3 Kasım 2003; Moskova, Rusya), Avarca yazan en tanınmış yazardır. Bazı
şiirleri, Rusçaya çevrilmiş ve çok ünlü olmuştur.
Rasul Hamzatov
Dağıstan‘ın bir Avar köyü olan Tsada (Av. ЦӀада) köyünde doğdu. Babası Tsadasa
Hamzat (Av. ЦӀадаса ХӀамзат ‘Tsadalı Hamza’) da bir halk şairiydi.
1934’te 11
yaşında ilk şiirini yazdı. Rasul Hamzat’ın ilk hocası babasıydı. 1943’te ilk
şiir kitabını yayınladı.
1945’te
Moskova’daki Gorki Edebiyat Enstitüsüne kayıt yaptırmaya gitti. Moskova’da genç
şairleri teşvik eden tecrübeli yazarlar topluluğunun gözetiminde Rusça, dünya
edebiyatı ve şiir sanatı üzerine çalıştı.
Rus ve Avar
dillerinde yazdığı onlarca şiir ve düzyazı kitabı bulunan Hamzatov’un
şiirlerini Raymond Paus, Yuri Antonovi, Aleksandr Pahmutov gibi Ünlü
kompozitörler besteledi. Hamzatov ayrıca Puşkin, Lermontov, Yesenin ve
Mayakovski gibi sanatçıların yapıtlarını Avar diline çevirmiştir.
Ta ki Blok, Mayakovski, Yesenin, Pasternak, Tsvetayeva, Eduard
Bagritski, Avar şair Mahmud ve Alman Heine’e hayran olana dek. Ama Puşkin ve
Lermontof O’nu asla değişmeyecek son çizgisine getirdiler. 50 yıldan daha fazla
bir zaman Rasul Hamzatov Sovyetlerin en üretken yazarı olmuştur.
Türkçe‘ye de çevrilip 1984 yılında basılan “Benim Dağıstanım” adlı
şiir kitabı, doğduğu yeri ve oranın insanlarını ve şairlerini samimi biçimde
betimler. “Lenin Ödülünü” kazanmış ve “Dağıstanlılar’ın Şairi” ünvanını
almış Rasul Hamzadov, Dağıstan yazarlar birliği başkanıydı ve çok iyi bilinen
bir toplum adamı idi. Çok geniş kapsamda Avrupa – Asya ve Amerika’ya seyahatler
yaptı.
Rasul Hamzad
şiirlerini yerel Avar dilinde yazıyordu, dünyada 500.000 kişinin konuştuğu bir
dilde. Türkiye ve İstanbul sevgisi bir şiirine de yansır
1952’de
Sovyetler Birliği Devlet Ödülü’nü, 1962’de Lenin Ödülü’nü aldı;
1959’da
Dağıstan Halk Şairi, 1974’de Toplum İçin Çalışan Kahraman unvanı ile
onurlandırıldı.
2003
yılı, Dağıstan’da 80. doğum yılı anısına Resul Hamzatov Yılı ilan edildi.
Firey Love and Burning Hate (Ateşli Aşk ve Yakıcı Nefret, 1943)
Year of My Birth (Doğduğum Yıl, 1950)
Word About The Older Brother (Ağabeyim Üzerine Birkaç Söz, 1952)
Dagestani Spring (Dağıstan’da Bahar, 1955)
Miner (Madenci, 1958)
My Heart is in The Hills (Dağlı Yüreği/Yüreğim Dağlardadır, 1959)
Two Shawls, Letters (İki Şal, Yazılar, 1963)
Rosary of Years (Yılların Tespihi, 1968)
By The Hearth (Ocak Başında, 1978)
Island of Women (Kadınlar Adası, 1983)
Wheel of Life (Yaşam Çarkı, 1987)
My Dagestan (Benim Dağıstanım, 1967-1971)
TÜRKÇE’DE RESUL HAMZATOV
Benim Dağıstanım, Resul Hamzatov, Çeviri: Mazlum Beyhan, Düşün
Yayınevi, Özyaşam ve Anılar Dizisi: 2, İstanbul, 1984
ŞİİRLERİ
Dağıstan’ın Tsovkra köyünde —yetiştirdiği ipcambazlarıyla ünlenmiş bir
köyümüzdür bu,— oğlanın doğduğu gün olarak, ip üzerinde yürümeye başladığı gün
kabul edilir; altın-gümüş işleriyle ünlü Kubaçi
köyündeyse, oğlan ne zaman babasına kendi elleriyle savatladığı bir
gümüşü getirip gösterirse, o zaman doğmuş sayılır, sevinç içindeki baba da,
«İşte benim de bir oğlum oldu!» diye geçirir içinden.
Gözlerimi yumuyorum: köyüm Tsada, ilkyaz. Daha bıyıkları terlememiş bir
genç, ilk kez taşlık bir tarlayı sürmeye başlıyor; yine daha bıyıkları
terlememiş Ibir ıbaşka genç, ilk kez bir ev yapımına girişiyor; bir üçüncüsü,
atını eğerleyip ilk kez uzak (bir yola koyuluyor; ve onlara bakan babam sevinç
içinde, «Bu bahar ne çok oğlan doğdu küçücük köyümüzde!» diyor.
Emeğiyle yararlı işler yapmamış, güzellikler yaratmamış, yüce başarılar
düşlememiş, yürekten dostluk nedir bilmeyen yeteneksiz insanlar için dağlarda, «Saçları
ağarana dek yaşadı, ama dünyaya gelmedi» derler.
Başımda saçlar iki renk, hem ak var, hem kara, ama doğrusu şu anda
söyleyebilmem çok güç: ne zaman doğdum
ben?
Onbir yaşımdayken, —daha kemer takmaya başlamamışım, hiç at
eğerlememişim— damımıza serili öküz postunun üzerine uzanıp ilk şiirimi
yazdığımda doğdum belki.
Ya da daha sonraları: okulumuzun duvar gazetesinde ilk şiirim
göründüğünde…
Belki de 1943’te doğmuşumdur: Dağıstan Yayınevinden ilk şiir kitapçığım
çıktığında…
Övgülerinde pek cimri olan dağlı babam, içinden, «İşte benim de bir
oğlum oldu!» diye ne zaman geçirdi, bilmiyorum. Belki de bunu hiç diyemeden
öldü gitti.
Ne zaman doğmuş olursam olayım, gerçek doğumum şiirlerimin doğumuyla
sıkı sıkıya ilişkilidir.
Şarkıyla, şiirle başlayan yaşamım, sonuna dek şarkıların, şiirlerin
olacak. Şiir, bütün güzel işler gibi, yaşamı süsler, güzelleştirir, onu daha
varlıklı, daha kapsamlı, daha ışıltılı yapar. Benim en içrek dileğim, yaşamımın
sonuna dek halkıma yararlı olmak, korkuyla değil, istekle, inançla halkım için
yararlı işler yapmaktır.
Kendim için dilediğim bu güzelliği, sizler için de dilerim.
Oğullarında, tıpkı şiirlerde olduğu gibi çocukluk ve yaşlılığın pek
kısa, gençlik ve olgunluğun ise çok uzun sürdüğü, küçük, ama gururlu bir halkın
çocuğuyum.
Dağlarımın insanları erkenden yetişkin olurlar. Sayıca küçücük bir
halkız biz, hani şu bir avuç dediklerinden: topu topu ikiyüz elli bin Avar
yaşar yeryüzünde. Ama halkımın ünü, onu kuşatan dağların ardındaki sonsuz
bozkırlarda da çağıldar durur. Başı bulutlara değen, çileleri, güçlükleri
bitmez tükenmez dağlarımız kartal yürekli insanlar yarattılar. Yürekli
savaşçıları, gözü pek cenkçileri için halkım yüzyıllardır büyülü şarkılar
söyler durur.
Çocukluğumda bir taşın üzerine oturur, babamın anlattığı birbirinden
ilginç öyküleri dinlerdim: yüreğinde sekiz yara olduğu halde, bir kılıç
vuruşuyla, düşman atlısını atıyla birlikte ikiye bölen Şamil; üzerine Lev
Tolstoy’un da çok güzel bir roman yazdığı naib Hacı Murat; söylencelere konu
olmuş Gidatla’lı Hoçbar; yanan bir lamba gibi gölgesi toprağa düşmeyen Çoh’lu
güzel Kamalila Başira; seven ve sevilen bütün dağlı delikanlılar, bütün
dağlı gençkızlar için birer tılsım niteliğinde olan Mahmud’un sevi şarkıları…
üzerine öykülerdi bunlar.
Çocukluğumda dinlediğim halk masalları, söylenceler, şarkılar, Kubaçin
kılıç kakmaları gibi iz bıraktılar yüreğimde, yaşamım boyunca unutamadığım… Bu
öyküler, söylenceler ve şarkılar bu yalçın dağ yamaçlarından, sarp kale
duvarlarından duyulan kılıç şakırtıları, bu kayalara, kalelere oyulmuş
yazıtlar, benim için küçücük halkımın büyük tarihinin sayfaları oldular.
Dağlara sıkışıp kalmış halkım, tarihi boyunca sayısız
saldırganla, yağmacıyla, yıkıcıyla çarpışmak, dağlarının özgürlüğünü,
bağımsızlığını korumak için sayısız düşmanla savaşmak zorunda kaldı. Bir
atasözümüz, «Dağlı at üstünde doğmuştur» der. Dağların oğulları gencecik
yaşlarından başlayarak ellerine silah almak zorunda kaldılar; silah yerine
kalem alamazlardı. Ama benim doğduğum sıralarda, dağlı, hançerini gönül
rahatlığıyla duvara asmıştı, hiçbir düşmanı onun bağımsızlığına gözdikemezdi
artık. Dağlının yurdu, bütün Sovyetler ülkesi olmuştu. Babam, Dağıstan Halk
Ozanı Hamzat Tsadas, en güzel şarkılarını bu ülkeye adadı. Benim şarkılarım,
acılarım, sevinçlerim de bu ülkenin yüce yazgısıyla ilintilidir.
Benim yaşamım, yaşıtım olan öteki Dağıstanlıların yaşamına benzer, ama
ben, şiirlerim ‘başka ozanların, ozan dostlarımın şiirlerine benzesin istemem.
Yaşamlarımız varsın bir anayol üzerindeymişçesine ortak olsun, ama şiirlerimiz
dağ çığırları gibi binbir yerden çıkıp binbir yere uzansın, birbirine benzemez
olsun.
Köyümüzün ortaokulunu bitirdikten sonra, Buynaks’taki Avar öğretmen
okuluna girdim. Ortaokul öğretmenliği, Avar Tiyatrosunda oyunculuk yaptım,
Cumhuriyetimizde yayımlanan çeşitli gazetelerde çalıştım. 1950 yılında
Moskova’da Gorkiy Yazın Enstitüsünü bitirdim.
«Ateşli sevgi ve yakıcı nefret», ilk kitabımın adıdır. Kitaptaki
şiirlerimin, kitabın adı denli «gösterişli» olduğunu söyleyemem. Bu ilk
kitabımdan soma Avarca, Rusça, Dargince, Lakça, Giircice, Korece ve başka bazı
dillerde otuzu aşkın kitabım yayınlandı. Bana göre bunların içinde en
önemlileri: «Doğduğum Yıl», «Ağabeyim Üzerine», «Lirikler», «Şiirler», «Dağlı
Yüreği» ve «Dağlı Kız»dır.
Şiir, gençliktir, gençlikten ayrı düşünülemez; şiirlerimi sizlere
adadığım şu anda, beni yaşıtınız kabul etmenizi dilerdim.
31 Aralık 1957
Resul HAMZATOV
Resul HAMZATOV
Bu satırlar çok yıllar önce yazıldı, otuzbeş yaşımdayken.
Dağlarımızdaysa, otuzunu geçenler için, «İki çağ arasında kartal olamamışlar
için, artık geçmiş ola. Bunların yazgıları, sonsuza dek cıvıldayıp durmaktır
derler. Ben, serçe değilim, ama ‘kartalca yüceliklere de tırmanamadım. İçimden
geldiği gibi yazdım. Sevindim, üzüldüm — acı çektim, bayram ettim ve hiç
kuşkusuz, sevdim. Yüreğim, ne yalan söyliyeyim, eskiden olduğu gibi, şu anda da
sevgi ateşiyle yanıyor. Sevgiyse, inşam konuşturur. Ben de konuştum — arasıra
alçak sesle, arasıra bağıra bağıra, arasıra şiirle, arasıra düzyazıyla.
Ülkemiz için barışçıl yıllardı, ama dünyada barış yoktu. Sanatçının
yüreğinde de yoktu barış: Düşüncelerin çarpışmasının, duyguların çatışmasının
sonu yoktur. Yüreğin ve ruhun dinginleşmesi, yatışması olanaksızdır, çünkü
bütün dünya, o taylarıyla, kaygılarıyla yüreğin içine yerleşmiş olmalıdır.
Yular geçti. Evet, savaş yoktu ama, yakınım olan pek çok insanı
yitirdim, ozanın dediği gibi, salt yaşlılıktan, eskimişlikten değil, ama aynı
zamanda eski yaralardan, pek çok köylüm, ozan dostlarım, arkadaşlarım yitip gittiler.
Gidenlerin yerini yüreğimde kimse alamadı, onlar, yüreğim vurdukça orada
yaşayacaklar. Ama ülkemde, başka ülkelerde, uzak ülkelerde yeni, güzel insanlar
tanıdım ve bu tanışmalar yüreğim için bayram oldu, yaşamın süreğenliğinin
bayramı, sonsuz yaşamın. Masamın üzerinden iki armağanı hiç eksik etmem,
yaşamın simgesidir sanki bunlar: biri, bir savaşçının gövdesinden çıkarılmış
bir kurşun parçası: yaşamın acımasız, ürkünç bir armağanı; öteki, içinde
eskiden barut, şimdiyse memleketimin çiçekleri bulunan boş bir mermi kovanı
barışın, sevginin, umudun, yaşamın bir armağanı. Geçmişe ilişkin anılar,
bugüne ilişkin heyecanlar, geleceğe ilişkin düşünceler… İşte yaşamımız boyunca
bize eşlik eden üç yol arkadaşı. Ozanlara şiirlerinin, şarkılarının dizelerini
buyuran, yazdırtan üç egemen. Bana da onlar buyurdular yazdığım dizeleri. Ve
ben, onların buyurduklarını yazdım, elimden geldiğince. Başarılarımı ve
özürlerimi hemen her yıl görmek olanağı buldu okurlarım.
Yaşam buyurdu, ben yazdım, Şiirlerim kitap oldu, okurların eline
ulaştı: «Yücelerdeki Yıldızlar», «Yıldız Yıldızla Konuşuyor», «Melez», «Üçüncü
Saat», «Ocak Başında», «İran Şiirleri», «Benim Dağıstan’ım», «Soneler» vb.
Evet, kitaplarıma başka başka adlar koydum. Yapıtlarıma değişik
papaklar giydirdim. Ama en önemli, en içrek kitaplarım üç tanedir benim.
Eskiden de böyleydi bu, şimdi de böyle.
İki pencere altında yaptım ben serenatlarımı, çalmaya başlamazdan önce
iki ateş karşısında ısıttım tefimin derisini. Değişmezlik, ozanın en güçlü yanı
değildir; çünkü, ne demişler, şiir-ruhsal durumdur. Ruhsal durumsa, tıpkı hava
gibi, sık sık değişir. Ama ben yine de diyorum ki: baştan beri iki sınırda
durdum ben şiir konusunda, sonuna dek de tutumum bu olacak. Benim sanatsal
yaratıcılığımda bir numaralı yeri tutar bu iki sınır. Bunlardan ilki, öz
topraklarımın, Dağıstan’ımın sınırıyla, yüce sosyalist Vatanımızın sınırıdır.
Öteki sınır, sevgilerimin, kendilerini sonsuza dek seveceğim kadınlarımıza
sınırsız tutkunluklarımın sınırıdır. Bunlar hiçbir zaman bitmeyecek kitaplardır.
Uçağımı, gönlümün en içrek yerlerinde gizli olan alana ulaştıramadan, bir sevgi
alanından bir başka sevgi alanına uçurup duracağım ve bu yolda ölüp gideceğim.
«Turnalar» ve «Dostları Koruyun», «Yılların Tespihi» ve «Yazı»… Bu
kitaplar benim yaşam, ölüm, dünya, insanlar, ayrılıklar, kavuşmalar üzerine
düşünüşlerimdir. Bu kitapları bütün dünyayı karış karış dolaştıktan ve başımda
hiç kara saç kalmadıktan sonra yazdım.
Çağdaşlarımdan biri, kendisinin farklı olduğunu, sanatının da
kimselerinkine benzemez olduğunu söylemişti. Tekdüzeliği ben de sevmem. Ama
sanatçı bütün bir insan olmalıdır; sanatçının sanatı böylece belirlenir. Ve
yalnızca güzel amacı olanlar güzel işler yaparlar. İnsanlar bu işlere bakar ve
bunlardaki en önemliyi yakalarlar. Bu en önemli olmaksızın sanatta varolunamaz.
Ben daha en önemlimi yazmadım. Ama bunun için çalışıyorum. Şu anda
ellibeş yasandayım. Bu yaş, bizim dağlıların, «Atı hafiften topallıyor dedikleri
yaştır. Doğru, dağlıların bu söyledikleri. Bir kadeh şarap çok daha çabuk
etkiler oldu beni de. Ne yalan söyliyeyim, yaşlarından daha dinç görünen,
yaşlarını göstermeyen insanları pek tutmam. Biliyorum, arzularla olanaklar
arasındaki uzaklığın gitgide büyüdüğü yaşlardayım şimdi ben, ama yine de şunu
söylüyorum: ben, ozanım. Sevgi hiç azalmadı yüreğimde. Ve tıpkı yirmi yıl önce
olduğu gibi, herkesin içinde açıkça söylüyorum: «Yüreğim yanıyor». Şiire
gelince, o bu duygunun buyruğu altodadır, bu duygunun buyruğuyla yazılır. Ben
de daha yazıyorum._
(Yazdığım zaman, duygularınım,
düşlerimin efendisiyim.) Tek bir kişiyim. Ama yazıp bitirdikten sonra,
yazdıklarım yayımlandıktan sonra, dizelerimi herkesle paylaşmak beni çok
sevindirir. Ne çok insanla paylaşırsam bunları, o denli mutlu olurum.
İşte böyle. Başka ayrıntıları bir başka sefere konuşuruz. Hem
şiirlerimin, şarkılarımın da söyleyecekleri olmalı size bu konuda. Hepsi
sizlerin bu şiirlerin, en sonuncusuna varana dek hepsini sizlere adıyorum.
Güzel insanlara güzellikler dileyerek…
12 Mart 1977
Resul HAMZATOV
Resul HAMZATOV
Dağlıların bir sözü vardır: «Öküz huysuz mu, çal
keseri boynuzuna; it ısırgan mı, vur zinciri boyununa.» Bu kural
dünyamız için de, ülkeler arası ilişkiler için de geçerli olsaydı, herşey nasıl
da bambaşka olurdu! Koca dünyayı düşünerek yaşıyor şimdi küçük Dağıstan!!
Eskiden dağlılar akına giderken, yanlarına çok genç yiğitleri
almazlarmış. Şamil’de, «Hayır, dermiş, almak gerekir. Serçeparmağı küçüktür, ama
onsuz yumruk, sağlam yumruk değildir.»
Dağıstan bütün bir ülkenin ağır yumruğunda varsın serçeparmak olsun. Ama
düşman ne denli çabalarsa çabalasın, böyle bir yumruğu açamaz.
Bu yumruk salt düşman içindir; yoksa bir dostun omuzunda geniş, sıcak
bir avuçtur o. Ama avuç da serçeparmaksız değildir ki…
Yabancı ülkelere gittiğimde önce ozanlarla tanışırım. Şarkı şarkıyı
güzel anlar. Sonra, eğer varsa buralardaki Dağıstanlılarla tanışmaya çalışırım.
Birbirlerine hiç benzemeyen insanlardır bunlar. Türkiye’de, Suriye’de, Federal
Almanya’da… gittiğim hemen her ülkede rastladım onlara.
Kimileri ta Şamil zamanında ayrı düşmüşlerdir yurtlarından. Baba
ocağında, anayurdunda bulamadıkları mutluluğu, yurtlarından uzak illerde
aramaya çıkmışlardır.
Kimileri devrimi anlamamış ve yurdunu bırakmış, kimileri —tam tersine—
anlamış ama ondan korkmuş, kimileriniyse devrim kapı dışarı etmiştir. Ama
aralarında bir dördüncüleri vardır ki, en acınası, en umutsuz, en yitip gitmiş
olanlar bunlardır. Son savaş sırasında yurdunu satanlar, yurdunu aldatanlardır
tanlar. Birbirine hiç benzemeyen, birbirinden ayrı pek çok Dağıstanlı gördüm
yurtdışında. Hatta Türkiye’de bir de Dağıstan köyünde bulundum. Bu köyde
yaşayan memleketlilerim bana şöyle dediler:
— Biz de burada küçük bir
Dağıstan gibiyiz.
— Yanılıyorsunuz. Dağıstan
bir tane. İki Dağıstan olamaz.
— Öyleyse biz kimiz ve nereliyiz?
— Gerçekten de, siz kimsiniz
ve nerelisiniz?
— Biz Karat’lıyız,
Batluh’luyuz, Hunzah’lıyız, Akuş’luyuz, Çoh’luyuz, Sograt’lıyız. Tıpkı
köyümüzün mezarlığında yatan şu insanlar gibi, Dağıstan’ın çeşitli
köylerindeniz. Biz de küçük bir Dağıstanız!
— Siz Dağıstanlı idiniz.
Belki kimileriniz, halâ Dağıstanlı olmak istiyordur. —Gotsinski’nin,
Alihanov’un, Uzun Hacı’mn resimlerini gösterdim:— Yani şimdi bunlara da mı
Dağıstanlı diyeceğiz?
— Ya ne diyeceğiz? Bizim
halkımızın oğulları onlar; bizimle aynı dili konuşan insanlar.
— Dağıstan onların dilinden
anlamadı, onlar da Dağıstan’ın dilinden anlamadılar.
— Herkes Dağıstan’ı kendince
anlar. Herkesin Dağıstan’ı kendi yüreğinde.
— Ama Dağıstan herkesi oğlu
olarak görmüyor.
— Kimlermiş peki Dağıstan’ın
oğulları?
— Çocuklarımızın beşiklerinin
sallandığı yere gelin, görürsünüz.
— Orada bizler için neler
söylüyorlar?
— Dağıstan kurulup
yükseltilirken duvarın örgüsüne girmeyen, şuraya ayrılan uygunsuz taşlar. Güz
rüzgarlarıyla savrulup dağılmış yapraklar. Pandurun ana teline uymayan akortsuz
teller.
Gurbet ellerde yaşayan memleketlilerimle böyle konuşmalarımız olur. Aralarında
varsılı vardır, yoksulu vardır; iyisi vardır, kötüsü vardır; namuslusu vardır,
namusunu koruyamamış olanı vardır; aldananı vardır, aldatanı vardır. Pek çok
kez lezginka oynadıklarını görmüşümdür, ama tefleri artık bizim tef değildir.
Birbuçuk milyon olduğumuzu söylerken bu sayının içine onları hiçbir zaman
katmayız.
Suriye’den ayrılacağım gün bir Avar
kadını Gergebil’de bir kayısı ağacına selam söylememi, ağaca dokunup onu
okşamamı rica etmişti.
Marmara Denizi kıyısında yaşayan ve babaları Mekke’de, haçta bulunan
Avar çocukları bana şöyle demişlerdi:
— Bizim için Mekke, Dağıstan’dır. Mekke’ye gidene hacı diyorlar.
Bizse, Dağıstan’da bulunanlara hacı diyoruz.
Kırk yıldır ülkesinden uzakta bulunan böyle bir hacı gelmişti birgün
Mahaçkale’de yanıma.
— Nasıl, —diye sormuştum,—
değişmiş mi Dağıstan?
— Döndüğümde anlatacaklarıma
kimse inanmayacak. Ama ben onlara bir tek şey söyliyeceğim: Dağıstan, var!
Benim Dağıstan’ım, var!
Cumhuriyetimiz, var!
Halkımız, dilimiz, adlarımız, törelerimiz, var!
İşte Dağıstan’ın yazgısı!
Davullar vuruyor, düğünler kuruluyor, beşikler sallanıyor, kadehler
kalkıyor, şarkılar göklere yükseliyor.
Sh:369-371
Uyandığında
yılan sokmuş gibi fırlama yatağından, önce bir düşün: gece ne düşler gördün.
**
Küçük
çocuklar da büyük düşler görürler.
Beşik üzeri
yazısı
Bir
kez kullanacağın bir silahı, bütün bir ömür üzerinde taşıman gerekir.
Bütün
bir ömür yineleyip duracağın şiirler, bir kezde yazılır.
**
Bayramları
sevinçle duyuran odur bize, ama kızgın bir tehlike işaretide uyuklar durur
içinde.
Bir çan üzeri
yazısı.
**
Yiğitti
babası, doğrucuydu ölene dek
Burada
bir yavru uyur, babasının adını taşıyan
Babasının
hançeri
başının
üzerinde asılı
Ve
yiğitlikleri sözcüklerinde ninnilerin.
Bir beşik
üzeri yazısı.
**
Kınında
uyuyup duran hançer paslanır
Evinde
uyuyup duran yiğit yağlanır.
Hançer üzeri
yazısı
İpliği
iğneye geçirdim, ama ne işleyeceğimi bilmiyorum.
Çalgıyı
düzenledim, ama hangi türküyü çalacağımı bilmiyorum.
**
DİL
Burada
bir bebek uyuyor ve gülümsüyor
Daha
bir tek sözcük bile söylemiyor bebek
Ama
gün gelecek, anlatacak herkese
Kimdir
o ve niçin geldi dünyaya.
Bir beşik
üzeri yazısı
**
Eğer
söz olmasaydı, dünya bugün olduğu gibi olmazdı.
Ozan,
dünyanın oluşumundan yüz yıl önce doğmuştur.
Dil
bilmeden şiir yazmaya oturan bir insan,
yüzme
bilmeden coşkun bir ırmağa atılan çılgına benzer.
**
KONU
Kapıyı
kırma, anahtarla kolayca açılır.
Bir kapı üzeri
yazısı
«Bana
bir konu verin» deme,
«Bana
bir göz verin» de.
Genç yazara
öğüt
**
TÜR
Aptal
bağıra çağıra yener
Bilge
yerinde söylenmiş atasözleriyle.
ilkbahar
geldi — şarkı söyle.
Kış
geldi — masal anlat.
**
BİÇEM
Şarkıcıyı
sesinden, kuyumcuyu işinden.
Kubaçin işi
bir süs eşyası üzerine yazısı
—
Ne bağırıyorsun?
—
Bağırmıyorum, konuşmam böyle benim.
Karı-koca
konuşmasından
**
—
Senin şiirlerin pek şiire benzemiyor.
—
Yazışım böyle benim.
Okur-ozan
konuşmasından
**
Taşız
biz.
Dizilip
öreceğiz duvarlarını sarayın,
Samanlığın,
tapınağın, zindanın.
Bir taş üzeri
yazısı
**
Değerli
taşa kaş üzerinde, insana evinde bakarlar.
Düğün,
bitti.
Sıra
evi kurmada.
**
Aydınlık
için yanmak.
Bir lamba
üzeri yazısı
**
ÇALIŞMA
İşim
sana rahat mı görünüyor?
Bir
günlüğüne Kubaçi’ye gel de gör!
Bir Kubaçi işi
eşya üzeri yazısı
**
Kölesiyim
ben şiirimin.
Tanrının
her günü İkibüklümüm,
sırtım
kan ter içinde
Yetmez
ama bu efendime, yetmez bir türlü
Hadi,
der, işbaşına, geceyarıları bile.
Rikşayım
ben, iki arabaoku iki yanımdan
Sıyırır
durur derilerimi, bitesi yokbir koşuda .
Ve
hergün biraz daha ağır, biraz daha
Sonsuza
dek koşulduğum araba.
**
GERÇEK,
YÜREKLİLİK.
«imam
yüce bir bilge olmalıdır»
—Dedi
saçları apak bir naib
Bir
başkası karşı gıktı ona, «Hayır —dedi,—
imam
büyük bir kahraman olmalıdır».
**
Dünyayı
yönetmek daha kolay anlaşılan
Güzelim
ezgileri şakıyan bir ozan olmaktan
Çünkü
ozanlık için çok daha fazla özellikler bulunması gerekiyor insanda.
**
KUŞKU
Kitaplar,
kitaplarım benim, sizin her bir satırınız
Uzayan
yollardır, ki ben ürkek ve yürekli
Doruklara
tırmanırım bu yollardan
Ya
da sürçer ayağım, düşerim derin dağ boğazlarına.
Kitaplar,
kitaplar, kanlı utkular
Bilyormusun,
tırmanıp doruğa ulaştığında
Ya
tümden ün kesersin, ya da
Bakarsın,
akıttığın onca kanın boşuna!
**
Küçük
halklara büyük hançerler gereklidir.
1941 yılında
Şamil böyle dedi.
Küçük
halklara büyük dostlar gereklidir.
1941 yılında
Ebu Talib böyle dedi.
**
BABA VE ANNE,
ATEŞ VE SU.
—
Ateşle oyun olmaz! — derdi babam.
—
Suya taş atma! — derdi annem.
**
İnsan oturuyorken topal mı değil, anlayamazsın.
İnsan uyuyorken şaşı mı değil mi, anlayamazsın.
İnsan yemek yiyorken korkak mı yiğit mi, anlayamazsın.
İnsan susuyorken yalancı mı, doğrucu mu, anlayamazsın.
**
En güzel testiler
Bildiğimiz, basit kilden yapılır
Tıpkı güzel şiirlerin
Basit sözcüklerden yaratılması gibi.
Bir testi üzeri yazısı
**
— Kartal, en çok hangi türküyü seversin?
— Yalçın kayalar türküsünü.
— Martı, sen en çok hangi türküyü seversin?
— Mavi deniz türküsünü.
— Karga, senin en sevdiğin türkü hangisi?
— Cenk meydanındaki lezzetli ölüler türküsü.
**
Bir gün müridler, kimin kılıcının çeliği en iyi ve kimin kılıcının
üzerinde Kuran’nın en güzel âyeti yazılı diye birbirlerine karşı övünmeye
durmuşlardı. Müridlerin arasında büyük Şeyh Şamil’in naibi Hacı Murat da vardı.
— Geçmişsiniz serin çınar gölgesine, ne tartışıp durursunuz? —dedi
Hacı Murat:
— Yarın şafakla birlikte çengimiz var, varsın hangisinin en güzel
olduğuna kılıçlarınızın kendisi karar versin.
Sh:16
**
KARTAL
GİBİ OLMAK İSTEYEN KUŞ
Koyun sürüsü dağdan koyağa indi. Birden gökte bir kartal belirdi;
süzüldü kartal ve bir kuzuyu kapıp kaldırdı. Küçük bir kuş olup bitenleri
görmüştü, «Neden ben de aynı şeyi yapamıyayım?» diye düşündü. «Hem
kuzu ne, koca bir koçu kaldırırım ben». Yükseldi kuş, iyice yükseldi, sonra
kanatlarını iki yanına yapıştırıp ok gibi aşağı aktı.
Sonuç: koçun bonuzlarına çarpan kuş hemen öldü.
Çoban kuşun ölüsünü avucuna aldı ve:
— Sineğin biri de bir gün taş yuvarlamak istemişti dedi.
Kartala benzemek isteyen kuşun sonu, sineğe benzetilmek olmuştu.
**
Yetenek, ateştir. Ama aptalın elinde ateş çok
tehlikelidir, yakar kül eder her şeyi. Akılsa yönlendirir onu. Usta bir
binicinin küheylanım eğerlemesi gibi, akıl, güzelliğe bile eğer vurur.
Dağlıya sormuşlar:
— Hangisini istersin: yakışıklılık mı, bilgelik mi?
Aptal dağlı «yakışıklılık» demiş ve aptal kalmış. Karısı da
yaklaşıklı aptalı bırakıp gitmiş. Akıllı dağlı «bilgelik» demiş ve bilgeliğiyle
karısını dizinin dibinde tutmuş. Masalda da böyledir bu: deniz atına, bilgeliği
seçeni bindirirler. Yine masalda, üç kardeşten, üç yoldan ve üç bilgece öğütten
söz edilir. Kim ki Öğütleri tutar, baba ocağına döner, kim ki öğütlerin dışına
çıkar, yaban ellerde başını taştan taşa vurur.
Ey benim altın balığım!
Yetenek ver bana, güç ver, bir delikanlımın doğrucu yüreğini,
ateşli yüreğini ve bir yaşlının sağgörüsünü, bilgeliğini ver! Doğru yolu seçmeme
yardım et!
Varsın taşlı olsun bu yol, çetin olsun, sarp olsun. Yılan gibi bir o
yana bir bu yana kıvrılmak istemiyorum yolumda. Dağlılar sorarlar: «Yılan neden büksüldür?» Dağlılar yanıt
verirler: «Çünkü yılanın girdiği delikler,
sürünüp geçtiği yarıklar büksüldür.» Ben insanım, yılan değil.
Yüksekleri, temizliği, düz yollan severim.
Sayrılıktan, tasadan, ağır, taşınmaz ünden, düşünce hafifliğinden koru
beni!
Sarhoşluktan koru beni, çünkü insan sarhoşken herşeyi yüz kat daha
güzel görür!
Ayıklıktan koru beni, çünkü insan ayıkken herşeyi yüz kat daha kötü
görür!
Eğriye eğri, doğruya doğru diyebilmem için gerçeklik duygusu ver bana!
Sh:243
**
Japonların en sevdiği kuş, turnadır. Hasta bir insanın kağıttan bin
tane turna kesmesi durumunda iyileşeceğine inanır Japonlar. Uçan turnaların —
hele de Fujiyama üzerinde uçuyorlarsa — sevinç ve acı, ayrılık ve kavuşma
getireceğine inanırlar.
Turnaları ben de severim. Ama Japonlar bana en sevdiğim kuşun hangisi
olduğunu sorduklarında kendilerine kartal demiştim ve yanıtım hiç hoşlarına
gitmemişti.
Bundan bir süre sonra güreşçimiz Ali Aliyev, Tokyo’daki yarışmada dünya
şampiyonu olunca, bir Japon dostum:
— Hiç de fena değilmiş sizin
kartallar —demişti.
Bizim dağlılara Türkiye göklerinde
geçen kartallarla leyleklerin savaşını anlatmıştım. Savaşı kartalların
yitirdiğini söylediğimde, dağlılar bana inanmadılar, dahası gücendiler.
İnanılmaz bulmuşlardı söylediklerimi. Ama gerçekti olay, olanı olduğu gibi
anlatmıştım ben.
—Sözlerin doğru değil Resul —dedi sonunda
dağlının biri.
— Kartallar savaşı yitirmiş
olamazlar, hepsi ölmüşlerdir. Son savaşçısına dek ölmek başka, savaşı yitirmek
başka.
Sh:322
**
İNSAN
«İnsan» ve «özgürlük» Avarcada aynı sözcükle dile getirilir: «Tizden».
Bu nedenle insan — «uzden» anlatılmak isteniyorsa, onun özgür — «uzdenli»
olduğu anlatılıyor demektir.
Bir mezartaşı
yazısı:
Ne bilge olarak ün saldı,
Ne yiğit olarak.
Ama eğil önünde:
O, bir insandı.
Bir hançer
üzeri yazısı :
İster düşman gibi, ister dost gibi
Her kim çıkarsa çıksın yoluna
Taşırken hançerni unutma asla
Sencileyin bir insandır o da.
Dağlının biri gittiği uzakça yerlerden uzun bir süre sonra yurduna
dönmüş. Sormuşlar kendisine:
— Nasıl yerler oralar,
insanları nasıl?
— İnsanlar yaşıyor orda.
Hacı Murat’la Şamil’in araları açıldığında, kimileri naibe yaranmak
düşüncesiyle Şamil’e karaçalmaya yeltendiler. Hacı Murat’ın bunlara çıkışı sert
oldu:
— Böyle konuşamazsınız! O,
bir insan. Biz kendi sorunumuzu kendimiz çözeriz.
Hacı Murat Şamil’den ayrı yola gitti. Ama yine de, Gunib dağındaki son
büyük savaşta naibinin gösterdiği kahramanlıkları anımsayan Şamil:
— O bir insandı —dedi.— Ve
onun gibileri pek azdır. Dağlılar yüzyıllar boyunca dağlarda yaşadılar ve hep
insana gereksinim duydular. İnsan, gereklidir. İnsansız olmaz.
Dağlının andı:
İnsan doğdum, insan öleceğim.
Dağlının
kuralı:
Evini sat, tarlanı sat, bağını, bahçeni, varını yoğunu
sat,
ama kendindeki insanı satma, yitirme onu.
ama kendindeki insanı satma, yitirme onu.
Dağlının
ilenci:
soyun sopun insandan da, attan da yoksun olsun.
Değersiz, aşağılık birinden mi söz ediliyor, dağlı hemen ‘konuşanın
sözünü keser:
— Boşa konuşup soluk
tüketme onun için. İnsan değil, o. Birinin bir yanlışından, bir eksiğinden mi
söz ediliyor,
Dağlı yine konuşanın sözünü keser:
— Bu yanlışını bağışlayabilirsiniz,
çünkü bir insan, o. Yolu olmayan, düzensiz, çapaçul, kavgacı, gürültücü bir
Köyden sözederken:
— Orda
insan yok —derler.
Bar dinginlik içindeki bir köyde sözederken:
— Orda
insanlar yaşıyor — derler.
İnsan ilk gereklilik, onsuz olunamıyacak ilk ve en değerli şey, en yüce
tansıktır.
sh:325-326
**
— Bıktık artık savaşmaktan
—demişler.— Barış içinde yaşamak istiyoruz biz. Sen olmasaydın şimdiye
çoktan anlaşmış olurduk Çarla.
— Sizler eskiden dağlı
gibi dağlıydınız. Şimdi Dağıstan’ın ekmeğini yiyip düşmana hizmet etmeye mi
başladınız? Barışı ben mi bozdum? Tam tersine, barışı savunmuyor muyum
ben?
— İmam, biz de
Dağıstanlıyız, ama biz bu savaşın Dağıstan’ın hayrına olmadığını ve
olmayacağını düşünüyoruz. Kuru kuruya inatla uzağa gidemez insan.
— Sizler Dağıstanlı mısınız?
Evet,, yer olarak Dağıstan’da yaşıyorsunuz, ama yürekleriniz tavşan yüreği.
Dağıstan kan yitirirken, ocağınızın başında pineklemek hoşunuza gidiyor sizin.
Açın kapıları! Yoksa kılıçlarımızla açarız!
Köyün yaşlıları İmamla uzun uzun konuşmuşlar, sonunda İmamı saygıdeğer,
yüksek bir konuk olarak köylerine kabul etmeye ve ağırlamaya karar vermişler.
Buna karşılık Şamil de işledikleri suçu unutmaya ve bu köyden kimseyi
öldürmeyeceğine söz vermiş. Köyde yakın bir dostunun evine yerleşip, köyün
yaşlılarıyla görüşmeler yapmaya başlamış.
Bu arada o köyün dolaylarında yaman bir haydut türemiş. Haydut değil,
boyu iki metreyi aşan bir devmiş sanki. Herkesi soyuyor, buğday, koyun, sığır,
at… ne bulursa kapıp kaldırıyormuş. Kutsal hic birşeyi tanımıyormuş. Allah,
Çar, İmam… boş sözlermiş ona göre. Köylüler yılmışlar ki o kadar olur.
Yaşlılar Şamil’e yalvarmışlar:
— İmam —demişler.— kurtar
bizi bu hayduttan.
— Ne yapayım ona?
— Öldür İmam, öldür. Kaç
kişiyi öldürmüş, kaç suçsuzun kanma girmiş bir hayduttur o.
— Ama ben cemaatinize bu
köyden bir tek kişiyi bile öldürmeyeceğime söz verdim. Sözümden nasıl dönerim
şimdi?
— İmam, bir yolunu bul ve
bizi bu canavardan kurtar!
Birkaç gün sonra Şamil’in müridleri haydutu yakalayıp köye getirmişler
ve elini ayağını bağlayıp bir bodruma kapatmışlar. Suçluya, işlediği suçlara
uygun bir ceza vermek için özel bir mahkeme — divan toplanmış. Haydutun
gözlerine mil çekilmesini kararlaştırmış mahkeme. Ceza uygulanmış ve haydut
yeniden bodruma kapatılıp kapısına kilit vurulmuş. .
Birkaç gün geçmiş. Bir gece, sabaha doğru, Şamil derin uykudayken,
odasında birtakım gürültüler duymuş. Yerinden fırlayan İmam çevresine bakınınca
bir de ne görsün: kapı kırılmış, elinde bir baltayla sanki bir dağ üzerine
doğru yürümekte, hem yürümekte, hem de böğürürcesine ilenip küfürler
savurmakta… İmam hemen anlamış: kapatıldığı yerden kaçmayı başaran haydut
kendisinden öç almaya geliyormuş.
Dev, dişlerini gıcırdatarak İmamın üzerine doğru yürümeye başlamış. Bir
elinde hançer, öbür elinde balta varmış. İmam da çekmiş hançerini. Sonra hemen
müridlerine seslenmiş. Ama haydut daha önce müridlerin hepsini hakladığı için,
İmamın çağrısına karşılık veren olmamış. Bütün köy derin bir uykudaymış.
İmam bir yandan geri çekilirken, bir yandan da düşmanına saldırmak için
uygun bir anı kolluyormuş. Kör gözlü haydut ise elindeki baltayı sağa sola
savurarak ilerliyor, önene ne rast gelirse deviriyormuş. Bir yandan da:
— Hani, neredesin,
kitapların yazdığı yiğit? —diye bağırıyormuş.— Ne gizleniyorsun?
Yakalasana beni, kollarımı bacaklarımı bağlayıp gözlerime mil çeksene!
— Burdayım! —diye
bağırmış İmam, bağırmasıyla yana sıçraması bir olmuş. Haydudun savurduğu balta
İmamın bir saniye önce durduğu yerdeki duvarı nerdeyse göçürecekmiş. Ama Şamil
de tam bu anı uygun fırsat bilip düşmanın üzerine atılmış. Haydut öküz gibi
güçlüymüş, Şamil’i yerden yere çalmış, epeyce hırpalamış. Yine de Şamil
çevikliğiyle öldürücü yara almaktan kurtulmuş. Boğuşma iki saatten fazla
sürmüş. Sonunda haydut Şamil’i tuttuğu gibi havalandırmış, başının üzerine
kaldırmış, yere çalıp parçalayacak, sonra da başını gövdesinden ayıracakmış.
Havalanan Şamil hançeriyle haydudun kafasına birkaç kez vurmuş. Feleğini
şaşırmış haydut, sendelemiş, olduğu yerde bir iki kez yalpalamış, sonra koca
bir taş kulenin çökmesi gibi olduğu yere yığılıp kalmış. Sabahleyin Şamil’in
odasına giren köylüler, haydutla birlikte onu da kan gölü içinde yatar
bulmuşlar. Şamil’in tam dokuz yerinde yarası varmış. Yaralarının sağalması için
için bir ay daha o köyde kalması gerekmiş.
Kendinden kat kat güçlü düşmanla giriştiği savaş, pek çok bakımdan
Şamil’in daha önce bu devle yaptığı boğuşmayı andırıyordu. Düşman, yabancısı
olduğu dağlarda, Şamil’e çoğu kez körlemesine saldırıyordu. Şamil’se çevik
hareketlerle saldırılardan kurtuluyor, uygun fırsat yakalar yakalamaz, arasıra
yandan, arasıra geriden kendisi saldırıya geçiyordu.
Sanırım her dağlı Şamil’i kendince düşler, her dağlının kendine özgü
bir Şamil tipi vardır. Benim de öyle.
Henüz gençtir Şamil. Ahulıgo dağında, düz bir kayanın üzerine diz
çökmüş, namaz kılıyor. Az önce Avair Koysu’nun sularıyla yıkanmış ellerini göğe
kaldırmış. Cüppesinin kolları sıvalı. Dudakları kımıl kımıl. Derler ki, İmam
dua ederken «Allah» dedi mi, insanların kulağına gelen söz «özgürlük» olurmuş,
«özgürlük» dedi mi de, «Allah»…
Şamil artık yaşlanmıştır. Hazar’ın kıyısında bir daha sonsuza dek
görüşmemek üzere Dağıstan’la vedalaşıyor. Çara tutsak düşmüş. Yüksekçe bir
kayanın üzerinden Hazar’ın coşkun sularına bakıyor. Dudakları yine kımıl kımıl.
Ama bu kez duyulan sözcükler ne «Allah, ne de «özgürlük»; «elveda!» diyor İmam.
Derler ki, bu sırada İmam’m yanağında küçücük bir damlanın parıldadığını
görenler olmuş. Ama Şamil, hiçbir zaman ağlamamıştır, Bu küçücük damla da, olsa
olsa, denizden uçup gelen bir serpintiydi bana kalırsa.
Ama en çok, babamın, anlattığı öyküdeki Şamil’dir benim düşümde
canlanan: küçücük bir dağlı damında, kudurmuş bir devle teke tek, uzun,
kanlı bir boğuşmaya giren Şamil…
sh:343-346
**
ŞARKI
«Bakan»… Bu Avarca sözcüğün iki anlamı vardır: ezgi, motif ve durum,
keyif, «Bana bir ezgi çalsana» derken «bakan» sözcüğü kullanılır. «Bugün keyfin
nasıl?» derken yine «bakan» sözcüğü kullanılır. Böylece keyif ve şarkı,
Avarcamızda bir tek sözcükte birleşip kaynaşmıştır.
Bir pandur
üzeri yazısı :
Hançer sapasağlamı
ölüm döşeğine yatırır
Pandur ölüyü ölüm döşeğinden kaldırır.
Pandur ölüyü ölüm döşeğinden kaldırır.
Sözü, konuşmayı elekten geçir, şarkı elde edersin. Kini, Öfkeyi,
sevgiyi elekten geçir, şarkı elde edersin. Olayı, işi, insanı, yaşamı elekten
geçir, şarkı elde edersin.
«Özellikle de bir Tavlin şarkısı çok dokunurdu ona. Pek az sözü vardı
şarkının, bütün güzelliği, büyüleyiciliği üzünçlü nakaratındaydı: «Ay! Day,
dalalay!» Yeroşko şarkının sözlerini çevirmişti:
«Yiğit, borantuyu köyden dağlara sürüp götürdü, bu arada Ruslar
geldiler, köyü yaktılar, bütün erkekleri öldürdüler, bütün kadınları ve
çocukları topladılar. Yiğit dağdan döndü, baktı: köyün olduğu yer, şimdi
bomboş, analar yok, kardeşler yok, evler yok, koca köyde kala kala birtek ağaç
kalmış. Yiğit ağacın altına oturdu ve ağladı. Tek başıma kaldım, tıpkı senin
gibi, tek başıma… Ve yiğit bir şarkı söyledi: ay, day; dalalay!» (Lev Tolstoy,
«Kazaklar»),
… Ay, day, dalla-lay, dalla, dalla, dulla lay-dullalay! Dağların
şarkıları, dağların üzünçlü şarkıları, ne zaman doğdunuz siz, nerede, nasıl
doğdunuz? Nasıl böyle şaşılası, böyle güzel oldunuz?
Bir pandur
üzeri yazısı:
Sanır
mısın ki bu ezki tellerimin işidir?
Duydukların
yüreğimin yarattığı seslerdir.
Bir hançer
üzeri yazısı :
Çift
ağızlı hançerim, iki ağzın iki şarkıdır:
Biri
düşmanlarımın ölümünü, biri ülkenin özgürlüğünü şakır.
Bir beşik
üzeri yazısı :
Bir
tek insan yoktur dünyada
Kendisine
ninniler söylenmemiş
Ana
yüreğinden kopan ninniler
Sevecen,
canım ninniler.
Yol
kenarındaki bir taş üzeri-yazısı:
Yol
ve şarkıdır nasibi yiğit olanın
Ne
yolun sonu var, ne de şarkının.
Bir mezartaşı
yazısı :
Bir
zamanlar o şarkı söyler, dinlerdi başkaları
Şimdi
o dinliyor, başkalarının söylediği şarkıları.
Eski şarkılar, yeni şarkılar… Beşik şarkıları, düğün şarkıları, savaş
şarkıları. Uzun şarkılar, kısa şarkılar. Üzünçlü şarkılar, sevinçli şarkılar.
Bütün dünyada söyleniyorsunuz siz! Sözcükler boncuk gibi, gümüş bir ipliğe
diziliveriyor. Sözcükler çivi gibi, sımsıkı çakılıyor. Sözcükler, bir güzelin ardarda
akan gözyaşları gibi kolayca doğup, kolayca akıveriyorlar. Sözcükler, deneyimli
bir elin fırlattığı ok gibi, uçuyor tam hedefe düşüyorlar. Sözcükler, pürçek
pürçek, sözcükler lüle lüle, sözcükler kıvrım kıvrım, sözcükler… alıp
götürüyorlar insanı, sözcükler, sonsuz dağ çığırları…
İki satırı ayıran aralık, üzerinde sevgilinin evi bulunan sokaktır.
Tarlalar arasındaki sınır çizgisidir. Geceyi bir yana, gündüzü bir yana ayıran
tanyeri ağarmasıdır, gün kavuşmasıdır.
Kağıda yazılmış şarkılar, kağıda yazılmamış şarkılar. İster öyle olsun,
ister böyle, şarkı, söylenmelidir. Söylenmeyen şarkı, uçmuyan kuş, söylenmeyen
şarkı, çarpmayan yürektir.
Dağlarımızda derler ki: çobanlar şarkı söylemedi mi, koyunlar otlamaz.
Ama dağların yemyeşil yamaçlarında çoban şarkıları uçuşmaya başlayıverdi mi,
yeni doğmuş kuzular bile otlamaya başlar.
Bir dağlı, kendine konuk gelen başka bir ulustan arkadaşından kendi
dilinde şarkı söylemesini istemiş. Artık konuk bir tek olsun şarkı mı
bilmiyormuş, yoksa şarkı söylemesini mi bilmiyormuş, belli değil, ama
evsahibine, halkının hiç şarkısı olmadığım söylemiş.
— O zaman sizin bir ulus
olarak varolup olmadığınızı düşünmek gerek… —demiş evsahibi dağlı.— Şarkısız
halk olmaz!
Ay, day, dallalay! Dala-dala, dulla-lay! Şarkılar: dilin, açılması
yasak, gizli ve ‘büyülü sandığının anahtarları… Ay, day, dalla-lay!
Dala-dala-dulla-lay!
Sh:397-399
**
Ninniler olmasaydı, herhalde öteki şarkılar da olmazdı. Daha az renkli
olurdu yaşamı insanların, kazanılan başarılar daha az olur, şiir daha az
olurdu.
Anneler, evrenin ilk ozanları. Oğulların,
kızların yüreğine ilk şiir tohumlarını onlar serperler. Sonra bu tohumlar
göverir, çiçek açar. Yaşamlarının en çetin, en korkunç anlarında erkekler hep
beşikleri başında söylenen şarkıları anımsarlar.
Hacı Murat savaştan korkan bir askerine şöyle demişti: «Herhalde annen senin beşiğinin başında hiç
ninni söylememiş!»
Hacı Murat’ın kendisi Şamil’e ihanet edip de Ruslara geçince, Şamil de
naibi için, «Herhalde annesinin söylediği ninnileri unuttu» demişti.
Dinle şarkımı oğul
Gülücükle yanağında
Bir yiğidin şarkısı bu
Yaşayan hep onurla.
Belindeki kılıcının
Hakkını verirdi yiğit
Doludizgin koşan ata
Atlar binerdi yiğit.
Bağırmaklarını geçer gibi
Aşardı sınırları
Kilıcının şimşeğiyle
Keserdi sıradağları.
Yüzyıllık meşeleri
Bükerdi tek eliyle
Sen de, kartalcığım benim
Böyle bir yiğit olacaksın işte.
Anne, (gülümseyen küçük yüze bakar ve şarkısında söylediği sözlere
inanırdı: oğlunu, biricik Hacı Murat’ını gelecekte ne çetin sınavların
beklediğini bilmeden…
Oğlunun Şamil’den ayrılıp Ruslara
geçtiğini öğrenen anne, bir başka şarkı söylemişti:
Sarp kayalardan bir uçuruma atladın,
Korkmadın hiçbir yükseklikten.
Şimdi bir dipsiz kuyudur yerin,
Sen artık evine dönebilmezsin.
Arsızca saldırıp kendi dağlarına,
Kaç çabuk, gizlen, karanlıklara.
Oysa kendin düşmana bir ganimetsin,
Sen artık evine dönebilmezsin.
Acı dolu, kapkara günlerim benim,
Bu nasıl analık, ben bilemedim.
Kapana düştün, demir tırnaklı bir kafes içindesin,
Sen artık evine dönebilmezskı.
İmamı küçük gördün, çardan nefret ettin,
Ama dur, bunlar daha hiçbirşey değil:
Öz dağlarını bile sevmesini bilmedin
Sen artık evine dönebilmezsin.
Bilindiği gibi Hacı Murat, daha sonra Ruslardan kaçıp yeniden dağlara
dönmek istedi, ama kendisini kaçarken yakalayıp öldürdüler, başını kestiler. O
zaman acılı ananın bir başka şarkısı duyuldu dağlarda:
Kalktı
balta, baş yok artık omuzda
Ama
boş bir söylenti bu, boş bir söylenti
Savaş
kurallarımda, kanlı çarpışmalarda
Öyle
gerekli ki o baş bize, öyle gerekli ki
Bir
yol kıyısına gömülü başsız ölü
Ama
boş bir söylenti bu, boş bir söylenti
Kuşatılmış
dağlarda, göğüs göğüse çarpışmalarda
O
omuzlar öyle gerekli ki bize, o kollar öyle gerekli ki
Keskin
kılıçlara, sivri hançerlere sorun
Sağ
mı ölü mü naibi Şamil’in
Dağlar
artık barut kokmaz mı oldu
Topraktan
dumanlar yükselmiyor mu?
Adı
kartalca yükseklerde uçardı
Soldu,
söndü bu ad yaşamının sonuna doğru
Bu
utanç lekesini şimdi, kılıçlar temizliyor
Bu
yaşam eğriliğini şimdi, kılıçlar düzeltiyor.
Annenin şarkısı: insanlığın yarattığı bütün şarkıların pınarı, bütün
güzelliklerin kaynağı; annenin şarkısı: ilk gülümseyiş, son gözyaşı…
Yürekte doğar şarkı, yürek dile aktarır, dil bütün insanların yüreğine,
bütün insanların yüreği de yüzyıllara aktarır şarkıyı.
Yeri gelmişken üç şarkıdan daha sözedeceğim burada.
Şamil’in annesinin şarkısı
«Şarkıda ya gülme, ya gözyaşı vardır. Bize, dağlılara ise, şu anda ne
gülme, ne gözyaşı gerekli. Biz savaşıyoruz. Erkeklik, yüreklilik, nice yıkıma
uğramış olursa olsun, sızlanmamak, yakınmamalı, ağlamamalıdır. Öte yandan,
sevinip gülmemiz için ortada hiçbir neden yok. Yüreklerimiz üzünç, acı dolu.
Dün, mescidin orda dansedip şarkı söyleyen kimi gençleri cezalandırdım.
Aptallık, bu yaptıkları. Eğer birkez daha görürsem, yine cezalandırırım.
Sizlere şiir, şarkı gerekliyse, Kuran okuyun. Peygamberimizin ayetlerini
ezberleyin. O ayetler ki, Kabe’nin kapılarına kazılmışlardır.»
İmam Şamil, Dağıstan’da şarkı söylenmesini böyle yasaklamıştı. Şarkı
söyleyen kadınlar meydan süpürgesiyle, erkekler kırbaçla cezalandırılıyordu.
Buyruk buyruktur. Az ozan yatmamıştır o yıllarda kamçının altına.
Ama şarkıyı söylenmez etmek, şarkıyı susturmak olası mıdır? Şarkıcıyı
belki, ama şarkıyı hiçbir zaman! Pek çok mezartaşı var çevremizde, insanlar
gömülü bu taşların altında.
Ya şarkı mezarı?
Şarkı mezarı gören var mı hiç?
Şöyle bir mezartaşı yazısı okumuştum: «Öldü, ölüyorlar, ölecekler».
Şarkı içinse, sanırım şöyle söylenebilir: «Ölmedi, ölmüyor, ölmeyecek».
Gazavat döneminde şarkılara neler yapılmadı!.. Ama yine de sağ kaldı şarkılar,
bize değin ulaştılar, üstelik de, talihin bir cilvesi olarak, bunlara bugün
«Şamil şarkıları» denilir.
Şamil’in annesinin şarkısından sözedecektik… Ahulgo köyünün düşman
eline geçtiği günler… Ahulgo savaşı pek çok kahraman yaratmıştı, ama bu
kahramanların hepsi orada, savaşalanında kaldılar. Düşmana tutsak düşmek
istemeyen yaralılar kendilerini Avar Koysu’ya atıyorlardı. Kuşatılanlar
arasında Şamil’in kızkardeşi ve onun çocukları da vardı.
İşte bu çetin günlerde yaralanan İmam, kendi köyü Gimrı’ya geldi. Daha
atının dizginlerini müridlerine uzatmadan, birinin şarkı söylediğini duydu.
Şarkı da değil, bir ağıttı bu:
Ağlayın
ey dağlılar, ağlayın
Şehitlere
ağlayın, yiğitleri ululayın
Ahulgo
kalesini düşmanlar aldı
Birtek
dağlı sağ kalmadı.
Ağıtta daha sonra tek tek şehitlerin adları sıralanıyor, kara haberi
duyunca dağlardaki bütün pınarların kuruduğu söylenerek, herkesin karalar
bağlaması isteniyordu. Yine, dağlıları koruması, İmam’a güç vermesi,
Petersburg’da, çarın elinde tutunda bulunan Şamil’in oğlu Cemaleddin’i koruması
için Tanrıya yakarılıyordu.
Şamil bir taşın üstüne oturdu, parmaklarını kınalı, gür sakalının içine
daldırıp çevresindekileri süzdü, sonra:
— Yunus, —dedi,— kaç dize var
bu ağıtta?
— Yüziki dize, İmam.
— Ağıdı yakanı bul, yüz
kırbaç vur, iki kırbacı bana bırak.
Yunus kırbacını çekti.
— Ağıdı kim yaktı?
Kimseden karşılık yok.
— Ağıdı kim yaktı, dedim!
Bu sırada iki gözü iki çeşme, beli bükülmüş, yaşlı bir kadın yaklaştı:
İmam’ın annesiydi bu, elinde bir meydan süpürgesi tutuyordu.
— Oğlum, bu ağıdı ben yaktım.
Evimizde bugün yas var. Al şu süpürgeyi, buyruğunu yerine getir.
İmam biraz düşündü, sonra annesinin elinden süpürgeyi alıp duvara
dayadı.
— Ana, sen eve git.
Ana, oğluna bir gözattı, evinin yolunu tuttu. İlerde, köşeyi dönünce,
duvarın ardına gizlenip gözlemeye başladı. Şamil kemerini çözdü, kılıcını
çıkardı, Çerkez cüppesini fırlatıp attı.
— Anaya el kaldırılmaz! Onun
suçunu oğlu olarak ben üzerime alıyorum.
Yarı beline kadar soyunup toprağa uzandı, müridine:
— Kırbacını neden gizledin?
—diye sordu.— Çıkar ve ne diyorsam yap!
Mürid kararsızdı. İmam kaşlarım çattı. Bunun ne anlama geldiğini mürid
çok iyi bilirdi.
Vurmaya başladı İmama. Ama döver gibi değil, okşar gibi vuruyordu.
Şamil fırlayıp yerden kalktı:
— Sen yat! —diye bağırdı
müride.
Mürid soyunup yere uzandı. Şamil kamçıyı üç kez şaklattı. Müridin
sırtında kıpkırmızı üç yara izi kabardı.
— Nasıl vuracakmışsın,
anladın mı! Al kırbacını ve benim gibi vur!
Mürid, imamı kırbaçlamaya başladı. Her vuruşunu sayıyordu:
— Yirmisekiz, yirmidokuz…
— Hayır, daha yirmiyedi oldu,
doğru say!
Müridin alnından terler boşanıyordu. İmamın sırtı, üzerinde yolların,
çığırların çaprazlaştığı, ardarda koyun sürülerinin geçtiği bir dağ yamacı gibi
olmuştu.
Sonunda ceza bitti, mürid derin derin soluyarak bir taşın üzerine
çöktü, Şamil üstünü giydi, silahlarını kuşandı, çevresindekilere dönüp:
— Dağlılar!
—dedi.— Bize birtek şey gerek: savaşmak! Şarkılar düşüp, ağıtlar yakacak
zamanımız yok. Varsın düşmanlarımız şarkı yaksın üzerimize. Kılıçlarımızla
öğretelim onlara bunu. Gözyaşlarınızı silin, hançerlerinizi bileyin. Ahulgo’yu
yitirdik, ama Dağıstan daha sağ ve savaş daha bitmedi.
O günün üzerine, Gunib de düşüp son savaş sesleri dinene dek, Dağıstan
tam yirmibeş yıl daha savaştı.
Sh:419-424
**
İnsanlar, Dağıstanım, ne verdilerse bana,
Dürüstlükle paylaşıyorum seninle bunları
Al şu kazandığım nişanları, al şu madalyaları
Tuttur yüce dağlarının doruklarına.
Coşkulu marşlar adıyorum sam
Sözler adıyorum: şiire dönüşmüş…
Tek ki ormanlarının yamçısını armağan et,
Ve başı karlı dağlarının papağını, bana.
Kaynak:
RESUL HAMZATOV, Benim Dağıstanım, Çeviren:Mazlum Beyhan, Özyaşam ve Anılar
Dizisi: 2, Düşün Yayınevi.,19 84, İstanbul
Yazan:
Resul HAMZATOV
Çeviren: Mazlum Beyhan
Çeviren: Mazlum Beyhan
Not: Benim
Dağıstanım isimli eserden derlenmiştir.
Benim küçük Dağıstan'ım ve benim koca dünyam.
İşte benim yaşamım, benim senfonim, benim kitabım, benim konum.
Yüksek dağlardan engin düzlüklere uçmayan kartal, kötü kartaldır.
Engin düzlüklerden yüksek dağlara dönmeyen kartal, kötü kartaldır.
Ama kartal için ne var?
O kartal olarak doğmuştur ve istese de martı yada karga olamaz. Bu
soylu, bu yürekli kuşun özellikleriyle doğmamış yazarın işi ise, zordur.
Yazının da kendi kuşları vardır: kartallar ve martılar. Biri dağları
şakır, biri denizleri. Herkesin kendi yurdu, kendi konusu vardır. Ama bir de
kargalar var. Bunlar herşey den çok kendilerini severler.
Karga cenk alanındaki ölülerin gözlerine gagasını
daldırırken, bir yiğidin mi yoksa bir korkağın mı gözünü oyduğunu hiç düşünmez.
Yazın adamları bilirim, çıkarlarınadır, bugün bunu yaparlar,
çıkarlarınadır, yarın, bugün yaptıklarının tam tersini.
Benim de kendi Dağıstan'ım var. Onu öyle yalnız ben görüyorum, onu öyle
yalnız ben biliyorum. Dağıstan'da görüp geçirdiklerimden, yaşadıklarımdan,
bundan önce yaşayan, şimdi benimle birlikte yaşayan tüm Dağıstanlıların görüp
geçirdiklerinden, yaşadıklarından, türkülerden ve ırmaklardan, atasözlerinden
ve kayalardan, kartallardan ve nallardan, dağlardaki çığırlardan ve hatta
yankılardan yaratılmıştır benim içimdeki öz Dağıstanım.
— Kartal, en çok hangi
türküyü seversin?
— Yalçın kayalar türküsünü.
— Martı, sen en çok hangi
türküyü seversin?
— Mavi deniz türküsünü.
— Karga, senin en sevdiğin
türkü hangisi?
— Cenk meydanındaki lezzetli
ölüler türküsü.
**
— Kartal, nereye uçuyorsun?
— Engin gökyüzüne.
— Ne o, yükseklerden korkuyor
musun?
Yalnız kargalardır alçaklarda barınan, kartallar en yüksek dağlardan da
yükseklerde kanat çırpar. Yoksa kargayı kartaldan daha mı
değerli buluyorsun?
Biliyorum, gitmek istemeyişinin nedeni yalnızca korkaklık. Ödleğin
tekisin sen! Sen o çalımlı konuşmalarını yalnızca şarap dolu düğün masalarında
yapabilirsin; kadeh seslerinin değil, hançer ıslıklarının duyulduğu yerlerde
yoksundur hiç.
— Hayır, hiç de korkmuyorum
senin yükseklerinden. Oralarda yapabileceğim hiçbirşey olmadığı için gitmek
istemiyorum. Çünkü insan yok oralarda. Benim krallığım aşağılar, insanların
bulunduğu yerlerdir. Tek egemeniyim ben buraların. Ve herkes, benim uyruğum.
Yalnız kimi yiğitler bana karşı koyabilmek yürekliliğini gösteriyor ve senin
yolundan, gerçeğin yolundan gidiyorlar. Ama pek az böyleleri.
— Evet, pek azdırlar. Ama
onlara «kahraman derler ve ozanlar en güzel şarkılarını onlar için yazarlar.
Yalnız dağ kartalı kayalardan kendisini engin gökyüzüne bırakmasıyla
birlikte hızla yükselir ve bir anda belirsiz bir nokta olur.
Dışarı çıkıp da çevremize şöyle bir bakındığımızda pek çok kuş görürüz:
yerde, çalılıklarda, ağaçların üzerinde pek çok kuş vardır. Gökte uçanlarını da
görürüz, kimi alçaktan, kimi yüksekten uçar: kırlangıçlar, alacakargalar,
karakargalar, ekinkargaları, serçeler... Bütün bu kuşların arasında
gökyüzünde bir tek kartal vardır. Bütün kuşlardan yüksekte, bütün gözlerden
uzaktadır o, ama yine de, eğer gökte bir kartal varsa, damından dışarı çıkan
dağlı, bütün kuşlardan önce kartalı görür. Onu öteki kuşlardan böylesine ayıran
ve insanın gözüne değdiren şey, onun en uzakta, en yüksekte olmasıdır. Sonra
serçe görülür, hemen oracıkta, iki adım ötede bir çalının üzerine konmuştur.'
Edebiyat Fakültesinde, sınavda, bir Avar öğrenciye sorarlar:
gerçekçilikle coşumçuluk arasındaki ayrımlar nelerdir? Avar, konuyu çalışmamış,
ama yanıt da vermesi gerekli. Düşünmüş, taşınmış ve profesöre şu yanıtı vermiş:
— Gerçekçilik, kartala kartal dememiz, çoşumculuk [Romantizm]
ise, kartala horoz dememizdir.
Profesör gülümsemiş ve bizim Avar'a geçer not vermiş.
Bana gelince, ta baştan beri ata at, eşeğe eşek, horoza horoz, erkeğe
erkek demeye çalışıyorum.
**
DERLER Kİ : Kartalı otla, eşeği etle besleme.
DERLER KI: Eğer duvarları doğru çıkılmamışsa, güzel bir ev de yıkılır.
DERLER Kİ: Tavuk düşünde kendini kartal görmüş. Kayalardan aşağı
salınmış, vurmuş, kanadını kırmış.
Ağaç var, aydan aya renk değiştirir, ağaç var, hiç renk değiştirmez.
Kuş vardır, göçmendir, günü gelir, yer yuvarlağının bir ucundan öteki
ucuna gider; kuş vardır, kartaldır, dağlarından hiç ayrılmaz.
KARTAL GİBİ OLMAK İSTEYEN KUŞ
Koyun sürüsü dağdan koyağa indi. Birden gökte bir kartal belirdi;
süzüldü kartal ve bir kuzuyu kapıp kaldırdı. Küçük bir kuş olup bitenleri
görmüştü, «Neden ben de aynı şeyi yapamıyayım?» diye düşündü. «Hem
kuzu ne, koca bir koçu kaldırırım ben». Yükseldi kuş, iyice yükseldi, sonra
kanatlarını iki yanma yapıştırıp ok gibi aşağı aktı. Sonuç: koçun bonuzlarına
çarpan kuş hemen öldü.
Çoban kuşun ölüsünü avucuna aldı ve:
— Sineğin biri de birgün taş yuvarlamak istemişti dedi.
Kartala benzemek isteyen kuşun sonu, sineğe benzetilmek olmuştu.
**
Yediğin balık lezzetli olsun istiyorsan, gidip gölden kendin
yakalayacaksın balığı.
**
Ölüyorum, ama kimseler bilmiyor öldüğümü
Görünmüyor başucumda kimseler
Yalnızca kartalların çığlıklarım duyuyorum, yırtıyorlar göğü
Bir de ötelerden inleyen alageyikler,
**
Dünyada binbir türlü hayvanın dolaştığı, binbir türlü kuşun. uçuştuğu
dönemler... Hayvan izi çok, ama insan izi yok. Her yerden hayvan sesi duyulur,
ama hiçbir yerden insan sesi duyulmaz. Dünya insansızdır. Ve insansız dünya,
dilsiz ağız, yüreksiz göğüstür.
İşte dünya böyleyken, bu dünyanın üzerinde güçlü, gözüpek kuşlar,
kartallar uçuşup duruyordu. Birgün —ki sözünü ettiğimiz gündür o gün— öyle bir
kar yağmaya 'başladı ki, sanki dünyada nice kuş varsa tüyleri yolunup rüzgara
savruluyordu. Gök bulutlarla, yer karla kaplanmış, herşey birbirine karışmıştı;
yer nerde, gök nerde ayırmak olanaksızdı. Bu sırada kanatları kılıç, gagası
hançer bir kartal yuvasına dönüyordu.
O mu yüksekliği unutmuştu, yükseklik mi onu, belli değil, ama kartal
olanca hızıyla dağa çakıldı. Avarlar derler ki, bu dağ Gunib
dağıydı, Laklar, Turçidağ olduğunu söylerler, Lezginler'e göreyse kartalın
çakıldığı dağ Şahdağ'dan başkası değildi. Her neyse, kartal hangi dağın
kayalarına çarpmış olursa olsun, sonuç değişmez. Çünkü taş taştır, kartal da
kartal. «Taşı kuşa at, kuş ölür; kuşu taşa at, kuş ölür.»
Kim bilir kaç kartal kayalara çarpıp paramparça olmuştu o güne dek. Ama
bu kanatları kılıç, gagası hançer kartal, dağa çarpmakla ölmedi, ağır
yaralandı. Kanatları kırılmıştı, ama yüreği çarpıyordu. Keskin gagasına, demir
pençelerine bir şey olmamıştı.
Yaşamak için savaşmaya başladı. Kanatsız, yiyecek bulması, kanatsız,
düşmanlarından kaçması kolay değildi. Her gün bir taştan bir taşa sekerek, bir
kayadan bir kayaya atlayarak, oturup dağları seyrettiği, eskiden beri yaşamayı
sevdiği o yüce doruklara tırmandı.
Kanatsız yiyecek bulmak, kendini savunmak, yükseklere tırmanmak, yuva
kurmak kolay değildi. Bütün bu güç işlerin üstesinden gelirken kartalın kasları
değişikliğe uğradı. Dış görünüşü bile değişmeye başlamıştı. Yuvasını yapıp
bitirdiğinde, bunun tam anlamıyla dağlı damına benzediği, kartalın kendisinin
de dağlı olduğu görüldü.
Kartal ayağa kalktı. Kırılan kanatlarının yerinde kollar çıkmıştı.
Gagasının yarısı, şu bildiğimiz, kocaman dağlı burnuna dönüşmüş, yarısı da her
dağlının kemerinde asılı duran hançere dönüşmüştü. Yalnız yüreği değişmemiş,
yine kartal yüreği olarak kalmıştı.
— Görüyor musun oğlum —demişti annem masalını bitirirken,— kartal
dağlıya dönüşene dek neler çekmiş!.. Hiç unutmamalısın bunu.
Bu anlatılanlar doğru mu, değil mi bilmem, ama tartışmasız doğru olan
birşey var: dağlılar kuşlar içinde en çok kartala değer verirler.
Adamın hasına, korkusuzuna kartal derler.
Bir dağlının oğlu mu oldu, duyurur: Bir kartalımız oldu.
Kız gittiği yerde işi çabucak bitirip evine döndü mü, «Uçup
gelmiş bile kartalım benim» diye övünür annesi.
Büyük Anayurt Savaşında yitirilen Dağıstanlı kahramanlar için yazılan
kitabın adı «Dağ Kartalları"ydı.
Eskiden evlerin kapılarında, beşiklerin üzerinde, hançerlerde kartal
kakmaları olurdu.
Pek çok söylence vardır kartal-dağlı ilişkisi üzerine.
İnsanlarımız talihin terslikleri üzerine düşündükleri zaman, ya da
babalar anayurtlarından uzaklarda yitirdikleri oğullarım, oğullar, uzak savaş
alanlarında bıraktıkları babalarını anımsadıkları zaman, dağlının kartaldan
değil, kartalın dağlıdan geldiğine inanırlar.
— Ey koca dağlar üzerinde
kanat çırpan kartallar, Soyunuz sopunuz ne, nerden geldiniz, kimsiniz?
— Öyle çok oğlunuzu
yitirdiğiniz ki dağlılar,
Biz ölen o yiğitlerin kanatlanmış yüreğiyiz.
— Ey burçlar arasında
ışıldayan yıldızlar,
Geceleyin gökkubbede gözkırpanlar, kimsiniz?
— Öyle çok oğlunuzu
yitirdiniz ki dağlılar,
Ölüleri ardından ağlayanların yaşlı gözleriyiz biz.
Dağıstanlılar işte bunun için sevgiyle, umutla bakarlar gökyüzüne;
hızla uçup geçen, süzülen kuşlara... Gökyüzünü sever dağlılar.
**
Ne zaman göklerde bir kartal çığlığı duysam, «Ahilçi'nin yüreği bu,
diyorum, kardeş sevgilerini iletiyor bana.»
Dağıstan göklerinde kartallar süzülür. Çoktur kartalı Dağıstan'ın. Ama
Vatan yoluna başlarını koyan yiğitlerimiz de çoktur. Her kartal çığlığında bir
utkunun, bir inanılmaz yürekliliğin müjdesi vardır. Her çığlık bir savaş
şarkısıdır.
Biliyorum, güzel bir öykü bu, bir yakıştırmaca. İnsanlar istemişler
bunun böyle olmasını. Ama gerçek olduğunu bildiğim birşey var ki, o da Andi'nin
birinin, kibirli, yükseklerde dolaşan bir adama söylediği şu sözlerdir:
— Kartallar bile insan olabilmek için yere indiler. Sen de in bakalım
aşağılara. Bütün insanlar burada, yeryüzünde doğdu. Dağlıya, dağların insanı,
yeryüzü insanı olduğu için dağlı denmiştir. Ama şarkılarda, masallarda insanlar
uçarmış, varsın uçsunlar. Bizde bu «uçmak» sözcüğü pek sevilir: atlı atma atlar
— uçar, şarkılar uçar. Şarkılarımızın çoğu kartallar üzerine değil midir?
Şiirlerimde ikide birde kartallardan sözediyorum diye eleştirirler
beni.
Ama kartallar bana bütün öteki kuşlardan daha hoş geliyorsa ben ne
yapayım?
Başka kuşlar duvar diplerine serpilen darıların çevresinde cıvıldaşıp
dururken, kartallar yücelerde süzülürler. Sesleri de gür ve açıktır
kartalların. Soğuklar başlar başlamaz öteki kuşlar Dağıstan'ı bırakıp başka
ülkelere giderler. Kartallarsa havalar nasıl olursa olsun, isterse silahlar
patlasın üzerlerine, korkmazlar, doruklarından ayrılmazlar.
Kartalların plajları, kaplıcaları yoktur. Başka kuşlar toprakta ordan
oraya sıçrar dururlar, damdan dama, bacadan bacaya, tarladan tarlaya uçarlar.
Bir yerde küçük bir boğaz mı var, kuşboğazı denir ona. Bir yerde yalçın kayalar
mı var, kartal kayaları denir oraya.
Doğan her insan, henüz insan değildir.
Uçan her kuş da henüz kartal değildir.
... Ülkem, güçlü, büyük ülkem, tutsaksın şimdi
Tutsaksınız şen şarkılar şakıyan kuşlar
Süzülür üzerinizde Tanrı simgesi gibi
Üzerlerine sayısız türküler yakılmış kartallar.
*
Görebilmek için onları gökyüzünde
Nöbet tutacaksın fırtınalı hamlarda bile
Fethedilmez dağlan seçmişlerdir çünkü
Yaşamak için kendilerine.
*
Arasıra biri yükselir yükselir de
Gururla keser sis perdesini kanatlarıyla
Arasıra dayanışık bir grupturlar
Telaşla tırmanırlar gökyüzüne.
*
Keskin gözlü muhafızlarıdır sanki yerin
Nasıl da, nasıl da yükseklerde uçarlar
Ve duymaya görsünler çığlıklarını
Korkuyla kaçışır kargalar.
*
Çocukluğumda olduğu gibi tıpkı
Saatlerce hazırım bakmaya doruklarına dağların
Ve izlemeye sevdalı gözlerle
Görkemli süzülüşünü kartalların.
*
Bazen dağlar üzerinde devriye gezerler de,
Bazen tutarlar bozkır ellerini...
Dağ kartallarından almıştır işte
Benim yurdum da güzel adını.
*
Japonların en sevdiği kuş, turnadır. Hasta bir insanın kağıttan bin
tane turna kesmesi durumunda iyileşeceğine inanır Japonlar. Uçan turnaların —
hele de Fujiyama üzerinde uçuyorlarsa — sevinç ve acı, ayrılık ve kavuşma
getireceğine inanırlar.
Turnaları ben de severim. Ama Japonlar bana en sevdiğim kuşun hangisi
olduğunu sorduklarında kendilerine kartal demiştim ve yanıtım hiç hoşlarına
gitmemişti.
Bundan bir süre sonra güreşçimiz Ali Aliyev, Tokyo'daki yarışmada dünya
şampiyonu olunca, bir Japon dostum:
— Hiç de fena değilmiş sizin
kartallar —demişti.
*
Bizim dağlılara Türkiye göklerinde geçen kartallarla
leyleklerin savaşını anlatmıştım. Savaşı kartalların yitirdiğini söylediğimde,
dağlılar bana inanmadılar, dahası gücendiler. İnanılmaz bulmuşlardı
söylediklerimi. Ama gerçekti olay, olanı olduğu gibi anlatmıştım ben.
—Sözlerin doğru değil Resul —dedi sonunda dağlının biri.
— Kartallar savaşı yitirmiş olamazlar,
hepsi ölmüşlerdir. Son savaşçısına dek ölmek başka, savaşı yitirmek başka.
Kaynak: RESUL HAMZATOV, Benim Dağıstanım, Çeviren:Mazlum
Beyhan, Özyaşam ve Anılar Dizisi: 2, Düşün Yayınevi.,19 84, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar