BERTRAND RUSSELL -1-
1872 yılında doğan
Bertrand Russell, soylu bir İngiliz ailesindendir. Felsefeci, matematikçi,
mantıkçı, konferansçı, hoca, yazar ve eleştirici olarak, çok yönlü kişiliğiyle
tanınır. Dört yaşında babasını kaybetti. O günden sonra aydın bir kadın olan
anneannesinden yakın ilgi gördü. Daha Trinity Kolejinde öğrenciyken, matematik
ve felsefedeki üstünlüğünü kabul ettirdi. İleriki yıllarda bu iki bilim dalında
çağımızın dahileri arasına girecekti. Russell, felsefe ve din inancının
temelini aramak için öğrenim yaptığım söyler. Bu arada matematik ve felsefe
kadar mantık alanında da başarılıydı.
1910 — 1913 yılları
arasında yayınlanan «Principia Mathematica» adlı eseri, 1927 de ikinci kez
basıldı. A.N. Whitehead’la işbirliği sonucu ortaya çıkan bu yapıt, onu
uluslararası üne kavuşturdu. Böylece geçim zorluğundan da kurtulmuş oluyordu.
Russell’in felsefî
yönü çok canlıdır. Cümlelerinde geometrik doğruluk ve derin anlam vardır. 1910
yılından sonra felsefeyle ilgili çalışmalarının arttığı görülür. Önceleri Kant ve Hegel’in etkisindedir.
Bu temel üzerinde yükselen bir idealizmi benimsemiştir. Ama çok geçmeden buna
cephe alacaktır. Gerek arkadaşı G.E. Moore, gerekse Leibniz’in eserleriyle
idealizmin yanlışlığını anlar. Bunda «The
Philosophy of Leibniz» adlı yapıtın rolü büyüktür. Artık o bir realist
düşünürdür.
Düşünürümüz, pratik
yönü akademik yönüne ağır basan bir kişiliğe sahiptir. 1918 yılında askerliğe
karşı olan tutum ve çalışmalarından ötürü hapishaneyi boyladı.
1922— 23 yıllarında işçi adayı olarak sahnededir.
1927 de teorisinin pratikteki temsilcisi «Progressive Schooll»ü kurdu. Nükleer
savaşa karşı çıkışı, dünyanın aydın çevrelerince yakınlık gördü. Bu
çalışmalarından ötürü 1961 yılında bir kez daha hapsedildi.
Derin bir konuşma üslûbu, inatçı bir
yolu vardır. Voltaire tarzına varan çelik bir inancı olduğu söylenir.
Konuşmaları doyurucu ve sürükleyicidir. 1950 yılında Nobel edebiyat ödülünü aldı.
Oldukça uzun sayılacak hayatı boyunca dört defa evlendi, üç çocuğu oldu.
Russsell sosyal ve
etnik konulardaki çalışmalarıyla halk arasında tanınmıştır. İlk eserini 1896 da
yazdı. Bu eser Alman Sosyal Demokrasisi üzerineydi ve o sırada Berlin’de
bulunuyordu. Almanca ve Fransızcayı çok iyi bilmektedir. Bu dilleri okul
öncesi, özel bir eğitimle öğrenmişti. Koleji bitirir bitirmez kendisini oraya
üye seçtiler. Bu arada bir süre Paris İngiliz Elçiliği ateşelik görevini
yürüttü.
Evlilik hayatı
oldukça maceralıdır. 1894 yılında Alys Pearsall Smith’le evlendi. Çok geçmeden
Berlin’e gitti, yukarda sözü edilen kitabı yazdı. Haslemere’deyken zamanın
çoğunu felsefî çalışmalarla geçirdi. 1910 da felsefeyle ilgili ilk kitabım
yazdı. Bu kitap Leibniz felsefesi üzerine bir çalışmaydı. 1903 te matematik
kitabının hazırlıklarına başladı. Bu anıt eser, üç cilt olacaktı. O günlerde
çalışmaya
dayanan sade bir
hayat sürüyordu. 1908 de «Royal Society» ye alındı. İki yıl sonra da eski
kolejine rektör oldu.
İnatçıydı, bildiği yoldan dönmezdi.
Felsefedeki inançları yönünden hayli bocalama devri geçirdi. Askerlik ve nükleer
savaş karşısındaki tutumları birbirine benzer. 1. Dünya Savaşıyla ilgili yazı
ve çalışmaları, etkili bir kişi olduğundan, hükümetin dikkatini çekti. Oldukça
ağır bir cezaya çarptırıldı. Hükümlülüğü sırasında kitaplığını bir arkadaşı
satın aldı. En değerli eserleri bu arada kayboldu. O, bunu hep üzüntüyle
anmıştır. Ardından diğer aksilikler birbirini izledi. Kolej, hocalığına son
verdi. Gerçi Amerika’da Harvard Üniversitesi görev teklifinde bulunuyordu ama,
İngiliz Hükümeti böyle «zararlı» bir kişiyi göndermeyi sakıncalı görüyordu.
Askerî otoriteler de ağırlığını koyunca, gitmesine izin verilmedi. Tribunal’da
çıkan bir yazısından ötürü 1918 de yeniden hapsedildi.
İkinci matematik
kitabı olan «İntroduction to Mathematical Philosophy» yi böyle bir hava içinde,
hapishanede yazdı (1919). 1 yıl sonra Rusya’yı ziyaret etti. Oraya gidişi de
ayrı bir âlemdi. Önceleri İngiliz Hükümeti izin vermek istemedi, ardından Rus
Hükümeti.
Rusya’da gördükleri
de umduğundan farklıydı. İzlenimlerini «The Practice and Theory of Bolshevizm»
adlı kitapta topladı.
Daha sonra Çin’e
gitti. Peking Üniversitesinde sayısız konferanslar verdi. Ertesi yıl eşinden
ayrılıp, Dora Black’ la evlendi. Artık gazeteci, konferansçı, yazar olarak da
ünü sınırları aşıyordu. 1927 yılında eşiyle birlikte bir okul açtılar. Bu
girişimleri 1935’e kadar sürdü. 1935 de Black’tan ayrıldı. Üçüncü eşi Patricia
Helen Spence’dir. 1938 de Amerika’da çeşitli üniversitelerde görev aldı. İki
yıl sonra New-York Kenti Koleji felsefe hocalığına atandı.
Bu tarihten sonra
Russell, daha çok İngiltere’de kalmaktadır. Ardarda iki başarısına daha tanık
oluyoruz. 1943 da liyakat nişanı, ertesi yıl da Nobel ödülü.
1952 yılında bu
eşinden de ayrılır ve Edith Finch’le evlenir. 1961 deki hapisliği de onun savaş
ve nükleer felâket karşısındaki direnişini engelleyemez. Nihayet geçen yılların
önemli olayı, ünlü Vietnam Mahkemesini kurar. Beş hikâyenin yer aldığı «Satan in the Suburb» (Şeytan
Banliyöde) adlı kitabı ise düşünürümüzün sanatçı yönünü göstermektedir.
Bertrand Russell 2
Şubat 1970 gecesi hayata gözlerini yumduğunda 98 yaşındaydı.
Şanghay’a
vardığımızda kimse bizi karşılamaya gelmedi. Önce, «Bu davet soğuk bir şaka
olsa gerek!» diye düşündüm. Ama pek az kişi böyle bir şaka için, o devirde
büyük para olan 125 sterlin harcamayı göze alırdı. Evde oturup çalıştığım mutlu
günlerimi anımsadım. Geldiğime pişman olmuştum. Az sonra durum değişti. Vapurun
geleceği saati yanlış hesapladıkları için gecikmişlerdi. Çok beklememiştik ki,
güverteye çıktılar. Bizi alıp Çin Oteline götürdüler. Üç hafta orada en göz
kamaştırıcı günlerimi geçirecektim.
Dora’yla olan
ilişkimi anlatmam gerekiyordu. Onlar, Dora’nın eşim olduğunu sanıyorlardı.
Açıklayınca yanlış düşüneceklerinden korkuyordum. Dora’ya eşim gibi
davranılmasını istedim onlardan. Gazeteler de böyle bildirmeliydi.
Çin’de kaldığımız
sürece karşılaştığımız her Çinli, gerek bana, gerek karım bildikleri Dora’ya
içten konukseverlik gösterdiler. Buna rağmen hepimiz Dora’yı «Miss Black» diye
çağırmalarını istiyorduk.
Vaktimizi Şanghay’da
pek çok olan Avrupalı, Amerikalı, Japon, Koreli ve onlar kadar çok olan Çinli
dostlar arasında geçiriyorduk. Elbet bu değişik ülkelerin insanları hep aynı
duyguda, düşüncede değildiler. Japon ile Koreli Hristiyan buna güzel bir
örnektir. Bunun için konuklarımıza odalarda ayrı masalar gösterirdik.
Günlerimiz masadan masaya taşınmakla geçiyordu. Birçok büyük ziyafette
bulunduk. Yemeklerden sonra Çinli tanıdıklarla İngiliz tarzı hoş bir hava
içinde sohbet ediyorduk. Pek memnun ediyordu bizi bu. Sanki başka bir âleme
götürüyordu. İlk görüştüğümüzde Çinlilerin zekî, cana yakın' olduklarını
anlayınca şaşırmadık değil. Öbür zekî insanlardan hiç de başka değillerdi. Sun
Yat Sen de beni yemeğe çağırmıştı. Ertesi gece ayrılacaktım. Bunun için
davetini kabul edemedim. Çok üzgündüm. Az sonra o Kanton’a gitmiş, memleketin
işgalinden sonra millî hareketin başlamasına önayak olmuştu. Ben Kanton’a
gidemedim. Böylece Sun Yat Sen’ le bir kez daha görüşmemiz mümkün olmadı.
Çinli arkadaşlarım
beni iki günlüğüne Hangchow’a götürmek istediler. Batı Gölü’nü göstereceklerdi.
Kabul ettim. İlk gün gölü botla şöyle bir dolaştık. İkinci gün iskemlelerimizde
dinleniyorduk. Eski uygarlıkla kaynaşmış harika bir güzellik vardı. İtalya’da
gördüklerimi bile bastırıyordu. Oradan Nanking’e, Nanking’ten de botla Hankow’a
geçtim. Yengeç ırmağı üzerindeki bu güzel günlerim, Volga’daki dehşetli
günlerimin zıttıydı. Hankow’dan Changsha’ ya kültürel konuşma için geçmiştim.
Orada da bir hafta kalmam rica edilmişti. Böylece her gün konferanslar vermem
mümkün oluyordu. Fakat ikimiz de hem bitmiş, hem dinlenme umudunu yitirmiştik.
Pekin’e varmağa can atıyorduk. Vaktimiz dolmuştu. Yirmidört saat bile
bekleyemezdik. Hunan valisi, ne pahasına olursa olsun bizi memleketine götürmek
istiyordu. Özel tren bile hazırlatmıştı. Aldırış etmedik.
Anılarımda Chengsha
kenti önemli yer alır. Burada yirmidört saat içinde yemeklerden sonra dört
konferans verdim. Modern otel yoktu. Misyonerler bize yakınlık gösteriyorlardı.
Dora bir misyonerin evinde, ben öbüründe kalıyorduk. Davetleri kabul etmemek
için en iyi çarenin otelde kalmak olduğunu anlamıştık. Bazan zor durumlara
düşüyor, pisliklerle karşılaşıyorduk. Bitler sürüyle yataklarımıza
doluyorlardı.
Tuchun askerî valisi
bizlere muhteşem bir ziyafet vermişti. Orada ilk kez Dewey’le karşılaştım. Çok
zarif, kibar biriydi. Hasta olmuştum. John Dewey bize büyük yakınlık göstermişti. (Bu eğitimci Atatürk’ün davetiyle
Türkiye’ye de gelmiştir. Çev. notu.) Ona hastahanede sayıklayarak, «Barış için
bir plân hazırlamalıyız » demişim. İyi olduğum zaman anlattılar bunu.
Bu ziyafette yüzden
fazla konuk vardı. Geniş bir salonda oturuyorduk. Ziyafet için başka bir salona
alındık. Burası düşünemeyeceğimiz kadar muhteşemdi... Vali ortamızdaydı.
Konuşmasına özür dileyerek başladı. Günlük yaşantılarını gördüğümüzden memnun
kaldıklarını belirtti. Herhangi bir art düşüncem yoktu ama, tercümanın, nükteli
sözlerimi eksik verdiğine tasalanıyordum.
Başkentteki ilk
aylarımızda mutluluk içindeydik. Bütün zorluklar, anlaşmazlıklar artık geride
kalmıştı. Hepsini unutmuştum. Çinli arkadaşlarımız çok hoştu. İşimiz güzel,
başkent düşünülemeyecek kadar cana yakındı.
Delikanlı bir
ahçımız vardı, iyi bir yardımcıydı bu. Biraz İngilizce de biliyordu. Böylece
bütün işlerimiz İngiltere’dekinden daha düzenli gidiyordu. Yemek daha biz eve gelmeden
hazırdı. Bugün bilmem kim gelecek, şu yemekler hazır olmalı, dememiz yetiyordu.
Delikanlı herşeyi biliyor, herşey elinden geliyordu. Ara sıra işimizi görmeğe
dikici kadın gelirdi. Kıştan yaza kadar bize hizmet etti. Kışın çok şişmandı.
Yazın sıcağıyle gitgide incelmeğe başlaması ilginçti. Giysileri de incelmeğe
başlamıştı tabiî. Başkentte bol mağaza vardı. Eski, değerli eserlerle evimizi
süsledik. Çinli arkadaşlarımız İngilizlerin modern mobilyaları dururken, bu
eski eşyalara merak sarmamıza akıl erdiremediler. Daimî yardımcı olarak, bir de
resmî tercüman verilmişti. İngilizcesi güzeldi. Bu dilde nükte yapabilmekle
övünürdü. Onunla yakın bir ilişki kurmuştum. Çinli bir kızla nişanlanmıştı.
Aralarındaki bazı zorlukları kaldırarak evlenmelerine yardımcı olmuştum. Ara
sıra haberlerini aldığım bu mutlu çift, bir keresinde İngiltere’ye ziyaretime
de gelmişlerdi.
Konferanslarım
zamanımın çoğunu alıyordu. Ayrıca ilerlemiş öğrenciler için seminer de
hazırlamıştım. Bu öğrencilerin hepsi Bolşevik’ti. Bir tek imparatorun yeğeni
vardı onların dışında. Birer birer Moskova’ya kaçmanın yolunu buluyorlardı.
Zeki, canlı delikanlılardı. Akılları fikirleri Çin geleneklerinden sıyrılmaktı.
Çoğu çocuk denecek yaşta, eski geleneklere göre nişanlanmışlardı. Bir kısmı
nişanlarını bozarak modern kızlarla evlenmekteydiler. Eski ve yeni Çin kuşağı
arasında geniş bir çizgi vardı. Bu gençlerle aileleri arasındaki durum,
gittikçe can sıkıcı oluyordu. Dora da okula gidip kızlara öğretmenlik
yapmaktaydı. Hep evliliğe dair soruyorlardı ona. Serbest aşk, sevişme gibi
sorulara bile oldukça açık cevaplar veriyordu. Elinden geldiğince Avrupa’daki
öğretmenler gibi davranmağa çalışıyordu. Geniş düşünceliydi ama, ne de olsa
geleneksel davranışların tümünü silememişti üstünden. Dora’ nın ve benim
öğrencilerim için partiler veriyorduk. Önce kızlar odalara doldular. Hiç erkek
girmeyecek sanmışlardı. Onları alıp erkek arkadaşlarıyla tanıştırdık. Aradaki
buzlar eridikten sonra, düşüneceğimiz başka husus kalmamıştı.
Konferans verdiğim
Pekin millî üniversitesi ilginç bir yerdi. Chacellor ile Vice Chacellor modern
Çin’in amacını anlamış, saygılı kişilerdi. Hele Vice Chancellor tanıdığım en
değerli ülkücülerdendi. Paraların çoğu öğretmen maaşlarına gidiyor, derslerse
konuşmalar şeklinde geçiyordu. Öğrenciler profesörlerin öğrettiklerini
sindirmiş görünüyorlardı. Bilgiye susamış haldeydiler. Memleketleri için
kendilerini, göz kırpmadan feda ederlerdi. Öyle görünüyorlardı. Büyük uyanma ve
umudun havası esiyordu her yerde. Yüzyıllardan beri uyukladıktan sonra Çin,
modern dünyaya ayak uydurmak üzereydi. Fakat devletin reformcu karakteri henüz
ortaya çıkmamıştı. İngilizler, reformcu kişilere yan gözle bakarak «Çin daima
Çin’dir» diye kendilerini avutuyorlardı. Bu yarı cahillerin, kokmuş
konuşmalarının saçma olduğuna inandırmak istiyorlardı beni. Oysa yarı cahil
dedikleri bu genç kuşak, birkaç yıl içinde Çin’i kuşatıp İngilizleri de o çok
sevdikleri imtiyazlarından edeceklerdi.
Komünistler Çin’e hakim olduktan sonra
İngiltere’nin buraya karşı politikası A.B.D. ye bakarak daha belirlidir. Fakat
zamanımıza kadar da daima karşı durumda olmuştur. 1926 yılında İngiliz
kuvvetleri; üç defa silahsız Çinli öğrencilere yoktan yere ateş açtılar.
Birçoklarını öldürdüler, yaraladılar. Ben böylesi saldırıdan sakınılmasını önce
İngiltere’de, sonra da Çin’de kaç kez yazmıştım.
Çin’deki bir
Amerikan misyoneriyle mektuplaşırdım. Bu olaydan kısa bir süre sonra ziyaretime
gelmişti. Kötü davranışların Çinlileri kızdırdığını, İngilizlerin hayatlarının
sebebi olarak benim tutumumu gösterdi. Oysa sır de hâlâ durabilmelerinin,
kızgın Çinlilerin sakinleşmelerinin sebebi olarak benim tutumumu gösterdi. Oysa
sır Çin’deki İngilizler değil, İngiliz hükümeti de yazılarımda! ötürü bana
karşıydılar.
Çin’deki beyaz ırk,
Çinliler arasındaki en önemli konuları bile bilemiyorlardı. Bir örnek vereyim:
Çalıştığın Amerikan bankası, Fransız bankasının bir notunu bana gönderdi. Çinli
tüccarların benim bu bankadaki muamelemin kabulüne yanaşmadıklarını
bildiriyorlardı. Üç ay sonra Fransız bankası iflâs etmesin mi? Cindeki bütün
beyaz bankerler şaşırıp kaldılar.
Doğuda İngilizler
her bakımdan haklı sayarlar kendilerini. Hele çevreleriyle ilgilerini hemen
tamamen keserler. 18. nci yüzyıldaki misyonerlerin verdiklerinden başka bir şey
değildir bildikleri.
Doğuda bilgili
gözüktükleri gibi, doğunun bilgililerine de küçümseyerek bakarlar. Yazık ki,
bizim politik sağlamlığımız, onların bu görüşüyle değerlendirilmekteydi. Çinli
reformcuların İmparatora yapamayacakları hareketleri bizimkiler Windsor’a gidip
yapabilmekteydiler. Çin hak, kında görüşlerimi The Problem of China (Çin
Problemi» adlı eserimde geniş geniş anlattım zaten. Burada bir daha
söylemeyeceğim.
Her ne kadar tahrik
edilmiş olsa bile Çin’in Avrupalılarla karşılaştırılması, memleketin filozofik
bir sessizlik içinde bulunduğunu gösteriyordu. Bir keresinde İngiltere’den bir
mektup almıştık. Gazeteler de geliyordu. Pazar günleri, bir sonraki konuşmalarım
için çalışıyor ve tatil yapıyordum.; Bu sırada gördüğüm en güzel binalardan
biri olan Gök Mabed’e bakmakla vaktimi geçiriyordum. Kış güneşi karşısında
oturuyor, az konuşuyor, çok kez sakin havayı içimize çekiyorduk. Çılgınlıktan,
heyecandan, karışıklıktan uzaktık. Huzur içindeydik. Bazen de başkent surları
boyunca geziyorduk. Güneş batarken, ya da ay yükselirken buradaki canlılığın
renkli nakışlarını unutamam.
Çinli, yaradılıştan
nükteyi sever. Ben de onlar gibiydim. Sıcak bir günde, iki şişman iş adamı beni
motorla, oradaki ünlü yarı harap pagodayı gezmeye çağırdılar. Gittik. Pagodanın
sipiral merdivenini tırmanmaya başladım. Onların beni izleyeceğini sanıyordum.
Tepeye çıktığım zaman hâlâ yerde olduklarını gördüm. Neden çıkmadıklarını
sordum. Dediler ki:
— Biz de çıkalım mı,
çıkmayalım mı, diye tartışıyorduk. Sonunda çıkmamaya karar verdik. Pagoda bir
anda çökebilir. O zaman bir filozofun ölümüne kim tanıklık edecek?.
Durum ortadaydı:
Hava sıcak, onlarsa şişmandılar.
Çinliler yaptıkları şakayı karşısındakine
belli etmeye çalışırlardı. Bu yanlarıyla ünlüydüler. Başkentten
ayrılırken, Çinli arkadaşlarım küçük bir zemin üzerine kazılmış mikroskobik bir
yazı örneği verdiler bana. Elle yapılmıştı. Ayrıca aynı pasajın büyük, pek
güzel el yazısıyla yazılmış kısmını da verdiler. Ne yazıyordu burada? «Eve
gittiğimiz zaman Prof. Gile’e sorunuz » dediler. «Sihirbaz danışman»
yazıyormuş. Gerçekten şaka yapıyorlardı benimle. Çünkü politik konularda
onlarla hiç konuşmamıştım.
Başkentte kışlar pek
sert geçer ve Moğolistan’ın buzlu havasını getirirdi. Bronşit olduğum gibi,
kendime de iyi bakamadım. Belki çabucak iyi olabilirdim. Fakat Çinli
arkadaşlarımın gönlünü kırmak istemedim. Başkentten motorlu arabayla iki saat
uzaktaki sıcak su kaynaklarına gittik. Otelde çok güzel çay vardı. Ne yazık ki,
birdenbire bir titreme tuttu. Hemen başkente dönmek zorunda kaldık. Arabamız
yolda bozuldu. Geç kalmıştık. Başkentin kapıları kapanmıştı. Ancak bir saatlik
telefon konuşmasından sonra açtırabildik kapıyı. Eve zor ulaştım. Ağır hastaydım.
Az sonra Alman hastanesine kaldırıldım. Dora gündüzleri yanı başımdaydı.
İngiliz hastabakıcı da geceleri başımdan ayrılmadı. Doktor her gelişinde, acaba
bir gün önce öldü mü, diye meraklanıyormuş. Bu hastalık günlerime ait birkaç
hayalin dışında birşey hatırlayamıyorum. Hastabakıcıyı bile tanımamıştım. Dora
bana çok hasta olduğumu, nerdeyse ümitlerini keseceklerini söylediği zaman,
«Pek ilginç ı diyebilmişim. Öyle halsizdim ki, beş dakika içinde olanı unuttum.
Bana bir daha anlattılar. Adımı bile hatırlayamıyacak kadar bitkindim. Bir ay
sonra kendime geldiğimde ve yeniden anlattıkları zaman, inanmak istememiştim.
Hastabakacı da mesleğinin ehliymiş. Savaş sırasında Sırbistandayken, hastaneyi
Almanlar alınca Bulgaristan’a geçmiş. Bulgaristan Kraliçesiyle samimi olduğunu
anlatmaktan bıkmıyordu. Dini bütün bir kadındı. Görevinin kendisini ölü hale
koymak değil, daha iyiye götürmek olduğunu söylüyordu. Mesleğiyle olduğu kadar
içten duygularıyla da olgun bir kadındı.
Gittikçe
iyileşiyordum. Fakat zayıf düşmüştüm. Bunun la beraber büyük bir mutluluk
içindeydim. Dora çok yardımcı oldu bana. Onun sayesinde her kötü şey silindi
gitti önümde.
Daha kendime
gelirken, Dora hamile olduğunu anlamıştı. İkimizi de sevince boğmuştu bu. Uzun
süredir gittikçe artan bir çocuk sevgisi vardı içimde. Nerdeyse umudumu
yitiriyordum. Bir çocuğum olacağı için nekahat devresinde daha mutluydum. Ateş,
kalp ağrısı, böbrek, dizanteri gibi bir sıra ciddî rahatsızlıkları da
atlatmasını başarmıştım. Ne olursa olsun, sonunda iyileşiyordum ya, pek
mutluydum.
Hasta yatağımda
ölümden uzaklaştığımı anlamakla memnundum. Aslında herşeyi küçümseyen ve hayata
değer vermeyen bir tabiatım vardı. Sonra bunun ne kadar yanlış olduğunu
anlıyordum. Hayat şimdi bana tatlı hayallerin olduğu bir yerdi. Pekin’e yağmur
az yağardı. Bu sırada hayli yağıyordu. Dört yan tatlı toprak kokusuna boğuldu.
Pencerede bu toprak kokusunu duyamamanın acısı içinde düşünüyordum. Başka gün,
güneş aydınlığı içinde, rüzgârın uğultusunda hep düşünüyordum. Pencerenin
dışında akasya ağaçları vardı. Hayatın tadını duymağa başladığımda, çiçekler de
açıyordu. Bu bana yaşama hıncı veriyordu. Birçok kimse de bunu sezmişlerdir...
Eğer ölseydim Batı
Gölü’nün bir kıyısına gömeceklerdi beni, bir anıt yaptıracaklardı. Çinliler
böyle söylemişlerdi. Yapmadıklarına üzülmedim değil. Böylece ben de bir tanrı
olup çıkacaktım. Üstelik «ateist» dedikleri, dinsiz biri olarak... Ne tuhaftı
bu!
Başkentte Sovyet
diplomatik misyonu da vardı. Bize büyük nezaket göstermişlerdi. Başkentin en
güzel şampanyaları onlardaydı. Benim için de bol bol şampanya patlattılar.
Susuzluğumuz gidiyordu. Önce eşimi, sonra ikimizi başkentte motorla
dolaştırdılar. Zevkli günler geçirdik. İhtilâlcilerin korkusuz motor
sürüşleriyle çok heyecanlandık.
Hastalığımda beni
kurtarmak için Rockfeller Enstitüsü’nün Pekin şubesi, özel bir serum kullanmış.
Hayatımı kendilerine borçluydum. Politik durumumla onlara karşı olmama rağmen,
saygılı davranışları değişmemişti.
Japon gazetecileri
de Dora’nın başına belâ kesilmişler. Bana nasıl baktığım anlatmasını
istemişler. Sonra da işi kısadan kesip, öldüğümü duyurdular. Haberler
Japonya’dan A.B.D. ye, oradan da İngiltere’ye ulaşmıştı. İngiliz gazeteleri
aynı gün Dora’dan boşandığımı yazıyorlardı. Çok şükür Saray işi ciddiye almadı,
ya da mahkemece öyle kabul edildi.
Ortaya çıkan ölüm
haberlerinin sonuçları beni umduğumdan çok sevindirdi. Bir misyoner
gazetesindeki haber şöyleydi: «Misyonerler Mr. Bertnard Russell’in ölümüyle
ilgili haberlerden sonra ve kendisinin göğe yükselmesinden ötürü başsağlığı dilerler.»
Gökte daha değişik birşey göreceğimden korksam bile, daha ölmemiştim. Haber
İngiltere’de birçok tanıdıklarımı üzüntüye boğmuştu. Başkentteki kardeşimden
telgraf geldi. Hayatta olup olmadığımı bildirinceye kadar olandan haberleri
yoktu.
Altı hafta sırtüstü
yatmak beni sıkmıştı. Memleketime iyi olarak döneceğimden şüphe ediyordum.
Fakat doktorlar beklemekten başka çare olmadığını söylüyorlardı. 10 Temmuzda
durumum düzelmeye başladı. Pekin’i terketmeğe hazırlandık. Oysa hâlâ çok
zayıftım. Değnek yardımıyla ayakta durabiliyordum...
Hastalığımdan
önceydi. Çin’den sonra Japonya’da da bir konferans turnesine çıkmam
tasarlanmıştı. Hepsi bir konuşma yapacaktım. Bu arada birçok kişiyi ziyaret
edecektim. Oniki gün kadar kaldık orada. Zevkli günler değildi bunlar. Ne
olursa olsun, gezimiz ilgi çekici olmuştu. Japonlar, Çinlilere benzemiyorlardı.
İyi halliydiler ve sırnaşıklıktan kurtulamamışlardı. Çöp gibi olduğumdan,
birçok gelecek olaydan ötürü şimdiden üzülüyorduk. Bilhassa gazetecilerle
karşılaşmamızı düşünüyorduk. Limandaydık daha, kayığa biniyorduk. Otuz
gazeteciyi beni beklerken görmüştüm. Oysa gizli yapmıştık gezimizi. Fakat onlar
polisin yardımıyla izimizi bulmuşlardı. Japon gazeteleri ölümümü tekzip
etmedikleri için, Dora onlara daktiloyla yazılmış bir yazı dağıttı. Öldüğümü ve
bundan dolayı konuşma yapmamın imkânsızlığını bildirdi. Gazeteciler derin bir
göğüs geçirdiler. Dişlerine kadar güldüler. «Ah! Vereee funnee (Çok hoş şey!)
diye söylendiler.
Önce Kobe’ye gittim.
Japon Chronicle gazetesi editörü Rober Yooıng’u ziyaret edeyim dedim. Sahile
yaklaşırken ellerinde bayraklarla büyük bir alay gördük. Gelişimizi
kutluyorlardı. Hoş sürprizlerdi bunlar. Çok geçmeden durum 'lir grev halini
almış, polis de davetli yabancıların dışında kimsenin gözünün yaşına
bakmamıştı. Grevciler sakin bir hristiyan sayılan Kagawa tarafından
yönetiliyordu.
Robert Young hoş bir
insandı. Daha küçükken memleketi İngiltere’yi terketmişti. Ülkülerini her zaman
korumasını bilmişti. Çalışma yerinde Bradlaugh’nin büyük resmi asılıydı. Ona
hayrandı. En iyi gazete olarak bildiğim gazetesine 10 siterlinlik para ile
başlamıştı.
Beni şahane
güzellikteki Nara bölgesine ziyarete götürdü. Orada eski Japon stilleri hâlâ
görülmekteydi. Japonların Kaizo magazinlerinin editörlerinin eline düştüğümüzde
de, Kyotu ile Tokyo dolaylarını dolaştık. Gazeteciler daima bizi
gözetliyorlardı. Makinalar, flâş ışıkları ta yataklarımıza kadar izliyorlardı.
Birçok yerlerden seçkin bilginler gelip, bizi davet ediyorlardı. Bazen de son
derece bayağı şekliyle polis nezaretinde bulunuyorduk. Otelde mi yatıyoruz,
bitişik odamızda polisler ve bir de daktilo. Kapıcılar bir kral gibi
peşimizdeydiler. «Bu kapıcıların da Allah belâsını versin » diye mi söylendik?
Hemen polis daktilosunun tıkırtıları duyuluyordu. Söylediklerimiz harfi harfine
yazılıyordu. Profesörler şerefimize parti mi veriyorlar? Biriyle konuşmayalım;
hemen flâş yanar, fotoğraf çekilir, tabiî konuşmalar da birden sona eriverirdi.
Japonların kadınlara
karşı tutumu da ilkseldi. Kyoto’da ilginç bir olay geldi başımıza. Sivrisinek
bol, cibinlik delik deşikti. Dora’yla sabaha kadar uyuyamamıştık. Sabahleyin
bundan dert yandım. Benimki akşam yamandı. Fakat Dora’nınkine el değmemişti.
Ertesi gün bunu söylediğimde, «Bayanın da şikâyetçi olduğunu bilmiyorduk »
dediler.
Yörede bir trene
binmiştik. Yanımda Japonya’da gezi yapan tarihçi Eileen Power vardı. Oturacak
yer bulamadık. Bir Japon kalkıp yerini verdi, Dora oturdu buraya. Bir diğer
Japon’un verdiği yere de oturmadım. Eileen’e verdim orayı. O zaman Japonlar
bana öyle tiksintiyle baktılar ki, aniden bir olay patlayacak sandım.
Miss İto adında,
karşılaştığım Japonların en hoşu olan bir hanım vardı. Genç ve güzeldi. Bir
anarşistle yaşıyordu. Üstelik bir de oğlu olmuştu ondan. Dora ona: «Devlet
otoritelerinin sana bir şey yapacağından korkmuyor musun?» diye sordu. Elini
boğazına götürerek, «Er geç bir şeyler yapacaklarını biliyorum,» dedi. O sırada
yer sarsıntısı olmuştu. Polis, İto’nun sevgilisi anarşistle oturduğu eve geldi.
Anarşist ile oğulları sandıkları yeğenlerini gördüler evde. Polis merkezine
kadar gelmelerini bildirdiler. Merkezde üçü de ayrı ayrı odalara alındılar...
Boğucu sıcakta on
saatlik yolculuktan sonra Kyoto’dan, Yokhama’ya yöneldik. Karanlık çökünce
vardık oraya. Flâşların magnezyum ışıkları Dora’yı paniğe uğrattı. Çocuğunun
düşeceğinden korkarak kendimden geçtim. Elimden bir kaza çıkacaktı nerdeyse.
Fotoğraf çekme serüvenleri insanı işte böyle çılgın hale sokabiliyordu. Aynı
olay Tokyo’ya giderken de oldu. Sanki Hintlilerle sarılmış ilk Amerikalılar
gibi bir durumumuz vardı. Bu yabancıların elinden karısını kurtarmak için
insanın yırtıcı olması gerekiyordu.
Deneylerime
dayanarak, Millî Yayınlara, Japon milletine veda mesajımı yayınlaması için
gönderdim. Daha şövenistlik davranmalarını imâ ettim. Başka gazetelere veda
mesajları göndermedim.
Yokohama’dan
Canadian Pasific Vapuruyla yola çıkarken, anarşist Ozuki ile Miss İto
uğurlamışlardı bizi. Empress of Asia’ydı bu Pasifik vapurunun adı. Empress of
Asia’ da sosyal hava birden değişivermişti. Dora’yı gemide doktora
göstermiştik. Ağustos sonlarında İngiltere’de Liverpool’a vardığımızda,
Dora’nın annesi rıhtımdaydı. Hem, «Hoş geldiniz,» diyordu bize, hem Dora’ya
salıkta bulunuyordu. 27 Eylül’de evlendik. Ekim 16 da oğlum John doğdu.
Yıllardır özlediğim an gelmişti işte, oğlum olmuştu!..
6 Yu Yang Li
Avenue Joffre
Shanghai, Çin
Avenue Joffre
Shanghai, Çin
5 Ekim 1920
Muhterem efendim,
Dünyanın en büyük
filozofunun şimdi Çin’e gelmesinden dolayı pek çok memnunuz. Bunun, Çinli
öğrencilerimizin kronik hale gelen birçok dertlerinin giderilmesinde önemli bir
aşama olacağına inanmaktayız. 1919 yılından bu yana çevrelerindeki en büyük
umut Çin’in geleceği üstünedir. Çin toplumu için ihtilâlci bir ortamın
yaratılmasına çalışılmaktaydı. O yıl Dr. John Dewey, aydın sınıfa büyük etkiler
yapan kişi olarak görülmüştü.
Çinli öğrencilerin
de pek çoğunun temsilcisi olarak bunu söylememe izin vermenizi rica edeceğim:
Her ne kadar Dr.
Dewey, memleketimizde başarıyla etkili çalışmalarda bulunmuşsa da, öğrencilerin
çoğu onun tutucu teorierinden tatminkâr değildirler. Çünkü onların istediği
Anarşizm, Sendikacılık, Sosyalizm, v.s. dir. Sosyal ihtilâlci felsefe bilgileri
üzerindedir. Bizler Mr. Kuropotkin’in peşindeydik. Çin’de anarşist bir
felsefenin ortaya çıkmasını sağlamaktı amacımız. Ümidimiz sizdedir. Muhterem
efendim, temeli Anarşizm olacak Sosyal Felsefenin bütün ilkelerini bize
lütfediniz. Ayrıca Amerikalı felsefeci Dr. Dewey’in yanlışlarını da ortaya
koymanızı rica ediyoruz. İngiltere’de olduğunuz gibi Çin’de de aynı özgürlük içinde
olacağınızı umarız. Dr. Dewey’in memleketimizdeki başarısının çok üstünde bir
başarı kazanmanızı da dileriz.
Ben Pekin Devlet
Üniversitesinin eski bir üyesiyim. Şanghay.da sizinle birçok kez karşılaştık.
İlk kez de The Grest Oriental Otel’de gece resepsiyonunda görüşmüştük.
Ebedi Yoldaşınız
Johnson Yuan Çin Anarşist 1. Komünist Birliği
Sekreteri
Johnson Yuan Çin Anarşist 1. Komünist Birliği
Sekreteri
The Nation, Ocak 8, 1921 yılında çıkan ve Ottoliııe Morel’e yazılan mektup.
Ottoline Morel’e 28 Ekim 1920
Çin’e ayak bastığım
andanberi vaktim çok ilginç geçiyor. Çinli öğrencilerle kimi çok, kimi az
Avrupalılaşmış gazeteciler arasındaydım. Sayısız konuşmalar yaptım. Einstein
bahislerinden, kültürel ve sosyal birçok probleme kadar... Öğrencilerin öğrenme
hevesleri düşünemeyeceğimiz kadar fazlaydı. Ben konuşmağa başlayınca, onlar
ziyafet masasına bakan açlar gibiydiler. Her yerde beni bile sıkan eşsiz bir
saygı içindeydiler. Şanghay’a vardığımızın ertesi günü büyük bir ziyafet
vermişlerdi. İkinci bir Konfiçyüs’tüm sanki. Öylesine ilgi gösteriyorlardı.
Kentin bütün gazetelerinde resimlerim çıkıyordu. Ben ve Miss Black sayısız
okul, konferans ve kongrelerde konuşuyorduk. Tuhaf, çelişkilerle dolu bir
ülkedeydik, Şanghay’ın büyük bir kısmı tamamen Avrupalıdır, hattâ Amerikalı.
Sokak adları, ilânları İngilizce ve Çince. Muhteşem iş binaları, bankalarıyla
zengin bir görünümü var. Fakat yan sokakları hemen hemen tamamen Çinlidir.
Glaskov gibi geniş bir kentti burası. Avrupalıların sefil ve hastalıklı halleri
vardı. Çin’in büyük gazetelerden biri beni yemeğe çağırtıyordu. 1917 de
bitirilmiş modern bir binada bulunuyordu. Son model makinaları varsa da Çin
harflerine uymadığı için Linotype yoktu. Gazete idarecileri binanın üst katında
bana Çin yemeklerini, Çin pirincini, Çin şarabını ikram ettiler. Tabak tabak
yiyeceklerin önünde çöplerle yeme sanatını da öğreniyorduk. Yemekten sonra
sevilen Çin müziğini de sunabileceklerini bildirmişlerdi. Yedi telli, eski
model bir müzik âleti getirmişlerdi. Kara odundan yapılmıştı. İki bin yıllık..
Eski bir tapınaktan alındığını da eklediler. Masa üzerine koyulup, gitar gibi
parmakla çalınmaktaydı. Çalınan müzik parçalarının da tam dört bin yıllık
olduğunu kesinlikle söylediler. Ama bir Avrupalı için modern müzikten daha
güzel, tatlı ve hoş bir parçaydı... Müzik bitince gazeteciler yine kaynaşmağa
başladılar.
Şanghay’dan Çinli
arkadaşlarım beni Hangchov yöresindeki Batı Gölü’ne götürdüler. Söylediklerine
göre Çin’in en güzel doğal manzaraları buradaymış. Göl büyük değildi. —Grasmere
kadar— çevresi ormanlık tepeler, sayısız pagodalar ve tapınaklarla süslüydü.
Binlerce yıl imparatorlar güzelleştirmiş, ozanlar övmüşlerdi. (Eski Çin
ozanları modern Avrupanın para babaları gibi bir şey olacak) Göldeki adada
evler, manastırlar .vardı.
Çinlilerin dininin
insana hoş gelen tarafları yok değildi. Eğer bir tapınağına giderseniz, sigara
ve çok lâtif demlenmiş çay sunarlar, sonra çevrenizde dönerler. Budizm,
zahitlik olarak düşünenler için hoştu. Azizleri şişkoydu. Halkın yaşadığı
hayatla alay ediyormuş gibiydiler. Hiç kimse din olarak inanmıyordu. Hattâ
rahipleri bile. Bir yandan da durmadan zengin tapınaklar yapılıyordu.
Kır evlerinde de
yakınlık görüp, çay içersiniz. Buraları Çin resimleri gibidir. Her yerde konfor
yoksa da güzellik vardır. Bu kır evlerinin en büyük odası, diğer odaların tam
tersi, Avrupa tipine yakındır.
Göl kenarında
gördüğüm unutulmaz hususlardan biri de, bilginlerden emekli olanlara yer
bulunmasıydı. Sekizyüz yıl önce gölde yapılmış yapılarda otururlardı. Bilginler
eski Çin’de de böyle güzel yerlerin sahibi oluyorlardı.
AvrupalIların
Çin’deki etkileri sanki, 18 nci yüzyıldan başlayıp zamanımıza kadar olan devir,
endüstri ve Fransız ihtilâli safhalarını geçirmemiş olan zaman diye iki bölüme
ayrılır. Halkın ırkına has millî zevkleri vardı. Buna sahip olmanın yollarını
çok iyi biliyorlardı. Artistik duygularla zevklenme hususlarında Avrupalılardan
başka özellik gösteriyorlardı. Halkın büyük bir kısmı, hattâ en aşağı sınıf
bile nükteyi biliyorlar, nükteden hoşlanıyordu.
Çinliler adımı doğru
dürüst söyleyemiyorlar, yazamıyorlardı. Onlar beni Luo-Su diye kendilerine
uygun bir isimle çağırıyorlardı.
Hangchovv’dan
Şanghay’a geri döndük. Oradan da trenle Nankin’e vardık. Burası hemen hemen
terkedilmiş bir kentti. 23 mil uzunluğunda kent duvarları vardı. Kent daha
Taiping isyanında harap olmuş, 1911 ihtilâlinde yine zarar görmüştü..
Buradan da Yangçe
boyunca giderek Hangkow’a vardık. Gezimizin üçüncü günüydü. Güzel manzaralar
görüyorduk. Oradan da trenle Cheng-Sha denen Hu-Nan merkezine vardık. Büyük bir
eğitime ait konferans düzenlenmişti. Cheng Sha’da her ne kadar üç yüz Avrupalı
varsa da, Avrupalılaşma açık olarak görülmüyordu. Kent de tipik ortaçağ
merkezlerini andırmaktaydı. Dar sokakları vardı. Her evden neşeli insanların
şarkıları duyuluyordu. Sokaklarda sandalyelerden, onları çeken Çinlilerden ve
sedan sandalye tipi araçlardan başka bir şey görülmüyordu. Avrupalıların birkaç
banka, fabrika, misyon ve hastaneleri vardı. Batı metoduyla çalışılıyor,
tedaviler yapılıyordu. Hu-Nan Eyaletinin valisiyse Çin’de gördüğüm valilerin en
akıllılarındandı. Son gece muhteşem bir ziyafet verip bizi geç vakitlere kadar
eğlendirdi.
Prof, ve bayan Dewey
de oradaydılar. Onlarla ilk kez burada tanıştık. Vali Avrupa dillerinden
bilmiyordu. Buna rağmen onun yanında oturuyordum. Komplimanlarımızı
tercümanlarla yapıyorduk. Onda iyi izlenimler bıraktık sanıyorum. Kültürünü
artırma isteğindeydi. Çin’de herkes kültürünü artırmak istiyordu zaten. Bu en
büyük ihtiyaçlarıydı. Daha iyi bir idareci olma yeteneğinden böylece yoksun
kalmıyorlardı. Söylendiğine göre kötü idare Avrupa’ya bakarak Çin’de daha az
tehlikeli oluyordu. Zamanla tamamen düzelecekti.
Şimdi başkent Pekin
yolundayız. 31 Ekimde oraya varacağımızı umuyorum.
Bertrand Russell
S. Yamamoto’dan
Tokyo Japonya
25 Aralık 1920
25 Aralık 1920
Muhterem Efendim,
Bize gösterdiğiniz
içten yakınlığa ve «The Prospects of Bolshevik Russia» nin sayısını —ki henüz
aldık— gönderdiğiniz için teşekkürlerimizi arz ederiz.
«Vatanperverlik»
başlıklı yazınızı tercüme edip, yeni yılda Kaizo’da yayınlayacağız. Genç kuşak
büyük bir zevkle okuyacaktır. Şimdi bütün konuşmalarımız, bilhassa centilmenler
arasında olduğu gibi, öğrenci ve işçi çevrelerinde de[ sizin bu yazınız üzerine
olacaktır.
Asıl üzüntümüz,
devlet idarecilerinin isteklerine uyarak, Japonya’da yaptığınız konuşmaların
metinlerinde bazı! kısımları çıkarmak zorunda olmamızdır. Devletin bu emri
gereğince değerli ifadelerinizin eksikliğinden dolayı affınıza sığınıyoruz.
Bunun için sevginizi bizden esirgemeyeceğinize inanmaktayız. Fakat bundan sonra
umuyoruz ki, yazılarınızı aynen tercüme edebileceğiz.
Buradaki milyonlarca
gencin size olan büyük hayranlığı her türlü tasavvurun üstündedir.
Prensiplerinizin
tamamen bizim düşüncelerimize uygun olduğunu bildirmek isterim. Yaşadığımız
sürece sizinle beraber olacağız. Fakat memleketimiz üç bin yıllık bir geleneğin
çekingenliği içinde olduğundan, esefle bildirmek gerekir ki; reformları yapmak
mümkün olamamaktadır. Ancak adım adım ilerliyeceğiz. Yayınlarınız biz genç
Japonların gelecek günlerine ışık tutmaktadır.
Geçmişin karışık
otuz yılı içinde özellikle Japonya’da Fizik ve Tıp bilimi ilerledi. Asıl önemli
olan yeni icatlarda bulunmasıdır. Evet, bilim yolumuzda bizi memnun eden
sonuçlar varsa da, bu A.B.D. nin ardından yürüme anlamına gelmemeliydi. Bizim
memleketin insanının önemli bir kısmı sınıf farkları yüzünden hâlâ esir
muamelesi görmektedirler. Öbürlerinin geriye bakışları bizleri utandırıyordu.
Japon askeri ve centilmen klikleri, gençleri taşkın bir yola sürüklemedeydiler.
Bunun için millet onlara iyi gözle bakmıyordu. Şimdiki Japon dünyasının
düşüncesi bu savaşın altından geçen akımlar olarak beliriyor. Eğer bunların
sonunda milletimiz saldırgan olacaksa, kederimiz, kızgınlığımız son derece
büyük olacaktır. idarecilerimizin yansı subaylarımızın da onda sekizi sadece ve
sadece saldırgan emellerle yaşama gücü buluyorlar. Doğrudur bu. Fakat yenilerde
de bir uyanma başladı.
Biz genç kuşaklar,
gözlerimiz açmaya başladık artık. Uygar dünyanın da beğeneceği ilerleme yolunu
seçmiş bulunmaktayız. Yazılarınızın biz genç kuşaklara yol gösterip, hız
vereceğine inanıyoruz.
Lütfen Miss Black’a
da ayrıca saygılarımızı bildirmenizi rica ederiz.
Hürmetkârınız
Yamamoto
Yamamoto
Eylül 1922 de
Çin’den döndüm. Hayatım daha az dramatik bir safhaya girdi. Heyecanlı bir devre
başlıyordu. Gençliğimden Matematiğin Prensibi adlı eserimin bitimine kadar olan
zamanda, entellektüel alanda çalıştım. Daima anlamak, insanları tanımak tek
isteğimdi. Bir anıt gibi kalmak, hatırlanmak, unutulmamak istiyordum. Hayatım
boş geçmesin istiyordum. Birinci Dünya Savaşının kopmasından, Çin’den dönüşüme
kadar sosyal meseleler benim heyecan kaynağım oluyordu. Savaş da, Sovyet Rusya
da trajedi hisleri uyandırmadaydı. İnsanlığa daha az
acı verecek, ağrılarını dindirecek yolları arayıp bulmak düşüncesiyle
doluyordum. Gizli sırları arayıp bulma çabası içinde, bu sırlan insanlara
duyurmak, konuşmak, tartışmak, herkesin inandırmak, tüm insanların anlaşmasını
sağlamak istiyordum. Fakat yavaş yavaş gayretim azaldı, umudum kırıldı. Amacım
insanların yaşama düzenini değiştirmek değildi. Geleceği biraz daha aydınlık
görmelerini sağlamak, pek umutlu değilsem bile, kampanyama devam etmekti.
1894 den beri bir
çocuğum olmasını çok istiyordum. Zamanla bu isteğim büyüyor, önüne geçilemez
derecede artıyordu. 1921 yılının Kasım ayında ilk çocuğum doğdu. Ne çok
sevinmiştim! Artık on yılım sanki hem annesinin, hem de babasının sorumluluğunu
taşıyarak geçti. Babalık duygulan içiçe, yüce duygulardı. Artık hayatım
mutluluk, sakinlik içinde geçiyordu.
İlk kez kendime
yerleşecek bir yer bulmam gerektiğini anladım. Bir ev kiralayayım, dedim. Moral
ve politik dertler yanında ev sahibi de bizi istemiyordu. Sidney sokağında bir
ev satın aldık. Bu evde ikinci yavrum dünyaya geldi. Bütün yıl Londra’da
bulunmak çocuklara iyi gelmediğinden, Cornvvall’da da bir ev satın aldım.
Böylece bu iki kent arasında mekik dokuduk.
Cornish sahillerinin
güzelliklerini her zaman zevkle anarım. Burada iki yavrum deniz, kayalar, güneş
ve rüzgârda pek mutluydular. Sağlıklı büyüyorlardı. Artık bütün babaların
yapabileceğinden fazla onlarla haşır neşir oluyordum. Yılın yarısını burada
geçiriyor, boş zamanlarımızı değerlendiriyorduk. Gündüzleri karımla işlerimizi
yaparken, çocuklar bakıcının yanında oluyorlardı. Yemeklerden sonra evden çıkıp
yürüyerek bir plâja gidiyorduk. Küçükler yalınayak dolaşıyorlar, denizde
oynuyor, kumda evler yapıyorlardı. Eve geç döndüğümüz için iyice acıkıyorduk.
Büyük bir çay sofrasının başına toplanıp karnımızı doyurduktan az sonra, önce
çocukları yatırıyor, arkasından da biz yatak odasının yolunu tutuyorduk.
Böyle bir ortam
içinde eğitim çalışmalarına başlamam kadar olağan bir şey olamazdı. Principles
of Social Reconstruction konusunun özetini yazdım. Fakat zihnimde geniş bir yer
tutuyordu bu konu. On Education adında, eğitimle ilgili bir eser de yazdım.
Bilhassa çocuklarla ilgili bu eser 1926 yılında satışa çıkarıldı. Çok satıldı.
O zamanki düşüncelerime şimdi göz gezdirdiğim zaman, koyduğum kuralların küçük
çocuklar için çok sert, çok haksız olduğunu anladım.
1921 27 arasındaki
altı yılım yazın şiirli güzellikleri için de geçti. Hele baba olduğum için para
kazanmak zorunluğunu duyuyordum. Elimdeki paralarla iki ev almıştım. Çin’den
döndüğüm zaman zaten param yoktu. Buna üzülmedim dersem yalan olur.
Gazeteciliğe ait nasıl iş verirlerse kabul edecektim. 1922 yılında Çin hakkında
bir eser yayınladım. 1923 de eşim Dora’yla Prospect of İndustrial
Civilisation’u çıkardıksa da hemen hemen hiç para getirmemişlerdi. İki küçük
eser A.B.C. of Atom (1923) ve A.B. C. of Relativity (1925) ve diğer küçük
kitaplar İcarus or The Futur of Science (1924), What I Believe (1925)
eserleriyle öncekinden fazla kazancım olmuştu. 1924 de A.B.D. içindeki
konferans turum faydalı olmuştu. Fakat 1926 yılındaki kitabımın çıkışına kadar
geçim durumum pek iyi değildi. O yıl eğitime ait olan eserim çıkmıştı. 1933
yılına kadar Marriage and Morals (1929), The Conquest of Happiness (1930) bana
gelir getiren eserler olmuştu. Bu yıllarda yayınladığım kitaplardan çoğu
popüler yayınlardı. Daha çok para kazanmak için yazılmıştı. Bu arada bilimsel
eserler de yayınlamağa vakit bulabilmiştim. Principia Mathematica’mn yeni
baskısı 1925 yılında çıktı. Buna yeni ekler koymuştum. 1927 de The Analysis of
Matter çıktı.
1927 yılında
Dora’yla düşüncemize uygun çocuklar yetiştirmek için bir okul kurmayı
kararlaştırdık. Kurduğumuz bu okulu yıllarca yürüttük. Belki hatalarımız vardı,
fakat diğer okullardan daha yeterliydi. Kardeşimin evini kiraladık ama, küçük
geliyordu bize. 1927, 1929, 1931 yıllarında A.B.D. turundan aldığım paralar
okulun finansmanını sağlaması bakımından yararlı oldu. Dora da ayrıca
aynı memlekete
geziye çıktı. A.B.D. de olmadığım zamanlar yalnız para kazanmak için kitaplar
yazmağa başladım. Bunun için de okula bütün zamanımı veremedim.
İkinci zorluk,
prensiplerimizi kılı kırk yararcasına okul mensuplarına anlatmak oluyordu.
Çocukların eğitim
problemi pek güç oluyordu. Önce okula girmek isteyenlerin hepsini almağa karar
verdik. Veliler de çocuklarını yeni metodlarımızla okutmak istiyorlardı. Fakat
yavrularını hırpalayarak, baskıyla büyütmüşlerdi. Okuldan çıkar çıkmaz, bu ana
babalar hemen çocuklara zorbaca davranıyorlardı. Zayıf öğrencilerin durumu daha
acıklıydı. Öğrencilerin sınıfların dışında kırıcı olmamaları için devamlı
gözaltında tutulması gerekiyordu. Onları büyük, ortanca, küçükler diye üçe
ayırdık. Ortancalardan biri her zaman küçükleri dövüyordu. «Neden dövüyorsun?»
dedim. «Büyükler beni dövüyorlar, ben de küçükleri dövüyorum. Haksız mıyım
yani?» diye karşılık verdi. Kendisini haklı görüyordu. Çorbaya saç iğnesi
atmaktan, hayvanlara ağaçlarla eziyet etmeye kadar neler, neler oluyordu.
İki çocuğumun
öğrencilerle arası açılmasın diye, özel tatillerimizin dışında, onlara ayrı davranmıyorduk.
Böylece çocuklarımızla aramızda bir soğukluğun başladığı belli oluyordu.
Hür bir okuldu,
sağlık ve temizliğe çok dikkat ediliyordu; yıkanma, diş temizliği ve uyku
saatleri hep aynı zamanlarda oluyordu. Bu konularda serbestlik tanımıyorduk. Fakat
bazı akılsızlar, bilhassa sansasyonel haberler ariyan gazeteciler tamamen
sıkıcı, eğitimce boğucu bir hava getirdiğimizi yayıyorlardı. Büyük öğrencilere,
«Dişlerinizi fırçalamalısınız,» dediğimiz zaman, «Burası hür bir okuldur »
diyorlardı bize.
1929 yılında
Marriage and Moral adlı eserimi yayınladım. O sırada boğmacadan öksürdüğüm için
yazılarımı dikte ettiriyordum. Bu kitap 1940 da New York’ta hücuma uğramama
sebep oldu. «Evlilikte karşılıklı uygunluk çok kez umulamaz. Karıkoca nasıl
serüven geçirirse geçirsinler, iyi bir arkadaş gibi kalmalıdırlar» diye
yazmıştım. Elbet böyle bir evlilikte çocuk da olmamışsa boşanma en iyi sonuçtu.
Kolay boşanma üzüntüleri hafifletirse de, evlenme konusunda güçlü düşüncelerim
yoktu henüz...
1930 yılında The Conquest of Happness kitabımda
mutluluk, kişisel mutsuzluklar ve sosyalekonomik sistemlerin getirdiği
değişikler üzerine bilgiler veriyordum. Okuyucular bu kitabı kendi görüşlerine
göre üç ayrı bölümde incelediler. Yanlış yorumlamayan okuyucular beğendikleri
için çok satıldı.
Kodamanlar iler
tutar yerini bırakmadılar, alaya aldılar. Profesyonel ruhbilimciler aksine çok
beğendiler. Kitabım böylece değerlendi. Kimin görüşü doğruydu? Bilemiyordum.
Fakat uzun hayatımın deney süzgeçinden geçerek, kendi kendimi bularak tam
zamanında yazmıştım ba kitabı.
Bundan sonra birkaç
yıl çok üzüntülü yaşadım. 1931 Kristmasını (Noel) A.B.D. den dönerken
Atlantik’te geçirmiştim. Chrisümas at Sea (Denizde Kristmas) adlı yazımı, en
büyük gazetenin sahibi olan Hearst’e yayınlamak üzere göndermiştim.
Ben Dora’dan
ayrıldıktan sonra, o, İkinci Dünya Savaşına kadar okuldaki işine devam etti.
Çocuklarımızı Dartington okuluna göndermiştik. Oradan çok memnundular. 1932
yazını Carn Voel’de geçirmiştim. Sonra burayı Dora’ya verdim. Burada Education
end Social Order kitabım yazdım. Okul derdi kalmayınca bana karşı olanlara
yazılar hazırlamağa başladım. Bütün gücümü kitap yaz mağa verdim...
1931 yılında A.B.D. de turnedeyken Norton
Yayıneviyle kontrat yapmıştım. 1934 yılında bu yayınevi Freedom and
Organisation (1814-1914) eserini çıkardı. Bunu Patricia Spence (daha çok
tanınan adıyla Peter Spence) ile beraber hazırladık. Çalışmadan çok memnun
kalmıştım. Yazının bir kısmının hazırlandığı Portmerion oteli de hoşuma gitmişti.
Otelin sahibi arkadaşımdı: Clough Williams Ellis... İyi bir mimardı. Eşi Amabel
de yazardı. Otelde bize çok ilgi gösterdi.
Son kitabımı da
bitirdikten sonra, Telgraf Evi denen evimize dönerek Dora’ya başka bir yerde
oturmasını rica ettim. Çünkü kardeşimin ikinci eşini geçindirmek için paraya
ihtiyacım vardı. Ayrıca Dora’yı ve çocuklarımı da geçindirmek zorundaydım. Üstelik ben de acınacak haldeydim.
Parasızdım. Artık halk eskisi gibi kitap okumuyordu. Tabiî bu sırada popüler
eser de veremiyordum. Kalifornia’ da, gazeteler kralı Hearst’ın kendi şatosunda kalma teklifini
kabul etmeyişim de gelir kaynağımı kurutmuş oluyordu. Hearst’ın gazeteleri bana
her hafta yazacağım makaleler için yılda 1.000 sterlin (25 bin lira)
vereceklerdi.
Telgraf Evi güzeldi.
Satmaktan başka çarem yok, diye düşündüm. Fakat bu evin önemli bir bölümü
okuldu. Satmak kolay değildi. Burada kalmağa ve evi alıcılara cazip göstermeğe
çalıştım.
Kanarya adalarına
kadar uzanıp bir tatil yapayım dedim. Çok dinlendirici oldu bu. Ne yapacağım bilmez
halimi üstümden atmış, yaratıcı muhayyileme kavuşmanın sevinci içindeydim.
Harbin korkunçluğuna
dair bir eser hazırlamak istiyordum. Kitabımın adı Which Way to Peace? (Barışa
Hangi Yoldan Varılır?) dı. Birinci Dünya Savaşındaki tutumumu, sükûneti salık
veriyordum. Ayrıca, bir dünya devleti kurulduğu zaman ayaklanmalara karşı
kuvvet kullanmanın doğal olacağını söylüyordum. Fakat harp başkaydı. Hiç
kimsenin vicdanı bu felâketi kabul etmemeliydi. O günlerde ortalık iyi değildi.
Havada harp kokusu vardı. İmparatorluk Almanya’sının üstünlüğünü ister
istemez kabul ediyorduk. Bu tehlikeli bile olsa, dünya savaşının önlenmesini
istiyorduk. Nazilerin inat, kaba, tutucu, akılsızca davranışlarını gördüm. Bu
güçlükler içinde ben hâlâ sükuneti savunuyordum. 1940 yılında İngiltere
kuşatılma tehlikesiyle karşılaştığı zaman, Birinci Dünya Savaşında olduğu gibi,
yenileceğimize kesinlikle inanıyordum. Olanaklar çok sınırlıydı. İkinci Dünya
Savaşından sonra, acılar çekme pahasına da olsa, zaferi elde etmek zor
olacaktı.
Hayatım boyunca mukavemetçi olmamak
düşüncesine tamamen bağlanmadım. Polise ve yasalara saygım vardı. Bunların
lüzumuna da inanıyordum. Ta Birinci Dünya Savaşının lüzumsuzluğunu açık açık
söylediğim zaman da böyle düşünüyordum.
Mukavemete karşı gelmek, şiddetli
olmayan bir davranış, en sağlam yoldu. Hep bunu yayıyordum. İngilizlerin
Hindistan’ında Gandhi böyle zafere ulaşmıştı. Fakat böyle bir sonuca varmak
için erdemli çalışmalar gerekmekteydi. Hintliler demiryolu üzerine mi
oturmuşlar? Otoriteler trenleriyle geçiyordu üstlerinden, Hintliler
ölüyorlardı. Barış sevgisi, vatan sevgisiydi onları yaşatan. İngilizler
anlamadılar bunu.
Hiçbir zaman aşırı
düşünceler ortaya koymak istemem. 193240 yılları arasında olaylar öyle gelişti
ki, görüşlerimde değişmeler oldu. Fakat ihtilâlciliğe kadar gitmedi bu. Hiç
karşı koymadan olmaz. Kabul ediyorum. Birinci Dünya Savaşı bence yok yere
çıkmıştı ama, İkinci Dünya Savaşının birçok nedenleri vardı.
Peter Spence’le bir
buçuk yıl beraberdik. Ona derin sevgilerle bağlandım. The Amberley Papers’de
babamın kısa hayatını yazdım. Sanki fildişi kulede yaşamıştı babam. Modern
meselelerden hiç haberi yoktu. Onun radikalizmi kendisini mutlu kılmağa
yetiyordu. Bütün hayatı boyunca gittiği yolun doğru olduğuna inanmıştı.
Aristokrasinin imtiyazlarına karşı çıkmıştı. İster istemez onun nimetlerinden
yararlanmıştı, o da başka...
Onlar bolluk içinde,
konforlu bir ömür sürmüşlerdi. Ümit dolu dünyaları olmuştu. Ben onları haklı
buluyordum. Anılarım onlara bir evlâdın vereceği sevgiyle doluydu. Çok
önemliydi bu benim için. Fakat kendimi çıplak gerçekler devrinde gördüğüm zaman
onlardan uzaklaşıyordum.
Bundan sonraki
eserim Power, A New Social Analysis kitabıydı. İster sosyalist olsun, ister kapitalist, hürriyetsiz bir dünya
düşünülemezdi. Liberal deyimleri kullandığım taze canlılık içinde bir dünya...
Hâlâ da bu düşüncedeyim. Bence bu kitabın önemli tezi, hürriyetin gerçekleşeceğini ümit etmekti.
Marksizmden, klâsik ekonomik sistemlerden belgeler verme yerine, onların
paylaştıkları öz düşünceler üzerinde duruyordum. Zenginlik yerine güçlü olmayı,
basit toplumsal düşünceleri, pratikte kullanışlı olacak toplumsal adaleti,
kuvvet eşitliklerini anlatıyordum. Demokratik olmadıkça devlet idarecilerinin
gelişemiyeceğini, idarecilerinin kuvvetlerine gem vurulmalarının çarelerini
söylüyordum. Tezimin bazı bölümleri kitabımdan alınarak, Burnham’ın Managerial
Revolution’unda halka mal edildi.
1936 yılında Peter
Spence’le evlendim. Bir yıl sonra yavrum Conrad doğdu. Ne mutluyduk!
Conrad’ın doğumundan
birkaç ay sonra Telegrapb House denen evimizi satabildik. Birdenbire iki teklif
gelmişti. Biri Polonya’lı Prensten, öbürü bir iş adamından. Arttırmada ev iş
adamında kaldı. Çok para harcadığımdan elimde bir şey kalmıyacak diye
korkuyordum.
Bu güzel evden
ayrılırken elbet pek üzüldük. Ağaçlarını, çayırını, kuleli odasını, aydınlığını
sevmiştik. Kardeşimin küçüklüğünden beri tam kırk yıldır biliyordum burayı.
Ayrılmak kolay olmadı.
Power (Kuvvet)
eserimi bitirdiğimde düşüncelerimin yine teorik felsefeye doğru kaydığını
anlıyordum. 1918 yılında zindandayken eğilmiştim bu meseleye. Ondan önce hepten
cahiliydim. The Analıysis of Mind’i yazdım. Aynı konuda birçok makaleler de
hazırladım. Fakat söylenecek daha çok şey vardı. Logical Pozitivistlerle
görüşlerim uyuyordu. Bazı bölümlerde Emricism’den, yeni Skolatizme doğru
kaymalardan kurtulmalıydı.
Oxford’a davet
edildim. Konuşma konusunu kendim seçtim. «Words and Façts» Kelimeler ve gerçek
anlamına gelen bir konuşmaydı bu. Bunu 1940 yılındaki An Inquiry into Meaning
and Truth’un yayınlanması izledi.
Oxford yakınında bir
ev satın aldık. Bir yıl kaldık burada. Ziyaretimize yalnız bir Oxford’lu bayan
gelmişti. Pek saygıdeğer kişiler sayılmıyorduk. Bize karşı ilgisizdiler.
Cambridge’de de böyle olmuştu. Bu eski kültür kentlerini görgü kurallarına
uymayan yerler olarak tanıdım.
Albert Einstein’den
Caputh bei Potsdam
Waldstr, 7/8 den
14 Ekim 1931
Waldstr, 7/8 den
14 Ekim 1931
Sevgili Bertrand
Russel,
Uzun zamandan beri
sana mektup yazmayı ne kadar istiyordum. Sana karşı duyduğum derin hayranlığı
belirtmek arzusuyla doluydum. Senin mantığında açıklık, önem ve sağlamlık var.
Felsefe ve insanlık meselelerini kapsayan eserlerinde bizim kuşak için benzeri
bulunmaz örnekler var.
Dışardaki objektif
olayları sana bildirmeyi lüzumsuz görüyorum. Ama pek de tanınmamış bir gazeteci
bugün ziyaretime geldi. Onunla konuştuktan sonra hemen sana yazmak istedim.
Ulusların karşılıklı anlaşmaları konusunda, halk eğitimi alanında
çalışmaktayım. Metodumuz devlet adamları ve gazetecilerin sistematik olarak
bütün ülkelerde yazılar yazmaları, birlik kurmaları olacaktır.
Dr. J. Revesz
yakında İngiltere’yi ziyaret edecek. Onun projeleri, düşünceleri hakkında kısa
bir konuşma yaparsanız, faydalı olur kanısındayım. Belki kararsızlık
gösterirsiniz, ama onun projeleri sizin de dikkatinizi çekecek kadar ilginçtir.
Derin
hayranlıklarımla.
Not: Mektubuma cevap
vermeğe lüzum yoktur.
Sizin
A. Einstein
A. Einstein
Telegraph House
Harting, Petersfield
7.1.1935
Harting, Petersfield
7.1.1935
Sevgili Einstein,
Çok zamandan beri
sizi davet etmek istiyordum. Fakat bu yıla kadar sizi çağırmak için bir evim
bile yoktu. Artık bu engel kalktı. Sizi bir hafta sonu için olsun beklemekle
sevineceğim. Ayın 12, yada 19 u benim için uygun olacaktır. Ondan sonra altı
haftalık İskandinavya ve Avusturya gezilerim başlayacak. 12 ve 19 ncu günler
uygun değilse, Mart’ın ikinci yarısına kadar sizi bekliyorum. Gelişiniz bize
zevk bahşedecektir. Dünyanın fizik ve insan meseleleri üzerinde konuşuruz.
Düşüncelerinizden çok faydalanacağız.
En içten
saygılarımla
Bertrand Russel
1938-1944
1938 Ağustosunda Kidlington’daki evimizi de
sattık. Bir gecede evden çıktık. Alan adam böyle istemişti. Bir karavan
kiraladık. Günümüzü Pembrokeshare sahillerinde geçiriyorduk. Peter, ben, John,
Kate, Conrad ve üç çocuğu, hep bir aradaydık. Conrad’ların köpekleri Sherry’yi
de söylemeliyim. Hele hava yağmurlu olduğu zaman, karavanın içinde sıkışıp
kalıyorduk. Bazan çekilmez oluyordu bu. Eşim Peter, yemek yapmağa bile usanmağa
başlamıştı artık. Sonunda John ve Kate Dartington’a döndüler. Peter, Conrad ve
ben de A.B.D. yoluna koyulduk.
Chicago’da büyük bir
seminer tertip etmiştim. Oxford’daki gibi konferanslara başladım. İki heceli
konferansımızın adı Amerikalıların hoşlarına gitmemiş. Böyle giderse hizmette
kusur edeceklermiş. Konferansların adını, «The Correlation between Oral and
Somatic Motor Habits» diye değiştirmek zorunda kaldım. Böylece seminerim ilgi
göldü. Çok güzel bir çalışma oldu bu. Üç ilginç öğrencim vardı: Dalkey, Kaplan
ve Copoliwish. Sık sık tartışıyordum onlarla. Sonunda anlaşıyorduk. Ama felsefi
tartışmalara seyrek giriyorduk. Seminerin dışında Chicago’daki hayatım hiç de
iyi değildi. Kaba bir kentti. Kötü bir havası vardı. Kent başkanı Hutchins
benden hiç hoşlanmamıştı. Bir yıllık anlaşma bitince, ayrılacağım zaman
memnuniyetini belirtmişti.
Kaliforniya Üniversitesinde
profesör olarak yeni işime başladım. Renksiz, soluk, çirkin Chicago’dan
ayrıldığım zaman şiddetli kış vardı. Kaliforniya’yı ilkbaharın güzelliği içinde
buldum. Mart sonuydu. Ancak Eylül ayında işe başlıyacaktım. Boş zamanımda
konferans turuna çıkmalıydım.
1939 yazında A.B.D.
de ilk çocuğum beni ziyaret etti. Az sonra savaş başladığından onları
İngiltere’ye göndermek olanağı kalkmıştı ortadan. Öğrenimlerine burada devam
etmeleri en doğrusu olacaktı. John 17 yaşındaydı. Kaliforniya Üniversitesine yazıldı.
Kate 15 indeydi. Üniversite öğrenimi için daha küçüktü. Arkadaşların
salıklarına uyarak, Los Angeles’teki en yüksek akademik standartları bulunan
bir okula gönderdik. Sonradan anladım ki, bu okuldaki öğretim sistemi, kızımın
da bilmediği kapitalist düzenin faziletlerinden ibaretti. Onu da üniversiteye
yazdırmak zorunluğunu duydum. 193940 yıllarında iki çocuğumuz da bizimle
beraberdi.
Yaz aylarında
yakınımızda olan Santa Barbara’da ev kiraladık. Güzel bir yerdi burası. Fakat
sırtımda bir ağrı başlamıştı. Siyatikten bir ay sırtüstü yatmak zorunda
kalmıştım. Böylece konferanslarımın hazırlanması gecikmiş oluyordu. Gelecek
akademik yıl için de çok çalışmak gerekliydi.
Buranın akademik
havası Chicago’yu bile aratıyordu. Halkı için bir şey diyemem. Bulunduğum yerin
başkanı düşüncelerimin tam karşısında olan bir kişiydi. Bir konferansçı çok
liberal konuşursa, bu adam konferansın kötü, olumsuz olduğuna karar verir, onu
kürsüden indirir, çıkardı işin içinden. Fakültede bir miting mi oluyor, uzun
çizmelerini giyip başa geçer, onun arkasından gitmemek kimsenin haddine
değildir. Herkes onun kaşlarını çatarak bakacağından korkar, titrer. Hitler
yönetimindeki Reichstag toplantılarını andırıyordu bu.
1939 sonlarına doğru (193940 akademik yılı
sonlarına doğru) New York Kolejine profesörlüğe çağırıldım. Kaliforniya
Üniversitesi Rektörlüğüne bir yazıyla ayrılacağımı bildirdim. Mektubumu
gönderdikten yarım saat sonra, New York dâvetinin kesin olmadığını öğrendim.
Üniversite rektörlüğüne giderek istifamı geri aldığımı bildirdim. Fakat o bana
artık çok geç olduğunu söyledi. Bundan çok memnundu.
New York Koleji’nin
yöneticilerinin başında Yahudi ve katolikler vardı. Kolej, kent belediyesine
bağlıydı. New York Belediyesi de Vatikan’ın uydusu durumundaydı. Kolej
öğretmenlerinin akademik özgürlükleri vardı. Şüphesiz bana salık verilecek
konular belliydi. Önce bir Amerikan papazı aleyhimde söylentiler uydurdu.
Polise durum bildirildi. Bir hanımın kolejdeki kızı (ki bir kez bile karşı
karşıya gelmemiştim) hakkımda dâva açtı. Kızların faziletleri için kolejde
bulunmamın tehlikeli olduğunu ileri sürdüler. Bu benim değil, aslında New York
Belediyesinin aleyhineydi. 1957 de çıkan Ben Niçin Hristiyan Değilim adlı
kitabımla onlara güzel bir cevap verdiğime inanmaktayım.
Hemen bir toplantı
yaptım. Bunun benimle ilgisi olmadığını anlattım. Belediye istediği kadar
savunsun, davayı karşı tarafın kazanacağından endişeliydim. Davacı mahkemede
eserlerimi okuyarak, sefih, ar ve haya duygularını kabartan, sert, dar fikirli,
yalancı, manevî değerlere sırt çeviren kimse diyor, bayağılık sözcüğüne ne
sığarsa hepsini bir bir sıralıyordu. Bir an sustuktan sonra hücumlarına devam
edince, özür dilemelerini istedim. New York Belediyesi özürü reddetti.
Aleyhimdeki bazı şeyler ise fantastik hale gelmişti. Güya pek körpelere şeytanî
şekilde mastürbasyonun cezaya lâyık bir şey olmadığını söylüyormuşum.
Amerika’ya has bir dalavera şebekesi
karşıma dikilmişti. New York Bölgesi nüfus memuru açık açık: «Katranlıyarak tüy
dikmeli ve memleketten kovmalı!» diyerek suçluyordu beni. Artık bütün A.B.D.
içinde yanına varılmayan, tehlikeli kişi olmuştum. İstenmeyen adamdım. Konferans turuna
çıkmıştım ama, aleyhimdeki dalaveralar yüzünden ancak bir tanesini verebildim. Yahudi hahamı kontratımı feshetti. Fakat
umurumda değildi bu. Onlar beni istemeseler, bana konuşacak yer vermeseler bile, ben halkın
karşısına çıkabilirdim. Başka yerlerde de çıkabilirdim. Fakat katolikler beni
linç ederlerdi. Polis de seyirci kalırdı buna. Gazetelerden, dergilerden
hiçbiri benim yazımı yayınlamağa cesaret edemiyorlardı. Bütün geçim
kaynaklarımın kuruduğunu anlıyordum. İngiltere’den para getirtmeme yasalar
engel oluyordu. Bu beni büsbütün perişan ediyordu elbet. Üç çocuğum da vardı
yanımda. Birçok liberal düşünceli profesörler bu durumu protesto ediyorlardı.
Dr. Barnes — Argyrol kâşifi — ve Philadelphia’daki Barnes Vakfının sahibi
pratik bir çare bulmuştu. Vakfından bir yıllık konferans kontratı imzalattı
bana. Konusu felsefe olacaktı. Böylece zor durumdan kurtuluyordum. İngiltere’ye
dönemediğim için bu konferanslar beni kurtarmasaydı, çocuklarımın üniversite
öğrenimi de aksayacaktı.
1940 yılıydı. A.B.D.
deyken aklım hep İngiltere’deydi.
İngiltere
kuşatılacak mıydı acaba? Londra hâlâ yerinde miydi? Postacımız da biraz sadist
zevkli olacak ki, bir gün: «Yeni haberleri duydunuz mu?» dedi. «Bütün Londra
yıkılmış. Bir tek ev bile kalmamış.» Neye inanacağımızı şaşırmıştık. Eylül
olmuştu. İngiltere galiba kuşatılmayacaktı.
A.B.D. deki son
günlerimi Princeton’da geçirdim. Göl kenarında küçük bir evde oturuyorduk.
Oradayken Einstein’i de gördüm. Evine gittim. Onunla, Gödel ve Pauli’yle
konuştum. Konuşma bazı yerde sıkıcı oluyordu. Çünkü üçü de Yahudi’ydi.
Menfadaydılar, kozmopolittiler. Almanlara has metafizik düşünceleri vardı.
Princeton toplumu,
A.B.D. gördüklerimle karşılaştırırsam, daha içtendi. Oğlum John donanmaya
girmek için İngiltere’ye gitti. Japonca öğrenmeğe başlamıştı. A.B.D. de durmak
istemiyor, vatanıma geçmeyi arzuluyordum. Zorluklara karşı bir çare arıyordum.
Washington’a gidip, lord olduğum için parlâmentodaki görevimin geri verilmesini
isteyecektim. İdarecilerin de buna can attıklarını sezdim. Sonunda İngiliz
elçiliğine gittim. Onlara dedim ki: «Bu savaşı faşizme karşı mı yapıyorsunuz?»
Onlar, «Evet,» dediler. Kararsızlıkla: «Şimdi
diyorum ki, siz tatbikçisiniz, ben yasa yapıcısıyım. Beni görevimi yapmaktan
uzak tutarsanız, siz faşitsiniz...» Gülümsediler. İznimi çıkardılar. Mayıs
1944 de memleketime döndüm.
Kaynak: Bertrand Russell Anıları, Çeviri: Dr. İlhan Akçay, Deniz Yayınları,
1970, İstanbul
1956
yılında yedek subay okulu sınavlarına katılmak üzere ilk kez gittiğim Ankara'da
rastlantıyla tanıdım Russell'i. Yeni koşutlarda olmanın sıkıntısı içinde
Ulus'taki bir kitabevine girmiş yabancı kitapları karıştırıyordum. Batı
Felsefesi Tarihi'ne rastladım. Kitap, filozofları, toplumsal koşulların ürünü
gibi ele aldığını ilan ediyordu. Satın aldım onu. Düşünceleri, ekonomik ve
siyasal koşulların ürünü gibi görmeye henüz alışmamıştık. Koşullanmış
ergilerimiz (zihinlerimiz) için bir yenilikti bu. Dolayısıyla kıta görevi
yaptığım Adapazarı'nda Batı Felsefesi Tarihi'ni çevirmeye koyuldum.
Russell'la
böylece başlayan tanışıklığımız, beni onun hemen tüm yapıtlarını okumaya itli.
“Principia Mathematica”da dahildir bunlara. Felsefe Tarihi'nin önsözüne
yazdığım gibi, bu yapıtın Whitehaed yönünden yazılan bölümlerini Russell'in.
Russell yönünden yazılan bölümlerini Whitehaed'in okumadığı söylenir şaka
yollu.
Birinci
dünya savaşından başlayarak, yaşantısını ilgilendiren çeşitli yazılar ve
makaleler yayınlamış Russell. Türk okuyucusunun, özellikle Stockholm'de
Amerika'nın yargılanması dolayısıyla ve nükleer silahlar karşıtı işlevlikleriyle
tanıdığı bu düşünürü, söz konusu yazılardan esinlenerek daha yakından tanıtmak
isteğine kapıldım. Pek çok akademik kişiye yön vermiş, siyasal düşünceleri
etkilemiş ve zamanına, yaşadığı topluma göre ileri olmasını bilmiş olan
Bertrand Russell olumlu bir örnektir.
Her nenden önce, bir insancı (hümanist) olarak ele
alıyorum Russell'ı. Onun bize uygun düşmeyen yanları bulunabilir doğallıkla.
Kendisinin de belirttiği gibi (s. 297) bir İngilizdir o. Hem de «tutkulu» bir
İngiliz. Ancak, tek yanlılıktan sıyrıldığı yönleri ağır basar. Örneğin
uzgörüşü. Çan Kay Şek (s. 270), 1914 Türk İngiliz savaşı (s. 258), Amerikan
Faşizmi (s. 250) Süveyş harekatı ve Kıbrıs üzerine söylediklerinin yanlışlığını
kimse saptayamaz. Önsezi ve öngörü ürünüdür onlar. (Ayrıca Çin, Hindistan,
Güney Doğu Asya üzerindeki kanılarına da dikkat ediniz.) Dört ay önce
basımevine verilen bu çalışmayı, yeniden değerlendirmek, anı yitimi nedeniyle
güçleşiyor. Ancak Russell'in siyasal tutuklulara ilgisi, kanser kuşkusu ardında
bile yaşantıya bağlılığı, dostlarına yardımı (örneğin Whitehead), gençleri
elinden tutuşu (Wittgenstein, Scheffer, Nicod gibi), hele sonradan büyük
yapıtlar veren Tarski'ye (mantıkçı, matematikçi) yer açmak için kürsüsünden
çekilmeye kalkışı unutulur türden değil. Özellikle bu olayı, koltuklarına sımsıkı sarılıp,
yetenekti gençleri bilim alanından uzaklaştırmak uğruna türlü dolaplar çeviren
öğretim üyeleri ibretle okumalı (s. 274).
Düşüncelerinden
ödün (taviz) vermemek için üniversiteden atılmağa, tutuklu kalmağa razı oluşunu
klasik ve yozlaşmış sosyo ekonomik kuramlara karşı çıkışı nedeniyle bazen
komünist bazen feodal kent soylu sayıldığını; tüm canlı düşüncelerini şu
sıralar tartıştığımız müstehcenlik konusunda olduğu gibi yer yer Rousseau'nun
itiraflarına benzer tümcelerini anımsıyorum Russell'ın. Amerikan devine karşı,
insanî nedenlerle, güçlükleri göğüsleyip açtığı savaş nedeniyle bizim
sağcılarımız (Orhan
Seyfi Orhon. Ahmet Kabaklı gibi genç beyinler) gazetelerinde,
Amerikalı ağızlardan aktardıkları bir deyimle «bunak» damgasını basmışlardı
ona. Russell, bir mantıkçı serinkanlılığıyla bu savı da içerde yanıtlıyor (s.
343).
Mektuplar
konusuna bir aksaklığı sonradan ayırt ettim: Başlangıçta, olayların izlenimi
yitmeden, aynı konudaki aydınlatıcı mektupların okunmasında yarar görmüştüm.
İmdi, onların, konuların akışını dağıtmamak açısından, kitap sonuna
toplanmasının, daha yararlı olacağı; ancak bu biçimleriyle bile felsefecileri toptum
ve siyaset bilimcilerini ilgilendireceği kanısındayım.
Kitapta
adı geçen bilim ve siyaset adamlarının özgeçmişlerini birkaç satırla
aydınlatmak isterdim. Ancak, Russell'ın bu konuda az çok bilgi vermesi ve
kitabın zaten gereğince hacimli oluşu, bu düşüncemi uygulamamı engelledi.
İsteyen okuyucunun, ansiklopedik nitelikte uzmanlık yapıtlarına başvuracağını
umarım.
Yaşantım'ı
okurken, bir takım tarihsel olayların ergimizde (zihnimizde) derinliğine
aydınlanacağını, kendi yaşantımızı aynı yöntemle daha iyi de
değerlendireceğimizi, başımızdan geçenleri daha düşündürücü bulacağımızı
sanıyorum.
Kapağa,
Russell'ın, Nobel alırken çekilmiş bir resmini koymak istemiştim. Bulamadım.
Milliyet gazetesi, elindeki çeşitli Russell portrelerini vermek istemedi.
Kapaktakini, Türk Haberler Ajansı Gene! Müdürü Kadri Kayabal'a borçluyum. Sayın
Kayabal'a teşekkürler.
Muammer
SENCER
Yazan: Bertrand RUSSELL
1. Herhangi bir nedenden, bağsız olarak
güvenli olma.
2. Gerçeği gizlemeyi beceri sayma.
3. Başarı göstereceğin işte düşüncenin
cesaretini kırmağa çalışma.
4. Muhalefetle karşılaşırsan, eşinden
çocuklarından da gelse, onu otoriteyle değil ikna yoluyla yenmeğe çalış.
Otoriteye dayanan utku (zafer), gerçek değil imgeseldir (hayalidir).
5. Başkalarının otoritesine saygı
gösterme. Çünkü daima karşı otoriteler bulunabilir.
6. Zararlı olduğunu sandığın düşünceleri
bastırmak için kuvvet kullanma. Kullanırsan, düşünceler baskı altında tutar
seni.
7. Düşüncede eksantrik [tuhaf ] olmaktan korkma.
Çünkü, şimdi onanan (kabul edilen) her düşünce bir zamanlar eksantrikti.
8. Zeka işi uyuşmazlığı pasif uyuşmaya yeğ
tut (tercih et). Eğer zekâya gereğince değer veriyorsan, birincisi İkincisine
bakıldığında Daha derin bir uzlaşma içerir.
9. Doğruluk sana uygun gelmezse bile iyice
doğru ol. Çünkü doğruyu saklamağa çalışman daha uygunsuzdur.
10. Aptallar
cennetinde yaşayanların mutluluğunu kıskanma. Çünkü o, ancak bir aptala mutluluk
gibi gelir.
Sh: 305-306
SON SÖZ
Basit.
Ancak tüm benliğimi saran üç tutku yönetmiştir yaşantımı:
1. Sevgi özlemi.
2. Bilgi araştırması.
3. insanlığın çektiği eziyet karşısında
duyduğum dayanılmaz acı.
Bu
tutkular, büyük rüzgârlar gibi, oradan oraya savurdu beni.
Önce
sevgiyi aradım. Çünkü sevgi coşkunluğu getirir. Coşkunluk öylesine büyüktür ki
yaşantımın geri kalan bölümünü bir kaç saatlik coşkunluk için feda edebilirim.
Sevgiyi aynı zamanda, yalnızlığa derman olduğu için aradım, içinde, titreyen
bir tinin dünyayı, dibine varılmaz soğuk bir uçurum gibi gördüğü yalnızlığa.
Sevgiyi,
onun yol açtığı duygulanımla birlikte, azizlerin ve şairlerin hayal ettiği
cennetin bir ön biçimini verdiği için istedim. Aradığım buydu, insan yaşantısı
için pek elde edilir görünmeyen bir nesne de, sonunda onu buldum.
Eş
tutkuyla bilgiyi araştırdım, insanların yüreklerini anlamak istedim. Yıldızların
neden parladığını bilmek istedim. Sayılan su yüzünde tutan Pythagorasçı gücü
anlamağa çalıştım. Bunu da bir parça başardım.
Sevgi
ve bilgi beni göklere çıkardı. Fakat, acıma yer yüzüne indirdi. Yüreğimde
yansır acı çığlıkları. Aç çocuklar, zalimlerin eziyet ettiği mazlumlar, bütün
bir yalnızlık ve yoksulluk dünyası insan yaşantısının ne olduğunu anlatır. Bu
kötülükleri bastırmağa çalışıyorum. Bastıramıyorum. Eziyet çekiyorum.
Yaşantım
budur. Onu yaşamağa değer buldum. Bir şans daha verilseydi, yeniden yaşamak
isterdim.
Sh: 382-383
Kaynak:
B. Russell : YAŞANTIM/ Muammer SENCER, ERK Yayınları, Temmuz 1974. İstanbul
ÇAĞIMIZIN
SORUNLARI ÜSTÜNE DÜŞÜNCELER
Türkçesi: Sabahattin Eyüboğlu-Vedat Günyol
BERTRAND ARTHUR WİLLİAM RUSSELL
TARİHÇE-İ
HAYAT
1872
— Bertrand Arthur William Russell, 18 Mayısta doğuyor. Whig’lere (Muhafazakâr
Partiye (Tory) karşı olan, demokratik hakları savunan, sonraları Liberal Parti
haline gelen parti.) bağlı ünlü bir aileden gelmektedir. Atalarından Lord
William Russell, kralı tahttan uzaklaştırmayı amaç edinen bir komploya
karıştığı suçlamasıyla 1683’de, idam edilmiştir. Büyükbabası Lord John Russell,
parlâmento reformunda rol oynamış, başbakanlık yapmış, 1861’de Earl (Dük ve
Marki’den sonra en yüksek soyluluk sırası ) ünvanını almıştır. Bertrand
Russell, üçüncü Earl Russell olacaktır.
John
Stuart Mili, Russell’in vaftiz babalığını yapıyor. Sonraları Russell’ı, vaftiz
babası ve Voltaire ile karşılaştıranlar çıkacaktır.
1875
— Bertrand Russell üç yaşında iken, onu bir agnostik (bilinemezci) olarak
yetiştirmek isteyen babası Lord Amberley ölüyor. Russell, büyükannesinin
yanında büyüyor ve eğitiliyor. Özel öğretmenlerden ders alıyor. Çok iyi
Fransızca, Almanca öğreniyor.
1890
— On sekiz yaşında, utangaç bir öğrenci olarak Cambridge’de Trinity College’e
giriyor. Matematik ve felsefede çok üstün yetenekli bir öğrenci olarak kendini
gösterip hayranlık uyandırıyor. Okul öğretim kadrosunda kendisine yer verilmek
isteniyorsa da kabul etmiyor.
1894
— Paris’te, İngiliz Büyükelçiliğinde, ataşe olarak birkaç ay çalışıyor. Aynı
yıl, Alys Pearsall Smith ile evleniyor.
189596
— Almanya’da, önce Berlin’de sosyal demokrasi üzerinde çalışıyor ve «Alman
Sosyal Demokrasisi »’ni yazıyor. Sonra, Haslemere’de felsefe çalışmaları
yapıyor.
1900
— Almanya çalışmaları ilk ürününü veriyor: «A Critical Exposition of the
Philosophy of Leibniz» (Leibniz Felsefesinin Eleştirel Açıklaması).
1903
— «Matematiğin ilkeleri»’ni yayınlıyor. Sonra, arkadaşı Whitehead ile matematik
mantığı üzerinde çalışıyor. Ortak eserleri «Principia Mathematica» 1910, 1912
ve 1913’de çıkıyor. Bütün bu yıllarda Russell çok sade bir hayat yaşıyor,
durmadan çalışıyor.
1908
— «Royal Society»’ye üye seçiliyor.
1910
— Eski koleji ona onursal öğretim üyeliği, payesini veriyor. Aynı yıl «Felsefe
Denemeleri»’ni yayınlıyor.
191415
— Birinci Dünya Savaşı patlayınca, savaş düşmanlığı kampanyasında etken rol
oynuyor. Bir yazısından dolayı 100 Sterlin para cezasına çarptırılıyor. Bu, o
günlerde küçük bir servet demektir. Cezayı ödeyemeyince kitaplığı haczediliyor.
Bir arkadaşı kitaplığını satın alarak haraç mezat gitmesini önlüyorsa da birçok
değerli kitabın bu arada kaybolduğu görülüyor. Savaş düşmanlığı yüzünden eski
koleji onursal öğretmenlik payesini geri alıyor. Harvard Üniversitesi ona bir
kürsü vermek istiyor ama pasaport alamıyor. Konferanslar vermek teşebbüsü de
askerî makamlarca önleniyor.
1918
— Konferans olarak hazırladığı fakat yayınlayamadığı yazıları Birleşik Amerika’da
«Siyasal Ülküler» adı altında çıkıyor. «Tribunal» Gazetesindeki savaşa karşıt
bir yazısı yüzünden altı ay hapse hüküm giyiyor. En iyi eserlerinden biri
sayılan «Matematik Felsefeye Giriş»'i cezaevinde yazıyor (1919).
1920 — Sovyetler Birliği’ni kısa bir ziyaretten
sonra «Bolşevizm’in Teori ve Pratiği »’ni yazıyor. Sonbaharda Çin’e giderek
Pekin Üniversitesinde felsefe dersleri veriyor.
1921 — Bir yıl kaldıktan sonra Çin’den dönüyor.
Eşinden ayrılıp Dora Black’la ikinci evliliğini yapıyor. «Zihnin Analizi »’ni
yazıyor. Konferanslar veriyor.
192330
— «Atomların Alfabesi», «Göreceliğin Alfabesi», «Eğitim Üzerine» (1926),
«Felsefenin Anahatları» adlı eserleri yayınlanıyor. 1929’da eşiyle beraber,
çocuklar için bir okul açıyor. Bu okulla ilgili çalışmaları üç yıl sürüyor.
Yine 1929’da «Evlilik ve Ahlâk»’ı yazıyor.
193035
— «The Conquest of Happiness» (Mutluluğun Ele geçirilmesi), «The Scientific
Outlook» (Bilimsel Bakış), «Education and the Social Order» (Eğitim ve
Toplumsal Düzen), «Freedom and Organisation, 18141914» (Özgürlük ve Örgüt,
18141914) adlı eserlerini yayınlıyor. 1935’te ikinci eşinden ayrılıyor. Ertesi
yıl Patricia Helen Spence ile üçüncü evliliğini yapacak ve bu eşi ile «The
Amberley Papers»’ı yayınlıyacaktır.
1938
— «Power: A New Social Analysis» (İktidar: Yeni Bir Toplumsal Çözümleme) adlı
eseri çıkıyor. Birleşik Amerika’ya giderek başlıca üniversitelerde dersler
veriyor.
1940
— New York College’inde felsefe dersleri verirken, ahlâkla ilgili görüşlerini
beğenmeyen üniversite yönetimi işine son veriyor. Aynı yıl «An Inquiry into
Meaning and Truth» (Doğrunun ve Anlamın Araştırılması) adlı eseri yayınlanıyor.
Beş yıllık bir anlaşma ile Barnes Vakfına öğretim üyesi oluyorsa da üç yıl
sonra, görüşleri beğenilmediği için görevinden uzaklaştırılıyor.
1944
— İngiltere’ye dönüyor. Hayatının diğer yıllarım burada geçirecektir. Batı
Felsefesi Tarihini yazmağa devam ediyor. Bir yıl sonra tamamlıyor.
1948
— «Human Knowledge, Its Scope and Limits» İnsan Bilgisi, Kapsamı ve Sınırları)
çıkıyor.
1950
— Nobel Edebiyat Ödülünü alıyor. Aynı yıl «Unpopular Essays» (Tutulmayan
Denemeler)’i çıkarıyor. Ertesi yıl da «New Hopes for a Changing World» (Değişen
Bir Dünya İçin Yeni Umutlar) yayınlanıyor.
1952
— Boşanıyor ve dördüncü kez Edith Finch ile evleniyor. Beş hikâyelik bir hikâye
kitabı «Satan in the Suburbs» (Kenar Mahallelerdeki Şeytan) yazıyor. (Basılışı
1953).
1954
— «Human Society in Ethics and Politics» (Politika ve Ahlâk Bakımından İnsan
Topluluğu) adlı eseri çıkıyor.
1960
ve sonrası — Gazetelere yazılar yazıyor, konferanslar veriyor. Eserlerinin yeni
baskıları ile uğraşıyor. Savaş düşmanlığı, özellikle nükleer bombaların
kullanılmaması için etken rol oynuyor. Bu amaçla yapılan yürüyüşlere katılıyor.
Vietnam Savaşma şiddetle cephe alıyor.
1970
— Yirminci Yüzyılın en büyük filozofu dünyaya gözlerini kapıyor.
ÜÇ ÇEŞİT ÇATIŞMA
Bir
şeylerle çatışma halinde olmak insanın yaradılışı gereğidir. Bu çatışmada,
insanların kimi yener, kimi yenilir. Genel olarak, yenilenlerin soyu azalır ya
da tükenir. Bunun sonucu şudur ki, insandan insana geçen psikoloji, yenenlerin
psikolojisidir. Yenme şansının yüzde elli olduğu her yerde, insan iyimserliği
bu şansı olduğundan fazla görür. Bunun böyle olması, yaşayanlar için mutlu bir
şeydir. Yenilenin görüşü ise unutulup gider.
İnsanların,
ister istemez giriştiği çatışmalar üç çeşittir: Bunlar:
1. İnsanın tabiatla,
2. İnsanın insanla,
3. İnsanın kendisiyle olan çatışmalarıdır.
Bu
çatışmalar, özleri bakımından birbirinden çok ayrıdır ve tarih boyunca bunların
görece önemi durmadan değişir. Bu üç çatışmayı yöneten yollar birbirinden
apayrıdır. Tabiatla olan çatışmayı, fizik bilimleri ve teknik ustalık yürütür.
İnsanla olan çatışma, politika ve savaşla yürür. İnsanın iç savaşım da, bugüne
kadar din yönetmiştir. Bugün, bu çatışmayı psikanaliz metotlarıyla, bilimsel
olarak yürütebileceklerini ileri sürenler vardır. Ama, bu metotların bütün
ihtiyaçları karşılayacağını sanmıyorum.
Tabiatla
olan çatışma, bir anlamda, en ağır basanıdır. Çünkü, bu çatışmada yenmek
yaşıyabilmenin koşuludur. Buzlar çağında ya da bereketli topraklar kuruyunca,
ya da depremler bütün vadileri altüst edince yok olan insanlar, tabiatla olan
çatışmada yenilmişlerdir. Bütün kıtlıklarda ve hastalık salgınlarında ölenler
gibi. Tabiata karşı elde edilen her zafer, insan soyunun sayıca artmasını
mümkün kılmış ve başlıca da bu uğurda kullanılmıştır.
Ama,
insan çevresini dizginledikçe, benzerleriyle olan ilişkileri önem kazanmaya
başlıyor. Çünkü, tabiatı dizginleme, en ilkel insan gruplarından daha tutarlı
toplumsal toplulukları gerektiriyor, bir de, günlük ekmek gittikçe daha kolay
kazanılınca, arta kalan insan gücü düşmanları öldürmek üzere
biriktirilebiliyor. İnsanın gelişmesinde, bir an gelir ki, teknik sayesinde
insan, düşmanlarını öldürmekten çok, rakipleriyle anlaşma yoluyla zenginleşir.
Bu döneme gelince, tekniğin gerekleri insanın insanla çatışmasının durmasını,
ya da, hiç olmazsa, gevşemesini gerektirir. Bu dönemde (ki insanlık bugün ona
ulaşmıştır) çözümlenmesi en önemli sorun, insanın kendisiyle olan çatışmasıdır.
Öbür iki çeşit çatışma çağlar boyunca insan tabiatını, eskiden benimsenmiş ama,
bugün teknik bakımdan eskimiş kalıplara sokmuştur. Dış savaş çağları, ruhundaki bir iç savaşta yansıdılar. Bu ruhtaki
iç savaşta bir taraf öbür tarafa «günah» adını veriyor ve onu yenmeğe
çalışıyor. Ama, bu savaşta, zafer hiç bir zaman dış çatışmadaki kadar tam
olmuyor, ve her bozgundan sonra, günah çirkin başını kaldırıyor. Başlangıçta
dış savaşın bir yankısı olan bu sonsuz iç savaş, sonradan, tam tersine, bir dış
savaşın kaynağı oluyor. Günah, tabiatın sadece bir yanıdır ama, düşmanlarımın
bütün tabiatıdır. Eski ahlâkçıların inancı buydu. Böyle olunca, kendi ile barış
halinde olmayan ruh, dış dünya ile de olamaz. Ve dış davranışlar, insanın kendi
içindeki savaşı gizlemek için sürüp gitmek zorundadırlar. Bunun içindir ki,
insanın kendi ile savaşı, insanın gelişmesi sonunda en büyük önemi
kazanmaktadır.
Her çeşit savaşın bir uzlaşma ile bitmesi gerekir. Tabiatla
çatışma bir uzlaşma ile bitmiştir. Çünkü, insan tabiatın sırlarını öğrendiği
için onunla işbirliği yapabilecek duruma gelmiştir. İnsanın insanla
çatışmasının, herkese yetecek kadar besin bulunmadıkça, bir görevi vardır. Ama,
tabiatın dizginlenmesiyle herkesi beslemek olanağı kazanılınca ve gelişen
teknik işbirliğini geniş ölçüde yararlı hale getirince, insanın insanla
çatışması bir «anachronisme» oluyor. Bu çatışmanın, dünya devleti istiyenlerin
düşündüğü gibi, politik ve ekonomik bir birleşmeyle sona ermesi gerekir. Bu
yoldan insanla insan arasında bir dış uzlaşma kurulabilir. Ama, insan kendi
kendisiyle uzlaşmaya varmadıkça, (kendi içinin bir yanını yenilmesi gereken bir
düşman saymaktan vaz geçemedikçe) bu dış uzlaşma temelli olmayacaktır. İşte,
insanların tarihi, geçmişi ve umarım, yarını, kısaca budur.
Sh:205-207
SOFTALIK VE HOŞGÖRÜ
Woodrow
Wyatt
Softalığı
nasıl anlatırsınız, Lord Russell?
Lord
Russell
Bir adam bir konuya başka her şeyi hiçe sayacak kadar aşırı bir
önem verirse, o adama softa demek yerinde olur sanıyorum. Bir örnek vereyim.
Her aklı başında adam köpeklere eziyet edilmesinden hoşlanmaz. Ama, siz tutup
köpeklere eziyet etmenin, başka hiç bir eziyetle ölçülemeyecek kadar korkunç
olduğunu ileri sürerseniz, bir softa olursunuz.
Wyatt
İnsanlık
tarihinde, büyük halk topluluklarının sık sık softalığa kapıldığı olmuş mudur?
Russell
Evet, çok yerde, çok kez olmuştur. İnsan topluluklarının
yakalandığı kafa hastalıklarından biridir bu.
Wyatt
Bunların
en kötü örnekleri hangileridir sizce?
Russell
Çok
değişik örnekler verebilirim, sanıyorum. Yahudi düşmanlığını alalım. Bu, en
kötülerinden biridir, çünkü çok yakın zamanlarda en kötü örneğini gördük.
Korkunçluğunu düşünmeğe bile zor dayanır insan. Söylenmesi doğru değil
söylenmesi doğru sayılmaz, biliyorum ama Yahudi düşmanlığı Hıristiyanlıktan
doğmuştur. Hıristiyanlıktan önce varsa bile çok azdı bu düşmanlık. Roma devleti
Hıristiyan olur olmaz, Yahudi düşmanı da olmaya başladı.
Wyatt
Neden
acaba?
Russell
Çünkü İsa'yı Yahudiler öldürdü dediler ve Yahudi düşmanlığını bu
bakımdan haklı gösterdiler. Elbette ekonomik nedenleri vardı bu işin ama, öne
sürdükleri İsa'nın öldürülmesi oldu.
Wyatt
Halkın
sürü halinde softalığa tutulduğu olur mu dersiniz? Tutulması nedendir sizce?
Russell
Bunda
beraberlik duygusunun payı olsa gerek. Softalar topluluğunda birbiriyle dost
olmanın verdiği bir rahatlık duygusu vardır. Aynı şey hepsini birden coşturur.
Bunu herhangi politika partisinde de görebilirsiniz. Her partide, her zaman bir
softalar grubu vardır. Bunlar birbirlerine pek bağlıdırlar ve bu bağlılık bir
başka gruba düşmanlık eğilimi ile birleşip yayılırsa softalık kolayca gelişir.
Wyatt
Ama,
softalık, zaman zaman iyi işler görmekte bir çeşit güç kaynağı olabilir mi?
Russell
Softalığın
güç kaynağı olduğu su götürmez ama, tarihte softalığın iyi işlere kaynak olduğu
görülmemiştir. Bence her zaman kötü işlere yol açmıştır. Çünkü, tek yanlıdır,
çünkü işe kin karıştırmaması hemen hemen imkânsızdır. Softalığınızı paylaşmıyan
insanlara ister istemez düşman olursunuz. Bunu önlemek çok güç.
Wyatt
Ama
softalık ekonomik amaçlar gözetince, örneğin, Haçlı Seferlerinde olduğu gibi,
softalık olmaktan, belki zararlı olmaktan da çıkmıyor mu?
Russell
Orasını bilmem... Haçlı Seferlerinden bir hayır
geldiğini sanmıyorum. Bu seferlerde iki akım vardı: Bir, softalık akımı, bir de
ekonomik akım. Ekonomik akım, gerçekten çok güçlüydü. Ama, softalık olmadan işe
yaramazdı. Softalık orduları sağladı, ekonomik neden ise kumandanları
diyebiliriz kabaca.
Wyatt
Peki,
softalıkta büyücülüğün nasıl bir yeri olmuştur, dersiniz?
Russell
A...
büyücülüğün korkunç, çok korkunç bir yeri oldu. En çok da... 1450 ile 1600
aralarında. Korkunçtu o yıllarda büyücülük. Ünlü bir kilise adamı The Hammer of
Female malefactors adlı, büyücü kadınlarla ilgili bir kitap yazdı. Bu kitap,
halkın da inandığı büyücülerin avlanıp yakılmasına büyük ölçüde yol açtı. Öyle
sanıyorum ki, Jeanne d’Arc’ın kendisi bile büyücü olduğuna inanıyordu. Her
halde, halkın büyücü diye suçlandırdığı kimselerin çoğu büyücü olduklarına
inanmışlardı ve bu, korkunç işkencelere yol açtı. Sir Thomas Browne’ı okuduğunuz
zaman onu iyi yürekli, bilgili bir insan sanırsınız. Ama gerçekte, büyücü
yargılandırmalarında suçlandıranlardan yana oldu. Önce, büyücülüğü inkâr etme
bir çeşit tanrısızlıktı. Çünkü, Kutsal Kitap «Bir cadının yaşamasına göz yummayacaksın!»
diyor. Büyücülerin yakılmasının doğru olduğuna inanmadınız mı, Kutsal
Kitab’a inanmıyorsunuz demekti, öyleyse, Tanrınız yoktu.
Wyatt
Neden,
hiç değilse görünüşte, sağlam kafalı olan bir çok insan böylesine softa oluyor?
Russell
Sağlam
kafa görece bir deyimdir. Çok çok az insan tam anlamıyla sağlam kafalıdır.
Hemen her insanın deliliğe kaçan yanları vardır. Hiç unutmam. California’da,
yağmurlu bir günde, otomobille geziyorduk. Yolda, sırsıklam bir yayayı
arabamıza aldık. Bu adam, her çeşit ırk düşmanlığına karşıydı. Bunun korkunç
bir şey olduğunu söyledi. Ben de, kendisine hak verdim. Sonra, içimizden biri
Filipinlerden söz açar açmaz, bu adam, bütün Filipinlilerin aşağılık kişiler
olduğunu söyledi. Gördünüz mü, onun kafasında da bir sakatlık varmış, demek.
Wyatt
Softalık
konusuna neden bu kadar önem veriyorsunuz?
Russell
Çünkü, dünyanın uğradığı kötülükler, çok büyük ölçüde
softalıktan gelir.
Wyatt
Ama,
Roma Katolik kilisesi, her halde, bazı dogma'lara inanmanın, bunlara
inanmaksızın yaşamaktan daha önemli olduğunu düşünüyordu. Onun görüşü ile
bizimki arasında bir ayrılık var mı?
Russell
Var,
hem de çok büyük. Roma Katolik kilisesi dünya ölçüsünde değildir. Bir çok
ulusları avucuna alamıyordu. Hidrojen bombasıyla hepsini alabilir.
Wyatt
Bunu
biraz açıklar mısınız?
Russell
Evet.
Elbette açıklamaya değer. Bence, hepimizin başında korkunç bir tehlike olan
Doğu Batı gerginliği, en çok ya softaca bir komünizmden, ya da softaca bir
komünizm düşmanlığından doğuyor yerine göre. Her iki yan da, inançlarına
aşırıca bağlanıyorlar. İnançları softalık diye anlattığım şeye benziyor. Yani
demek istiyorum ki, birinin öte yanda kötü gördüğü şeyin önlenmesini, insan
soyunun dünyada kalmasından daha önemli saymak softalıktır. Hepimizin başındaki
tehlike, bu softalıktır, her iki yanda da bulunan bu softalık.
Wyatt
Peki,
hoşgörü sizce nedir?
Russell
Düşüncenizin
yönüne göre değişir bu. Düşünüşte hoşgörü, gerçekten hoşgörüyse, her hangi bir
suç olmadıkça, hiç bir düşüncenin cezalandırılmaması demektir.
Wyatt
Tarihte
hoşgörüsü olan çağlara örnek gösterebilir misiniz?
Russell
Evet.
Otuz Yıl Savaşı’ndan sonra. İngiltere'de hemen arkasından başlamadı, çünkü o
sırada biz bir içsavaş içindeydik: Ama, bu savaştan biraz sonra. İlk hoşgörür
devlet Hollanda oldu. XVII. yüzyılın bütün ileri aydınları hayatlarının bir çok
yıllarında Hollanda’ ya sığınmışlardır: sığınmamış olsalar, silinip giderlerdi.
İngiltere başka memleketlerden daha iyi değildi, o günlerde. Parlamento
Hobbes’un bozuk, hem de çok bozuk kafalı olduğu sonucuna varmış ve İngiltere’de
kitap yayımlamasını yasak etmişti. Bu yasak uzun, hem de çok uzun bir süre
devam etti.
Wyatt
Eski
Atina için hoşgörür bir devlet diyebilir misiniz?
Russell
Az
çok hoşgörürdü. XVIII. yüzyıla kadarki yeni devletlerden daha hoşgörürdü. Ama,
tam bir hoşgörürlük değildi onunki de. Sokrates'in nasıl öldürüldüğünü herkes
bilir. Ondan sonra da baskı görenler oldu. İskender'in ölümünden sonra
Anaxagoras da, Aristoteles de kaçmak zorunda kaldılar.
Wyatt
Peki,
insan yaşadığı dönemin hoşgörür olduğunu nasıl bilir? Nerden anlaşılır bu?
Russell
Özgür
kurumlardan anlarsınız. Basın özgürlüğü olur, düşünce özgürlüğü olur,
propaganda özgürlüğü olur. Dilediğinizi okumakta özgür, dilediğiniz dine girip
çıkmakta özgür olursunuz.
Wyatt
Ama
bugün Batı'da bütün bu özgürlükler var, yine de siz biraz önce softalığın hiç
bir zaman bugünkü kadar koyu olmadığını söyler gibiydiniz.
Russell
Batı’da bu özgürlüklerin gerçekten var olduğunu sanmıyorum.
Amerika’yı alın örneğin. Ne yaptılar orda? Bütün kitaplıklara gittiler, Rusya
üstüne bilgi veren ne varsa yok ettiler. Buna tam bir hoşgörü diyemezsiniz.
Wyatt
Coşkun
olmazsak iş yapamıyoruz. Fazla coşarsak softalığa düşüyoruz. Doğru yolda
olduğumuzu, softalığa kaymadığımızı nasıl kestirebiliriz?
Russell
Kesin
olarak bilemezsiniz, ama şu yapılabilir bence: Yalnız doğru olduğuna
inandığınız bir işi yapmakla kalmayıp, doğru görünenden başka bir yola
girmemeği ilke edinirsiniz. Aldanabilip de bir yıkıma sebep olacağınız işten
kaçınırsınız. Bu davranışı insanları diri diri yakma işinde deneyelim, örneğin.
Ortaçağın işkenceler döneminde din adamlarının bildikleri tam anlamıyla doğru
olsaydı, dinsizlerin yakılması iyi bir iş olurdu. Ama bildiklerinizin doğru
olmadığına en küçük bir ihtimal de olsa kötü bir iştir yaptığınız. Bence böyle
bir ilkeye uymalısınız.
Wyatt
Bu
ilkeyi politika partilerine ve hükümetlere de uygulayabilir misiniz?
Russell
Elbette. Bir politika partisinde
olan öteki partinin doğru yolda olmadığına inanır, ama gidip o partideki
insanları öldürmeğe hakkı olduğunu söyleyemez.
Wyatt
Hoşgörünün
sınırları nedir? Ne zaman hoşgörü başıboşluğa ve kargaşalığa götürür?
Russell
Buna
verilecek orta halli bir cevap şu olabilir: Gerekli yasaya uygun olarak
düşünceleri savunma tam bir hoşgörü ile karşılanmalı. Ama, yasa değişinceye
kadar suç sayılan işlerin savunulması karşısında tam bir hoşgörü istenemez. Bir
örnek alacak olursak, ölüm cezasının olmadığı bir yerde, bu cezanın konması
düşüncesinde olabilirsiniz. Ama, sizce ölümü hakketmiş bir insanı gidip
öldürmekte serbest olamazsınız.
Wyatt
Softalık
dünyaya dalga dalga yayılır mı, dersiniz? Bizim dünyamız böyle bir dalga
içindeyse, bu dalga nasıl sona erebilir?
Russell
Dünya
düzelince dalga da durur ama, sürekli bir dengeye ulaşmadıkça da bu dalga
durmaz. Kararsız bir durum sürüp gittikçe, softalığı besliyen koşullar var
demektir. Onun için, softalığı yenmek istiyorsanız, dünyada bir çeşit durulma
sağlamak zorundasınız.
Wyatt
Dünyada
softalığın azalacağını umuyor musunuz?
Russell
Evet, umuyorum, hem de çok. Bu iş, politikalara bağlı bence.
Dünya savaşını büyük bir tehlike olmaktan çıkaran bir politika sistemimiz
olursa, Doğuda da Batıda da hoşgörünün ve anlayışın çarçabuk gelişebileceğini
sanıyorum. Ama, bu gerginlik kaldıkça bunun gerçekleşmesi çok zordur.
Sh:27-34
FELSEFE NEDİR
Wyatt
Lord
Russell,
felsefe nedir?
Russell
Çok
tartışma götürür bir sorun bu. Öyle sanıyorum ki, iki filozoftan bile aynı
karşılığı alamazsınız. Benim görüşüme göre, henüz kesin
olarak bilinmeyen konular üstünde kafa yormaktır. Bu, yalnız bana göre böyledir, başkalarına göre değil.
Wyatt
Felsefeyle
bilim arasındaki ayrılık nedir?
Russell
Kabaca,
şu. Bilim bildiğimiz şeyler, felsefe de bilmediğimiz şeylerdir. Onun
için de, insan bilgisi ilerledikçe, sorunlar felsefe alanından bilim alanına
geçer.
Wyatt
Demek,
bir şey bulunup açıkça ortaya kondu mu, felsefe olmaktan çıkıp bilim olur, öyle
mi?
Russell
Evet.
Nitekim felsefe diye ele aldığımız nice sorunlar artık felsefe olmaktan
çıkmıştır.
Wyatt
Felsefe
neye yarar?
Russell
İki
şeye yarar bence. Bunlardan biri, henüz bilimin çözemediği şeyler üzerinde
düşüncemizi işletmektir. İnsanı ilgilendirmesi gereken şeylerin de pek azı
henüz bilimce çözümlenmiştir. Pek önemli nice şeyler vardır ki, bilim, şimdilik
hiç değilse, bunlar üstüne pek az şey biliyor. İnsanların düşüncesi niçin bir sınırda
kalsın ve yalnız bugün bilinenin içine kapansın. Bence, varsayım yoluyla dünya
görüşümüzü genişletmek felsefenin sağladığı yararlardan biridir. Aynı ölçüde
bir başka önemli yararı daha vardır bence. O da, bize, bildiğimizi sandığımız
şeyleri bilmediğimizi göstermesidir. Bir yandan felsefe bizi günün birinde
bileceğimiz şeyler üzerinde düşündürmek, öbür yandan da, bilgiye benzeyen nice
şeylerin bilgi olmadığını alçak gönülle, göstermektir.
Wyatt
Felsefenin
üzerinde düşünüp de de sonradan elle tutulur sonuçlar vermiş olan konulara bir
kaç örnek gösterebilir misiniz?
Russell
Gösterebilirim.
Bu örnekler en kolay da Yunan felsefesinde bulunur. Yunanlıların ileri
sürdükleri ve kendi zamanlarında denenmemiş olan birçok varsayımlar sonradan
değer kazanmışlardır. Örneğin, atom varsayımını alalım. Demokritos maddenin küçük parçacıklarından kurulu olduğunu ileri süren
atom varsayımını bulmuştu. 2000 yılı aşkın bir zaman sonra, bunun bilimsel bir
görüş olduğu anlaşıldı. O zamansa bu, sadece bir düşünceydi. Aristarkhos’u
alalım. Güneşin dünyanın çevresinde değil, dünyanın güneşin çevresinde döndüğü
ve gökteki değişikliklerin dünyanın dönmesinden ileri geldiği düşüncesini
ortaya atan ilk insan o olmuştur. Bu, bir bir yana atılıp unutulmuş olan
varsayım, 2000 yıl sonra Copernicus ile yeniden ele alındı. Ama, Aristarkhos
bunu düşünmemiş olsaydı, Copernicus belki de hiç üstünde durmayacaktı.
Wyatt
Nasıl
oluyor bu, bir çeşit sezgiyle mi?
Russell
Yo,
hayır. Bu varsayımları ilkin düşünenler, «doğrusu budur» diyemezler; sadece
«doğru bu olabilir» diyebilirler. İyi bir bilimsel hayal gücünüz varsa, birçok
şeyin doğru olabileceğini düşünebilirsiniz. İşte, bilimin özü de budur. Önce,
bir şeyin doğru olabileceğini düşünür, sonra doğru olup olmadığını yoklarsınız,
çok kez de doğru olmadığını görürsünüz.
Wyatt
Platon'a
göre, Demokritos teorisi, Teokritos'un atom teorisi saçma sapan bir şeydi,
değil mi?
Russell
Platon’u
ürkütmüştü bu düşünce. Demokritos’un bütün kitaplarının yakılmasını istemişti.
Çünkü, Platon bilimi sevmiyordu. Matematiği seviyordu ama, bilimsel olan başka
hiç bir şey sevmiyordu.
Wyatt
Demek,
size göre felsefe, bir anlamda, bilimin hizmetindedir.
Russell
Eh,
bir bakıma öyledir. Ama, tabiî, bilimin bir uşağı değildir sadece. Çünkü, bir
çok şeyler vardır ki, bilim uğraşamaz onlarla. Örneğin, bütün değer sorunları.
Bilim, bir araç olarak değil, amaç olarak neyin iyi, neyin kötü olduğunu
söyleyemez size.
Wyatt
Zamanla
filozofların ve halkın felsefeye karşı davranışlarında nasıl bir değişiklik
oldu dersiniz?
Russell
Düşündüğünüz
felsefe okuluna göre değişir bu. Platon ve Aristoteles’de, en önemli şey
dünyayı anlamaktı; bence de felsefenin yapması gereken şey budur. Onlardan
sonra gelen stoacılarda, ahlâk önem kazanıyor. Kahraman olmanız, felâketlere
sabırla katlanmanız gerekiyor bu felsefeye göre. Halk arasında da «filozof» bu
anlamı kazandı.
Wyatt
Sizce
Marx’a bir filozof denir mi?
Russell
Bir bakıma filozoftur, şüphesiz. Ama bugün filozoflar arasında
önemli bir ayırma var. Kimi filozoflar dünyanın düzenini sürdürmek, korumak;
kimi filozoflar da dünyanın düzenini değiştirmek istiyorlar. Marx, tabiî,
İkinciler arasında. Bana kalırsa, her ikisi de, filozofun asıl yapacağı iş
değildir. Bence, filozofun işi, dünyayı değiştirmek değil, anlamaktır, oysa
Marx bunun tam tersini söyler.
Wyatt
Siz
kendinize nasıl bir filozof dersiniz?
Russell
Ben
şimdiye kadar kendime sadece mantıksal atomist demişimdir. Ama, bu isim
takmalarına pek meraklı değilim, kaçınırım bundan.
Wyatt
Mantıksal
atomist ne demektir?
Russell
Şu demektir bence: Ele aldığınız her hangi bir konunun özüne
varmak için, tutulacak yol çözümlemedir. Her şeyi çözümliye çözümliye, öyle bir
yere gelirsiniz ki, orada artık çözümlenemez şeyler çıkar karşınıza. İşte,
bunlar mantıksal atomlardır. Bunlara mantıksal atomlar diyorum, çünkü, onlar
artık madde değildir. Bunlara, nesneleri meydana getiren idea (kalıplar)
diyebiliriz.
Wyatt
Felsefenin
bugünkü başlıca yönü nedir?
Russell
Bu
konuda İngilizce konuşan memleketlerle Avrupa memleketlerini ayırmak gerekir.
Yönler eskisinden çok daha ayrı birbirinden, çok daha ayrı. İngilizce konuşulan
memleketlerde ve hele İngiltere’de yeni bir felsefe akımı var. Bence, bu akım,
felsefeye ayrı bir alan bulmak isteğinden doğmuştur. Biraz önce söylediğime
göre, felsefe sadece yarım bir bilimdir. Bu görüşten yana olmayanlar var.
Onlar, felsefenin kendi dünyası olmasını istiyorlar. Bu istek, dilci felsefe
diyebileceğimiz bir yola götürdü. Bu yolda, filozofun önemli işi, soruları
cevaplandırmak değil, soruların anlamını iyice açmaktır. Ben, bu görüşe
katılmıyorum. Ama, size bunu bir örnekle anlatabilirim. Bir gün bisikletle Wincester’e
gidiyordum. Yolumu kaybettim. Bir köy dükkânına gittim. Bana Wincester’e giden
en kısa yolu gösterir misiniz, dedim. Bunu sorduğum adam dükkânın arkasında
benim görmediğim birisine seslendi: «Bir bay Wincester'e giden en kısa yolu
soruyor» dedi. İçeriden bir ses geldi:
«Wincester’e
mi?»
«
Evet.»
«Wincester’e
giden yol mu?»
«Evet.»
«En
kısa yol mu?»
«Evet.»
«Bilmiyorum.»
Böylece,
sorduğuma cevap alamadan ayrıldım ordan. İşte Oxford felsefesi bunu yapmamızı
istiyor.
Wyatt
Yâni,
soru doğru olacak, cevabın önemi yok, öyle mi?
Russell
Evet,
cevap vermek başkalarına düşüyor.
Wyatt
Avrupa
felsefesinden ne bakımdan ayrılıyor bu?
Russell
Avrupa’da
felsefe, daha kanlı canlı. Ben onunla da anlaşamıyorum, ama, bir bakıma daha
gürbüz bir felsefe, ilk çağ felsefelerine daha yakın. Kierkegaard’ın
varoluşçuluk görüşünden gelen değişik birçok felsefe var. Bir de, gelenekçi din
üzerine polemikler çıkarmakla uğraşan felsefeler. Buna benzer birçok şeyler.
Bana sorarsanız, pek önemli bir şey yok bütün bunlarda.
Wyatt
Peki
ama, nasıl davranması gerektiğini öğrenmek istiyen birisine sizin felsefe yolunuz
nasıl yararlı olabilir?
Russell
Bir
çokları bana mektuplar yazıp, nasıl davranacaklarını bilmediklerini, şaşkına
döndüklerini, çünkü, eski yolları bıraktıklarını, bunların yerine ne
koyacaklarını bilmediklerini söylüyorlar. Benim inandığım felsefenin şu
bakımdan bir yararı olabilir. Bu felsefe, insanlara yaptıkları işin
doğruluğundan kesinlikle emin olmadıkları zaman güçlü davranmalarını sağlar.
Bence, kimse hiç bir şeyden kesinlikle emin olamaz. Olursa, muhakkak aldanır.
Çünkü, hiç kendinliğe ulaşamaz. Onun için, insan bütün inançları bir şüphe ile
karşılamak ve şüpheye rağmen de, güçlü davranabilmek zorundadır. Savaş plânını
hazırlayan bir general de böyle davranır nihayet, düşmanın ne yapacağını pek
kesin olarak bilmez ama, iyi bir komutansa yanılmaz, kötü komutansa yanılır.
Ama, gündelik hayatta insan olasılıklara dayanarak iş görmek zorundadır.
Felsefenin yapacağı şey de, onlara tam bir kesinlik içinde olmaksızın güçlü
davranma cesaretini vermektir.
Wyatt
Peki,
insanları, güvendikleri şeyler üzerinde şüpheye düşürmek doğru bir şey midir,
sizce? Rahatlarını kaçırmaz mı onların?
Russell
Bir
zaman için kaçırır, tabiî. Ve bence, biraz rahatı kaçmak kafa eğitiminin önemli
bir yanıdır. Ama, bir bilim yükü edinirlerse, duydukları şüpheyle altüst olmamalarını
sağlayacak bir safra yüklenmiş olurlar.
Wyatt
Felsefenin
geleceği için ne düşünüyorsunuz?
Russell
Felsefenin
gelecekte Yunanlılar zamanındaki ya da ortaçağdaki yerini tutacağını
sanmıyorum. Bilimin yükselişi felsefenin önemini ister istemez azaltacaktır.
Wyatt
Felsefenin
bugünkü dünyada ve gelecek yıllardaki değerini özetler misiniz?
Russell
Bizim
zamanımızda önemli bir yeri olduğunu sanmıyorum. Önce şundan ötürü: Demin
söylediğim gibi, birçok önemli sorunlar vardır ki, bilim, hiç değilse, bugün,
bunlarla uğraşamaz ve bunlar bilimsel bir davranışla ele alınamaz. İkinci
olarak da şundan dolayı: felsefe insanların düşünce bakımından biraz daha alçak
gönüllü olmalarına, kesin olarak bildiğimizi sandığımız şeylerin doğru
çıkmadığını ve bilime kestirme yoldan varılamayacağını anlamasına yarıyor.
Bence, her filozofun her zamanki işi dünyayı anlamaktır, bu anlama da kestirip
atmaya gelmeyen uzun ve zor bir iştir.
Sh:35-41
DİN
Wyatt
Sizin
hiç dinsel duygularınız oldu mu, Lord Russell?
Russell
Oldu,
oldu. Erginlik çağımda, enikonu dindardım. Belki matematik dışında, her şeyden
çok dinle ilgilenmekteydim. Dinle
ilgilenmem beni, ona inanmak için bir neden var mı yok mu sorununa götürdü ki
dinle her ilgilenenin aynı sonuca vardığı pek söylenemez. Ben üç sorun üzerinde durdum. Öyle geldi ki bana, Tanrı,
ölümsüzlük ve özgür insan iradesi (cüzi irade) en önemli üç sorundu ve bunları
ters yönden birer birer inceledim, özgür insan isteminden başladım, adım adım
ilerliyerek, bunlardan hiçbirine inanmak gerekmediği sonucuna vardım. Bunun
beni çok sarsacağını sanmıştım, ama, garip değil mi, hiç de öyle olmadı.
Wyatt
Bu
üç şeyden hiçbirine inanmak gerekmediği düşüncesine nasıl vardınız?
Russell
Serbest insan iradesi konusunda ileri
sürülenleri yeterli bulmadım ve hâlâ da bunların inandırıcı olmadığı
kanısındayım. Ama düşündüm ki, maddenin bütün hareketlerini dinamik kanunlar
yönettiği için, insanın konuşurken dudaklarının oynamasının önceden ayarlanması
gerekir, o kadar ki, söyleyeceği sözleri değiştirme gücü olamazdı. Bunun sağlam
bir kanıt olduğunu sanmıyorum ama, o zaman bana inanılır gibi gelmişti.
Ölümsüzlüğe gelince, ha bakın, bedenle ruh arasındaki ilişki ne olursa olsun,
bu ilişki herkesin sandığından çok daha derindir. O kadar ki, beyin çürüdüğü
zaman, ruhun yaşamakta devam etmesi düşünülemez. Tanrıya gelince, onun
varlığına inanların ileri sürdükleri birçok kanıtlar varsa da, ben düşündüm ve
hâlâ da öyle düşünüyorum ki, bunların hiçbiri geçerli değildir ve Tanrının
varlığına inanmak isteği olmasa, kimse bu kanıtları kabul edemezdi.
Wyatt
Fizik
yasaları cüzi irade diye bir şeyin olamayacağını ortaya koyar diyorsunuz. Ne
demektir bu, anlamıyorum.
Russell
Evet,
delikanlılık çağımda böyle düşündüğümü söylemeliyim. O zamanki düşünceme göre
fizik yasaları gereği, ilk nebula halinden bu yana, maddenin bütün devinmeleri
önceden belirlenmiştir. Söylenen her söz de bu yasaların içine girer. Böyle
olunca, diyorum ki ilk nebula çağında, bay filânın, her durumda söyliyeceği söz
fizik yasalarınca saptanmıştır. Bu demektir ki, bay filân, söyleyeceği hiçbir
sözü özgür iradesiyle söyleyemez.
Wyatt
Sizce Tanrı diye bir şeyin olmadığı
kesin midir? Yoksa, Tanrının varlığı ispatlanmamış mı değildir sadece?
Russell
Böyle bir şeyin olmadığı kesindir demiyorum, hayır. Diyorum ki,
Olympos tanrıları ya da Norveç tanrıları için durum neyse, Tanrı için de odur.
Olympos veya Valhalia tanrıları da var olabilir. Var olmadıklarını ispatlayamam
ama, bence Hristiyan Tanrısının var olması, ötekilerin var olmasından daha
olası değildir. Hepsinin varlığı bir olasılıktan öteye geçmiyor bence.
Wyatt
Sizce
din, etkileri bakımından yararlı mı, zararlı
mı?
Russell
Etkilerinin çoğu, tarih boyunca zararlı olmuştur bence. Gerçi,
din sayesinde eski Mısır rahipleri takvimi bulmuşlar, ay ve güneş tutulmalarını
önceden kestirebilecek kadar izlemişlerdir. Bunlar bence, dinin yararlı
etkileridir. Ama etkilerinin büyük çoğunluğu kötü olmuştur kanımca. Kötü
olmuştur çünkü, dinin buyruğu ile insanlar, varlığı iyice kanıtlanmamış şeylere
inanmak zorunda kalmışlar; ve bu, herkesin düşüncesini bozmuş, eğitim
sistemlerini bozmuş, ve bence, tam bir ahlâk sapkınlığına yol açmıştır. Neyin
doğru, neyin yanlış olduğu üzerinde durulmaksızın bazı şeylere inanmak doğru,
bazı şeylere inanmaksa yanlış sayılmıştır. Genel olarak, dinin büyük zararları
olduğu kanısındayım. Din, tutuculuğu ve eski alışkanlıklara bağlılığı Tanrı
buyruğu haline getirmekle büyük ölçüde zararlı olmuştur; insanlar arasında
hoşgörüsüzlüğü ve kinleri yüceltip beslemekle daha da zararlı olmuştur.
Özellikle Avrupa’da, dinin doğurduğu hoşgörüsüzlük korkunç ölçülere varmıştır.
Wyatt
Özgür
düşünceyi engelleyen bir çeşit düşünce sansürü olduğu kanısında mısınız?
Russell
Evet,
bu kanıdayım. Demek istiyorum ki, dünya yüzünde herhangi bir okulu, erkek veya
kız okulunu alırsanız alın, göreceksiniz ki, hepsinde bir çeşit inanç
aşılanmaktadır. Hristiyan ülkelerde bir çeşit inanç, komünist ülkelerde bir
çeşit inanç. Her ikisinde de bir şey öğretilmekte ve öğretilen şeyin doğruluğu
tarafsızca incelenmemekte; bir yandaki çocuklar, öbür taraf üstüne düşüncesini
kendiliğinden bulmaya alıştırılmamaktadır.
Wyatt
Çağlar boyunca, insanlarda bir din
ihtiyacını yaratan nedir?
Russell
Her şeyden önce korkudur,
sanıyorum. insan kendini güçsüz hisseder daha çok. Onu korkutan üç şey vardır.
Biri, Doğa’nın ona yapabileceği şey. Doğa onu yıldırımla
çarpabilir veya bir depremle yok edebilir.
Öteki, başka insanların ona yapabilecekleri şey. Bir savaşta onu
öldürebilirler.
Üçüncüsü, ki dinle pek ilgilidir, insanın kendi azılı
tutkularının ona yaptıracağı şey; durgun bir zamanında yaptığına pişman olacağı
şeyler. Bu yüzden birçok insan büyük bir korku içinde yaşar. Din de bu
korkulara pek fazla kapılmasına yardım eder.
Wyatt
Ama
din kurucularının buyurdukları bu değildir her zaman.
Russell
Hayır
ama, din kurucuları ile — dinlerin kurucuları demek istiyorum — artlarından
gidenlerin öğrettikleri arasında pek az ilişkiler vardır, pek az gerçekte. Bir
örnek verelim. Gördüğüme göre, asker kişiler Doğu devletleriyle olan
çatışmalarda Hristiyan inancına pek önem veriyorlar. Onlara bakılırsa,
Hristiyan değilseniz savaşta güçlü olamazsınız. Ama ben, İsa’nın Dağdaki
vaazını bir daha okudum ve içinde Hidrojen bombasını öğütleyen bir kelime, tek
bir kelime bulamadım.
Wyatt
Evet
ama, öyleyse siz dinin hâlâ bugün de zararlı olduğuna mı inanıyorsunuz? Demek
istiyorum ki, eleştirdiğiniz şeyler geçmişle ilgili. Bugün için ne diyorsunuz?
Russell
Dün neyse bugün de o.
Verdiğim H. bombası örneği eski bir hikâye değil, keşki öyle olsaydı. Bence
bugünkü günde din, kiliselerdeki durumuyla, dürüst düşünceyi köstekliyor
aslında ve hiç de önemli olmayan şeylere önem veriyor. Onun önem ölçüsünün
tamamıyla yanlış olduğu söylenebilir.
Wyatt
Buna
bir örnek verebilir misiniz?
Russell
Verebilirim elbette. Roma
İmparatorluğu çökerken, kilise uluları Roma İmparatorluğunun yıkılmasına hiç de
aldırış etmiyorlardı. Başlıca kaygıları, bakireliği korumaktı. Onlarca önemli
olan buydu.
Wyatt
Ne
yaptılar, peki?
Russell
Halka din öğütleri
verdiler. Orduların sınırlara dayanması, vergi sistemlerinde reform yapılıp
yapılmaması onları ilgilendirmedi. Din kuralları onlarca, kendi
imparatorluklarının yaşamasından daha önemliydi. Onun için bugün de, insan
soyunun çökebileceği bir sırada, görüyorum ki, kilise uluları suni döllenmeyi
önlemeyi, hepimizi birden yokedebilecek olan bir dünya savaşını önlemekten daha
önemli sayıyorlar. Bence, bu, önem ölçüsünde ne büyük bir aldanma olduğunu
göstermeye yeter.
Wyatt
Evet
ama, dinlerin eğitimi yaymakta bazan bir hayli yararı olduğunu kabul etmez
misiniz? Örneğin, Birmanya gibi, başka hiçbir eğitim sisteminin kullanılamadığı
yerlerde, budist rahipleri yoksulları eğitmekte bir hayli iş görmemişler midir?
Russell
Evet,
olabilir. Benediktenler de bu yolda hayli yararlı olmuşlardır, ama zararlı
olduktan sonra. Önce bir hayli kötülük etmişler, sonra da birazcık iyilik.
Wyatt
Kimi
insanlar inançsız, dinsiz olamayacaklarını, onsuz hayatın zorluklarına karşı
koyamayacaklarını sanıyorlar. Onlara ne dersiniz?
Russell
Böyle
düşünenler bir çeşit korkaklık gösteriyorlar, derim. Bu korkaklık başka
alanlarda ayıp sayılır. Ama din alanında oldu mu, korkaklık övülüyor. Bense,
hangi alanda olursa olsun, korkaklığı övemem.
Wyatt
Peki
ama, neden korkaklık diyorsunuz buna?
Russell
Hayatla,
şunsuz yada bunsuz savaşamazsınız demek korkaklıktır. Herkes hayatın kendisine
verdiği imkânlarla hayat savaşına girmek zorundadır. Yüreklilik, bir bakıma
budur.
Wyatt
Sizce insanların kendi sorunlarını Tanrıya, bir papaza ya da bir
din kuruluşuna yüklemeleri, bu sorunlarla kendi başlarına savaşmamaları
korkaklıktır mıdır, demek istiyorsunuz?
Evet.
Dünyanın içinde bulunduğu çok tehlikeli durumu ele alalım. Bana boyuna gelen
mektuplarda hep «Tanrı dünyayı korur» diye yazıyorlar. Ama Tanrı geçmişte hiç
korumadı, yarın ne diye koruyacakmış, anlamıyorum.
Wyatt
Ama
din zararlı ise, insanlar yine de hep bir dinleri olmasını istiyorlar.
Russell
İnsanlar
istemiyor ki! Kimi insanlar istiyor. Onlar da dini istemeye alışmış olanlardır.
Örneğin, kimi memleketlerde halk sırık üstünde yürür ve sırıksız yürümekten
hoşlanmaz. Din de tam böyle bir şeydir. Kimi memleketler alışmıştır buna. Ben
Çin’de bir yıl yaşadım ve gördüm ki, orta halli Çinlilerin herhangi bir dine
inandıkları yok. Öyleyken Hristiyanlar kadar mutlu olabiliyorlar. Hattâ, kötü
koşullar içinde oldukları düşünülürse, Hristiyanlardan daha mutludurlar bence.
Wyatt
Ama
bir Hristiyan’a sorarsanız, Çinliler Hristiyan olsalar daha mutlu yaşarlar,
der.
Russell
Bence
bunun doğruluğu hiç de ispatlanmış değildir.
Wyatt
Ama
insan kendi dışında bir inanç nedeni aramaz mı? Kendinden büyük sandığı birine
inanmak istemez mi? Bu, sadece bir korkaklık ya da başkasına güvenme sorunu
değil, onun uğrunda bir şeyler yapmak isteği de olabilir.
İnsanın
kendinden büyük nice şeyler daha var. Her şeyden önce ailesi, sonra ulusu var,
sonra da bütün insanlık. Bütün bunlar bir tek insanın kendinden daha büyük
şeylerdir. İçimizde doğabilecek iyilik duygularını doyurmamıza bunlar da yeter.
Wyatt
Din
kurumlarının insanlığı hep pençesi altında tutacağını mı sanıyorsunuz?
Russell
Bu bence, insanların kendi toplumsal sorunlarını çözümleyip
çözümlememelerine bağlıdır. Büyük savaşlar ve büyük baskılar sürüp giderse,
çoğu insanlar mutsuzluk içinde yaşarsa, din de sürüp gider her halde. Çünkü,
benim gördüğüm kadarıyla, Tanrının iyiliğine inanç, olan bitenlere ters
düşmektedir. Tanrının iyiliğini gösteren hiçbir kanıt yokken ortada, halk
inanıyor buna. Ama her şey yolunda gittiği zamansa, inanması gerekirken,
inanmıyor Tanrının iyiliğine. Onun için diyorum ki, halk eğer toplumsal sorunlarını
çözümlerse, din ortadan kalkar. Ama çözümleyemezse, o zaman ortadan kalkacağını
sanmam. Buna geçmişten örnekler bulabilirsiniz. XVIII. yüzyılda, her şey
yolundayken, okumuş yazmış insanların çoğu dine bağlı değildiler, serbest
düşünceliydiler. Ama Fransız Devrimi olunca, bazı İngiliz aristokratları
serbest düşüncenin insanı giyotine götürdüğü kanısına vardılar. Serbest
düşünceyi bir yana bırakıp, hepsi koyu dinci kesildiler. Böylece
Victoria dönemi başladı. Aynı şey Rus Devriminde de oldu. Rus Devrimi halkı
ürküttü, Tanrı’ya inanmazlarsa,
malları mülkleri ellerinden gidecek sandılar ve Tanrıya inanır oldular. Bence
toplumsal karışıklıklar dinin işine yaramaktadır.
Wyatt
Sizin
ve benim, ölünce yok olup gideceğimize inanıyor musunuz?
Russell
İnanıyorum
elbette. Başka türlü olması için bir neden yok. Ölünce, beden dağılıp gidiyor,
biliyoruz bunu. Beden dağıldıktan sonra, düşüncenin yaşamakta devam etmesi için
de hiçbir neden görmüyorum.
Sh:42-50
DİN VE BİLİM
Büyük
fizikçilerin ve biyolojistlerin çoğu, son yıllarda bilimin yeni buluşlarıyla
eski maddeciliğin gözden düştüğünü ve din gerçeklerinin göze girmeye yüz
tuttuğunu ileri sürdüler. Bilginlerin belirsiz terimlerle ve bir görüş olarak
ortaya attıkları bu düşünceyi, din adamları kapıştılar, yaydılar. Bu arada
gazetelerde din adamlarının ağzından öyle sarsıcı haberler verdiler ki, büyük
kalabalıklar nerdeyse Kutsal Kitabın dediklerini fizik biliminin doğruladığını
sandılar. Bana kalırsa, yeni bilimlerden alınacak ders, halkın sürüklendiği bu
görüşe indirgenemez. Bir kere bilginler, söyledikleri sanılan şeylerin hepsini
söylemiş değildirler. Sonra da, geleneksel din inançları yararına
söylediklerini, birer bilgin olarak, gerçekten bilimsel bir ağızla değil, daha
çok erdemi ve mülkü savunmak istiyen birer yurttaş olarak söylediler. 1914-
1918 savaşı ve onun ardından gelen Rus devriminden sonra bütün çekingen
insanlar eskiye bağlanır oldular; profesörlerin de, çokluk, çekingen
yaradılışlı kimseler olduklarını bilirsiniz. Ama, bunları bir yana bırakalım da
bilimin gerçekten ne dediğini görelim.
1) Tanrı karşısında insan — Son yıllara kadar, insanlara bir «cüzi irade» (*)
tanıyan katolik dinbilimi, yanlışlığını ortaya koyabileceğimizi ileri
sürüyorlar. Lord Tennyson’un yiğitçe söylediği bu sözde olduğu gibi: «Yürek
öfkelenmiş bir insan gibi şahlandı ve duydum diye karşılık verdi.»
(*) Ötedenberi din bilginleri insanın Tanrı karşısındaki
durumunu tartışmışlardır. Bir görüşe göre, dünyada olup biten her şeyi Tanrı
önceden kararlaştırmıştır, her evrenin tabiî yasalarına bir yakınlık gösteriyor
ve bu yakınlık mucizelere inanmalarına da engel olmuyordu. XVIII. yüzyılda Newton’un
etkisi altında dinbilim ile tabiat yasaları arasındaki bağlantı daha da arttı.
Öyle sanılıyordu ki, Tanrı dünyayı bir plâna göre yaratmıştır ve tabiat
yasaları da bu plânın tâ kendisidir. XIX. yüzyıla kadar dinbilimi düşünceye
dayanıyordu, sağlam ve açık seçikti; ama, Tanrıya inanmaz olmuş aklın
saldırılana karşı koyabilmek için, son yüzyıl içinde, gittikçe duygulara daha
çok başvurur oldu. İnsanların kafa gücünü serbest bırakıp kendilerini çekmeğe
uğraştı. Böylece, bir deli gömleği olmaktan çıktı, yumuşak bir hırka haline
geldi. Bugün, düşünceye dayanan eski ve ağırbaşlı geleneği sürdüren bir kaç bilgin
katolik din adamı ile bâzı toptancılardan başkası kalmadı. Diğer bütün din
adamları kafadan çok yüreğe seslenerek mantığın tırnaklarını körletmeğe
çalışıyor ve duygularımızla aklımızın sürüklendiği bir sonucun kesin bütün
yapacaklarını önceden alnına yazmıştır. Bununla çatışan bir başka görüşe göre,
insanoğlunun, az da olsa, kaderini değiştirme gücü vardır. İnsan, kendi
çabasıyla, Tanrının kendisine çizdiği kaderi değiştirebilir. Bu son görüşe
göre, Tanrı iradesi karşısında insan iradesinin, eski deyimle, küllî iradenin
karşısında cüzi iradenin bir yeri vardır. İslâmlıkta olsun, Hıristiyanlıkta
olsun, aynı tartışma yüzyıllarca süregelmiştir. Hıristiyanlar arasında bu iki
görüşe göre, değişik mezhepler türemiş ve bu mezhepler arasındaki kavgalar
XVII. yüzyıl sonlarına kadar önemli çatışmalara yol açmıştır. Örneğin,
Jansenistlerle Cizvitler arasındaki çatışma. Cizvitlerin cüzi iradeyi kabul
etmelerine karşılık Jansenistler, kötü bir insanın ancak Tanrının
bağışlamasıyla kurtulabileceğine — bunun dışında — ne yaparsa yapsın
cehennemlik olacağına inanıyorlardı. Doğuda bu çatışma hep küllî iradeden yana
çözülmüş ve bundan ötürü de Doğu, genel olarak, çok daha kaderci, fatalist
kalmıştır. (Çevirenlerin notu).
Günümüzde,
yüreğin atomlarla, nefes borularıyla, denizkestaneleriyle ve araya bilim
karışmadığı sürece ilgilenmeyeceği daha birçok konulara bağlı duyguları vardır.
Günümüzün
din bilginlerinin ileri sürdükleri düşüncelerden biri atomların davranışını
bilmeyişimize dayanarak, insanın cüzi iradesini kurtarmaktır. Görülecek kadar
büyük olan cisimlerin hareketleri ile ilgili eski mekanik yasaları, bu cisimler
için doğruluklarını hiç de yitirmiş sayılmazlar; ama bu yasalar, atomlara, hele
proton ve elektronlara uygulanamıyorlar. Yalın atomların hareketlerini yöneten
yasalar var mı, yok mu? Bu hareketler ne dereceye kadar rastlantılara bağlı?
Bunu kesin olarak bilemiyoruz henüz. Büyük cisimlerin hareketlerini yöneten
yasaların statistik yasaları olması, her biri bir rastlantının etkisi olan
birçok hareketlerin ortalama sonucunu vermesi olağan görünüyor. Bu yasalardan
bazıları ve özellikle termodinamiğin ikinci yasaları statistik yasaları
sayılıyor. Bunlara eklenecek başka yasalar da olabilir. Atomun olağan bir kaç
hali vardır, bunlar içiçe değil, birbirinden küçük, belli aralıklarla
ayrılmışlardır. Bir atom, bu hallerin birinden ötekine atlıyabilir, atlarken de
birbirinden ayrı sıçrayışlar yapabilir. Bugün için şu ya da bu koşullar altında
sıçramanın ne türlü olacağını önceden kestirmemizi sağlıyan bir yasa
bilmiyoruz. Bundan da şu sonuç çıkarılıyor ki, atom bu bakımdan, hiç bir yasaya
uymuyor, benzetme yoluyla «iradei cüziye» diyebileceğimiz bir güç taşıyor.
«Fizik dünyanın özü» adlı eserinde Eddington bu olanak üzerinde bir hayli
duruyor (s. 311). Ona göre, insan düşüncesi beynin atomlarını, şu ya da bu hale
geçirebilir ve böylece, sanki bir düğmeye basarak istemine uygun, geniş
sonuçlar elde edebilir. İstemin kendisine gelince, onun nedeni olmadığını
sanıyor. Dediği doğruysa, fizik dünya, en büyük gövdelerde bile, yasalarla
önceden belirlenmiş değildir, nedensiz insan istemlerine göre değiştirilebilir
demektir.
Bu
görüşün üstünde durmadan önce, « b e I i r i m s i z I i k (indetermination)
ilkesi»nden söz etmek istiyorum. Fiziğe 1927’de Heisenberg’in soktuğu bu ilkeyi
(her halde adı dolayısıyla) birçok din adamı iyi karşıladı. Çünkü, bu ilke
onları matematik yasalarının kulluğundan kurtarabilecekti. Doğrusunu
isterseniz, beni biraz şaşırtan Eddington’un bu ilkenin kullanılmasını
desteklemesidir. (Önceki kitap, s. 306). Bu ilkeye göre, bir parçacığın durumu
ve hızı önceden belirlenemez. Bu iki belirlemenin her birinde bir yanlışlık
payı olacaktır ve her iki yanlışlığın sonucu da değiştirilmez. Başka türlü
söyleyecek olursak, birinin belirlenmesi ne kadar doğru olursa, öbürününki de o
kadar yanlıştır. Yanlışlık payı çok küçüktür elbet. Tekrar söyleyeyim ki,
Eddington’un bu ilkeyi «cüzi irade» sorununa bağlamasına şaşıyorum. Çünkü, bu
ilke tabiat olaylarının belirli olmadığı sonucuna götüremez. Bu ilke sadece
şunu gösterir ki, eski «zaman mekân» görüşü yeni fiziğin ihtiyaçlarını tam
karşılıyamıyor. Bu, artık her bakımdan bilinen bir şey. Eski Yunanlıların
bulduğu «zaman mekân» kavramları günümüze kadar büyük bir başarıyla iş
gördüler. Einstein, onların yerine «mekân zaman» dediği yarı hayvan yarı insan,
bir çeşit karma anlam getirdi, ve yirmi yıl kadar her şey bu görüşle yolunda
gitti. Ama, modern quanta mekaniği daha kökten bir yenilenme zorunluğu ortaya
koydu.
Belirimsizlik
ilkesi bu zorunluğun açıklanmasından başka bir şey değildir. Ama, bu hiç de
fizik yasalarının tabiat olaylarını belirliyecek güçte olmadığını göstermez.
J.E.
Turner (Nature dergisi, 27 Kasım 1930) diyor ki «Belirimsizlik ilkesinin yanlış
anlaşılması, büyük ölçüde, belirli kelimesinin ikiliğinden doğmuştur. Bir
anlamda, bir nicelik ölçüldüğü zaman belirlidir. Bir başka anlamda, bir olay
bir nedenin sonucu olduğu zaman belirlidir. Belirimsizlik ilkesi ölçülere
uygulanabiliyor. Ama, nedenlere uygulanamıyor. Bir parçacığın hızı ve yeri
belirimsizlik ilkesine göre tam ölçülemiyeceği için, belirsizdirler. Bu
ölçülemeyiş hem kendi nedenine, hem de ölçme dediğimiz şeyin ölçülen üzerinde
fizik bir etki yapmasına bağlı fizik bir iştir. Belirimsizlik ilkesinde, fizik
bir olayın nedensiz olabileceği sonucuna götürecek hiç bir şey yoktur.»
Turner’le birlikte şunu söyliyebiliriz: «Doğrulanmadığı sürece belirimsiz
sayılan bir değişmenin kesin anlamda belirimsiz, yâni nedensiz olduğunu ileri
süren her düşünce, bir yanlışa ve yanlış anlamaya dayanır.» Şunu söyliyelim ki,
atoma ve onun sözde cüzi iradesine, gelince bir atomun canı istediği gibi
davrandığını bilmiyoruz. Bir atomun canı istediği gibi davrandığını ileri
sürmek canı istediği gibi davranamıyacağını ileri sürmek kadar yanlıştır.
Bilim, son zamanlarda, atomun eski fizik yasalarına uymadığını ortaya koydu, ve
bâzı fizikler bundan atomun hiç yasaya uymadığı sonucunu çıkarmakta belki çok
acele ettiler. Eddington’un düşüncenin beyin üzerindeki etkileriyle ilgili
görüşü aynı konu üzerinde Descartes’ın görüşlerini hatırlatıyor. Descartes
yaşama gücünün (vis viva) saklanımını (conservation) biliyordu ama, itme
gücündekini bilmiyordu. Onun için de, düşüncenin, canlı varlıkların yönünü
değiştirebileceğine inanıyordu, hareketlerinin hızını değil. Hızın saklanımı
ortaya çıkarılınca, Descartes’ın görüşünden vazgeçildi. Eddington’un görüşü de,
onun gibi, bir yana bırakılabilecektir. Çünkü, deneyci fizikçiler, bugün yarın
tek tek atomların davranışını düzenleyen yasaları bulabilirler. Geçici
olabilecek bir bilgisizliğin üstüne dinsel bir yapı kurmak aşırı bir
atılganlıktır. Böyle yapılar kurulabilse bile, ancak zararlı olabilirler.
Çünkü, insanların elinden yeni buluşlar umudu alınmış olur.
Ama,
cüzi irade inancına salt görgül (empiric) açıdan da karşı konabilir.
Hayvanların ya da insanların davranışları sıkı bir bilim gözlemi altında
tutulabiIdiği zaman, Pavlov’un deneylerinde olduğu gibi, bu davranışların başka
alanlardaki olaylar gibi bilim yasalarıyla doğrulanabildikleri görülmüştür.
Gerçi, insanların bütün yapacaklarını önceden kestiremiyoruz. Ama, bu
kestiremeyiş mekanizmanın karmaşıklığı ile kolayca açıklanabiliyor. Böylesi
savları (iddiaları) yakından inceledik mi, yanlış oldukları görülür her zaman.
Dünyayı gelişi güzel bir yönetimin buyruğunda görmek isteyenler, bunun ne
demeğe varacağını düşünemiyorlar. Tabiatın akışı üstüne ileri sürdüğümüz bütün
düşünceler nedensel (causal) düşüncelerdir ve eğer tabiatı nedensel yasalar
yönetmiyorsa, bizim bütün düşüncelerimiz yıkılır. O zaman, kendi görgümüz
dışında hiç bir şey, nedensel yasalara bağlı olduğu için, biz, kesin anlamda,
yalnız yaşadığımız anın görgüsünü bilebiliriz. Düşünce yoluyla başka insanların
varlığını, hattâ kendi geçmişimizi bilemezsek, nasıl bunca şeylerin varlığını
ileri sürebiliriz. Nedensellik ilkesi doğru ya da yanlış olabilir. Ama, onun
yanlış olduğu savını tutan ve bu savı tutmakla yüreği rahatlayan kimse kendi
düşüncesinin bu davranışla neler yitirdiğini, bindiği dalı kestiğini bilmiyor.
Kendini yakından ilgilendiren bütün nedense! yasaları kabul ediyor, yediği
yemeğin kendini beslediğine, para yatırdığı bankanın kendi imzasını taşıyan
çeki ödeyeceğine inanıyor ama, kendini yakından ilgilendirmeyen ya da işine
gelmiyen yasaları şu ya da bu sebeple tanımak istemiyor. Böyle bir davranışa en
azından «çocuksu» denebilir.
Atomların
davranışları hiç bir yasaya bağlı değildir demenin iler tutar bir yanı yoktur.
Atomların tek tek davranışlarını az çok aydınlatan son zamanların deneysel
metotları olmuştur. Bu davranışın yasalarının henüz bulunmamış olmasında
şaşılacak bir şey yoktur. Bir takım olayların yasalara bağlı olmadığı
ispatlanamaz. Böyle bir ispatlama kökünden ve teorik bakımdan olacak şey
değildir. İleri sürülebilecek tek şey, bu yasaların henüz bulunmamış olduğudur.
Diyebilirsiniz ki, bu yasalar gerçekten var olsaydı atomu inceleyen onları
bulacak kadar yetkilidir. Ama ben böyle bir düşüncenin, bir evren teorisine
temel olacak kadar sağlam bir öncül (premisse) olduğunu sanmıyorum.
2) Matematikçi Tanrı —
Sir Arthur Eddington atomların matematik yasalarına uymayışından dini
çıkarıyor. Sir James Janes ise, dini atomların bu yasalara uymasından
çıkarıyor. Bu çıkarmaları din adamları hep seve seve kabul ediyorlar. Çünkü,
mantık isteği onlarca soğuk aklın isteğidir; bununsa, bizim daha derin olan din
duygularımızla bir ilişkisi yoktur. Eddington’un sıçrayan atomlar görüşüne
dayanan düşüncesini gözden geçirdik. Şimdi, Jeans'ın yıldızların soğuması
üstüne kurduğu düşünceyi gözden geçireceğiz. Jeans’ın Tanrısı Platoncadır.
Onca, Tanrı, ne mühendis, ne biyolojisttir, sadece matematikçidir (The
Mysterious Universe, s. 134). Doğrusunu isterseniz, bence bu çeşit Tanrı, büyük işlere
girişen insanlara benzetilen Tanrı’dan daha iyi. Çünkü, ben düşünceyi, yapmaktan daha önemli
buluyorum. Yapıcı bir Tanrı düşünen din adamı adele gücünün etkisi altında gibi
görünüyor. Kasları gergin bir insan yapıcı bir Tanrıya inanır. Kasları gevşek
bir adamsa bir düşünce ve derinleştirme Tanrısına inanır. Sir James Jeans
Tanrıcı görüşlerine güvendiği için, evrimcilerin görüşlerine pek sert
davranıyor. Esrarlı evren üstüne yazdığı kitap, güneşin bir hayat tarihçesiyle
başlıyor. Nerdeyse güneşin bir mezar taşı kitabesini yazıyor. Onca, yüz
binlerce yıldızın bir tekinin, yalnız bir tekinin gezegenleri vardır. Ama,
aşağı yukarı 2 milyon yıl önce, güneş nasılsa bir başka yıldızla buluşmuş, bu
buluşma da bir hayli bereketli olmuş; çünkü, var olan gezegenler düzeni ondan
doğmuş. Gezegenleri olmayan yıldızlar hayat yaratamazlar. Onun için de hayat
evrende binde bir rastlanan bir şeydir. «Evrenin, başlangıçta bizimkine benzer
bir hayat yaratmak üzere kurulduğu inanılmaz bir şey gibi geliyor, diyor Sir
James Jeans, öyle olsaydı, bu düzenin büyüklüğü ile yarattığı şey arasında iyi
bir orantı bulunurdu.» Evrenin bu az raslanılır köşesinde bile, yaşama yalnız
çok sıcak ile çok soğuk iklim arasındaki bir ortamda mümkündür. «İnsan soyunun
tragedyası şudur ki, evrenin özü hayatı besleyip sürdüremeyecek kadar sıcak
olduğu halde insanoğlu, ister istemez soğuktan öleceğe benziyor.» Hayatı
yaradılışın amacı olarak gören tanrıbilimciler, astronomide de aldanıyorlar,
kendilerine ve benzerlerine gereğinde çok değer veriyorlar. Jeans’ın modern
fizik üstüne, madde ve ışınlaşma üstüne, görelilik ve eter üstüne yazdığı güzel
bölümleri özetlemeğe kalkmıyacağım. Bunlar yeterince kısa oldukları için hiç
bir özet onları tam anlatamaz. Bununla beraber, okuma isteğinizi arttırmak
için, kendi verdiği özeti buraya alacağım.
«Kendimi özetliyecek olursam diyebilirim ki: Düzensiz ve
buruşuk yüzeyli bir sabun köpüğü, göreci teorinin ortaya koyduğu evreni yalın
ve kabaca anlatmak için verilebilecek en iyi örnektir bence. Evren, sabun
köpüğünün içine değil, yüzeyine benzer ve hiç unutmamalı ki, sabun köpüğünün
yalnız iki boyutu vardır, evren kabarcığınınsa dört: Üç uzay boyutu, bir de
zaman. Bu kabarcığı meydana getiren öz, yâni sabunun zarıysa, boş zaman ile,
içiçe boş uzaydan başka bir şey değildir.»
Kitabın
son bölümü, sabun köpüğünü matematikçi bir Tanrı gücünün, matematik
özelliklerine duyduğu ilgiyle şişirdiğini ispatlamaya çalışıyor.
Tanrıbilimciler bu küçük okşayıştan kendilerine büyük pay çıkardılar. Bilginler
kendilerine bir Tanrı versin de, bu Tanrı nasıl olursa olsun. Sir James
Jeans’ın Tanrısı, Eflatununki gibi toplamlara meraklı bir Tanrıdır. Ama, soyut
bir matematikçi olduğu için, vardığı rakamın ne olduğu onu ilgilendirmez. Sayın
bilgin, yeni fizikten aldığı bir çok çetin tanıtlarla bu Tanrıya, aslında
olmayan derinlik havası veriyor. Bu görüş kısaca şöyledir: Madem iki elma iki
elmaya eklenince dört elma eder, öyleyse Tanrı iki kere ikinin dört ettiğini
biliyordu. Buna karşı, bir kadınla bir erkeğin, kimi zaman üç ettiği ve
Yaradanın toplamda sanıldığı kadar güçlü olmadığı söylenebilir. Daha ciddî
konuşacak olursak, diyebiliriz ki, Sir James Jeans, piskopos Berkeley’in
teorisini yeniden ele alıyor. Bu teoriye göre, var olan yalnız idea’lardır, ve
dış dünyada gördüğümüz süreklilik tam olmasa da, Tanrının uzun zaman nesneleri
de düşünmesinden geliyor. Örneğin, nesneler hiç bir insan onlara bakmadığı
zaman var olmaktan çıkmıyorlar. Çünkü, Tanrı onlara her zaman bakıyor, daha
doğrusu, bu nesneler onun kafasında her zaman birer düşünce olarak yaşıyor.
«Evreni en iyi anlatmanın yolu, çok eski ve uyarsız da olsa, onu bir salt
düşünce olarak göstermektir. Bu düşünce, daha anlaşılır bir kelime
bulamadığımız için, matematikçi düşünür dediğimiz bir varlığın düşüncesidir.»
Biraz ileride şunu öğreniyoruz ki, Tanrının düşüncesini yöneten yasalar uyanık
hayatımızın olaylarını yöneten yasalardır ama, düşlerimiz yöneten değil.
Heyecanlarına
dokunmıyan başka bir konuda Sir James Jeans’ın bu ispatlamasında arıyacağı
bilimsel kesinliği aramadığını görüyoruz. Bir çok ayrıntılar bir yana, soyut
matematik ile uygulanan matematik alanlarını birbirine karıştırmakla temelden
bir yanılgıya düşmüş oluyor. Soyut matematik hiç gözleme bağlı değildir, onun
işi sembollerledir ve değişik sembollere dayandığı içindir ki deneye başvurulmaksızın
incenelebilir. Fizik ise, tersine, ne kadar matematiksel olursa olsun, baştan
başa gözleme ve deneye, yani, önünde sonunda, duyuların algısına bağlıdır.
Matematikçi her çeşit matematikle uğraşır ve uğraştığı dalların sadece bir kaçı
fizikçinin işine yarar. Ve fizikçinin matematiği kullanırken ileri sürdüğü,
soyut matematiklerin ileri sürdüğünden apayrıdır. Fizikçi kullandığı matematik
sembolerinin, sadece duygu izlenimlerinin yorumlanmasına, birbirine
bağlanmasına ve önceden kestirilmesine yaradığını söyler. Yaptığı iş ne kadar
soyut olursa olsun, deneyle ilişiğini kesmez. Matematik formüllerinin evreni
yöneten bâzı yasaları anlatabileceği ortaya konmuştur diye Jeans bu yasaların
işleyişini görme hevesiyle dünyayı bir matematikçinin yarattığı sonucuna
varıyor. Bu görüşe kesinlik kazandırmaya çalışsaydı, eminim ki, ne kadar
aldatıcı olduğunu görmekte gecikmezdi. Hem zaten, her hangi bir usta
matematikçi bir dünyayı, herhangi bir dünyayı genel yasalar çerçevesi içine
sokabilir. Böyle olunca, yeni fiziğin matematik niteliği dünya ile ilgili bir
olay değil, sadece fizikçinin ustalığını gösteren bir şeydir. Sonra şu da var:
Eğer Tanrı onu savunan kahramanların sandıkları kadar arı bir matematikçi
olsaydı, düşüncelerine kaba bir dış varlık vermek isteğine kapılmazdı. Bir
takım eğriler çizmek ve geometrik yapılar kurmak hevesi okul çağındaki
çocukların işidir ve bir öğretmen bunları kendine yakıştırmaz. Bununla beraber, Sir J. Jeans bu hevese
kapılmış görüyor yaratıcısını. Onca, dünya düşüncelerden kuruludur.
Bu
düşünceler üç türlüdür: Tanrı düşünceleri, uyanık insanların düşünceleri ve
uyuyan, kötü düşler gören insanların düşünceleri. Bu son iki çeşit düşünce
Evren’in yetkinliğine ne ekliyor, orası pek anlaşılmıyor. Tanrı düşüncelerinin
en iyileri olacağı besbelli ama, öteki baş belâlarının neye yaradığı belli
değil. Bir zamanlar çok bilgin ve çok softa bir
tanrıbilimci tanımıştım. Bana, uzun araştırmalardan sonra her şeyi anladığını,
yalnız Tanrının niçin dünyayı
yarattığını anlamadığını söylemişti. Bu çetin sorun üstünde Sir J. Jeans’ın
durması iyi olur. Belki bunu çözümler de din bilginlerinin gönlünü hoş eder.
3) Yaratıcı Tanrı —
Bugünkü bilimin karşılaştığı en ciddî zorluklardan biri Evren’in bir dağılmaya
doğru gitmesinden geliyor. Örneğin, dünyada radyoaktif nesneler var. Bunlar
durmadan daha basit öğelere ayrılıyorlar ve bunları yeniden birleştirmenin yolu
bulunamıyor. Ama, dünyanın dağılma halinde olduğunu gösteren yalnız bu değil.
Daha önemli ve daha çetrefil gerçekler de gösteriyor bunu. Her ne kadar basit
öğelerin karmaşık öğeleri nasıl yarattığını bilmiyorsak da, böyle bir şeyin
nasıl olabileceğini düşünebiliriz ve belki de bir yerde buna benzer oluşmalar
vardır. Ama, termodinamiğin ikinci yasasına gelince, daha büyük bir zorlukla
karşılaşıyoruz.
Kaba
olarak termodinamiğin ortaya koyduğu ikinci yasa şudur: Nesneler kendi
hallerine bırakıldıkları zaman düzensiz bir duruma düşerler ve kendiliklerinden
ilk düzenlerini bulamazlar. Sanıldığına göre, çok eski bir zamanda Evren tam
bir düzen içindeydi, her şey yerli yerindeydi, sonradan gittikçe düzeni
bozulmaya başladı, o kadar ki. Evren’i ilk durumuna götürmek için bir zor
görmesi gerekir. Termodinamiğin ikinci yasası, ilk biçimiyle daha az bir şey
atıyordu ortaya. Özellikle diyordu ki, yan yana gelen iki nesnenin ısıları ayrı
ayrıdır; bunlardan daha sıcak olanı bu buluşmada daha soğuk, daha soğuk olansa
daha sıcak olur ve sonunda iki nesnenin ısısı eşitleşir. Bu açıdan yasa
herkesin bildiği şu olayı ortaya koyar: Elinizde kızıl kor haline gelmiş bir
nesneyi tuttuğunuz zaman, bu nesnenin kendisi bir yandan soğurken çevresindeki
hava da ısınır. Ama, çok geçmeden görülür ki bu yasanın daha genel bir anlamı
vardır. Çok sıcak nesnelerin parçacıkları çok hızlı bir devinim içinde
oldukları halde, soğuk nesnelerin parçacıkları daha ağır devinirler. Çabuk
devinimli bir çok parçacıklar ağır devinimli parçacıklarla bir arada bulundular
mı, zamanla çabuklar ağırlara çarpa çarpa iki taraf ortalama bir hıza varır. Bu
gerçek, enerjinin bütün biçimlerine uygulanır. Bir yerde çok büyük bir enerji,
onun yanı başında küçük bir enerji varsa, her zaman büyük enerji küçük enerjiye
geçerek eşit duruma girerler. Bu oluşu bir demokrasi eğilimi olarak
belirtebiliriz. Bu oluş tersinmez olduğu (yâni küçük enerji büyük enerjiye geçmediği
için) geçmiş zamanlarda devlet gücünün dağılışında her halde bugünkü kadar
eşitlik yoktu (yâni güç, azınlıktan çoğunluğa geçemiyordu.) Bugün madde dünyası
bitimli sayıldığına, ve bilinmemekle beraber belli elektron ve proton sayısı
ile kurulduğuna göre, enerjinin belli bir yerde başka bir yerden daha fazla
birikmiş kalması teorik bakımdan zamanla sınırlıdır. Dünyanın gelişmesini
geriye doğru izliyecek olursak, sayısız yıllar sonra (ama her halde 4004’den
fazla) dünyanın daha öncesi olamayacak bir durumuna varırdık, eğer
termodinamiğin ikinci yasası orada yürürlükte ise, Dünyanın bu ilk halinde,
enerji mümkün olduğu kadar eşitsizlikle dağılmış olacaktı. Bu konuda Eddington
şunları söylüyor:
«Sonsuz
bir geçmiş düşüncesinin zorunluğu meydandadır. Kendimizi sonsuz bir hazırlama
çağının mirasçıları sayamayız. Kendinden öncesi olmayan bir zamanı düşünmek de
imkânsız. Zamanın başlangıcı dilemma'sı bizi daha da şaşırtırdı, eğer sonsuz
zamanla bizim aramıza giren daha ezici bir başka zorunluk bu dilemmayı gizlemeseydi.
Evren’in derece düşümünü inceledik. Bu konu üzerinde düşündüklerimiz doğruysa,
evrendeki büyük değişme zamanın başlangıcı ile bizim zamanımız arasında bir
yerdedir.
«Geçmişe
doğru yükseldikçe, git gide düzenli bir dünya buluyoruz. Daha yukarılara
gitmemize hiç bir engel çıkmazsa, öyle bir zamana varırız ki, orada dünyanın
enerjisi rastlantıya hiç yer vermiyen kusursuz bir düzen içindedir. Bugünkü
tabiat yasaları sistemine göre daha yukarı çıkamıyoruz. Kusursuz düzen sözünün
bir kaçamak olduğunu sanmıyorum. Bizi ilgilendiren düzen tıpa tıp
belirlenebilir bir düzendir ve kusursuz olduğu bir nokta vardır. Gittikçe
yükselen sonsuz düzenleme halleri olamaz. Kusursuzluk noktasının da gittikçe
daha yavaş yaklaşılan bir yer olduğunu sanmıyorum. Kusursuz ya da tam düzen,
kusurlu düzenden daha az fire verme yolunda değildir.
«Hiç
duraksamadan kabul edebiliriz ki, üç çeyrek yüzyıldan beri kurulan fizik şeması
ile Evren’in öz temellerinin kusursuz bir düzen içinde yaratılmış olduğu bir
zaman bulabiliriz. Elverir ki, daha önce var olan öz temellerde bu düzen
bulunup da sonradan kaybedilmiş olmasın. Ayrıca, bu düzende hiç bir şey
rastlantıdan doğmuş olamazdı. Çünkü o, rastlantı ile doğamayacak bir şeydir.
«Uzun
zaman bu durum fazla kaba maddeciliğe karşı kullanıldı. Bu, biz insanların
zamanından sonsuz uzaklıkta olmayan bir zamanla Yaradan’ın işe karışmasının
bilimsel bir tanıtı sayılır. Bence bu fizik şemadan sonuçlar çıkarmakta acele
etmemeliyiz.
«Bilginler
ve tanrıbilimciler, bugünkü termodinamik araştırmaların hepsinde ustaca
gizlenen Tanrıcı doktrinin çocuksu kabalığını görmelidirler. Bu doktrine göre,
Tanrı bir kaç milyar sene önce Evren'e son biçimini vermiş ve sonra onu
rastlantıya bırakmıştı. Bilginin yapacağı burada, termodinamik gelişme üstüne
bir varsayımda kalmak ve bir inanç bildirme yoluna gitmemektir. Bir bilim adamı
olarak ben, dünyanın bugünkü durumunun bir sıçramadan doğduğuna inanmıyorum.
Bilim dışı bir açıdan da, sözü geçen varsayımın gerektirdiği süreksiz bir
Tanrılık kavramını da kabul edemem. Bu işin içinden nasıl çıkılır bilmem.» (Eddington:
The Nature of the Physical World, 1928, s, 83 vd.).
Bu
sözlerden anlaşıldığına göre, Eddington bir yaratıcının elinden çıkmış belli
bir yaradılışı tutmuyor.
Tutmamasının
tek nedeni de, bu düşünceden hoşlanmamasıdır. Kabul etmediği sonucu destekliyen
bilimsel tanıt «cüzi irade» yi destekliyen tanıttan çok daha sağlamdır. Çünkü,
biri bilimsizliğe, öbürüyse (bizim burada incelediğimiz) bilgiye dayanıyor. Bu
da gösteriyor ki, bilginlerin bilimlerinden çıkardıkları Tanrıbilim sonuçları
sadece hoşlarına gittiği için kabul ettikleri sonuçlardır. Ne kadar akıl yoluna
baş vurursa vursunlar, bu sonuçların dinsel inançlara aykırılığını bir türlü
benimsemiyorlar. Bana kalırsa şunu kabul etmeliyiz ki, Evren’in bizden sonsuz
bir uzaklıkta olmayan bir zamanda bir başlangıcı olduğu düşüncesi, son
zamanlarda bilginlerin bize kabul ettirmek istediği Tanrıbilim sonuçlarından
çok daha savunulmaya elverişli görünüyor. Bilimsel kanıtın ispatlayıcı bir
kesinliği yoktur. Termodinamiğin ikinci yasası her yerde, her zaman
geçmeyebilir. Ya da, Evren’in uzayda sonlu olduğunu düşünmekte aldanıyoruz.
Ama, bu çeşit kanıtlarda her zaman olduğu gibi, bu kanıt da iyidir ve bence
yeni bir duruma kadar dünyanın, bilinmemekle beraber, belli bir zamanda bir
başlangıcı olduğunu kabul edebiliriz.
Bundan,
dünyanın bir yaratıcısı olduğu sonucuna varabilir miyiz? Bilimin sağlam
kurallarına bağlı kalmak istiyorsak, elbette hayır diyeceğiz. Dünyanın bir
başlangıcı olmadığı düşüncesine hiç bir mantık karşı koyamaz, bunu garip
bulabiliriz sadece. Ama, garip görünen bir şeyin gerçekleşmiyeceğini gösteren
hiç bir tabiat yasası da yoktur. Bir yaratıcı öne sürmek bir neden öne
sürmektir. Nedensel sonuçlamalarsa, bilimde ancak nedensel yasaların gözlemine
dayandığı zaman kabul edilebilir. Oysa, hiçten başlayan bir yaradılış şimdiye
kadar görülmüş bir şey değildir. Böyle ce, dünyanın nedeni bir yaratıcıdır
demek, dünyanın neden yoktur demekten daha akla uygun değildir.
Ayrıca,
dünyayı bir yaratıcının kurduğu varsayımı, bence hiç bir fayda sağlamıyor. Bir
yaratıcı olsun olmasın, dünya neyse odur. Size kötü şarap satmaya kalkarlarsa,
bu şarap üzümden çıkarılacak yerde laboratuvarlarda hazırlandı diye onu daha
iyi bulmazsınız. Onun gibi, «hiç de hoş olmayan bu Evren’in» belli bir amaçla
bir laboratuvardan çıkmış olmasında ne kazancımız olacağını göremiyorum.
Bâzı
kimseler (ki Eddington onlar arasında değildir) şununla avunuyorlar ki, dünyayı
Tanrı yaratmış olursa, bozulduğu zaman onu düzeltebilir. Bense, hoşa gitmiyen bir
oluşun durmadan tekrarlanmakla ne diye daha hoş olabileceğini kavrıyamıyorum.
Belki de dinsel duygum eksik de ondan.
Bugünlerde
eski biçim maddecilikten ve onu yeni fiziğin çürüttüğünden çok söz ediliyor.
Aslında, fiziğin değişen yanı teknik yanıdır. Filozoflar ne derse desin,
eskiden fizik, teknik bakımından maddenin küçük sert parçalardan meydana
geldiği düşüncesine dayanıyordu. Bugün öyle değil artık. Ama Demokritos’dan
sonra, bu küçük sert parçalara inanmış filozoflar pek azdır. Berkeley ve Hume buna
hiç inanmıyorlardı her halde. Leibniz, Kant ve Hegel de öyle. Kendisi de
fizikçi olan Mach çok başka bir doktrin ileri sürüyordu. Az çok felsefeye
bulanmış bilginliği ile bu küçük sert parçaların teknik bir uydurma olduğunu
kabul etmeğe hazırdı. Böyle anlaşılınca, maddecilik ölmüştür. Ama, daha önemli
bir başka açıdan maddecilik her zamankinden daha diridir. Önemli sorun,
maddenin küçük parçacıklar ya da başka bir şeyden kurulu olup olmadığını bilmek
değil, tabiattaki gelişmenin fizik kanunlarına bağlı olup olmadığını bilmektir.
Biyolojik, fizyoIojik ve psikolojik ilerlemeleri her zamankinden daha büyük bir
olağanlıkla gösterdi ki, tabiat olayları fizik yasalarının buyruğundadır. İşte
gerçekten önemli olan da budur. Bunu anlatmak için, hayat bilimleri ile uğraşanların
düşüncelerinden bâzıları üzerinde duracağız.
4) Evrimci Tanrıbilim —
Evrim önceleri dine düşman sayıldı. Köktenciler (Fondamentalist) hâlâ öyle
sayıyorlar. Ama, yeni türeyen bütün bir dinciler okulu da evrimde çağlar
boyunca ağır ağır gerçekleşen bir Tanrı plânı görüyor. Kimi, bu plânın Tanrının
düşüncesinde olduğu, kimi de canlı yaratıkların belirsiz isteklerinde saklı
olduğunu ileri sürüyor.
Kimine
göre, bizler Tanrının isteklerini gerçekleştiriyoruz, kimine göre de,
sandığımızdan daha iyi olan kendi isteklerimizi. Tartışılan bir çok sorunlar
gibi evrim sorunu da bir hayli ıvır zıvırla doldu. Eskiden Huxley ve Gladston
Nineteenth Century dergisinde hıristiyan dininin doğruluğu üstüne tartışılırken
her şey Gadarin domuzunun bir Yahudiye mi yoksa bir gentil’e (Yahudilere göre
yabancılar, hıristiyanlara göre payenler) mi ait olduğu konusu etrafında
dönüyordu. Çünkü, ancak ikinci halde bu hayvanların öldürülmesi, özel bir mala
haksızca saldırış oluyordu. Yine bunun gibi evrimin erekliliği (finality)
sorunu da amophila’nın yaşayışı, tersine çevrilen deniz kestanelerinin
davranışı, axoiatl’ın karada ve denizdeki alışkanlıkları gibi ayrıntılara
döküldü. Oysa, bu sorunları, ne kadar önemli de olsalar, uzmanlara bırakmak
gerekir.
Fizikten
biyolojiye geçerken sanki cosmic’den kilise dünyasına geçiyoruz. Fizikte ve
astronomide, genel olarak evrenle karşılaşırız, sadece evrenin bizim
bulunduğumuz köşesiyle ya da bizim gördüğümüz yanıyla değil. Kozmik bakımdan
hayat, az önemli bir olaydır. Çok az yıldızın peykleri vardır ve hayata
elverişli koşullar gösteren peykler de çok azdır. Dünyamızda bile, hayat
maddenin çok küçük bir parçasına, yüze en yakın yerine özgüdür. Varlığın en
uzun geçmişinde dünya yuvarlağı hayatla uzlaşamayacak kadar sıcaktır. Varlığının
en uzun geleceğinde de hayatla uzlaşamayacak kadar soğuk olacaktır. Şu anda
hayatın yalnız bizim dünyamızda olup başka hiç bir yerde olmaması hiç de
imkânsız değildir. Ama çok cömert davranıp da uzaya serpili yüz binlerce başka
yıldızlarda hayat olduğunu kabul etsek bile, bütün yaradılışın amacı hayattır
diyemeyiz. Çünkü, yaşıyan madde, koca evrenin önemsiz bir ürünüdür nihayet. Bir
çok yaşlı baylar, sonu iyiye bağlanmak şartıyla bir takım sıkıcı hikâyeler
dinlemekten hoşlanırlar. Bütün bu hikâyelerin hepsinden uzun ve vardığı sonuç
hepsinden daha kısa olan bir hikâye düşünün. Böyle biyolojistlerin görüşüne
göre, Tanrının yaratıcı çalışmaları üzerine çok az bir fikir edinebiliriz.
Üstelik de hikâyenin sonucu bu kadar uzun bir önsöz yanında çok küçük kalır.
Tilkinin kuyruğu ile, ardıç kuşunun ötüşü ile, yabani tekenin boynuzlan ile
uğraşılmasına bir şey demem. Ama, tanrıbilimcilerin böbürlene böbürlene
uğraştıkları bunlar değildir. Onları ilgilendiren insanın ruhudur. Ne yazık ki,
insan soyunun değerleri üstüne söz söyliyecek tarafsız bir yargıç yoktur. Bana
sorarsanız insanın zehirli gazlarını, mikrop savaşı araştırmalarını, bütün
işkencelerini, baskılarını, türlü kötülüklerini düşününce, yaradılışın baş tâcı
sayılan bu soyu pek o kadar parlak görmüyorum. Ama geçelim bunu.
Evrimin
oluşmasında kendinden ya da aşkın bir ereklilik (finality) varsayımı gerektiren
bir şey var mı? Asıl sorun budur. Biyolojist olmayan biri için bu konuda
duraksamadan konuşmak zordur. Bununla beraber, ereklilikten yana ileri sürülen
tanıtlar hiç de inandırıcı gelmedi bana. Canlıların ve bitkilerin davranışı şu
ya da bu özellikleri dolayısıyla şu ya da bu sonuçlara varınca, biyolojist
bunları davranışın bir amacı diye yorumluyor. Hiç değilse bitkilerde,
biyolojist, genel olarak, bu erekliliğin organizmaca bilinçli olarak
duyulmadığını kabul ediyor. Sonucu Tanrının baştan zorla koyduğunu ispatlamak
istiyorsa, işine gelir bu. Ama benim anlamadığım şu: Neden akıllı bir Yaradan
organik dünyada olan biten her şeyi önceden kurar da, amaçlarını bize zorla
kabul ettirmeğe kalkar, bu amaçları kendinden bilmeğe zorlar bizi? Bir de şu
var: Bilimsel araştırmanın gelişmesi, yaşıyan maddenin fizik ve kimya
yasalarından başka bir şeyle yönetildiğini gösteren hiç bir tanıt getirmiş
değildir. Örneğin, sindirim oluşmasını ele alalım: Bu oluşmanın ilk adımı
dışarıdan yiyeceğin alınmasıdır. Bu alış bir çok hayvan üstünde ve özellikle
tavuklarda incelenmiştir. Yeni doğan civcivlerde, yutabilecekleri tane
büyüklüğünde ve biçimindeki her şeyi gagalamaya iten bir tepke (reflexe)
vardır. Bir çok denemelerden sonra, bu koşulsuz tepke koşullu bir tepke oluyor.
Tıpkı Pavlov’un incelemesinde olduğu gibi. Aynı davranışı çocuklarda da
görüyoruz. Onlar da yalnız annelerinin memelerini değil, fizik bakımından
emilebilecek her nesneyi emerler, omuzlarından, kollarından, ellerinden yiyecek
çıkarmaya çalışırlar, aylarca süren denemelerden sonradır ki, yiyecek alma
çabalarını memelerde sınırlarlar. Emmek çocuklarda, başlangıçta, koşulsuz bir
tepkedir, hiç de bir akıl işi değildir. Emmenin başarılı olması ananın aklına
bağlıdır. Emme ve yutma deneme yoluyla koşullu olan koşulsuz tepkelerdir.
Sindirim sırasında yiyeceğin geçirdiği kimyasal değişmeler bütün aşamalar
içinde titizce incelenmiş ve hiç bir yerde bir hayat ilkesinin işe karıştığı
varsayımını haklı çıkaracak tek şey görülmemiştir.
Bir
de üremeyi ele alalım. Canlılar dünyasında evrensel olmamakla beraber, en
ilginç canlı özelliklerinden biridir. Bu oluşmanın da bugün esrarlı
diyebileceğimiz hiç bir yanı yoktur. Bütün inceliklerini bildiğimizi söylemek
istemiyorum. Ama, mekaniksel ilkelerin açıkladığı olaylar o kadar boldur ki,
bunlara dayanarak üreme işinin tam bir açıklamasına varabileceğimiz umulabilir.
Otuz yıl önce J. Loeb bir yumurtadan, ispermatozoitleri işe karıştırmadan
civciv çıkartma yolunu buldu. Kendi denemelerinin ve başka araştırıcıların
vardıkları sonuçları şöylece özetliyor: «Kesin
olarak söyliyebiliriz ki, bâzı fizik kimyasal etkenler spermatozoitlerin
gördüğü işin tıpkısını görebilmektedir.» (The Mechanistic Conception of
Life, 1912, s. 1.)
Üremeye
sıkı sıkıya bağlı olan soyaçekim sorununu da ele alalım. Bu konu üstündeki
bilimsel bilgilerimizin durumunu Prof. Hogben Canlı Maddenin Yapısı adlı
kitabında ve özellikle akrabalığın atomcu kavramı bölümünde pek ustaca
göstermiştir. Bu bölümü okuyunca bilgin olınıyan herkes Mendel teorisini,
kromozomu, mutant’ları falan gerektiği kadar anlar. Bu konular üstüne bunca
bilgilerimiz varken soyaçekimin hâlâ önünde boyun eğeceğimiz bir sır
sayılmasını anlamıyorum. Deneyse! ambriyoloji daha yeni olmakla beraber
övülecek sonuçlar vermiştir. Bu koldaki çalışmalar organizmanın eski biyolojide
sanıldığı kadar katı olmadığını göstermiştir.
«Bir
kertenkele yavrusunun gözünü bir başka canlının kafasına aşılamak bugünkü
biyolojinin gündelik deneyleri arasındadır. Bugün laboratuvarlarda beş pençeli,
iki kafalı deniz kertenkeleleri elde ediliyor.» (Hogben, Adı geçen eser, s.
111.).
Ama
okucuyu diyebilir ki, bütün bunlar yalnız bedeni ilgilendirir. Ruh üstüne ne
diyeceğiz? Ruh bakımından sorun o kadar basit değil. İlkin şunu söyliyeyim:
Canlıların kafa oluşmaları tamamiyle varsayımlara dayanır. Canlılar üzerindeki
bilimsel inceleme yalnız davranışlarım ve gözleme girebilen oluşmalarını ele
almalıdır. Bununla canlıların ruhları olmadığını söylemek istemiyorum. Demek
istiyorum ki, bilimin sınırları içinde kalmak istiyorsak, ruhlarından şu ya da
bu şekilde sözetmekten vaz geçmeliyiz. Beden davranışı nedenleri açıklamaya
yeter, yâni bu açıklama ruh diye gözleme girmez bir varlığın işe karışmasını
gerektirmez. Koşullu tepkeler (reflexe) teorisi, eskiden yalnız ilk denemelerle
açıklanabileceği sanılan bütün haller için doyurucu bir açıklama yolu getirdi.
İnsanlarda bile bedensel davranış ruh diye bir etkene başvurmaksızın
açıklanabiliyor. Ne var ki, insanların davranışı daha karmaşık olması ve kendi
düşüncelerimizle bir ruhumuz olduğu kanısına varmamız yüzünden bu teori insan
konusunda kolay kolay kabul edilmiyor. İnsanda, genel olarak, ruh adı verilen
bir şey bulunduğunu biliyoruz, orası su götürmez. Ama, bir şeyler bilmekle,
bildiğimiz şeyin ne olduğunu tam olarak söyliyemiyoruz. Bedensel davranışımızın
sadece fizik nedenlere dayanmadığını ispatlamak da ayrıca zor. Kendimizi
yoklayınca, öyle geliyor ki bize, içimizde irade denen bir şey var; «irademize
bağlı» dediğimiz davranışların nedeni odur. Bununla beraber, bu davranışların
bir fizik nedenleri zincirine bağlı olmaları pek olağandır. Fiziğin konusu
artık eski anlamdaki madde olmadığı için düşünce dediğimiz şeyin fiziğin eski
madde kavramı yerine koyduğu bütünlüklerin bir parçası olması da pek âlâ mümkündür.
Ruh madde ikiliği tarihe karışmıştır; madde ruha, ruh da maddeye, bilimin
başlangıcında sanıldığından çok daha benzer olmuştur. Gerçekten var olan şey
eski materyalizmin bilardo bilyaları ile eski psikolojinin ruhu arasındaki
ortalama bir şeydir diyesimiz geliyor.
Ama
burada yapılacak önemli bir ayırma var. Önce ele alacağımız sorun dünyanın
hangi özden yapıldığını bilmektir. Nedensel yapısı sorunu sonra gelir. Bilim tâ
başlangıcından beri hemen yalnız gözlemlediğimiz şeyin nedenlerini aradı.
Oluşmaları kuran öğeleri çözümleme yoluna gitmedi. Fiziğin alabildiğine soyut
şeması dünyanın nedensel yapısını verirken, onu kuran nesnelerin rengini,
çeşitliliğini, bireyselliğini hesaba katmaz görünüyor. Fiziğin ortaya koyduğu
nedensel yapı, insan bedeninin davranışını yöneten nedensel yasaları bilmemize
yarar; bunu söylemekle fiziğin yaptığı soyutlamanın bize insan ruhunun özü ya
da madde dediğimiz şeyin gerçek kuruluşu üstüne bir şey öğretir demek
istemiyorum. Eski materyalizmin bilardo bilyaları yeni fiziğin şemasına
giremiyecek kadar somut ve duygusaldı. Ama aynı şeyi düşünceler için de
söyliyebiliriz. Nedensellik oluşmalarını incelediğimiz zaman gerçek dünyanın
somut çeşitliliği bize sudan bir şey gibi geliyor. Bir örnek alalım. Kaldıraç
ilkesi, anlaşılması kolay bir şeydir. Kaldıraçın işlemesi, dayanak noktasının,
küçük bir karşı komanın karşılıklı durumlarına bağlıdır. Öyle bir kaldıraç
düşünün ki, dâhi bir ressam bakmaya doyulmaz resimler yapmış olsun üstüne. Bu
resimler bizi duygulandırma bakımından kaldıraçın mekanik özelliklerinden çok
daha önemli olmakla beraber, bu özellikler üstüne hiç bir tepki yapmazlar ve
kaldıraçın gücünü açıklarken onları hiçe sayabiliriz. Dünya da böyledir.
Kavradığımız haliyle dünya zengin ve değişiktir. Kimi yanları güzel, kimi
yanları çirkindir; kimi yanları iyi, kimi yanları kötü. Ama, bütün bunların
nesnelerin nedensel özellikleriyle hiç bir ilişkisi yoktur. Bilim ise, yalnız
bu özelliklerle ilgilenir. Bu özellikleri bütünüyle bilmekle dünyayı tam olarak
bileceğimizi söyliyemem. Çünkü, dünyanın somut çeşitliliği de daha az bilinmesi
gereken bir şey değildir. Benim bundan demek istediğim şu: Bilim nedensel
diyebileceğimiz bir çeşit bilgidir. Bu bilgi yalnız fiziksel ve kimyasal
özelikler konusunda canlı varlıklar için bile tam bir bilgi olabilir pekâlâ.
Bunu söylerken, bugün kesin olarak bilinen gerçeklerin ötesine gidiyorum. Ama,
son yıllarda fizyoloji, biyolojik kimya ve ambriyoloji alanında duyular
üzerinde yapılan araştırmalarda elde edilen sonuçlar bu inancı büyük ölçüde destekliyorlar.
(Bak: The Basis of Sensation, E. . D, Adrian 1928.).
Lloyd
Morgan’ın Emergerst Evolution (1923) ve Life and Spirit (1926] adlı eserlerinde
dinsel eğilimli bir biyolojistin görüşünü en iyi açıklanmış şekliyle
görebiliriz. Lloyd Morgan, dünyanın gelişmesinde, özellikle Emergerst evolution
dediği şeyde tanrısal bir maksat olduğuna inanıyor. İyi anladımsa, Emergent
evolution dediği şey şudur: Az ya da çok sayıda nesneler kimi zaman o türlü bir
bütün kurarlar ki, bu bütünün bir özelliği ayrı ayrı nesnelerin hiç birinde
bulunmaz, bu nesnelerin hiç bir özeliğine ya da bunların düzenine bağlanamaz.
Atom, molekül ve kristalin gösterdiği özellikler, aldanmıyorsam, Lloyd Morgan’a
göre, bunların kurucu öğelerinin özelliklerine bağlanamaz. Daha yüksek bir
ölçüde, canlı organizmaların ve hele ruh denen şeyi taşıyan üstün
organizmaların durumu da budur. Lloyd Morgan’a göre, ruhlarımız fizik
organizmadan ayrılamaz ama, ruhun özellikleri, uzayda atomların belli bir
düzeni olarak gördüğü organizmanın özelliklerine bağlanamaz. «Emergent
Evolution, diyor, evren boyunca tanrısal maksat dediğim şeyin ortaya çıkması,
görünür hale gelmesidir.» (Emergent Evolution, s. 288).
Yazar
neye dayanarak bunları gösterdiğini söyleseydi, görünüşü daha kolay
inceliyebilirdik. Ama benim gördüğüm kadarıyla Prof. Lloyd Morgan, öğretisinin
kendi kendine dayandığını ve ispatlanması için akıl yoluna ihtiyacı olmadığını
sanıyor. Prof. Lloyd Morgan’ın yanlış düşündüğünü ileri sürecek değilim. Ama bu
demek oluyor ki, sonsuz gücü olan bir varlık vardır. Bu varlık çocukların
menenjitten, yaşlıların kanserden ölmesini hoş görüyor. Bunlar olan şeylerdir
ve evrimin birer sonucudur. Evrim tanrısal bir plânı gerçekleştiriyorsa, bu
söylediğim olayların da plânda bulunması gerekir. İnsanın çektiği acının
işlenmiş günahların bir cezası olduğunu söylüyorlar. Ama, dört beş yaşında bir
çocuk hangi korkunç günahları işlemiş olabilir ki, bunca çocuğun çektiği acılar
hakedilmiş olsun, iyimser din bilginlerimiz çocuk hastanelerimize bir gidip
görsünler. Çocuğun kendisi günah işlemediyse anasının babasının işledikleri
günahın cezasını çekermiş, bunu da söylerler. Ben de şunu söylerim ki, tanrısal
adalet buysa benim adaletim bundan ayrıdır ve benimki üstündür. Yaşadığımız dünya gerçekten bir plâna uygun
olarak gerçekleşiyorsa, bu plânı yapanın yanında Neron bir evliya kalır. Bereket
versin, böyle tanrısal bir plânın varlığını ispatlıyan hiç bir şey yoktur. Bu
plâna inananların şimdiye kadar ortaya en küçük bir kanıt bile koymamış
olmaları, böyle bir plânın yokluğunu gösterir.
Bu
bölümde, bilginlerin dinden yana düşüncelerinin bâzıları üzerinde durduk.
Eddington ile Jeans’in birbirini tutmadığını, her ikisinin biyolojist din
bilginlerinden ayrıldıklarım ama, hepsinin, önünde sonunda, dinsel vicdan
karşısında bilimin boyun eğmesi gerektiğine inandıklarını gördük. Onlar ve
hayranları bu davranışı akılcıların uzlaşmaya hiç yanaşmayan davranışlarından
daha iyimser sayıyorlar. Oysa, bunun tam tersi doğrudur. Onların durumu bir
umutsuzluk bir inanç kaybı ortaya koyuyor. Bir zamanlar din, cömert bir
coşkunluk uyandırıyordu. İnsanlar Haçlı Seferlerine çıkıyor, birbirlerini odun
yığınları üstünde yakıyorlardı inançları uğruna ya da inançları yüzünden. Din
savaşlarından sonra, d i n b i I i m insanların düşüncesi üstündeki etkisini
yavaş yavaş kaybetti. Din adına yapılamayan şeyler bugün artık bilim adına
yapılır oldu. Şimdi endüstriyi bilim adına azdırıyoruz, aile ahlâkını bilim
adına yıkıyoruz, beyaz ırktan olmayanları bilim adına köle ediyoruz,
birbirimizi bilim adına zehirli gazlarla öldürüyoruz. Kimi bilginler bilimin bu
türlü kullanılışını hoş görmüyorlar. Bilimin dizginsiz gelişmesi önünde
korkulara kapılıp eski kör inançlarda sığınak arıyorlar. Prof. Hogben şöyle
diyor: «Bugünkü bilimde ağır basan dinsel davranış yeni kavramların mantıklı
sonucudur. Bu davranış eskiden, bilimle açıktan açığa çatışan genleneksel
inançların dirilmesi umuduna dayanıyor. Bu umut bilimsel buluşların yarattığı
bir şey değildir. Onun kökü çağımızın toplumsal havasındadır. Bir kaç zamandır
milletler karşılıklı ilişkilerinde akıl yoluna başvurmaz oldular artık. Taraf
tutmadan düşünmek yasalara aykırılık sayılır oldu. Geleneksel inancı eleştirmek
ihanet adını aldı. Filozoflar ve bilim adamları tepeden inme yasalara boyun
eğdiler. Eski inançla uzlaşmak bir
uygarlık belirtisi sayıldı. Çağdaş felsefe, dünya savaşının yarattığı bu
düşünce umutsuzluğundan insanları kurtarmanın yolunu bulmalıdır.»
Bugünkü
durumumuzun devâsını geriye dönerek bulamayız. Bilimin insanlara verdiği yeni
gücü iyi bir yöne çevirmenin yolu çocukça bir takım fantezilere bağlanıp kalmak
değildir. Bilimin temellerini yıkmaya çalışan filozof küşümcülüğü de bilim
tekniğinin iş alanındaki gelişmesini durduramaz. İnsanlara çekingen, duraksar
bir inanç değil, sağlam ve gerçek bir inanç gerek. Bilim, özü gereği, sistemli
bir bilgi araştırmasıdır. Bilgiyse, ne kadar kötüye kullanılırsa kullanılsın,
özü gereği, iyi bir şeydir. Bilgiye inancımızı
yitirmek, insanın en iyi yanına, en iyi güçlerimize inancımızı yitirmek
demektir. Onun için hiç duraksamadan söyliyebilirim ki, sarsılmaz akılcı,
olgun bir yaşa yakışmayan, çocukça avuntular arayan çekingen bilginlerden daha
iyi niyetlidir ve daha sağlam bir iyimserlik içindedir.
Sh:160-185
TABU AHLAKI
Wyatt
Tabu
ahlâkı, sözüyle ne demek istiyorsunuz, Lord Russell?
Russell
Bununla
anlatmak istediğim ahlâk, en çok yapılmaması gereken şeyler üstüne bir sürü
kurallar koyan ve bu kuralların nedenlerini vermeyen ahlâktır. Nedenleri kimi
zaman bulunmaz, kimi zaman bulunur, ama bu kurallar her zaman kesin sayılır ve
yapma dediği şeyleri yapmamak zorundasınız.
Wyatt
Ne
türlü şeyler bunlar?
Russell
Uygarlığın
bulunduğu düzeye bağlı şeyler. Asıl tabu ahlâkı ilkel kafanın özelliğidir.
İlkel topluluklarda ondan başka türlüsü de yoktur, sanırım. Bu topluluklarda,
örneğin, reisin yemek yediği kaptan yemek yiyemezsiniz. Yerseniz, ölürsünüz,
derler. Bir çok kuralları vardır buna benzer. Hatırladığıma göre Dahomey kralı
gözlerini belli bir yere uzun zaman dikemezmiş, dikerse, memleketinin orasında
fırtına koparmış. Onun için, kural gereği gözlerini hiç durmadan bir bu yana
bir o yana çevirmek zorundaymış.
Wyatt
Peki,
ama bunlar yalnız ilkel topluluklarda görülebilen tabular olsa gerek.
Bizimkiler ne oluyor?
Russell
Bizim
ahlâkımız da, onun gibi tabularla doludur. En yüce şeylerde bile türlü türlüsü
var. Günah diye kesilip atılmış öyle bir günah var ki, ben öylesini hiç
işlemedim: «Komşunun öküzüne göz dikmiyeceksin» derler. Ben hiç dikmiş değilim.
Wyatt
Evet
ama, gündelik yaşayışımızda rastlanan başka kurallar yok mu? Tabu ahlâkından
bize vereceğiniz örnekler yok mu?
Russell
Var,
tabiî. Tabu ahlâkının birçok yanları akla dayanan ahlâkla güzelce uzlaşıyor.
Örneğin, çalmayacaksın, öldürmeyeceksin, diyoruz. Bunlar, akla uygun
kurallardır ama, tabu olarak ortaya konurlar. Olmaması gereken sonuçlar
doğururlar. Örneğin, bir katilin acı duymadan öldürülmesi yasaktır; oysa aklı
başında bir insan bunu hoş görebilir.
Wyatt
Sizce
Hintlilerin sığır eti yememeleri, yedirtmemeleri tabu ahlâkına girer mi?
Russell
Evet.
Hint ahlâkının tipik özelliğidir sığır eti yememek. Müslüman ve Yahudiler de domuz eti
yemeyeceksin, derler. Ama neden yemeyeceksin, belli değil. Bu, bir tabudur sadece.
Wyatt
Peki,
bu tabuların yararlı iş gördükleri olmaz mı?
Russell
Kimisinin
olur, kimisinin olmaz, yerine göre. Demek istiyorum ki, ahlâkınız akla
dayanıyorsa, tabuları gözden geçirir ve hangilerinin yararlı olduğunu
araştırabilirsiniz. Örneğin, ben kendi hesabıma, sığır eti yasağının bir şeye
dayandığını sanmıyorum.
Wyatt
Siz
dine inanmıyorsanız, ki inanmıyorsunuz, tabu ahlâkının akla sığmıyan bir çok
kurallarını da hiçe sayıyorsunuz. Sizin inandığınız bir ahlâk sistemi yok mu?
Russell
Var.
Ama, ahlâkı politikadan ayırmak çok güçtür. Bana göre ahlâk şu yoldan ortaya
çıkıyor. Bir insan kendi için yararlı, komşuları için zararlı bir şey yapmak
istiyor. Komşularının çoğu bundan zarar görecek olursa, birleşir, derler ki:
«Biz bu türlü işleri sevmiyoruz, bunlardan başkasına zarar gelmesini
önleyeceğiz.» ve işte, akla pek uygun olan bu davranış ceza yasalarına yol
açıyor. Özel ve genel çıkarları uzlaştırma yoludur bu.
Wyatt
Herkesin
genel bir ahlâka uyacak yerde kendi özel ahlâk sistemine uyması sakıncalı bir
şey sayılmaz mı?
Russell
Sayılır
öyle olursa ama, ahlâk pek o kadar özel olamaz. Çünkü, demin de söylediğim
gibi, ceza yasalarıyla karşılaşır. Ayrıca halkın tutup tutmaması da var. Kimse
halkın gözünde kötü olmak istemez. Böyle olunca da, herkesin kabul ettiği ahlâk
çok güçlü bir, şey olur.
Wyatt
Günah
diye bir şey var mıdır?
Russell
Hayır.
Günah, tanımlanması zor bir şeydir. İstenmiyen işler demek istiyorsanız, vardır
böyle işler. «İstenmiyen« iyilikten çok, kötülük getiren demektir. Böylesi
işler de vardır. Ama, günahın işe yarar bir kavram olduğunu sanmıyorum. Bir
cinayeti günah saydınız mı, onu cezalandırırken sadece cinayeti önlemeği değil,
katilin azap çekmesi gerektiğini düşünürsünüz.
Wyatt
Günah
düşüncesi, kimi zaman işkence yapmaya hak kazandırıyor mu demek istiyorsunuz?
Russell
Bence
böyle oluyor geniş ölçüde. Demek istiyorum ki, cehennemi ancak katı yürekli
insanlar uydurmuş olabilir. İnsanca duyguları olanlar, yaşadığı toplum
ahlâkının cezalandırdığı suçları işleyenlerin öldükten sonra bile sonsuz
işkenceler çekmesine razı olamazlar. Kendini bilen hiç kimse böyle bir görüşü
kabul edemez.
Wyatt
Demek
ki, sizce günah kavramı, sadece insandaki saldırgan duyguları ortaya çıkarıyor?
Russell
Evet,
öyle sanıyorum. Günah, katı yürekli diyebileceğimiz bir ahlâkın özüdür. Sizi
vicdan azabı çekmeden başkalarına işkence etme yoluna götürüyor. Buysa kötü bir
şeydir.
Wyatt
Günah
diye bir şey olmadığını kabul edersek, bâzı şeyleri nasıl kötü görebiliriz?
Russell
Bütün
yapabileceğimiz, bence kötü görmeği ceza yasalarıyla bir arada düşünmektir.
Sizde bir çeşit kamuoyu olması gerektir. Bunun ne kadar önemli olduğunu İtalyan
Rönesans tarihini okurken anlarsınız. Bu tarih Machiavelli teorilerini
doğurmuştur. O günlerde, kamuoyu, çoğu zaman, çok kez kamuoyunun hoş
göremeyeceği şeyleri hoş görmüştür.
Wyatt
Özünde
bozuk olan bir şeyler var mıdır sizce?
Russell
Bu
kelimeyi pek kullanmak istemem. İyilikten çok kötülük getiren şeyler demek daha
iyi. Bir şeyin iyilikten çok kötülük getireceğini gördünüz mü, onu yapmamakla
daha iyi edersiniz. Özü bozuk sözünü kullanmak istiyorsanız, kullanın. Ama, ben
bunun bir işe yarayacağını sanmıyorum.
Wyatt
Tabu ahlâkında cinsel ilişkiler büyük bir yer tutar.
Siz, yazılarınızda da bu ilişkilere büyük bir yer ayırdınız. Cinsel bakımdan
akıllıca davranmak isteyen insanlara ne öğüt verirsiniz?
Russell
Önce şunu söyleyeyim ki, benim yazılarımda cinsel konular yüzde
bir ölçüdedir. Ama, okurlarımın çoğu öylesine bir cinsel saplantı içindedirler ki,
yazılarımın geri kalan yüzde doksan dokuzunu fark etmemişlerdir. Bence
insanların bu konu ile ilgisinin akla uygun ölçüsü yüzde biri geçmez. Başka
şeyler için nasıl düşünüyorsam, cinsel ahlâk için de öyle düşünmem gerekir. Bu
konuda da, yaptığınız şey başkasına zarar vermediği sürece, kötülenemez. Bir
cinsel ilişkiyi, sadece eski bir tabu kötülüyor diye kötülememeli. Zarar verip
vermediğine bakmalısınız. Başka her konu gibi, cinsel ahlâkın da temeli budur.
Wyatt
Demek
ki, sizce kadını zorla elde etme ceza görmelidir de, uygunsuz cinsellik işi
başkasına zarar vermiyor diye, görmemelidir.
Russell
Evet.
Bir kadını zorla elde etme, insana karşı her hangi bir zor kullanmadan
farksızdır. Uygunsuz cinsel ilişkiye gelince, koşullara bakmanız, buna karşı
koymakta haklı bir sebep olup olmadığını araştırmanız gerekir. Bütün koşullar
içinde, toptan bir kötüleme yoluna gidilmemeli.
Wyatt
Bir
şeyin yapılıp yapılmaması üstüne kurallar koymak doğru mudur, sizce?
Russell
Bu konuda ben biraz aşırı düşünüyorum. Korkarım, böyle
düşünmekte benden yana olacaklar pek azdır. Bence, uygunsuz yayınları yasak
eden kurallar olmamalıdır. Öyle düşünmem, biraz da şundan: Bâzı dar kafalı
yargıçlar, gerçekten değerli bir eseri, hoşuna gitmedi diye suçlandırabilirler.
Ama bu, nedenlerden biri, sadece. Bir başka neden de şu: Bence yasaklar halkın,
her şeyde olduğu gibi, açık saçıklıkla ilgisini büyük ölçüde arttırıyor. İçki
yasağı döneminde Amerika’ya sık sık giderdim. Bu yasak ayyaşlığı eskisinden
çok, hem de çok daha fazla arttırmıştı. Pornografi yasağı da aynı sonucu verir
sanırım. Yasaklar üstüne ne düşündüğümü açıklamak için bir örnek vereyim size.
Filozof Empedokles defne yaprağı çiğnemenin büyük, çok büyük bir ruh bozukluğu
olduğuna inanıyor, defne yaprağı çiğnediği için de kendisinin on bin yıl
karanlıklarda kalacağına yakınıyor. Kimse bana defne yaprağı çiğneme demedi.
Ben de çiğnemiş değilim zaten. Ama, Empedokles’e çiğneme dediler, çiğnedi.
Pornografi için de aynı şeyi söyleyebiliriz.
Wyatt
Sizce,
herkesin, yazdığı müstehcen her şey yayınlanırsa, halkın ilgisini hiç arttırmaz
mı bunlar?
Russell
Bence
azaltır. Aşağılık, açık saçık posta kartlarına izin verildiğini düşünelim.
Bence, ilk bir iki yıl bunlar kapış kapış alınır, sonra, herkes kanıksar ve
kimse yüzlerine bakmaz olur.
Wyatt
Yazılar
ve başka şeyler için de böyle midir?
Russell
Böyledir,
sanıyorum, aklın sınırları dışına çıkmamak şartıyla. Ortaya konan güzel bir
sanat eseriyse, halk bunu okur yine, ama pornografik olduğu için değil.
Wyatt
Şimdi
konuşmamızın temeline, yâni, tabu ahlâkının düşüncesiz kurallarına gelelim.
Bunların zararları ne oluyor sizce bugün?
Russell
Türlü
türlü zararları oluyor. Zararın bir çeşidi bu kuralların eski olmasından,
içinde yaşadığımızdan ayrı bir toplumdan kalmış olmalarından geliyor. O topluma
uyan ahlâk bizim zamanımıza uymuyor çok kez. Suni insan yetiştirme, bu eski
kurallara uymuyor örneğin. Geçmişin ahlâkçıları bunun üzerinde düşünmemişler.
Bunun bir zararı oluyor. Bir başka zarar, tabu ahlâkının eski işkenceleri
sürdürmesidir. Buna birçok örnek verebilirim. Tanrılara insan kurban etme işini
alın. Yunanlılar, tarihlerinin ilk günlerinden beri insan kurban edilmesine
karşıkoydular. Bunu bir zamanlar yapmışlardı. Ama, artık kaldırmak istiyorlardı
ortadan. Gel gelelim, bir kurum vardı ki bunun ortadan kalkmasını
istemiyorlardı. Ona yapışıp kalmışlardı. Bu kurum Delphoi kâhinliğiydi. Kör
inançlarla yaşıyordu bu kurum. Onun için de kör inançların azalmasını
istemiyordu. Başka Yunanlılar da çok sonralara kadar insan kurban edilmesinde
dayattı. Önemli bir başka örnek daha vereyim. Bir cesedi kesip biçmek
ötedenberi çok kötü bir şey sayılmıştır ve imparator Karl V zamanında Vesalius
adında pek büyük bir hekim cesetleri kesip bakmadan hekimlikte önemli olarak
fazla iş görülemeyeceğini anladı ve kesip biçmeğe başladı. Kari V hastalıklı
bir adamdı ve yalnız bu hekim onu iyi edebiliyordu. Onun için korudu kendisini.
Ama imparator tahtından ayrıldıktan sonra Vesalius’ü koruyan kalmadı ve bir
insanın bedenini iyice ölmeden kesip biçti diye suçlandırıldı. Ceza olarak
Kudüs’e günahlarını temizlemeğe yollandı. Yolda gemisi battı ve kendisi de
türlü eziyetler içinde öldü gitti. Bütün bunlar ceset kesmek yasak (tabu)
olduğu için geldi başına. Tabu ahlâkından bugün de kötülük geliyor. Örneğin,
doğum kontrolünü alalım. İnsan topluluklarının çoğunda, bu konuda, aşılmaz bir
tabu vardır, bu yüzden de bir çok kötülükler doğuyor, çok büyük kötülükler.
Yoksulluk ve savaş doğuyor bundan, birçok toplum sorunları da çözülemez oluyor.
En önemlisi bu, zararların. Daha bir çokları da vardır her halde. Boşanma
yasağı hiç şüphesiz zararlı bir şeydir. Bu yasak, sadece, eski geleneklere
dayanır ve bugünkü koşulları hesaba katmaz.
Sh:68-75
ZARARLI DÜŞÜNCELER
İnsanların başına gelen
belâlar ikiye ayrılır. Birinciler insana dış çevreden gelir, İkincilerse,
insanların insanlara ettikleridir.
İnsanlar bilgide ve teknikte ilerledikçe, ikinci belâların yüzdesi durmadan
artmaktadır. Eski zamanlarda açlık doğal nedenlerden ileri geliyordu ve
insanlar bununla ne kadar savaşırlarsa savaşsınlar, birçokları yiyecek
kıtlığından ölüyordu. Bugün dünyanın bir çok yerleri kıtlık tehlikesiyle karşı
karşıyadır ama, bunda doğal nedenlerin payı olsa da, asıl nedenler insanlardan
gelmektedir. Altı yıl dünyanın uygar milletleri bütün güçlerini birbirlerini öldürmeğe
harcadılar ve birden bire, birbirlerini sağ bırakmanın zorlaştığını gördüler.
Ekinleri yok ettikten, tarım makinelerini parçaladıktan, gemileri yollarından
ettikten sonra, gördüler ki, bir yerdeki bollukla başka bir yerdeki kıtlığı
gidermek hiç de kolay bir iş değil. Oysa, ekonomik düzen yolunda gitse, bu iş
hiç de güç olmayacak. Bununla görüyoruz ki, insan bugün insanın en büyük
düşmanıdır. Gerçi, tabiat gereği yine de ölüyoruz. Ama, hekimliğin ilerlemesi sayesinde, insanın yaşayabildiği kadar
yaşaması gittikçe daha olağan bir hal alıyor. Bundan öteye yaşamak,
cennetin sonsuz hazlarını tatmak istiyoruz. Nedense bu biteviye yaşamak
isteğinin hiç sonu gelmiyor. Ama, yaşını başını almış, saf bir insana
sorarsanız, bu dünyadaki hayatı tattıktan sonra, başka bir dünyada çocuk olmayı
istemem diyecektir, size. Onun için gelecekte insanların üstünde duracakları en
önemli kötülükler ya budalalıkları, ya kötü niyetleri ya da her ikisi yüzünden
birbirlerine ettikleri kötülükler olacaktır.
İnsanların
birbirlerine, dolayısıyla, kendi kendilerine ettikleri kötülüklerin kaynağı,
bence, düşünceler ya da inançlardan çok tutkulardır. Ama, zararlı düşünceler ve
ilkeler, her zaman değilse bile, genel olarak, kötü tutkuları perdelemişlerdir.
Lizbon’da dinsizlerin ulu orta yakıldığı zamanlar, bâzı kurbanlar hak yoluna
döndüklerini söylemekle ateşe atılmazdan önce boğularak ölmek mutluluğuna
erebiliyorlardı. Kurbanların işkenceler içinde kıvrandıklarını görmek, tatsız
bir hayat içinde yaşayan halkın görüp göreceği başlıca zevklerden biri
oluyordu. Dinsizleri yakmanın doğru bir şey olduğuna inanmanın da elbette bu
zevkte bir payı olacaktı. Aynı şeyi savaş için de söyleyebiliriz. Güçlü
kuvvetli ve hoyrat insanlar savaşta bir tat bulurlar, elverir ki savaşı
kazansınlar, karıları kızları kaçırılmasın, malları ellerinden gitmesin. Bu
zevkin, halkı savaşların doğruluğuna inandırmakta büyük bir payı vardır. «Tom
Browne’s Schcoldays» adlı kitabın kahramanı ve halk okullarının ünlü reformcusu
Dr. Arnold çocukları kırbaçlamanın yanlış olduğunu düşünen kafasız bir kaç
kişiyle karşılaşır. Bu düşünceye karşı nasıl bir öfkeye kapıldığını okuyan
herkes, onun kırbaçlamaktan zevk aldığını ve bu zevkin elinden alınmasını
istemediğini görür. İşkenceyi haklı çıkaran düşüncelerin insanın içindeki hoyratlık
güdülerinden geldiği görüşünü destekleyecek örnekler boldur. Saçmalığı meydana
çıkmamış eski zaman düşüncelerini gözden geçirirsek, görürüz ki, bunların onda
dokuzu acı çektirmeyi haklı gösteren düşüncelerdir. Örneğin, hekimlik mesleğini
alalım. Acı duymayı önleyen bayıltıcı ilâçlar bulunduğu zaman, bunu günah
sayanlar, Tanrının isteğine aykırı görenler oldu. Delilik, insanın şeytanın
eline düşmesi sayılıyordu ve bir deliyi döğmekle içindeki şeytanların
kaçırılacağına, rahatsız edileceğine inanılıyordu. Bu düşünce ile deliler,
yıllar yılı, sistemli ve bilinçli olarak döğülüyordu...
Ahlâk
eğitimine de bakın. Vezin ve kâfiye ile nasıl haklı çıkarıldığını görürsünüz:
Bir ceviz ağacını, bir kadını ve
bir köpeği
Ne kadar döğersen o kadar iyi.
Ceviz
ağacını döğmekle nasıl bir ahlâk elde edildiğini bilemem. Ama, hiç bir uygar
insan kadınları döğmeyi haklı çıkaramaz. Cezanın iyileştirici bir etkisi olduğu
inancı kolay kolay ortadan kalkmıyorsa, bunun başlıca nedeni bence, cezanın
sadik güdülerimize hoş gelmesidir.
İnsan
hayatındaki kötülüklerde, inançlardan çok tutkuların payı olmakla beraber,
inançlar, özellikle, eski ve sistemli oldukları ve bir çok kurumlan içine
aldıkları zaman, istenen görüş değişmelerini geciktirmese de belirli duyguları
olmayanların yanlış yola sapmasında bir hayli ağır basar. Benim konum
«İnsanlığa zararlı düşünceler» olduğuna göre, zararlı inanç sistemlerini ele
alacağım.
Geçmiş zamanın tarihi bakımından, en açık
örnek, herkesin kendi açısına göre, din ya da hurafe dediğimiz inançlardır.
İnsan kurban etmenin ekinleri geliştireceğine inanılırdı; bu inanç ilkin sadece
büyülere dayanıyordu, sonra, kurban kanının Tanrıların hoşuna gittiğine
inanıldı. Tanrılar da kendilerine tapanlara benzetilmişti. Zaten Kutsal Kitapta
fethedilen bir yerin halkını öldürmek dinsel bir ödev sayılıyordu. Sığırlarını,
koyunlarını öldürmemek bile günah. Mısırlılar ve Etrüskler gelecek hayatın
karanlık ve belâlı korkuları içinde yaşadılar. Ama, bu korkular Hıristiyanlığın
getireceği korkular yanında hiç kalır. Nice dertli ermişler beden hazlarından
kaçarak çöllerde tek başlarına yaşadılar. Etten, şaraptan, kadından yoksun
bıraktılar kendilerini, hem de buna hiç zorlanmadıkları halde. Ruhun hazları
bedenin hazlarına üstün sayıldı. Bu hazlar arasında da paganların ve
dinsizlerin cehennemde çekecekleri sonsuz işkenceleri düşünmek büyük bir yer
tutuyordu. Keşişliğin zararlı yanlarından biri şu ki, beden hazlarından başka
hiç bir yerde kötülük görmüyor. Oysa, hazların yalnız en iyileri değil, en
kötüleri de ruhumuzdan gelir. Milton’da, şeytanın insana ettiği eziyetleri
seyrederken duyduğu zevkleri bilirsiniz. Milton şöyle dedirtiyor ona:
Ruh azabın kendi
yeridir ve kendiliğinden
Cenneti cehennem
yapabilir, cehennemi cennet.
Ve şeytanın psikolojisi Tertullian’ınkinden pek ayrılmıyor, o
da, cennetten lânetlilerin çekecekleri azapları seyredebilme düşüncesiyle coşup
taşıyor. Beden hazlarının küçümsenmesi ne iyilik getirdi, ne hoşgörü, ne de kör
inançlardan sıyrılmış bir insan hayatının bizi götürebileceği erdemlerden hiç
birini. Tam tersine, bir insan kendi
kendine işkence etti mi, başkalarına işkence etmek hakkını da bulur kendinde ve
bu, o hakkı destekleyecek her dogmatik sistemi kabul etmeğe götürür.
Keşişçe zalimlik, ne yazık ki, yalnız Hıristiyan dogmasının en azgın
biçimleri içinde kalmıyor yalnız. İlk azgın inançlar gevşiye dursun, dünya aynı
psikolojinin yeni ve korkunç başka biçimlerini yarattı. Nazi’ler başa geçmeden
önce, çalışmalar, didinmeler içinde yaşadılar, güçlüğe ve Nietzsche’nin zor
hayat düsturuna olan inançlarıyla, rahatlarından, zevklerinden çoğunu hiçe
saydılar. Devletin başına geldiklerinden sonra bile. «Tereyağı yerine silâh» sloganı, yine gelecek zaferin mânevi
hazlarına, beden hazlarını feda etmeyi gerektiriyordu. Milton’un şeytanı da
cehennem ateşlerinde yanarken aynı umutla avutuyordu kendini.
Politik
bakımdan zararlı yanlış inançlar doğuran bir başka tutku da gururdur millet,
ırk, cins, sınıf ve inanç gururu. Ben gençken, Fransa’ya, İngiltere’nin
gelenekten düşmanı gözüyle bakılırdı. Bir İngilizin üç Fransızı
tepeliyebileceği su götürmez bir gerçek sayılıyordu. Düşman Almanya olunca, bu
inanç değişti ve İngiliz halkı artık Fransızların kurbağa yeme merakları ile
alay etmez oldu. Ama, hükümetin bütün çabasına rağmen, yine de pek az
İngiliz’in, Fransızlara eşit gözüyle baktıklarını sanıyorum. Amerikalılarla,
İngilizler Balkanları yakından tanıyınca, Bulgarlarla Sırpların, Macarlarla
Romanyalıların düşmanlıkları karşısında hayretle karışık bir nefret
duymuşlardır. Bu düşmanlıkların saçma olduğu ve bu küçük milletlerin her
birinin kendi üstünlüklerine olan inançlarının nesnel hiç bir temeli
bulunmadığı onlarca apaçıktı. Ama, Amerikalılarla İngilizlerin çoğu, bir türlü
anlamıyorlar ki, büyük bir devletin millî gururu, küçük bir Balkan
memleketininki kadar savunulur şey değildir.
Irkıyla öğünmek, milletiyle
öğünmekten çok daha zararlıdır.
Ben Çin’deyken, okumuş Çinlilerin, tanımak mutluluğuna erdiğim birçok başka
insanlardan belki çok daha uygar olduğunu hayretle görmüştüm. Oysa, nice kaba
ve bilgisiz beyaz insan bilirim ki, sırf derileri sarı diye, en iyi Çinlileri
bile aşağı görmüşlerdir. Genel olarak, bu bakımdan İngilizleri Amerikalılardan
daha çok kınayabiliriz ama, her zaman değil... Yalnız geleneksel Çin bakımından
değil, bizim batı üniversitelerimiz bakımından da geniş bilgileri olan bir
Çinliyle tanıştım. Benim de bu kadar geniş kültürüm olmasını isterdim doğrusu.
Birlikte bir garaja bir otomobil kiralamağa gittik. Garajın sahibi kötü cinsten
bir Amerikalıydı. Çinli dostumuza çok kötü davrandı, onu Japon diye tersledi ve
bilgisiz hoyratlığıyla kanımı beynime çıkarttı. Politik güçlerine dayanarak
İngilizlerin Hindistan’daki davranışları da buna benzer. İngilizlerle okuryazar
Hintliler arasındaki çatışmaların başlıca nedeni bu davranıştı...
Erkek
cinsinin üstün olduğu inancı, ki bugün batı milletleri arasında resmen ortadan
kalkmıştır, garip ve bir kötü böbürlenme örneğidir. Erkeğin doğuştan
üstünlüğüne inanmak için hiç bir sebep yoktu bence. Bu üstünlük beden
bakımından olurdu yalnız. Bir sürü cins boğaların beslendiği bir yere gittiğimi
hatırlıyorum. Orada, bir boğanın soyluluğu dişi atalarının süt verme
değerlerine bağlanıyordu. Şecereyi boğalar yapmış olsaydı, iş değişirdi. Dişi
ataların sözü bile geçmezdi, sadece uslu, namuslu oldukları söylenirdi. Oysa,
erkek atalar savaş üstünlükleriyle övülürdü. Sığır konusunda cinslerin değer
bakımından göreceliğini kabul ederiz de, kendimize gelince, aynı tarafsızlığı
göstermek gücümüze gider. Eski zamanlarda erkeğin üstünlüğüne kolay inanılırdı.
Çünkü, bir kadın ağzını açar açmaz kocası onu döğebilirdi. Bu güç üstünlüğün
ardından başkaları da gelirdi. Erkekler kadınlardan akıllıdır, daha
yaratıcıdır, daha az heyecana kapılırlar, falan filân... Kadınlar oy hakkı
alıncaya kadar, anatomistler beyin incelemesinden, erkeğin düşünce gücünün
kadınınkinden fazla olduğunu gösterecek bir takım kurnazca kanıtlar koyarlardı
ortaya. Bu kanıtların hepsinin aldatıcı olduğu anlaşıldı sonradan. Ama, her
seferinde bunların yerini, aynı sonuçlara varan kanıtlar aldı...
Erkek eğemenliğinin bir hayli zararları oldu. İnsan
ilişkilerinin en mahremi olan evlenmeyi bir efendi . köle ilişkisi haline
soktu. Bir erkeğin kadın edinmesi için hoşa gitmesi gereğini ortadan kaldırdı.
Kadına hoş görünme hakkının evlenme dışında kalmasına sebep oldu. Dürüst
kadınların evlerinde kapalı kalarak aptal ve tatsız kimseler olmalarına yol
açtı. Hoşa giden, merak uyandıran kadınlar yalnız serbest yaşayan kadınlar
oldu. Ev hanımlarının tatsızlığı
yüzünden, en uygar memleketlerin en uygar insanları cinsel sapıklıklara
kaydılar. Evlenmede eşitlik olmaması yüzünden erkekler, zorbaca
alışkanlıklar edindiler. Bütün bunlar, bugün uygar memleketlerde az çok ortadan
kalktı. Ama, kadınların ve erkeklerin yeni duruma alışmaları için daha çok
zaman ister. Kadının kölelikten kurtulması, ilkin her yerde kötü sonuçlar
veriyor. Eski ezenleri acılığa, eski ezilenleri de üstünlük hevesine götürüyor.
Ama, başka konularda olduğu gibi, bunda da zamanla bir ayarlama olabileceğini
umabiliriz...
Mutlu
olabilmek için kendimizi büyük görmeğe, kendi gururumuza türlü dayanaklar
aramaya kalkıyoruz. Biz insanız diyoruz, onun için de, yaradılışın amacı
insanlardır. Biz Amerikalıyız, onun için de Tanrının öz yurdu Amerika’dır. Biz
beyaz ırktanız, onun için de, siyah soydan olan Ham’ı ve evlâtlarını Tanrı
lânetlemiştir. Biz katoliksek, protestan olmak bir felâkettir, ya da tersine.
Biz erkeğiz, onun için de kadınların aklı yoktur. Biz dişiyiz, onun için de
erkekler kabadır. Biz doğuluyuz, onun için de batılı yabandır, kıllıdır. Biz
batılıyız, onun için doğu sönmüş bir yerdir. Biz kafamızla çalışıyoruz, onun
için de, yalnız okur yazar sınıflar önemlidir. Biz kolumuzla çalışıyoruz, onun
için de, insanı insan eden kol gücüdür. Son olarak ve hepsinden önemlisi de,
her birimizde kimsede olmayan bir değer vardır: Biz KENDİMİZİZ.
İçimizi
rahat ettiren bu düşüncelerle dışarı çıkar, dünya ile savaşırız. Bunlar olmasa,
cesaretimizi yitirebiliriz. Bunlar olmasa, kendimizi küçük görürüz. Çünkü, bize
eşitlik duygusunu vermediler. Kendimizi, içten gelen bir duyguyla başkalarına
eşit sayarsak, ne onlardan iyi, ne onlardan kötü bilirsek, belki o zaman hayat,
bir savaşa daha az benzeyecek, büyüklük efsaneleriyle daha az zehirleneceğiz.
İnsanların
düştüğü en ilginç ve en zararlı ham hayallerden biri de kendini Tanrı dileğinin
özel aracı saymalarıdır. Biliyoruz ki, İsrail oğulları Adanmış Toprak'a
geldikleri zaman, Tanrının buyruğunu kendileri yerine getiriyorlardı,
Hitit'ler, Amorit'ler, Kenanlılar, şunlar bunlar değil. Belki bu ötekiler de
uzun tarih kitapları yazmış olsalardı, bu iş biraz başka türlü olurdu.
Hitit'lerden kalan yazıtların hiç birinde de, kendilerini Tanrıların hor
gördüğü berbat insanlar saymazlar her halde. Roma Roma olduktan sonra,
Tanrıların dünyayı fethetmek üzere Romalıları seçmiş olduğu meydana kondu.
Müslümanların inandıklarına göre, gerçek iman uğrunda ölen her asker dosdoğru
cennete gider. Bu cennetse, Hıristiyanlarınkinden çok daha çekicidir. Çünkü,
huriler, harp çalan meleklerden daha hoştur... Tanrıyı bizden
yana bilmek iyi bir şey ama, düşmanımızın da Tanrıyı kendinden yana saydığını
gördük mü, iş karışıyor biraz.
Birinci Dünya Savaşı sırasında ozan şöyle diyordu:
Allah İngiltere’yi batırsın, Allah
İngiltere’yi korusun
Allah şunu yapsın, Allah bunu
yapsın!
«Allah Allah» dedi Allah «Gel de çık
bu işin içinden».
Bugün,
dünyanın iki şeye ihtiyacı var: Biri düzen, savaşları önleyecek düzen,
insanların daha verimli çalışmasını sağlıyacak ekonomik düzen, özellikle,
savaşın yıktığı memleketlerde, sağlam uluslararası işbirliğini sağlıyacak bir
eğitim düzeni. Öteki de, bir takım ahlâk değerleri; çağlar boyunca,
ahlâkçıların savuna geldikleri, ama, az dinletebildikleri, değerler. En çok
muhtaç olduğumuz değerler, anlayış ve hoşgörüdür. Bir çok azgın bir sürü
«izm»lerin istediği yobazca inançlar değil. Bence, bu iki amaç, düzen ve ahlâk,
birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Birine kavuşuldu mu, öbürü de ardından gelir.
Ama, dünya gerçekten doğru yola girmek istiyorsa, her ikisine birden
yönelmelidir. Böylece, savaşın tabiî meyvaları olan kötü tutkular yavaş yavaş
azalacak ve insanların birbirine yardım etmesini sağlayacak düzenler gittikçe
çoğalacaktır. Bir düşünce ve ahlâk gerçeği olarak hemen şunu ortaya koymalıyız
ki, hepimiz bir ailedeniz ve bu ailenin bir kolunun mutluluğu başka kolunun
yıkımı üstüne sağlamca kurulamaz. Bugün, ahlâk bozukluğu açık düşünceye engel
oluyor, bulanık düşüncelerse ahlâk bozukluğunu besliyor. Pek ummuyorum ama,
belki hidrojen bombası insanları korkutup ahlâk temizliğine götürecektir. Bu
olursa, bu bombayı bulanlara ne kadar teşekkür etsek azdır.
Sh:133-141
İNSANLIĞIN GELECEĞİ NE OLABİLİR?
Woodrow
Wyatt
Lord
Russell, bu konuşmalarımızda çok değişik konulara değindik. Bütün bunların özü
olarak, insanların umutları ve korkuları üzerine ne düşünüyorsunuz?
Lord
Russell
Çok
zor bir som bu. Gelecekte olabilecek şeyleri görüyorum, kimi karanlık, kimi
umut dolu şeyler. Ama, ...
Wyatt
Peki,
karanlık olanlardan başlayalım. Bu konuda ne umutlarımız olabilir?
Russell
İnsan
soyunun büyük bir savaşla kendini yok etmeyeceğini farzedersek ki öyle umuyoruz
benim gördüğüm en büyük tehlike, insanlığın bir kışla düzenine girmesidir.
Bilimsel buluşlar, yönetim olanakları ve örgütlenmelerin etkisi ile dünya
öylesine sıkı bir düzene girer ki, hiçbir yerde yaşamanın tadı kalmayabilir.
Wyatt
Yönetici
insan tipinin ağır basacağı düşüncesinde misiniz?
Russell
Ağır
basabilir, sanırım. Bir çeşit bilimsel etkinlikle birleşen yönetici insan tipi.
Çünkü, yönetici tipi,
bugün
daha önce hiç yapmadığı şeyleri yapabilecek güçtedir. Bu yapabileceği şeylerin
kimisi iyi ama, bir çoğu da değildir.
Wyatt
Bu
yönetici insan tipi, kötü olacak neleri yapabilir?
Russell
En
başta şunu yapabilir: Ana okulundan başlayıp daha yukarısına da el atarak,
insanların inanç ve düşünceleri üzerinde çok büyük bir güç kazanabilir. O kadar
ki, bir insanın düşündüğü, umduğu ve korktuğu her şey, eğitimin başlarınca
belirlenmiş olur. İnsan ancak, onların dilediklerini umacak, onların
dilediklerinden korkacak. Böyle bir eğitimin temellerinden biri şu olacak ki,
her zaman hiç de iyi olmayan hükümetin hep iyi olduğunu düşünecek.
Wyatt
Böyle
bir eğitimi kötüleyebilecek sizin gibi güçlü ve bağımsız düşünceli insanlar
olmayacak mı her zaman?
Russell
Hayır,
sanmıyorum. Benim de içinde olduğum tipteki insan, modası geçmiş bir dünyada
yetişmiştir, demek istiyorum. Gelecek için düşündüğüm dünyaya göre, çok daha
rastlantılara bağlı bir dünya idi bu. Dünyada, çok daha fazla kaçamaklar,
istisnalar vardı ve insanlar orada, gelecekte olacağım düşündüğüm gibi, aynı
kalıptan çıkma değillerdi.
Wyatt
Yönetici
tipinin baskısı altında, insanın kişisel bir hayatı olamayacağı üstünde
durdunuz, bunu biraz daha açıklar mısınız?
Russell
Olur,
peki... Bütün bu işin çok, çok önemli olan bir yanını, genetik bilimini alalım.
Diyelim ki, bilimci bir hükümet, bizimkinden daha iyi olmasını istedikleri bir
insan soyu yetiştirmek olanaklarını iş ediniyor kendine. Salt bilimsel bakımdan
pek açıkça ortaya konabilir ki, yetiştirilecek yeni insan soyunun, diyelim,
erkeklerin yüzde beşinden, kadınların da yüzde otuzundan üretilmesi; bunu sağlama
bağlamak için, geri kalanların kısırlaştırılması gerekiyor. Hiç de hoş bir şey
olmaz bu, tabii. Ama, ileride bu yola gidilmesi bence hiç de olmayacak birşey
değildir.
Wyatt
Ama
bilimin böylesi şeyleri yaptıracak kadar insanların kafasını sarabilmesi ciddî
olarak düşünülebilir mi sizce?
Russell
Evet,
insanlar savaşta zafer kazanmak kaygısıyla bu yola gidebilirler. Çünkü, buna
elverişli bir soy yetiştirileceği açıkça bellidir. Böylesi bir soy, savaşta,
gelişi güzel yetiştirilen insanlardan çok daha etkin olabilir elbette. Halkı
kolayca inandırabilirsiniz ki, bilimsel yoldan insan yetiştirme gereklidir.
Çünkü, bu işi karşı taraf nasıl olsa yapacaktır, nasıl şimdi karşı taraf atom
silâhları yapıyor diye, bizim de yapmamız gerekiyorsa.
Wystt
Bütün
bunlar Orwel’in 1984 ve A. Huxley’in Yeni Dünya adlı romanlarında düşünülen
şeyler. Ama, sizce komünist dünya dışında geçerli mi? Örneğin, konformist
düşünce v.b.'nın pek ileri gitmesi demek istiyorum?
Russell
Bence
bu tehlike Batı’da, komünist dünyada olduğundan bir parça daha azdır. Ama orada
pek korkulur derecede var... pek korkulur derecede.
Wyatt
Sizce,
konformist inanç ve giysiler, alışkanlıklar, düşünceler filân neler olabilir?
Russell
Sanatı
alalım. Özellikle, Amerika'daki gezilerim sırasında tekrar tekrar gördüm ki,
sanata çok büyük bir saygı gösteriyorlar, Avrupalı sanatçıları yüceltiyorlar ve
avuç dolusu dolar veriyorlar onlara. Ama, hiçbir Amerikalı çocuğun sanatçı
olabilmesi için gerekli özel bir çeşit kafayı edinmesine olanak bırakmıyorlar.
Onun için, beğendikleri büyük sanatçılar Amerikalı değil, Avrupalıdır.
Wyatt
Sizce,
sanat Rusya’da zarar gördü mü?
Russell
A,
orasını bilmem. Çünkü, 1920’den bu yana gitmedim oraya. Ama, zarar görmüştür
elbet diyebilirim. Doktor Jivago adlı romana rağmen, öyle sanıyorum ki,
edebiyat orada bir hayli zarar görmüştür. Demek istiyorum ki, Çarlık
Rusya’sında edebiyat pek üstün bir durumdaydı. Bugün öyle olduğunu kimse
söyleyemez sanırım.
Wyatt
Rusya’daki
bale sanatı üstüne ne dersiniz?
Russell
Bale
çarlık zamanından kalma bir sanattır. 1920 de Rusya balesini gördüğüm zaman,
bende vazoya konmuş kesik çiçekler izlenimi bıraktı. Çok güzeldi, çok hoştu.
Ama, topraktan çıkma bir tazeliği ve canlılığı yoktu. Şimdi artık sadece
müzelik bir sanat bence.
Wyatt
Sizce
bütün bunlar hiçbir yeniliğin doğmayacağı genel bir kemikleşmeye götürür mü?
Russell
Evet,
bu tehlikenin çok büyük olduğunu sanıyorum. Bir çeşit durağan Bizans toplumu
ki, kuşaklar boyunca hepsi ayni kalıyor, sonunda öylesine kalıplaşıyor ki, halk
dayanamıyor ona ve sıkıp atıyor bir yana.
Wyatt
İnsanların
karşılaşabilecekleri zorluklardan biri, hiçbir şeyi ölçüyü kaçırmadan
yapamamasıdır. Bir şeye çok iyi başlıyor, sonra aşırılığa götürüyorlar.
İnsanlar günün birinde ılımlı olmasını öğrenebilecekler mi dersiniz?
Russell
Öğrenmelerini
dilerim, umarım elbet. Çok zorunlu bir şey bu. Hem hiç de olmayacak birşey
değil. Gelecek üstüne giriştiğimiz karanlık tahminleri bir kutsal kitap gerçeği
saymıyorum. Büyük umudum, bütün bunların gerçekleşmemesidir.
Wyatt
Şimdi
daha iç açıcı şeylere dönebilir miyiz?
Russell
Bence,
gerekli olan ilk şey, dünyadaki kötülüklerin, şimdiye kadar önlenememiş
kötülüklerle birlikte, önlenebilmesidir. Kötülükler hâlâ yaşıyor. Çünkü,
insanların yüreklerinde kötülüğe giden ve başkalarım mutlu kılma isteğine
yanaştırmayan tutkular var. Modern tekniğin güçlükleri ile birlikte yeni
dünyanın bütün derdi bence, insan tekinin psikolojisinden, insan tekinin kötü
tutkularından gelmektedir. Yeni ve iyice bütünleşmiş bir dünyada mutlu
olabilmek için, ne kadar nefret de etseniz, komşumuzun da mutlu olmasına
katlanmanız gerçekleşirse, daha da iyi gerçekleşirse... Bütün bunlar
gerçekleşirse, şimdiye kadar var olmamış daha mutlu bir dünya kurulabilir.
Wyatt
İnsanlar
tutkularını sizin önerdiğiniz yola yöneltirlerse, hangi çeşit kötülüklerin
ortadan kaldırılabileceğini düşünüyorsunuz?
Russell
Eh,
hepsinden önce savaş, sonra yoksulluk. Eskiden yoksulluk halkın çoğunluğu için
önlenemez bilseydi. Bugün öyle değil. Dünya isterse, kırk yıl içinde yoksulluğu
ortadan kaldırabilir. Hastalık bir hayli azaldı elbet. Daha da azalabilir.
İnsanların daha sık sevinçli günleri olmaması için hiçbir neden yoktur.
Wyatt
Peki,
şimdi, öyle sanıyorum ki, olumlu iyiliklerin yaratılması konusuna geldik. İnsan
ileride daha hangi olumlu iyilikler sağlayabilir?
Russell
Bence
bunların birçoğu eğitime bağlıdır. İnsan soyunun ortak çıkarlı bir aile
olduğunu eğitim yoluyla durmadan aşılamak gerekir. Bundan ötürü, işbirliği
yapmak yarışmaktan daha önemlidir ve komşumuzu sevmek, sadece kiliselerin sözle
aşıladıkları bir ahlâk ödevi değil, kendi mutluluğunuz bakımından en akıllıca
bir davranıştır.
Wyatt
Bilimin
insanlara getirebileceği iyiliklerden biri, oldukça kısa zamanda, haftalık
çalışma süresinin on saate kadar indirilmesidir. Geri kalan boş saatlerinde ne
yapacak insanlar?
Russell
Mutlu
olduğum zamanlarda hayal ettiğim dünya gerçekleşirse, insanlar eskiden varlıklı
ve kültürlü insanların yaptıklarını yapacaklardır. Bir XVIII. yüzyıl
aristokratını alın örneğin. Çok kez, pek kültürlü bir insandı o. Bir hayli boş
vakti vardı ve, bir çoklarının yapılmayacak şeyleri yapmış olmalarına rağmen,
boş vakitlerinde, ne yapacakların; biliyorlardı. Birçokları hayli güzel işler
başardılar, sanatı yüreklendirerek, güzel parklar, güzel evler, özlenmeye değer
şeyler yaparak. Sevinçli günlerimde kurduğum dünyada, boş vakitlerini
değerlendirmek herkesin elinde olacak. Çünkü, herkes yeterli bir kültür
düzeyine erişmiş olacak.
Wyatt
Serüven
isteğinin yeri ne olacak bu konuda?
Russell
Serüven
isteğini baştakiler bir yola koymalıdır. Bu demektir ki, baştakiler, fazla para
ve zaman harcamalarına gitmeksizin, gürbüz gençlerin hoşlandığı gerçekten
serüvenli ve gerekirse tehlikeli girişimlere olanak hazırlamalıdırlar. Yüksek
dağlara tırmanmak elinizde olmalıdır. Uzay gezileri yapılırsa, uzay gezilerine
düşkün olabilmelisiniz. Böylesi şeyler sağlanmalı; böylece bugün büyük ölçüde
savaşa yönelen itiler daha iyi bir yola konmuş olur.
Wyatt
Geleceğin
insanlarına son olarak başka hangi öğütü vermek istersiniz?
Russell
Şunu
demek isterim ki, bilgileriniz insanın hiçbir zaman elde etmediği güçler
veriyor size. Bu güçleri iyiye de kullanabilirsiniz, kötüye de. İnsanlığın bir
aile olduğunu, hep birlikte mutlu, ya da hep birlikte mutsuz olacağını aklınıza
koyarsanız, bu gücünüzü iyiye kullanabilirsiniz. Büyük yığınların yoksulluğu
üstüne kurulmuş bir azınlık mutluluğu sağlayabileceğiniz günler geçmiştir. O
zamanlar geçmişte kaldı. İnsanlar katlanamaz artık buna ve mutlu olmak
isterseniz, başkalarının da mutlu olduklarını öğrenmeğe alışmak zorundasınız.
Eğer insanlar akıllıca eğitilirlerse, daha anlayışlı olurlarsa, kendi
mutlulukları için başkalarının da mutlu olmasını kaçınılmaz bir koşul saymakta
güçlük çekmezler. Zaman zaman hayalimde, hepsi gürbüz, hepsi akıllı, hiçbiri
ezmeyen, hiçbiri ezilmeyen bir mutlu insanlar dünyası gördüğüm oluyor. Bir
dünya ki, orada insanlar, ortak çıkarlarının kendi çıkar çabalarından daha az
ağır bastığı bilincine varmışlardır, insan zekâsının ve hayal gücünün yarattığı
gerçekten parlak olanakları gerçekleştirme çabasındadırlar. Böylesi bir dünya,
insanlar olmasını isterlerse olabilir ve eğer olursa gerçekten olursa çok daha
şerefli, çok daha mutlu, bundan önce görülmedik hayaller ve mutlu coşkularla
dolu bir dünya olur bu.
Sh:122-129
DÜNYA
AYDINLARINA MEKTUP
1984
yılında Bertrand Russell, birçok aydına mektup göndererek, nükleer silâhların
yasaklanması için yapılacak bir konferansa katılmalarını istemişti. S. Eyuboğlu
ile V. Günyol da bu konferansa çağrılmışlardı:
BERTRAND
RUSSELL
PEACE
FOUNDATION 8 Ekim 1964
Sayın
Bay Günyol,
Akdeniz
bölgesinin nükleer silâhlardan arınması için bundan kısa bir süre önce
Cezayir’de toplanan konferansa bir temsilci göndermiştim. Bundan son derece
olumlu bir sonuç elde edildi. Nükleer silâhların daha da geliştirilmesi ve
yayılması tehlikesine karşı, uluslararası kamuoyunu harekete geçirebilme
konusunda umutluyum. Cezayir konferansının bir devamı olarak, Bertrand Russell
Barış Kurumu, Ortadoğu bölgesinin nükleer silâhlardan arınması için yakın bir
gelecekte bir konferans toplamaya hazırlanmaktadır. Bu konferansa delege
olarak, dünyanın birçok kesiminden seçkin kişileri ve barış adına çalışanları
çağıracağız. Arap dünyasından hükümet dışı en seçkin kişilerin de bu
konferansta sesini duyuracağını umut ediyorum.
Bu
arada şunu da belirteyim ki, Arap halkları ve Arap dâvası ile bir anlayışa
varılması konusundaki istekleri ve hükümet politikasına karşı tutumlarıyla
bilinen İsrail solcularından bazılarını da bu konferansa çağırmayı amaçlıyorum.
Konferans, ya İsviçre’de yada İsveç’te toplanacak. Bu iki ülkeden hangisinin
konferans yeri olacağı konusunda size çok yakında bilgi vereceğim. Ortadoğu’nun
nükleer silâhlardan arınmasına ve tasarlamakta olduğumuz bu konferansa büyük
önem veriyorum. Ortadoğu’da nükleer silâh yarışının kesin olarak önlenmesi yada
nükleer silâhların gelişmesinin engellenmesi mutlaka gereklidir. Sizin de bu
konferansa bir delege olarak katılma olanağı bulacağınızı yürekten umut
ediyorum. Bu konferansa katılmanız özellikle önemlidir. Cevabınızı ilgiyle
bekliyor ve konferansın planlanmasına büyük ölçüde yardımcı olacak kararınızı
öğrenmekte sabırsızlanıyorum.
En iyi dileklerle, İçtenlikle sizin
Bertrand Russell
Bertrand Russell
Sh:247
Kaynak:
Bertrand Russell ,ÇAĞIMIZIN SORUNLARI ÜSTÜNE DÜŞÜNCELER Türkçesi: Sabahattin
Eyüboğlu- Vedat Günyol ,1972 İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar