Print Friendly and PDF

BERTRAND RUSSELL -1-

Bunlarada Bakarsınız



1872 yılında doğan Bertrand Russell, soylu bir İngiliz ailesindendir. Felsefeci, matematikçi, mantıkçı, konferansçı, hoca, yazar ve eleştirici olarak, çok yönlü kişiliğiyle tanınır. Dört yaşında babasını kaybetti. O günden sonra aydın bir kadın olan anneannesinden yakın ilgi gördü. Daha Trinity Kolejinde öğrenciyken, matematik ve felsefedeki üstünlüğünü kabul ettirdi. İleriki yıllarda bu iki bilim dalında çağımızın dahileri arasına girecekti. Russell, felsefe ve din inancının temelini aramak için öğrenim yaptığım söyler. Bu arada matematik ve felsefe kadar mantık alanında da başarılıydı.
1910 — 1913 yılları arasında yayınlanan «Principia Mathematica» adlı eseri, 1927 de ikinci kez basıldı. A.N. Whitehead’la işbirliği sonucu ortaya çıkan bu yapıt, onu uluslararası üne kavuşturdu. Böylece geçim zorluğundan da kurtulmuş oluyordu.
Russell’in felsefî yönü çok canlıdır. Cümlelerinde geometrik doğruluk ve derin anlam vardır. 1910 yılından sonra felsefeyle ilgili çalışmalarının arttığı görülür. Önceleri Kant ve Hegel’in etkisindedir. Bu temel üzerinde yükselen bir idealizmi benimsemiştir. Ama çok geçmeden buna cephe alacaktır. Gerek arkadaşı G.E. Moore, gerekse Leibniz’in eserleriyle idealizmin yanlışlığını anlar. Bunda «The Philosophy of Leibniz» adlı yapıtın rolü büyüktür. Artık o bir realist düşünürdür.
Düşünürümüz, pratik yönü akademik yönüne ağır basan bir kişiliğe sahiptir. 1918 yılında askerliğe karşı olan tutum ve çalışmalarından ötürü hapishaneyi boyladı.
1922— 23 yıllarında işçi adayı olarak sahnededir. 1927 de teorisinin pratikteki temsilcisi «Progressive Schooll»ü kurdu. Nükleer savaşa karşı çıkışı, dünyanın aydın çevrelerince yakınlık gördü. Bu çalışmalarından ötürü 1961 yılında bir kez daha hapsedildi.
Derin bir konuşma üslûbu, inatçı bir yolu vardır. Voltaire tarzına varan çelik bir inancı olduğu söylenir. Konuşmaları doyurucu ve sürükleyicidir. 1950 yılında Nobel edebiyat ödülünü aldı. Oldukça uzun sayılacak hayatı boyunca dört defa evlendi, üç çocuğu oldu.
Russsell sosyal ve etnik konulardaki çalışmalarıyla halk arasında tanınmıştır. İlk eserini 1896 da yazdı. Bu eser Alman Sosyal Demokrasisi üzerineydi ve o sırada Berlin’de bulunuyordu. Almanca ve Fransızcayı çok iyi bilmektedir. Bu dilleri okul öncesi, özel bir eğitimle öğrenmişti. Koleji bitirir bitirmez kendisini oraya üye seçtiler. Bu arada bir süre Paris İngiliz Elçiliği ateşelik görevini yürüttü.
Evlilik hayatı oldukça maceralıdır. 1894 yılında Alys Pearsall Smith’le evlendi. Çok geçmeden Berlin’e gitti, yukarda sözü edilen kitabı yazdı. Haslemere’deyken zamanın çoğunu felsefî çalışmalarla geçirdi. 1910 da felsefeyle ilgili ilk kitabım yazdı. Bu kitap Leibniz felsefesi üzerine bir çalışmaydı. 1903 te matematik kitabının hazırlıklarına başladı. Bu anıt eser, üç cilt olacaktı. O günlerde çalışmaya
dayanan sade bir hayat sürüyordu. 1908 de «Royal Society» ye alındı. İki yıl sonra da eski kolejine rektör oldu.
İnatçıydı, bildiği yoldan dönmezdi. Felsefedeki inançları yönünden hayli bocalama devri geçirdi. Askerlik ve nükleer savaş karşısındaki tutumları birbirine benzer. 1. Dünya Savaşıyla ilgili yazı ve çalışmaları, etkili bir kişi olduğundan, hükümetin dikkatini çekti. Oldukça ağır bir cezaya çarptırıldı. Hükümlülüğü sırasında kitaplığını bir arkadaşı satın aldı. En değerli eserleri bu arada kayboldu. O, bunu hep üzüntüyle anmıştır. Ardından diğer aksilikler birbirini izledi. Kolej, hocalığına son verdi. Gerçi Amerika’da Harvard Üniversitesi görev teklifinde bulunuyordu ama, İngiliz Hükümeti böyle «zararlı» bir kişiyi göndermeyi sakıncalı görüyordu. Askerî otoriteler de ağırlığını koyunca, gitmesine izin verilmedi. Tribunal’da çıkan bir yazısından ötürü 1918 de yeniden hapsedildi.
İkinci matematik kitabı olan «İntroduction to Mathematical Philosophy» yi böyle bir hava içinde, hapishanede yazdı (1919). 1 yıl sonra Rusya’yı ziyaret etti. Oraya gidişi de ayrı bir âlemdi. Önceleri İngiliz Hükümeti izin vermek istemedi, ardından Rus Hükümeti.
Rusya’da gördükleri de umduğundan farklıydı. İzlenimlerini «The Practice and Theory of Bolshevizm» adlı kitapta topladı.
Daha sonra Çin’e gitti. Peking Üniversitesinde sayısız konferanslar verdi. Ertesi yıl eşinden ayrılıp, Dora Black’ la evlendi. Artık gazeteci, konferansçı, yazar olarak da ünü sınırları aşıyordu. 1927 yılında eşiyle birlikte bir okul açtılar. Bu girişimleri 1935’e kadar sürdü. 1935 de Black’tan ayrıldı. Üçüncü eşi Patricia Helen Spence’dir. 1938 de Amerika’da çeşitli üniversitelerde görev aldı. İki yıl sonra New-York Kenti Koleji felsefe hocalığına atandı.


Bu tarihten sonra Russell, daha çok İngiltere’de kalmaktadır. Ardarda iki başarısına daha tanık oluyoruz. 1943 da liyakat nişanı, ertesi yıl da Nobel ödülü.
1952 yılında bu eşinden de ayrılır ve Edith Finch’le evlenir. 1961 deki hapisliği de onun savaş ve nükleer felâket karşısındaki direnişini engelleyemez. Nihayet geçen yılların önemli olayı, ünlü Vietnam Mahkemesini kurar. Beş hikâyenin yer aldığı «Satan in the Suburb» (Şeytan Banliyöde) adlı kitabı ise düşünürümüzün sanatçı yönünü göstermektedir.
Bertrand Russell 2 Şubat 1970 gecesi hayata gözlerini yumduğunda 98 yaşındaydı.
Şanghay’a vardığımızda kimse bizi karşılamaya gelmedi. Önce, «Bu davet soğuk bir şaka olsa gerek!» diye düşündüm. Ama pek az kişi böyle bir şaka için, o devirde büyük para olan 125 sterlin harcamayı göze alırdı. Evde oturup çalıştığım mutlu günlerimi anımsadım. Geldiğime pişman olmuştum. Az sonra durum değişti. Vapurun geleceği saati yanlış hesapladıkları için gecikmişlerdi. Çok beklememiştik ki, güverteye çıktılar. Bizi alıp Çin Oteline götürdüler. Üç hafta orada en göz kamaştırıcı günlerimi geçirecektim.
Dora’yla olan ilişkimi anlatmam gerekiyordu. Onlar, Dora’nın eşim olduğunu sanıyorlardı. Açıklayınca yanlış düşüneceklerinden korkuyordum. Dora’ya eşim gibi davranılmasını istedim onlardan. Gazeteler de böyle bildirmeliydi.
Çin’de kaldığımız sürece karşılaştığımız her Çinli, gerek bana, gerek karım bildikleri Dora’ya içten konukseverlik gösterdiler. Buna rağmen hepimiz Dora’yı «Miss Black» diye çağırmalarını istiyorduk.
Vaktimizi Şanghay’da pek çok olan Avrupalı, Amerikalı, Japon, Koreli ve onlar kadar çok olan Çinli dostlar arasında geçiriyorduk. Elbet bu değişik ülkelerin insanları hep aynı duyguda, düşüncede değildiler. Japon ile Koreli Hristiyan buna güzel bir örnektir. Bunun için konuklarımıza odalarda ayrı masalar gösterirdik. Günlerimiz masadan masaya taşınmakla geçiyordu. Birçok büyük ziyafette bulunduk. Yemeklerden sonra Çinli tanıdıklarla İngiliz tarzı hoş bir hava içinde sohbet ediyorduk. Pek memnun ediyordu bizi bu. Sanki başka bir âleme götürüyordu. İlk görüştüğümüzde Çinlilerin zekî, cana yakın' olduklarını anlayınca şaşırmadık değil. Öbür zekî insanlardan hiç de başka değillerdi. Sun Yat Sen de beni yemeğe çağırmıştı. Ertesi gece ayrılacaktım. Bunun için davetini kabul edemedim. Çok üzgündüm. Az sonra o Kanton’a gitmiş, memleketin işgalinden sonra millî hareketin başlamasına önayak olmuştu. Ben Kanton’a gidemedim. Böylece Sun Yat Sen’ le bir kez daha görüşmemiz mümkün olmadı.
Çinli arkadaşlarım beni iki günlüğüne Hangchow’a götürmek istediler. Batı Gölü’nü göstereceklerdi. Kabul ettim. İlk gün gölü botla şöyle bir dolaştık. İkinci gün iskemlelerimizde dinleniyorduk. Eski uygarlıkla kaynaşmış harika bir güzellik vardı. İtalya’da gördüklerimi bile bastırıyordu. Oradan Nanking’e, Nanking’ten de botla Hankow’a geçtim. Yengeç ırmağı üzerindeki bu güzel günlerim, Volga’daki dehşetli günlerimin zıttıydı. Hankow’dan Changsha’ ya kültürel konuşma için geçmiştim. Orada da bir hafta kalmam rica edilmişti. Böylece her gün konferanslar vermem mümkün oluyordu. Fakat ikimiz de hem bitmiş, hem dinlenme umudunu yitirmiştik. Pekin’e varmağa can atıyorduk. Vaktimiz dolmuştu. Yirmidört saat bile bekleyemezdik. Hunan valisi, ne pahasına olursa olsun bizi memleketine götürmek istiyordu. Özel tren bile hazırlatmıştı. Aldırış etmedik.
Anılarımda Chengsha kenti önemli yer alır. Burada yirmidört saat içinde yemeklerden sonra dört konferans verdim. Modern otel yoktu. Misyonerler bize yakınlık gösteriyorlardı. Dora bir misyonerin evinde, ben öbüründe kalıyorduk. Davetleri kabul etmemek için en iyi çarenin otelde kalmak olduğunu anlamıştık. Bazan zor durumlara düşüyor, pisliklerle karşılaşıyorduk. Bitler sürüyle yataklarımıza doluyorlardı.
Tuchun askerî valisi bizlere muhteşem bir ziyafet vermişti. Orada ilk kez Dewey’le karşılaştım. Çok zarif, kibar biriydi. Hasta olmuştum. John Dewey bize büyük yakınlık göstermişti. (Bu eğitimci Atatürk’ün davetiyle Türkiye’ye de gelmiştir. Çev. notu.) Ona hastahanede sayıklayarak, «Barış için bir plân hazırlamalıyız » demişim. İyi olduğum zaman anlattılar bunu.
Bu ziyafette yüzden fazla konuk vardı. Geniş bir salonda oturuyorduk. Ziyafet için başka bir salona alındık. Burası düşünemeyeceğimiz kadar muhteşemdi... Vali ortamızdaydı. Konuşmasına özür dileyerek başladı. Günlük yaşantılarını gördüğümüzden memnun kaldıklarını belirtti. Herhangi bir art düşüncem yoktu ama, tercümanın, nükteli sözlerimi eksik verdiğine tasalanıyordum.
Başkentteki ilk aylarımızda mutluluk içindeydik. Bütün zorluklar, anlaşmazlıklar artık geride kalmıştı. Hepsini unutmuştum. Çinli arkadaşlarımız çok hoştu. İşimiz güzel, başkent düşünülemeyecek kadar cana yakındı.
Delikanlı bir ahçımız vardı, iyi bir yardımcıydı bu. Biraz İngilizce de biliyordu. Böylece bütün işlerimiz İngiltere’dekinden daha düzenli gidiyordu. Yemek daha biz eve gelmeden hazırdı. Bugün bilmem kim gelecek, şu yemekler hazır olmalı, dememiz yetiyordu. Delikanlı herşeyi biliyor, herşey elinden geliyordu. Ara sıra işimizi görmeğe dikici kadın gelirdi. Kıştan yaza kadar bize hizmet etti. Kışın çok şişmandı. Yazın sıcağıyle gitgide incelmeğe başlaması ilginçti. Giysileri de incelmeğe başlamıştı tabiî. Başkentte bol mağaza vardı. Eski, değerli eserlerle evimizi süsledik. Çinli arkadaşlarımız İngilizlerin modern mobilyaları dururken, bu eski eşyalara merak sarmamıza akıl erdiremediler. Daimî yardımcı olarak, bir de resmî tercüman verilmişti. İngilizcesi güzeldi. Bu dilde nükte yapabilmekle övünürdü. Onunla yakın bir ilişki kurmuştum. Çinli bir kızla nişanlanmıştı. Aralarındaki bazı zorlukları kaldırarak evlenmelerine yardımcı olmuştum. Ara sıra haberlerini aldığım bu mutlu çift, bir keresinde İngiltere’ye ziyaretime de gelmişlerdi.
Konferanslarım zamanımın çoğunu alıyordu. Ayrıca ilerlemiş öğrenciler için seminer de hazırlamıştım. Bu öğrencilerin hepsi Bolşevik’ti. Bir tek imparatorun yeğeni vardı onların dışında. Birer birer Moskova’ya kaçmanın yolunu buluyorlardı. Zeki, canlı delikanlılardı. Akılları fikirleri Çin geleneklerinden sıyrılmaktı. Çoğu çocuk denecek yaşta, eski geleneklere göre nişanlanmışlardı. Bir kısmı nişanlarını bozarak modern kızlarla evlenmekteydiler. Eski ve yeni Çin kuşağı arasında geniş bir çizgi vardı. Bu gençlerle aileleri arasındaki durum, gittikçe can sıkıcı oluyordu. Dora da okula gidip kızlara öğretmenlik yapmaktaydı. Hep evliliğe dair soruyorlardı ona. Serbest aşk, sevişme gibi sorulara bile oldukça açık cevaplar veriyordu. Elinden geldiğince Avrupa’daki öğretmenler gibi davranmağa çalışıyordu. Geniş düşünceliydi ama, ne de olsa geleneksel davranışların tümünü silememişti üstünden. Dora’ nın ve benim öğrencilerim için partiler veriyorduk. Önce kızlar odalara doldular. Hiç erkek girmeyecek sanmışlardı. Onları alıp erkek arkadaşlarıyla tanıştırdık. Aradaki buzlar eridikten sonra, düşüneceğimiz başka husus kalmamıştı.
Konferans verdiğim Pekin millî üniversitesi ilginç bir yerdi. Chacellor ile Vice Chacellor modern Çin’in amacını anlamış, saygılı kişilerdi. Hele Vice Chancellor tanıdığım en değerli ülkücülerdendi. Paraların çoğu öğretmen maaşlarına gidiyor, derslerse konuşmalar şeklinde geçiyordu. Öğrenciler profesörlerin öğrettiklerini sindirmiş görünüyorlardı. Bilgiye susamış haldeydiler. Memleketleri için kendilerini, göz kırpmadan feda ederlerdi. Öyle görünüyorlardı. Büyük uyanma ve umudun havası esiyordu her yerde. Yüzyıllardan beri uyukladıktan sonra Çin, modern dünyaya ayak uydurmak üzereydi. Fakat devletin reformcu karakteri henüz ortaya çıkmamıştı. İngilizler, reformcu kişilere yan gözle bakarak «Çin daima Çin’dir» diye kendilerini avutuyorlardı. Bu yarı cahillerin, kokmuş konuşmalarının saçma olduğuna inandırmak istiyorlardı beni. Oysa yarı cahil dedikleri bu genç kuşak, birkaç yıl içinde Çin’i kuşatıp İngilizleri de o çok sevdikleri imtiyazlarından edeceklerdi.
Komünistler Çin’e hakim olduktan sonra İngiltere’nin buraya karşı politikası A.B.D. ye bakarak daha belirlidir. Fakat zamanımıza kadar da daima karşı durumda olmuştur. 1926 yılında İngiliz kuvvetleri; üç defa silahsız Çinli öğrencilere yoktan yere ateş açtılar. Birçoklarını öldürdüler, yaraladılar. Ben böylesi saldırıdan sakınılmasını önce İngiltere’de, sonra da Çin’de kaç kez yazmıştım.
Çin’deki bir Amerikan misyoneriyle mektuplaşırdım. Bu olaydan kısa bir süre sonra ziyaretime gelmişti. Kötü davranışların Çinlileri kızdırdığını, İngilizlerin hayatlarının sebebi olarak benim tutumumu gösterdi. Oysa sır de hâlâ durabilmelerinin, kızgın Çinlilerin sakinleşmelerinin sebebi olarak benim tutumumu gösterdi. Oysa sır Çin’deki İngilizler değil, İngiliz hükümeti de yazılarımda! ötürü bana karşıydılar.
Çin’deki beyaz ırk, Çinliler arasındaki en önemli konuları bile bilemiyorlardı. Bir örnek vereyim: Çalıştığın Amerikan bankası, Fransız bankasının bir notunu bana gönderdi. Çinli tüccarların benim bu bankadaki muamelemin kabulüne yanaşmadıklarını bildiriyorlardı. Üç ay sonra Fransız bankası iflâs etmesin mi? Cindeki bütün beyaz bankerler şaşırıp kaldılar.
Doğuda İngilizler her bakımdan haklı sayarlar kendilerini. Hele çevreleriyle ilgilerini hemen tamamen keserler. 18. nci yüzyıldaki misyonerlerin verdiklerinden başka bir şey değildir bildikleri.
Doğuda bilgili gözüktükleri gibi, doğunun bilgililerine de küçümseyerek bakarlar. Yazık ki, bizim politik sağlamlığımız, onların bu görüşüyle değerlendirilmekteydi. Çinli reformcuların İmparatora yapamayacakları hareketleri bizimkiler Windsor’a gidip yapabilmekteydiler. Çin hak, kında görüşlerimi The Problem of China (Çin Problemi» adlı eserimde geniş geniş anlattım zaten. Burada bir daha söylemeyeceğim.
Her ne kadar tahrik edilmiş olsa bile Çin’in Avrupalılarla karşılaştırılması, memleketin filozofik bir sessizlik içinde bulunduğunu gösteriyordu. Bir keresinde İngiltere’den bir mektup almıştık. Gazeteler de geliyordu. Pazar günleri, bir sonraki konuşmalarım için çalışıyor ve tatil yapıyordum.; Bu sırada gördüğüm en güzel binalardan biri olan Gök Mabed’e bakmakla vaktimi geçiriyordum. Kış güneşi karşısında oturuyor, az konuşuyor, çok kez sakin havayı içimize çekiyorduk. Çılgınlıktan, heyecandan, karışıklıktan uzaktık. Huzur içindeydik. Bazen de başkent surları boyunca geziyorduk. Güneş batarken, ya da ay yükselirken buradaki canlılığın renkli nakışlarını unutamam.
Çinli, yaradılıştan nükteyi sever. Ben de onlar gibiydim. Sıcak bir günde, iki şişman iş adamı beni motorla, oradaki ünlü yarı harap pagodayı gezmeye çağırdılar. Gittik. Pagodanın sipiral merdivenini tırmanmaya başladım. Onların beni izleyeceğini sanıyordum. Tepeye çıktığım zaman hâlâ yerde olduklarını gördüm. Neden çıkmadıklarını sordum. Dediler ki:
— Biz de çıkalım mı, çıkmayalım mı, diye tartışıyorduk. Sonunda çıkmamaya karar verdik. Pagoda bir anda çökebilir. O zaman bir filozofun ölümüne kim tanıklık edecek?.
Durum ortadaydı: Hava sıcak, onlarsa şişmandılar.
Çinliler yaptıkları şakayı karşısındakine belli etmeye çalışırlardı. Bu yanlarıyla ünlüydüler. Başkentten ayrılırken, Çinli arkadaşlarım küçük bir zemin üzerine kazılmış mikroskobik bir yazı örneği verdiler bana. Elle yapılmıştı. Ayrıca aynı pasajın büyük, pek güzel el yazısıyla yazılmış kısmını da verdiler. Ne yazıyordu burada? «Eve gittiğimiz zaman Prof. Gile’e sorunuz » dediler. «Sihirbaz danışman» yazıyormuş. Gerçekten şaka yapıyorlardı benimle. Çünkü politik konularda onlarla hiç konuşmamıştım.
Başkentte kışlar pek sert geçer ve Moğolistan’ın buzlu havasını getirirdi. Bronşit olduğum gibi, kendime de iyi bakamadım. Belki çabucak iyi olabilirdim. Fakat Çinli arkadaşlarımın gönlünü kırmak istemedim. Başkentten motorlu arabayla iki saat uzaktaki sıcak su kaynaklarına gittik. Otelde çok güzel çay vardı. Ne yazık ki, birdenbire bir titreme tuttu. Hemen başkente dönmek zorunda kaldık. Arabamız yolda bozuldu. Geç kalmıştık. Başkentin kapıları kapanmıştı. Ancak bir saatlik telefon konuşmasından sonra açtırabildik kapıyı. Eve zor ulaştım. Ağır hastaydım. Az sonra Alman hastanesine kaldırıldım. Dora gündüzleri yanı başımdaydı. İngiliz hastabakıcı da geceleri başımdan ayrılmadı. Doktor her gelişinde, acaba bir gün önce öldü mü, diye meraklanıyormuş. Bu hastalık günlerime ait birkaç hayalin dışında birşey hatırlayamıyorum. Hastabakıcıyı bile tanımamıştım. Dora bana çok hasta olduğumu, nerdeyse ümitlerini keseceklerini söylediği zaman, «Pek ilginç ı diyebilmişim. Öyle halsizdim ki, beş dakika içinde olanı unuttum. Bana bir daha anlattılar. Adımı bile hatırlayamıyacak kadar bitkindim. Bir ay sonra kendime geldiğimde ve yeniden anlattıkları zaman, inanmak istememiştim. Hastabakacı da mesleğinin ehliymiş. Savaş sırasında Sırbistandayken, hastaneyi Almanlar alınca Bulgaristan’a geçmiş. Bulgaristan Kraliçesiyle samimi olduğunu anlatmaktan bıkmıyordu. Dini bütün bir kadındı. Görevinin kendisini ölü hale koymak değil, daha iyiye götürmek olduğunu söylüyordu. Mesleğiyle olduğu kadar içten duygularıyla da olgun bir kadındı.
Gittikçe iyileşiyordum. Fakat zayıf düşmüştüm. Bunun la beraber büyük bir mutluluk içindeydim. Dora çok yardımcı oldu bana. Onun sayesinde her kötü şey silindi gitti önümde.
Daha kendime gelirken, Dora hamile olduğunu anlamıştı. İkimizi de sevince boğmuştu bu. Uzun süredir gittikçe artan bir çocuk sevgisi vardı içimde. Nerdeyse umudumu yitiriyordum. Bir çocuğum olacağı için nekahat devresinde daha mutluydum. Ateş, kalp ağrısı, böbrek, dizanteri gibi bir sıra ciddî rahatsızlıkları da atlatmasını başarmıştım. Ne olursa olsun, sonunda iyileşiyordum ya, pek mutluydum.
Hasta yatağımda ölümden uzaklaştığımı anlamakla memnundum. Aslında herşeyi küçümseyen ve hayata değer vermeyen bir tabiatım vardı. Sonra bunun ne kadar yanlış olduğunu anlıyordum. Hayat şimdi bana tatlı hayallerin olduğu bir yerdi. Pekin’e yağmur az yağardı. Bu sırada hayli yağıyordu. Dört yan tatlı toprak kokusuna boğuldu. Pencerede bu toprak kokusunu duyamamanın acısı içinde düşünüyordum. Başka gün, güneş aydınlığı içinde, rüzgârın uğultusunda hep düşünüyordum. Pencerenin dışında akasya ağaçları vardı. Hayatın tadını duymağa başladığımda, çiçekler de açıyordu. Bu bana yaşama hıncı veriyordu. Birçok kimse de bunu sezmişlerdir...
Eğer ölseydim Batı Gölü’nün bir kıyısına gömeceklerdi beni, bir anıt yaptıracaklardı. Çinliler böyle söylemişlerdi. Yapmadıklarına üzülmedim değil. Böylece ben de bir tanrı olup çıkacaktım. Üstelik «ateist» dedikleri, dinsiz biri olarak... Ne tuhaftı bu!
Başkentte Sovyet diplomatik misyonu da vardı. Bize büyük nezaket göstermişlerdi. Başkentin en güzel şampanyaları onlardaydı. Benim için de bol bol şampanya patlattılar. Susuzluğumuz gidiyordu. Önce eşimi, sonra ikimizi başkentte motorla dolaştırdılar. Zevkli günler geçirdik. İhtilâlcilerin korkusuz motor sürüşleriyle çok heyecanlandık.
Hastalığımda beni kurtarmak için Rockfeller Enstitüsü’nün Pekin şubesi, özel bir serum kullanmış. Hayatımı kendilerine borçluydum. Politik durumumla onlara karşı olmama rağmen, saygılı davranışları değişmemişti.
Japon gazetecileri de Dora’nın başına belâ kesilmişler. Bana nasıl baktığım anlatmasını istemişler. Sonra da işi kısadan kesip, öldüğümü duyurdular. Haberler Japonya’dan A.B.D. ye, oradan da İngiltere’ye ulaşmıştı. İngiliz gazeteleri aynı gün Dora’dan boşandığımı yazıyorlardı. Çok şükür Saray işi ciddiye almadı, ya da mahkemece öyle kabul edildi.
Ortaya çıkan ölüm haberlerinin sonuçları beni umduğumdan çok sevindirdi. Bir misyoner gazetesindeki haber şöyleydi: «Misyonerler Mr. Bertnard Russell’in ölümüyle ilgili haberlerden sonra ve kendisinin göğe yükselmesinden ötürü başsağlığı dilerler.» Gökte daha değişik birşey göreceğimden korksam bile, daha ölmemiştim. Haber İngiltere’de birçok tanıdıklarımı üzüntüye boğmuştu. Başkentteki kardeşimden telgraf geldi. Hayatta olup olmadığımı bildirinceye kadar olandan haberleri yoktu.
Altı hafta sırtüstü yatmak beni sıkmıştı. Memleketime iyi olarak döneceğimden şüphe ediyordum. Fakat doktorlar beklemekten başka çare olmadığını söylüyorlardı. 10 Temmuzda durumum düzelmeye başladı. Pekin’i terketmeğe hazırlandık. Oysa hâlâ çok zayıftım. Değnek yardımıyla ayakta durabiliyordum...
Hastalığımdan önceydi. Çin’den sonra Japonya’da da bir konferans turnesine çıkmam tasarlanmıştı. Hepsi bir konuşma yapacaktım. Bu arada birçok kişiyi ziyaret edecektim. Oniki gün kadar kaldık orada. Zevkli günler değildi bunlar. Ne olursa olsun, gezimiz ilgi çekici olmuştu. Japonlar, Çinlilere benzemiyorlardı. İyi halliydiler ve sırnaşıklıktan kurtulamamışlardı. Çöp gibi olduğumdan, birçok gelecek olaydan ötürü şimdiden üzülüyorduk. Bilhassa gazetecilerle karşılaşmamızı düşünüyorduk. Limandaydık daha, kayığa biniyorduk. Otuz gazeteciyi beni beklerken görmüştüm. Oysa gizli yapmıştık gezimizi. Fakat onlar polisin yardımıyla izimizi bulmuşlardı. Japon gazeteleri ölümümü tekzip etmedikleri için, Dora onlara daktiloyla yazılmış bir yazı dağıttı. Öldüğümü ve bundan dolayı konuşma yapmamın imkânsızlığını bildirdi. Gazeteciler derin bir göğüs geçirdiler. Dişlerine kadar güldüler. «Ah! Vereee funnee (Çok hoş şey!) diye söylendiler.
Önce Kobe’ye gittim. Japon Chronicle gazetesi editörü Rober Yooıng’u ziyaret edeyim dedim. Sahile yaklaşırken ellerinde bayraklarla büyük bir alay gördük. Gelişimizi kutluyorlardı. Hoş sürprizlerdi bunlar. Çok geçmeden durum 'lir grev halini almış, polis de davetli yabancıların dışında kimsenin gözünün yaşına bakmamıştı. Grevciler sakin bir hristiyan sayılan Kagawa tarafından yönetiliyordu.
Robert Young hoş bir insandı. Daha küçükken memleketi İngiltere’yi terketmişti. Ülkülerini her zaman korumasını bilmişti. Çalışma yerinde Bradlaugh’nin büyük resmi asılıydı. Ona hayrandı. En iyi gazete olarak bildiğim gazetesine 10 siterlinlik para ile başlamıştı.
Beni şahane güzellikteki Nara bölgesine ziyarete götürdü. Orada eski Japon stilleri hâlâ görülmekteydi. Japonların Kaizo magazinlerinin editörlerinin eline düştüğümüzde de, Kyotu ile Tokyo dolaylarını dolaştık. Gazeteciler daima bizi gözetliyorlardı. Makinalar, flâş ışıkları ta yataklarımıza kadar izliyorlardı. Birçok yerlerden seçkin bilginler gelip, bizi davet ediyorlardı. Bazen de son derece bayağı şekliyle polis nezaretinde bulunuyorduk. Otelde mi yatıyoruz, bitişik odamızda polisler ve bir de daktilo. Kapıcılar bir kral gibi peşimizdeydiler. «Bu kapıcıların da Allah belâsını versin » diye mi söylendik? Hemen polis daktilosunun tıkırtıları duyuluyordu. Söylediklerimiz harfi harfine yazılıyordu. Profesörler şerefimize parti mi veriyorlar? Biriyle konuşmayalım; hemen flâş yanar, fotoğraf çekilir, tabiî konuşmalar da birden sona eriverirdi.
Japonların kadınlara karşı tutumu da ilkseldi. Kyoto’da ilginç bir olay geldi başımıza. Sivrisinek bol, cibinlik delik deşikti. Dora’yla sabaha kadar uyuyamamıştık. Sabahleyin bundan dert yandım. Benimki akşam yamandı. Fakat Dora’nınkine el değmemişti. Ertesi gün bunu söylediğimde, «Bayanın da şikâyetçi olduğunu bilmiyorduk » dediler.
Yörede bir trene binmiştik. Yanımda Japonya’da gezi yapan tarihçi Eileen Power vardı. Oturacak yer bulamadık. Bir Japon kalkıp yerini verdi, Dora oturdu buraya. Bir diğer Japon’un verdiği yere de oturmadım. Eileen’e verdim orayı. O zaman Japonlar bana öyle tiksintiyle baktılar ki, aniden bir olay patlayacak sandım.
Miss İto adında, karşılaştığım Japonların en hoşu olan bir hanım vardı. Genç ve güzeldi. Bir anarşistle yaşıyordu. Üstelik bir de oğlu olmuştu ondan. Dora ona: «Devlet otoritelerinin sana bir şey yapacağından korkmuyor musun?» diye sordu. Elini boğazına götürerek, «Er geç bir şeyler yapacaklarını biliyorum,» dedi. O sırada yer sarsıntısı olmuştu. Polis, İto’nun sevgilisi anarşistle oturduğu eve geldi. Anarşist ile oğulları sandıkları yeğenlerini gördüler evde. Polis merkezine kadar gelmelerini bildirdiler. Merkezde üçü de ayrı ayrı odalara alındılar...
Boğucu sıcakta on saatlik yolculuktan sonra Kyoto’dan, Yokhama’ya yöneldik. Karanlık çökünce vardık oraya. Flâşların magnezyum ışıkları Dora’yı paniğe uğrattı. Çocuğunun düşeceğinden korkarak kendimden geçtim. Elimden bir kaza çıkacaktı nerdeyse. Fotoğraf çekme serüvenleri insanı işte böyle çılgın hale sokabiliyordu. Aynı olay Tokyo’ya giderken de oldu. Sanki Hintlilerle sarılmış ilk Amerikalılar gibi bir durumumuz vardı. Bu yabancıların elinden karısını kurtarmak için insanın yırtıcı olması gerekiyordu.
Deneylerime dayanarak, Millî Yayınlara, Japon milletine veda mesajımı yayınlaması için gönderdim. Daha şövenistlik davranmalarını imâ ettim. Başka gazetelere veda mesajları göndermedim.
Yokohama’dan Canadian Pasific Vapuruyla yola çıkarken, anarşist Ozuki ile Miss İto uğurlamışlardı bizi. Empress of Asia’ydı bu Pasifik vapurunun adı. Empress of Asia’ da sosyal hava birden değişivermişti. Dora’yı gemide doktora göstermiştik. Ağustos sonlarında İngiltere’de Liverpool’a vardığımızda, Dora’nın annesi rıhtımdaydı. Hem, «Hoş geldiniz,» diyordu bize, hem Dora’ya salıkta bulunuyordu. 27 Eylül’de evlendik. Ekim 16 da oğlum John doğdu. Yıllardır özlediğim an gelmişti işte, oğlum olmuştu!..

6 Yu Yang Li
Avenue Joffre
Shanghai, Çin
5 Ekim 1920
Muhterem efendim,
Dünyanın en büyük filozofunun şimdi Çin’e gelmesinden dolayı pek çok memnunuz. Bunun, Çinli öğrencilerimizin kronik hale gelen birçok dertlerinin giderilmesinde önemli bir aşama olacağına inanmaktayız. 1919 yılından bu yana çevrelerindeki en büyük umut Çin’in geleceği üstünedir. Çin toplumu için ihtilâlci bir ortamın yaratılmasına çalışılmaktaydı. O yıl Dr. John Dewey, aydın sınıfa büyük etkiler yapan kişi olarak görülmüştü.
Çinli öğrencilerin de pek çoğunun temsilcisi olarak bunu söylememe izin vermenizi rica edeceğim:
Her ne kadar Dr. Dewey, memleketimizde başarıyla etkili çalışmalarda bulunmuşsa da, öğrencilerin çoğu onun tutucu teorierinden tatminkâr değildirler. Çünkü onların istediği Anarşizm, Sendikacılık, Sosyalizm, v.s. dir. Sosyal ihtilâlci felsefe bilgileri üzerindedir. Bizler Mr. Kuropotkin’in peşindeydik. Çin’de anarşist bir felsefenin ortaya çıkmasını sağlamaktı amacımız. Ümidimiz sizdedir. Muhterem efendim, temeli Anarşizm olacak Sosyal Felsefenin bütün ilkelerini bize lütfediniz. Ayrıca Amerikalı felsefeci Dr. Dewey’in yanlışlarını da ortaya koymanızı rica ediyoruz. İngiltere’de olduğunuz gibi Çin’de de aynı özgürlük içinde olacağınızı umarız. Dr. Dewey’in memleketimizdeki başarısının çok üstünde bir başarı kazanmanızı da dileriz.
Ben Pekin Devlet Üniversitesinin eski bir üyesiyim. Şanghay.da sizinle birçok kez karşılaştık. İlk kez de The Grest Oriental Otel’de gece resepsiyonunda görüşmüştük.
Ebedi Yoldaşınız
Johnson Yuan Çin Anarşist 1. Komünist Birliği
Sekreteri

The Nation, Ocak 8, 1921 yılında çıkan ve Ottoliııe Morel’e yazılan mektup.

Ottoline Morel’e            28 Ekim 1920
Çin’e ayak bastığım andanberi vaktim çok ilginç geçiyor. Çinli öğrencilerle kimi çok, kimi az Avrupalılaşmış gazeteciler arasındaydım. Sayısız konuşmalar yaptım. Einstein bahislerinden, kültürel ve sosyal birçok probleme kadar... Öğrencilerin öğrenme hevesleri düşünemeyeceğimiz kadar fazlaydı. Ben konuşmağa başlayınca, onlar ziyafet masasına bakan açlar gibiydiler. Her yerde beni bile sıkan eşsiz bir saygı içindeydiler. Şanghay’a vardığımızın ertesi günü büyük bir ziyafet vermişlerdi. İkinci bir Konfiçyüs’tüm sanki. Öylesine ilgi gösteriyorlardı. Kentin bütün gazetelerinde resimlerim çıkıyordu. Ben ve Miss Black sayısız okul, konferans ve kongrelerde konuşuyorduk. Tuhaf, çelişkilerle dolu bir ülkedeydik, Şanghay’ın büyük bir kısmı tamamen Avrupalıdır, hattâ Amerikalı. Sokak adları, ilânları İngilizce ve Çince. Muhteşem iş binaları, bankalarıyla zengin bir görünümü var. Fakat yan sokakları hemen hemen tamamen Çinlidir. Glaskov gibi geniş bir kentti burası. Avrupalıların sefil ve hastalıklı halleri vardı. Çin’in büyük gazetelerden biri beni yemeğe çağırtıyordu. 1917 de bitirilmiş modern bir binada bulunuyordu. Son model makinaları varsa da Çin harflerine uymadığı için Linotype yoktu. Gazete idarecileri binanın üst katında bana Çin yemeklerini, Çin pirincini, Çin şarabını ikram ettiler. Tabak tabak yiyeceklerin önünde çöplerle yeme sanatını da öğreniyorduk. Yemekten sonra sevilen Çin müziğini de sunabileceklerini bildirmişlerdi. Yedi telli, eski model bir müzik âleti getirmişlerdi. Kara odundan yapılmıştı. İki bin yıllık.. Eski bir tapınaktan alındığını da eklediler. Masa üzerine koyulup, gitar gibi parmakla çalınmaktaydı. Çalınan müzik parçalarının da tam dört bin yıllık olduğunu kesinlikle söylediler. Ama bir Avrupalı için modern müzikten daha güzel, tatlı ve hoş bir parçaydı... Müzik bitince gazeteciler yine kaynaşmağa başladılar.
Şanghay’dan Çinli arkadaşlarım beni Hangchov yöresindeki Batı Gölü’ne götürdüler. Söylediklerine göre Çin’in en güzel doğal manzaraları buradaymış. Göl büyük değildi. —Grasmere kadar— çevresi ormanlık tepeler, sayısız pagodalar ve tapınaklarla süslüydü. Binlerce yıl imparatorlar güzelleştirmiş, ozanlar övmüşlerdi. (Eski Çin ozanları modern Avrupanın para babaları gibi bir şey olacak) Göldeki adada evler, manastırlar .vardı.
Çinlilerin dininin insana hoş gelen tarafları yok değildi. Eğer bir tapınağına giderseniz, sigara ve çok lâtif demlenmiş çay sunarlar, sonra çevrenizde dönerler. Budizm, zahitlik olarak düşünenler için hoştu. Azizleri şişkoydu. Halkın yaşadığı hayatla alay ediyormuş gibiydiler. Hiç kimse din olarak inanmıyordu. Hattâ rahipleri bile. Bir yandan da durmadan zengin tapınaklar yapılıyordu.
Kır evlerinde de yakınlık görüp, çay içersiniz. Buraları Çin resimleri gibidir. Her yerde konfor yoksa da güzellik vardır. Bu kır evlerinin en büyük odası, diğer odaların tam tersi, Avrupa tipine yakındır.
Göl kenarında gördüğüm unutulmaz hususlardan biri de, bilginlerden emekli olanlara yer bulunmasıydı. Sekizyüz yıl önce gölde yapılmış yapılarda otururlardı. Bilginler eski Çin’de de böyle güzel yerlerin sahibi oluyorlardı.
AvrupalIların Çin’deki etkileri sanki, 18 nci yüzyıldan başlayıp zamanımıza kadar olan devir, endüstri ve Fransız ihtilâli safhalarını geçirmemiş olan zaman diye iki bölüme ayrılır. Halkın ırkına has millî zevkleri vardı. Buna sahip olmanın yollarını çok iyi biliyorlardı. Artistik duygularla zevklenme hususlarında Avrupalılardan başka özellik gösteriyorlardı. Halkın büyük bir kısmı, hattâ en aşağı sınıf bile nükteyi biliyorlar, nükteden hoşlanıyordu.
Çinliler adımı doğru dürüst söyleyemiyorlar, yazamıyorlardı. Onlar beni Luo-Su diye kendilerine uygun bir isimle çağırıyorlardı.
Hangchovv’dan Şanghay’a geri döndük. Oradan da trenle Nankin’e vardık. Burası hemen hemen terkedilmiş bir kentti. 23 mil uzunluğunda kent duvarları vardı. Kent daha Taiping isyanında harap olmuş, 1911 ihtilâlinde yine zarar görmüştü..
Buradan da Yangçe boyunca giderek Hangkow’a vardık. Gezimizin üçüncü günüydü. Güzel manzaralar görüyorduk. Oradan da trenle Cheng-Sha denen Hu-Nan merkezine vardık. Büyük bir eğitime ait konferans düzenlenmişti. Cheng Sha’da her ne kadar üç yüz Avrupalı varsa da, Avrupalılaşma açık olarak görülmüyordu. Kent de tipik ortaçağ merkezlerini andırmaktaydı. Dar sokakları vardı. Her evden neşeli insanların şarkıları duyuluyordu. Sokaklarda sandalyelerden, onları çeken Çinlilerden ve sedan sandalye tipi araçlardan başka bir şey görülmüyordu. Avrupalıların birkaç banka, fabrika, misyon ve hastaneleri vardı. Batı metoduyla çalışılıyor, tedaviler yapılıyordu. Hu-Nan Eyaletinin valisiyse Çin’de gördüğüm valilerin en akıllılarındandı. Son gece muhteşem bir ziyafet verip bizi geç vakitlere kadar eğlendirdi.
Prof, ve bayan Dewey de oradaydılar. Onlarla ilk kez burada tanıştık. Vali Avrupa dillerinden bilmiyordu. Buna rağmen onun yanında oturuyordum. Komplimanlarımızı tercümanlarla yapıyorduk. Onda iyi izlenimler bıraktık sanıyorum. Kültürünü artırma isteğindeydi. Çin’de herkes kültürünü artırmak istiyordu zaten. Bu en büyük ihtiyaçlarıydı. Daha iyi bir idareci olma yeteneğinden böylece yoksun kalmıyorlardı. Söylendiğine göre kötü idare Avrupa’ya bakarak Çin’de daha az tehlikeli oluyordu. Zamanla tamamen düzelecekti.
Şimdi başkent Pekin yolundayız. 31 Ekimde oraya varacağımızı umuyorum.
Bertrand Russell

S. Yamamoto’dan

Tokyo Japonya
25 Aralık 1920
Muhterem Efendim,
Bize gösterdiğiniz içten yakınlığa ve «The Prospects of Bolshevik Russia» nin sayısını —ki henüz aldık— gönderdiğiniz için teşekkürlerimizi arz ederiz.
«Vatanperverlik» başlıklı yazınızı tercüme edip, yeni yılda Kaizo’da yayınlayacağız. Genç kuşak büyük bir zevkle okuyacaktır. Şimdi bütün konuşmalarımız, bilhassa centilmenler arasında olduğu gibi, öğrenci ve işçi çevrelerinde de[ sizin bu yazınız üzerine olacaktır.
Asıl üzüntümüz, devlet idarecilerinin isteklerine uyarak, Japonya’da yaptığınız konuşmaların metinlerinde bazı! kısımları çıkarmak zorunda olmamızdır. Devletin bu emri gereğince değerli ifadelerinizin eksikliğinden dolayı affınıza sığınıyoruz. Bunun için sevginizi bizden esirgemeyeceğinize inanmaktayız. Fakat bundan sonra umuyoruz ki, yazılarınızı aynen tercüme edebileceğiz.
Buradaki milyonlarca gencin size olan büyük hayranlığı her türlü tasavvurun üstündedir.
Prensiplerinizin tamamen bizim düşüncelerimize uygun olduğunu bildirmek isterim. Yaşadığımız sürece sizinle beraber olacağız. Fakat memleketimiz üç bin yıllık bir geleneğin çekingenliği içinde olduğundan, esefle bildirmek gerekir ki; reformları yapmak mümkün olamamaktadır. Ancak adım adım ilerliyeceğiz. Yayınlarınız biz genç Japonların gelecek günlerine ışık tutmaktadır.
Geçmişin karışık otuz yılı içinde özellikle Japonya’da Fizik ve Tıp bilimi ilerledi. Asıl önemli olan yeni icatlarda bulunmasıdır. Evet, bilim yolumuzda bizi memnun eden sonuçlar varsa da, bu A.B.D. nin ardından yürüme anlamına gelmemeliydi. Bizim memleketin insanının önemli bir kısmı sınıf farkları yüzünden hâlâ esir muamelesi görmektedirler. Öbürlerinin geriye bakışları bizleri utandırıyordu. Japon askeri ve centilmen klikleri, gençleri taşkın bir yola sürüklemedeydiler. Bunun için millet onlara iyi gözle bakmıyordu. Şimdiki Japon dünyasının düşüncesi bu savaşın altından geçen akımlar olarak beliriyor. Eğer bunların sonunda milletimiz saldırgan olacaksa, kederimiz, kızgınlığımız son derece büyük olacaktır. idarecilerimizin yansı subaylarımızın da onda sekizi sadece ve sadece saldırgan emellerle yaşama gücü buluyorlar. Doğrudur bu. Fakat yenilerde de bir uyanma başladı.
Biz genç kuşaklar, gözlerimiz açmaya başladık artık. Uygar dünyanın da beğeneceği ilerleme yolunu seçmiş bulunmaktayız. Yazılarınızın biz genç kuşaklara yol gösterip, hız vereceğine inanıyoruz.
Lütfen Miss Black’a da ayrıca saygılarımızı bildirmenizi rica ederiz.
Hürmetkârınız
Yamamoto
Eylül 1922 de Çin’den döndüm. Hayatım daha az dramatik bir safhaya girdi. Heyecanlı bir devre başlıyordu. Gençliğimden Matematiğin Prensibi adlı eserimin bitimine kadar olan zamanda, entellektüel alanda çalıştım. Daima anlamak, insanları tanımak tek isteğimdi. Bir anıt gibi kalmak, hatırlanmak, unutulmamak istiyordum. Hayatım boş geçmesin istiyordum. Birinci Dünya Savaşının kopmasından, Çin’den dönüşüme kadar sosyal meseleler benim heyecan kaynağım oluyordu. Savaş da, Sovyet Rusya da trajedi hisleri uyandırmadaydı. İnsanlığa daha az acı verecek, ağrılarını dindirecek yolları arayıp bulmak düşüncesiyle doluyordum. Gizli sırları arayıp bulma çabası içinde, bu sırlan insanlara duyurmak, konuşmak, tartışmak, herkesin inandırmak, tüm insanların anlaşmasını sağlamak istiyordum. Fakat yavaş yavaş gayretim azaldı, umudum kırıldı. Amacım insanların yaşama düzenini değiştirmek değildi. Geleceği biraz daha aydınlık görmelerini sağlamak, pek umutlu değilsem bile, kampanyama devam etmekti.
1894 den beri bir çocuğum olmasını çok istiyordum. Zamanla bu isteğim büyüyor, önüne geçilemez derecede artıyordu. 1921 yılının Kasım ayında ilk çocuğum doğdu. Ne çok sevinmiştim! Artık on yılım sanki hem annesinin, hem de babasının sorumluluğunu taşıyarak geçti. Babalık duygulan içiçe, yüce duygulardı. Artık hayatım mutluluk, sakinlik içinde geçiyordu.
İlk kez kendime yerleşecek bir yer bulmam gerektiğini anladım. Bir ev kiralayayım, dedim. Moral ve politik dertler yanında ev sahibi de bizi istemiyordu. Sidney sokağında bir ev satın aldık. Bu evde ikinci yavrum dünyaya geldi. Bütün yıl Londra’da bulunmak çocuklara iyi gelmediğinden, Cornvvall’da da bir ev satın aldım. Böylece bu iki kent arasında mekik dokuduk.
Cornish sahillerinin güzelliklerini her zaman zevkle anarım. Burada iki yavrum deniz, kayalar, güneş ve rüzgârda pek mutluydular. Sağlıklı büyüyorlardı. Artık bütün babaların yapabileceğinden fazla onlarla haşır neşir oluyordum. Yılın yarısını burada geçiriyor, boş zamanlarımızı değerlendiriyorduk. Gündüzleri karımla işlerimizi yaparken, çocuklar bakıcının yanında oluyorlardı. Yemeklerden sonra evden çıkıp yürüyerek bir plâja gidiyorduk. Küçükler yalınayak dolaşıyorlar, denizde oynuyor, kumda evler yapıyorlardı. Eve geç döndüğümüz için iyice acıkıyorduk. Büyük bir çay sofrasının başına toplanıp karnımızı doyurduktan az sonra, önce çocukları yatırıyor, arkasından da biz yatak odasının yolunu tutuyorduk.
Böyle bir ortam içinde eğitim çalışmalarına başlamam kadar olağan bir şey olamazdı. Principles of Social Reconstruction konusunun özetini yazdım. Fakat zihnimde geniş bir yer tutuyordu bu konu. On Education adında, eğitimle ilgili bir eser de yazdım. Bilhassa çocuklarla ilgili bu eser 1926 yılında satışa çıkarıldı. Çok satıldı. O zamanki düşüncelerime şimdi göz gezdirdiğim zaman, koyduğum kuralların küçük çocuklar için çok sert, çok haksız olduğunu anladım.
1921 27 arasındaki altı yılım yazın şiirli güzellikleri için de geçti. Hele baba olduğum için para kazanmak zorunluğunu duyuyordum. Elimdeki paralarla iki ev almıştım. Çin’den döndüğüm zaman zaten param yoktu. Buna üzülmedim dersem yalan olur. Gazeteciliğe ait nasıl iş verirlerse kabul edecektim. 1922 yılında Çin hakkında bir eser yayınladım. 1923 de eşim Dora’yla Prospect of İndustrial Civilisation’u çıkardıksa da hemen hemen hiç para getirmemişlerdi. İki küçük eser A.B.C. of Atom (1923) ve A.B. C. of Relativity (1925) ve diğer küçük kitaplar İcarus or The Futur of Science (1924), What I Believe (1925) eserleriyle öncekinden fazla kazancım olmuştu. 1924 de A.B.D. içindeki konferans turum faydalı olmuştu. Fakat 1926 yılındaki kitabımın çıkışına kadar geçim durumum pek iyi değildi. O yıl eğitime ait olan eserim çıkmıştı. 1933 yılına kadar Marriage and Morals (1929), The Conquest of Happiness (1930) bana gelir getiren eserler olmuştu. Bu yıllarda yayınladığım kitaplardan çoğu popüler yayınlardı. Daha çok para kazanmak için yazılmıştı. Bu arada bilimsel eserler de yayınlamağa vakit bulabilmiştim. Principia Mathematica’mn yeni baskısı 1925 yılında çıktı. Buna yeni ekler koymuştum. 1927 de The Analysis of Matter çıktı.
1927 yılında Dora’yla düşüncemize uygun çocuklar yetiştirmek için bir okul kurmayı kararlaştırdık. Kurduğumuz bu okulu yıllarca yürüttük. Belki hatalarımız vardı, fakat diğer okullardan daha yeterliydi. Kardeşimin evini kiraladık ama, küçük geliyordu bize. 1927, 1929, 1931 yıllarında A.B.D. turundan aldığım paralar okulun finansmanını sağlaması bakımından yararlı oldu. Dora da ayrıca
aynı memlekete geziye çıktı. A.B.D. de olmadığım zamanlar yalnız para kazanmak için kitaplar yazmağa başladım. Bunun için de okula bütün zamanımı veremedim.
İkinci zorluk, prensiplerimizi kılı kırk yararcasına okul mensuplarına anlatmak oluyordu.
Çocukların eğitim problemi pek güç oluyordu. Önce okula girmek isteyenlerin hepsini almağa karar verdik. Veliler de çocuklarını yeni metodlarımızla okutmak istiyorlardı. Fakat yavrularını hırpalayarak, baskıyla büyütmüşlerdi. Okuldan çıkar çıkmaz, bu ana babalar hemen çocuklara zorbaca davranıyorlardı. Zayıf öğrencilerin durumu daha acıklıydı. Öğrencilerin sınıfların dışında kırıcı olmamaları için devamlı gözaltında tutulması gerekiyordu. Onları büyük, ortanca, küçükler diye üçe ayırdık. Ortancalardan biri her zaman küçükleri dövüyordu. «Neden dövüyorsun?» dedim. «Büyükler beni dövüyorlar, ben de küçükleri dövüyorum. Haksız mıyım yani?» diye karşılık verdi. Kendisini haklı görüyordu. Çorbaya saç iğnesi atmaktan, hayvanlara ağaçlarla eziyet etmeye kadar neler, neler oluyordu.
İki çocuğumun öğrencilerle arası açılmasın diye, özel tatillerimizin dışında, onlara ayrı davranmıyorduk. Böylece çocuklarımızla aramızda bir soğukluğun başladığı belli oluyordu.
Hür bir okuldu, sağlık ve temizliğe çok dikkat ediliyordu; yıkanma, diş temizliği ve uyku saatleri hep aynı zamanlarda oluyordu. Bu konularda serbestlik tanımıyorduk. Fakat bazı akılsızlar, bilhassa sansasyonel haberler ariyan gazeteciler tamamen sıkıcı, eğitimce boğucu bir hava getirdiğimizi yayıyorlardı. Büyük öğrencilere, «Dişlerinizi fırçalamalısınız,» dediğimiz zaman, «Burası hür bir okuldur » diyorlardı bize.
1929 yılında Marriage and Moral adlı eserimi yayınladım. O sırada boğmacadan öksürdüğüm için yazılarımı dikte ettiriyordum. Bu kitap 1940 da New York’ta hücuma uğramama sebep oldu. «Evlilikte karşılıklı uygunluk çok kez umulamaz. Karıkoca nasıl serüven geçirirse geçirsinler, iyi bir arkadaş gibi kalmalıdırlar» diye yazmıştım. Elbet böyle bir evlilikte çocuk da olmamışsa boşanma en iyi sonuçtu. Kolay boşanma üzüntüleri hafifletirse de, evlenme konusunda güçlü düşüncelerim yoktu henüz...
1930     yılında The Conquest of Happness kitabımda mutluluk, kişisel mutsuzluklar ve sosyalekonomik sistemlerin getirdiği değişikler üzerine bilgiler veriyordum. Okuyucular bu kitabı kendi görüşlerine göre üç ayrı bölümde incelediler. Yanlış yorumlamayan okuyucular beğendikleri için çok satıldı.
Kodamanlar iler tutar yerini bırakmadılar, alaya aldılar. Profesyonel ruhbilimciler aksine çok beğendiler. Kitabım böylece değerlendi. Kimin görüşü doğruydu? Bilemiyordum. Fakat uzun hayatımın deney süzgeçinden geçerek, kendi kendimi bularak tam zamanında yazmıştım ba kitabı.
Bundan sonra birkaç yıl çok üzüntülü yaşadım. 1931 Kristmasını (Noel) A.B.D. den dönerken Atlantik’te geçirmiştim. Chrisümas at Sea (Denizde Kristmas) adlı yazımı, en büyük gazetenin sahibi olan Hearst’e yayınlamak üzere göndermiştim.
Ben Dora’dan ayrıldıktan sonra, o, İkinci Dünya Savaşına kadar okuldaki işine devam etti. Çocuklarımızı Dartington okuluna göndermiştik. Oradan çok memnundular. 1932 yazını Carn Voel’de geçirmiştim. Sonra burayı Dora’ya verdim. Burada Education end Social Order kitabım yazdım. Okul derdi kalmayınca bana karşı olanlara yazılar hazırlamağa başladım. Bütün gücümü kitap yaz mağa verdim...
1931     yılında A.B.D. de turnedeyken Norton Yayıneviyle kontrat yapmıştım. 1934 yılında bu yayınevi Freedom and Organisation (1814-1914) eserini çıkardı. Bunu Patricia Spence (daha çok tanınan adıyla Peter Spence) ile beraber hazırladık. Çalışmadan çok memnun kalmıştım. Yazının bir kısmının hazırlandığı Portmerion oteli de hoşuma gitmişti. Otelin sahibi arkadaşımdı: Clough Williams Ellis... İyi bir mimardı. Eşi Amabel de yazardı. Otelde bize çok ilgi gösterdi.
Son kitabımı da bitirdikten sonra, Telgraf Evi denen evimize dönerek Dora’ya başka bir yerde oturmasını rica ettim. Çünkü kardeşimin ikinci eşini geçindirmek için paraya ihtiyacım vardı. Ayrıca Dora’yı ve çocuklarımı da geçindirmek zorundaydım. Üstelik ben de acınacak haldeydim. Parasızdım. Artık halk eskisi gibi kitap okumuyordu. Tabiî bu sırada popüler eser de veremiyordum. Kalifornia’ da, gazeteler kralı Hearst’ın kendi şatosunda kalma teklifini kabul etmeyişim de gelir kaynağımı kurutmuş oluyordu. Hearst’ın gazeteleri bana her hafta yazacağım makaleler için yılda 1.000 sterlin (25 bin lira) vereceklerdi.
Telgraf Evi güzeldi. Satmaktan başka çarem yok, diye düşündüm. Fakat bu evin önemli bir bölümü okuldu. Satmak kolay değildi. Burada kalmağa ve evi alıcılara cazip göstermeğe çalıştım.
Kanarya adalarına kadar uzanıp bir tatil yapayım dedim. Çok dinlendirici oldu bu. Ne yapacağım bilmez halimi üstümden atmış, yaratıcı muhayyileme kavuşmanın sevinci içindeydim.
Harbin korkunçluğuna dair bir eser hazırlamak istiyordum. Kitabımın adı Which Way to Peace? (Barışa Hangi Yoldan Varılır?) dı. Birinci Dünya Savaşındaki tutumumu, sükûneti salık veriyordum. Ayrıca, bir dünya devleti kurulduğu zaman ayaklanmalara karşı kuvvet kullanmanın doğal olacağını söylüyordum. Fakat harp başkaydı. Hiç kimsenin vicdanı bu felâketi kabul etmemeliydi. O günlerde ortalık iyi değildi. Havada harp kokusu vardı. İmparatorluk Almanya’sının üstünlüğünü ister istemez kabul ediyorduk. Bu tehlikeli bile olsa, dünya savaşının önlenmesini istiyorduk. Nazilerin inat, kaba, tutucu, akılsızca davranışlarını gördüm. Bu güçlükler içinde ben hâlâ sükuneti savunuyordum. 1940 yılında İngiltere kuşatılma tehlikesiyle karşılaştığı zaman, Birinci Dünya Savaşında olduğu gibi, yenileceğimize kesinlikle inanıyordum. Olanaklar çok sınırlıydı. İkinci Dünya Savaşından sonra, acılar çekme pahasına da olsa, zaferi elde etmek zor olacaktı.
Hayatım boyunca mukavemetçi olmamak düşüncesine tamamen bağlanmadım. Polise ve yasalara saygım vardı. Bunların lüzumuna da inanıyordum. Ta Birinci Dünya Savaşının lüzumsuzluğunu açık açık söylediğim zaman da böyle düşünüyordum.
Mukavemete karşı gelmek, şiddetli olmayan bir davranış, en sağlam yoldu. Hep bunu yayıyordum. İngilizlerin Hindistan’ında Gandhi böyle zafere ulaşmıştı. Fakat böyle bir sonuca varmak için erdemli çalışmalar gerekmekteydi. Hintliler demiryolu üzerine mi oturmuşlar? Otoriteler trenleriyle geçiyordu üstlerinden, Hintliler ölüyorlardı. Barış sevgisi, vatan sevgisiydi onları yaşatan. İngilizler anlamadılar bunu.
Hiçbir zaman aşırı düşünceler ortaya koymak istemem. 193240 yılları arasında olaylar öyle gelişti ki, görüşlerimde değişmeler oldu. Fakat ihtilâlciliğe kadar gitmedi bu. Hiç karşı koymadan olmaz. Kabul ediyorum. Birinci Dünya Savaşı bence yok yere çıkmıştı ama, İkinci Dünya Savaşının birçok nedenleri vardı.
Peter Spence’le bir buçuk yıl beraberdik. Ona derin sevgilerle bağlandım. The Amberley Papers’de babamın kısa hayatını yazdım. Sanki fildişi kulede yaşamıştı babam. Modern meselelerden hiç haberi yoktu. Onun radikalizmi kendisini mutlu kılmağa yetiyordu. Bütün hayatı boyunca gittiği yolun doğru olduğuna inanmıştı. Aristokrasinin imtiyazlarına karşı çıkmıştı. İster istemez onun nimetlerinden yararlanmıştı, o da başka...
Onlar bolluk içinde, konforlu bir ömür sürmüşlerdi. Ümit dolu dünyaları olmuştu. Ben onları haklı buluyordum. Anılarım onlara bir evlâdın vereceği sevgiyle doluydu. Çok önemliydi bu benim için. Fakat kendimi çıplak gerçekler devrinde gördüğüm zaman onlardan uzaklaşıyordum.
Bundan sonraki eserim Power, A New Social Analysis kitabıydı. İster sosyalist olsun, ister kapitalist, hürriyetsiz bir dünya düşünülemezdi. Liberal deyimleri kullandığım taze canlılık içinde bir dünya... Hâlâ da bu düşüncedeyim. Bence bu kitabın önemli tezi, hürriyetin gerçekleşeceğini ümit etmekti. Marksizmden, klâsik ekonomik sistemlerden belgeler verme yerine, onların paylaştıkları öz düşünceler üzerinde duruyordum. Zenginlik yerine güçlü olmayı, basit toplumsal düşünceleri, pratikte kullanışlı olacak toplumsal adaleti, kuvvet eşitliklerini anlatıyordum. Demokratik olmadıkça devlet idarecilerinin gelişemiyeceğini, idarecilerinin kuvvetlerine gem vurulmalarının çarelerini söylüyordum. Tezimin bazı bölümleri kitabımdan alınarak, Burnham’ın Managerial Revolution’unda halka mal edildi.
1936 yılında Peter Spence’le evlendim. Bir yıl sonra yavrum Conrad doğdu. Ne mutluyduk!
Conrad’ın doğumundan birkaç ay sonra Telegrapb House denen evimizi satabildik. Birdenbire iki teklif gelmişti. Biri Polonya’lı Prensten, öbürü bir iş adamından. Arttırmada ev iş adamında kaldı. Çok para harcadığımdan elimde bir şey kalmıyacak diye korkuyordum.
Bu güzel evden ayrılırken elbet pek üzüldük. Ağaçlarını, çayırını, kuleli odasını, aydınlığını sevmiştik. Kardeşimin küçüklüğünden beri tam kırk yıldır biliyordum burayı. Ayrılmak kolay olmadı.
Power (Kuvvet) eserimi bitirdiğimde düşüncelerimin yine teorik felsefeye doğru kaydığını anlıyordum. 1918 yılında zindandayken eğilmiştim bu meseleye. Ondan önce hepten cahiliydim. The Analıysis of Mind’i yazdım. Aynı konuda birçok makaleler de hazırladım. Fakat söylenecek daha çok şey vardı. Logical Pozitivistlerle görüşlerim uyuyordu. Bazı bölümlerde Emricism’den, yeni Skolatizme doğru kaymalardan kurtulmalıydı.
Oxford’a davet edildim. Konuşma konusunu kendim seçtim. «Words and Façts» Kelimeler ve gerçek anlamına gelen bir konuşmaydı bu. Bunu 1940 yılındaki An Inquiry into Meaning and Truth’un yayınlanması izledi.
Oxford yakınında bir ev satın aldık. Bir yıl kaldık burada. Ziyaretimize yalnız bir Oxford’lu bayan gelmişti. Pek saygıdeğer kişiler sayılmıyorduk. Bize karşı ilgisizdiler. Cambridge’de de böyle olmuştu. Bu eski kültür kentlerini görgü kurallarına uymayan yerler olarak tanıdım.
Albert Einstein’den
Caputh bei Potsdam
Waldstr, 7/8 den
14 Ekim 1931
Sevgili Bertrand Russel,
Uzun zamandan beri sana mektup yazmayı ne kadar istiyordum. Sana karşı duyduğum derin hayranlığı belirtmek arzusuyla doluydum. Senin mantığında açıklık, önem ve sağlamlık var. Felsefe ve insanlık meselelerini kapsayan eserlerinde bizim kuşak için benzeri bulunmaz örnekler var.
Dışardaki objektif olayları sana bildirmeyi lüzumsuz görüyorum. Ama pek de tanınmamış bir gazeteci bugün ziyaretime geldi. Onunla konuştuktan sonra hemen sana yazmak istedim. Ulusların karşılıklı anlaşmaları konusunda, halk eğitimi alanında çalışmaktayım. Metodumuz devlet adamları ve gazetecilerin sistematik olarak bütün ülkelerde yazılar yazmaları, birlik kurmaları olacaktır.
Dr. J. Revesz yakında İngiltere’yi ziyaret edecek. Onun projeleri, düşünceleri hakkında kısa bir konuşma yaparsanız, faydalı olur kanısındayım. Belki kararsızlık gösterirsiniz, ama onun projeleri sizin de dikkatinizi çekecek kadar ilginçtir.
Derin hayranlıklarımla.
Not: Mektubuma cevap vermeğe lüzum yoktur.
Sizin
A. Einstein
Telegraph House
Harting, Petersfield
7.1.1935
Sevgili Einstein,
Çok zamandan beri sizi davet etmek istiyordum. Fakat bu yıla kadar sizi çağırmak için bir evim bile yoktu. Artık bu engel kalktı. Sizi bir hafta sonu için olsun beklemekle sevineceğim. Ayın 12, yada 19 u benim için uygun olacaktır. Ondan sonra altı haftalık İskandinavya ve Avusturya gezilerim başlayacak. 12 ve 19 ncu günler uygun değilse, Mart’ın ikinci yarısına kadar sizi bekliyorum. Gelişiniz bize zevk bahşedecektir. Dünyanın fizik ve insan meseleleri üzerinde konuşuruz. Düşüncelerinizden çok faydalanacağız.
En içten saygılarımla
Bertrand Russel

1938-1944
1938     Ağustosunda Kidlington’daki evimizi de sattık. Bir gecede evden çıktık. Alan adam böyle istemişti. Bir karavan kiraladık. Günümüzü Pembrokeshare sahillerinde geçiriyorduk. Peter, ben, John, Kate, Conrad ve üç çocuğu, hep bir aradaydık. Conrad’ların köpekleri Sherry’yi de söylemeliyim. Hele hava yağmurlu olduğu zaman, karavanın içinde sıkışıp kalıyorduk. Bazan çekilmez oluyordu bu. Eşim Peter, yemek yapmağa bile usanmağa başlamıştı artık. Sonunda John ve Kate Dartington’a döndüler. Peter, Conrad ve ben de A.B.D. yoluna koyulduk.
Chicago’da büyük bir seminer tertip etmiştim. Oxford’daki gibi konferanslara başladım. İki heceli konferansımızın adı Amerikalıların hoşlarına gitmemiş. Böyle giderse hizmette kusur edeceklermiş. Konferansların adını, «The Correlation between Oral and Somatic Motor Habits» diye değiştirmek zorunda kaldım. Böylece seminerim ilgi göldü. Çok güzel bir çalışma oldu bu. Üç ilginç öğrencim vardı: Dalkey, Kaplan ve Copoliwish. Sık sık tartışıyordum onlarla. Sonunda anlaşıyorduk. Ama felsefi tartışmalara seyrek giriyorduk. Seminerin dışında Chicago’daki hayatım hiç de iyi değildi. Kaba bir kentti. Kötü bir havası vardı. Kent başkanı Hutchins benden hiç hoşlanmamıştı. Bir yıllık anlaşma bitince, ayrılacağım zaman memnuniyetini belirtmişti.
Kaliforniya Üniversitesinde profesör olarak yeni işime başladım. Renksiz, soluk, çirkin Chicago’dan ayrıldığım zaman şiddetli kış vardı. Kaliforniya’yı ilkbaharın güzelliği içinde buldum. Mart sonuydu. Ancak Eylül ayında işe başlıyacaktım. Boş zamanımda konferans turuna çıkmalıydım.
1939 yazında A.B.D. de ilk çocuğum beni ziyaret etti. Az sonra savaş başladığından onları İngiltere’ye göndermek olanağı kalkmıştı ortadan. Öğrenimlerine burada devam etmeleri en doğrusu olacaktı. John 17 yaşındaydı. Kaliforniya Üniversitesine yazıldı. Kate 15 indeydi. Üniversite öğrenimi için daha küçüktü. Arkadaşların salıklarına uyarak, Los Angeles’teki en yüksek akademik standartları bulunan bir okula gönderdik. Sonradan anladım ki, bu okuldaki öğretim sistemi, kızımın da bilmediği kapitalist düzenin faziletlerinden ibaretti. Onu da üniversiteye yazdırmak zorunluğunu duydum. 193940 yıllarında iki çocuğumuz da bizimle beraberdi.
Yaz aylarında yakınımızda olan Santa Barbara’da ev kiraladık. Güzel bir yerdi burası. Fakat sırtımda bir ağrı başlamıştı. Siyatikten bir ay sırtüstü yatmak zorunda kalmıştım. Böylece konferanslarımın hazırlanması gecikmiş oluyordu. Gelecek akademik yıl için de çok çalışmak gerekliydi.
Buranın akademik havası Chicago’yu bile aratıyordu. Halkı için bir şey diyemem. Bulunduğum yerin başkanı düşüncelerimin tam karşısında olan bir kişiydi. Bir konferansçı çok liberal konuşursa, bu adam konferansın kötü, olumsuz olduğuna karar verir, onu kürsüden indirir, çıkardı işin içinden. Fakültede bir miting mi oluyor, uzun çizmelerini giyip başa geçer, onun arkasından gitmemek kimsenin haddine değildir. Herkes onun kaşlarını çatarak bakacağından korkar, titrer. Hitler yönetimindeki Reichstag toplantılarını andırıyordu bu.
1939     sonlarına doğru (193940 akademik yılı sonlarına doğru) New York Kolejine profesörlüğe çağırıldım. Kaliforniya Üniversitesi Rektörlüğüne bir yazıyla ayrılacağımı bildirdim. Mektubumu gönderdikten yarım saat sonra, New York dâvetinin kesin olmadığını öğrendim. Üniversite rektörlüğüne giderek istifamı geri aldığımı bildirdim. Fakat o bana artık çok geç olduğunu söyledi. Bundan çok memnundu.
New York Koleji’nin yöneticilerinin başında Yahudi ve katolikler vardı. Kolej, kent belediyesine bağlıydı. New York Belediyesi de Vatikan’ın uydusu durumundaydı. Kolej öğretmenlerinin akademik özgürlükleri vardı. Şüphesiz bana salık verilecek konular belliydi. Önce bir Amerikan papazı aleyhimde söylentiler uydurdu. Polise durum bildirildi. Bir hanımın kolejdeki kızı (ki bir kez bile karşı karşıya gelmemiştim) hakkımda dâva açtı. Kızların faziletleri için kolejde bulunmamın tehlikeli olduğunu ileri sürdüler. Bu benim değil, aslında New York Belediyesinin aleyhineydi. 1957 de çıkan Ben Niçin Hristiyan Değilim adlı kitabımla onlara güzel bir cevap verdiğime inanmaktayım.
Hemen bir toplantı yaptım. Bunun benimle ilgisi olmadığını anlattım. Belediye istediği kadar savunsun, davayı karşı tarafın kazanacağından endişeliydim. Davacı mahkemede eserlerimi okuyarak, sefih, ar ve haya duygularını kabartan, sert, dar fikirli, yalancı, manevî değerlere sırt çeviren kimse diyor, bayağılık sözcüğüne ne sığarsa hepsini bir bir sıralıyordu. Bir an sustuktan sonra hücumlarına devam edince, özür dilemelerini istedim. New York Belediyesi özürü reddetti. Aleyhimdeki bazı şeyler ise fantastik hale gelmişti. Güya pek körpelere şeytanî şekilde mastürbasyonun cezaya lâyık bir şey olmadığını söylüyormuşum.
Amerika’ya has bir dalavera şebekesi karşıma dikilmişti. New York Bölgesi nüfus memuru açık açık: «Katranlıyarak tüy dikmeli ve memleketten kovmalı!» diyerek suçluyordu beni. Artık bütün A.B.D. içinde yanına varılmayan, tehlikeli kişi olmuştum. İstenmeyen adamdım. Konferans turuna çıkmıştım ama, aleyhimdeki dalaveralar yüzünden ancak bir tanesini verebildim. Yahudi hahamı kontratımı feshetti. Fakat umurumda değildi bu. Onlar beni istemeseler, bana konuşacak yer vermeseler bile, ben halkın karşısına çıkabilirdim. Başka yerlerde de çıkabilirdim. Fakat katolikler beni linç ederlerdi. Polis de seyirci kalırdı buna. Gazetelerden, dergilerden hiçbiri benim yazımı yayınlamağa cesaret edemiyorlardı. Bütün geçim kaynaklarımın kuruduğunu anlıyordum. İngiltere’den para getirtmeme yasalar engel oluyordu. Bu beni büsbütün perişan ediyordu elbet. Üç çocuğum da vardı yanımda. Birçok liberal düşünceli profesörler bu durumu protesto ediyorlardı. Dr. Barnes — Argyrol kâşifi — ve Philadelphia’daki Barnes Vakfının sahibi pratik bir çare bulmuştu. Vakfından bir yıllık konferans kontratı imzalattı bana. Konusu felsefe olacaktı. Böylece zor durumdan kurtuluyordum. İngiltere’ye dönemediğim için bu konferanslar beni kurtarmasaydı, çocuklarımın üniversite öğrenimi de aksayacaktı.
1940 yılıydı. A.B.D. deyken aklım hep İngiltere’deydi.
İngiltere kuşatılacak mıydı acaba? Londra hâlâ yerinde miydi? Postacımız da biraz sadist zevkli olacak ki, bir gün: «Yeni haberleri duydunuz mu?» dedi. «Bütün Londra yıkılmış. Bir tek ev bile kalmamış.» Neye inanacağımızı şaşırmıştık. Eylül olmuştu. İngiltere galiba kuşatılmayacaktı.
A.B.D. deki son günlerimi Princeton’da geçirdim. Göl kenarında küçük bir evde oturuyorduk. Oradayken Einstein’i de gördüm. Evine gittim. Onunla, Gödel ve Pauli’yle konuştum. Konuşma bazı yerde sıkıcı oluyordu. Çünkü üçü de Yahudi’ydi. Menfadaydılar, kozmopolittiler. Almanlara has metafizik düşünceleri vardı.
Princeton toplumu, A.B.D. gördüklerimle karşılaştırırsam, daha içtendi. Oğlum John donanmaya girmek için İngiltere’ye gitti. Japonca öğrenmeğe başlamıştı. A.B.D. de durmak istemiyor, vatanıma geçmeyi arzuluyordum. Zorluklara karşı bir çare arıyordum. Washington’a gidip, lord olduğum için parlâmentodaki görevimin geri verilmesini isteyecektim. İdarecilerin de buna can attıklarını sezdim. Sonunda İngiliz elçiliğine gittim. Onlara dedim ki: «Bu savaşı faşizme karşı mı yapıyorsunuz?» Onlar, «Evet,» dediler. Kararsızlıkla: «Şimdi diyorum ki, siz tatbikçisiniz, ben yasa yapıcısıyım. Beni görevimi yapmaktan uzak tutarsanız, siz faşitsiniz...» Gülümsediler. İznimi çıkardılar. Mayıs 1944 de memleketime döndüm.
Kaynak: Bertrand Russell Anıları, Çeviri: Dr. İlhan Akçay, Deniz Yayınları, 1970, İstanbul





1956 yılında yedek subay okulu sınavlarına katılmak üzere ilk kez gittiğim Ankara'da rastlantıyla tanıdım Russell'i. Yeni koşutlarda olmanın sıkıntısı içinde Ulus'taki bir kitabevine girmiş yabancı kitapları karıştırıyordum. Batı Felsefesi Tarihi'ne rastladım. Kitap, filozofları, toplumsal koşulların ürünü gibi ele aldığını ilan ediyordu. Satın aldım onu. Düşünceleri, ekonomik ve siyasal koşulların ürünü gibi görmeye henüz alışmamıştık. Koşullanmış ergilerimiz (zihinlerimiz) için bir yenilikti bu. Dolayısıyla kıta görevi yaptığım Adapazarı'nda Batı Felsefesi Tarihi'ni çevirmeye koyuldum.
Russell'la böylece başlayan tanışıklığımız, beni onun hemen tüm yapıtlarını okumaya itli. “Principia Mathematica”da dahildir bunlara. Felsefe Tarihi'nin önsözüne yazdığım gibi, bu yapıtın Whitehaed yönünden yazılan bölümlerini Russell'in. Russell yönünden yazılan bölümlerini Whitehaed'in okumadığı söylenir şaka yollu.
Birinci dünya savaşından başlayarak, yaşantısını ilgilendiren çeşitli yazılar ve makaleler yayınlamış Russell. Türk okuyucusunun, özellikle Stockholm'de Amerika'nın yargılanması dolayısıyla ve nükleer silahlar karşıtı işlevlikleriyle tanıdığı bu düşünürü, söz konusu yazılardan esinlenerek daha yakından tanıtmak isteğine kapıldım. Pek çok akademik kişiye yön vermiş, siyasal düşünceleri etkilemiş ve zamanına, yaşadığı topluma göre ileri olmasını bilmiş olan Bertrand Russell olumlu bir örnektir.
Her nenden önce, bir insancı (hümanist) olarak ele alıyorum Russell'ı. Onun bize uygun düşmeyen yanları bulunabilir doğallıkla. Kendisinin de belirttiği gibi (s. 297) bir İngilizdir o. Hem de «tutkulu» bir İngiliz. Ancak, tek yanlılıktan sıyrıldığı yönleri ağır basar. Örneğin uzgörüşü. Çan Kay Şek (s. 270), 1914 Türk İngiliz savaşı (s. 258), Amerikan Faşizmi (s. 250) Süveyş harekatı ve Kıbrıs üzerine söylediklerinin yanlışlığını kimse saptayamaz. Önsezi ve öngörü ürünüdür onlar. (Ayrıca Çin, Hindistan, Güney Doğu Asya üzerindeki kanılarına da dikkat ediniz.) Dört ay önce basımevine verilen bu çalışmayı, yeniden değerlendirmek, anı yitimi nedeniyle güçleşiyor. Ancak Russell'in siyasal tutuklulara ilgisi, kanser kuşkusu ardında bile yaşantıya bağlılığı, dostlarına yardımı (örneğin Whitehead), gençleri elinden tutuşu (Wittgenstein, Scheffer, Nicod gibi), hele sonradan büyük yapıtlar veren Tarski'ye (mantıkçı, matematikçi) yer açmak için kürsüsünden çekilmeye kalkışı unutulur türden değil. Özellikle bu olayı, koltuklarına sımsıkı sarılıp, yetenekti gençleri bilim alanından uzaklaştırmak uğruna türlü dolaplar çeviren öğretim üyeleri ibretle okumalı (s. 274).
Düşüncelerinden ödün (taviz) vermemek için üniversiteden atılmağa, tutuklu kalmağa razı oluşunu klasik ve yozlaşmış sosyo ekonomik kuramlara karşı çıkışı nedeniyle bazen komünist bazen feodal kent soylu sayıldığını; tüm canlı düşüncelerini şu sıralar tartıştığımız müstehcenlik konusunda olduğu gibi yer yer Rousseau'nun itiraflarına benzer tümcelerini anımsıyorum Russell'ın. Amerikan devine karşı, insanî nedenlerle, güçlükleri göğüsleyip açtığı savaş nedeniyle bizim sağcılarımız (Orhan Seyfi Orhon. Ahmet Kabaklı gibi genç beyinler) gazetelerinde, Amerikalı ağızlardan aktardıkları bir deyimle «bunak» damgasını basmışlardı ona. Russell, bir mantıkçı serinkanlılığıyla bu savı da içerde yanıtlıyor (s. 343).
Mektuplar konusuna bir aksaklığı sonradan ayırt ettim: Başlangıçta, olayların izlenimi yitmeden, aynı konudaki aydınlatıcı mektupların okunmasında yarar görmüştüm. İmdi, onların, konuların akışını dağıtmamak açısından, kitap sonuna toplanmasının, daha yararlı olacağı; ancak bu biçimleriyle bile felsefecileri toptum ve siyaset bilimcilerini ilgilendireceği kanısındayım.
Kitapta adı geçen bilim ve siyaset adamlarının özgeçmişlerini birkaç satırla aydınlatmak isterdim. Ancak, Russell'ın bu konuda az çok bilgi vermesi ve kitabın zaten gereğince hacimli oluşu, bu düşüncemi uygulamamı engelledi. İsteyen okuyucunun, ansiklopedik nitelikte uzmanlık yapıtlarına başvuracağını umarım.
Yaşantım'ı okurken, bir takım tarihsel olayların ergimizde (zihnimizde) derinliğine aydınlanacağını, kendi yaşantımızı aynı yöntemle daha iyi de değerlendireceğimizi, başımızdan geçenleri daha düşündürücü bulacağımızı sanıyorum.
Kapağa, Russell'ın, Nobel alırken çekilmiş bir resmini koymak istemiştim. Bulamadım. Milliyet gazetesi, elindeki çeşitli Russell portrelerini vermek istemedi. Kapaktakini, Türk Haberler Ajansı Gene! Müdürü Kadri Kayabal'a borçluyum. Sayın Kayabal'a teşekkürler.
Muammer SENCER
Yazan: Bertrand RUSSELL
1.         Herhangi bir nedenden, bağsız olarak güvenli olma.
2.         Gerçeği gizlemeyi beceri sayma.
3.         Başarı göstereceğin işte düşüncenin cesaretini kırmağa çalışma.
4.         Muhalefetle karşılaşırsan, eşinden çocuklarından da gelse, onu otoriteyle değil ikna yoluyla yenmeğe çalış. Otoriteye dayanan utku (zafer), gerçek değil imgeseldir (hayalidir).
5.         Başkalarının otoritesine saygı gösterme. Çünkü daima karşı otoriteler bulunabilir.
6.         Zararlı olduğunu sandığın düşünceleri bastırmak için kuvvet kullanma. Kullanırsan, düşünceler baskı altında tutar seni.
7.         Düşüncede eksantrik [tuhaf ] olmaktan korkma. Çünkü, şimdi onanan (kabul edilen) her düşünce bir zamanlar eksantrikti.
8.         Zeka işi uyuşmazlığı pasif uyuşmaya yeğ tut (tercih et). Eğer zekâya gereğince değer veriyorsan, birincisi İkincisine bakıldığında Daha derin bir uzlaşma içerir.
9.         Doğruluk sana uygun gelmezse bile iyice doğru ol. Çünkü doğruyu saklamağa çalışman daha uygunsuzdur.
10.       Aptallar cennetinde yaşayanların mutluluğunu kıskanma. Çünkü o, ancak bir aptala mutluluk gibi gelir.
Sh: 305-306

SON SÖZ

Basit. Ancak tüm benliğimi saran üç tutku yönetmiştir yaşantımı:
1.         Sevgi özlemi.
2.         Bilgi araştırması.
3.         insanlığın çektiği eziyet karşısında duyduğum dayanılmaz acı.
Bu tutkular, büyük rüzgârlar gibi, oradan oraya savurdu beni.
Önce sevgiyi aradım. Çünkü sevgi coşkunluğu getirir. Coşkunluk öylesine büyüktür ki yaşantımın geri kalan bölümünü bir kaç saatlik coşkunluk için feda edebilirim. Sevgiyi aynı zamanda, yalnızlığa derman olduğu için aradım, içinde, titreyen bir tinin dünyayı, dibine varılmaz soğuk bir uçurum gibi gördüğü yalnızlığa.
Sevgiyi, onun yol açtığı duygulanımla birlikte, azizlerin ve şairlerin hayal ettiği cennetin bir ön biçimini verdiği için istedim. Aradığım buydu, insan yaşantısı için pek elde edilir görünmeyen bir nesne de, sonunda onu buldum.
Eş tutkuyla bilgiyi araştırdım, insanların yüreklerini anlamak istedim. Yıldızların neden parladığını bilmek istedim. Sayılan su yüzünde tutan Pythagorasçı gücü anlamağa çalıştım. Bunu da bir parça başardım.
Sevgi ve bilgi beni göklere çıkardı. Fakat, acıma yer yüzüne indirdi. Yüreğimde yansır acı çığlıkları. Aç çocuklar, zalimlerin eziyet ettiği mazlumlar, bütün bir yalnızlık ve yoksulluk dünyası insan yaşantısının ne olduğunu anlatır. Bu kötülükleri bastırmağa çalışıyorum. Bastıramıyorum. Eziyet çekiyorum.
Yaşantım budur. Onu yaşamağa değer buldum. Bir şans daha verilseydi, yeniden yaşamak isterdim.
Sh: 382-383
Kaynak: B. Russell : YAŞANTIM/ Muammer SENCER, ERK Yayınları, Temmuz 1974. İstanbul


ÇAĞIMIZIN SORUNLARI ÜSTÜNE DÜŞÜNCELER

Türkçesi: Sabahattin Eyüboğlu-Vedat Günyol 

BERTRAND ARTHUR WİLLİAM RUSSELL

TARİHÇE-İ HAYAT

1872 — Bertrand Arthur William Russell, 18 Mayısta doğuyor. Whig’lere (Muhafazakâr Partiye (Tory) karşı olan, demokratik hakları savunan, sonraları Liberal Parti haline gelen parti.) bağlı ünlü bir aileden gelmektedir. Atalarından Lord William Russell, kralı tahttan uzaklaştırmayı amaç edinen bir komploya karıştığı suçlamasıyla 1683’de, idam edilmiştir. Büyükbabası Lord John Russell, parlâmento reformunda rol oynamış, başbakanlık yapmış, 1861’de Earl (Dük ve Marki’den sonra en yüksek soyluluk sırası ) ünvanını almıştır. Bertrand Russell, üçüncü Earl Russell olacaktır.
John Stuart Mili, Russell’in vaftiz babalığını yapıyor. Sonraları Russell’ı, vaftiz babası ve Voltaire ile karşılaştıranlar çıkacaktır.
1875 — Bertrand Russell üç yaşında iken, onu bir agnostik (bilinemezci) olarak yetiştirmek isteyen babası Lord Amberley ölüyor. Russell, büyükannesinin yanında büyüyor ve eğitiliyor. Özel öğretmenlerden ders alıyor. Çok iyi Fransızca, Almanca öğreniyor.
1890 — On sekiz yaşında, utangaç bir öğrenci olarak Cambridge’de Trinity College’e giriyor. Matematik ve felsefede çok üstün yetenekli bir öğrenci olarak kendini gösterip hayranlık uyandırıyor. Okul öğretim kadrosunda kendisine yer verilmek isteniyorsa da kabul etmiyor.
1894 — Paris’te, İngiliz Büyükelçiliğinde, ataşe olarak birkaç ay çalışıyor. Aynı yıl, Alys Pearsall Smith ile evleniyor.
189596 — Almanya’da, önce Berlin’de sosyal demokrasi üzerinde çalışıyor ve «Alman Sosyal Demokrasisi »’ni yazıyor. Sonra, Haslemere’de felsefe çalışmaları yapıyor.
1900 — Almanya çalışmaları ilk ürününü veriyor: «A Critical Exposition of the Philosophy of Leibniz» (Leibniz Felsefesinin Eleştirel Açıklaması).
1903 — «Matematiğin ilkeleri»’ni yayınlıyor. Sonra, arkadaşı Whitehead ile matematik mantığı üzerinde çalışıyor. Ortak eserleri «Principia Mathematica» 1910, 1912 ve 1913’de çıkıyor. Bütün bu yıllarda Russell çok sade bir hayat yaşıyor, durmadan çalışıyor.
1908 — «Royal Society»’ye üye seçiliyor.
1910 — Eski koleji ona onursal öğretim üyeliği, payesini veriyor. Aynı yıl «Felsefe Denemeleri»’ni yayınlıyor.
191415 — Birinci Dünya Savaşı patlayınca, savaş düşmanlığı kampanyasında etken rol oynuyor. Bir yazısından dolayı 100 Sterlin para cezasına çarptırılıyor. Bu, o günlerde küçük bir servet demektir. Cezayı ödeyemeyince kitaplığı haczediliyor. Bir arkadaşı kitaplığını satın alarak haraç mezat gitmesini önlüyorsa da birçok değerli kitabın bu arada kaybolduğu görülüyor. Savaş düşmanlığı yüzünden eski koleji onursal öğretmenlik payesini geri alıyor. Harvard Üniversitesi ona bir kürsü vermek istiyor ama pasaport alamıyor. Konferanslar vermek teşebbüsü de askerî makamlarca önleniyor.
1918 — Konferans olarak hazırladığı fakat yayınlayamadığı yazıları Birleşik Amerika’da «Siyasal Ülküler» adı altında çıkıyor. «Tribunal» Gazetesindeki savaşa karşıt bir yazısı yüzünden altı ay hapse hüküm giyiyor. En iyi eserlerinden biri sayılan «Matematik Felsefeye Giriş»'i cezaevinde yazıyor (1919).
1920     — Sovyetler Birliği’ni kısa bir ziyaretten sonra «Bolşevizm’in Teori ve Pratiği »’ni yazıyor. Sonbaharda Çin’e giderek Pekin Üniversitesinde felsefe dersleri veriyor.
1921     — Bir yıl kaldıktan sonra Çin’den dönüyor. Eşinden ayrılıp Dora Black’la ikinci evliliğini yapıyor. «Zihnin Analizi »’ni yazıyor. Konferanslar veriyor.
192330 — «Atomların Alfabesi», «Göreceliğin Alfabesi», «Eğitim Üzerine» (1926), «Felsefenin Anahatları» adlı eserleri yayınlanıyor. 1929’da eşiyle beraber, çocuklar için bir okul açıyor. Bu okulla ilgili çalışmaları üç yıl sürüyor. Yine 1929’da «Evlilik ve Ahlâk»’ı yazıyor.
193035 — «The Conquest of Happiness» (Mutluluğun Ele geçirilmesi), «The Scientific Outlook» (Bilimsel Bakış), «Education and the Social Order» (Eğitim ve Toplumsal Düzen), «Freedom and Organisation, 18141914» (Özgürlük ve Örgüt, 18141914) adlı eserlerini yayınlıyor. 1935’te ikinci eşinden ayrılıyor. Ertesi yıl Patricia Helen Spence ile üçüncü evliliğini yapacak ve bu eşi ile «The Amberley Papers»’ı yayınlıyacaktır.
1938 — «Power: A New Social Analysis» (İktidar: Yeni Bir Toplumsal Çözümleme) adlı eseri çıkıyor. Birleşik Amerika’ya giderek başlıca üniversitelerde dersler veriyor.
1940 — New York College’inde felsefe dersleri verirken, ahlâkla ilgili görüşlerini beğenmeyen üniversite yönetimi işine son veriyor. Aynı yıl «An Inquiry into Meaning and Truth» (Doğrunun ve Anlamın Araştırılması) adlı eseri yayınlanıyor. Beş yıllık bir anlaşma ile Barnes Vakfına öğretim üyesi oluyorsa da üç yıl sonra, görüşleri beğenilmediği için görevinden uzaklaştırılıyor.
1944 — İngiltere’ye dönüyor. Hayatının diğer yıllarım burada geçirecektir. Batı Felsefesi Tarihini yazmağa devam ediyor. Bir yıl sonra tamamlıyor.
1948 — «Human Knowledge, Its Scope and Limits» İnsan Bilgisi, Kapsamı ve Sınırları) çıkıyor.
1950 — Nobel Edebiyat Ödülünü alıyor. Aynı yıl «Unpopular Essays» (Tutulmayan Denemeler)’i çıkarıyor. Ertesi yıl da «New Hopes for a Changing World» (Değişen Bir Dünya İçin Yeni Umutlar) yayınlanıyor.
1952 — Boşanıyor ve dördüncü kez Edith Finch ile evleniyor. Beş hikâyelik bir hikâye kitabı «Satan in the Suburbs» (Kenar Mahallelerdeki Şeytan) yazıyor. (Basılışı 1953).
1954 — «Human Society in Ethics and Politics» (Politika ve Ahlâk Bakımından İnsan Topluluğu) adlı eseri çıkıyor.
1960 ve sonrası — Gazetelere yazılar yazıyor, konferanslar veriyor. Eserlerinin yeni baskıları ile uğraşıyor. Savaş düşmanlığı, özellikle nükleer bombaların kullanılmaması için etken rol oynuyor. Bu amaçla yapılan yürüyüşlere katılıyor. Vietnam Savaşma şiddetle cephe alıyor.
1970 — Yirminci Yüzyılın en büyük filozofu dünyaya gözlerini kapıyor.

ÜÇ ÇEŞİT ÇATIŞMA

Bir şeylerle çatışma halinde olmak insanın yaradılışı gereğidir. Bu çatışmada, insanların kimi yener, kimi yenilir. Genel olarak, yenilenlerin soyu azalır ya da tükenir. Bunun sonucu şudur ki, insandan insana geçen psikoloji, yenenlerin psikolojisidir. Yenme şansının yüzde elli olduğu her yerde, insan iyimserliği bu şansı olduğundan fazla görür. Bunun böyle olması, yaşayanlar için mutlu bir şeydir. Yenilenin görüşü ise unutulup gider.

İnsanların, ister istemez giriştiği çatışmalar üç çeşittir: Bunlar:

1.       İnsanın tabiatla,

2.       İnsanın insanla,

3.       İnsanın kendisiyle olan çatışmalarıdır.

Bu çatışmalar, özleri bakımından birbirinden çok ayrıdır ve tarih boyunca bunların görece önemi durmadan değişir. Bu üç çatışmayı yöneten yollar birbirinden apayrıdır. Tabiatla olan çatışmayı, fizik bilimleri ve teknik ustalık yürütür. İnsanla olan çatışma, politika ve savaşla yürür. İnsanın iç savaşım da, bugüne kadar din yönetmiştir. Bugün, bu çatışmayı psikanaliz metotlarıyla, bilimsel olarak yürütebileceklerini ileri sürenler vardır. Ama, bu metotların bütün ihtiyaçları karşılayacağını sanmıyorum.
Tabiatla olan çatışma, bir anlamda, en ağır basanıdır. Çünkü, bu çatışmada yenmek yaşıyabilmenin koşuludur. Buzlar çağında ya da bereketli topraklar kuruyunca, ya da depremler bütün vadileri altüst edince yok olan insanlar, tabiatla olan çatışmada yenilmişlerdir. Bütün kıtlıklarda ve hastalık salgınlarında ölenler gibi. Tabiata karşı elde edilen her zafer, insan soyunun sayıca artmasını mümkün kılmış ve başlıca da bu uğurda kullanılmıştır.
Ama, insan çevresini dizginledikçe, benzerleriyle olan ilişkileri önem kazanmaya başlıyor. Çünkü, tabiatı dizginleme, en ilkel insan gruplarından daha tutarlı toplumsal toplulukları gerektiriyor, bir de, günlük ekmek gittikçe daha kolay kazanılınca, arta kalan insan gücü düşmanları öldürmek üzere biriktirilebiliyor. İnsanın gelişmesinde, bir an gelir ki, teknik sayesinde insan, düşmanlarını öldürmekten çok, rakipleriyle anlaşma yoluyla zenginleşir. Bu döneme gelince, tekniğin gerekleri insanın insanla çatışmasının durmasını, ya da, hiç olmazsa, gevşemesini gerektirir. Bu dönemde (ki insanlık bugün ona ulaşmıştır) çözümlenmesi en önemli sorun, insanın kendisiyle olan çatışmasıdır. Öbür iki çeşit çatışma çağlar boyunca insan tabiatını, eskiden benimsenmiş ama, bugün teknik bakımdan eskimiş kalıplara sokmuştur. Dış savaş çağları, ruhundaki bir iç savaşta yansıdılar. Bu ruhtaki iç savaşta bir taraf öbür tarafa «günah» adını veriyor ve onu yenmeğe çalışıyor. Ama, bu savaşta, zafer hiç bir zaman dış çatışmadaki kadar tam olmuyor, ve her bozgundan sonra, günah çirkin başını kaldırıyor. Başlangıçta dış savaşın bir yankısı olan bu sonsuz iç savaş, sonradan, tam tersine, bir dış savaşın kaynağı oluyor. Günah, tabiatın sadece bir yanıdır ama, düşmanlarımın bütün tabiatıdır. Eski ahlâkçıların inancı buydu. Böyle olunca, kendi ile barış halinde olmayan ruh, dış dünya ile de olamaz. Ve dış davranışlar, insanın kendi içindeki savaşı gizlemek için sürüp gitmek zorundadırlar. Bunun içindir ki, insanın kendi ile savaşı, insanın gelişmesi sonunda en büyük önemi kazanmaktadır.
Her çeşit savaşın bir uzlaşma ile bitmesi gerekir. Tabiatla çatışma bir uzlaşma ile bitmiştir. Çünkü, insan tabiatın sırlarını öğrendiği için onunla işbirliği yapabilecek duruma gelmiştir. İnsanın insanla çatışmasının, herkese yetecek kadar besin bulunmadıkça, bir görevi vardır. Ama, tabiatın dizginlenmesiyle herkesi beslemek olanağı kazanılınca ve gelişen teknik işbirliğini geniş ölçüde yararlı hale getirince, insanın insanla çatışması bir «anachronisme» oluyor. Bu çatışmanın, dünya devleti istiyenlerin düşündüğü gibi, politik ve ekonomik bir birleşmeyle sona ermesi gerekir. Bu yoldan insanla insan arasında bir dış uzlaşma kurulabilir. Ama, insan kendi kendisiyle uzlaşmaya varmadıkça, (kendi içinin bir yanını yenilmesi gereken bir düşman saymaktan vaz geçemedikçe) bu dış uzlaşma temelli olmayacaktır. İşte, insanların tarihi, geçmişi ve umarım, yarını, kısaca budur.
Sh:205-207

SOFTALIK VE HOŞGÖRÜ

Woodrow Wyatt
Softalığı nasıl anlatırsınız, Lord Russell?
Lord Russell
Bir adam bir konuya başka her şeyi hiçe sayacak kadar aşırı bir önem verirse, o adama softa demek yerinde olur sanıyorum. Bir örnek vereyim. Her aklı başında adam köpeklere eziyet edilmesinden hoşlanmaz. Ama, siz tutup köpeklere eziyet etmenin, başka hiç bir eziyetle ölçülemeyecek kadar korkunç olduğunu ileri sürerseniz, bir softa olursunuz.
Wyatt
İnsanlık tarihinde, büyük halk topluluklarının sık sık softalığa kapıldığı olmuş mudur?
Russell
Evet, çok yerde, çok kez olmuştur. İnsan topluluklarının yakalandığı kafa hastalıklarından biridir bu.
Wyatt
Bunların en kötü örnekleri hangileridir sizce?
Russell
Çok değişik örnekler verebilirim, sanıyorum. Yahudi düşmanlığını alalım. Bu, en kötülerinden biridir, çünkü çok yakın zamanlarda en kötü örneğini gördük. Korkunçluğunu düşünmeğe bile zor dayanır insan. Söylenmesi doğru değil söylenmesi doğru sayılmaz, biliyorum ama Yahudi düşmanlığı Hıristiyanlıktan doğmuştur. Hıristiyanlıktan önce varsa bile çok azdı bu düşmanlık. Roma devleti Hıristiyan olur olmaz, Yahudi düşmanı da olmaya başladı.
Wyatt
Neden acaba?
Russell
Çünkü İsa'yı Yahudiler öldürdü dediler ve Yahudi düşmanlığını bu bakımdan haklı gösterdiler. Elbette ekonomik nedenleri vardı bu işin ama, öne sürdükleri İsa'nın öldürülmesi oldu.
Wyatt
Halkın sürü halinde softalığa tutulduğu olur mu dersiniz? Tutulması nedendir sizce?
Russell
Bunda beraberlik duygusunun payı olsa gerek. Softalar topluluğunda birbiriyle dost olmanın verdiği bir rahatlık duygusu vardır. Aynı şey hepsini birden coşturur. Bunu herhangi politika partisinde de görebilirsiniz. Her partide, her zaman bir softalar grubu vardır. Bunlar birbirlerine pek bağlıdırlar ve bu bağlılık bir başka gruba düşmanlık eğilimi ile birleşip yayılırsa softalık kolayca gelişir.
Wyatt
Ama, softalık, zaman zaman iyi işler görmekte bir çeşit güç kaynağı olabilir mi?
Russell
Softalığın güç kaynağı olduğu su götürmez ama, tarihte softalığın iyi işlere kaynak olduğu görülmemiştir. Bence her zaman kötü işlere yol açmıştır. Çünkü, tek yanlıdır, çünkü işe kin karıştırmaması hemen hemen imkânsızdır. Softalığınızı paylaşmıyan insanlara ister istemez düşman olursunuz. Bunu önlemek çok güç.
Wyatt
Ama softalık ekonomik amaçlar gözetince, örneğin, Haçlı Seferlerinde olduğu gibi, softalık olmaktan, belki zararlı olmaktan da çıkmıyor mu?
Russell
Orasını bilmem... Haçlı Seferlerinden bir hayır geldiğini sanmıyorum. Bu seferlerde iki akım vardı: Bir, softalık akımı, bir de ekonomik akım. Ekonomik akım, gerçekten çok güçlüydü. Ama, softalık olmadan işe yaramazdı. Softalık orduları sağladı, ekonomik neden ise kumandanları diyebiliriz kabaca.
Wyatt
Peki, softalıkta büyücülüğün nasıl bir yeri olmuştur, dersiniz?
Russell
A... büyücülüğün korkunç, çok korkunç bir yeri oldu. En çok da... 1450 ile 1600 aralarında. Korkunçtu o yıllarda büyücülük. Ünlü bir kilise adamı The Hammer of Female malefactors adlı, büyücü kadınlarla ilgili bir kitap yazdı. Bu kitap, halkın da inandığı büyücülerin avlanıp yakılmasına büyük ölçüde yol açtı. Öyle sanıyorum ki, Jeanne d’Arc’ın kendisi bile büyücü olduğuna inanıyordu. Her halde, halkın büyücü diye suçlandırdığı kimselerin çoğu büyücü olduklarına inanmışlardı ve bu, korkunç işkencelere yol açtı. Sir Thomas Browne’ı okuduğunuz zaman onu iyi yürekli, bilgili bir insan sanırsınız. Ama gerçekte, büyücü yargılandırmalarında suçlandıranlardan yana oldu. Önce, büyücülüğü inkâr etme bir çeşit tanrısızlıktı. Çünkü, Kutsal Kitap «Bir cadının yaşamasına göz yummayacaksın!» diyor. Büyücülerin yakılmasının doğru olduğuna inanmadınız mı, Kutsal Kitab’a inanmıyorsunuz demekti, öyleyse, Tanrınız yoktu.
Wyatt
Neden, hiç değilse görünüşte, sağlam kafalı olan bir çok insan böylesine softa oluyor?
Russell
Sağlam kafa görece bir deyimdir. Çok çok az insan tam anlamıyla sağlam kafalıdır. Hemen her insanın deliliğe kaçan yanları vardır. Hiç unutmam. California’da, yağmurlu bir günde, otomobille geziyorduk. Yolda, sırsıklam bir yayayı arabamıza aldık. Bu adam, her çeşit ırk düşmanlığına karşıydı. Bunun korkunç bir şey olduğunu söyledi. Ben de, kendisine hak verdim. Sonra, içimizden biri Filipinlerden söz açar açmaz, bu adam, bütün Filipinlilerin aşağılık kişiler olduğunu söyledi. Gördünüz mü, onun kafasında da bir sakatlık varmış, demek.
Wyatt
Softalık konusuna neden bu kadar önem veriyorsunuz?
Russell
Çünkü, dünyanın uğradığı kötülükler, çok büyük ölçüde softalıktan gelir.
Wyatt
Ama, Roma Katolik kilisesi, her halde, bazı dogma'lara inanmanın, bunlara inanmaksızın yaşamaktan daha önemli olduğunu düşünüyordu. Onun görüşü ile bizimki arasında bir ayrılık var mı?
Russell
Var, hem de çok büyük. Roma Katolik kilisesi dünya ölçüsünde değildir. Bir çok ulusları avucuna alamıyordu. Hidrojen bombasıyla hepsini alabilir.
Wyatt
Bunu biraz açıklar mısınız?
Russell
Evet. Elbette açıklamaya değer. Bence, hepimizin başında korkunç bir tehlike olan Doğu Batı gerginliği, en çok ya softaca bir komünizmden, ya da softaca bir komünizm düşmanlığından doğuyor yerine göre. Her iki yan da, inançlarına aşırıca bağlanıyorlar. İnançları softalık diye anlattığım şeye benziyor. Yani demek istiyorum ki, birinin öte yanda kötü gördüğü şeyin önlenmesini, insan soyunun dünyada kalmasından daha önemli saymak softalıktır. Hepimizin başındaki tehlike, bu softalıktır, her iki yanda da bulunan bu softalık.
Wyatt
Peki, hoşgörü sizce nedir?
Russell
Düşüncenizin yönüne göre değişir bu. Düşünüşte hoşgörü, gerçekten hoşgörüyse, her hangi bir suç olmadıkça, hiç bir düşüncenin cezalandırılmaması demektir.
Wyatt
Tarihte hoşgörüsü olan çağlara örnek gösterebilir misiniz?
Russell
Evet. Otuz Yıl Savaşı’ndan sonra. İngiltere'de hemen arkasından başlamadı, çünkü o sırada biz bir içsavaş içindeydik: Ama, bu savaştan biraz sonra. İlk hoşgörür devlet Hollanda oldu. XVII. yüzyılın bütün ileri aydınları hayatlarının bir çok yıllarında Hollanda’ ya sığınmışlardır: sığınmamış olsalar, silinip giderlerdi. İngiltere başka memleketlerden daha iyi değildi, o günlerde. Parlamento Hobbes’un bozuk, hem de çok bozuk kafalı olduğu sonucuna varmış ve İngiltere’de kitap yayımlamasını yasak etmişti. Bu yasak uzun, hem de çok uzun bir süre devam etti.
Wyatt
Eski Atina için hoşgörür bir devlet diyebilir misiniz?
Russell
Az çok hoşgörürdü. XVIII. yüzyıla kadarki yeni devletlerden daha hoşgörürdü. Ama, tam bir hoşgörürlük değildi onunki de. Sokrates'in nasıl öldürüldüğünü herkes bilir. Ondan sonra da baskı görenler oldu. İskender'in ölümünden sonra Anaxagoras da, Aristoteles de kaçmak zorunda kaldılar.
Wyatt
Peki, insan yaşadığı dönemin hoşgörür olduğunu nasıl bilir? Nerden anlaşılır bu?
Russell
Özgür kurumlardan anlarsınız. Basın özgürlüğü olur, düşünce özgürlüğü olur, propaganda özgürlüğü olur. Dilediğinizi okumakta özgür, dilediğiniz dine girip çıkmakta özgür olursunuz.
Wyatt
Ama bugün Batı'da bütün bu özgürlükler var, yine de siz biraz önce softalığın hiç bir zaman bugünkü kadar koyu olmadığını söyler gibiydiniz.
Russell
Batı’da bu özgürlüklerin gerçekten var olduğunu sanmıyorum. Amerika’yı alın örneğin. Ne yaptılar orda? Bütün kitaplıklara gittiler, Rusya üstüne bilgi veren ne varsa yok ettiler. Buna tam bir hoşgörü diyemezsiniz.
Wyatt
Coşkun olmazsak iş yapamıyoruz. Fazla coşarsak softalığa düşüyoruz. Doğru yolda olduğumuzu, softalığa kaymadığımızı nasıl kestirebiliriz?
Russell
Kesin olarak bilemezsiniz, ama şu yapılabilir bence: Yalnız doğru olduğuna inandığınız bir işi yapmakla kalmayıp, doğru görünenden başka bir yola girmemeği ilke edinirsiniz. Aldanabilip de bir yıkıma sebep olacağınız işten kaçınırsınız. Bu davranışı insanları diri diri yakma işinde deneyelim, örneğin. Ortaçağın işkenceler döneminde din adamlarının bildikleri tam anlamıyla doğru olsaydı, dinsizlerin yakılması iyi bir iş olurdu. Ama bildiklerinizin doğru olmadığına en küçük bir ihtimal de olsa kötü bir iştir yaptığınız. Bence böyle bir ilkeye uymalısınız.
Wyatt
Bu ilkeyi politika partilerine ve hükümetlere de uygulayabilir misiniz?
Russell
Elbette. Bir politika partisinde olan öteki partinin doğru yolda olmadığına inanır, ama gidip o partideki insanları öldürmeğe hakkı olduğunu söyleyemez.
Wyatt
Hoşgörünün sınırları nedir? Ne zaman hoşgörü başıboşluğa ve kargaşalığa götürür?
Russell
Buna verilecek orta halli bir cevap şu olabilir: Gerekli yasaya uygun olarak düşünceleri savunma tam bir hoşgörü ile karşılanmalı. Ama, yasa değişinceye kadar suç sayılan işlerin savunulması karşısında tam bir hoşgörü istenemez. Bir örnek alacak olursak, ölüm cezasının olmadığı bir yerde, bu cezanın konması düşüncesinde olabilirsiniz. Ama, sizce ölümü hakketmiş bir insanı gidip öldürmekte serbest olamazsınız.
Wyatt
Softalık dünyaya dalga dalga yayılır mı, dersiniz? Bizim dünyamız böyle bir dalga içindeyse, bu dalga nasıl sona erebilir?
Russell
Dünya düzelince dalga da durur ama, sürekli bir dengeye ulaşmadıkça da bu dalga durmaz. Kararsız bir durum sürüp gittikçe, softalığı besliyen koşullar var demektir. Onun için, softalığı yenmek istiyorsanız, dünyada bir çeşit durulma sağlamak zorundasınız.
Wyatt
Dünyada softalığın azalacağını umuyor musunuz?
Russell
Evet, umuyorum, hem de çok. Bu iş, politikalara bağlı bence. Dünya savaşını büyük bir tehlike olmaktan çıkaran bir politika sistemimiz olursa, Doğuda da Batıda da hoşgörünün ve anlayışın çarçabuk gelişebileceğini sanıyorum. Ama, bu gerginlik kaldıkça bunun gerçekleşmesi çok zordur.
Sh:27-34

FELSEFE NEDİR

Wyatt
Lord Russell, felsefe nedir?
Russell
Çok tartışma götürür bir sorun bu. Öyle sanıyorum ki, iki filozoftan bile aynı karşılığı alamazsınız. Benim görüşüme göre, henüz kesin olarak bilinmeyen konular üstünde kafa yormaktır. Bu, yalnız bana göre böyledir, başkalarına göre değil.
Wyatt
Felsefeyle bilim arasındaki ayrılık nedir?
Russell
Kabaca, şu. Bilim bildiğimiz şeyler, felsefe de bilmediğimiz şeylerdir. Onun için de, insan bilgisi ilerledikçe, sorunlar felsefe alanından bilim alanına geçer.
Wyatt
Demek, bir şey bulunup açıkça ortaya kondu mu, felsefe olmaktan çıkıp bilim olur, öyle mi?
Russell
Evet. Nitekim felsefe diye ele aldığımız nice sorunlar artık felsefe olmaktan çıkmıştır.
Wyatt
Felsefe neye yarar?
Russell
İki şeye yarar bence. Bunlardan biri, henüz bilimin çözemediği şeyler üzerinde düşüncemizi işletmektir. İnsanı ilgilendirmesi gereken şeylerin de pek azı henüz bilimce çözümlenmiştir. Pek önemli nice şeyler vardır ki, bilim, şimdilik hiç değilse, bunlar üstüne pek az şey biliyor. İnsanların düşüncesi niçin bir sınırda kalsın ve yalnız bugün bilinenin içine kapansın. Bence, varsayım yoluyla dünya görüşümüzü genişletmek felsefenin sağladığı yararlardan biridir. Aynı ölçüde bir başka önemli yararı daha vardır bence. O da, bize, bildiğimizi sandığımız şeyleri bilmediğimizi göstermesidir. Bir yandan felsefe bizi günün birinde bileceğimiz şeyler üzerinde düşündürmek, öbür yandan da, bilgiye benzeyen nice şeylerin bilgi olmadığını alçak gönülle, göstermektir.
Wyatt
Felsefenin üzerinde düşünüp de de sonradan elle tutulur sonuçlar vermiş olan konulara bir kaç örnek gösterebilir misiniz?
Russell
Gösterebilirim. Bu örnekler en kolay da Yunan felsefesinde bulunur. Yunanlıların ileri sürdükleri ve kendi zamanlarında denenmemiş olan birçok varsayımlar sonradan değer kazanmışlardır. Örneğin, atom varsayımını alalım. Demokritos maddenin küçük parçacıklarından kurulu olduğunu ileri süren atom varsayımını bulmuştu. 2000 yılı aşkın bir zaman sonra, bunun bilimsel bir görüş olduğu anlaşıldı. O zamansa bu, sadece bir düşünceydi. Aristarkhos’u alalım. Güneşin dünyanın çevresinde değil, dünyanın güneşin çevresinde döndüğü ve gökteki değişikliklerin dünyanın dönmesinden ileri geldiği düşüncesini ortaya atan ilk insan o olmuştur. Bu, bir bir yana atılıp unutulmuş olan varsayım, 2000 yıl sonra Copernicus ile yeniden ele alındı. Ama, Aristarkhos bunu düşünmemiş olsaydı, Copernicus belki de hiç üstünde durmayacaktı.
Wyatt
Nasıl oluyor bu, bir çeşit sezgiyle mi?
Russell
Yo, hayır. Bu varsayımları ilkin düşünenler, «doğrusu budur» diyemezler; sadece «doğru bu olabilir» diyebilirler. İyi bir bilimsel hayal gücünüz varsa, birçok şeyin doğru olabileceğini düşünebilirsiniz. İşte, bilimin özü de budur. Önce, bir şeyin doğru olabileceğini düşünür, sonra doğru olup olmadığını yoklarsınız, çok kez de doğru olmadığını görürsünüz.
Wyatt
Platon'a göre, Demokritos teorisi, Teokritos'un atom teorisi saçma sapan bir şeydi, değil mi?
Russell
Platon’u ürkütmüştü bu düşünce. Demokritos’un bütün kitaplarının yakılmasını istemişti. Çünkü, Platon bilimi sevmiyordu. Matematiği seviyordu ama, bilimsel olan başka hiç bir şey sevmiyordu.
Wyatt
Demek, size göre felsefe, bir anlamda, bilimin hizmetindedir.
Russell
Eh, bir bakıma öyledir. Ama, tabiî, bilimin bir uşağı değildir sadece. Çünkü, bir çok şeyler vardır ki, bilim uğraşamaz onlarla. Örneğin, bütün değer sorunları. Bilim, bir araç olarak değil, amaç olarak neyin iyi, neyin kötü olduğunu söyleyemez size.
Wyatt
Zamanla filozofların ve halkın felsefeye karşı davranışlarında nasıl bir değişiklik oldu dersiniz?
Russell
Düşündüğünüz felsefe okuluna göre değişir bu. Platon ve Aristoteles’de, en önemli şey dünyayı anlamaktı; bence de felsefenin yapması gereken şey budur. Onlardan sonra gelen stoacılarda, ahlâk önem kazanıyor. Kahraman olmanız, felâketlere sabırla katlanmanız gerekiyor bu felsefeye göre. Halk arasında da «filozof» bu anlamı kazandı.
Wyatt
Sizce Marx’a bir filozof denir mi?
Russell
Bir bakıma filozoftur, şüphesiz. Ama bugün filozoflar arasında önemli bir ayırma var. Kimi filozoflar dünyanın düzenini sürdürmek, korumak; kimi filozoflar da dünyanın düzenini değiştirmek istiyorlar. Marx, tabiî, İkinciler arasında. Bana kalırsa, her ikisi de, filozofun asıl yapacağı iş değildir. Bence, filozofun işi, dünyayı değiştirmek değil, anlamaktır, oysa Marx bunun tam tersini söyler.
Wyatt
Siz kendinize nasıl bir filozof dersiniz?
Russell
Ben şimdiye kadar kendime sadece mantıksal atomist demişimdir. Ama, bu isim takmalarına pek meraklı değilim, kaçınırım bundan.
Wyatt
Mantıksal atomist ne demektir?
Russell
Şu demektir bence: Ele aldığınız her hangi bir konunun özüne varmak için, tutulacak yol çözümlemedir. Her şeyi çözümliye çözümliye, öyle bir yere gelirsiniz ki, orada artık çözümlenemez şeyler çıkar karşınıza. İşte, bunlar mantıksal atomlardır. Bunlara mantıksal atomlar diyorum, çünkü, onlar artık madde değildir. Bunlara, nesneleri meydana getiren idea (kalıplar) diyebiliriz.
Wyatt
Felsefenin bugünkü başlıca yönü nedir?
Russell
Bu konuda İngilizce konuşan memleketlerle Avrupa memleketlerini ayırmak gerekir. Yönler eskisinden çok daha ayrı birbirinden, çok daha ayrı. İngilizce konuşulan memleketlerde ve hele İngiltere’de yeni bir felsefe akımı var. Bence, bu akım, felsefeye ayrı bir alan bulmak isteğinden doğmuştur. Biraz önce söylediğime göre, felsefe sadece yarım bir bilimdir. Bu görüşten yana olmayanlar var. Onlar, felsefenin kendi dünyası olmasını istiyorlar. Bu istek, dilci felsefe diyebileceğimiz bir yola götürdü. Bu yolda, filozofun önemli işi, soruları cevaplandırmak değil, soruların anlamını iyice açmaktır. Ben, bu görüşe katılmıyorum. Ama, size bunu bir örnekle anlatabilirim. Bir gün bisikletle Wincester’e gidiyordum. Yolumu kaybettim. Bir köy dükkânına gittim. Bana Wincester’e giden en kısa yolu gösterir misiniz, dedim. Bunu sorduğum adam dükkânın arkasında benim görmediğim birisine seslendi: «Bir bay Wincester'e giden en kısa yolu soruyor» dedi. İçeriden bir ses geldi:
«Wincester’e mi?»
« Evet.»
«Wincester’e giden yol mu?»
«Evet.»
«En kısa yol mu?»
«Evet.»
«Bilmiyorum.»
Böylece, sorduğuma cevap alamadan ayrıldım ordan. İşte Oxford felsefesi bunu yapmamızı istiyor.
Wyatt
Yâni, soru doğru olacak, cevabın önemi yok, öyle mi?
Russell
Evet, cevap vermek başkalarına düşüyor.
Wyatt
Avrupa felsefesinden ne bakımdan ayrılıyor bu?
Russell
Avrupa’da felsefe, daha kanlı canlı. Ben onunla da anlaşamıyorum, ama, bir bakıma daha gürbüz bir felsefe, ilk çağ felsefelerine daha yakın. Kierkegaard’ın varoluşçuluk görüşünden gelen değişik birçok felsefe var. Bir de, gelenekçi din üzerine polemikler çıkarmakla uğraşan felsefeler. Buna benzer birçok şeyler. Bana sorarsanız, pek önemli bir şey yok bütün bunlarda.
Wyatt
Peki ama, nasıl davranması gerektiğini öğrenmek istiyen birisine sizin felsefe yolunuz nasıl yararlı olabilir?
Russell
Bir çokları bana mektuplar yazıp, nasıl davranacaklarını bilmediklerini, şaşkına döndüklerini, çünkü, eski yolları bıraktıklarını, bunların yerine ne koyacaklarını bilmediklerini söylüyorlar. Benim inandığım felsefenin şu bakımdan bir yararı olabilir. Bu felsefe, insanlara yaptıkları işin doğruluğundan kesinlikle emin olmadıkları zaman güçlü davranmalarını sağlar. Bence, kimse hiç bir şeyden kesinlikle emin olamaz. Olursa, muhakkak aldanır. Çünkü, hiç kendinliğe ulaşamaz. Onun için, insan bütün inançları bir şüphe ile karşılamak ve şüpheye rağmen de, güçlü davranabilmek zorundadır. Savaş plânını hazırlayan bir general de böyle davranır nihayet, düşmanın ne yapacağını pek kesin olarak bilmez ama, iyi bir komutansa yanılmaz, kötü komutansa yanılır. Ama, gündelik hayatta insan olasılıklara dayanarak iş görmek zorundadır. Felsefenin yapacağı şey de, onlara tam bir kesinlik içinde olmaksızın güçlü davranma cesaretini vermektir.
Wyatt
Peki, insanları, güvendikleri şeyler üzerinde şüpheye düşürmek doğru bir şey midir, sizce? Rahatlarını kaçırmaz mı onların?
Russell
Bir zaman için kaçırır, tabiî. Ve bence, biraz rahatı kaçmak kafa eğitiminin önemli bir yanıdır. Ama, bir bilim yükü edinirlerse, duydukları şüpheyle altüst olmamalarını sağlayacak bir safra yüklenmiş olurlar.
Wyatt
Felsefenin geleceği için ne düşünüyorsunuz?
Russell
Felsefenin gelecekte Yunanlılar zamanındaki ya da ortaçağdaki yerini tutacağını sanmıyorum. Bilimin yükselişi felsefenin önemini ister istemez azaltacaktır.
Wyatt
Felsefenin bugünkü dünyada ve gelecek yıllardaki değerini özetler misiniz?
Russell
Bizim zamanımızda önemli bir yeri olduğunu sanmıyorum. Önce şundan ötürü: Demin söylediğim gibi, birçok önemli sorunlar vardır ki, bilim, hiç değilse, bugün, bunlarla uğraşamaz ve bunlar bilimsel bir davranışla ele alınamaz. İkinci olarak da şundan dolayı: felsefe insanların düşünce bakımından biraz daha alçak gönüllü olmalarına, kesin olarak bildiğimizi sandığımız şeylerin doğru çıkmadığını ve bilime kestirme yoldan varılamayacağını anlamasına yarıyor. Bence, her filozofun her zamanki işi dünyayı anlamaktır, bu anlama da kestirip atmaya gelmeyen uzun ve zor bir iştir.
Sh:35-41

DİN

Wyatt
Sizin hiç dinsel duygularınız oldu mu, Lord Russell?
Russell
Oldu, oldu. Erginlik çağımda, enikonu dindardım. Belki matematik dışında, her şeyden çok dinle ilgilenmekteydim. Dinle ilgilenmem beni, ona inanmak için bir neden var mı yok mu sorununa götürdü ki dinle her ilgilenenin aynı sonuca vardığı pek söylenemez. Ben üç sorun üzerinde durdum. Öyle geldi ki bana, Tanrı, ölümsüzlük ve özgür insan iradesi (cüzi irade) en önemli üç sorundu ve bunları ters yönden birer birer inceledim, özgür insan isteminden başladım, adım adım ilerliyerek, bunlardan hiçbirine inanmak gerekmediği sonucuna vardım. Bunun beni çok sarsacağını sanmıştım, ama, garip değil mi, hiç de öyle olmadı.
Wyatt
Bu üç şeyden hiçbirine inanmak gerekmediği düşüncesine nasıl vardınız?
Russell
Serbest insan iradesi konusunda ileri sürülenleri yeterli bulmadım ve hâlâ da bunların inandırıcı olmadığı kanısındayım. Ama düşündüm ki, maddenin bütün hareketlerini dinamik kanunlar yönettiği için, insanın konuşurken dudaklarının oynamasının önceden ayarlanması gerekir, o kadar ki, söyleyeceği sözleri değiştirme gücü olamazdı. Bunun sağlam bir kanıt olduğunu sanmıyorum ama, o zaman bana inanılır gibi gelmişti. Ölümsüzlüğe gelince, ha bakın, bedenle ruh arasındaki ilişki ne olursa olsun, bu ilişki herkesin sandığından çok daha derindir. O kadar ki, beyin çürüdüğü zaman, ruhun yaşamakta devam etmesi düşünülemez. Tanrıya gelince, onun varlığına inanların ileri sürdükleri birçok kanıtlar varsa da, ben düşündüm ve hâlâ da öyle düşünüyorum ki, bunların hiçbiri geçerli değildir ve Tanrının varlığına inanmak isteği olmasa, kimse bu kanıtları kabul edemezdi.
Wyatt
Fizik yasaları cüzi irade diye bir şeyin olamayacağını ortaya koyar diyorsunuz. Ne demektir bu, anlamıyorum.
Russell
Evet, delikanlılık çağımda böyle düşündüğümü söylemeliyim. O zamanki düşünceme göre fizik yasaları gereği, ilk nebula halinden bu yana, maddenin bütün devinmeleri önceden belirlenmiştir. Söylenen her söz de bu yasaların içine girer. Böyle olunca, diyorum ki ilk nebula çağında, bay filânın, her durumda söyliyeceği söz fizik yasalarınca saptanmıştır. Bu demektir ki, bay filân, söyleyeceği hiçbir sözü özgür iradesiyle söyleyemez.
Wyatt
Sizce Tanrı diye bir şeyin olmadığı kesin midir? Yoksa, Tanrının varlığı ispatlanmamış mı değildir sadece?
Russell
Böyle bir şeyin olmadığı kesindir demiyorum, hayır. Diyorum ki, Olympos tanrıları ya da Norveç tanrıları için durum neyse, Tanrı için de odur. Olympos veya Valhalia tanrıları da var olabilir. Var olmadıklarını ispatlayamam ama, bence Hristiyan Tanrısının var olması, ötekilerin var olmasından daha olası değildir. Hepsinin varlığı bir olasılıktan öteye geçmiyor bence.
Wyatt
Sizce din, etkileri bakımından yararlı mı, zararlı
mı?
Russell
Etkilerinin çoğu, tarih boyunca zararlı olmuştur bence. Gerçi, din sayesinde eski Mısır rahipleri takvimi bulmuşlar, ay ve güneş tutulmalarını önceden kestirebilecek kadar izlemişlerdir. Bunlar bence, dinin yararlı etkileridir. Ama etkilerinin büyük çoğunluğu kötü olmuştur kanımca. Kötü olmuştur çünkü, dinin buyruğu ile insanlar, varlığı iyice kanıtlanmamış şeylere inanmak zorunda kalmışlar; ve bu, herkesin düşüncesini bozmuş, eğitim sistemlerini bozmuş, ve bence, tam bir ahlâk sapkınlığına yol açmıştır. Neyin doğru, neyin yanlış olduğu üzerinde durulmaksızın bazı şeylere inanmak doğru, bazı şeylere inanmaksa yanlış sayılmıştır. Genel olarak, dinin büyük zararları olduğu kanısındayım. Din, tutuculuğu ve eski alışkanlıklara bağlılığı Tanrı buyruğu haline getirmekle büyük ölçüde zararlı olmuştur; insanlar arasında hoşgörüsüzlüğü ve kinleri yüceltip beslemekle daha da zararlı olmuştur. Özellikle Avrupa’da, dinin doğurduğu hoşgörüsüzlük korkunç ölçülere varmıştır.
Wyatt
Özgür düşünceyi engelleyen bir çeşit düşünce sansürü olduğu kanısında mısınız?
Russell
Evet, bu kanıdayım. Demek istiyorum ki, dünya yüzünde herhangi bir okulu, erkek veya kız okulunu alırsanız alın, göreceksiniz ki, hepsinde bir çeşit inanç aşılanmaktadır. Hristiyan ülkelerde bir çeşit inanç, komünist ülkelerde bir çeşit inanç. Her ikisinde de bir şey öğretilmekte ve öğretilen şeyin doğruluğu tarafsızca incelenmemekte; bir yandaki çocuklar, öbür taraf üstüne düşüncesini kendiliğinden bulmaya alıştırılmamaktadır.
Wyatt
Çağlar boyunca, insanlarda bir din ihtiyacını yaratan nedir?
Russell
Her şeyden önce korkudur, sanıyorum. insan kendini güçsüz hisseder daha çok. Onu korkutan üç şey vardır.
Biri, Doğa’nın ona yapabileceği şey. Doğa onu yıldırımla çarpabilir veya bir depremle yok edebilir.
Öteki, başka insanların ona yapabilecekleri şey. Bir savaşta onu öldürebilirler.
Üçüncüsü, ki dinle pek ilgilidir, insanın kendi azılı tutkularının ona yaptıracağı şey; durgun bir zamanında yaptığına pişman olacağı şeyler. Bu yüzden birçok insan büyük bir korku içinde yaşar. Din de bu korkulara pek fazla kapılmasına yardım eder.
Wyatt
Ama din kurucularının buyurdukları bu değildir her zaman.
Russell
Hayır ama, din kurucuları ile — dinlerin kurucuları demek istiyorum — artlarından gidenlerin öğrettikleri arasında pek az ilişkiler vardır, pek az gerçekte. Bir örnek verelim. Gördüğüme göre, asker kişiler Doğu devletleriyle olan çatışmalarda Hristiyan inancına pek önem veriyorlar. Onlara bakılırsa, Hristiyan değilseniz savaşta güçlü olamazsınız. Ama ben, İsa’nın Dağdaki vaazını bir daha okudum ve içinde Hidrojen bombasını öğütleyen bir kelime, tek bir kelime bulamadım.
Wyatt
Evet ama, öyleyse siz dinin hâlâ bugün de zararlı olduğuna mı inanıyorsunuz? Demek istiyorum ki, eleştirdiğiniz şeyler geçmişle ilgili. Bugün için ne diyorsunuz?
Russell
Dün neyse bugün de o. Verdiğim H. bombası örneği eski bir hikâye değil, keşki öyle olsaydı. Bence bugünkü günde din, kiliselerdeki durumuyla, dürüst düşünceyi köstekliyor aslında ve hiç de önemli olmayan şeylere önem veriyor. Onun önem ölçüsünün tamamıyla yanlış olduğu söylenebilir.
Wyatt
Buna bir örnek verebilir misiniz?
Russell
Verebilirim elbette. Roma İmparatorluğu çökerken, kilise uluları Roma İmparatorluğunun yıkılmasına hiç de aldırış etmiyorlardı. Başlıca kaygıları, bakireliği korumaktı. Onlarca önemli olan buydu.
Wyatt
Ne yaptılar, peki?
Russell
Halka din öğütleri verdiler. Orduların sınırlara dayanması, vergi sistemlerinde reform yapılıp yapılmaması onları ilgilendirmedi. Din kuralları onlarca, kendi imparatorluklarının yaşamasından daha önemliydi. Onun için bugün de, insan soyunun çökebileceği bir sırada, görüyorum ki, kilise uluları suni döllenmeyi önlemeyi, hepimizi birden yokedebilecek olan bir dünya savaşını önlemekten daha önemli sayıyorlar. Bence, bu, önem ölçüsünde ne büyük bir aldanma olduğunu göstermeye yeter.
Wyatt
Evet ama, dinlerin eğitimi yaymakta bazan bir hayli yararı olduğunu kabul etmez misiniz? Örneğin, Birmanya gibi, başka hiçbir eğitim sisteminin kullanılamadığı yerlerde, budist rahipleri yoksulları eğitmekte bir hayli iş görmemişler midir?
Russell
Evet, olabilir. Benediktenler de bu yolda hayli yararlı olmuşlardır, ama zararlı olduktan sonra. Önce bir hayli kötülük etmişler, sonra da birazcık iyilik.
Wyatt
Kimi insanlar inançsız, dinsiz olamayacaklarını, onsuz hayatın zorluklarına karşı koyamayacaklarını sanıyorlar. Onlara ne dersiniz?
Russell
Böyle düşünenler bir çeşit korkaklık gösteriyorlar, derim. Bu korkaklık başka alanlarda ayıp sayılır. Ama din alanında oldu mu, korkaklık övülüyor. Bense, hangi alanda olursa olsun, korkaklığı övemem.
Wyatt
Peki ama, neden korkaklık diyorsunuz buna?
Russell
Hayatla, şunsuz yada bunsuz savaşamazsınız demek korkaklıktır. Herkes hayatın kendisine verdiği imkânlarla hayat savaşına girmek zorundadır. Yüreklilik, bir bakıma budur.
Wyatt
Sizce insanların kendi sorunlarını Tanrıya, bir papaza ya da bir din kuruluşuna yüklemeleri, bu sorunlarla kendi başlarına savaşmamaları korkaklıktır mıdır, demek istiyorsunuz?
Evet. Dünyanın içinde bulunduğu çok tehlikeli durumu ele alalım. Bana boyuna gelen mektuplarda hep «Tanrı dünyayı korur» diye yazıyorlar. Ama Tanrı geçmişte hiç korumadı, yarın ne diye koruyacakmış, anlamıyorum.
Wyatt
Ama din zararlı ise, insanlar yine de hep bir dinleri olmasını istiyorlar.
Russell
İnsanlar istemiyor ki! Kimi insanlar istiyor. Onlar da dini istemeye alışmış olanlardır. Örneğin, kimi memleketlerde halk sırık üstünde yürür ve sırıksız yürümekten hoşlanmaz. Din de tam böyle bir şeydir. Kimi memleketler alışmıştır buna. Ben Çin’de bir yıl yaşadım ve gördüm ki, orta halli Çinlilerin herhangi bir dine inandıkları yok. Öyleyken Hristiyanlar kadar mutlu olabiliyorlar. Hattâ, kötü koşullar içinde oldukları düşünülürse, Hristiyanlardan daha mutludurlar bence.
Wyatt
Ama bir Hristiyan’a sorarsanız, Çinliler Hristiyan olsalar daha mutlu yaşarlar, der.
Russell
Bence bunun doğruluğu hiç de ispatlanmış değildir.
Wyatt
Ama insan kendi dışında bir inanç nedeni aramaz mı? Kendinden büyük sandığı birine inanmak istemez mi? Bu, sadece bir korkaklık ya da başkasına güvenme sorunu değil, onun uğrunda bir şeyler yapmak isteği de olabilir.
İnsanın kendinden büyük nice şeyler daha var. Her şeyden önce ailesi, sonra ulusu var, sonra da bütün insanlık. Bütün bunlar bir tek insanın kendinden daha büyük şeylerdir. İçimizde doğabilecek iyilik duygularını doyurmamıza bunlar da yeter.
Wyatt
Din kurumlarının insanlığı hep pençesi altında tutacağını mı sanıyorsunuz?
Russell
Bu bence, insanların kendi toplumsal sorunlarını çözümleyip çözümlememelerine bağlıdır. Büyük savaşlar ve büyük baskılar sürüp giderse, çoğu insanlar mutsuzluk içinde yaşarsa, din de sürüp gider her halde. Çünkü, benim gördüğüm kadarıyla, Tanrının iyiliğine inanç, olan bitenlere ters düşmektedir. Tanrının iyiliğini gösteren hiçbir kanıt yokken ortada, halk inanıyor buna. Ama her şey yolunda gittiği zamansa, inanması gerekirken, inanmıyor Tanrının iyiliğine. Onun için diyorum ki, halk eğer toplumsal sorunlarını çözümlerse, din ortadan kalkar. Ama çözümleyemezse, o zaman ortadan kalkacağını sanmam. Buna geçmişten örnekler bulabilirsiniz. XVIII. yüzyılda, her şey yolundayken, okumuş yazmış insanların çoğu dine bağlı değildiler, serbest düşünceliydiler. Ama Fransız Devrimi olunca, bazı İngiliz aristokratları serbest düşüncenin insanı giyotine götürdüğü kanısına vardılar. Serbest düşünceyi bir yana bırakıp, hepsi koyu dinci kesildiler. Böylece Victoria dönemi başladı. Aynı şey Rus Devriminde de oldu. Rus Devrimi halkı ürküttü, Tanrı’ya inanmazlarsa, malları mülkleri ellerinden gidecek sandılar ve Tanrıya inanır oldular. Bence toplumsal karışıklıklar dinin işine yaramaktadır.
Wyatt
Sizin ve benim, ölünce yok olup gideceğimize inanıyor musunuz?
Russell
İnanıyorum elbette. Başka türlü olması için bir neden yok. Ölünce, beden dağılıp gidiyor, biliyoruz bunu. Beden dağıldıktan sonra, düşüncenin yaşamakta devam etmesi için de hiçbir neden görmüyorum.
Sh:42-50

DİN VE BİLİM

Büyük fizikçilerin ve biyolojistlerin çoğu, son yıllarda bilimin yeni buluşlarıyla eski maddeciliğin gözden düştüğünü ve din gerçeklerinin göze girmeye yüz tuttuğunu ileri sürdüler. Bilginlerin belirsiz terimlerle ve bir görüş olarak ortaya attıkları bu düşünceyi, din adamları kapıştılar, yaydılar. Bu arada gazetelerde din adamlarının ağzından öyle sarsıcı haberler verdiler ki, büyük kalabalıklar nerdeyse Kutsal Kitabın dediklerini fizik biliminin doğruladığını sandılar. Bana kalırsa, yeni bilimlerden alınacak ders, halkın sürüklendiği bu görüşe indirgenemez. Bir kere bilginler, söyledikleri sanılan şeylerin hepsini söylemiş değildirler. Sonra da, geleneksel din inançları yararına söylediklerini, birer bilgin olarak, gerçekten bilimsel bir ağızla değil, daha çok erdemi ve mülkü savunmak istiyen birer yurttaş olarak söylediler. 1914- 1918 savaşı ve onun ardından gelen Rus devriminden sonra bütün çekingen insanlar eskiye bağlanır oldular; profesörlerin de, çokluk, çekingen yaradılışlı kimseler olduklarını bilirsiniz. Ama, bunları bir yana bırakalım da bilimin gerçekten ne dediğini görelim.
1)       Tanrı karşısında insan — Son yıllara kadar, insanlara bir «cüzi irade» (*) tanıyan katolik dinbilimi, yanlışlığını ortaya koyabileceğimizi ileri sürüyorlar. Lord Tennyson’un yiğitçe söylediği bu sözde olduğu gibi: «Yürek öfkelenmiş bir insan gibi şahlandı ve duydum diye karşılık verdi.»

(*) Ötedenberi din bilginleri insanın Tanrı karşısındaki durumunu tartışmışlardır. Bir görüşe göre, dünyada olup biten her şeyi Tanrı önceden kararlaştırmıştır, her evrenin tabiî yasalarına bir yakınlık gösteriyor ve bu yakınlık mucizelere inanmalarına da engel olmuyordu. XVIII. yüzyılda Newton’un etkisi altında dinbilim ile tabiat yasaları arasındaki bağlantı daha da arttı. Öyle sanılıyordu ki, Tanrı dünyayı bir plâna göre yaratmıştır ve tabiat yasaları da bu plânın tâ kendisidir. XIX. yüzyıla kadar dinbilimi düşünceye dayanıyordu, sağlam ve açık seçikti; ama, Tanrıya inanmaz olmuş aklın saldırılana karşı koyabilmek için, son yüzyıl içinde, gittikçe duygulara daha çok başvurur oldu. İnsanların kafa gücünü serbest bırakıp kendilerini çekmeğe uğraştı. Böylece, bir deli gömleği olmaktan çıktı, yumuşak bir hırka haline geldi. Bugün, düşünceye dayanan eski ve ağırbaşlı geleneği sürdüren bir kaç bilgin katolik din adamı ile bâzı toptancılardan başkası kalmadı. Diğer bütün din adamları kafadan çok yüreğe seslenerek mantığın tırnaklarını körletmeğe çalışıyor ve duygularımızla aklımızın sürüklendiği bir sonucun kesin bütün yapacaklarını önceden alnına yazmıştır. Bununla çatışan bir başka görüşe göre, insanoğlunun, az da olsa, kaderini değiştirme gücü vardır. İnsan, kendi çabasıyla, Tanrının kendisine çizdiği kaderi değiştirebilir. Bu son görüşe göre, Tanrı iradesi karşısında insan iradesinin, eski deyimle, küllî iradenin karşısında cüzi iradenin bir yeri vardır. İslâmlıkta olsun, Hıristiyanlıkta olsun, aynı tartışma yüzyıllarca süregelmiştir. Hıristiyanlar arasında bu iki görüşe göre, değişik mezhepler türemiş ve bu mezhepler arasındaki kavgalar XVII. yüzyıl sonlarına kadar önemli çatışmalara yol açmıştır. Örneğin, Jansenistlerle Cizvitler arasındaki çatışma. Cizvitlerin cüzi iradeyi kabul etmelerine karşılık Jansenistler, kötü bir insanın ancak Tanrının bağışlamasıyla kurtulabileceğine — bunun dışında — ne yaparsa yapsın cehennemlik olacağına inanıyorlardı. Doğuda bu çatışma hep küllî iradeden yana çözülmüş ve bundan ötürü de Doğu, genel olarak, çok daha kaderci, fatalist kalmıştır. (Çevirenlerin notu).
Günümüzde, yüreğin atomlarla, nefes borularıyla, denizkestaneleriyle ve araya bilim karışmadığı sürece ilgilenmeyeceği daha birçok konulara bağlı duyguları vardır.
Günümüzün din bilginlerinin ileri sürdükleri düşüncelerden biri atomların davranışını bilmeyişimize dayanarak, insanın cüzi iradesini kurtarmaktır. Görülecek kadar büyük olan cisimlerin hareketleri ile ilgili eski mekanik yasaları, bu cisimler için doğruluklarını hiç de yitirmiş sayılmazlar; ama bu yasalar, atomlara, hele proton ve elektronlara uygulanamıyorlar. Yalın atomların hareketlerini yöneten yasalar var mı, yok mu? Bu hareketler ne dereceye kadar rastlantılara bağlı? Bunu kesin olarak bilemiyoruz henüz. Büyük cisimlerin hareketlerini yöneten yasaların statistik yasaları olması, her biri bir rastlantının etkisi olan birçok hareketlerin ortalama sonucunu vermesi olağan görünüyor. Bu yasalardan bazıları ve özellikle termodinamiğin ikinci yasaları statistik yasaları sayılıyor. Bunlara eklenecek başka yasalar da olabilir. Atomun olağan bir kaç hali vardır, bunlar içiçe değil, birbirinden küçük, belli aralıklarla ayrılmışlardır. Bir atom, bu hallerin birinden ötekine atlıyabilir, atlarken de birbirinden ayrı sıçrayışlar yapabilir. Bugün için şu ya da bu koşullar altında sıçramanın ne türlü olacağını önceden kestirmemizi sağlıyan bir yasa bilmiyoruz. Bundan da şu sonuç çıkarılıyor ki, atom bu bakımdan, hiç bir yasaya uymuyor, benzetme yoluyla «iradei cüziye» diyebileceğimiz bir güç taşıyor. «Fizik dünyanın özü» adlı eserinde Eddington bu olanak üzerinde bir hayli duruyor (s. 311). Ona göre, insan düşüncesi beynin atomlarını, şu ya da bu hale geçirebilir ve böylece, sanki bir düğmeye basarak istemine uygun, geniş sonuçlar elde edebilir. İstemin kendisine gelince, onun nedeni olmadığını sanıyor. Dediği doğruysa, fizik dünya, en büyük gövdelerde bile, yasalarla önceden belirlenmiş değildir, nedensiz insan istemlerine göre değiştirilebilir demektir.
Bu görüşün üstünde durmadan önce, « b e I i r i m s i z I i k (indetermination) ilkesi»nden söz etmek istiyorum. Fiziğe 1927’de Heisenberg’in soktuğu bu ilkeyi (her halde adı dolayısıyla) birçok din adamı iyi karşıladı. Çünkü, bu ilke onları matematik yasalarının kulluğundan kurtarabilecekti. Doğrusunu isterseniz, beni biraz şaşırtan Eddington’un bu ilkenin kullanılmasını desteklemesidir. (Önceki kitap, s. 306). Bu ilkeye göre, bir parçacığın durumu ve hızı önceden belirlenemez. Bu iki belirlemenin her birinde bir yanlışlık payı olacaktır ve her iki yanlışlığın sonucu da değiştirilmez. Başka türlü söyleyecek olursak, birinin belirlenmesi ne kadar doğru olursa, öbürününki de o kadar yanlıştır. Yanlışlık payı çok küçüktür elbet. Tekrar söyleyeyim ki, Eddington’un bu ilkeyi «cüzi irade» sorununa bağlamasına şaşıyorum. Çünkü, bu ilke tabiat olaylarının belirli olmadığı sonucuna götüremez. Bu ilke sadece şunu gösterir ki, eski «zaman mekân» görüşü yeni fiziğin ihtiyaçlarını tam karşılıyamıyor. Bu, artık her bakımdan bilinen bir şey. Eski Yunanlıların bulduğu «zaman mekân» kavramları günümüze kadar büyük bir başarıyla iş gördüler. Einstein, onların yerine «mekân zaman» dediği yarı hayvan yarı insan, bir çeşit karma anlam getirdi, ve yirmi yıl kadar her şey bu görüşle yolunda gitti. Ama, modern quanta mekaniği daha kökten bir yenilenme zorunluğu ortaya koydu.
Belirimsizlik ilkesi bu zorunluğun açıklanmasından başka bir şey değildir. Ama, bu hiç de fizik yasalarının tabiat olaylarını belirliyecek güçte olmadığını göstermez.
J.E. Turner (Nature dergisi, 27 Kasım 1930) diyor ki «Belirimsizlik ilkesinin yanlış anlaşılması, büyük ölçüde, belirli kelimesinin ikiliğinden doğmuştur. Bir anlamda, bir nicelik ölçüldüğü zaman belirlidir. Bir başka anlamda, bir olay bir nedenin sonucu olduğu zaman belirlidir. Belirimsizlik ilkesi ölçülere uygulanabiliyor. Ama, nedenlere uygulanamıyor. Bir parçacığın hızı ve yeri belirimsizlik ilkesine göre tam ölçülemiyeceği için, belirsizdirler. Bu ölçülemeyiş hem kendi nedenine, hem de ölçme dediğimiz şeyin ölçülen üzerinde fizik bir etki yapmasına bağlı fizik bir iştir. Belirimsizlik ilkesinde, fizik bir olayın nedensiz olabileceği sonucuna götürecek hiç bir şey yoktur.» Turner’le birlikte şunu söyliyebiliriz: «Doğrulanmadığı sürece belirimsiz sayılan bir değişmenin kesin anlamda belirimsiz, yâni nedensiz olduğunu ileri süren her düşünce, bir yanlışa ve yanlış anlamaya dayanır.» Şunu söyliyelim ki, atoma ve onun sözde cüzi iradesine, gelince bir atomun canı istediği gibi davrandığını bilmiyoruz. Bir atomun canı istediği gibi davrandığını ileri sürmek canı istediği gibi davranamıyacağını ileri sürmek kadar yanlıştır. Bilim, son zamanlarda, atomun eski fizik yasalarına uymadığını ortaya koydu, ve bâzı fizikler bundan atomun hiç yasaya uymadığı sonucunu çıkarmakta belki çok acele ettiler. Eddington’un düşüncenin beyin üzerindeki etkileriyle ilgili görüşü aynı konu üzerinde Descartes’ın görüşlerini hatırlatıyor. Descartes yaşama gücünün (vis viva) saklanımını (conservation) biliyordu ama, itme gücündekini bilmiyordu. Onun için de, düşüncenin, canlı varlıkların yönünü değiştirebileceğine inanıyordu, hareketlerinin hızını değil. Hızın saklanımı ortaya çıkarılınca, Descartes’ın görüşünden vazgeçildi. Eddington’un görüşü de, onun gibi, bir yana bırakılabilecektir. Çünkü, deneyci fizikçiler, bugün yarın tek tek atomların davranışını düzenleyen yasaları bulabilirler. Geçici olabilecek bir bilgisizliğin üstüne dinsel bir yapı kurmak aşırı bir atılganlıktır. Böyle yapılar kurulabilse bile, ancak zararlı olabilirler. Çünkü, insanların elinden yeni buluşlar umudu alınmış olur.
Ama, cüzi irade inancına salt görgül (empiric) açıdan da karşı konabilir. Hayvanların ya da insanların davranışları sıkı bir bilim gözlemi altında tutulabiIdiği zaman, Pavlov’un deneylerinde olduğu gibi, bu davranışların başka alanlardaki olaylar gibi bilim yasalarıyla doğrulanabildikleri görülmüştür. Gerçi, insanların bütün yapacaklarını önceden kestiremiyoruz. Ama, bu kestiremeyiş mekanizmanın karmaşıklığı ile kolayca açıklanabiliyor. Böylesi savları (iddiaları) yakından inceledik mi, yanlış oldukları görülür her zaman. Dünyayı gelişi güzel bir yönetimin buyruğunda görmek isteyenler, bunun ne demeğe varacağını düşünemiyorlar. Tabiatın akışı üstüne ileri sürdüğümüz bütün düşünceler nedensel (causal) düşüncelerdir ve eğer tabiatı nedensel yasalar yönetmiyorsa, bizim bütün düşüncelerimiz yıkılır. O zaman, kendi görgümüz dışında hiç bir şey, nedensel yasalara bağlı olduğu için, biz, kesin anlamda, yalnız yaşadığımız anın görgüsünü bilebiliriz. Düşünce yoluyla başka insanların varlığını, hattâ kendi geçmişimizi bilemezsek, nasıl bunca şeylerin varlığını ileri sürebiliriz. Nedensellik ilkesi doğru ya da yanlış olabilir. Ama, onun yanlış olduğu savını tutan ve bu savı tutmakla yüreği rahatlayan kimse kendi düşüncesinin bu davranışla neler yitirdiğini, bindiği dalı kestiğini bilmiyor. Kendini yakından ilgilendiren bütün nedense! yasaları kabul ediyor, yediği yemeğin kendini beslediğine, para yatırdığı bankanın kendi imzasını taşıyan çeki ödeyeceğine inanıyor ama, kendini yakından ilgilendirmeyen ya da işine gelmiyen yasaları şu ya da bu sebeple tanımak istemiyor. Böyle bir davranışa en azından «çocuksu» denebilir.
Atomların davranışları hiç bir yasaya bağlı değildir demenin iler tutar bir yanı yoktur. Atomların tek tek davranışlarını az çok aydınlatan son zamanların deneysel metotları olmuştur. Bu davranışın yasalarının henüz bulunmamış olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Bir takım olayların yasalara bağlı olmadığı ispatlanamaz. Böyle bir ispatlama kökünden ve teorik bakımdan olacak şey değildir. İleri sürülebilecek tek şey, bu yasaların henüz bulunmamış olduğudur. Diyebilirsiniz ki, bu yasalar gerçekten var olsaydı atomu inceleyen onları bulacak kadar yetkilidir. Ama ben böyle bir düşüncenin, bir evren teorisine temel olacak kadar sağlam bir öncül (premisse) olduğunu sanmıyorum.
2)       Matematikçi Tanrı — Sir Arthur Eddington atomların matematik yasalarına uymayışından dini çıkarıyor. Sir James Janes ise, dini atomların bu yasalara uymasından çıkarıyor. Bu çıkarmaları din adamları hep seve seve kabul ediyorlar. Çünkü, mantık isteği onlarca soğuk aklın isteğidir; bununsa, bizim daha derin olan din duygularımızla bir ilişkisi yoktur. Eddington’un sıçrayan atomlar görüşüne dayanan düşüncesini gözden geçirdik. Şimdi, Jeans'ın yıldızların soğuması üstüne kurduğu düşünceyi gözden geçireceğiz. Jeans’ın Tanrısı Platoncadır. Onca, Tanrı, ne mühendis, ne biyolojisttir, sadece matematikçidir (The Mysterious Universe, s. 134). Doğrusunu isterseniz, bence bu çeşit Tanrı, büyük işlere girişen insanlara benzetilen Tanrı’dan daha iyi. Çünkü, ben düşünceyi, yapmaktan daha önemli buluyorum. Yapıcı bir Tanrı düşünen din adamı adele gücünün etkisi altında gibi görünüyor. Kasları gergin bir insan yapıcı bir Tanrıya inanır. Kasları gevşek bir adamsa bir düşünce ve derinleştirme Tanrısına inanır. Sir James Jeans Tanrıcı görüşlerine güvendiği için, evrimcilerin görüşlerine pek sert davranıyor. Esrarlı evren üstüne yazdığı kitap, güneşin bir hayat tarihçesiyle başlıyor. Nerdeyse güneşin bir mezar taşı kitabesini yazıyor. Onca, yüz binlerce yıldızın bir tekinin, yalnız bir tekinin gezegenleri vardır. Ama, aşağı yukarı 2 milyon yıl önce, güneş nasılsa bir başka yıldızla buluşmuş, bu buluşma da bir hayli bereketli olmuş; çünkü, var olan gezegenler düzeni ondan doğmuş. Gezegenleri olmayan yıldızlar hayat yaratamazlar. Onun için de hayat evrende binde bir rastlanan bir şeydir. «Evrenin, başlangıçta bizimkine benzer bir hayat yaratmak üzere kurulduğu inanılmaz bir şey gibi geliyor, diyor Sir James Jeans, öyle olsaydı, bu düzenin büyüklüğü ile yarattığı şey arasında iyi bir orantı bulunurdu.» Evrenin bu az raslanılır köşesinde bile, yaşama yalnız çok sıcak ile çok soğuk iklim arasındaki bir ortamda mümkündür. «İnsan soyunun tragedyası şudur ki, evrenin özü hayatı besleyip sürdüremeyecek kadar sıcak olduğu halde insanoğlu, ister istemez soğuktan öleceğe benziyor.» Hayatı yaradılışın amacı olarak gören tanrıbilimciler, astronomide de aldanıyorlar, kendilerine ve benzerlerine gereğinde çok değer veriyorlar. Jeans’ın modern fizik üstüne, madde ve ışınlaşma üstüne, görelilik ve eter üstüne yazdığı güzel bölümleri özetlemeğe kalkmıyacağım. Bunlar yeterince kısa oldukları için hiç bir özet onları tam anlatamaz. Bununla beraber, okuma isteğinizi arttırmak için, kendi verdiği özeti buraya alacağım.
«Kendimi özetliyecek olursam diyebilirim ki: Düzensiz ve buruşuk yüzeyli bir sabun köpüğü, göreci teorinin ortaya koyduğu evreni yalın ve kabaca anlatmak için verilebilecek en iyi örnektir bence. Evren, sabun köpüğünün içine değil, yüzeyine benzer ve hiç unutmamalı ki, sabun köpüğünün yalnız iki boyutu vardır, evren kabarcığınınsa dört: Üç uzay boyutu, bir de zaman. Bu kabarcığı meydana getiren öz, yâni sabunun zarıysa, boş zaman ile, içiçe boş uzaydan başka bir şey değildir.»
Kitabın son bölümü, sabun köpüğünü matematikçi bir Tanrı gücünün, matematik özelliklerine duyduğu ilgiyle şişirdiğini ispatlamaya çalışıyor. Tanrıbilimciler bu küçük okşayıştan kendilerine büyük pay çıkardılar. Bilginler kendilerine bir Tanrı versin de, bu Tanrı nasıl olursa olsun. Sir James Jeans’ın Tanrısı, Eflatununki gibi toplamlara meraklı bir Tanrıdır. Ama, soyut bir matematikçi olduğu için, vardığı rakamın ne olduğu onu ilgilendirmez. Sayın bilgin, yeni fizikten aldığı bir çok çetin tanıtlarla bu Tanrıya, aslında olmayan derinlik havası veriyor. Bu görüş kısaca şöyledir: Madem iki elma iki elmaya eklenince dört elma eder, öyleyse Tanrı iki kere ikinin dört ettiğini biliyordu. Buna karşı, bir kadınla bir erkeğin, kimi zaman üç ettiği ve Yaradanın toplamda sanıldığı kadar güçlü olmadığı söylenebilir. Daha ciddî konuşacak olursak, diyebiliriz ki, Sir James Jeans, piskopos Berkeley’in teorisini yeniden ele alıyor. Bu teoriye göre, var olan yalnız idea’lardır, ve dış dünyada gördüğümüz süreklilik tam olmasa da, Tanrının uzun zaman nesneleri de düşünmesinden geliyor. Örneğin, nesneler hiç bir insan onlara bakmadığı zaman var olmaktan çıkmıyorlar. Çünkü, Tanrı onlara her zaman bakıyor, daha doğrusu, bu nesneler onun kafasında her zaman birer düşünce olarak yaşıyor. «Evreni en iyi anlatmanın yolu, çok eski ve uyarsız da olsa, onu bir salt düşünce olarak göstermektir. Bu düşünce, daha anlaşılır bir kelime bulamadığımız için, matematikçi düşünür dediğimiz bir varlığın düşüncesidir.» Biraz ileride şunu öğreniyoruz ki, Tanrının düşüncesini yöneten yasalar uyanık hayatımızın olaylarını yöneten yasalardır ama, düşlerimiz yöneten değil.
Heyecanlarına dokunmıyan başka bir konuda Sir James Jeans’ın bu ispatlamasında arıyacağı bilimsel kesinliği aramadığını görüyoruz. Bir çok ayrıntılar bir yana, soyut matematik ile uygulanan matematik alanlarını birbirine karıştırmakla temelden bir yanılgıya düşmüş oluyor. Soyut matematik hiç gözleme bağlı değildir, onun işi sembollerledir ve değişik sembollere dayandığı içindir ki deneye başvurulmaksızın incenelebilir. Fizik ise, tersine, ne kadar matematiksel olursa olsun, baştan başa gözleme ve deneye, yani, önünde sonunda, duyuların algısına bağlıdır. Matematikçi her çeşit matematikle uğraşır ve uğraştığı dalların sadece bir kaçı fizikçinin işine yarar. Ve fizikçinin matematiği kullanırken ileri sürdüğü, soyut matematiklerin ileri sürdüğünden apayrıdır. Fizikçi kullandığı matematik sembolerinin, sadece duygu izlenimlerinin yorumlanmasına, birbirine bağlanmasına ve önceden kestirilmesine yaradığını söyler. Yaptığı iş ne kadar soyut olursa olsun, deneyle ilişiğini kesmez. Matematik formüllerinin evreni yöneten bâzı yasaları anlatabileceği ortaya konmuştur diye Jeans bu yasaların işleyişini görme hevesiyle dünyayı bir matematikçinin yarattığı sonucuna varıyor. Bu görüşe kesinlik kazandırmaya çalışsaydı, eminim ki, ne kadar aldatıcı olduğunu görmekte gecikmezdi. Hem zaten, her hangi bir usta matematikçi bir dünyayı, herhangi bir dünyayı genel yasalar çerçevesi içine sokabilir. Böyle olunca, yeni fiziğin matematik niteliği dünya ile ilgili bir olay değil, sadece fizikçinin ustalığını gösteren bir şeydir. Sonra şu da var: Eğer Tanrı onu savunan kahramanların sandıkları kadar arı bir matematikçi olsaydı, düşüncelerine kaba bir dış varlık vermek isteğine kapılmazdı. Bir takım eğriler çizmek ve geometrik yapılar kurmak hevesi okul çağındaki çocukların işidir ve bir öğretmen bunları kendine yakıştırmaz. Bununla beraber, Sir J. Jeans bu hevese kapılmış görüyor yaratıcısını. Onca, dünya düşüncelerden kuruludur.
Bu düşünceler üç türlüdür: Tanrı düşünceleri, uyanık insanların düşünceleri ve uyuyan, kötü düşler gören insanların düşünceleri. Bu son iki çeşit düşünce Evren’in yetkinliğine ne ekliyor, orası pek anlaşılmıyor. Tanrı düşüncelerinin en iyileri olacağı besbelli ama, öteki baş belâlarının neye yaradığı belli değil. Bir zamanlar çok bilgin ve çok softa bir tanrıbilimci tanımıştım. Bana, uzun araştırmalardan sonra her şeyi anladığını, yalnız Tanrının niçin dünyayı yarattığını anlamadığını söylemişti. Bu çetin sorun üstünde Sir J. Jeans’ın durması iyi olur. Belki bunu çözümler de din bilginlerinin gönlünü hoş eder.
3)       Yaratıcı Tanrı — Bugünkü bilimin karşılaştığı en ciddî zorluklardan biri Evren’in bir dağılmaya doğru gitmesinden geliyor. Örneğin, dünyada radyoaktif nesneler var. Bunlar durmadan daha basit öğelere ayrılıyorlar ve bunları yeniden birleştirmenin yolu bulunamıyor. Ama, dünyanın dağılma halinde olduğunu gösteren yalnız bu değil. Daha önemli ve daha çetrefil gerçekler de gösteriyor bunu. Her ne kadar basit öğelerin karmaşık öğeleri nasıl yarattığını bilmiyorsak da, böyle bir şeyin nasıl olabileceğini düşünebiliriz ve belki de bir yerde buna benzer oluşmalar vardır. Ama, termodinamiğin ikinci yasasına gelince, daha büyük bir zorlukla karşılaşıyoruz.
Kaba olarak termodinamiğin ortaya koyduğu ikinci yasa şudur: Nesneler kendi hallerine bırakıldıkları zaman düzensiz bir duruma düşerler ve kendiliklerinden ilk düzenlerini bulamazlar. Sanıldığına göre, çok eski bir zamanda Evren tam bir düzen içindeydi, her şey yerli yerindeydi, sonradan gittikçe düzeni bozulmaya başladı, o kadar ki. Evren’i ilk durumuna götürmek için bir zor görmesi gerekir. Termodinamiğin ikinci yasası, ilk biçimiyle daha az bir şey atıyordu ortaya. Özellikle diyordu ki, yan yana gelen iki nesnenin ısıları ayrı ayrıdır; bunlardan daha sıcak olanı bu buluşmada daha soğuk, daha soğuk olansa daha sıcak olur ve sonunda iki nesnenin ısısı eşitleşir. Bu açıdan yasa herkesin bildiği şu olayı ortaya koyar: Elinizde kızıl kor haline gelmiş bir nesneyi tuttuğunuz zaman, bu nesnenin kendisi bir yandan soğurken çevresindeki hava da ısınır. Ama, çok geçmeden görülür ki bu yasanın daha genel bir anlamı vardır. Çok sıcak nesnelerin parçacıkları çok hızlı bir devinim içinde oldukları halde, soğuk nesnelerin parçacıkları daha ağır devinirler. Çabuk devinimli bir çok parçacıklar ağır devinimli parçacıklarla bir arada bulundular mı, zamanla çabuklar ağırlara çarpa çarpa iki taraf ortalama bir hıza varır. Bu gerçek, enerjinin bütün biçimlerine uygulanır. Bir yerde çok büyük bir enerji, onun yanı başında küçük bir enerji varsa, her zaman büyük enerji küçük enerjiye geçerek eşit duruma girerler. Bu oluşu bir demokrasi eğilimi olarak belirtebiliriz. Bu oluş tersinmez olduğu (yâni küçük enerji büyük enerjiye geçmediği için) geçmiş zamanlarda devlet gücünün dağılışında her halde bugünkü kadar eşitlik yoktu (yâni güç, azınlıktan çoğunluğa geçemiyordu.) Bugün madde dünyası bitimli sayıldığına, ve bilinmemekle beraber belli elektron ve proton sayısı ile kurulduğuna göre, enerjinin belli bir yerde başka bir yerden daha fazla birikmiş kalması teorik bakımdan zamanla sınırlıdır. Dünyanın gelişmesini geriye doğru izliyecek olursak, sayısız yıllar sonra (ama her halde 4004’den fazla) dünyanın daha öncesi olamayacak bir durumuna varırdık, eğer termodinamiğin ikinci yasası orada yürürlükte ise, Dünyanın bu ilk halinde, enerji mümkün olduğu kadar eşitsizlikle dağılmış olacaktı. Bu konuda Eddington şunları söylüyor:
«Sonsuz bir geçmiş düşüncesinin zorunluğu meydandadır. Kendimizi sonsuz bir hazırlama çağının mirasçıları sayamayız. Kendinden öncesi olmayan bir zamanı düşünmek de imkânsız. Zamanın başlangıcı dilemma'sı bizi daha da şaşırtırdı, eğer sonsuz zamanla bizim aramıza giren daha ezici bir başka zorunluk bu dilemmayı gizlemeseydi. Evren’in derece düşümünü inceledik. Bu konu üzerinde düşündüklerimiz doğruysa, evrendeki büyük değişme zamanın başlangıcı ile bizim zamanımız arasında bir yerdedir.
«Geçmişe doğru yükseldikçe, git gide düzenli bir dünya buluyoruz. Daha yukarılara gitmemize hiç bir engel çıkmazsa, öyle bir zamana varırız ki, orada dünyanın enerjisi rastlantıya hiç yer vermiyen kusursuz bir düzen içindedir. Bugünkü tabiat yasaları sistemine göre daha yukarı çıkamıyoruz. Kusursuz düzen sözünün bir kaçamak olduğunu sanmıyorum. Bizi ilgilendiren düzen tıpa tıp belirlenebilir bir düzendir ve kusursuz olduğu bir nokta vardır. Gittikçe yükselen sonsuz düzenleme halleri olamaz. Kusursuzluk noktasının da gittikçe daha yavaş yaklaşılan bir yer olduğunu sanmıyorum. Kusursuz ya da tam düzen, kusurlu düzenden daha az fire verme yolunda değildir.
«Hiç duraksamadan kabul edebiliriz ki, üç çeyrek yüzyıldan beri kurulan fizik şeması ile Evren’in öz temellerinin kusursuz bir düzen içinde yaratılmış olduğu bir zaman bulabiliriz. Elverir ki, daha önce var olan öz temellerde bu düzen bulunup da sonradan kaybedilmiş olmasın. Ayrıca, bu düzende hiç bir şey rastlantıdan doğmuş olamazdı. Çünkü o, rastlantı ile doğamayacak bir şeydir.
«Uzun zaman bu durum fazla kaba maddeciliğe karşı kullanıldı. Bu, biz insanların zamanından sonsuz uzaklıkta olmayan bir zamanla Yaradan’ın işe karışmasının bilimsel bir tanıtı sayılır. Bence bu fizik şemadan sonuçlar çıkarmakta acele etmemeliyiz.
«Bilginler ve tanrıbilimciler, bugünkü termodinamik araştırmaların hepsinde ustaca gizlenen Tanrıcı doktrinin çocuksu kabalığını görmelidirler. Bu doktrine göre, Tanrı bir kaç milyar sene önce Evren'e son biçimini vermiş ve sonra onu rastlantıya bırakmıştı. Bilginin yapacağı burada, termodinamik gelişme üstüne bir varsayımda kalmak ve bir inanç bildirme yoluna gitmemektir. Bir bilim adamı olarak ben, dünyanın bugünkü durumunun bir sıçramadan doğduğuna inanmıyorum. Bilim dışı bir açıdan da, sözü geçen varsayımın gerektirdiği süreksiz bir Tanrılık kavramını da kabul edemem. Bu işin içinden nasıl çıkılır bilmem.» (Eddington: The Nature of the Physical World, 1928, s, 83 vd.).
Bu sözlerden anlaşıldığına göre, Eddington bir yaratıcının elinden çıkmış belli bir yaradılışı tutmuyor.
Tutmamasının tek nedeni de, bu düşünceden hoşlanmamasıdır. Kabul etmediği sonucu destekliyen bilimsel tanıt «cüzi irade» yi destekliyen tanıttan çok daha sağlamdır. Çünkü, biri bilimsizliğe, öbürüyse (bizim burada incelediğimiz) bilgiye dayanıyor. Bu da gösteriyor ki, bilginlerin bilimlerinden çıkardıkları Tanrıbilim sonuçları sadece hoşlarına gittiği için kabul ettikleri sonuçlardır. Ne kadar akıl yoluna baş vurursa vursunlar, bu sonuçların dinsel inançlara aykırılığını bir türlü benimsemiyorlar. Bana kalırsa şunu kabul etmeliyiz ki, Evren’in bizden sonsuz bir uzaklıkta olmayan bir zamanda bir başlangıcı olduğu düşüncesi, son zamanlarda bilginlerin bize kabul ettirmek istediği Tanrıbilim sonuçlarından çok daha savunulmaya elverişli görünüyor. Bilimsel kanıtın ispatlayıcı bir kesinliği yoktur. Termodinamiğin ikinci yasası her yerde, her zaman geçmeyebilir. Ya da, Evren’in uzayda sonlu olduğunu düşünmekte aldanıyoruz. Ama, bu çeşit kanıtlarda her zaman olduğu gibi, bu kanıt da iyidir ve bence yeni bir duruma kadar dünyanın, bilinmemekle beraber, belli bir zamanda bir başlangıcı olduğunu kabul edebiliriz.
Bundan, dünyanın bir yaratıcısı olduğu sonucuna varabilir miyiz? Bilimin sağlam kurallarına bağlı kalmak istiyorsak, elbette hayır diyeceğiz. Dünyanın bir başlangıcı olmadığı düşüncesine hiç bir mantık karşı koyamaz, bunu garip bulabiliriz sadece. Ama, garip görünen bir şeyin gerçekleşmiyeceğini gösteren hiç bir tabiat yasası da yoktur. Bir yaratıcı öne sürmek bir neden öne sürmektir. Nedensel sonuçlamalarsa, bilimde ancak nedensel yasaların gözlemine dayandığı zaman kabul edilebilir. Oysa, hiçten başlayan bir yaradılış şimdiye kadar görülmüş bir şey değildir. Böyle ce, dünyanın nedeni bir yaratıcıdır demek, dünyanın neden yoktur demekten daha akla uygun değildir.
Ayrıca, dünyayı bir yaratıcının kurduğu varsayımı, bence hiç bir fayda sağlamıyor. Bir yaratıcı olsun olmasın, dünya neyse odur. Size kötü şarap satmaya kalkarlarsa, bu şarap üzümden çıkarılacak yerde laboratuvarlarda hazırlandı diye onu daha iyi bulmazsınız. Onun gibi, «hiç de hoş olmayan bu Evren’in» belli bir amaçla bir laboratuvardan çıkmış olmasında ne kazancımız olacağını göremiyorum.
Bâzı kimseler (ki Eddington onlar arasında değildir) şununla avunuyorlar ki, dünyayı Tanrı yaratmış olursa, bozulduğu zaman onu düzeltebilir. Bense, hoşa gitmiyen bir oluşun durmadan tekrarlanmakla ne diye daha hoş olabileceğini kavrıyamıyorum. Belki de dinsel duygum eksik de ondan.
Bugünlerde eski biçim maddecilikten ve onu yeni fiziğin çürüttüğünden çok söz ediliyor. Aslında, fiziğin değişen yanı teknik yanıdır. Filozoflar ne derse desin, eskiden fizik, teknik bakımından maddenin küçük sert parçalardan meydana geldiği düşüncesine dayanıyordu. Bugün öyle değil artık. Ama Demokritos’dan sonra, bu küçük sert parçalara inanmış filozoflar pek azdır. Berkeley ve Hume buna hiç inanmıyorlardı her halde. Leibniz, Kant ve Hegel de öyle. Kendisi de fizikçi olan Mach çok başka bir doktrin ileri sürüyordu. Az çok felsefeye bulanmış bilginliği ile bu küçük sert parçaların teknik bir uydurma olduğunu kabul etmeğe hazırdı. Böyle anlaşılınca, maddecilik ölmüştür. Ama, daha önemli bir başka açıdan maddecilik her zamankinden daha diridir. Önemli sorun, maddenin küçük parçacıklar ya da başka bir şeyden kurulu olup olmadığını bilmek değil, tabiattaki gelişmenin fizik kanunlarına bağlı olup olmadığını bilmektir. Biyolojik, fizyoIojik ve psikolojik ilerlemeleri her zamankinden daha büyük bir olağanlıkla gösterdi ki, tabiat olayları fizik yasalarının buyruğundadır. İşte gerçekten önemli olan da budur. Bunu anlatmak için, hayat bilimleri ile uğraşanların düşüncelerinden bâzıları üzerinde duracağız.
4)       Evrimci Tanrıbilim — Evrim önceleri dine düşman sayıldı. Köktenciler (Fondamentalist) hâlâ öyle sayıyorlar. Ama, yeni türeyen bütün bir dinciler okulu da evrimde çağlar boyunca ağır ağır gerçekleşen bir Tanrı plânı görüyor. Kimi, bu plânın Tanrının düşüncesinde olduğu, kimi de canlı yaratıkların belirsiz isteklerinde saklı olduğunu ileri sürüyor.
Kimine göre, bizler Tanrının isteklerini gerçekleştiriyoruz, kimine göre de, sandığımızdan daha iyi olan kendi isteklerimizi. Tartışılan bir çok sorunlar gibi evrim sorunu da bir hayli ıvır zıvırla doldu. Eskiden Huxley ve Gladston Nineteenth Century dergisinde hıristiyan dininin doğruluğu üstüne tartışılırken her şey Gadarin domuzunun bir Yahudiye mi yoksa bir gentil’e (Yahudilere göre yabancılar, hıristiyanlara göre payenler) mi ait olduğu konusu etrafında dönüyordu. Çünkü, ancak ikinci halde bu hayvanların öldürülmesi, özel bir mala haksızca saldırış oluyordu. Yine bunun gibi evrimin erekliliği (finality) sorunu da amophila’nın yaşayışı, tersine çevrilen deniz kestanelerinin davranışı, axoiatl’ın karada ve denizdeki alışkanlıkları gibi ayrıntılara döküldü. Oysa, bu sorunları, ne kadar önemli de olsalar, uzmanlara bırakmak gerekir.
Fizikten biyolojiye geçerken sanki cosmic’den kilise dünyasına geçiyoruz. Fizikte ve astronomide, genel olarak evrenle karşılaşırız, sadece evrenin bizim bulunduğumuz köşesiyle ya da bizim gördüğümüz yanıyla değil. Kozmik bakımdan hayat, az önemli bir olaydır. Çok az yıldızın peykleri vardır ve hayata elverişli koşullar gösteren peykler de çok azdır. Dünyamızda bile, hayat maddenin çok küçük bir parçasına, yüze en yakın yerine özgüdür. Varlığın en uzun geçmişinde dünya yuvarlağı hayatla uzlaşamayacak kadar sıcaktır. Varlığının en uzun geleceğinde de hayatla uzlaşamayacak kadar soğuk olacaktır. Şu anda hayatın yalnız bizim dünyamızda olup başka hiç bir yerde olmaması hiç de imkânsız değildir. Ama çok cömert davranıp da uzaya serpili yüz binlerce başka yıldızlarda hayat olduğunu kabul etsek bile, bütün yaradılışın amacı hayattır diyemeyiz. Çünkü, yaşıyan madde, koca evrenin önemsiz bir ürünüdür nihayet. Bir çok yaşlı baylar, sonu iyiye bağlanmak şartıyla bir takım sıkıcı hikâyeler dinlemekten hoşlanırlar. Bütün bu hikâyelerin hepsinden uzun ve vardığı sonuç hepsinden daha kısa olan bir hikâye düşünün. Böyle biyolojistlerin görüşüne göre, Tanrının yaratıcı çalışmaları üzerine çok az bir fikir edinebiliriz. Üstelik de hikâyenin sonucu bu kadar uzun bir önsöz yanında çok küçük kalır. Tilkinin kuyruğu ile, ardıç kuşunun ötüşü ile, yabani tekenin boynuzlan ile uğraşılmasına bir şey demem. Ama, tanrıbilimcilerin böbürlene böbürlene uğraştıkları bunlar değildir. Onları ilgilendiren insanın ruhudur. Ne yazık ki, insan soyunun değerleri üstüne söz söyliyecek tarafsız bir yargıç yoktur. Bana sorarsanız insanın zehirli gazlarını, mikrop savaşı araştırmalarını, bütün işkencelerini, baskılarını, türlü kötülüklerini düşününce, yaradılışın baş tâcı sayılan bu soyu pek o kadar parlak görmüyorum. Ama geçelim bunu.
Evrimin oluşmasında kendinden ya da aşkın bir ereklilik (finality) varsayımı gerektiren bir şey var mı? Asıl sorun budur. Biyolojist olmayan biri için bu konuda duraksamadan konuşmak zordur. Bununla beraber, ereklilikten yana ileri sürülen tanıtlar hiç de inandırıcı gelmedi bana. Canlıların ve bitkilerin davranışı şu ya da bu özellikleri dolayısıyla şu ya da bu sonuçlara varınca, biyolojist bunları davranışın bir amacı diye yorumluyor. Hiç değilse bitkilerde, biyolojist, genel olarak, bu erekliliğin organizmaca bilinçli olarak duyulmadığını kabul ediyor. Sonucu Tanrının baştan zorla koyduğunu ispatlamak istiyorsa, işine gelir bu. Ama benim anlamadığım şu: Neden akıllı bir Yaradan organik dünyada olan biten her şeyi önceden kurar da, amaçlarını bize zorla kabul ettirmeğe kalkar, bu amaçları kendinden bilmeğe zorlar bizi? Bir de şu var: Bilimsel araştırmanın gelişmesi, yaşıyan maddenin fizik ve kimya yasalarından başka bir şeyle yönetildiğini gösteren hiç bir tanıt getirmiş değildir. Örneğin, sindirim oluşmasını ele alalım: Bu oluşmanın ilk adımı dışarıdan yiyeceğin alınmasıdır. Bu alış bir çok hayvan üstünde ve özellikle tavuklarda incelenmiştir. Yeni doğan civcivlerde, yutabilecekleri tane büyüklüğünde ve biçimindeki her şeyi gagalamaya iten bir tepke (reflexe) vardır. Bir çok denemelerden sonra, bu koşulsuz tepke koşullu bir tepke oluyor. Tıpkı Pavlov’un incelemesinde olduğu gibi. Aynı davranışı çocuklarda da görüyoruz. Onlar da yalnız annelerinin memelerini değil, fizik bakımından emilebilecek her nesneyi emerler, omuzlarından, kollarından, ellerinden yiyecek çıkarmaya çalışırlar, aylarca süren denemelerden sonradır ki, yiyecek alma çabalarını memelerde sınırlarlar. Emmek çocuklarda, başlangıçta, koşulsuz bir tepkedir, hiç de bir akıl işi değildir. Emmenin başarılı olması ananın aklına bağlıdır. Emme ve yutma deneme yoluyla koşullu olan koşulsuz tepkelerdir. Sindirim sırasında yiyeceğin geçirdiği kimyasal değişmeler bütün aşamalar içinde titizce incelenmiş ve hiç bir yerde bir hayat ilkesinin işe karıştığı varsayımını haklı çıkaracak tek şey görülmemiştir.
Bir de üremeyi ele alalım. Canlılar dünyasında evrensel olmamakla beraber, en ilginç canlı özelliklerinden biridir. Bu oluşmanın da bugün esrarlı diyebileceğimiz hiç bir yanı yoktur. Bütün inceliklerini bildiğimizi söylemek istemiyorum. Ama, mekaniksel ilkelerin açıkladığı olaylar o kadar boldur ki, bunlara dayanarak üreme işinin tam bir açıklamasına varabileceğimiz umulabilir. Otuz yıl önce J. Loeb bir yumurtadan, ispermatozoitleri işe karıştırmadan civciv çıkartma yolunu buldu. Kendi denemelerinin ve başka araştırıcıların vardıkları sonuçları şöylece özetliyor: «Kesin olarak söyliyebiliriz ki, bâzı fizik kimyasal etkenler spermatozoitlerin gördüğü işin tıpkısını görebilmektedir.» (The Mechanistic Conception of Life, 1912, s. 1.)
Üremeye sıkı sıkıya bağlı olan soyaçekim sorununu da ele alalım. Bu konu üstündeki bilimsel bilgilerimizin durumunu Prof. Hogben Canlı Maddenin Yapısı adlı kitabında ve özellikle akrabalığın atomcu kavramı bölümünde pek ustaca göstermiştir. Bu bölümü okuyunca bilgin olınıyan herkes Mendel teorisini, kromozomu, mutant’ları falan gerektiği kadar anlar. Bu konular üstüne bunca bilgilerimiz varken soyaçekimin hâlâ önünde boyun eğeceğimiz bir sır sayılmasını anlamıyorum. Deneyse! ambriyoloji daha yeni olmakla beraber övülecek sonuçlar vermiştir. Bu koldaki çalışmalar organizmanın eski biyolojide sanıldığı kadar katı olmadığını göstermiştir.
«Bir kertenkele yavrusunun gözünü bir başka canlının kafasına aşılamak bugünkü biyolojinin gündelik deneyleri arasındadır. Bugün laboratuvarlarda beş pençeli, iki kafalı deniz kertenkeleleri elde ediliyor.» (Hogben, Adı geçen eser, s. 111.).
Ama okucuyu diyebilir ki, bütün bunlar yalnız bedeni ilgilendirir. Ruh üstüne ne diyeceğiz? Ruh bakımından sorun o kadar basit değil. İlkin şunu söyliyeyim: Canlıların kafa oluşmaları tamamiyle varsayımlara dayanır. Canlılar üzerindeki bilimsel inceleme yalnız davranışlarım ve gözleme girebilen oluşmalarını ele almalıdır. Bununla canlıların ruhları olmadığını söylemek istemiyorum. Demek istiyorum ki, bilimin sınırları içinde kalmak istiyorsak, ruhlarından şu ya da bu şekilde sözetmekten vaz geçmeliyiz. Beden davranışı nedenleri açıklamaya yeter, yâni bu açıklama ruh diye gözleme girmez bir varlığın işe karışmasını gerektirmez. Koşullu tepkeler (reflexe) teorisi, eskiden yalnız ilk denemelerle açıklanabileceği sanılan bütün haller için doyurucu bir açıklama yolu getirdi. İnsanlarda bile bedensel davranış ruh diye bir etkene başvurmaksızın açıklanabiliyor. Ne var ki, insanların davranışı daha karmaşık olması ve kendi düşüncelerimizle bir ruhumuz olduğu kanısına varmamız yüzünden bu teori insan konusunda kolay kolay kabul edilmiyor. İnsanda, genel olarak, ruh adı verilen bir şey bulunduğunu biliyoruz, orası su götürmez. Ama, bir şeyler bilmekle, bildiğimiz şeyin ne olduğunu tam olarak söyliyemiyoruz. Bedensel davranışımızın sadece fizik nedenlere dayanmadığını ispatlamak da ayrıca zor. Kendimizi yoklayınca, öyle geliyor ki bize, içimizde irade denen bir şey var; «irademize bağlı» dediğimiz davranışların nedeni odur. Bununla beraber, bu davranışların bir fizik nedenleri zincirine bağlı olmaları pek olağandır. Fiziğin konusu artık eski anlamdaki madde olmadığı için düşünce dediğimiz şeyin fiziğin eski madde kavramı yerine koyduğu bütünlüklerin bir parçası olması da pek âlâ mümkündür. Ruh madde ikiliği tarihe karışmıştır; madde ruha, ruh da maddeye, bilimin başlangıcında sanıldığından çok daha benzer olmuştur. Gerçekten var olan şey eski materyalizmin bilardo bilyaları ile eski psikolojinin ruhu arasındaki ortalama bir şeydir diyesimiz geliyor.
Ama burada yapılacak önemli bir ayırma var. Önce ele alacağımız sorun dünyanın hangi özden yapıldığını bilmektir. Nedensel yapısı sorunu sonra gelir. Bilim tâ başlangıcından beri hemen yalnız gözlemlediğimiz şeyin nedenlerini aradı. Oluşmaları kuran öğeleri çözümleme yoluna gitmedi. Fiziğin alabildiğine soyut şeması dünyanın nedensel yapısını verirken, onu kuran nesnelerin rengini, çeşitliliğini, bireyselliğini hesaba katmaz görünüyor. Fiziğin ortaya koyduğu nedensel yapı, insan bedeninin davranışını yöneten nedensel yasaları bilmemize yarar; bunu söylemekle fiziğin yaptığı soyutlamanın bize insan ruhunun özü ya da madde dediğimiz şeyin gerçek kuruluşu üstüne bir şey öğretir demek istemiyorum. Eski materyalizmin bilardo bilyaları yeni fiziğin şemasına giremiyecek kadar somut ve duygusaldı. Ama aynı şeyi düşünceler için de söyliyebiliriz. Nedensellik oluşmalarını incelediğimiz zaman gerçek dünyanın somut çeşitliliği bize sudan bir şey gibi geliyor. Bir örnek alalım. Kaldıraç ilkesi, anlaşılması kolay bir şeydir. Kaldıraçın işlemesi, dayanak noktasının, küçük bir karşı komanın karşılıklı durumlarına bağlıdır. Öyle bir kaldıraç düşünün ki, dâhi bir ressam bakmaya doyulmaz resimler yapmış olsun üstüne. Bu resimler bizi duygulandırma bakımından kaldıraçın mekanik özelliklerinden çok daha önemli olmakla beraber, bu özellikler üstüne hiç bir tepki yapmazlar ve kaldıraçın gücünü açıklarken onları hiçe sayabiliriz. Dünya da böyledir. Kavradığımız haliyle dünya zengin ve değişiktir. Kimi yanları güzel, kimi yanları çirkindir; kimi yanları iyi, kimi yanları kötü. Ama, bütün bunların nesnelerin nedensel özellikleriyle hiç bir ilişkisi yoktur. Bilim ise, yalnız bu özelliklerle ilgilenir. Bu özellikleri bütünüyle bilmekle dünyayı tam olarak bileceğimizi söyliyemem. Çünkü, dünyanın somut çeşitliliği de daha az bilinmesi gereken bir şey değildir. Benim bundan demek istediğim şu: Bilim nedensel diyebileceğimiz bir çeşit bilgidir. Bu bilgi yalnız fiziksel ve kimyasal özelikler konusunda canlı varlıklar için bile tam bir bilgi olabilir pekâlâ. Bunu söylerken, bugün kesin olarak bilinen gerçeklerin ötesine gidiyorum. Ama, son yıllarda fizyoloji, biyolojik kimya ve ambriyoloji alanında duyular üzerinde yapılan araştırmalarda elde edilen sonuçlar bu inancı büyük ölçüde destekliyorlar. (Bak: The Basis of Sensation, E. . D, Adrian 1928.).
Lloyd Morgan’ın Emergerst Evolution (1923) ve Life and Spirit (1926] adlı eserlerinde dinsel eğilimli bir biyolojistin görüşünü en iyi açıklanmış şekliyle görebiliriz. Lloyd Morgan, dünyanın gelişmesinde, özellikle Emergerst evolution dediği şeyde tanrısal bir maksat olduğuna inanıyor. İyi anladımsa, Emergent evolution dediği şey şudur: Az ya da çok sayıda nesneler kimi zaman o türlü bir bütün kurarlar ki, bu bütünün bir özelliği ayrı ayrı nesnelerin hiç birinde bulunmaz, bu nesnelerin hiç bir özeliğine ya da bunların düzenine bağlanamaz. Atom, molekül ve kristalin gösterdiği özellikler, aldanmıyorsam, Lloyd Morgan’a göre, bunların kurucu öğelerinin özelliklerine bağlanamaz. Daha yüksek bir ölçüde, canlı organizmaların ve hele ruh denen şeyi taşıyan üstün organizmaların durumu da budur. Lloyd Morgan’a göre, ruhlarımız fizik organizmadan ayrılamaz ama, ruhun özellikleri, uzayda atomların belli bir düzeni olarak gördüğü organizmanın özelliklerine bağlanamaz. «Emergent Evolution, diyor, evren boyunca tanrısal maksat dediğim şeyin ortaya çıkması, görünür hale gelmesidir.» (Emergent Evolution, s. 288).
Yazar neye dayanarak bunları gösterdiğini söyleseydi, görünüşü daha kolay inceliyebilirdik. Ama benim gördüğüm kadarıyla Prof. Lloyd Morgan, öğretisinin kendi kendine dayandığını ve ispatlanması için akıl yoluna ihtiyacı olmadığını sanıyor. Prof. Lloyd Morgan’ın yanlış düşündüğünü ileri sürecek değilim. Ama bu demek oluyor ki, sonsuz gücü olan bir varlık vardır. Bu varlık çocukların menenjitten, yaşlıların kanserden ölmesini hoş görüyor. Bunlar olan şeylerdir ve evrimin birer sonucudur. Evrim tanrısal bir plânı gerçekleştiriyorsa, bu söylediğim olayların da plânda bulunması gerekir. İnsanın çektiği acının işlenmiş günahların bir cezası olduğunu söylüyorlar. Ama, dört beş yaşında bir çocuk hangi korkunç günahları işlemiş olabilir ki, bunca çocuğun çektiği acılar hakedilmiş olsun, iyimser din bilginlerimiz çocuk hastanelerimize bir gidip görsünler. Çocuğun kendisi günah işlemediyse anasının babasının işledikleri günahın cezasını çekermiş, bunu da söylerler. Ben de şunu söylerim ki, tanrısal adalet buysa benim adaletim bundan ayrıdır ve benimki üstündür. Yaşadığımız dünya gerçekten bir plâna uygun olarak gerçekleşiyorsa, bu plânı yapanın yanında Neron bir evliya kalır. Bereket versin, böyle tanrısal bir plânın varlığını ispatlıyan hiç bir şey yoktur. Bu plâna inananların şimdiye kadar ortaya en küçük bir kanıt bile koymamış olmaları, böyle bir plânın yokluğunu gösterir.
Bu bölümde, bilginlerin dinden yana düşüncelerinin bâzıları üzerinde durduk. Eddington ile Jeans’in birbirini tutmadığını, her ikisinin biyolojist din bilginlerinden ayrıldıklarım ama, hepsinin, önünde sonunda, dinsel vicdan karşısında bilimin boyun eğmesi gerektiğine inandıklarını gördük. Onlar ve hayranları bu davranışı akılcıların uzlaşmaya hiç yanaşmayan davranışlarından daha iyimser sayıyorlar. Oysa, bunun tam tersi doğrudur. Onların durumu bir umutsuzluk bir inanç kaybı ortaya koyuyor. Bir zamanlar din, cömert bir coşkunluk uyandırıyordu. İnsanlar Haçlı Seferlerine çıkıyor, birbirlerini odun yığınları üstünde yakıyorlardı inançları uğruna ya da inançları yüzünden. Din savaşlarından sonra, d i n b i I i m insanların düşüncesi üstündeki etkisini yavaş yavaş kaybetti. Din adına yapılamayan şeyler bugün artık bilim adına yapılır oldu. Şimdi endüstriyi bilim adına azdırıyoruz, aile ahlâkını bilim adına yıkıyoruz, beyaz ırktan olmayanları bilim adına köle ediyoruz, birbirimizi bilim adına zehirli gazlarla öldürüyoruz. Kimi bilginler bilimin bu türlü kullanılışını hoş görmüyorlar. Bilimin dizginsiz gelişmesi önünde korkulara kapılıp eski kör inançlarda sığınak arıyorlar. Prof. Hogben şöyle diyor: «Bugünkü bilimde ağır basan dinsel davranış yeni kavramların mantıklı sonucudur. Bu davranış eskiden, bilimle açıktan açığa çatışan genleneksel inançların dirilmesi umuduna dayanıyor. Bu umut bilimsel buluşların yarattığı bir şey değildir. Onun kökü çağımızın toplumsal havasındadır. Bir kaç zamandır milletler karşılıklı ilişkilerinde akıl yoluna başvurmaz oldular artık. Taraf tutmadan düşünmek yasalara aykırılık sayılır oldu. Geleneksel inancı eleştirmek ihanet adını aldı. Filozoflar ve bilim adamları tepeden inme yasalara boyun eğdiler. Eski inançla uzlaşmak bir uygarlık belirtisi sayıldı. Çağdaş felsefe, dünya savaşının yarattığı bu düşünce umutsuzluğundan insanları kurtarmanın yolunu bulmalıdır.»
Bugünkü durumumuzun devâsını geriye dönerek bulamayız. Bilimin insanlara verdiği yeni gücü iyi bir yöne çevirmenin yolu çocukça bir takım fantezilere bağlanıp kalmak değildir. Bilimin temellerini yıkmaya çalışan filozof küşümcülüğü de bilim tekniğinin iş alanındaki gelişmesini durduramaz. İnsanlara çekingen, duraksar bir inanç değil, sağlam ve gerçek bir inanç gerek. Bilim, özü gereği, sistemli bir bilgi araştırmasıdır. Bilgiyse, ne kadar kötüye kullanılırsa kullanılsın, özü gereği, iyi bir şeydir. Bilgiye inancımızı yitirmek, insanın en iyi yanına, en iyi güçlerimize inancımızı yitirmek demektir. Onun için hiç duraksamadan söyliyebilirim ki, sarsılmaz akılcı, olgun bir yaşa yakışmayan, çocukça avuntular arayan çekingen bilginlerden daha iyi niyetlidir ve daha sağlam bir iyimserlik içindedir.
Sh:160-185

TABU AHLAKI

Wyatt
Tabu ahlâkı, sözüyle ne demek istiyorsunuz, Lord Russell?
Russell
Bununla anlatmak istediğim ahlâk, en çok yapılmaması gereken şeyler üstüne bir sürü kurallar koyan ve bu kuralların nedenlerini vermeyen ahlâktır. Nedenleri kimi zaman bulunmaz, kimi zaman bulunur, ama bu kurallar her zaman kesin sayılır ve yapma dediği şeyleri yapmamak zorundasınız.
Wyatt
Ne türlü şeyler bunlar?
Russell
Uygarlığın bulunduğu düzeye bağlı şeyler. Asıl tabu ahlâkı ilkel kafanın özelliğidir. İlkel topluluklarda ondan başka türlüsü de yoktur, sanırım. Bu topluluklarda, örneğin, reisin yemek yediği kaptan yemek yiyemezsiniz. Yerseniz, ölürsünüz, derler. Bir çok kuralları vardır buna benzer. Hatırladığıma göre Dahomey kralı gözlerini belli bir yere uzun zaman dikemezmiş, dikerse, memleketinin orasında fırtına koparmış. Onun için, kural gereği gözlerini hiç durmadan bir bu yana bir o yana çevirmek zorundaymış.
Wyatt
Peki, ama bunlar yalnız ilkel topluluklarda görülebilen tabular olsa gerek. Bizimkiler ne oluyor?
Russell
Bizim ahlâkımız da, onun gibi tabularla doludur. En yüce şeylerde bile türlü türlüsü var. Günah diye kesilip atılmış öyle bir günah var ki, ben öylesini hiç işlemedim: «Komşunun öküzüne göz dikmiyeceksin» derler. Ben hiç dikmiş değilim.
Wyatt
Evet ama, gündelik yaşayışımızda rastlanan başka kurallar yok mu? Tabu ahlâkından bize vereceğiniz örnekler yok mu?
Russell
Var, tabiî. Tabu ahlâkının birçok yanları akla dayanan ahlâkla güzelce uzlaşıyor. Örneğin, çalmayacaksın, öldürmeyeceksin, diyoruz. Bunlar, akla uygun kurallardır ama, tabu olarak ortaya konurlar. Olmaması gereken sonuçlar doğururlar. Örneğin, bir katilin acı duymadan öldürülmesi yasaktır; oysa aklı başında bir insan bunu hoş görebilir.
Wyatt
Sizce Hintlilerin sığır eti yememeleri, yedirtmemeleri tabu ahlâkına girer mi?
Russell
Evet. Hint ahlâkının tipik özelliğidir sığır eti yememek. Müslüman ve Yahudiler de domuz eti yemeyeceksin, derler. Ama neden yemeyeceksin, belli değil. Bu, bir tabudur sadece.
Wyatt
Peki, bu tabuların yararlı iş gördükleri olmaz mı?
Russell
Kimisinin olur, kimisinin olmaz, yerine göre. Demek istiyorum ki, ahlâkınız akla dayanıyorsa, tabuları gözden geçirir ve hangilerinin yararlı olduğunu araştırabilirsiniz. Örneğin, ben kendi hesabıma, sığır eti yasağının bir şeye dayandığını sanmıyorum.
Wyatt
Siz dine inanmıyorsanız, ki inanmıyorsunuz, tabu ahlâkının akla sığmıyan bir çok kurallarını da hiçe sayıyorsunuz. Sizin inandığınız bir ahlâk sistemi yok mu?
Russell
Var. Ama, ahlâkı politikadan ayırmak çok güçtür. Bana göre ahlâk şu yoldan ortaya çıkıyor. Bir insan kendi için yararlı, komşuları için zararlı bir şey yapmak istiyor. Komşularının çoğu bundan zarar görecek olursa, birleşir, derler ki: «Biz bu türlü işleri sevmiyoruz, bunlardan başkasına zarar gelmesini önleyeceğiz.» ve işte, akla pek uygun olan bu davranış ceza yasalarına yol açıyor. Özel ve genel çıkarları uzlaştırma yoludur bu.
Wyatt
Herkesin genel bir ahlâka uyacak yerde kendi özel ahlâk sistemine uyması sakıncalı bir şey sayılmaz mı?
Russell
Sayılır öyle olursa ama, ahlâk pek o kadar özel olamaz. Çünkü, demin de söylediğim gibi, ceza yasalarıyla karşılaşır. Ayrıca halkın tutup tutmaması da var. Kimse halkın gözünde kötü olmak istemez. Böyle olunca da, herkesin kabul ettiği ahlâk çok güçlü bir, şey olur.
Wyatt
Günah diye bir şey var mıdır?
Russell
Hayır. Günah, tanımlanması zor bir şeydir. İstenmiyen işler demek istiyorsanız, vardır böyle işler. «İstenmiyen« iyilikten çok, kötülük getiren demektir. Böylesi işler de vardır. Ama, günahın işe yarar bir kavram olduğunu sanmıyorum. Bir cinayeti günah saydınız mı, onu cezalandırırken sadece cinayeti önlemeği değil, katilin azap çekmesi gerektiğini düşünürsünüz.
Wyatt
Günah düşüncesi, kimi zaman işkence yapmaya hak kazandırıyor mu demek istiyorsunuz?
Russell
Bence böyle oluyor geniş ölçüde. Demek istiyorum ki, cehennemi ancak katı yürekli insanlar uydurmuş olabilir. İnsanca duyguları olanlar, yaşadığı toplum ahlâkının cezalandırdığı suçları işleyenlerin öldükten sonra bile sonsuz işkenceler çekmesine razı olamazlar. Kendini bilen hiç kimse böyle bir görüşü kabul edemez.
Wyatt
Demek ki, sizce günah kavramı, sadece insandaki saldırgan duyguları ortaya çıkarıyor?
Russell
Evet, öyle sanıyorum. Günah, katı yürekli diyebileceğimiz bir ahlâkın özüdür. Sizi vicdan azabı çekmeden başkalarına işkence etme yoluna götürüyor. Buysa kötü bir şeydir.
Wyatt
Günah diye bir şey olmadığını kabul edersek, bâzı şeyleri nasıl kötü görebiliriz?
Russell
Bütün yapabileceğimiz, bence kötü görmeği ceza yasalarıyla bir arada düşünmektir. Sizde bir çeşit kamuoyu olması gerektir. Bunun ne kadar önemli olduğunu İtalyan Rönesans tarihini okurken anlarsınız. Bu tarih Machiavelli teorilerini doğurmuştur. O günlerde, kamuoyu, çoğu zaman, çok kez kamuoyunun hoş göremeyeceği şeyleri hoş görmüştür.
Wyatt
Özünde bozuk olan bir şeyler var mıdır sizce?
Russell
Bu kelimeyi pek kullanmak istemem. İyilikten çok kötülük getiren şeyler demek daha iyi. Bir şeyin iyilikten çok kötülük getireceğini gördünüz mü, onu yapmamakla daha iyi edersiniz. Özü bozuk sözünü kullanmak istiyorsanız, kullanın. Ama, ben bunun bir işe yarayacağını sanmıyorum.
Wyatt
Tabu ahlâkında cinsel ilişkiler büyük bir yer tutar. Siz, yazılarınızda da bu ilişkilere büyük bir yer ayırdınız. Cinsel bakımdan akıllıca davranmak isteyen insanlara ne öğüt verirsiniz?
Russell
Önce şunu söyleyeyim ki, benim yazılarımda cinsel konular yüzde bir ölçüdedir. Ama, okurlarımın çoğu öylesine bir cinsel saplantı içindedirler ki, yazılarımın geri kalan yüzde doksan dokuzunu fark etmemişlerdir. Bence insanların bu konu ile ilgisinin akla uygun ölçüsü yüzde biri geçmez. Başka şeyler için nasıl düşünüyorsam, cinsel ahlâk için de öyle düşünmem gerekir. Bu konuda da, yaptığınız şey başkasına zarar vermediği sürece, kötülenemez. Bir cinsel ilişkiyi, sadece eski bir tabu kötülüyor diye kötülememeli. Zarar verip vermediğine bakmalısınız. Başka her konu gibi, cinsel ahlâkın da temeli budur.
Wyatt
Demek ki, sizce kadını zorla elde etme ceza görmelidir de, uygunsuz cinsellik işi başkasına zarar vermiyor diye, görmemelidir.
Russell
Evet. Bir kadını zorla elde etme, insana karşı her hangi bir zor kullanmadan farksızdır. Uygunsuz cinsel ilişkiye gelince, koşullara bakmanız, buna karşı koymakta haklı bir sebep olup olmadığını araştırmanız gerekir. Bütün koşullar içinde, toptan bir kötüleme yoluna gidilmemeli.
Wyatt
Bir şeyin yapılıp yapılmaması üstüne kurallar koymak doğru mudur, sizce?
Russell
Bu konuda ben biraz aşırı düşünüyorum. Korkarım, böyle düşünmekte benden yana olacaklar pek azdır. Bence, uygunsuz yayınları yasak eden kurallar olmamalıdır. Öyle düşünmem, biraz da şundan: Bâzı dar kafalı yargıçlar, gerçekten değerli bir eseri, hoşuna gitmedi diye suçlandırabilirler. Ama bu, nedenlerden biri, sadece. Bir başka neden de şu: Bence yasaklar halkın, her şeyde olduğu gibi, açık saçıklıkla ilgisini büyük ölçüde arttırıyor. İçki yasağı döneminde Amerika’ya sık sık giderdim. Bu yasak ayyaşlığı eskisinden çok, hem de çok daha fazla arttırmıştı. Pornografi yasağı da aynı sonucu verir sanırım. Yasaklar üstüne ne düşündüğümü açıklamak için bir örnek vereyim size. Filozof Empedokles defne yaprağı çiğnemenin büyük, çok büyük bir ruh bozukluğu olduğuna inanıyor, defne yaprağı çiğnediği için de kendisinin on bin yıl karanlıklarda kalacağına yakınıyor. Kimse bana defne yaprağı çiğneme demedi. Ben de çiğnemiş değilim zaten. Ama, Empedokles’e çiğneme dediler, çiğnedi. Pornografi için de aynı şeyi söyleyebiliriz.
Wyatt
Sizce, herkesin, yazdığı müstehcen her şey yayınlanırsa, halkın ilgisini hiç arttırmaz mı bunlar?
Russell
Bence azaltır. Aşağılık, açık saçık posta kartlarına izin verildiğini düşünelim. Bence, ilk bir iki yıl bunlar kapış kapış alınır, sonra, herkes kanıksar ve kimse yüzlerine bakmaz olur.
Wyatt
Yazılar ve başka şeyler için de böyle midir?
Russell
Böyledir, sanıyorum, aklın sınırları dışına çıkmamak şartıyla. Ortaya konan güzel bir sanat eseriyse, halk bunu okur yine, ama pornografik olduğu için değil.
Wyatt
Şimdi konuşmamızın temeline, yâni, tabu ahlâkının düşüncesiz kurallarına gelelim. Bunların zararları ne oluyor sizce bugün?
Russell
Türlü türlü zararları oluyor. Zararın bir çeşidi bu kuralların eski olmasından, içinde yaşadığımızdan ayrı bir toplumdan kalmış olmalarından geliyor. O topluma uyan ahlâk bizim zamanımıza uymuyor çok kez. Suni insan yetiştirme, bu eski kurallara uymuyor örneğin. Geçmişin ahlâkçıları bunun üzerinde düşünmemişler. Bunun bir zararı oluyor. Bir başka zarar, tabu ahlâkının eski işkenceleri sürdürmesidir. Buna birçok örnek verebilirim. Tanrılara insan kurban etme işini alın. Yunanlılar, tarihlerinin ilk günlerinden beri insan kurban edilmesine karşıkoydular. Bunu bir zamanlar yapmışlardı. Ama, artık kaldırmak istiyorlardı ortadan. Gel gelelim, bir kurum vardı ki bunun ortadan kalkmasını istemiyorlardı. Ona yapışıp kalmışlardı. Bu kurum Delphoi kâhinliğiydi. Kör inançlarla yaşıyordu bu kurum. Onun için de kör inançların azalmasını istemiyordu. Başka Yunanlılar da çok sonralara kadar insan kurban edilmesinde dayattı. Önemli bir başka örnek daha vereyim. Bir cesedi kesip biçmek ötedenberi çok kötü bir şey sayılmıştır ve imparator Karl V zamanında Vesalius adında pek büyük bir hekim cesetleri kesip bakmadan hekimlikte önemli olarak fazla iş görülemeyeceğini anladı ve kesip biçmeğe başladı. Kari V hastalıklı bir adamdı ve yalnız bu hekim onu iyi edebiliyordu. Onun için korudu kendisini. Ama imparator tahtından ayrıldıktan sonra Vesalius’ü koruyan kalmadı ve bir insanın bedenini iyice ölmeden kesip biçti diye suçlandırıldı. Ceza olarak Kudüs’e günahlarını temizlemeğe yollandı. Yolda gemisi battı ve kendisi de türlü eziyetler içinde öldü gitti. Bütün bunlar ceset kesmek yasak (tabu) olduğu için geldi başına. Tabu ahlâkından bugün de kötülük geliyor. Örneğin, doğum kontrolünü alalım. İnsan topluluklarının çoğunda, bu konuda, aşılmaz bir tabu vardır, bu yüzden de bir çok kötülükler doğuyor, çok büyük kötülükler. Yoksulluk ve savaş doğuyor bundan, birçok toplum sorunları da çözülemez oluyor. En önemlisi bu, zararların. Daha bir çokları da vardır her halde. Boşanma yasağı hiç şüphesiz zararlı bir şeydir. Bu yasak, sadece, eski geleneklere dayanır ve bugünkü koşulları hesaba katmaz. 
Sh:68-75

ZARARLI DÜŞÜNCELER

İnsanların başına gelen belâlar ikiye ayrılır. Birinciler insana dış çevreden gelir, İkincilerse, insanların insanlara ettikleridir. İnsanlar bilgide ve teknikte ilerledikçe, ikinci belâların yüzdesi durmadan artmaktadır. Eski zamanlarda açlık doğal nedenlerden ileri geliyordu ve insanlar bununla ne kadar savaşırlarsa savaşsınlar, birçokları yiyecek kıtlığından ölüyordu. Bugün dünyanın bir çok yerleri kıtlık tehlikesiyle karşı karşıyadır ama, bunda doğal nedenlerin payı olsa da, asıl nedenler insanlardan gelmektedir. Altı yıl dünyanın uygar milletleri bütün güçlerini birbirlerini öldürmeğe harcadılar ve birden bire, birbirlerini sağ bırakmanın zorlaştığını gördüler. Ekinleri yok ettikten, tarım makinelerini parçaladıktan, gemileri yollarından ettikten sonra, gördüler ki, bir yerdeki bollukla başka bir yerdeki kıtlığı gidermek hiç de kolay bir iş değil. Oysa, ekonomik düzen yolunda gitse, bu iş hiç de güç olmayacak. Bununla görüyoruz ki, insan bugün insanın en büyük düşmanıdır. Gerçi, tabiat gereği yine de ölüyoruz. Ama, hekimliğin ilerlemesi sayesinde, insanın yaşayabildiği kadar yaşaması gittikçe daha olağan bir hal alıyor. Bundan öteye yaşamak, cennetin sonsuz hazlarını tatmak istiyoruz. Nedense bu biteviye yaşamak isteğinin hiç sonu gelmiyor. Ama, yaşını başını almış, saf bir insana sorarsanız, bu dünyadaki hayatı tattıktan sonra, başka bir dünyada çocuk olmayı istemem diyecektir, size. Onun için gelecekte insanların üstünde duracakları en önemli kötülükler ya budalalıkları, ya kötü niyetleri ya da her ikisi yüzünden birbirlerine ettikleri kötülükler olacaktır.
İnsanların birbirlerine, dolayısıyla, kendi kendilerine ettikleri kötülüklerin kaynağı, bence, düşünceler ya da inançlardan çok tutkulardır. Ama, zararlı düşünceler ve ilkeler, her zaman değilse bile, genel olarak, kötü tutkuları perdelemişlerdir. Lizbon’da dinsizlerin ulu orta yakıldığı zamanlar, bâzı kurbanlar hak yoluna döndüklerini söylemekle ateşe atılmazdan önce boğularak ölmek mutluluğuna erebiliyorlardı. Kurbanların işkenceler içinde kıvrandıklarını görmek, tatsız bir hayat içinde yaşayan halkın görüp göreceği başlıca zevklerden biri oluyordu. Dinsizleri yakmanın doğru bir şey olduğuna inanmanın da elbette bu zevkte bir payı olacaktı. Aynı şeyi savaş için de söyleyebiliriz. Güçlü kuvvetli ve hoyrat insanlar savaşta bir tat bulurlar, elverir ki savaşı kazansınlar, karıları kızları kaçırılmasın, malları ellerinden gitmesin. Bu zevkin, halkı savaşların doğruluğuna inandırmakta büyük bir payı vardır. «Tom Browne’s Schcoldays» adlı kitabın kahramanı ve halk okullarının ünlü reformcusu Dr. Arnold çocukları kırbaçlamanın yanlış olduğunu düşünen kafasız bir kaç kişiyle karşılaşır. Bu düşünceye karşı nasıl bir öfkeye kapıldığını okuyan herkes, onun kırbaçlamaktan zevk aldığını ve bu zevkin elinden alınmasını istemediğini görür. İşkenceyi haklı çıkaran düşüncelerin insanın içindeki hoyratlık güdülerinden geldiği görüşünü destekleyecek örnekler boldur. Saçmalığı meydana çıkmamış eski zaman düşüncelerini gözden geçirirsek, görürüz ki, bunların onda dokuzu acı çektirmeyi haklı gösteren düşüncelerdir. Örneğin, hekimlik mesleğini alalım. Acı duymayı önleyen bayıltıcı ilâçlar bulunduğu zaman, bunu günah sayanlar, Tanrının isteğine aykırı görenler oldu. Delilik, insanın şeytanın eline düşmesi sayılıyordu ve bir deliyi döğmekle içindeki şeytanların kaçırılacağına, rahatsız edileceğine inanılıyordu. Bu düşünce ile deliler, yıllar yılı, sistemli ve bilinçli olarak döğülüyordu...
Ahlâk eğitimine de bakın. Vezin ve kâfiye ile nasıl haklı çıkarıldığını görürsünüz:
Bir ceviz ağacını, bir kadını ve bir köpeği
Ne kadar döğersen o kadar iyi.
Ceviz ağacını döğmekle nasıl bir ahlâk elde edildiğini bilemem. Ama, hiç bir uygar insan kadınları döğmeyi haklı çıkaramaz. Cezanın iyileştirici bir etkisi olduğu inancı kolay kolay ortadan kalkmıyorsa, bunun başlıca nedeni bence, cezanın sadik güdülerimize hoş gelmesidir.
İnsan hayatındaki kötülüklerde, inançlardan çok tutkuların payı olmakla beraber, inançlar, özellikle, eski ve sistemli oldukları ve bir çok kurumlan içine aldıkları zaman, istenen görüş değişmelerini geciktirmese de belirli duyguları olmayanların yanlış yola sapmasında bir hayli ağır basar. Benim konum «İnsanlığa zararlı düşünceler» olduğuna göre, zararlı inanç sistemlerini ele alacağım.
Geçmiş zamanın tarihi bakımından, en açık örnek, herkesin kendi açısına göre, din ya da hurafe dediğimiz inançlardır. İnsan kurban etmenin ekinleri geliştireceğine inanılırdı; bu inanç ilkin sadece büyülere dayanıyordu, sonra, kurban kanının Tanrıların hoşuna gittiğine inanıldı. Tanrılar da kendilerine tapanlara benzetilmişti. Zaten Kutsal Kitapta fethedilen bir yerin halkını öldürmek dinsel bir ödev sayılıyordu. Sığırlarını, koyunlarını öldürmemek bile günah. Mısırlılar ve Etrüskler gelecek hayatın karanlık ve belâlı korkuları içinde yaşadılar. Ama, bu korkular Hıristiyanlığın getireceği korkular yanında hiç kalır. Nice dertli ermişler beden hazlarından kaçarak çöllerde tek başlarına yaşadılar. Etten, şaraptan, kadından yoksun bıraktılar kendilerini, hem de buna hiç zorlanmadıkları halde. Ruhun hazları bedenin hazlarına üstün sayıldı. Bu hazlar arasında da paganların ve dinsizlerin cehennemde çekecekleri sonsuz işkenceleri düşünmek büyük bir yer tutuyordu. Keşişliğin zararlı yanlarından biri şu ki, beden hazlarından başka hiç bir yerde kötülük görmüyor. Oysa, hazların yalnız en iyileri değil, en kötüleri de ruhumuzdan gelir. Milton’da, şeytanın insana ettiği eziyetleri seyrederken duyduğu zevkleri bilirsiniz. Milton şöyle dedirtiyor ona:
Ruh azabın kendi yeridir ve kendiliğinden
Cenneti cehennem yapabilir, cehennemi cennet.
Ve şeytanın psikolojisi Tertullian’ınkinden pek ayrılmıyor, o da, cennetten lânetlilerin çekecekleri azapları seyredebilme düşüncesiyle coşup taşıyor. Beden hazlarının küçümsenmesi ne iyilik getirdi, ne hoşgörü, ne de kör inançlardan sıyrılmış bir insan hayatının bizi götürebileceği erdemlerden hiç birini. Tam tersine, bir insan kendi kendine işkence etti mi, başkalarına işkence etmek hakkını da bulur kendinde ve bu, o hakkı destekleyecek her dogmatik sistemi kabul etmeğe götürür.
Keşişçe zalimlik, ne yazık ki, yalnız Hıristiyan dogmasının en azgın biçimleri içinde kalmıyor yalnız. İlk azgın inançlar gevşiye dursun, dünya aynı psikolojinin yeni ve korkunç başka biçimlerini yarattı. Nazi’ler başa geçmeden önce, çalışmalar, didinmeler içinde yaşadılar, güçlüğe ve Nietzsche’nin zor hayat düsturuna olan inançlarıyla, rahatlarından, zevklerinden çoğunu hiçe saydılar. Devletin başına geldiklerinden sonra bile. «Tereyağı yerine silâh» sloganı, yine gelecek zaferin mânevi hazlarına, beden hazlarını feda etmeyi gerektiriyordu. Milton’un şeytanı da cehennem ateşlerinde yanarken aynı umutla avutuyordu kendini.
Politik bakımdan zararlı yanlış inançlar doğuran bir başka tutku da gururdur millet, ırk, cins, sınıf ve inanç gururu. Ben gençken, Fransa’ya, İngiltere’nin gelenekten düşmanı gözüyle bakılırdı. Bir İngilizin üç Fransızı tepeliyebileceği su götürmez bir gerçek sayılıyordu. Düşman Almanya olunca, bu inanç değişti ve İngiliz halkı artık Fransızların kurbağa yeme merakları ile alay etmez oldu. Ama, hükümetin bütün çabasına rağmen, yine de pek az İngiliz’in, Fransızlara eşit gözüyle baktıklarını sanıyorum. Amerikalılarla, İngilizler Balkanları yakından tanıyınca, Bulgarlarla Sırpların, Macarlarla Romanyalıların düşmanlıkları karşısında hayretle karışık bir nefret duymuşlardır. Bu düşmanlıkların saçma olduğu ve bu küçük milletlerin her birinin kendi üstünlüklerine olan inançlarının nesnel hiç bir temeli bulunmadığı onlarca apaçıktı. Ama, Amerikalılarla İngilizlerin çoğu, bir türlü anlamıyorlar ki, büyük bir devletin millî gururu, küçük bir Balkan memleketininki kadar savunulur şey değildir.
Irkıyla öğünmek, milletiyle öğünmekten çok daha zararlıdır. Ben Çin’deyken, okumuş Çinlilerin, tanımak mutluluğuna erdiğim birçok başka insanlardan belki çok daha uygar olduğunu hayretle görmüştüm. Oysa, nice kaba ve bilgisiz beyaz insan bilirim ki, sırf derileri sarı diye, en iyi Çinlileri bile aşağı görmüşlerdir. Genel olarak, bu bakımdan İngilizleri Amerikalılardan daha çok kınayabiliriz ama, her zaman değil... Yalnız geleneksel Çin bakımından değil, bizim batı üniversitelerimiz bakımından da geniş bilgileri olan bir Çinliyle tanıştım. Benim de bu kadar geniş kültürüm olmasını isterdim doğrusu. Birlikte bir garaja bir otomobil kiralamağa gittik. Garajın sahibi kötü cinsten bir Amerikalıydı. Çinli dostumuza çok kötü davrandı, onu Japon diye tersledi ve bilgisiz hoyratlığıyla kanımı beynime çıkarttı. Politik güçlerine dayanarak İngilizlerin Hindistan’daki davranışları da buna benzer. İngilizlerle okuryazar Hintliler arasındaki çatışmaların başlıca nedeni bu davranıştı...
Erkek cinsinin üstün olduğu inancı, ki bugün batı milletleri arasında resmen ortadan kalkmıştır, garip ve bir kötü böbürlenme örneğidir. Erkeğin doğuştan üstünlüğüne inanmak için hiç bir sebep yoktu bence. Bu üstünlük beden bakımından olurdu yalnız. Bir sürü cins boğaların beslendiği bir yere gittiğimi hatırlıyorum. Orada, bir boğanın soyluluğu dişi atalarının süt verme değerlerine bağlanıyordu. Şecereyi boğalar yapmış olsaydı, iş değişirdi. Dişi ataların sözü bile geçmezdi, sadece uslu, namuslu oldukları söylenirdi. Oysa, erkek atalar savaş üstünlükleriyle övülürdü. Sığır konusunda cinslerin değer bakımından göreceliğini kabul ederiz de, kendimize gelince, aynı tarafsızlığı göstermek gücümüze gider. Eski zamanlarda erkeğin üstünlüğüne kolay inanılırdı. Çünkü, bir kadın ağzını açar açmaz kocası onu döğebilirdi. Bu güç üstünlüğün ardından başkaları da gelirdi. Erkekler kadınlardan akıllıdır, daha yaratıcıdır, daha az heyecana kapılırlar, falan filân... Kadınlar oy hakkı alıncaya kadar, anatomistler beyin incelemesinden, erkeğin düşünce gücünün kadınınkinden fazla olduğunu gösterecek bir takım kurnazca kanıtlar koyarlardı ortaya. Bu kanıtların hepsinin aldatıcı olduğu anlaşıldı sonradan. Ama, her seferinde bunların yerini, aynı sonuçlara varan kanıtlar aldı...
Erkek eğemenliğinin bir hayli zararları oldu. İnsan ilişkilerinin en mahremi olan evlenmeyi bir efendi . köle ilişkisi haline soktu. Bir erkeğin kadın edinmesi için hoşa gitmesi gereğini ortadan kaldırdı. Kadına hoş görünme hakkının evlenme dışında kalmasına sebep oldu. Dürüst kadınların evlerinde kapalı kalarak aptal ve tatsız kimseler olmalarına yol açtı. Hoşa giden, merak uyandıran kadınlar yalnız serbest yaşayan kadınlar oldu. Ev hanımlarının tatsızlığı yüzünden, en uygar memleketlerin en uygar insanları cinsel sapıklıklara kaydılar. Evlenmede eşitlik olmaması yüzünden erkekler, zorbaca alışkanlıklar edindiler. Bütün bunlar, bugün uygar memleketlerde az çok ortadan kalktı. Ama, kadınların ve erkeklerin yeni duruma alışmaları için daha çok zaman ister. Kadının kölelikten kurtulması, ilkin her yerde kötü sonuçlar veriyor. Eski ezenleri acılığa, eski ezilenleri de üstünlük hevesine götürüyor. Ama, başka konularda olduğu gibi, bunda da zamanla bir ayarlama olabileceğini umabiliriz...
Mutlu olabilmek için kendimizi büyük görmeğe, kendi gururumuza türlü dayanaklar aramaya kalkıyoruz. Biz insanız diyoruz, onun için de, yaradılışın amacı insanlardır. Biz Amerikalıyız, onun için de Tanrının öz yurdu Amerika’dır. Biz beyaz ırktanız, onun için de, siyah soydan olan Ham’ı ve evlâtlarını Tanrı lânetlemiştir. Biz katoliksek, protestan olmak bir felâkettir, ya da tersine. Biz erkeğiz, onun için de kadınların aklı yoktur. Biz dişiyiz, onun için de erkekler kabadır. Biz doğuluyuz, onun için de batılı yabandır, kıllıdır. Biz batılıyız, onun için doğu sönmüş bir yerdir. Biz kafamızla çalışıyoruz, onun için de, yalnız okur yazar sınıflar önemlidir. Biz kolumuzla çalışıyoruz, onun için de, insanı insan eden kol gücüdür. Son olarak ve hepsinden önemlisi de, her birimizde kimsede olmayan bir değer vardır: Biz KENDİMİZİZ.
İçimizi rahat ettiren bu düşüncelerle dışarı çıkar, dünya ile savaşırız. Bunlar olmasa, cesaretimizi yitirebiliriz. Bunlar olmasa, kendimizi küçük görürüz. Çünkü, bize eşitlik duygusunu vermediler. Kendimizi, içten gelen bir duyguyla başkalarına eşit sayarsak, ne onlardan iyi, ne onlardan kötü bilirsek, belki o zaman hayat, bir savaşa daha az benzeyecek, büyüklük efsaneleriyle daha az zehirleneceğiz.
İnsanların düştüğü en ilginç ve en zararlı ham hayallerden biri de kendini Tanrı dileğinin özel aracı saymalarıdır. Biliyoruz ki, İsrail oğulları Adanmış Toprak'a geldikleri zaman, Tanrının buyruğunu kendileri yerine getiriyorlardı, Hitit'ler, Amorit'ler, Kenanlılar, şunlar bunlar değil. Belki bu ötekiler de uzun tarih kitapları yazmış olsalardı, bu iş biraz başka türlü olurdu. Hitit'lerden kalan yazıtların hiç birinde de, kendilerini Tanrıların hor gördüğü berbat insanlar saymazlar her halde. Roma Roma olduktan sonra, Tanrıların dünyayı fethetmek üzere Romalıları seçmiş olduğu meydana kondu. Müslümanların inandıklarına göre, gerçek iman uğrunda ölen her asker dosdoğru cennete gider. Bu cennetse, Hıristiyanlarınkinden çok daha çekicidir. Çünkü, huriler, harp çalan meleklerden daha hoştur... Tanrıyı bizden yana bilmek iyi bir şey ama, düşmanımızın da Tanrıyı kendinden yana saydığını gördük mü, iş karışıyor biraz. Birinci Dünya Savaşı sırasında ozan şöyle diyordu:
Allah İngiltere’yi batırsın, Allah İngiltere’yi korusun
Allah şunu yapsın, Allah bunu yapsın!
«Allah Allah» dedi Allah «Gel de çık bu işin içinden».
Bugün, dünyanın iki şeye ihtiyacı var: Biri düzen, savaşları önleyecek düzen, insanların daha verimli çalışmasını sağlıyacak ekonomik düzen, özellikle, savaşın yıktığı memleketlerde, sağlam uluslararası işbirliğini sağlıyacak bir eğitim düzeni. Öteki de, bir takım ahlâk değerleri; çağlar boyunca, ahlâkçıların savuna geldikleri, ama, az dinletebildikleri, değerler. En çok muhtaç olduğumuz değerler, anlayış ve hoşgörüdür. Bir çok azgın bir sürü «izm»lerin istediği yobazca inançlar değil. Bence, bu iki amaç, düzen ve ahlâk, birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Birine kavuşuldu mu, öbürü de ardından gelir. Ama, dünya gerçekten doğru yola girmek istiyorsa, her ikisine birden yönelmelidir. Böylece, savaşın tabiî meyvaları olan kötü tutkular yavaş yavaş azalacak ve insanların birbirine yardım etmesini sağlayacak düzenler gittikçe çoğalacaktır. Bir düşünce ve ahlâk gerçeği olarak hemen şunu ortaya koymalıyız ki, hepimiz bir ailedeniz ve bu ailenin bir kolunun mutluluğu başka kolunun yıkımı üstüne sağlamca kurulamaz. Bugün, ahlâk bozukluğu açık düşünceye engel oluyor, bulanık düşüncelerse ahlâk bozukluğunu besliyor. Pek ummuyorum ama, belki hidrojen bombası insanları korkutup ahlâk temizliğine götürecektir. Bu olursa, bu bombayı bulanlara ne kadar teşekkür etsek azdır.
Sh:133-141

İNSANLIĞIN GELECEĞİ NE OLABİLİR?

Woodrow Wyatt
Lord Russell, bu konuşmalarımızda çok değişik konulara değindik. Bütün bunların özü olarak, insanların umutları ve korkuları üzerine ne düşünüyorsunuz?
Lord Russell
Çok zor bir som bu. Gelecekte olabilecek şeyleri görüyorum, kimi karanlık, kimi umut dolu şeyler. Ama, ...
Wyatt
Peki, karanlık olanlardan başlayalım. Bu konuda ne umutlarımız olabilir?
Russell
İnsan soyunun büyük bir savaşla kendini yok etmeyeceğini farzedersek ki öyle umuyoruz benim gördüğüm en büyük tehlike, insanlığın bir kışla düzenine girmesidir. Bilimsel buluşlar, yönetim olanakları ve örgütlenmelerin etkisi ile dünya öylesine sıkı bir düzene girer ki, hiçbir yerde yaşamanın tadı kalmayabilir.
Wyatt
Yönetici insan tipinin ağır basacağı düşüncesinde misiniz?
Russell
Ağır basabilir, sanırım. Bir çeşit bilimsel etkinlikle birleşen yönetici insan tipi. Çünkü, yönetici tipi,
bugün daha önce hiç yapmadığı şeyleri yapabilecek güçtedir. Bu yapabileceği şeylerin kimisi iyi ama, bir çoğu da değildir.
Wyatt
Bu yönetici insan tipi, kötü olacak neleri yapabilir?
Russell
En başta şunu yapabilir: Ana okulundan başlayıp daha yukarısına da el atarak, insanların inanç ve düşünceleri üzerinde çok büyük bir güç kazanabilir. O kadar ki, bir insanın düşündüğü, umduğu ve korktuğu her şey, eğitimin başlarınca belirlenmiş olur. İnsan ancak, onların dilediklerini umacak, onların dilediklerinden korkacak. Böyle bir eğitimin temellerinden biri şu olacak ki, her zaman hiç de iyi olmayan hükümetin hep iyi olduğunu düşünecek.
Wyatt
Böyle bir eğitimi kötüleyebilecek sizin gibi güçlü ve bağımsız düşünceli insanlar olmayacak mı her zaman?
Russell
Hayır, sanmıyorum. Benim de içinde olduğum tipteki insan, modası geçmiş bir dünyada yetişmiştir, demek istiyorum. Gelecek için düşündüğüm dünyaya göre, çok daha rastlantılara bağlı bir dünya idi bu. Dünyada, çok daha fazla kaçamaklar, istisnalar vardı ve insanlar orada, gelecekte olacağım düşündüğüm gibi, aynı kalıptan çıkma değillerdi.
Wyatt
Yönetici tipinin baskısı altında, insanın kişisel bir hayatı olamayacağı üstünde durdunuz, bunu biraz daha açıklar mısınız?
Russell
Olur, peki... Bütün bu işin çok, çok önemli olan bir yanını, genetik bilimini alalım. Diyelim ki, bilimci bir hükümet, bizimkinden daha iyi olmasını istedikleri bir insan soyu yetiştirmek olanaklarını iş ediniyor kendine. Salt bilimsel bakımdan pek açıkça ortaya konabilir ki, yetiştirilecek yeni insan soyunun, diyelim, erkeklerin yüzde beşinden, kadınların da yüzde otuzundan üretilmesi; bunu sağlama bağlamak için, geri kalanların kısırlaştırılması gerekiyor. Hiç de hoş bir şey olmaz bu, tabii. Ama, ileride bu yola gidilmesi bence hiç de olmayacak birşey değildir.
Wyatt
Ama bilimin böylesi şeyleri yaptıracak kadar insanların kafasını sarabilmesi ciddî olarak düşünülebilir mi sizce?
Russell
Evet, insanlar savaşta zafer kazanmak kaygısıyla bu yola gidebilirler. Çünkü, buna elverişli bir soy yetiştirileceği açıkça bellidir. Böylesi bir soy, savaşta, gelişi güzel yetiştirilen insanlardan çok daha etkin olabilir elbette. Halkı kolayca inandırabilirsiniz ki, bilimsel yoldan insan yetiştirme gereklidir. Çünkü, bu işi karşı taraf nasıl olsa yapacaktır, nasıl şimdi karşı taraf atom silâhları yapıyor diye, bizim de yapmamız gerekiyorsa.
Wystt
Bütün bunlar Orwel’in 1984 ve A. Huxley’in Yeni Dünya adlı romanlarında düşünülen şeyler. Ama, sizce komünist dünya dışında geçerli mi? Örneğin, konformist düşünce v.b.'nın pek ileri gitmesi demek istiyorum?
Russell
Bence bu tehlike Batı’da, komünist dünyada olduğundan bir parça daha azdır. Ama orada pek korkulur derecede var... pek korkulur derecede.
Wyatt
Sizce, konformist inanç ve giysiler, alışkanlıklar, düşünceler filân neler olabilir?
Russell
Sanatı alalım. Özellikle, Amerika'daki gezilerim sırasında tekrar tekrar gördüm ki, sanata çok büyük bir saygı gösteriyorlar, Avrupalı sanatçıları yüceltiyorlar ve avuç dolusu dolar veriyorlar onlara. Ama, hiçbir Amerikalı çocuğun sanatçı olabilmesi için gerekli özel bir çeşit kafayı edinmesine olanak bırakmıyorlar. Onun için, beğendikleri büyük sanatçılar Amerikalı değil, Avrupalıdır.
Wyatt
Sizce, sanat Rusya’da zarar gördü mü?
Russell
A, orasını bilmem. Çünkü, 1920’den bu yana gitmedim oraya. Ama, zarar görmüştür elbet diyebilirim. Doktor Jivago adlı romana rağmen, öyle sanıyorum ki, edebiyat orada bir hayli zarar görmüştür. Demek istiyorum ki, Çarlık Rusya’sında edebiyat pek üstün bir durumdaydı. Bugün öyle olduğunu kimse söyleyemez sanırım.
Wyatt
Rusya’daki bale sanatı üstüne ne dersiniz?
Russell
Bale çarlık zamanından kalma bir sanattır. 1920 de Rusya balesini gördüğüm zaman, bende vazoya konmuş kesik çiçekler izlenimi bıraktı. Çok güzeldi, çok hoştu. Ama, topraktan çıkma bir tazeliği ve canlılığı yoktu. Şimdi artık sadece müzelik bir sanat bence.
Wyatt
Sizce bütün bunlar hiçbir yeniliğin doğmayacağı genel bir kemikleşmeye götürür mü?
Russell
Evet, bu tehlikenin çok büyük olduğunu sanıyorum. Bir çeşit durağan Bizans toplumu ki, kuşaklar boyunca hepsi ayni kalıyor, sonunda öylesine kalıplaşıyor ki, halk dayanamıyor ona ve sıkıp atıyor bir yana.
Wyatt
İnsanların karşılaşabilecekleri zorluklardan biri, hiçbir şeyi ölçüyü kaçırmadan yapamamasıdır. Bir şeye çok iyi başlıyor, sonra aşırılığa götürüyorlar. İnsanlar günün birinde ılımlı olmasını öğrenebilecekler mi dersiniz?
Russell
Öğrenmelerini dilerim, umarım elbet. Çok zorunlu bir şey bu. Hem hiç de olmayacak birşey değil. Gelecek üstüne giriştiğimiz karanlık tahminleri bir kutsal kitap gerçeği saymıyorum. Büyük umudum, bütün bunların gerçekleşmemesidir.
Wyatt
Şimdi daha iç açıcı şeylere dönebilir miyiz?
Russell
Bence, gerekli olan ilk şey, dünyadaki kötülüklerin, şimdiye kadar önlenememiş kötülüklerle birlikte, önlenebilmesidir. Kötülükler hâlâ yaşıyor. Çünkü, insanların yüreklerinde kötülüğe giden ve başkalarım mutlu kılma isteğine yanaştırmayan tutkular var. Modern tekniğin güçlükleri ile birlikte yeni dünyanın bütün derdi bence, insan tekinin psikolojisinden, insan tekinin kötü tutkularından gelmektedir. Yeni ve iyice bütünleşmiş bir dünyada mutlu olabilmek için, ne kadar nefret de etseniz, komşumuzun da mutlu olmasına katlanmanız gerçekleşirse, daha da iyi gerçekleşirse... Bütün bunlar gerçekleşirse, şimdiye kadar var olmamış daha mutlu bir dünya kurulabilir.
Wyatt
İnsanlar tutkularını sizin önerdiğiniz yola yöneltirlerse, hangi çeşit kötülüklerin ortadan kaldırılabileceğini düşünüyorsunuz?
Russell
Eh, hepsinden önce savaş, sonra yoksulluk. Eskiden yoksulluk halkın çoğunluğu için önlenemez bilseydi. Bugün öyle değil. Dünya isterse, kırk yıl içinde yoksulluğu ortadan kaldırabilir. Hastalık bir hayli azaldı elbet. Daha da azalabilir. İnsanların daha sık sevinçli günleri olmaması için hiçbir neden yoktur.
Wyatt
Peki, şimdi, öyle sanıyorum ki, olumlu iyiliklerin yaratılması konusuna geldik. İnsan ileride daha hangi olumlu iyilikler sağlayabilir?
Russell
Bence bunların birçoğu eğitime bağlıdır. İnsan soyunun ortak çıkarlı bir aile olduğunu eğitim yoluyla durmadan aşılamak gerekir. Bundan ötürü, işbirliği yapmak yarışmaktan daha önemlidir ve komşumuzu sevmek, sadece kiliselerin sözle aşıladıkları bir ahlâk ödevi değil, kendi mutluluğunuz bakımından en akıllıca bir davranıştır.
Wyatt
Bilimin insanlara getirebileceği iyiliklerden biri, oldukça kısa zamanda, haftalık çalışma süresinin on saate kadar indirilmesidir. Geri kalan boş saatlerinde ne yapacak insanlar?
Russell
Mutlu olduğum zamanlarda hayal ettiğim dünya gerçekleşirse, insanlar eskiden varlıklı ve kültürlü insanların yaptıklarını yapacaklardır. Bir XVIII. yüzyıl aristokratını alın örneğin. Çok kez, pek kültürlü bir insandı o. Bir hayli boş vakti vardı ve, bir çoklarının yapılmayacak şeyleri yapmış olmalarına rağmen, boş vakitlerinde, ne yapacakların; biliyorlardı. Birçokları hayli güzel işler başardılar, sanatı yüreklendirerek, güzel parklar, güzel evler, özlenmeye değer şeyler yaparak. Sevinçli günlerimde kurduğum dünyada, boş vakitlerini değerlendirmek herkesin elinde olacak. Çünkü, herkes yeterli bir kültür düzeyine erişmiş olacak.
Wyatt
Serüven isteğinin yeri ne olacak bu konuda?
Russell
Serüven isteğini baştakiler bir yola koymalıdır. Bu demektir ki, baştakiler, fazla para ve zaman harcamalarına gitmeksizin, gürbüz gençlerin hoşlandığı gerçekten serüvenli ve gerekirse tehlikeli girişimlere olanak hazırlamalıdırlar. Yüksek dağlara tırmanmak elinizde olmalıdır. Uzay gezileri yapılırsa, uzay gezilerine düşkün olabilmelisiniz. Böylesi şeyler sağlanmalı; böylece bugün büyük ölçüde savaşa yönelen itiler daha iyi bir yola konmuş olur.
Wyatt
Geleceğin insanlarına son olarak başka hangi öğütü vermek istersiniz?
Russell
Şunu demek isterim ki, bilgileriniz insanın hiçbir zaman elde etmediği güçler veriyor size. Bu güçleri iyiye de kullanabilirsiniz, kötüye de. İnsanlığın bir aile olduğunu, hep birlikte mutlu, ya da hep birlikte mutsuz olacağını aklınıza koyarsanız, bu gücünüzü iyiye kullanabilirsiniz. Büyük yığınların yoksulluğu üstüne kurulmuş bir azınlık mutluluğu sağlayabileceğiniz günler geçmiştir. O zamanlar geçmişte kaldı. İnsanlar katlanamaz artık buna ve mutlu olmak isterseniz, başkalarının da mutlu olduklarını öğrenmeğe alışmak zorundasınız. Eğer insanlar akıllıca eğitilirlerse, daha anlayışlı olurlarsa, kendi mutlulukları için başkalarının da mutlu olmasını kaçınılmaz bir koşul saymakta güçlük çekmezler. Zaman zaman hayalimde, hepsi gürbüz, hepsi akıllı, hiçbiri ezmeyen, hiçbiri ezilmeyen bir mutlu insanlar dünyası gördüğüm oluyor. Bir dünya ki, orada insanlar, ortak çıkarlarının kendi çıkar çabalarından daha az ağır bastığı bilincine varmışlardır, insan zekâsının ve hayal gücünün yarattığı gerçekten parlak olanakları gerçekleştirme çabasındadırlar. Böylesi bir dünya, insanlar olmasını isterlerse olabilir ve eğer olursa gerçekten olursa çok daha şerefli, çok daha mutlu, bundan önce görülmedik hayaller ve mutlu coşkularla dolu bir dünya olur bu.
Sh:122-129

DÜNYA AYDINLARINA MEKTUP

1984 yılında Bertrand Russell, birçok aydına mektup göndererek, nükleer silâhların yasaklanması için yapılacak bir konferansa katılmalarını istemişti. S. Eyuboğlu ile V. Günyol da bu konferansa çağrılmışlardı:
BERTRAND RUSSELL
PEACE FOUNDATION 8 Ekim 1964
Sayın Bay Günyol,
Akdeniz bölgesinin nükleer silâhlardan arınması için bundan kısa bir süre önce Cezayir’de toplanan konferansa bir temsilci göndermiştim. Bundan son derece olumlu bir sonuç elde edildi. Nükleer silâhların daha da geliştirilmesi ve yayılması tehlikesine karşı, uluslararası kamuoyunu harekete geçirebilme konusunda umutluyum. Cezayir konferansının bir devamı olarak, Bertrand Russell Barış Kurumu, Ortadoğu bölgesinin nükleer silâhlardan arınması için yakın bir gelecekte bir konferans toplamaya hazırlanmaktadır. Bu konferansa delege olarak, dünyanın birçok kesiminden seçkin kişileri ve barış adına çalışanları çağıracağız. Arap dünyasından hükümet dışı en seçkin kişilerin de bu konferansta sesini duyuracağını umut ediyorum.
Bu arada şunu da belirteyim ki, Arap halkları ve Arap dâvası ile bir anlayışa varılması konusundaki istekleri ve hükümet politikasına karşı tutumlarıyla bilinen İsrail solcularından bazılarını da bu konferansa çağırmayı amaçlıyorum. Konferans, ya İsviçre’de yada İsveç’te toplanacak. Bu iki ülkeden hangisinin konferans yeri olacağı konusunda size çok yakında bilgi vereceğim. Ortadoğu’nun nükleer silâhlardan arınmasına ve tasarlamakta olduğumuz bu konferansa büyük önem veriyorum. Ortadoğu’da nükleer silâh yarışının kesin olarak önlenmesi yada nükleer silâhların gelişmesinin engellenmesi mutlaka gereklidir. Sizin de bu konferansa bir delege olarak katılma olanağı bulacağınızı yürekten umut ediyorum. Bu konferansa katılmanız özellikle önemlidir. Cevabınızı ilgiyle bekliyor ve konferansın planlanmasına büyük ölçüde yardımcı olacak kararınızı öğrenmekte sabırsızlanıyorum.
En iyi dileklerle, İçtenlikle sizin
 Bertrand Russell
Sh:247
Kaynak: Bertrand Russell ,ÇAĞIMIZIN SORUNLARI ÜSTÜNE DÜŞÜNCELER Türkçesi: Sabahattin Eyüboğlu- Vedat Günyol  ,1972 İstanbul


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar