BERTRAND RUSSELL -3-
Türkçesi :
Niyazi Atakoğlu
Batı’nın,
özellikle Amerika Birleşik Devletlerinin ırkçılığı, az gelişmiş ülkelerin ‘iç’
işleri sayılması gereken meselelerde Amerika'nın sorumluluğunun meydana
çıkarılmasının son derece güç olduğu bir hava yaratmış bulunuyor. Vietnam’daki
savaşa, geriliğin, yoksulluğun ve vahşiliğin, Güneydoğu Asya’ya özgü sayılan,
kaçınılmaz ve acıklı bir ürünü gözüyle bakılıyor. Bugünkü çatışmanın kökleri,
karanlık geçmişte aranıyor: kuzey ile güney arasındaki eski çatışmalar
taranıyor. İleri sürülen bu görüşe göre Amerikan müdahalesi, geçici ve
arızîdir. Vietnamlıların, iç işlerine karışmaya Amerikalıları istemeye istemeye
—ne yazık ki— çağırmış zavallı yaratıklar oldukları düşünüldü.
Irkçılık, Vietnam savaşının tarihî kaynaklarını
karıştırıp bozmakla kalmıyor; Amerikan pilotları hastahaneleri, okulları, su
setlerini ve sivil merkezleri bombaladıkları zaman da barbarca, şovence bir
yaygara koparılmasını sağlıyor.
Vietkong'lu esirler yakalanır yakalanmaz hemen kurşunlanırken Ameri kan
basınının, Senatonun ve daha birçok kamu kuruluşunun sessiz kalmasını, Amerikan
dünya görüşünü destekleyen ırkçılık temin ediyor. Ama gene de bu kuruluşlar,
Amerikan pilotları işledikleri suçlar yüzünden yargılanacak olurlarsa Kuzey
Vietnam şehirlerinin yerle bir edilmesini istemektedirler. Savaş esirlerine
nasıl davranılacağı konusundaki 1949 Cenevre Anlaşmalarının Amerikalılar
tarafından nasıl ihlâl edildiği çoktan beri, herkesçe bilinmektedir. Örneğin 1
Aralık 1965 tarihli New York Times’ta «Cenevre’deki Kızılhaç Uluslararası
Komitesi... A.B. Devletlerinin esirlere davranış konusundaki bir uluslararası
anlaşmayı ihlâl etmesinden tekrar şikâyet etmiştir.» haberi vardı. Bu açık
suçlamaya karşı gösterilen kayıtsızlık, sivil halkın her gün napalmlar ve beyaz
fosforla bombardıman edilmesi karşısındaki kayıtsızlığı hesaba katmasak bile,
çarpıcıdır.
Burada
gerçekleştiğini görmek ve doğrulamak istediğim temel olgu Vietnam savaşının
sorumlusunun Amerika olduğudur. Bu zalim savaşın anlaşılmasında en önemli ilk
doğru, budur. Bu savaşı anlamak için Amerika’yı anlamalıyız, ama bu, Vietnam
halkının tarihini bilmezlikten gelmek değildir. Vietnam kültürü zengindir ve
İlkçağlara kadar dayanır. Ağızdan ağıza geçen efsaneler, kahramanlık
geleneklerini özellikle eski derebeylik Çin’inin kovulmasını anlatan
söylentileri sürdürür. Fakat gittikçe daha fazla hızlanan tarih hareketi
öyledir ki bugünün Vietnam’ı, eskiden gelen kalıtına (mirasına) kendi bugünkü
dünyasına olduğundan daha az bağlıdır. Vietnam millî hayatının son yüzyılı,
onu, dünya sahnesine çıkarmış bulunuyor. Vietnam’ı ve onun mücadelesinin büyük
acılarım anlamak için; Vietnam’ı, Üçüncü Dünya’yı ve daha az dramatik olmakla
birlikte bizzat Batı’yı, dönüştürmekte olan sömürgeciliğe karşı kuvvetler burcu
içindeki yerinde görmeliyiz. Vietnam’ın geçmişini ne kadar deşersek deşelim,
Vietnam’ın anlamını tek başına, soyut olarak ele almaktan vazgeçmedikçe Vietnam
anlaşılamayacaktır. Vietnam’a uluslararası bir önem kazandırmış olan,
Amerika’dır.
Vietnam’da Amerika’nın rolünün başlangıcı, Ngo Dinh Diem ile iş
karıştırmaya başlaması ünlü olayından önce olmakla birlikte, Vietnam’ın kültür
kalıtını (mirasım) hemen hemen yok etme
şerefinin Fransa’ya ait olduğu belirtilmelidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Fransa, kendi sömürge
işlerini, mağrur bir kendine güvenle yürütürdü. İngiltere’nin rakibi olarak
Çin’e yeni bir giriş kapısı ararken, 19. yüzyılda Vietnam’ı yokladı. Fransız
savaş tekneleri, Fransız misyonerlerini, Hıristiyanlaştırmaya çalıştıkları
vahşilerin misillemelerine karşı korumak bahanesiyle, 1840’larda Güney
Vietnam’a girdiler. Sömürge istilâsı bütün ciddiyetiyle başlamıştı. Bir iki on yıl içinde, yalnız Vietnam’ın tümü değil,
Laos ve Kamboç da (Cambodia) Fransız sömürge yönetimi altına sokulmuştu. Büyük
Çin-Hindi bileşiminin her bölgesi değişik bir hukukî statüye ve hükümet
yapısına sahip olmakla birlikte, Fransız’lar her yerde yerli halkın boyun
eğmesini sağlamakta amansızdılar. Fransız egemenliği tartışılamazdı ve
sömürgenin her yanında kanunları ve nizamları tayin etmek, onların keyiflerine
ve isteklerine bağlı haklarıydı. Şurda burda, rastgele ve örgütsüz gerilla
direnmesi Fransızlara karşı koydu ve bu direnme yirminci yüzyılda da sürdü.
Vietnam
toplumunu yıkan ve Vietnam halkı ile geçmişi arasındaki bağlan koparan,
totaliter sömürgeleştirme süreci oldu. Sömürgeleştirilen halkların hünerleri,
âdetleri ve inançları, üstü örtülü bir çıkarcılık tarafından yargılanıp
değerlendirilmeye başlanır: sömürgecinin çıkarma uygun olan şey, yararlı ve iyi
sayılır. Milâttan sonra 937 yılında Çinlilerin kovulmasından çok uzun zaman
sonra da Vietnam’da ayakta kalmış bulunan Mandarin sistemi altında, devletin
desteklediği bölge düzeyindeki okullara ek olarak, ayrıca 20.000 kadar da tek
öğretmenli özel köy okulları vardı. Sömürgeci
Fransız’lar, Fransa'nın karbon kâğıdından çıkmış bir kültür kopyasını yaratmak
çabası içinde, bu okulları büsbütün ortadan kaldırdılar, Vietnam dilini
Romalılaştırıp yeni bir resmî dil (quoc ngu) meydana getirdiler ve bütün
Vietnam’da sadece 14 ortaokul ve lise ile bir üniversite kurdular. Öğretim kurumları bu kadar az olunca, yeni yazı
ile okuryazarlık yoklamasını az kişi başarabilirdi. Sömürgecilerin
ihtiyaçlarının meydana getirdiği ekonomik değişiklikler de aynı derecede
derindi. En çok arzulanan, tüketim ürünleri değil, sanayi ham maddeleriydi.
Otomobilin ortaya çıkması, yeni bir kauçuk talebi yarattı, bu da binlerce Vietnam
köylüsünü büyük kauçuk çiftliklerinde çalışan ırgatlar haline getirdi. Para
ekonomisinin kurulması hızla başarıldı. Köylüler mal satın almak ve vergilerini
ödemek için paraya gittikçe daha fazla muhtaç olduklarından, topraklarını
ipotek etmek ve satmak zorunda kaldılar. Bu süreç içinde, Vietnam hayatının el
sürülmedik yanı kalmadı.
Beyaz,
Avrupalı üstünlüğü, sömürgeci devletin karşı konulmaz egemenliği ile hep bir
arada yürüyordu. Fransız memurları bütün memleketteki her yetkili mercii işgal
ettikleri için, geleneksel soylular ve Mandarinler bütün itibarlarını ve
saygıyı kaybettiler. Yürürlükte ve yaygın olan kuşku ve güvensizlik havası
içinde, sömürgeci, yaltaklanma belirtileri ve timsalleri arıyordu. Beyaz adamın
inancının otoritesine bilerek boyun eğmiş olan dönme Hıristiyan, en az korkulan
unsurdu ve bu sebeple mükâfatlandırılıyordu. Bu şartlandırılmış aşağılık
duygulan, geniş ölçüde yerleşti. Böyle bir durumda Japonya’nın 1905’te Çarlık
Rusya’sına karşı kazandığı zafere, birçok Vietnamlılar sembolik bir önem
verdiler. Bu, elbette, Asyalı bir devletin Batı’yı bozguna ve utanca
uğratabileceğinin kanıtıydı. Gariptir, bu olayın bilinmesi, Vietnam’da yerleşen
Fransızların Vietnamlıların Fransızca öğrenmeleri konusundaki ısrarları
yüzünden mümkün olmuştu. Bu yeni dil, az sayıda Vietnam aydınına kendi
sınırları dışında olan olayları incelemek olanağını veriyordu. Gene bu
sıralarda, Vietnam milliyetçileri tarafından, sömürge sistemleri içinde
reformlar elde etmek için kuvvetli çabalar harcanmaktaydı. Örneğin, kendi
kültürlerinin yeniden hayata geçirilmesini sağlayabilecek, ücretsiz okullar
açılması için mücadele ediyorlardı. İlerde en ateşli milliyetçiler işte bu
okullardan yetişeceklerdi.
Milliyetçi istek ve özlemlerin gelişmesini etkileyen
başka bir etken de Birinci Dünya Savaşı oldu. Bu savaşla ilgili haber ve
bilgiler, Fransızların yönettiği okullarda okumuş bulunanlara sınırlı kalmadı.
Cephelerdeki ağır kayıplar, Fransızların savaş çabası için aynı derecede hayatî
önem taşıyan fabrika çalışmalarında kullanılabilecek erkek emeği miktarını
etkiledi. Bu emek yetersizliğini gidermek için Fransız’lar Çin anavatanından ve
güney Asya’ dan Fransa’ya büyük sayıda ırgat ithal ettiler. Fransa’ya gelen
Vietnamlılar yabancı ve yeni bir dünyaya girdiler. Ana vatan Fransa’nın,
sömürgelerde bilinmeyen, üstelik yasaklanmış olan düşünce düzeni ve bu düzenin
benimsediği özgürlük, eşitlik ve kardeşlik eğilimleriyle doğrudan doğruya
temasa geldiler. Vietnam’da yerleşmiş Fransız’lar tarafından bu memlekete ihraç
edilen Fransız kültürünün zorla kabul ettirilmeyen tek yönü Fransız Devrimi
geleneği idi. Paris’teki Vietnamlılar, batı siyasî düşünce geleneklerinin
liberal ve sosyalist fikirleriyle ve ülküleriyle zehirleniyorlardı.
Bir
de büyük savaşın «dünyayı demokrasi için güvenli bir hale getirmek» maksadıyle
yapıldığı iddia ediliyordu. Savaş, boşuna bir kırım (katliâm) için kendi
hayatlarına son vermeye en az istekli olanları bile esinlendirip harekete
geçirebilecek, çok ateşli ve çok ülkücü bir belagat getirmişti. Paris’teki bir
grup Vietnamlı milliyetçi, müttefiklerin verdikleri sözleri kabul etme kararma
vardı. Kiralık resmî kılıklar giyinip Versay’a başvurarak müttefiklerin, Çin
Hindi’nin kendi kaderi hakkında karar vermek ükesini tanımalarını istediler. Bu
milliyetçiler arasında Ho Chi Minh de vardı. Bu trajikomik toplantı, onun
yurdunun bağımsızlığı için tartışmaya katıldığı ilk girişimiydi. Bu yeni
diplomatların istek ve iddialarının sağır kulaklara çarptığını söylemeye lüzum
yok. Sömürgelikten kurtuluş öyle kolayca gelecek değildi.
Amerika
Birleşik Devletleri o tarihlerde artık bir dünya devleti olarak ortaya
çıkmıştı. Amerika Birleşik Devletleri, en çok da uzak doğudaki Açık Kapı
siyasetiyle, eski imparatorlukların mutlak denetimi altındaki ticaret haklarını
bütün dünyada kırmak peşindeydi. Sömürülecek çok büyük zenginlikler vardı ve
Amerika Birleşik Devletleri pay istiyordu. Bu aşamada, mevcut devletlerarası
ilişkilerin çoğunu bozmaya ve rekabet halindeki güçleri yok etmeye ihtiyaç
yoktu. Her şey, herkese yetiyordu. Örneğin eski Deniz Kuvvetleri Bakam Franklin
D. Roosevelt 1923’te «Japonya’ya Güvenecek miyiz?» (Shall We Trust Japan?)
başlığı ile yayımlanan bir konuşmasında şu görüşü açıklamıştı:
«Pasifik
ticaretinin gelişmesine karışmakta, hatta belki de bu yüzden çatışmalara girmekte
devam edeceğimiz doğrudur; fakat Kuzey Pasifik ve Güney Pasifik okyanusları
kıyılarındaki geniş ülkelerin ve çok büyük nüfus kalabalıklarının ticaretini
gözönünde bulundurduğumuz zaman, hem Japonya için hem de bizim için gelecekte
bile yetip de artacak kadar ticaret alanı bulunduğu görülecektir.. » (Far
Eastem Revieıv, XIX, Ağustos 1923, s. 5058).
Herhalde,
Doğu’da Amerikan politikasını ilkelerden başka bir şeyin yönettiği açıkça
bellidir.
İki
dünya savaşı arasındaki yıllar esnasında Vietnam’da hoşnutsuzluk ve soğukluk
çeşitli gelişmelerde yansıdı. Milliyetçi düşünce yeşeriyordu. Okumuş yazmış
orta sınıfların saflarında Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına karşı karışık
bir tepki vardı. Kimileri, bir yandan kendi kaderleri hakkında karar vermek
ilkesini savunurken bir yandan da en zalim sömürgeciliği uygulayan
«demokrasiler»in bu sahtekârlıklarını kabul ediyorlardı. Bunlar, sömürge siste
mi içinde göstermelik reformlar peşindeydiler. Görünürde reform diye bir şey
yoktu; ama yumuşak iyileştirmelerin bu savunucularının çoğu Fransız yönetim
örgütü içinde mülkiye memuru veya daha küçük görevler ile mükâfatlandırıldılar.
O kadar kolay tatmin edilmeyenler ise Batı’nın siyasî kavramlarını
sömürgeleştirilmiş Asya'nın sosyal meselelerine uygulamak gibi uzun süreli ve
çetin bir işe giriştiler. Gerçekten özgün (original) siyasî bir öğreti
(doktrin) meydana getirilinceye kadar birkaç yıl geçti. Bu süre içinde yabancı
bir politikanın taklidi ve kabaca benimsenip uygulanması beylik ve yaygın hale
geldi. İlk siyasî partilerin çoğu, Chiang Kai Shek’in Kuomintang’ına uydurulmuş
olanı dahil, hep yabancı partilerin kopyalarıydı.
Bütün
bu dönem boyunca, Fransa, duruma tamamiyle hâkimdi. 9 Şubat 1930’da «Viet Nam
Quoc Dan Dang» (VNQDD) başarısız kalan bir isyan yönetti. Bu ayaklanmaya karşı
Fransız garnizonları o kadar etkili ve başarılı olmuşlardı ki, bu milliyetçi
parti tamamiyle ezildi ve onbeş yıl sonraya kadar bir daha görülmedi. Rus
devrimi birçok Vietnamlı aydını etkilemişti. 1930 yılında üç küçük grup
kuvvetlerini bir araya getirerek Çin-Hindi Komünist Partisi’ni kurdular ve bu
parti, büyük zorluklar karşısında, üye sayısını yavaş olmakla birlikte sürekli
olarak artırdı. Bu zor yıllarda Komünistler bazı grevleri başlatıp
örgütlendirmişler ve Ha Tinh ve Nghe An’da bir süre için «Sovyet»ler de
kurmuşlardı; fakat millet ölçüsünde örgütlenmiş bir hareket yoktu. Mekong
deltası bölgesinde ve şehirlerde zaman zaman meydana gelen grevler Fransız
yönetim örgütüne zarar ve tehlike getirmiyordu. Millet ölçüsünde bir hareket
meydana getirmek için yapılan her girişim, ücretli Fransız askerî birlikleri
tarafından hızla ve amansızca eziliyordu. 1932 yılında birçok Fransız
hapishanesi ve toplama kampı 10.000’den fazla mahkûm barındırıyordu. Vietnamlılar
o yıllarda çok şehit vermişlerdir. Mezarlarında sadece «ırgat» işareti bulunan,
kim oldukları bilinmeyen ölülerin sayısı daha da çoktur. Birçokları da
sürgüne gönderilmişlerdir; sürgünün bazı üstün ve yararlı yanları vardı.
Sürgün, Ho Chi Minh’i ve daha başkalarını, mücadelelerinin boyutlarının tam
bilincine varmış, gerçek uluslararası savaşçılar haline getirmiştir.
Uzun
süreli siyasî mücadelelerin zorlukları Vietnam toplumunun hoşnutsuz
unsurlarının bazüannı, kurtuluşun, daha çok manevî ve ruhî olacağına inandırdı.
Dinî yenidenuyamş, garip yeni şekiller aldı ve yurdun kır bölgelerine boydan
boya yayıldı. Yeni mezheplerin en önde geleleri Hoa Hao Ue Cao Dai idi, bu
sonuncusu ötekinden daha da acayipti. Cao Dai’lik Budizmin, Hıristiyanlığın ve
Hinduluğun bazı unsurlarım birleştiriyordu, azizleri arasında Victor Hugo da
vardı. Bu mezhepler çok taraftar kazandılar, bunun sonucu olarak da Fransız’lar
tarafından korkulur ve güvenilmez duruma geldiler. Bu yüzden uğradıkları baskı
ve takipler bu mezheplerin silâhlı topluluklar meydana getirmelerine sebep
oldu; dünyevî mücadele önlenememişti. Tekerlek tam daire haline geldikçe,
bunlar, siyasî çatışmanın ana kuruluşlarına katılarak, gittikçe artan önemli
siyasî roller oynadılar.
Bu
yıllarda Japonya, Asya’da mutlak egemenliğe doğru kararlı bir tutumla yürüyordu.
1910’da Kore’yi zaptetmişti, 1930’larm başlarında Mançurya’da egemenliğini
iddia etmek için harekete geçti; 1937’de Kuzey Çin’i istilâ etti. Bu
hareketler, daha önce söylediğimiz sebeplerle, Amerika Birleşik Devletleri’ni
ilkin pek ürkütmedi. Japonya ile ticaret ve iş birliği, Amerikan iş adamları
için çok kârlıydı; çünkü Japonya Asya'nın öteki bölgelerine yaklaşılıp
girilmesini sağlıyordu. Doğudaki Amerika yatırımlarının en büyük kesimi,
doğrudan doğruya veya dolaylı olarak Japonya’ya bağlıydı. Bu yüzden Amerika'nın
Japonya’yı düşman olarak görmesine kadar, yıllar geçti. Amerika, sonunda kesin
olarak Chiang Kai Shek’i kabul ve tasdik edinceye kadar, birçok Amerikan
siyaset yapımcısının gözünde, Çin’de Japon egemenliği bağımsız bir
cumhuriyetten daha iyi idi.
Fransa
Nazilerin eline düştüğü zaman, Japonya Çin-Hindin’de kendisine fırsat düştüğünü
gördü. Amerika, Japon rekabetinin artan tehlikesini hissetti ve Japonya’ya
Asya’da «ikinci devlet» statüsünden fazlasını tanımamak kararım açıkladı.
Roosevelt, Fransa eğer Çin-Hindi’ni bugün Japonlara verirse savaştan sonra
tamamen kaybedeceğini bildirerek Vichy hükümetini uyarmakta tereddüt etmedi.
Fransız’lar bu sömürge üzerinde beyaz (FransızAlman) üstünlüğünü korumak
düşüncesiyle duygusuzca Hitler’e başvurdular. Bu açıkça ırkçı öneri, Mihver
tarafından reddedildi. Vichy hükümeti, kısa zamanda, Japonların isteklerine
boyun eğdi. Çin-Hindi’nin işgali Thailand’ın Mihver’e katılma kararı ile
birlikte, Japonya’ya Asya’nın bütün öteki bölgelerinin istilâ edilmesi için
kuvvetli mevziler sağladı. Çin-Hindi’nde Fransız sömürge yönetim cihazı el
sürülmeden, olduğu gibi bırakıldı; sadece yeni efendilere hizmet etti. Burma ve
Java gibi başka yerlerde ise Japon’lar, «Asya, Asyalılar için» şiarı ile milliyetçi ve
Batı karşıtı duyguları ustalıkla kullanarak Asyalı işbirlikçiler buldular. Hem
Çin-Hindi’nde Fransızlarla iş yapmış olanları, hem de Asya’nın öteki
kesimlerinde «milliyetçi» işbirlikçileri tutmaları, Japonların, mevcut sosyal
yapıları sarsmadan bu bölgelerin kaynaklarım kullanmak gibi faydacı bir
girişimlerini yansıtıyor.
Japon’ların
ve Amerika Birleşik Devletleri’nin çıkarları, uzlaştırılamazdı. Amerika
Birleşik Devletleri önderleri, yıllar yılı, Japon’lara, eşit olmayan bir
ortaklık önermişlerdi. Washington Deniz Konferansı Japon’lara askerî bakımdan
aşağı bir durumu açıkça kabul ettirmişti. Japonya, Amerika Birleşik Devletleri
ile işbirliği yapmanın zor bir iş olduğu kararına vardı ve en son tuttuğu yol,
Washington’a açık bir meydan okumaydı. Bu yola savaş tehlikesi hep eşlik
ediyordu. Kışkırtıcı davranışlar, Pearl-Harbour ile başlamış değildir. ABD
gambotu Panay’a yapılan saldırı, hem Japonya’nın bu kararının hem de
Amerika’nın her zaman hazır deniz tehdidinin işareti olmuştur. Çin’deki
Amerikan çıkarlarının korunması ihtiyacı, uzun zamandan beri, Doğuda Amerikan
savaş gemilerinin bulundurulması gereğini emretmiş bulunuyordu. Amerika
Birleşik Devletleri ile Japonya arasındaki ilişkilerin son ve kesin olarak
kopması, tesadüf eseri değildi. 6 Aralık 1941’ de Pearl-Harbour’un bombalanması
sadece coup de grace (son darbe) olmuştu.
Amerika’nın
Pasifik’teki savaş hedefleri oldukça karışıktı. En açıkça belli olanı, Amerika
Birleşik Devletleri’nin Japonya’yı askerî bakımdan yenmek, bozguna uğratmak
peşinde olduğudur. Amerika bu amacım gerçekleştirmek için, komünistler
tarafından yönetilen milliyetçi hareketler dahil, değişik kaynaklardan meydana
gelmiş bir müttefikler topluluğu topladı. Fakat savaşın siyasî hedefleri bu
kadar basit değildi. Başkan Roosevelt, savaşa girmeden önce bile, savaş sonrası
muhtemel kazançları uzun uzun düşünmüştü. İngiliz imparatorluğunun parçalanıp
dağılması, Amerikan iş çıkarları için özel bir önem taşıyordu. 12 Ocak 1940’ta
Başkan, iş-ticaret dergilerinin sahip ve yayımcılarından bir gruba şunları söyledi
:
«Bildiğiniz
gibi, İngiliz’ler bu savaşta paraya muhtaçtırlar... Bütün yeryüzünde...
tramvay, elektrik ışığı kumpanyaları gibi pek çok şeye sahiptirler, Ama bu
savaşı sürdürürken İngiliz’ler bu denetimden uzaklaşmak zorunda kalabilirler,
belki de biz sonunda oralardaki mal sahipliklerine adım atabilir veya büsbütün
elimize geçirmek için gerekli malî düzeni kurabiliriz. Bu, müthiş ilgi çekici
bir iştir ve gelecekteki ticaretimizin en önemli işlerinden biri, bunu o ışık
altında incelemektir.»
(Basın
Konferansı 614A)
Demek,
Roosevelt, savaş sırasında, Churchill’in İmparatorluğu eski haline getirme
planlarım tutmakta özel bir ilgi göstermiş değildi. İngiliz Hindistan’nın
bağımsızlığını da, özellikle onaylamıştı.
Savaşın
daha başlangıç noktalarında, Chiang Kai Shek’in yönetimi altında «kuvvetli» bir
Çin’in, savaş sonrası Asya politikasının temeli olması, belirsiz bir şekilde,
kararlaştırılmıştı. Bu demektir ki Amerika’nın Doğuda istikrar kurma planı,
Asya’nın kendi dışında kalan kesimlerine göre «kuvvetli», fakat Amerika
Birleşik Devletleri’ne kıyasla zayıf bir Çin meydana getirmekti. Amerikalılar,
Amerikan kapitalizminin çıkarlarına düşman olan geleneksel Batı emperyalizminin
iki niteliğini doğru olarak tespit etmişlerdi. İlkin, İngiliz imparatorluğunun sömürgelerine
Amerikalıların yaklaşmasını, bu karşı kuvvetin siyaseti iyice
sınırlandırıyordu. İmparatorluk sömürgeleri ile ticaret söz konusu olduğu zaman
hiç bir eşitlik, hiç bir «açık kapı» yoktu, olamazdı. Bu, sanayiin büyüyüp
genişlemesi döneminde bile Amerika Birleşik Devletleri’nde beslenmiş olan
sömürgeciliğe karşıt ruhu meydana getiren önemli bileşenlerden biridir. İkinci
olarak, kaba ve zalim yönetimin, huzursuzluk ve toplumsal devrime sebep olarak,
kendi kendini yıkıp yok etmekte olduğu görülmüştü. Amerikalılar, komünist
olmayan millî devrimlerin dahi Amerikan mallarına el konulmakla
sonuçlanabileceğini Meksika meselesinde görmüş bulunuyorlardı. Bundan dolayı,
tedbirli yöneticiler, bir yandan sömürgeciliğe karşı ve millî bağımsızlıktan
yana imiş gibi görünürken, bir yandan da, büyük sosyal değişikliklere
girişmeyecek olan yerli seçkinlere yardımı öngören bir siyaseti benimsediler.
Yerel (mahallî) egemen gruplarla ve iş adamlarının çıkarlarıyla ortaklık etmek,
tam sömürgeleştirmenin tehlikesine tercih ediliyordu. Çin, bu siyasete bir
örnekti. Filipinler’de komünistlerin yönettiği milliyetçi gerillalara karşı
duyulan korku, aynı çizgiler içinde bir savaş sonrası bağımsızlığı için plânlar
yapılmasını tahrik etti.
Vietnam
meselesi, daha zordu. Çin’den ve Filipinler’den farklı olarak Çin Hindi,
Amerikan sermayesinin girmiş olmadığı ve hemen hiç Amerikan nüfuzunun
bulunmadığı bir bölgeydi. Fransızlar, yerli yöneticileri yetiştirmek için hemen
hiç bir adım atmamışlardı. Kokuşmuş «milliyetçiler» ile, adı var olup kendi
olmayacak, saymaca (itibarî) bağımsızlığın verilmesi yolunda hiç bir anlaşmaya
varılmamıştı. Ağır ve tehlikeli bir durum, hızla gelişmiş bulunuyordu.
Fransız’lar, Japonlarla işbirliği yapıyorlardı. Japonlarla Fransızların
karşılıklı güvensizlikleri yüzünden meydana gelen kaçınılmaz karışıklıktan
yararlanarak, sürgündeki Vietnam gerçek milliyetçileri Güney Çin’den geçip
sınırı aşmaya ve bir direnme hareketi kurmaya başladılar. Bu harekette başlıca
teşebbüsü komünistler yapmışlardı. Viet Nam Doc Lap Dong Minh veya kısaca Viet
Minh) diye tanınan bir güçbirliği (coalition), Ho Chi Minh’in önderliğinde,
kuruldu. Bu kuruluşa katılma, unutulmaz bir genişlikteydi. Viet Minh, Japonlara
ve onlarla işbirliği yapanlara karşı bir gerilla savaşı yürüterek bütün kır ve
köylük yerlerde direnme hareketini yerleştirdi. Amerika Birleşik Devletleri
ve müttefikleri Viet Minh’i desteklemeyi kabul ettiler ve gerillalara havadan
bazı araç, gereçler ve erzak attılar. Viet Minh’i komünistlerin yönettiği
ise, elbette, bilinmeyen bir sır değildi. Savaş sona erince Amerika Birleşik
Devletleri Vietnam’ın en iyi nasıl «istikrara» kavuşturulacağı ve Amerikan
çıkarları için en iyi nasıl elde edileceği meselesi ile karşı karşıya kaldı.
Daha
önce de belirtmiş olduğum gibi Amerika Birleşik Devletleri Vichy hükümetini
savaştan sonra ÇinHindi’ni kaybetmek tehlikesiyle tehdit etmişti. Savaş
sırasında Çin-Hindi’nin gelecekteki kaderinin tartışıldığı büyük
devletlerarasındaki konferanslardan Hür Fransızlar da dışarda bırakılmışlardı.
Amerika Birleşik Devletleri bu gibi meseleleri ele alan dördüncü devlet olarak
Chiang Kai Shek’i tercih ediyordu. 1944’te bile Cumhurbaşkanı Roosevelt Çin
Hindi meselesinde en iyi çözüm yolu olarak bir «vesayet»ten üstü örtülü bir
şekilde söz ediyordu. Bu gibi önermeler kısa zaman içinde meydana getirilmek
üzere olan Birleşmiş Milletler kuruluşunun ışığı altında tartışılıyordu. Fakat
vesayet, bağımsızlığa, yöresel muhtar hükümetlere doğru derece derece
ilerlemeyi gerektiriyordu. Viet Minh bu taslağın ilersindeydi.
9
Mart 1945’te Japon’lar, bir darbe sahneye koydular. Müttefik kuvvetler zafere
daha çok yakınlaştıkça, işbirliği yaptıkları Fransızların güvenilmez elemanlar
haline gelmelerinden korkuyorlardı. Fırsatçılık edip taraf değiştiremezler
miydi? Japon’lar hemen, büyük sayıda Fransız’ları yakalayıp hapsettiler.
Bunlardan bir çoğu da kamunun önünde küçük düşürüldüler. Japonların
Fransızlarla başa çıkacak kadar kuvvetleri vardı, fakat bu kuvvetler Viet Minh
ile uğraşmakta büsbütün yetersiz kalıyorlardı. Milliyetçilerden bazılarını elde
etmeye giriştiler ve Bao Dai adında birinin kendi vasilikleri altında
«İmparator» mevkiini kabul etmesini başardılar. Kendi saflarında savaşmak üzere
gençlik birlikleri ve Vietnamlı askerî birlikler kurma girişimleri, aslında
başarısızlığa uğradı; sadece birçok Vietnamlının askerlik hünerlerini öğrenmesi
ve Viet Minh kuvvetleri için silâh elde etmesi imkânım vermekle kaldılar. 1945
ilkbaharında Viet Minh’in kazançları çok büyük oldu; özellikle Kuzeyde geniş
bölgeler elde edilip sağlamlaştırılmıştı. Yaz geldiğinde, artık, fiilî (de
facto) devlet iktidarı olduklarım iddia edecek ve böyle olduklarının
tanınmasını isteyecek duruma gelmişlerdi.
Bu
çeşitli olaylar 1945 yılında, karar verme durumundaki Amerikalılar için bir
bunalım havası yaratmıştı. Kurtulan Avrupa’da ortaya çıkan ve yükselen komünist
kuvvetlerin gücü, birçok siyaset planlayıcılarının savaş zamanı stratejisini
yeniden gözden geçirip yeniden değerlendirmelerine sebep ol muştu. Bundan başka
Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Demokrat Parti’nin 1944 genel toplantısında
tutucu (muhafazakâr) unsurlar kendilerini kuvvetle hissettirmişlerdi.
Cumhurbaşkanı yardımcısı Henry Wallace’ın yerini Harry S. Truman almıştı. Bunun
ardından, Dışişleri Bakanlığında önemli değişiklikler oldu: Dışişleri Bakanı
Edward R. Stettinius oldukça değişik bir dış politikayı çizerken, kendisine
yardımcı olarak Dean Rusk ve Nelson Rockfeller gibi adamları seçiyordu.
Roosevelt’in ölümü ve bunu izleyen personel reorganizasyonu takım değişikliğini
kesinleştirdi. Dışişleri Bakam Byrnes’in antikomünizmi, şüpheye yer
bırakmayacak kadar açıktı. Bu yeni takımın ilgilendiği başlıca mesele,
Japonya’nın askerî bakımdan yenilip bozguna uğratılması değildi. Aslında bu,
zaten başarılmıştı; 1945 ilkbaharında Japon deniz ve hava kuvvetleri her
bakımdan hareket edemez hale getirilmiş bulunuyordu. İlkbahar başlangıcında
Japonları muhtemel teslim şartları konusunda Sovyet önderleriyle temasa
geçmişler ve Sovyetler de bu haberi Amerika Birleşik Devletleri’ne
aktarmışlardı. Fakat bu sıralarda Amerikalılar, artık, ince siyasî meselelerle
fazlasıyla meşguldüler.
Amerika
Birleşik Devletleri, savaş sonrası dünyasında tartışma götürmez, tartışılamaz
egemenlik istiyordu. Rus’lar, gerçek bir tehlike değillerdi. Savaş onları hemen
hemen mahvettiği için, Amerika Birleşik Devletleri’nin askerî ve sınaî gücü ile
boy ölçüşemezlerdi. Bundan başka, Stalin’in ideolojik etkisi Amerika’yı
doğrudan doğruya tehdit etmiyordu. Gerçekten Stalin, birleşik «cephe»yi canlı
tutmak için devrimci yolla iktidarın ele geçirilmesine karşı fikir ve öğüt
verme isteğim göstermiş bulunuyordu. Örneğin Fransa’daki durumda, Maürice
Thorez Moskova’da uzun zaman kaldıktan sonra döndüğünde, komünistlerin
yönetimindeki yeraltı hareketi (FFI), iktidarı ele geçirmek üzereydi. Maurice
Thorez, Partisini, uluslararası komünist hareketin genel ve tümel çıkarlarının,
De Gaulle’ün Paris hükümetine bütün iktidarın verilmesini emrettiğine
inandırdı. Bununla birlikte Asya’da hayli değişik bir durum vardı. Savaş
sırasında sömürgeciliğe karşı çok büyük kuvvetler meydana gelmişti. Yüz
milyonlarca Asyalı —Çinli, EndonezyalI, VietnamlI, Filipinli— kendi hayatlarını
geri dönülmez bir tarzda değiştirmekte olan bir mücadelenin parçalarıydılar.
Burada, Amerika Birleşik Devletleri’nin uğraşmak zorunda olduğu, yerleşik ve
derin bir toplumsal kuvvet vardı.
Amerikalılar,
başlangıçta, Asya’da Sovyet etkisini azaltmaya çalıştılar. Bağımsızlıkları için
dövüşmekte olan bölgelerde sosyalist devletlerin ortaya çıkmasını
cesaretlendirecek her şeyden korktukları için, Rusların Asya’da her faaliyetini
önlemek istiyorlardı. Yalta Anlaşmalarının şartları, 1945 yazında, Rusların
Asya sahnesine girmelerini sağlamıştı. Hiroshima’yı ve Nagazaki’yi yakıp kül
etme karan verilirken bu faktör, bir de milliyetçi hareketlerin gücü sıkı
sıkıya akılda tutulmuştu. Bu kararın alınmasına varan sebeplerin tümü, elbette,
karmaşıktır. Bununla birlikte iki şehirde değişik tipte iki atom bombasının
kullanılmış olması, binlerce insanın canı pahasına, hesaplı bir deney yapılmış
olması fikrini akla getiriyor. Atom bombasının bütün gelişimi boyunca, önde
gelen siyaset yapımcıları, şüphesiz, bunun Sovyet üst yöneticilerini sindirmek
için ne kadar yararlı olacağını hesap ediyorlardı. Fakat nükleer cihazların
korkunç gücü, insanların oturmadığı bölgelerde kullanılarak da kolaylıkla
gösterilebilirdi. Demek ki bunları Asya şehirleri üzerinde kullanmak kararının
iki sebebi olduğu anlaşılabilir. İlkin, psikolojik sebep vardır: Atom
bombalarını Japon’lar üzerinde kullanmak bir efsaneyi, yani Japon’ların teslim
olmalarını sağlamakta şehirlerin bombalanmasının kesin etken olduğu efsanesini
doğurdu. Açıkça görülen sebeplerle Sovyet önderlerinin bu efsaneye inanmaları
beklenemezdi. Fakat Japonların altı ay önce barış isteğinde bulunmuş
olduklarını bilmeyen milliyetçi Asyalı liderler ve Batı’nın sıra insanları,
masalı hemen doğru olarak kabul ettiler. Batılılar, kara savaşına tercih
edilecek teknolojik bir başka yolun (altemative’in) var olduğuna inanmak
istiyorlardı. İkinci olarak, bombalar, Amerikan gücünün Asyalı yığınları bir
tek darbede yok etmek için kullanılabileceğini ve kullanılacağını açıkça
göstermek için atılmıştı. İki Japon şehrinin yakılıp kül edilmesinin Amerika’ya
Asya’da halkın sevgisini kazandırması, hele Asyalı milliyetçilerin Japonya’ya karşı
—evvelce belirtildiği gibi— çok kesin olmayan belirsiz tutumu gözönüne
alınırsa, pek beklenemezdi. Bu korkunç bombalama eylemi, ancak. Asyalı
milliyetçileri dehşet içinde bırakmak için düşünülmüş olabilir.
Viet
Minh, sinecek gibi değildi. 1945’in Ağustos ayı içinde güçlerini pekiştirmeye
giriştiler. 19 ağustosta Hanoi’de bir hükümet kuruldu, Fransızların ve
Japonların emri altındaki kukla imparator Bao Dai tahttan çekilmeye razı
edildi. 25 Ağustosta Saigon’da yeni hükümetin desteklendiğini ilân etmek üzere
büyük bir miting yapıldı. 2 Eylül 1945 günü Ho Chi Minh, kaderin cilvesine
bakın, 4 Temmuz 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirisi esası üzerine dayanan bir
bağımsızlık bildirisi yayımladı. Viet Minh’in açık ve cesur hareketi, Amerika
Birleşik Devletleri’ni Çin Hindi meselesinde bir karara varmaya zorladı.
Müttefikler Ho Chi Minh’e sırtlarım çevirerek oradaki Japon’ları daha
«güvenilebilir» elemanların teslim alması yolunu seçtiler. Viet Minh’in
Japonların silâhlarım almasına ve böylece kendi bağımsızlıklarım savunmak üzere
silâhlanmalarına imkân vermektense, müttefikler, Çin Hindi’nde Japon’ların
teslim alınması sorumluluğunu Kuomintag’a ve İngilizlere verdiler. İngiliz
sömürge birlikleri Burma ve Hindistan’dan gelerek Vietnam’ın güneyine girecek,
Chiang Kai Shek’in birlikleri de kuzeyde hareket edecekti. Gerçekte bu
kuvvetlerden hiç biri açıklanan görevi gerektiği gibi yerine getiremedi.
Güneyde Tümgeneral Douglas Gracey komutasında İngiliz yönetimindeki birlikler
Japonların silâhlarım almak ve Japon’ları yurtlarına göndermekten çok Fransız
yönetimini yeniden kurmakla ilgileniyorlardı. Japon’lar tarafından son tevkif
edilmiş bulunan Fransızların serbest bırakılmalarım derhal sağladılar ve beş
bine yakın Fransız’ı yemden silâhlandırdılar. İngiliz’ler açıkça Viet Minh’i
iktidardan indirmek için hareket ettiler ve 23 Eylülde Fransız’lar,
İngilizlerin tamamıyla desteklediği bir darbeyi sahneye koydular. Fransız’lar,
Asyalılar elinde küçük düşürülmelerinin intikamını almak için yanıp
tutuşuyorlardı. Egemenliklerinin, tam bir hükümet cihazı kurma çabası içinde
bulunan Viet Minh tarafından tehdit edildiğini doğru olarak hissediyorlardı.
Fransız’lar, İngilizlerin yardımıyla, Viet Minh’e karşı temizleme hareketlerine
giriştiler. Fransız’lar ve İngilizler birçok defalar bu hareketlere katılmak
üzere Japon askerî birliklerini de kullandılar. İngiliz’lerin Viet Minh’e ilk
olarak Viet Minh’in Japon ajanları olduğu bahanesi ile saldırdıkları,
hatırlanmaya değer.
Bu
arada kuzeyde Kuomintang, ayırd edici niteliği olan, tehlikeden ve savaştan
çekingenliğini ortaya koyuyordu. Bu kokuşmuş kuvvetler, her zamanki gibi, en
yüksek fiyat verene veya ona en yakın fi yat teklif edene hizmet etmek
istiyorlardı. Bunun sonucu olarak da Viet Minh Japon’ları fiilen teslim almakta
olduğu halde onlar işlere çok az karışıyorlardı. Üstelik, Kuomintang muvazzaf
erlerinden bir çoğu, ellerindeki değerli Amerikan silâhlarım Viet Minh’e
satıyorlardı. Viet Minh, bu sebeplerle, güneydeki zorluklara rağmen, barışın
ilk ayları esnasında, kuzeyde durumunu kuvvetlendirmeye doğru büyük adımlar
atabilmişti.
Bu
savaş sonrası dönemi, öyle görünüyor ki, Viet Minh için pek çok şaşırtıcı
olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’ni bir düşman gibi göremediler. Amerika
Birleşik Devletlerinin onlara karşı tavrı elbette açık olmamıştı. Örneğin New
York Times 21 Eylül 1946 günlü başyazısında şöyle diyordu:
«Ho
Chi Minh... Viet Nam’dır. Görünüşte uysal ve mazlum ama amacında çok kararlı
olan bu garip, ufaktefek şahsiyet, yeni devletin ruhunu, isteklerini,
özlemlerini ve belki de geleceğini cesaretlendirdi. O, bu devleti yoğurup ona
biçim verdi, ateşten geçirdi, gelecekte de ona rehberlik edecektir.»
Viet
Minh, bunun gibi, Fransa’daki sosyalist-komünist koalisyon hükümetine de belli
bir ölçüde güvenmişti. 1945 ile 1947 arasında Viet Minh, Fransa’dan en ılımlı
şartlarla bağımsızlığım almak için konuşmalara girişti. Bu dönemin Viet Minh
edebiyatı, Çin — Hindi’nde Fransız sömürgeciliğinin sürdürülmesinin, Fransız
halkı veya Amerikan halkı, hatta
Amerikan
kapitalistleri tarafından değil, sadece Fransız kapitalistleri küçük grubu
tarafından destekleneceği görüşünü yansıtır. Fakat 1945 yılı sona ermeden önce
Fransız’lar güney Vietnam’a elli bin kadar asker gönderdiler. Cumhurbaşkanı Ho
Chi Minh, Fransız’larla Mart 1946’da bir anlaşma imzaladı; bunda açıkça şöyle
deniyordu:
«Fransa
hükümeti, Vietnam Cumhuriyetini kendi hükümeti ve parlamentosu, kendi ordusu ve
maliyesi olan ve Fransız Birliği’nin Çin-Hindi federasyonunun bir kısmını
teşkil eden özgür bir Devlet olarak tanır».
Fransız’lar
Viet Minh’e verdikleri bütün sözleri bilmezlikten geldiler ve bu sözleri tutmak
yerine on binlerce asker göndererek güçlerini hızla eski hale getirdiler.
Yabancılar Lejyonu askerlerinin varlığı, şehirlerde hemen çarpışmalara sebep
oldu. Kıyımlar (katliâmlar) yaygınlaşmıştı. Fransızların geçici çözüm yoluna
(modus vivendi) gösterdikleri saygı, komediydi. Son bir kuvvet gösterisi olarak
23 Kasım 1946’da Haiphong’u bombaladılar. Masum binlerce sivil öldürüldü.
Barışçı hiç bir çözüm yolu, mümkün değildi.
Marshall
plânı olmasaydı, Fransa, bu olayların ardından gelen, çok masraflı ve sürüp
giden savaşın giderlerini ödeyecek durumda olmayacaktı. Amerikan yardımı savaşı
mümkün kılmakla kalmadı; savaşın yürütülüş tarzı üzerinde de önemli etki yaptı.
Fransa’daki koalisyon hükümetlerinin ayırdedici nitelikleri üzerinde Amerikan
yardımının yaptığı etki konusunda yorum yapmadan şunu anlayabiliriz: Amerika
Birleşik Devletleri Çin Hindi savaşı için yeni bir görünüm (image) yaratmaya
girişti, bu savaşın malî yükünü gittikçe daha fazla taşımaya başladı ve kısa
bir zaman sonra, Fransızların kazanamayacakları belli olunca, o savaşa müdahale
etmeyi düşünmeye başladı. Başlangıçta Amerika Birleşik Devletleri Çin Hindi’nde
Fransız egemenliğinin yeniden kurulmasından yana idiler; bunu Fransız sömürgeci
çıkarlarına olan büyük sevgilerinden değil, fakat, Fransa, yatırım yapan
Amerikalılarla işbirliği yapmaya ve Amerikan yardımım kabul etmeye sosyalist
Vietnam’dan daha hazır göründüğü için yapmışlardı. Fransız’lar Amerika’nın
müşterileri idi; bu ilişkiler belli olduğuna ve bilindiğine göre Çin-Hindi’nde
Fransa’nın yüzeyde kalan egemen durumlarından Amerikalılara herhangi bir zorluk
gelmesi pek beklenemezdi. Fakat Fransız’lar yerlilerin bir başkaldırmasını
bastırmak zorunda kalmışlardı, Amerika Birleşik Devletleri ise başka birinin
zalim sömürgeci savaşını desteklemek için en az sıkıntılı yolu bulmak
durumundaydı.
Amerika
Birleşik Devletleri Fransızlara, savaşa bir sömürge istilâsı görünüşü verilirse
Ame rikan yardımının kesileceğini açıkladı. Amerikalılar, savaşın antikomünist
bir haçlılar seferi; yıkıcı unsurlara, haydutlara ve âsilere karşı yapılan bir
savaş; Sovyet emperyalizminin saldırgan taşanlarım durdurmak için yapılan bir
savaş görünüşüne sahip olması gerektiğim ileri sürüyorlardı. Böyle bir savaşı
yürütecek olumlu yana gelince, savaş, Vietnam’daki daha «gerçekten» milliyetçi
bir kuvvet tarafından yapılmalı ve sömürgeci bir devlet tarafından değil,
Fransa ve onun Hür Dünya Müttefikleri tarafından cömertçe desteklenmeliydi.
Ortada duran besbelli bir zorluk vardı: savaş devam ediyordu, Fransızların
milliyetçi bir hükümeti desteklemek iddiaları da yoktu. Gerçekten Fransa,
gerektiği gibi seçilmiş olan Ho Chi Minh hükümetinin meşruluğunu 1946’da
tanımıştı. Dövüşün ortasında Amerika Birleşik Devletleri, desteklediği tarafın
kişiliğinin iptal edilmesini öneriyordu. Bu siyaset yeteri kadar zordu; fakat
bu saçma plana katılacak bir «milliyetçi» bulma görevini yerine getirmek ise
hemen hemen imkânsızdı.
Bu, baştan itibaren
bir Amerikan plânıydı
Çin’in
ve Filipinler’in «bağımsızlıkları» konusundaki Amerikan planlarından geniş
ölçüde esinlenmişti. Uygun, elverişli «milliyetçi»yi bulanlar, Amerikalılar
oldu. Cumhurbaşkanı Harry S. Truman, adamı Wüliam C. Bullit’i araştırmayı
yönetmekle görevlendirdi. Bullitt’in bulduğu adam, hiç de hayal gücünü
gerektiren biri değildi; bulunan adam, evvelce Japon’larla yaptığı iş birliği
sebebi ile sivrilmiş olan Bao Dai’den başkası değildi. Bundan başka, Bac Dai,
daha önce, Viet Minh lehine resmen tahttan çekilmiş ve Ho Chi Minh’in fahrî
siyasî danışmanı görevini almıştı. Viet Minh hükümetine duyduğu il gi kısa
ömürlü olmuş, Hong Kong’un gece hayatının isimsiz kargaşalığına dalıp kısa
zamanda gözden kaybolmuştu. Hong Kong’tan Fransız Rivyerasına gitti sonunda; Bullitt
ona işte orada rastladı. Bao Dai’yi yeniden «siyaset»e dönmeye ikna etmek çok
zaman aldı, fakat iki yıl süren tartışmalardan sonra, o, tahttan çekilme
kararım geri almaya ve kendisine yeniden verilen «İmparator» sanım kabul etmeye
razı oldu. Fransız sömürgeci savaşının, resmen, «meşru» Bao Dai hükümetinin
savunma savaşı haline dönüşmesi ancak 1949 yazından itibaren olmuştur.
Çin-Hindi
savaşının değişiminin (metamorphosis) acayipliği ve yavaş yürümesi, Amerikan
siyasetini kuranlar için bir büyük kızgınlık kaynağıydı. Bundan başka, Bao
Dai’nin ayyuka çıkan ünü de, Chiang Kai Shek’in çevresinde toplanmış bulunan
kokuşmuş kliğin taşıdığı kara lekeyi hatırlatmaktaydı. Çin’de uğranan
başarısızlık, tehlikeli bir işaretti. Bütün bunlar, Fransızların uğradıkları
başarısızlıklarla birlikte, Amerikan haber alma ajanlarını [casuslarını] başka
birini bulmanın gerekli olduğuna inandırdı. Bu dönemde Amerika Birleşik
Devletleri personelinin gizli çalışmaları, Graham Greene’nin The Çuiet American
(Sessiz Amerikalı) romanına konu olmuştur. Hırpalanmış Fransız kuvvetleri o
boşu
boşuna
savaşlarım sürdürdükçe, enerjik ve çoğu zaman bön C.I.A. ajanları, kimi zaman
da üniversite mensupları kişiliğine bürünerek Bao Dai’nin yerine geçebilecek
binlerini sessizce arayıp taramaya başladılar. Seçtikleri kişi iyi bilinir:
Tokyo’da 1950 yılında Profesör Wesley Fishel tarafından keşfedilen, Ngo Dinh
Diem.
Savaş,
Fransız’lar hesabına kötü gidiyordu. Savaşı Savunma Bakanlığı değil de
Sömürgeler Bakanlığı yönettiği için, Fransız Anayasasının kurallanna göre Çin
Hindi’nde savaşmak üzere kur’a askeri göndermek imkânsızdı. Bu yüzden Fransız
subaylan, Viet Mirıh direnme hareketine karşı yabancılar lejyonunundan, ücretli
askerlerden ve sömürge ordularından meydana gelen karmakarışık bir tayfayı yönetiyorlardı.
Afrika’dan ve Batı Hindistan’dan gelen siyah renkli askerler, tecrübelerden
güçlü dersler aldılar. Irkçı bir istilâ savaşında bozuk para gibi harcanmakta
olduklarını çabuk fark ettiler. Bundan başka, Afrika’daki askerî garnizonlardan
büyük sayıda sömürge askerlerinin çekilmesi, kuzey Afrikadaki sömürgelerde
Fransız savunmasını zayıflattı. Garnizonların zayıflamasının, Afrikalıların
askerî tecrübe kazanmasının ve Viet Minh’in mücadelesinin doğrudan doğruya
esinlemesinin birlikte etkisi Tunus (1952), Fas (1953) ve Cezayir (1954)
savaşçı direnme hareketlerinin gelişmesine katkıda bulundu. Vietnam’daki
devrimin uluslararası önemi iş te böyledir.
1954’te
Fransa Çin-Hindi’ne 400.000 den fazla insan dökmüş bulunuyordu. Birleşmiş
Mületler’de Fransız delegesi Jules Moch’un 22 Temmuz 1954 tarihli New York
Times’ta çıkan sözlerine göre Fransız saflarında 92.000 ölü ve 114.000 yaralı
vardı. Savaşın maliyeti yedi milyar dolar kadardı. Fransız subayları Saint
Cyr’deki Fransız askerî akademisini bitirir bitirmez Vietnam’da yok
ediliyorlardı. Fransız’lar, savaşı yürütmekte gittikçe daha az istekli hale
geliyorlardı. Doğrudan doğruya Amerikan müdahalesi için sahne hazırdı. 4 Temmuz
1954 tarihli New York Times şu haberi veriyordu:
«İçinde
bulunduğumuz yılda Çin Hindi’ndeki savaşta Fransız Birliğinin giderlerinin
yüzde yetmiş sekizini Amerika Birleşik Devletleri ödemektedir.»
1954
yılı başlarında Dien Bien Phu kuşatması başladığı zaman Amerika'nın müdahalesi
meselesi, araçlardan sadece bir tanesiydi. John Foster Dulles’ın Bidault’ya
Dien Bien Phu’da nükleer silâhlar kullanılmasını önerdiğine dair işaretler
vardır. Cumhurbaşkanı yardımcısı Nixon, 1954 Nisanında, Vietnam’da Amerikan
kara kuvvetleri kullanıldığı takdirde kamu tepkisinin ne olacağım ölçmek için
deneme balonları uçuruyordu. O tarihte bu gibi askerî taahhüt ve bağlantılara
girilmesini önleyen birtakım faktörler vardı.
Dien
Bien Phu savaşı sırasındaki Senato müzakerelerinde John F. Kennedy gibi etkili
politikacılar Amerika Birleşik Devletleri’nin Fransız’lardan yana müdahalesine
karşı koymuşlardı. Kore anıları henüz yaşıyordu. Amerikan halkı kendi
çocuklarım bir Asya savaşında ölmek üzere göndermeye çok istekli değildi.
Amerika Birleşik Devletleri hükümetinde etkili unsurlar, bunu, Vietnam’da işe
yeni ve başka bir noktadan başlamak için fırsat saydılar. C.I.A. çoktan beri
Bao Dai’den kurtulmak ve hiç çekici olmayan sömürge savaşı görüntüsünü kenara
atmak istiyordu. Bütün taraflar dikkatlerini Cenevre Konferansına topladılar.
Konuşmalar,
aylarca sürdü. Dien Bien Phu, 8 Mayısta düştü ve Fransız’lar Vietnam’ı bırakmak
istediklerini açıkladılar. İngiliz’ler ve Amerikalılar sade bir strateji
kullanıyorlardı: onlara, ne olursa olsun, vadediniz. Cenevre anlaşmalarının
metni Viet Minh aleyhine kolay yorumlanamazdı. Anlaşmalar bütün yabancı
personelin geri çekilmesini, serbestçe seçilmiş bir hükümetin yönetimi altında
millî birliği ve yeni yabancı askerî birliklerin sokulmasını yasaklayan
hükümleri kapsıyordu. Bununla birlikte, sahnenin arkasında Amerikalılar çok
çalışıyorlardı.
7
Temmuzda Bao Dai, Amerika’nın adamı Ngo Dinh Diem’i başbakan tayin etmeye razı
edildi. Buna ek olarak Amerikalılar «danışman»larını ve başka sivil kişilerini
gizlice Güney Vietnam’a sokmaya başlamışlardı.
1954’ten
bu yana hikâye iyi bilinir. Amerikalıların sorumluluğu açıkça meydandadır.
Şimdi neye ihtiyaç olduğu, oyun yazarı Peter Welss tarafından inandırıcı bir
biçimde anlatılmıştır:
«Zengin milletlerin işgali,
ceset kokularına bulanmıştır. Bu ülkelerdeki politikacıların gözyaşlarına
boğulmuş seslerle sözünü ettikleri ilerleme, gittikçe daha fazla, insan
hayatının sona erdirilmesinde ilerleme gibi görünmektedir. Amerika, birçok
gerçek demokratı barındıran o ülke, özgürlükleri ve bağımsızlıkları için
uğraşan halklara, Guernica’nın, Lidice’in ve Maidenek’in mirasçısı olarak
görünüyor. Tarafsızlar, durumu seyrediyor, zaman zaman protestolarını dile
getiriyor, fakat gene de büyük ticaret ortağı ile anlaşmazlık haline girmek
istemiyorlar ve uzlaştırıcı yönler araştırıyorlar. Batı ülkelerindeki işçiler,
dev gibi sendikalarıyla, susuyorlar. Bu işçiler, orta sınıf değerlerini
devralmakla meşgul iken, Afrika ve Lâtin Güney Amerika proletaryasının hâlâ en
utanç verici şartlar içinde yaşadıkları ve Güneydoğu Asya’da yüzbinlercesinin
canına kıyıldığı gerçeğine gözlerini yumuyorlar. Susuyorlar, oysa, hep
birlikte, ortak bir bildiri ile bu kan deryasını önleyebilecek olanlar, sadece
onlardır. Bugüne kadar öğrencilerin, bilim ve sanat adamlarının ve yazarların
seslenmelerinin etkisi hep sınırlı oldu. Fakat milyonlarca işçi sonunda bir
ayağa kalkıp da konuşsaydı ve Amerikan savaş hareketlerine artık son
verilmesini kendi emrindeki bütün araçlarla ve ke sinlikle istemiş olsaydı,
Johnson ve hükümetinin cinayetleri sürdürmesi güç olurdu.»
Sh:9-33
Kaynak. Bertrand Russell, Vietnam’da Savaş Suçları, [1967. War
Crimes in Vietnam.] TÜRKÇESİ : NİYAZİ ATAKOĞLU, Bilgi Yayınevi 1967, Ankara
Çeviri: Muammer Sencer
RUSSELL’İN FİZİK GÖRÜŞLERİ
(MUAMMER
SENCER) Russell’ın fizikle ilgili görüşlerini anlatmağa çalışacağım.
Anlatacaklarım, artık aramızda bulunmayan Russell’ı biraz daha tanıma imkânı
verecektir sanırım.
Russell
gibi çok yazmış bir düşünürün, çeşitli yapıtlarına dağılmış görüşlerini
derleyip toparlamak oldukça güçtür. Genellikle onun, fizikteki gelişmelere
karşı ilgisi, yirminci yüzyılın başında görelik (izafiyet) kuramlarının ortaya
çıkışıyla yoğunlaşmıştır denebilir. Bunu, Dış Dünya Hakkındaki Bilgimiz (1914),
Göreli Çekim Kuramı (English Review, c. 30 (1920), Atomların ABC’si (1923),
Göreliğin ABC’si (1925), Maddenin çözümlenmesi (1S27), Özet Olarak Felsefe
(1927) gibi yapıtlarda görüyoruz.
DÜNYADA HER ŞEY OLAYLARDAN KURULUDUR
Russell’ın
fizik hakkındaki görüşlerine onun olay kavramını dile getiriş tarzıyla
girilebilir:
Dünyada
her şey olaylardan kuruludur. O, küçük, sonlu bir süreye ve uzay içinde sonlu
bir uzanıma sahiptir. Uzay zamanın sonlu küçük bir miktarını ihtiva eder. Tek
tek renkler, sesler ve cansız dünyada onların husule gelmesini sağlayan
nedenler, birer «olay»dır (Özet Olarak Felsefe, s. 276 v.ö.)
Russell’ın
bu tanımı, olayın niteliği hakkında bilgi vermemektedir. Meselâ, çekim, diyelim
ki bir parçacığın yönünü değiştirir. İmdi burada olay nedir? Çekim mi,
parçacığın hareketi mi, yoksa, onun değişen yönü mü? Biz sadece tanımlamak
istediğimiz bir durumu ele alıyor ve onu, ötekilerin diline aktarıyoruz.
Böylece, olayı değil, bir olayın başka olaylarla ilişkisini dile getirmekteyiz.
Olaylar
dünyası, matematikçinin dünyasından farklıdır. Çünkü o dünya, nedensellik zincirini
ihtiva eder. İşin içine, ışık dalgası ve insan zihni karışır. Matematikte
sadece zihin hâkimdir. Russell, zihnin çözümlenmesinde duyumları, dolayısıyla,
nedensellik zincirini ön plânda tutar. Ona göre duyumlar gerçektir. Beyin,
bizim nesnel verilerimizi basit bir tarzda özetlemek için kullanmış olduğumuz
bir deyimdir, varsayımsal bir kuruluştur.
EVRENSEL UZAY VE ZAMAN YİNE VAR
Nedenler
zincirine indirgenebilen dış dünyada, fiziksel olaylar matematik kuruluşlardır.
Görelik teorisinde de madde, denklemler halinde ifade gücüne kavuşur. Russell
bu denklemlerde görelik kuramının evrensel uzay ve zamanı ortadan kaldırdığını
ifade eder. Şimdi bu nokta üzerinde duralım:
Newton
mutlak uzaya «esir» adını vermişti. Bu tek biçimli, evrensel ve gözlenemez bir
varlıktı. Cisimlerin ivmesini ve uzaydaki dairesel hareketini sağlıyordu
Görelik
kuramında da, esire benzer tümel bir varlık vardır. Örneğin, Einstein tabiatta
kozmik saati kabul etmiştir. Ona göre, radyoaktif çözüşme periyodu bu zamanın
temeli sayılabilir. Radyoaktiflik, hareketten, ısı ve daha başka fiziksel
koşullardan bağımsızdır. Foucault pandülü de, kozmik zamanın ölçüsü olabilir.
(Fransız
fizikçisi J. B. L. Foucault 1851 yılında Paris’teki Pantheon kilisesinin
kubbesinden bir sarkaç sarkıttı. 80 metre uzunluğundaki pandül, meridyeni
temsil eden bir çizgi boyunca gidip geliyordu. Pandül düzlemi (kilisenin
zemini) saat yönünde hareket etmekteydi. Yerin dönüşü dolayısıyla, meridyenin
yönünde değişme husule geliyordu. Paındül’ün meridyenden sapması için geçen
zaman Einstein’a göre kozmik zaman niteliği taşıyordu.)
Einstein,
1905 yılındaki makalesinde (Annalen der Physik’te) materyel hareketle, ışığın
evrensel hızı arasındaki ilişkiden hareket ediyor ve zamanla uzayı, yeni bir
çözümlemeye tâbi tutuyordu. Böylece, elektro dinamik ve optik yasalarının
bağımsızlığı ortaya çıkmaktaydı.
Einstein
için önemli olan, uzaklık ve süre algılarını göreleştirmek değil, tabiat
yasalarının değişmez olduğunu belirtmekti. Değişen, gözlemcilerin görüşüydü.
İmdi,
materyel cisimlerin tek biçim olmayan hareketleri sonucunda uydusal kuvvetler
husule gelir. Daire hareketi sırasında doğan merkezkaç kuvveti gibi. Burada
ortaya çıkan etmenlerden biri, mekanik kütle (eylemsizlik kütlesi), öteki de
çekimle doğan «ağır kütle»dir. Eylemsellik kütlesiyle ağır kütlenin eşit olduğu
ispat edilmişti (Fötvös tarafından).
Sonuçta
Einstein, uzay ve zamanın yapısının uzaysal ve
zamansal kütlelerle, yani enerjilerle belirlenmesi gerektiği sonucunu çıkardı. Söylendiği
gibi, Einstein bu sonuca, eylemsizlik (atalet) kütlesiyle, çekim etkisindeki
«ağır kütlemin eşit olması olgusundan varmıştı.
İşi
gök fiziği alanına aktarınca, şunlar söylenebilirdi: Gezegenlerin çizmiş olduğu
yollar, Eukleidesçi uzaydakine benzer doğru çizgilerle hesap edilebilirdi.
Fakat bu, en kısa çizgilerin hesaplanıp toplanmasından ibaret olurdu. Eukleides
geometrisindeki doğrulara benzeyen bu en kısa çizgiler, enerji dolayısıyla
bükülmüş Riemann çizgileriydi. Zaman uzay sürekliliği bu çizgilerden teşekkül
ediyordu.
Russell,
Einstein uzay zamanıyla, çekimin uzay zaman, içinde, çok küçük parçalara
ayrıldığını ileri sürer. Einstein maddeyi, sözünü ettiğimiz Riemann eğrisinin
«neden»i (sebebi) saymıştı. Russell için hiç değilse görelik kuramı maddeyi
ortadan kaldırma yönünde bir eğilim göstermektedir.
Russell
madde teorisini, quantum ve görelik fiziğinin gelişmesine dayandırır Ona göre
madde, doğrulanabilir şeylerin terimleriyle dile getirilir. Materyel nesneler,
algılanır ve algılanmaz kısımlardan teşekkül eder. Algılanmayan kısımlar
bütünüyle, algılanan kısımlar gibi olabilir.
Felsefenin
Sorunları’nda o, algılanan duyu verileri niteliklerinin fiziksel nesne ve
algılayan organizma gibi iki ortak nedenin ürünü olduğunu savunur. Bu realizm
tipinde, algılanan nitelikler biz onları algılamadığımız zaman ortadan kalkmış
olacaktır. Fakat, duyu organlarının, duyu niteliklerinin doğuşuna yol açmadığı
başka bir realizm kabul edilebilir. Duyu organının yaptığı, hangi duyu
niteliklerini algılayacağımızı bulmaktır. İşte modem fizik için Russell’ın
kabul edeceği realizm bu olmalıdır. Çünkü modem fizik, doğrudan doğruya
gözlenemeyen, hakkında ancak dolaylı olarak bilgi edindiğimiz madde türünü
kabullenmiştir.
Örneğin
genel görelik kuramı, «kuvvet» kavramı üzerinde gelişir. Çekim kütlesiyle
eylemsizlik kütlesini Einstein, kuvvet düşüncesinin geometrik yorumu
aracılığıyla karşılaştırmıştı. Dolayısıyla, genel görelik kuramı, elektro
manyetik kuvvetlerin yorumunu başarıyla yapmıştı. Tabiatta var olan kuvvetler
veya çekimsel ya da elektromanyetiktir. Bundan, elektro manyetik alanda yüklü
bir parçacığın onun yüküyle kütlesi arasındaki ilişkiye bağlı bulunduğu ve
parçacığın yapısına göre değiştiği çıkar.
EMPİRİKLİĞE ÇIKIŞ
Dolayısıyla,
fiziksel gerçeklik, dış dünyayla özdeştir. Russell dış dünyadaki her varlığın
özne aracılığıyla bilindiğini kabul ettiğine göre, Kant geleceğine geri
gitmekle ve kendi içinde şey’e (Ding an sich) varmaktadır. Yani, gerçek olan
dış dünyanın, öznelerden bağımsız bir yapısı vardır. Bizim partiküller
hakkındaki bilgimiz dolaylıdır.
Russell’ın,
Zihnin Çözümlenmesi adlı kitabı böyle bir izlenim veriyor. Bu Russell’ın,
fizikteki yeni gelişmelere paralel olarak benimsediği bir görüştür. (Zihnin
Çözümlenmesi 1921’de yayınlandı.)
Empirik: bilginin tecrübe ile edinildiğine inanan kimse;
şarlatan.
Böylece,
Einstein’in görelik kuramının empirikliğe ait olduğu anlaşılıyor. Empirikliğin,
bilgimizi duyu deneyine dayandırdığı düşünülürse, ilk bakışta Einstein kuramı
için şaşırtıcı gelebilen bu durum, tüm doğa yasalarını, basit tümevarım
genellemelerinden çıkaran Bacon ve Mill emprikliğine karşılık değildir. Modem
fizikte, empriklik, matematik bir kutulusu ifade eder. Böylece, o, gözlemsel
verileri, tümevarımsal işlemlerle bağlar ve bizim yeni gözlemsel verileri
çıkarımlamamıza yardımcı olur.
Matematik
fizik nihaî doğruluk ayracını duyu algısına bıraktığından emprik olarak kalır.
Böylece, Einstein emprıkliği, tümdengelimsel mantığın sınırına girer. Halbuki
Russell, felsefe için büyük sonuçlar umduğu görelik (izafiyet) kuramının
emprikliğe dayandığı gerçeğini emprikliği eleştirirken zaman zaman gözden
kaçırmıştır.
Örneğin
o, kurumsal önermeler deney ötesine geçtiği için empriklik kuramının kendi
kendini hayırladığını (reddettiğini) ileri sürer (An İnquiry into Meaning and
Truth, s. 207). Bu takdirde empriklikle birlikte modern fiziğin büyük ölçüde
yanlış olacağı sonucu çıkar.
Böylece
Russell, doğruluğu, sınanabilmeyle özdeş tutmuş oluyor. Çünkü matematik olarak
saptanmış bazı durumlar, sınanabilir olmadığı için bu emprik görüşte kabul
edilmeyecek, böylece, matematiğin alanı daralacaktır. ,
Russell
burada sınanabilirliği, ille laboratuvar aygıtlarıyla sınanabilirlik biçiminde
yorumlayarak, doğruluğu tümdengelim yoluyla elde edemeyeceğimizi düşünmektedir.
Halbuki tümdengelimin dayandığı postulatumlar pek âlâ empirik olabilir. Onlar
Kant’ın sentetik a priori (deneyden önce) zorunlu doğruluklarına benzerler.
Sentetik a priori ilkeleri bilgimizin temeli sayan Kant’ın, onların
sentetikliği üzerinde duruşu ilgi çekicidir. Gerçi XX. yüzyılda bilimin
gelişmesiyle Kant metafiziğinin kavramlarında değişiklik yapılması gereği
ortaya çıkmıştır. Eukleidesci geometrinin sarsılmasıyla birlikte gelen
kavramlar arasında sentetik a posteriori bilgi ilkeleri bulunmaktadır. Bence,
Einstein’la birlikte bu sentetik a posteriori kavramı üst ucuna ulaşmıştır.
Örneğin bugün, ışık hızının etkileri gündelik hayatta sonsuz hız durumundaki
etkilerden ayrıdır. Böylece, Lorentz biçim değiştirme kuralları zorunlu ve
apaçık görülür. İşte bu sentetik a posteriori bir bilgi ilkesidir ve emprikliğe
dayanır.
Ayrıca,
Fermat teoremi empirik olmadığı bir sonuca ulaşmadığı halde, günümüzün bilimin
yönünden kabul edilebilmektedir. Bu, bilimin empirik ilkeyi genel geçer
saymadığı anlamına gelmez. Çünkü matematiğe dayanan her sonuç kanımızca
sentetik a posteriori bir temelden gelişi bakımından empiriktir. (Burada,
«kanımızca», sözcüğünü Russell kınayabilir. Fakat, Princlpia Mathematica’da
atomsal önermeler, yine inanca dayanır.)
Russell,
genel görelik kuramında metafizik bir yanı olduğunu sonucuna varmak istemiştir
kanısındayım. Bu tür bir imâ, onun modem fiziği ele alan kitaplarında, zaman
zaman göze çarpar. (Örneğin, An Autline of Philosophy. s. 270 v. ö.) Bu yolda
bir sonuca varmak kolay değildir. Genel görelik kuramıyla ilgili olarak bilinen
tek şey, Merkür’ün perihelionunundaki düzensizlikti. Einstein’ın tahmini, güneş
çevresinde ışığın eğik olduğu ve güneşten gelen ışığın kırmızı ötesine doğru
kaydığı yolundaydı. Fakat Einstein güneşin çekimsel kütlesini bilmekteydi ve
güneş çevresi dışında, Newton’un çekim yasasının geçerli olduğunu
Minkowski’nin, uzay ve zamanı uzay zaman’da birleştirmesini yani dört boyutu
biliyordu. Bu uzay ve zaman ölçülerini, fiziksel dünyanın sürekli olmayan
özelliklerine uygulayabilir. Fakat, elektronlar veya Plank quantum’u gibi kesiksiz
olgular için böyle bir uygulama güçleşmektedir.
Eınstein’in
ereği, bütün fizik olgularını (kesikli kesiksiz) tek bir yerde, uzayda
toplamak, maddeyi ortadan kaldırmaktı. (Science Dergisi, Haziran, 1930, s.
607-608). Fakat, tabiatta, elektrondan, insan beynindeki bir düşünceye kadar
kesikli pek çok olgu vardı. Dolayısıyla Einstein’ın bu, metafizik
diyebileceğimiz ütopyası gerçekleşmedi. Ayrıca, bu genel görelik kuramının
hangi noktaya kadar uzanacağı da henüz belli olmuş sayılmaz. Bu bakımdan, onun
metafizik sonuçlarından söz etmenin büyük bir anlamı olduğunu sanmıyorum. Hem,
Russell bir yandan bu yolda imâda bulunurken bir yandan da empirik görüşle
genel göreliği empirik görüşün yapısına tıpatıp uyan bir temele oturtur ve onun
uzay zaman’ı bir takım: maddi kırışıklıklara indirgediğini söyler. (An Outline
of Philosophy). Fakat bu, maddeye ait bir özelliktir. Zaten Einstein’a göre
de madde,, uzayın veya uzay zaman eğrisinin nedenidir. Nihayet, bu
kırışıklıkları belirleyen birşey olmalıdır. Çünkü, çekimsel alan kesinlikle
değişir. Burada eğriler ve kırışıklık deyimleri maddenin mecazi anlatımıdır.
Asıl
metafizik, Russell’ın, duyumlar ve algıları nihaî doğruluklar saymasıdır.
Russell bu düşünceye, dünyada her şeyin olaylardan kurulu olduğunu kabul ederek
varmıştır. «Dünyada
herşey olaylardan kuruludur. Bir olay, uzayda, küçük sonlu süresi, küçük sonlu
uzanımı olan, yani uzay zamanın küçük bir parçasını işgal eden bir şeydir.» (An Outline..., s. 276). Tek tek renkler, sesler
v.ö. olaydır. (An Outline..., aynı yer). Burada Russell olayları uzay ve zamana
bağlı kılarken dünyadaki her şeyin gözlenebileceğini içkin olarak söylemiş
oluyor. Böylece, duyumlar ve algıların bilgimizin asıl temeli olduğunu söylemiş
oluyor. Duyumlar ve algılar yeni ve gözlemsel olmayan soyutlamalara yol
açabileceğinden, bu empirik görüşün dışına çıkılmış Russell’cı empirikliğin,
yani sınanabilir empirikliğin dışına çıkılır ve maddeye dayalı olmakla birlikte
zihin alanını da kapsayan geniş anlamlı bir empirikliğe gidilir.
Hem,
duyum ve algılar, soyutlama yetenekleri açısından, her zaman sınanabilir bizzat
sınanabilir olmadıklarından veya sınanabilir sonuçlara yol açmadıklarından,
Russell’ın empiriklik koşulu olarak sınanabilirliği ileri sürmesiyle, dünyanın
bu kuran olayları duyum ve algılara indirgemesi çelişmeye yol açar (An
Outline... s. 280).
Russell’ın
olay tanımı görünüşüne rağmen empirik değildir. Zihinsel olay ve varlıklara
işaret eder. Bir fiziksel deneyde ışık, olayın yapısını etkiler. Dolayısıyla
onun ışık olmadığı zaman sahip bulunduğu nitelikler ancak zihinde hesap
edilebilir. Bu bakımdan geleneksel empirik tanım eksiktir. Daha genel bir
tanımı üzerinde durulmalıdır. Eğer olayların hafızası olsaydı, yani onlardan
biri öbürü üzerinde mutlak iz bıraksaydı, belki böyle bir tanımı gereksinmeyecektik.
Bu
noktada Russell’in doğruluk koşullarını anlamla özdeş tutmayışıyla
karşılaşıyoruz. Bu görüşü dünyaya uygularsak olayların sınanabildiği için doğru
olduğu, onun dışındakilerin anlamlı olabileceği sonucuna varırız. Burada
Russell, doğruluğu bütünüyle duyu deneylerine indirgemektedir.
Fakat
bu durumda, örneğin Gödel sistemini anlamlı' sayabilecek fakat, onun doğruluğu
konusunda herhangi bir yargı veremeyeceğiz. (AvusturyalI mantıkçı Gödel,
aritmetiğin doğal sayıların biçimlenişini var sayan formel sistemlerin
eksikliğini göstermiştir. O, böyle sistemlerin, kendi çerçeveleri içinde red
veya ispat edilemeyecek önermeler içerdiğini ortaya koymuştur. Gödel’in dökümü,
Alonzo Church, Stephan Cole, Kleene, Tarski gibi düşünürlerin, formel sistemleri
sınırlamak konusunda çalışmaları için bir uyarı olmuştur.) Dolayısıyla Russell,
empirik olma yolunda, matematikçiliğinden biraz uzaklaşmıştır.
ALGISAL YARGILAR
İmdi
Russell’ın algısal yargıları, felsefesinin temeli sayması üzerinde biraz
duralım. Önce bu, bilimsel nedensellik ilkesinin yerinde bulunmasını gerektiren
bir görüştür. Bir takım gözlemlerin algılara, algıların olaylara yol açması,
Russell’ın bir nedensellik zincirini temel aldığını gösterir. Fakat bu olay
tanımından çok, yerinde bulunması için hiçbir çaba gösterilmemiş bilimsel bir
nedenselliktir.
Russell,
olayların meydana geldiği çerçeve olan uzay ve zamanı belli uzay ve zaman
noktalarına göre ortaya çıktığım düşünür. Onun, öznel veya özel uzay ve zamanla
herkes için ortak olan, nesnel veya kamusal diyebileceğimiz uzay ve zamanı
ayırt ettiğine de burada değinelim.
Fakat
burada da yine bir metafizik sorun çıkabilir karşımıza uzaysal olanı zamansal
olandan ve her iki ilişkiyi başka tür ilişkilerden ayıran nedir? Belli bir
ayrım bulmazsak sonsuz bir geri gidişin içine düşeriz. Bu noktada metafizik bir
varlığa gitmek de, doğaya ait uzaysal ve zamansal ilişkilerin a priori olarak
belirlenebileceğini kabul etmek olur. Burada idealist bir noktaya çatıyoruz.
Zamanın
yapısına biraz eğilirsek bu durumu daha iyi açıklarız sanıyorum. Özel gereklik
kuramının çıkış noktası, yeni ve şaşırtıcı bir zaman görüşüne, zamandaşlığın
göreliğine (izafiliğine) götürür. Özel görelik kuramına göre iki olayın
zamandaş oluşu nesnel anlamını yitirmiştir. Çünkü, ele alman iki gözlemciden
ikisi de böyle bir zamandaşlık iddiasında bulunamaz. İmdi burada, değişimin
nesnelliğini reddedip, onu algı tarzının değişimine bağlayan Kant ve modem
idealistlerin görüşlerine ulaşılmış olur. Onlara göre değişme, sadece zamanın
akışıyla kabil olur. Nesnel bir zaman değişmesiyse, gerçekliğin bir zamanlar an
olmuş noktaların yağışımından meydana geldiği sonucunu verir.
Eğer
zamandaşlık, bu anlamda göreliyse, gerçekçilik, nesnel olarak belirlenmiş bir
biçimde böyle katmanlara ayrılamaz. Her gözlemci kendi «anlar», «şimdi»ler
dizisine sahiptir. Bu değişik sistemlerden hiç biri zamanın nesnel akışını
temsil eden bir sistem getirdiğini iddia edemez.
Maddenin,
aynı şekilde uzay zaman eğrisinin varlığı değişik gözlemcilerin eş-zamanı
algılamasını engeller. Çekime ait denklemlerin kozmolojik çözümlerinde,
gözlemciler bir dünya zamanına göre ayarlanır. Halbuki öbür gözlemcilerin
ölçmelerinin farklı oluşları, hareket halindeki maddeden doğar.
Buna
karşılık görelik kritik bir gerçekçilik açısından da ele alınabilir. Kritik
gerçekçilik, uygulamada, tümevarımsal metafiziğin temeli gibi görünmüştür. Bu
metafizik, aşağı yukarı bir töz felsefesi gibi çıkar karşımıza. Klâsik fizikte
kütle eylemsizlik ve çekim yüklemleriyle bir töz görünümü içindedir.
Elektromanyetiklik, dolayısıyla kutupluluk yüklemi kazandırması; bununla,
mekaniğin elektromagnetizme indirgenebilirliği sorunu ortaya çıkmıştır. Fakat,
enerji, aynı zamanda töz karakterini almış ve bir cismi biçimleyen
niteliklerden ayrı birliği sağlayıcı bir rol oynamıştır.
Eşdeğerlik
ifadeleri, mekanik ve elektromanyetik enerjinin karşılaştırılması için
geçerlidir. O kanalla, gerçek bir monizme ulaşmanın mümkün olup olmadığı
tartışmalıdır. Çünkü, Joule’un mkg sistemine dönüştürülmesi, iki enerji
biçiminin özce aynı olduğunu ispat etmez. Bir elektronun, kütleye sahip olduğu
için kütle olduğunun söylenememesi gibi.
Bununla
ilgili olarak, mutlak ölçü sistemi için, üç eski büyüklüğü, kütleyi, uzunluğu
ve zamanı alıkoymanın daha uygun olup olmadığı sorusu da gerçek bir monizme
ulaşıp ulaşamayacağımız sorusuyla bağlantılıdır.
Sonuçta
kütle olsun, enerji olsun, töz, daha başlangıçta, kendini matematik düzene göre
etkili duruma getirme yeteneğine sahiptir. Materyel gerçeklik, potansiyelliğin
aktüel olduğu yerde uzaysal zamansal olarak görünür ve bu suretle anlaşılır.
NOKTALAR HAKKINDA
Russell’ın,
«olay» konusundaki tanımlarından başka fiziksel varlıklar hakkındaki
düşüncelerine geçebiliriz. Örneğin o, nokta anlarını bu yolda tanımlar: Her
olay, öbürleriyle birlikte mevcuttur. Yani her olay, belirsiz sayıda başka
olayla, ortak bir bölgeye sahiptir. Eğer, birlikte ortaya çıkan olaylar gurupu,
andaş olma karakterini değiştirmeksizin daha fazla olanı kapsıyamıyorsa, o
gurupa «nokta» adı verilir.
İmdi
sorun, böyle tanımlanan olayların var olduğunu ispata ve bütün olayların iyi
düzenlenebileceğini göstermenin de böyle bir ispata yettiğini açıklamağa
kalıyor.
Fakat
burada Russell’ın gözden kaçırdığı bazı noktalar bulunmaktadır. Örneğin
olayların psikolojik ilkeller olarak kavranmaması gibi. Böylece, olaylar,
yetişkin bir deneyin ham maddesi olmamaktadır. Yani, onlar yetişkin, bilinçli
varlıkların algı alanı dışında kalmaktadır. Russell’ın noktalar hakkındaki
ifadesini uygulamak için, önce, sonunda noktaların belirlendiği olayları
yalıtmak belli başlı bir iş olacaktır.
Bu
işlemi sonuçlandırmak için, makroskopik bulgular elde etmelidir. Olaylar
yalıtılsa bile andaş olay gurupları bulunmalıdır. Andaş guruplar, belirsiz
sayıda olaylardan kurulu olduğundan, verilen bir gurupun andaş olduğunu iddia
etmek, genellikle bir var sayım olacaktır. Fizikçi, andaş noktalardan ibaret
olan andaş grupları belirleyip çıkartacaktır. Olaylar sınıfının bir nokta
olduğu iddiası böylece bir tahminden öte geçmeyecektir. Eğer Russell’ın
inandığı gibi, fiziksel nesnelerin varlığı, çıkarımı içermekteyse, bu
çıkarımlar, noktaların varlığını ileri sürmek için gerekli çıkarımlara nispetle
geride kalır.
Russell’ın
nokta tanımı, fizikçilerin, aktüel olarak kullandığı noktayı pek
ilgilendirmemektedir. Önce, fizikçilerin, terimi, olayların yapısına uyguladığı
açık değildir. Tersine, fizikçilerin nokta kavramını başka bir anlamda
kullandığı söylenebilir. Fizikte nokta cisimsel bir yapıya sahiptir. Onun,
olaya göre değişen, ölçülebilir bir varlığı bulunmaktadır.
Russell’ın
matematik için daha değişik bir nokta görüşüne sahip olduğunu söyleyebilirim:
Örneğin o, noktaların uzayda geometrik biçimleri kurduğunu kabul eder.. Fakat
bu noktalar tanımlanamaz (Principles of Mathematics, Ailen and Unwin, ikinci
baskı, s. 382). Russell, bütün pojektif geometriyi bu tanımlanamaz noktalar
üzerine kurmuştur. Onun, noktaları, olaylar aracılığıyla tanımladığı yapıtının
tarihi daha yenidir. (Matematiğin İlkeleri 19C3’te çıkmıştı, noktaları olaylar
aracılığıyla tanımladığı Özet Olarak Felsefeyse 1927’de. Olaylar aracılığıyla
tanımın, çeşitli geometri dallarını kapsayıp kapsamadığı ayrı tartışma
konusudur. Yalnız, Matematiğin İlkeleri’nde sınıf kavramı olarak gözüken
noktanın, değişik geometrilerde aynı olmasının gereği bulunmadığına işaret
edilmektedir. S. 382).
Russell,
noktanın bir noktalar sınıfı belirlediğine, iki noktanın ayrı ayrı, birer
noktalar sınıfı belirlediğine işaret ederek değinmektedir. Bu yapıtta, dikkati
çeken bir ayrım da rasyonel ve irasyonel noktaların ayrımıdır. Rasyonel
noktalar, verilen üç noktadan çıkan, rasyonel koordinatlara sahip noktalardır.
Bir düzene sahip olan o noktalardır. Eğer, başka noktalar varsa, onların
rasyonel nokta dizilerinin limitleri olmasının anlamı yoktur. Onlara irasyonel
koordinatlar yüklemek gereksizdir. Bu yüzden o noktalara, rasyonel noktalar
dizisinin limiti denmez. Rasyonel limiti bulunmayan bir dizi irasyoneldir
onlar.
Deskriptif
geometrideyse ideal nokta tanımına rastlamaktayız. Aynı noktadan geçen bütün
çizgilerin sınıfı dikkate alındığında bu doğrular sınıfı o noktaya baş
vurmaksızın dile getirilebilen bazı özelliklere sahiptir. Söz gelimi, alınan
noktadan başka bir nokta, doğrular demetinin bir doğrusuna sahip olabilir.
Demetin iki doğrusu eş düzlemlidir gibi. Doğrular demetinin, alman noktaya başvurmaksızın
dile getirilen bütün özellikleri, ana ortak noktası bulunmayan doğruların bazı
sınıflarına aittir.
Eukleidesçi
bir uzayda, verilen bir doğruya paralel olan bütün doğrular, geçtikleri bir
ortak nokta bulunmayan doğrular demetini temsil eder. İşte bu, gerçekten bir
nokta olduğu var sayılamayacak ideal bir noktadır. Russell’e göre o doğrular
demetinin başka adıdır.
GERÇEK NOKTALARLA GÖRÜNÜŞTEKİ NOKTALAR
Russell’in
fizik görüşlerini incelerken üzerinde önemle durulması gerekli yanlardan biri,
onun noktalara karşı çıkardığı mantıksal itirazlardır. Bu, Matematiğin
İlkeleri’nin LI. konusunu kapsayan bu itirazlar esas olarak Russell’in daha
doğallıkla daha önce yazılmış bir makalesine dayanır (Zaman ve Uzay içindeki
Konum Mutlak mıdır Göreli mi?, Zihin (Mind), sayı 39). Russell burada,
Leibniz’tenberi filosoflann noktalardan kurulu uzayı olanaksız saymasıyla
ilgili görüşleri eleştirir.
Ona
göre iki ana kuram vardır bu yolda:
1—
Uzaysal ilişkilerin uzaysal noktalar arasında değil, materyel noktalar arasında
olduğu,
2—
Uzaysal ilişkilerin uzaysal noktalar arasında olduğu görüşü.
Birinci
görüş göreli, İkincisi mutlak görüşü temsil eder. İkincisi, maddî noktalar
arasındaki ilişkiyi zamansız ve değişmez sayar. Uzaysal ilişkilerin ileri
sürüldüğü doğru önermeler bulunduğunu kabul eder. Uzaysal bir ilişki, her
önermenin, terimleri (maddî noktalar) arasında bir zamanı içermesi demektir.
Böylece, en basit uzaysal ilişkiler, zaman ve iki maddî noktadan teşekkül eden
üçgen bir ilişkiyi temsil eder.
İmdi
Russell, uzayın noktalardan kurulu olduğunun mantıken kabil olabileceğini
göstermeğe çalışır. Bu, sanıyorum, uzayın fizikselliğini ve fizik cisimlerin
noktalardan kurulduğunu söylemeğe varır. Şöyle düşünür Russell:
Noktalardan
kurulu bir uzay çelişmeli midir? Soruyu incelemeden önce Lotze’un Metafizik
adlı yapıtından, uzayın noktalardan kurulu olmadığı yolundaki kanıtları alır.
Bu kanıtlar şunlardır:
1—İlişkiler,
ya bağlayıcı bir bilinçteki tasavvurlardır, ya da bu ilişkide bulunduğu
söylenen gerçek öğelerin iç durumlarıdır.
2—
Boş uzayın varlığı ne etkiler husule getiren varlıktır ne de salt bir doğruluk
gerekçesi olarak geçerlidir. O halde, boş uzay nedir?
3—
Bütün noktalar, tıpatıp birbirine benzer. Yine de her nokta çiftinin, kendine
özgü bir ilişkisi vardır. Her ilişki, tıpatıp öbür ilişki gibi olduğundan bütün
çiftler için aynı kalacaktır.
4—Her
noktanın varlığı, onun kendisini başka her noktadan ayırt etmesinden teşekkül
etmelidir. Her nokta, dolayısıyla, öbürü karşısında değişmez bir mevkie
sahipti. Böylece, uzayın varlığı, onun değişik noktalarının karşılıklı
koşullanmasından ibarettir. Bu, karşılıklı etki demektir.
5—
Eğer, noktaların ilişkisi salt olgu olsaydı, onlar hiç değilse düşüncede
değiştirilebilirdi. Fakat, bu imkânsızdır. Biz noktaları hareket ettirip, uzayda
boşluklar tasavvur edemeyiz.
6—
Eğer gerçek noktalar varsa, ya bir nokta kendisiyle uygun ilişkide başkalarını
yaratır, ya da zaten var olan noktaları ve yapıları bir ayrılık göstermeyen
noktaları uygun İlişkilere sahip kılar.
Sonra Russell,
bu kanıtları birer birer reddetmeğe girişerek, uzayın noktalardan kurulu
olmayışının, çelişmelere yol açtığını göstermeğe çalışır. Lotze’un, kanıtlarına
karşılık Russell’ın yanıtları ve bu yanıtlarda bizim tespit edebildiğimiz
boşluklar şunlardır:
1—
Bütün bu kanıtlar, özca, ilişkiler konusundaki birinci dogmaya dayanır. Lotze
«bütün ilişkilerin sadece, bağlayıcı bir bilinçteki tasavvurlar olduğunu»
söyler. Bu dogmayı kabul edersek iki tür ilişki ayırt etmeliyiz:
a-Bağlayıcı
bir bilinçteki tasavvurlar,
b-Bağlandığı
var sayılan öğelerin iç durumları.
Sonunda bunlar özdeş olabilir Fakat, ayrı gibi
düşünüldüğünde, bağlayıcı bilinçteki tasavvurların nelerden ibaret olduğunu
araştırmaya geçebiliriz. Bu tür önermelerde inanç bulunduğundan tasavvurların
inançtan ibaret olduğu dikkate alınmalıdır. Fakat, ilişkilerin, inançların
kendilerin dışında bir varlığı olmadığı kabul ediliyorsa bu inançlar yanlıştır.
Haklarında, inançlara sahip olduğumuz nesneler arasında bir bağlantı kurulmuş
değildir. Gerçekte, nesneler de olamaz. Çünkü, çoğul, değişikliği içerir ve
değişikliğin ilişkisi konusundaki bütün inançlar yanlıştır.
A’nm,
B’nin babası olduğuna inanıyorsam, durum; bu değilse, inancım yanılmıştır.
A’nın, B’nin batısında olduğuna inanıyorsam, batılılık sadece zihnimdeyse yine
yanılıyorum demektir.
İmdi,
görünüşte ilişkili nesnelerin iç durumlarına indirgenebilen ikinci sınıf
ilişkiler için ne diyeceğiz?
Dikkat
edilirse Russell, bu tür önermelerde inançlar bulunduğu noktasına dayandırıyor
uzayın noktalardan kurulu olduğu yolundaki tezini. Ve bilinçte varlığı duyulan,
gerçekte var olduğuna inanılan şeyin gerçekte var olup olmayacağını düşünmekten
çok, inancın kendisi üzerinde duruyor. Ona göre, bilinçte olan bir şey
inançtadır. O inancın kendisi de zorunlu olarak yanlıştır. Doğallıkla bu,
ispatı isteneni, ispatlanmış saymaktan başka bir şey değildir. Ayrıca, inancın
kendisinden çok, inanılan şeyin kendisi üzerinde durulması gerekir. İnsan
dışında varlığı denetlenebilecek olanlarla, sadece zihin yönünden bilinebilecek
olanların doğruluk koşullan değişiktir. A’nın B’nin babası olup olmadığını,
esnel olarak tahkik edebiliriz.
Doğallıkla
birşey inanıldığı için doğru değildir. Fakat, ancak zihinde bilinecek
ilişkilerle, inancı karıştırmak, yanlış sonuçlara götürecektir. Aslında, A’nın
B’nin batısında olduğuna inanmak önemlidir. (Burada doğallıkla ortak inancı
kasdetmekteyim. Yoksa öznel bir mantık kabul edilerek, düşünce anarşisine
girilmiş olur.) Yani bir şeyin, bir şeyin batısında olduğuna herkes aynı şeye
inandığı, için inanmaktayız. Russell «batılılıksın sadece kendi zihninde
olmasıyla yanlış olduğunu düşündüğünde, her şeyin mutlaka bireyler dışında var
olduğunu, bireyler yönünden bilinmese de var olacağım savunan bir epistemolojik
görüşe girmiş oluyor.
Dıştan
ilişkili nesnelerin iç durumlarına indirgenebilen ikinci tür ilişki sınıfına
gelince Russell, bu ilişkiler sınıfının nesnelerin çokluğunu önceden var
saydığını ileri sürer. Böyle bir ayrılık olunca da o, birinci sınıf bir ilişki
olamaz. Yani, A’nın B’den farklı olduğu olgusu, A’nın ve B’nin iç durumlarına
indirgenmelidir. Fakat, A’nın B’den ayrı bir iç durumu olduğunu ayırt etmeden
bunu söyleyemeyiz. Eğer A’nın ve B’nin tıpatıp benzer, fakat yine de iki olduğu
söyleniyorsa, onların ayrılığının iç durumlarının ayrılığından doğmadığı, bu
ayrılıktan önce geldiği kabul edilmeli. Böylece, iki şeyin görünüşteki
ilişkisinin, tek bir şeyin iç durumlarından teşekkül ettiği görüşüne geri
geliriz. Bu da bizi, ilk ilişki tipindeki katı birciliğe sürükler.
İlk
bakışta, Russell’ın mantığı sağlam gibi görünüyor. Fakat, A’nın B’den iç
durumları bakımından ayırt edilmesi için, o ikisinin ayırt edilmesindeki
önceliğin nereden doğduğu araştırılırsa o mantıkta bazı boşluklar olduğu
görülür. Aynı biçimde, iki şeyin iç durumları, ayırt edildikten sonra, ayırt
edildiği dc söylenebilir. Aynı zamanda erek, maddî noktaların varlığını
ispatlamaksa, o zaten kabul edilmiş, fakat noktalar arası ilişkiler göreli
sayılmıştır. Dolayısıyla mutlakçıların ispata çalıştıkları, görelikçilerin
reddettiği bir şey değildir. Russell, gerçekte, mevcut gerçek noktalar
arasındaki ilişkileri algılayışımızın mutlaklığını ispat etmeliydi.
Sonra
Russell, doğru veya yanlış her önermenin, Lotze’un kuramına göre bir özneye
yüklem verdiğini ileri sürer ve ilişkileri ortadan kaldırdığını ileri sürer. Bu
tek bir özne olduğu sonucunu verir. Doğallıkla o, bu sonuca, şeylerin
görünüşteki ilişkisinin tek bir şeyin iç durumlarından teşekkül ettiği
sonucundan varır. Fakat görelikçi uzay tanımından hiç değilse Lotze’un önerdiği
biçimde böyle bir monizmin çıkmayacağını belirtmiştik. Dolayısıyla,
mutlakçılığa karşı olanlarm, yine mutlakçılığa gitmesi gibi bir çelişme de
ortadan kalkar.
2—
Lotze’un boş uzaya itirazının mantıksal karakteri üzerine eğilen Russell,
görelikçiler için sadece ve sadece üç tür varlık olduğunu ve onlardan hiç
birinin uzaya ait olmadığını ileri sürer. Bu varlıklar şunlardır:
a-Faaliyet
ve bir şey ortaya koyma gücünden teşekkül eden varlıklar.
b-Bir
doğruluğun geçerliği.
c-Tasavvurlarımızın
içeriğine ait olan varlık.
Buna
karşılık tek varlık ileri sürer Russell. Gerçekte ve tasavvurdaki varlık.
Göreli uzay kuramını reddetmek için tasavvurdaki varlığını yeterli görür ve
Lotze’un üç tür varlığını şöyle eleştirir:
a-Faaliyet,
Lotze’un haksız olarak çözümlenemez saydığı karmaşık bir kavramı içerir. Faal
olan hem tasavvurda, hem aktüel olarak var olmalıdır. Aktüel varlık kavramsal
olarak faaliyetten ayırt edilebilir. Faaliyet, var olanın tümel işareti
olabilir. Fakat varlıkla, pek eş anlamlı olamaz.
b-Dolayısıyla,
Lotze, var olanın faal olması gibi, tartışmalı bir düşünceyi kabul zorundadır.
Bu önermenin doğru cevabı, onun lehine ileri sürülen temellerin çürütülmesinde
faaliyetin, zamanın aktüel varlığını içerdiğini ispatta bulunur.
Doğruluğun geçerliği hiç de bir varlık değildir. Burada kasdedilen
doğruluğun doğruluğudur. Bir önermenin doğruluğu, doğruluğa herhangi bir
ilişkiden teşekkül eder ve önermenin zihinsel varlığını var saydırır. Zihinsel
varlıklar açısından yanlış önermeler de aynı seviyededir. Böylece geçerlik bir
varlık zihinsel varlık türü değildir. Zihinsel varlık, aynı şekilde, geçerli ve
geçersiz önermelere aittir.
c-Tasavvurlarımızın
içeriğine ait olan zihinsel varlık en büyük karmaşıklığı ortaya çıkaran bir
konudur. Lotze, zihin yönünden sezinlenen aktüel varlığını ileri sürmüştür. Bu
varlıklar, zihin onları sezinlemezse olmayacaklardır. Bu. bir idea’yla onun
nesnesi arasındaki ayrımı görmemekten doğar.
İmdi,
Lotze’un bu üç varlık türünü, boş uzayı reddetmek için ileri sürdüğünü
hatırlatarak Russell’ın düşüncelerini toplayabiliriz. Boş uzay olsaydı orada
gerçekten maddî noktalar ve noktalar arası gerçek ilişkiler bulunabilecekti.
Böylece, değişmez uzaysal ilişkiler karşısında kalacaktık. Onlar, görüntüler
dünyasına değil, gerçek dünyaya ait olacaktı. İşte Russell, boş uzayın
varlığını ileri sürerek, oraya aktüelliği olan noktalar yerleştirebileceğini
düşünmektedir. Bu aynı zamanda, uzayın aktüelliğini ileri sürmektir.
Bu
sonuca ulaşmak için Russell’ın, faaliyeti varlıkla eş anlamlı saymaması bence
eksikliktir. Doğallıkla o, faaliyetle aktüel varlığı böylece ayırmak ve aktif
olmadığı halde var olabilecek bir uzayı ileri sürmek istemektedir. Var olan bir
şeyin (zihinsel olsun, aktüel olsun) faaliyetinden söz etmek, hiç de mantıksal
saçmalığa düşmek demek değildir. Hem Russell, aktif olmayanı aktüel olarak da
var saymakla aktüelliğin sınırım zorlamaktadır. Aktifliğin, aktüel varlıkla eş
anlamlı olmadığı doğrudur. Fakat aktif olmayan aktüel varlığı nasıl
kavrayacağız, bunun ayracı nedir? Sanıyorum Russell, burada, zihinsel bir ayraca
baş vurarak, yine görünüşte, yani kişiye göre uzaysal ilişkileri kabul eden
görelikçilerin tezine yaklaşmış olmaktadır.
Boş
uzayın bir doğruluğun geçerliğini sağlamadığı, yani geçerli bir doğruluk
olmadığı düşüncesine Russell’ın verdiği cevaba gelince, şunu söyleyebiliriz:
Bu
konuda mantık oyununa kaçmak gereksizdir. Lotze’nin, bir doğruluğun
geçerliğiyle doğruluğun kendisini değil, önermenin varlığını kasdetmiş olması
pek âlâ kabildir. Çünkü bir doğruluk, bence bir aktüel varlığa karşılık
olmaktadır. Bu konuda Tarski’nin ünlü doğruluk tanımını hatırlamak yeter: «Kar
beyazdır» önermesi, sadece ve sadece kar beyazsa doğrudur. Lotze, boş uzayın
böyle bir doğruluğa karşılık olmadığını düşünmüştür. Hem, geçerliğin bir
varlığı temsil eden önermelerin niteliği olması, varlığın geçerli ve geçersiz
önermelere ait olmasına engel değildir.
Tasavvurlarımızın
içeriğine ait olan varlıkla da Lotze mantık dışı lâf etmemiştir kanısındayım.
Bununla sadece boş uzayı tasavvur edemeyeceğimizi söylemiştir o kadar.
Russell’ın bu düşünceyi, sezinleyemediğimiz şeylerin olmadığını ileri süren
Kant’çı teze yorması, eleştiri için eleştiridir.
3—
Lotze'un mutlak uzay konumuna karşı ileri sürdüğü itirazlardan her noktanın
aynı olduğu, böylece herhangi iki noktanın aynı karşılıklı başka iki noktayla
aynı karşılıklı ilişkiye sahip bulunduğu yolundaki itiraza dair olanını,
Russell özne yüklem mantığına dayandırır. Tıpatıp aynı olmak, Leibniz’in ayırt
edilmezlerin özdeşliğinde olduğu gibi, ayrı yüklemlere sahip olmamak anlamına
gelir. Öznelerle yüklemler arasında esaslı bir ayırım bulunmadığında iki basit
terim iki oluşuyla ayrılır.
Ayırımlar,
karmaşık terimlerde, çözümlemeyle ortaya çıkar. Örneğin bir terim A, B, C, D,
öbürüyse A, E, F, G, biçiminde kurulmıuş olabilir. B, C, D, E, F, G ayrımları
dolaysızdır, fakat, bütün dolaylı ayrımların kaynağı olabilir. Gerçekten, eğer
öznelerle yüklemler arasında nihaî bir ayrım varsa, öznelerin yüklemlerin
ayrılıklarıyla ayırt edilebileceğini sanmak mantıksal bir yanlışlığa düşmektir.
Çünkü iki özne yüklemleri açısından ayırt edilmeden iki olmalıdır.
Noktalar,
ilişkinin ayrılığından teşekkül eden daha bir ayrılığa da sahiptir. Onlar
sadece Lotze’un dediği gibi (Russell Konuşuyor) birbirleriyle ilişkileri
açısından değil, içlerindeki nesnelelere ilişkileri açısından da ayırt
edilebilirler. O halde, bütün noktaların tıpatıp aynı olduğu yolundaki görüşün
akla uygunluğu nerededir?
Russell,
noktaların ayırt edilmezliği hakkındaki düşünceyi, mantıksal değil psikolojik
bir sanrı olarak görmektedir. Aynı anda karşımıza çıkan noktalar arasında bir
ayrım yapmak kolaydır. Sürekli olarak hareket etmemize ve yeni noktalara
ulaşmamıza rağmen, bu olguyu duygularımızla anlayamayız. Biz yerleri, sadece
içerdikleri nesnelerle bilebilmekteyiz. Noktalar arası dolaysız bir ayrımı
kabul etmemek için bir neden yoktur. Şöyle bir benzetme yapalım. (Russell):
İnsan yüzleri konusunda çok kötü bir hafızası olan birini düşünelim. O,
herhangi bir anda bir veya birkaç simayı gördüğünü farkedecek fakat o yüzlerden
birini önceden görüp görmediğini bilmeyecektir. Böylece, o gördüklerini, onları
gördüğü çerçeve içinde tanımağa, hatırlamağa çalışır.
Fakat
Russell’a denebilir ki, madem ki iki şeyin birbirinin aynı olduğunu ileri
sürebilmek için önce onların iki olduğunun ayırt edilmesi gereklidir, o halde
onların birbirinden ayrılmadığını ileri sürmenin başka bir yolu da yoktur.
Çünkü «iki» olmak, onlardan herhangi birine ait bir nitelik değildir, ortak
nitelik de değildir. Hem görelikçiler hareketi kabul ettiklerine göre, çok
sayıda noktalar kabul etmişler demektir.
Eğer
«ikilik» gerçekten bir nitelik olsaydı, örneğin Tanrı’nın «bir» olduğunu
söylemek, onun bir niteliğini tanımlamak sayılabilecektir. Halbuki «birliğin»
yüklem olmadığını Russell da tanıtlar kuramında kabul etmiştir. O halde, cisimlerin
sayısını bilmekle onları tanımış olmuyoruz. (Doğallıkla bir okulda bunun
istisnası görülebilir. Örneğin belli bir sayı verilen bir öğrencinin sayısı
söylenince, arkadaşları yönünden tanınması gibi. Ancak burada, önce, kişiler
tanınmış sonra sayılar verilmiştir.
Ve
o sayı, öğrencinin niteliği değildir, öğrenciyi temsil eden bir semboldür. Onun
adı, soyadı yerine kullanılan bir kısaltmadır. Bir ad gibi, onun, fiziksel de
zihinsel özelliklerini de yansıtır.)
Şu
halde, zaten çok sayıda noktanın olabileceğini kabul eden görelikçilere,
noktaların, önce sayı bakımından ayırt edilmesi gerektiğini ve sayı yönünden
ayırt edilen noktalarınsa ayırt edilmiş sayılacağını söylemenin gereği yoktur.
Sima
hafızası çok zayıf olan birinin, gördüğü yüzleri belli nesnel çerçeveye
yerleştirerek hatırlamağa çalışacağı kabul edilebilir. Fakat bunun gereği de
yoktur. Örneğin, çoğumuz «ben bu adamı görmüştüm, ama nerede?» diye
düşünebildiğimiz yani nesnel çerçeveyi zihnimizde çıkartamadığımız çoktur. Hem,
göz hafızasıyla, noktaları algılamadığımız noktaların hafızası arasında fark
yok mudur? Noktalar, cisimlerin hareketinden çıkardığımız, vardığımız zihinsel
soyutlamalardır. Russell, bunu kabul etmezse, zaten noktaların uzaysal olduğunu
kabul etmiyor demektir. Halbuki bu, Russell’ın savunmakta olduğu mutlakçı
görüşün tersine bir tutumdur.
Dolayısıyla,
biz noktaların varlığını ve değiştiğini, cisimlerin hareketiyle algılıyoruz.
Mutlak olarak, uzayda var olan ve birbirinin aynı noktalar olduğunu kabul
zorunda değiliz. Zaten Russell’ın hafızası zayıf adamı da bir şeylerin
değiştiğini, değişen şeyler aracılığıyla farketmektedir.
4—
Lotze, her noktanın kendinin başka noktadan ayırt ettiğini ve birbirine göreli
değişmez bir konum aldığını ileri sürer. Russell, bu kanıtta çok yanlış bulunduğunu
söyler. O yanlışlar şunlardır:
Her
şey, başkası olduğu söylenmekle açıklanmış olmaktadır. Böylece, nokta oluş,
Lotze için başka noktalardan ayrı oluşla ortaya çıkan bir niteliktir. Noktanın,
kendini başka bütün noktalardan ayırt etmesi, kendini ileri sürme gibidir.
Nokta, başkalarından ayırt edilmezse sanki ayrı olmayacaktır. Bu teklif,
noktalar arası ilişkilerin gerçekte, karşılıklı etki olduğu sonucunu verir.
Halbuki
karşılıklı etki karmaşık bir kavramdır (Russell). Başka bir sürü ilişkiyi
önceden var saydırır. Bir şeyin niteliklerinden ayrılığım önceden var sayar.
Karşılıklı etki bir eylem ifade eder. Eylem, genellikle bir veya daha çok şeyin
bir veya daha çok durumları arasındaki nedensel ilişkiyi dile getirir. Bu
ilişki aynı şeyin haldeki durumuyla sonraki durumu arasındadır. Böylece,
karşılıklı etki şu ilişkilerden kuruludur:
1
— Şeyler arasındaki ayrılık, 2 — Şeylerin durumları arasındaki ayrılık, 3 —
Zamandaşlık, 4 — Ardışıklık, 5 — Nedensellik, 6 — Bir şeyin durumlarına
ilişkisi.
Bu
bakımdan, karşılıklı etki temel bir ilişki olamaz. Böylece, noktaların
ilişkisini karşılıklı etkiye indirgemek, en basit çözümleme sorunlarında bir
yeteneksizlik ifade eder. Noktaların ilişkileri karşılıklı etkiler değildir.
Onlar, varlıkların ebedî ilişkisidir.
Russell’a
burada haklı görünmesine rağmen şunu sorabiliriz: Bir şeyin başkalarıyla olan
ilişkisi onu tanımlamağa engel midir? Russell, bu hususu abartarak, her şeyin
tözsel bir varlığı olduğunu söylemeğe vardırıyor işi. Halbuki, İslâm
tasavvufunda geçerli olan bir düşünce buraya iyi gidiyor: «Şeyler zıddıyla kaimdir.» Sıcağı soğukla, acıyı tatlıyla, siyahı beyazla
bilişimiz gibi. Gerçi örneğin bazı şeyleri karşıtlarına veya başka şeylere
ilişkileriyle tanımlayanlayız. Örneğin bir meyvenin tadını, başka meyvelerin
tadıyla ilgili olarak tam tamına tanımlayamayışımız gibi. Fakat bu,
başkalarıyla ilişki, bütün türünden gerçekleri anlamsız saymakla
sonuçlanmamalıdır. Yerine göre tözsel varlıkları kabul, yerine göre reddediş,
Russell mantığının bir özelliğidir. (Örneğin o, Leibniz’in Tanrı hakkındaki
görüşünü eleştirirken böyle bir varlığı reddeder.)
Russell’ın
karşılıklı etkiyi de abarttığına tanık olmaktayız. Bence o karşılıklı etkide
eylem anlamı olduğunu kelimenin İngilizcesinden çıkarmıştır (karşılıklı etki
İngilizcede «interaction», eylemse «action» sözcükleriyle karşılanır. Ben
Russell gibi davranmış olmamak için, «action»u birinci kelimede etki diye
çevirdim.) Hem Russell’ın çözümlemesini kabul ettiğimizde (eylem çözümlemesi
için doğrudur onun dedikleri) bile yine uzayın varlığının, onun noktalarının
birbirlerini Russell’cı biçimde etkilememesinden doğduğunu ileri sürebiliriz.
Çünkü, uzayın varlığı, ondaki hareketten doğar.
Russell,
mutlakçı görüşle noktaların ilişkisine l’in 2’ye ilişkisini, örnek veriyor, «ebedî
ilişki» diyor ona. Fakat Lotze’un ereği, noktaların ilişkisiyle uzayın
varlığını açıklamaktadır. O da hareketle kabildir. Russell’ın buna karşı statik
ilişkiyi öne sürmesi ne uzayı açıklar ne de hareketi. Hem zaten Lotze da
örneğin 1 ve 2 nokta arasındaki değişmez ilişki kabul ettiğine göre (bunlar 1
ve 2 noktaları olabilir) kanıt onun aleyhine kullanılamaz. Lotze, bu değişmez
ilişkilerin başka noktalarla ilişkilerinden doğduğunu söylerken, örneğin l’in
kendinden önceki en küçük, kendinden sonraki en büyük sayıyla belirlendiğini
(yani 1 olduğunu )söylemiş olmaktadır.
Russell’ın
ebedi ilişkiye örnek verdiği, karşılıklı etkenin nedenselliğe ilişkisi de
Lotze’un sözünü ettiği noktalar ilişkisinden farklıdır. O tür ilişkilerin
uzaysallığı şart olmadığından, Russell’ın örneği yersizdir. Karşılıklı etki ve
nedenselliğin nasıl, değişmez birer nokta muamelesi gördüğü, yani uzay içinde,
başka ilişkilere başvurmaksızın tek başlarına nasıl belirlendiği kolay cevap
verilemeyecek bir sorudur. Öte yandan, psikolojik nedenlerle, karşılıklı etki
nedensellik ilişkisinin değişmez (ebedî) olduğunu olmadığını söyleyebilirim.
Karşılıklı etki, nedensellikten önce gelir. Fakat her ikisi arasında değişik
bağlantı dereceleri vardır. Bu ilişki uzaysa! olmadığı için, Russell’in görüşü
dışına çıkar. (Bu bakımdan yersizdir). Esas tartışması gereken, uzaysal
ilişkiler olmalıydı, noktalar konusunda. Russell bu ilişkilerin uzaysal
noktalar arasında olup olmadığını zaman zaman bir yana bırakmış harekete
yetenekli, yani uzaysal ilişkilerini değiştiren maddî noktalar arasında olduğu
yolundaki ve eleştirdiği görelikçi görüşe yaklaşmıştır. Bu da doğallıkla,
noktalarla uzaysal ilişkilerin gerçek değil, görünüşte olduğunu demeye varır.
5—
Uzaysal ilişkilerin bir olgu olmadığını ileri süren beşinci Lotze kanıtı
Russell’a göre, Kant’ın uzayı a priori sayan görüşünü ispat için ileri
sürülmüştür. Russell, uzay konusunda zorunlu önermeler bulunduğunu ileri sürer.
Bu zorunluk insana dayanır. Kant’çı uzay görüşü, böyle bir şeye inandığımız
için doğrudur.
Lotze,
zihin dışında uzay olmadığını söylemiştir (Russell). Halbuki her şey bir
anlamda olgudur. Bir önerme, öncüllerinden çıkarıldığı zaman doğru sayılır.
Fakat öncüllerle çıkarım kuralı kabul edilmelidir. Böylece, nihaî öncül bir
anlamda olgudur. Bir önerme, öncül olduğu önermeler sınıfına göre az çok
zorunludur. Bu anlamda mantık önermeleri en yüksek zorunluğa sahiptir. Fakat,
bu zorunluk anlamı, bizim uzayda boşluklar tasavvur etmeğe yetenekli değiliz
diye, tasavvurlarımız dışında herhangi bir uzay bulunmadığı sonucuna varmamıza
yol açmaz.
İmdi
Russell, bir önermenin ispatlanmasına yol açan öncülün zorunlu olduğunu
bildiriyor ama, uzayın gerçekliği konusuna bu düşüncesinin nasıl uygulanacağını
göstermiyor. Her şey bir anlamda salt olduğuna göre, acaba görelikçilerin
düşünceleri de bir anlamda salt olgu sayılamaz mı? Russell’ın Lotze’a itirazı,
uzayın gerçekte var olduğunu göstermiş değildir. Onun düşüncesi, her şeyin bir
anlamda olgu oluşunda düğümleniyor. Bu, Russell’ın eleştirdiği inanca dayanan
bir önermedir. Doğru bir önermenin yanlış olduğunu söylemenin anlamsız
olmasıyla bir önermenin doğruluğunun ispatı aynı şey değildir. Ve buradan
dışımızdaki uzaya çıkacak bir yol bulamadığımız için, Russell’ın Lotze’a cevap
verdiğini kabul etmiyorum.
6—
Russell, Lotze’un son kanıtını, noktaların bağımsız varlıklar olması durumunda
bir noktanın kendisine uygun ilişkilerle başka nokta yaratamayacağını
göstermeğe çalışarak çürütmek ister. «Eğer» der, bağımsız nokta başka
noktalarla ilişkiliyse o, ya ilişkilere sahip başka noktalar yaratır veya o
zaten var olan noktalara ilişkiler yaratacaktır. Fakat bu durumda onlardan
bazısının var olmadığını söylemek çelişmeli değildir.
Fakat
hiç bir tekil önerme çelişmeli değildir. Örneğin «hiç bir önerme doğru
değildir» önermesi bile kendi doğruluğunu içerir. Burada da, bu içerimi inkâr
etmek, kesinlikle kendisiyle çelişmeli değildir. Her yerde apaçık oldukları
için kabul edilen önermelere rastlamaktayız. Çelişme yasasının kendisi de böyle
bir önermedir.
Uzayın
bütün noktalarının karşılıklı içerimi başkadır. Noktalar arasından sadece
bazısının reddi, aynı nedenle reddedilmelidir. Böyle bir önermenin hem doğru,
hem yanlış olmasının yanlış olması nedeniyle.
Fakat,
imkânsız da olsa, önceden olmayan bir nokta var olduğunda o yeni noktalar
yaratmayacak, zaten var olan noktalarla uygun ilişkiye sahip olacaktır.
Gerçekte nokta, zaten varlığa sahip olmuş olacak ve bir varlık olarak başka
noktalarla, ortaya çıktığı zamanki ilişkilerin aynına sahip bulunacaktır.
Burada,
Russell’a karşı ileri sürülecek tek husus, bazı noktaların Lotze yönünden
yoktan var olur sayılmadığı temeli üzerine bina edilecektir. Russell bir an
tipler kuramına aykırı olarak hiç bir tekil önermenin kendisiyle çelişmeli
olmadığını kabul etmekle birlikte uzayın bütün noktalarının karşılıklı içerimi
hakkındaki önermeyi bunun dışında tutuyor.
Bir
kez, «hiç bir tekil önerme kendisiyle çelişmeli değildir.» önermesine bakalım.
Bu önerme de çelişmeli olmayacaktır.
öte
yandan Lotze, bazı noktaların olmadığını söylememiştir. Bilinmeyen noktaların
bilinenler aracılığıyla ortaya çıkacağını veya. Zaten ikinci şık da bunu
açıklar. (Bir nokta, varolan noktalarla uygun ilişkiler kurar.) Lotze’un her
iki şık arasında bir ayrım gözetmemesi, onların ayrılayıcı (exclusive)
olmadığını, birbirlerinin anlamlarını açıkladığını gösterir.
4.Kanıta cevaba ek
Mutlakçı
görüşe sahip olanları göre, boş uzay bulabileceğiz. Böylece, sayılar arası
sonsuz bölünmeden söz edilemiyecek. Evren hiçten doğmuş olacaktı. Nedensellik
zincirinde sonsuz bir geriye gidiş görülmeyecektir.
Kant’ın
uzay görüşünü değiştirmekte kullanılan Russell'cı bir kanıtı (Principles of
Mathematics, 1937, s. 460) burada kendisine karşı çevirmek kabildir. Kant,
uzayın basit parçalardan değil uzaylardan kurulu olduğunu söylemişti. Russell,
«dogma» diye nitelendirdiği bu düşünceye karşılık, örneğin l’le 2 arasındaki
oranların, yine uzaydan ibaret olacağı, onları ne kadar küçük parçalara
bölersek bölelim sayıları elde edemeyeceğimizi söyler. Aynı düşünceyle, uzay
hakkındaki mutlakçı görüşte de, uzayın daima ve daima noktalardan ibaret
olduğundan 1 ile 2 arasındaki oranlan ne kadar küçük parçaya ayırırsak ayıralım
hep noktaları elde edeceğimiz, sayılarına ulaşamayacağımız iddia
edilebilecektir.
Böylece
Russell, fizik felsefesinin temelini teşkil eden noktalar sorunundaki bazı
mantıksal güçlüklere daha 1903 yılında (Matematiğin ilkeleri ilk kez bu yıl
basılmıştır) dikkati çektiği için, o güçlükleri çıkar yola vardırmamış bile
olsa, saygıya değer.
Muammer
SENCER
**
MACHİAVELLİ
Rönesans
kuramsal (teorik alanda çalışan) önemli bir filozof yetiştirmemesine rağmen
siyasal felsefede üstün bir ada sahiptir. Bu ad, Locolo Machiavelli’dir.
Machiavelli karşısında dehşete düşmek âdet olmuştur. O gerçekten bazen
şaşırtıcıdır. Fakat başka pek çok insan da aynı biçimde yersiz yüklemelerden
sıyrılırsa şaşırtıcı olur.
Machiavelli’nin
siyasal felsefesi onun olaylar üzerindeki kendi yaşantılarına dayanan bir
felsefedir. Bu felsefede ortaya atılan bazı sonlara varma yolu
incelenir. Bu sonların iyi ya da kötü olmasına bakılmaz. Fırsatı düştükçe
Machiavelli arzu ettiği sonlardan söz açar. Onlar hepimizin alkışlayacağı
türdendir.
Machiavelli
adına yüklenen geleneksel ters yorumlardan çoğu, yapılan kötülükleri açık açık
söylemekten nefret eden iki yüzlülerin gücenikliğinden doğmaktadır.
Gerçekten
Machiavelli’de eleştiriyi gerektiren yerler de yok değildir. Fakat, bu
noktalarda o, zamanının koşullarını dile getirmektedir. Siyasal namussuzluk konusunda zekânın bu derece namuslu olması
başka herhangi bir zamanda veya başka bir ülkede pek zor görülür. (Belki,
kuramsal eğitimlerini safsatacılara (sofistlere) ve pratik eğitimlerini küçük
devletlerin savaşlarına borçlu olan kişilerin yaşadığı Yunanistan bu kuralın
dışında tutulabilir. Yani siyasal bozukluğu insan düşüncesi orada açık açık
dile getirebilmiştir. Klâsik Yunanistan’da da Rönesans İtalya’sında olduğu gibi
küçük devletler bireysel zekâya siyasal açıda eşlik etmiştir.)
Machiavelli
(1467-1527) Floransa’lıydı. Ne zengin ne de yoksul olan bir hukukçunun oğluydu.
20 yaşlarındayken Floransa Savanarola’nın egemenliğiydi. Savanarola’nın acıklı
sonu Machiavelli üzerine büyük etki yapmıştı. Çünkü o «bütün silâhlı peygamberler başarıya ulaşır, silâhsızlar yenilgiye
uğrar» demektedir. Böylece Savanarola’yı silâhsızlar sınıfına almış olmaktadır.
Silâhlılar
sınıfına da Musa’yı, Cyrus’u, Theseus’u ve Romulus’u alır Machiavelli. İsa’dan
söz edilmemesi rönesansın tipik özelliğidir.
Savanarolanın
idamından hemen sonra Machiavelli, Floransa hükümetinde küçük bir görev aldı
(1498). Önemli diplomatik görevler sırasında, Medici’ler yeniden iş başına
gelene değin (1512) Floransa hükümetine önemli diplomatik işler çıktıkça hizmet
etti. Sonra Medici’lere daima karşı çıktığından tutuklandı, fakat beraat etti,
Floransa yakınındaki bir sayfiye bölgesinde emeklilik hayatı yaşamasına izin
verildi.
Machiavelli
başka bir uğraşı aradığı için yazar olmuştur. Onun ünlü kitabı Hükümdar 1513
yılında yazılmış ve Muhteşem Lorenzo’ya adanmıştır. Machiavelli böylece
Medici’lerin lütfunu elde etmek istiyordu. Fakat bu umudun boş olduğu anlaşıldı
sonradan.
Hükümdar’ın
tonu belki kısmen bu pratik erekten doğmuştur. Machiavelli’nin daha uzun yapıtı
olan Hükümdar yazıldığı sırada yazılan Söyleşiler (veya Konuşmalar) adlı yapıtı
daha cumhuriyetçi ve daha liberaldi. Hükümdar’ın başlangıcında,
cumhuriyetlerden söz edilmeyeceğini söyler, çünkü onların başka yerde ele
alınacağı söylenir. Söyleşiler’i okumamış bir kişi, Machiavelli’nin öğretisini
tek yönüyle tanımaktan öteye geçemez bu yüzden.
Medici’leri
yola getirmekte başarısızlığa uğradığından, Machiavelli yazmağa devam etmek
zorunda kaldı. Ölümüne kadar kıyıda yaşadı. Öldüğü yıl V. Charles’ın orduları
Roma’yı yağma ediyordu. Dolayısıyla Machiavelli’nin ölüm yılı, aynı zamanda
İtalyan Rönesans’ının bitimi sayılabilir.
Hükümdar,
bir prensliğin nasıl elde edileceğini, nasıl elde tutulacağını ve nasıl
yitirileceğini tarihten ve çağdaş olaylardan çıkarmağa çalışır. XV. Yüzyıl
İtalya’sı bu konuda büyüklü küçüklü pek çok örnekle doludur.
O
yüzyılda sadece birkaç yönetici meşruydu. Papalar bile çok kez seçimleri hile
ve rüşvetle kazanırlardı. Başarı elde etme kuralları daha dengeli yıllarda
görülenlerin bütünüyle aynı değildi. Çünkü kimse VIII. ve XIX. yüzyıllarda bir
adamın bertaraf edilmesine ve niteliksiz sayılmasına yol açan zalimlik ve
hainlikler karşısında dehşete düşmüyordu.
Belki
zamanımızda Machiavelli daha iyi değerlendirilir. Çünkü çağımızın en göze batan
başarıları Rönesans İtalya’sında kullanılanlar ölçüsünde aşağılık yöntemlerle
sağlanmıştır. Hitler’in Alman parlamento binasını yakması, 1934 yılında parti
içinde yaptığı tasfiye ve Münich anlaşmasını bozması, Machiavelli yönünden,
devlet yönetimi konusunda artistik bir bilgi olarak alkışlanabilirdi.
VI.
Alexandros’un oğlu Caesar Borgia çok
öğülür eserde. Borgia’nın karşısındaki sorun güçtür. Önce, kardeşinin ölümüyle
babasının hanedan kurma yolundaki tutkusuna elverişli tek kişi olacaktır.
Sonra, papa adına Alexandros’un ölümünden sonra, papalık devletlerine değil,
kendisine ait olacak topraklar fethedecektir.
Caesar,
üçüncü olarak da Kardinalleri idare edip, gelecek papanın kendi dostu olmasını
sağlayacaktır.
Caesar
Borgia bu güç sonu büyük hünerle yürütmüştür. Machiavelli’ye göre, onun
uygulamasından bir hükümdar kendi ilkelerini türetmelidir. Caesar’in
başarısızlığa uğradığı doğrudur. Fakat, bu sadece «taliin olağanüstü kötülüğünden» doğmuştur.
Babası
öldüğü zaman Borgia tehlikeli surette hastaydı. Hastalıktan kurtulduğunda onun
düşmanları artık örgenleşmişlerdi, güçlerini ve amansız düşmanını papa
yapmışlardı. Bu papanın seçimi sırasında Caesar Machiavelli’ye şöyle demişti:
«Her şeyi hazırlamış, fakat babamın ölümünde, benim de ölüm derecesinde hasta
olacağımı kestirememiştim.»
Caesar’ın
tilkiliklerini yakından bilen Machiavelli şunları söyler:
«Dük’ün
(Caesar) bütün eylemlerini yeniden gözden geçirince ayıplayacak bir şey
bulamıyorum. Tersine onu, tâli eseri veya başkalarının silâhlarıyla iktidar
mevkiine yükselmiş herkesçe taklid edilmesi gerekli bir örnek olarak ileri
sürmeğe zorlanmış saydım kendimi ve öyle de yaptım.»
Hükümdar’da
«Dinsel Prenslikler Üzerine» adlı ilginç bir konu yer almaktadır. Konu,
Söyleşiler’de sözü edilenler dikkate alındığında Machiavelli’nin düşüncesinin
bir bölümünü kaplar. Gizlemenin nedeni kuşkusuz, Hükümdar Medici’leri hoşnut
etmek için tasarlanmış ve bir Medici’nin tam papa olacağı sırada yazılmıştır.
(O sırada papa seçilmek üzere olan Medici, X. Leon’dur.)
Hükümdar,
dinsel prenslikler noktasından tek güçlüğün, onları elde etmek olduğunu söyler.
Çünkü onlar elde edildiklerinde zaten eski dinsel geleneklerle korunur.
Eski
dinsel gelenekler hükümdarları, onların davranışı ne olursa olsun iktidarda
tutmağa elverişlidir.
Prensliği
yönetenlerin orduya ihtiyacı yoktur. Çünkü onları, insan zihninin aşamadığı
yüksek dâvalar destekler. O hükümdarlar «Tanrı yönünden yüceltilir ve korunur.»
«Onları tartışmak, küstah ve ahmak bir kişinin işi olacaktır.» Bununla birlikte
Machiavelli VI. Alexandros’un papalığın dünyasal gücünü hangi araçlarla
arttırdığının araştırılmağa değer olduğunu ekler sözlerine.
Söyleşiler’de
papalık güçlerinin tartışılması daha uzun ve daha içtendir. Burada Machiavelli
ileri gelen kişileri bir ahlâk sıra düzenine sokar. En iyisi ona göre din
kurucularıdır. Ondan sonra monarşi, ya da cumhuriyetlerin kurucuları, en sonra
da edebi sanatlarla uğraşanlar gelir. Bu kişiler iyidir. Fakat dinleri tahrib
edenler, cumhuriyetleri ya da krallıkları yıkanlar ve güzel sanatların ya da
erdemin düşmanları kötüdür.
Tiranlıkları
kuranlar, Julius Caesar dahil tiranlık kurucuları da habistir. Öte yandan Brutus
iyidir. (Bu görüşle Dante’nin arasındaki karşıtlık klâsik edebiyatın etkisini
gösterir.)
Dante,
dinin devlette önde gelen bir mevkii olmasını istiyordu. Bu durum, dinin doğru
oluşundan değil, toplumu birbirine bağlamasından doğmaktaydı. Romalı’lar, fala
inanmakta ve ona aldırış etmeyenleri cezalandırmakta haklıydılar. Machiavelli
kendi zamanındaki kiliseyi iki türlü eleştirmiştir.
Eleştirilerden
biri, kilisenin dinsel inanç perdesi altında yürüttüğü kötü davranış, öbürüyse
papaların dünyasal gücü konusundaydı. Papaların dünyasal gücü esin verdiği
politikayla İtalya’nın birleşmesine engel oluyordu.
Bu
eleştiriler büyük bir vurguyla dile getirilmiştir:
«İnsanlar
dinimizin başı elan Roma kilisesine yaklaştıkça daha az dinsel oluyor.. Bu
kilisenin yıkılması ve cezasını bulması yakındır... Biz İtalyanların dinden
sapışı ve kötülüğü, Roma kilisesi ve onun rahipleri yüzündendir. Fakat bizim
için bir şeyin daha nedeni olmaktadır: Felâketimizin. Bu da kilisenin ülkemizi
bölüşü ve bölmekte devam edişidir.» (Machiavelli’nin düşüncesi 1870 yılına
kadar doğru kaldı.)
Bu
parçaları dikkate aldığımızda Machiavelli’nin Caesar Borgia’ya karşı duyduğu
hayranlığın onun erekleri dolayısıyla değil hüneri dolayısıyla doğduğu
varsayılmalıdır. Üne götüren ustalık ve eylemlere karşı duyulan hayranlık
Rönesans zamanında çok büyüktü. Bu tür bir duygu doğallıkla daima var olmuştur.
Napoleon’un düşmanlarından çoğu onu askerî bir stratejist olarak hayranlıkla
karşılamışlardır.
Machiavelli
dönemi İtalya’sında ustalığa karşı artistiğe benzer bir hayranlık daha önceki
ve daha sonraki yüzyıllardan çok daha fazlaydı. Onu Machiavelli’nin önemsediği
daha büyük ölçüdeki siyasal ereklerle uzlaştırmağa çalıştırmak doğru
olmayacaktır. îki şey, hüner sevgisi ve İtalyan birliği konusunda yurtseverce bir
arzu onun zihninde yan yana yaşamıştı ve herhangi bir derecede senteze varmış
değildi.
Böylece
o, Caesar Borgia’vı ustalığı dolayısıyla övebilir ve İtalya’yı bölünmüş durumda
tuttuğu için yerebilir. Onca en eksiksiz karakterin araçlar dikkate alındığı yerde
değişik bir sonucu gözönünde tutan Caesar Borgia gibi zekî ve vicdanında bir
kuruntu duymayan fakat değişik bir sonucu göz önünde bulunduran bir kişide
ortaya çıktığı var sayılmalıdır.
Hükümdar,
İtalya’nın egemenlikleri, «soysuzlaşma» barbarlardan (yani Fransızlarla
İspanyollardan) kurtarılması konusunda Medicilere hitaben kaleme alınmış
belâgatli satırlarla sona erer. Machiavelli bu işe bencil olmayan gerekçelerle
değil, güç, daha önemlisi ün sevgisi dolayısıyla girişileceğini umuyordu.
Yöneticilere
ait davranışın söz konusu olduğu yerde izlenen ahlâkı açık açık kınamaktadır
Hükümdar. Bir yönetici eğer daima iyi olursa mahvolacaktır. O bir tilki kadar
kurnaz, bir arslan kadar yırtıcı olmalıdır. Kitapta «Hükümdar İmanını Nerede, Ne zaman Korumalı?» başlıklı bir konu
görülmektedir (XVIII. Konu). Buradan öğrendiğimize göre, hükümdarlar eğer karşılığında
birşeyler elde edebiliyorlarsa koruyacaklardır imanlarını, Yoksa
korumayacaklardır. Bir hükümdar yeri geldikçe imansız olmalıdır.
«Fakat
yukarda anlatılan karakteri iyice saklama yeteneğini elde bulundurmak ve büyük
bir sahteci ve gösterişçi olmak gereklidir. İnsanlar öyle basit ve
karşılarındaki gerekimlere uymağa öyle hazırdırlar ki, bir hilekâr, karşısında
daima aldanacak kişiler bulabilir.»
«Sadece
bir modern örnekten söz edeceğim. VI. Alexandros insanları aldatmaktan başka
bir iş yapmadı. Başka birşey düşünmüyor ve ne yapıp edip fırsatını bularak,
insanları aldatıyordu. Onun kadar kimse teminat üstüne teminat veremez ve şunun
bunun için en kuvvetli yeminleri onun kadar edemezdi. Fakat hiç kimse bu
teminata bu yeminlere ondan daha az uyamazdı. Bununla birlikte VI. Alexandros
aldatmacalarında daima muvaffak oldu. Çünkü işin bu yanını gayet iyi
biliyordu.»
«Böylece
bir hükümdar için yukarıda sözü geçen bütün niteliklere (geleneksel erdemlerdir
onlar) sahip olmak gereklidir. Fakat onlara sahipmiş gibi davranmak daha çok
gereklidir.»
Machiavelli
bir hükümdarın herşeyden önce dinsel görünmesi gerektiğini söyleyerek sürdürür
konuyu.
Livius’un
adal (nominal) bir açıklanımı olan Söyleşiler’in tonu çok farklıdır. Kitapta
sanki baştanbaşa Montesquieu tarafından yazılmış duyusunu veren konular vardır.
Söyleşiler’in büyük bir bölümü onsekizinci yüzyıl liberalleri tarafından eve
denerek (tasvib edilerek) okunmuş olabilirdi.
Kitap
denetimler dengeler öğretisini açıkça ortaya atar. Hükümdarlar, soylular ve
halk devlet kuruluşuna katılacaklar, «sonra bu güçler birbirlerini karşılıklı
olarak denetleyeceklerdir » Lykurgos tarafından kurulan biçimiyle Isparta’nın
yapısı en iyi yapıydı. Çünkü o en eksiksiz dengeyi ortaya koymuştu. Salon’un
kurduğu yapı çok demokratikti, böylece Peisistratusrun tiranlığına yol açtı.
Roma’nın cumhuriyetçi bünyesi, Senato’yla halkın uzlaşmazlığı dolayısıyla
iyiydi.
«Özgürlük»
sözcüğü kitap boyunca, değerli bir şeye işaret eder biçimde kullanılmıştır.
Fakat, işaret edilen şey açık değildir. Doğallıkla bu, eski dönemlerden gelir
ve, XIX. yüzyıllara aktarılır.
Toskania
şato ya da kibar kişiler (gentlemen) içermediğinden özgürlüğünü korumuştur,
(«kibar kişi» belki yanlış bir çeviridir, fakat hoştur.) Siyasal özgürlüğün
kentlilerde belli bir kişisel erdemi gerektirdiği kabul edilmiş görünüyor.
Yalnız Almanya’da probity ve dinin hâlâ yaygın olduğu ve böylece, o ülkede pek
çok cumhuriyet bulunduğu söylenmektedir.
Livius
ve başkaları tersini ileri sürerse de halk genellikle hükümdarlardan daha bilge
ve daha değişmezdir.
«Halkın sesi
Tanrı’nın sesidir» sözleri boşuna söylenmemiştir.
Graikosların
ve Romalıların cumhuriyetle yönetildiği günlerdeki siyasal düşüncesinin XV.
yüzyılda nasıl gerçekleştiğini izlemek ilginçtir. Bu siyasal düşünce,
Yunanistan’da Aİexandros ve Roma’da Augustinus zamanından beri böylesine bir
gerçeklik kazanmamıştı.
Yeni
Platoncular, Araplar, kilise babaları, Platon metafiziğine ve Aristoteles e
karşı tutkulu bir ilgi gösterdiler. Fakat onların siyasal nitelikteki
yazılarına bakmadılar bile. Çünkü, kent devletleri çağının siyasal sistemleri
bütünüyle ortadan kalkmamıştı. İtalya’da kent devletlerinin gelişimi, bilginin
yeniden dirilişiyle aynı zamana rastlar ve hümanistlerin cumhuriyet yönetiminde
yaşamış Graikoslar ve Romalılar’ın siyasal kuramlarından yararlanmalarını
olanaklı kılmıştı.
«Özgürlük»
sevgisi ve denetimler dengeler kuramı Rönesansa eski dönemlerden ve modern
çağlara, doğrudan doğruya eski çağlardan gelmekle birlikte, büyük ölçüde
rönesanstan miras kalmıştı. Machiavelli’nin bu yanı en azından Hükümdar’daki
daha ünlü «ahlâkdışı» öğretiler kadar önemlidir.
Machiavelli’nin
herhangi bir siyasal kanıtı Hristiyanlık, ya da İncil temeline asla
dayandırmadığını kaydetmek gerekir. Ortaçağ yazarları bir «meşru güç» kavramına
sahiptirler. Bu güç papanın, imparatorun gücüydü veya onlardan türemişti.
Kuzeyli
yazarlar Locke’a kadar, Cennet Bahçesinde neler olduğu konusunda fikir
yürütmüşler ve oradan belirli güçlerin «meşru» olduğu konusunda kanıtlar
türetebileceklerini düşünmüşlerdi. Machiavelli’de Cennet Bahçesi kavramı yoktu.
Güç, özgür yarışmayla onu elde etme hünerini gösterenlerindi.
Machiavelli’nin
halk hükümetini tercih edişi, «haklar» düşüncesinden değil, halk yönetimlerinin
tiranlardan daha az zalim, daha çok vicdanlı ve sürekli olduğunu: gözlemesinden
doğmuştu.
Machiavelli’nin
öğretisindeki «ahlâk» ve «gayrı ahlâkî» bölümlerden, onun yapmamış olduğu
sentezi yapalım: Aşağıdakiler, benim kanılarım değil, içkin ve açık
Machiavelli’nindir.
Belirli
siyasal iyilikler vardır. Onlardan şu üçü özellikle önemlidir:
—
Ulusal bağımsızlık.
—
Güvenlik.
—
Düzenli devlet yapısı.
En
iyi devlet düzeni, hükümdarlar, soylular ve halk arasında onların gerçek
gücünün oranını dikkate alarak kurulan düzendir. Çünkü, böyle bir kuruluşta
başarılı devrimler güç olur ve böylece denge olanaklıdır. Fakat, denge dikkate
alındığında, halka daha çok güç vermek gerekli olacaktır. Erekler için
söylenenler bu kadar.
POLİTİK ARAÇLAR
Fakat
aynı zamanda politikada da araçlar sorunu vardır. Politik bir ereği, başarısız
kalmağa mahkûm araçlarla izlemek boşunadır. Eğer varılacak erek iyiyse biz,
onun elde edilmesini sağlayacak araçları seçmeliyiz.
Araç
sorunu salt bilimsel yolla sonların iyiliğine ve kötülüğüne aldırış
edilmeksizin ele alınabilir. «Başarı», ne olursa olsun ereğinizin elde edilmesi
demektir. Eğer bir başarı bilimi varsa o, iyilerin (gerçekte daha iyilerin)
başarılarında olduğu ölçüde kötülerin başarıları için de geçerlidir. Çünkü
başarılı günahkâr örnekleri başarılı aziz örneklerinden çok daha fazladır.
Fakat
bilim kurulursa bir kez, azize olduğu kadar günahkâra da yarar sağlayacaktır.
Çünkü aziz eğer politikayla uğraşacaksa, tamamen günahkâr gibi başarı sağlama
arzusunda olmalıdır.
Sorun
en sonunda bir erk (iktidar) sorunudur. Siyasal bir sonuca varmak için şu, ya
da bu tür bir erke (iktidara) sahip olmak icabeder. Bu açık olgu «hak galip gelecektir» veya «kötünün
zaferi çok sürmeyecektir» türünden sloganlarla gizlenir.
Eğer
sizin doğru sandığınız taraf galip gelirse bu, onun üstün güce sahip
olmasındandır. Propagandada düşmanınızdan veya karşıtınızdan daha erdemli
görünmenizin bir üstünlük olduğu ve erdemli görünmenin tek yolunun erdemli
olmak olduğu doğrudur. Bu nedenle zaferin, kamuca erdemli olduğu düşünülen şeye
en çok sahip olan yanda kalması bazen mümkündür.
Bu
hususun XI., XII. ve XIII. yüzyıllarda kilisenin gücünü artırması ve XVI.
yüzyılda reformun başarıya ulaşmasında önemli bir öğe olduğunu kabul ederek Machiavelli’ye
uymalıyız. Fakat, bunun önemli sınırlamaları vardır. Önce, propagandayı
denetleyerek güç elde edenler yandaşlarının erdemli görünmesini
sağlayabilirler. Söz gelimi kimse New York, ya da Boston halk okulunda VI.
Alexandros’un kötülüklerinden söz edemez. Sonra, apaçık köleliğin sık sık
göründüğü karma karışık dönemler vardır. Machiavelli’nin dönemi de onlardan
biriydi.
“Halk Okulu (Public Scholl) Amerika’da halkın verdiği
vergilerle beslendiği için bu adı alan bir ilk veya ortaokul. Bu okullar, belediyeler,
kent meclisleri veya devlet makamlarınca denetlenir. Parasızdır”
Böyle
zamanlarda çabucak gelişen ve insanlara bedelini ödediği her şeyi bağışlatan
bir köpeksilik (kynike’cilik) baş eğilimi baş gösterir. Machiavelli’nin
kendisinin söylediği gibi, bu zamanlarda bile cahil halkın karşısına erdemli
bir görünüşle çıkmak arzulanır bir şeydir.
Sorun
bir adım öteye götürtülebilir. Machiavelli, uygar kişilerin hemen kesinlikle,
vicdanı tasasız benciller olduğu kanısındadır. O gün cumhuriyet kurmak isteyen
bir kişinin o cumhuriyeti büyük kent ahalisiyle olmaktan çok, dağlılarla daha
rahat kurabileceğini söyler. Çünkü kentliler artık bozulmuşlardır.
(Rousseau’nun bu biçimde öncelendiğini görmek ilgi çekicidir. Machiavelli’yi
hayal kırıklığına uğramış bir romantik olarak yorumlamak bütünüyle yanlış
olmayacak, tersine hoş kaçacaktı.)
Eğer
bir kişi vicdanında kuruntu taşımayan bir bencilse, en bilgece davranış yolu
onun iş görmek zorunda olduğu topluluğa dayanacaktır. Rönesans kilisesi herkesi
dehşete düşürmüştür. Fakat bu kilisenin reform istetecek ölçüde dehşete
düşürmesi ancak Alplerin kuzeyinde mümkün olmuştur.
Luther
isyana başladığında papalığın geliri epey çoktu. VI. Alexandros’la II. Julius
erdemli olaydı papalığın, bu denli geliri olmazdı. Eğer bu doğruysa, rönesans
İtalia’sındaki köpeksiliğin sonucudur Bundan politikacıların, erdemli
kişilerden destek görmeleri durumunda, iyi davranacağı sonucu çıkar. Bu
davranış onların gücünü, ahlâksal yasalara aldırış etmeyen birine dayandırması
durumundan daha iyi olacaktır. Aynı zamanda politikacılar suçları (eğer
varsa) büyük ölçüde bilinebilecek bir toplulukta daha iyi davranacaklardır. Bu
davranış, sıkı bir sansürün geçerli olduğu topluluklardakinden daha iyi
olacaktır.
İkiyüzlülükle
birtakım başarılar kazanılabileceği kesindir. Fakat bu başarılar, uygun
kurumlarla azaltılabilir.
Machiavelli’nin
siyasal düşüncesi, eskilerin çoğunun düşüncesi gibi bir bakıma oldukça sığdır.
O Lykurgos ve Solon gibi daha önce var olana bakmaksızın topluluğu tek bir
parça biçiminde yarattığı varsayılan yasa koyucular üzerinde durulmuştur.
Topluluğun
organik bir gelişme (bu gelişimi bir devlet adamı sağlar belli bir sınıra
kadar) gibi görülmesi, daha çok moderndir ve evrim kuramıyla büyük ölçüde
güçlendirilmiştir. Bu kavram Machiavelli’de Platon’dan daha yaygın değildir.
Toplumun
evrimsel görünüşünün, geçmişte doğruysa da artık uygulama özelliğini yitirdiği,
imdi (hâl) ve gelecek için çok daha mekanist bir görüşle değiştirilmesi
gerektiği söylenebilir.
Rusya
ve Almanya mitolojik bir figür olan Lykurgos’un, İsparta’nın siyasal yapısında
yarattığı varsayılan yolun hemen hemen aynı bir yolda yeni toplum yaratmıştır.
Eski yasa
koyucu cana yakın bir efsaneydi, yeni yasa koyucuysa dehşet verici bir
gerçekliktir. Dünya eskisinden daha çok Machiavelli’ci olmuş ve onun
felsefesinin hayırlamayı uman modern insan XIX. yüzyılda gerektiğinden daha
derin düşünmek zorunda kalmıştır.
Sh:
55-67
Kaynak:
Bertrand Russell, Çeviri: Muammer Sencer, Batı Felsefesi Tarihî, (Modern Çağ)
(Yeni Çağ), 1970, İstanbul
(1945.
A History of Western Philosophy and Its Connection with Political and Social
Circumstances from the Earliest Times to the Present Day. New York: Simon and
Schuster.)
DİN ve BİLİM BERTRAND RUSSELL
Türkçesi: HİLMİ YAVUZ
CİNCİLİK VE TIP
İnsan
bedeninin ve onun hastalıklarının bilimsel incelemesi, büyük ölçüde
Hıristiyanlık öncesinden artakalan ve modern çağlara kadar kilise nüfuzunun
olanca ağırlığıyla desteklenen bir sürü kör inançla savaşmak zorunda kaldı.
Belirli ölçüde de olsa bugün bile böyle bir savaş süregitmektedir. Hastalık,
kimi zaman, işlenen bir günahın Tanrı eliyle cezalandırılması, ama çoğu kez
cinlerin işi sayılıyordu. Hasta, ancak azizlerin aracılığı (ya doğrudan
doğruya, ya da onların kutsal emanetleri ile), dualar, kutsal yerleri ziyaretle,
ya da (eğer hastalık cinlerin işiyse) cinleri kovmak, bir de hem cinlerin, hem
hastanın dayanılmaz bulacağı işlemlerle iyileştirilebilirdi.
Bu
işlemlerin büyük bir bölümünü haklı gösterecek kanıtları İncil’de bulmak
olanaklıydı; kuramın geri kalan bölümü Kilise Babaları’nca geliştirilmiş, ya da
bunların öğretilerinin doğal sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Aziz Augustinus «Hıristiyanlara
musallat olan bütün hastalıkların cinlerin işi olduğu» görüşündeydi: «Cinler, özellikle, yeni vaftiz
edilmiş Hıristiyanlara, evet, giderek, yeni doğmuş suçsuz bebeklere işkence
ederler» diyordu. Şurasını belirtmek gerekir ki,
Kilise Babaları «cinler» derken, Hıristiyanlığın gelişmesinden kudurgan bir
öfke duydukları düşünülen Pagan Tanrılarını kastediyorlardı. İlk Hıristiyanlar
Antik Yunan Tanrılarının varlığını inkâr etmiyorlar, ama onları (daha sonra
Milton’un Paradise Lost’unda benimseyip öne sürdüğü gibi) «Şeytanın Uşakları»
sayıyorlardı. Nazianzeli Gregoire, ilaçların bir işe yaramadığını,
kutsanmış ellerin hastaya dokunmasının çoğu kez etkili olduğunu söylüyordu.
Kilise Babaları bunlara benzer daha birçok görüş öne sürmüşlerdir.
Kutsal
emanetlerin hastalığın iyileştirilmesinde etkili olduğu inancı, ortaçağ boyunca
hızla gelişti. Bu görüş bugün bile ortadan bütünüyle kalkmış değildir. Kutsal
emanetlere sahip olma, kilise için olduğu kadar, bu kilisenin bulunduğu kent
için de bir gelir kaynağıydı; Efeslilerin Aziz Paulus’a başkaldırmalarına neden
olan iktisadi etkenlerin yeniden ortaya çıkmasına yol açıyorlardı. Kutsal
emanetlere olan inanç, bu emanetlerin sahteliklerinin meydana çıkarılmasına
karşın, gene de çoğunlukla sürüp gitmiştir. Sözgelimi Azize Rosalia’nın
Palermo’da yüzyıllarca muhafaza edilip hastalıkları iyileştirmede büyük
etkinliği olduğu söylenen kemiklerinin, dinle ilgisi olmayan bir anatomist
tarafından incelendiğinde, keçi kemikleri oldukları anlaşılmıştır. Ama gene de
bu kemikler hastaları iyileştirmeye devam etmiştir. Bugün, bazı hastalıkların
inançla iyileşebildiğini, bazılarınınsa iyileşmediğini, biliyoruz. Kuşkusuz,
bir hastanın apansız iyileşip ayağa kalktığı «mucizesi» görülmemiş değildir;
ama bilim dışı bir ortamda efsaneler, gerçeği abartır, bu yolla
iyileştirilebilecek histeri kökenli hastalıklarla, patolojiye dayalı bir
tedaviyi gerektiren hastalıklar arasındaki farkı ortadan kaldırırlar.
Taşkın
bir duygusallık ortamında bir efsanenin yayılması 1914-1918 savaşı sırasında
olağanüstü örneklerine tanık olduğumuz bir konudur: Rusların savaşın ilk
haftalarında İngiltere üzerinden Fransa’ya geçtikleri efsanesi yayılmıştı o
sıralarda. Bu gibi inançların kökenleri, eğer kesinlikle saptanabilirlerse,
doğrulukları görünüşte su götürmez tarihsel kanıtlarda neye inanmak gerektiği
konusunda tarihçilerin çok işine yararlar. Bu konuda, eşine az rastlanır bütünlükte
bir örnek Loyola’nın arkadaşı ve Doğu’daki cizvit misyonerlerinin ilk ve en
seçkini
Aziz
Francis Xavier’in sözde mucizeleridir.[ Bu konu, White’nin bu kitabı yazarken
pek çok yararlandığım Warfare of Science with Theology’sinde eşsiz bir
yetkinlikle incelenmiştir.]
Aziz
Francis, uzun yıllar, Hindistan’da, Çin’de ve Japonya’da yaşamış, 1552 yılında
da ölmüştür. O ve yol arkadaşları, bugün elimizde bulunan uzun mektuplar
yazarak, misyoner çalışmaları konusunda bilgi vermişlerdir. Ama, bu mektupların
hiçbirinde Aziz Francis’in yaşadığı süre içinde bir mucizeyi gerçekleştirdiğine
dair bir belirti yoktur. Peru’daki hayvan türlerinden dolayı şaşkınlığa
düştüğünü daha önce belirttiğimiz cizvit papazı Jode De Acosta, paganları
Hıristiyan yapma çabalarında Aziz Francis ve arkadaşlarının mucizelerden
yararlanmadıklarını açıkça ifade etmektedir. Ama Aziz Francis’in ölümünden
hemen sonra onun yarattığı mucizelerden söz edilir olmaya başlanmıştır.
Mektupları Japon dilinin güçlüklerine değinen ve iyi çevirmenlerin azlığından
yakınan imalarla dolu olmasına karşın, Aziz Francis’in dil öğrenme konusunda
olağanüstü bir yetisi olduğu; bir keresinde yol arkadaşları gemide susuzluktan
yakınırken, deniz suyunu içme suyuna döndürdüğü, haçını denize düşürdüğü, bir
yengecin haçı bulup ona getirdiği anlatılmaya başlanmıştır. Bu son hikâye daha
sonraki yıllarda onun haçı denize düşürmediği, bir fırtınayı durdurmak için
denize attığı biçimini almıştır. 1662 yılında aziz ilan edilirken, Vatikan
yetkililerine, Francis Xavier’in mucizeler gösterdiğinin kanıtlanması
gerekmiştir; çünkü bu kanıtlar olmaksızın kimse aziz ilan edilemezdi. Papa onun
dil öğrenme konusundaki olağanüstü yetisini resmen onayladı ve Xavier’in
lambaları petrol yerine kutsal su kullanarak yakmasından özellikle, pek
duygulandı. Bu Papa, Galileo’nun söylediklerini inanılmaz bulan Papa Urbino
VlII’di. Aziz Francis Efsanesi yayılmaya başladı, öyle ki Papaz Bouhours’un
1682 yılında yayımladığı biyografisinde Aziz Francis’in sağken 14 ölüyü
dirilttiği yazılıdır. Katolik yazarlar, bugün bile onun mucizeler yarattığına
inanırlar; nitekim Papaz Coleridge, 1872 yılında yayımlanan Aziz Francis
biyografisinde onun dil öğrenme konusundaki olağanüstü yetisinden yeniden söz
etmektedir.
Bu
örnek, Aziz Francis Xavier olayından daha az sayıda belgelerin bulunduğu
dönemlere ait mucize söylentilerine ne ölçüde inanılması gerektiğini açıkça
ortaya koymaktadır.
Hastaların
mucizevi iyileşmelerine Katolikler kadar Protestanlar da inanıyorlardı. İngiltere’de
«the King’s evil» adı verilen bir hastalığın, Kral’ın dokunmasıyla
iyileşeceğine inanılmaktaydı, Kral II. Charles, bu ermiş hükümdar, 100.000
hastaya dokunmuştu. Majeste hükümdarın özel cerrahı, Kral’ın dokunması
sonucunda 60 kişinin iyileştiğini belirten bir rapor yazmıştır. Bir başka cerrah
ise, değme hekimlere pes dedirten yüzlerce hastanın, Kral’ın bir dokunuşu ile
iyileştiklerini gözleriyle görmüştür (tabii, kendisi söylüyor bunu). Kutsal Dua
Kitabı’nda Kral’ın iyileştirme mucizelerini gösterdiği sırada okunacak özel bir
dua bile vardı. İyileştirme mucizesi yetisi James II., William III ve Kraliçe
Anne’e geçtiyse de Hannover hanedanında süregitme olanağını bulamadı.
Ortaçağda
sık sık görülen korkunç veba ve öteki salgınlar, kimi kez cinler, kimi kez de
Tanrı’nın gazabına bağlanıyordu. Kilise adamlarınca Tanrı’nın öfkesinden
sakınmak için en çok salık verilen yöntem, kiliseye toprak bağışlamaktı. 1680
yılında veba salgınının Roma kentini kasıp kavurması, yok yere ihmal edilen
Aziz Sebastian’ın öfkesine bağlandı. Aziz Sebastian için bir anıt dikildi ve
salgın duruverdi. Rönesans’ın en yüce çağında, 1552 yılında, Romalılar o sırada
kenti kırıp geçiren veba salgınına yanlış bir teşhis koydular. Bu salgının
cinlerin, başka bir deyişle eski tanrıların öfkesinden ileri geldiğini sandılar
ve Koliseum’da Jüpiter’e bir öküz kurban ettiler. Bunun bir yararını görmeyince
Meryem Ana ile Azizlerin gönlünü almak için geçit törenleri düzenlediler, bu da
bilmeleri gerektiği gibi, çok daha etkili oldu.
1348
yılında başgösteren Kara Ölüm, çeşitli yerlerde çeşitli kör inançların ortaya
çıkmasına neden oldu. Tanrı’mn öfkesini yatıştırmada en çok başvurulan
yollardan biri, Yahudi öldürmekti. Bavyera’da 12.000, Erfurt’ta 3.000 Yahudi
öldürüldü; Strasbourg’da da 2000 Yahudi diri diri yakıldı. Bunu başkaları da izledi.
Yalnızca Papa, bu çılgınca kıyımları protesto etti. Kara Ölüm’ün en belirgin
etkilerinden biri de Sienna’da görüldü. Kara Ölüm’den önce Sienna Katedralinin
daha da genişletilmesi kararlaştırılmış, yapım çalışmaları bir hayli
ilerlemişti. Ama, başka kentlerin başına gelenlerin farkında olmayan
Siennalılar; vebayı böylesine görkemli bir katedral istemekle kapıldıkları
gururun cezası, günahkâr Siennalılar için özel olarak gönderilmiş bir tanrısal
yıkım saydılar. Katedral inşaatını durdurdular. Bitmemiş katedralin
kalıntıları, Siennalılar’m tövbelerinin bir anıtı olarak bugün öylece
durmaktadır.
Hastalıklarla
savaşmakta kör inançlara dayalı yöntemler herkesçe en etkin araç sayılmakla
kalmadı, tıp biliminin gelişmesi de büyük ölçüde kösteklenmiş oldu. Hekimliğin
en bellibaşlı uygulayıcıları, Müslümanlar’dan edindikleri bilgileri kullanan
Yahudiler’di. Yahudi hekimlerin büyücülük yaptıklarından kuşkulanıldı; doğrusu,
Yahudi hekimler belki de bile bile, bu kuşkuyu sömürmediler değil, çünkü bu,
hastalardan daha fazla ücret almalarına yardım ediyordu. Anatomi
bilimi, hem bedenin yeniden dirilmesi (resurrection) öğretisini güç duruma
sokuyor, hem de kilisenin kan akıtılmasından tiksinen tutumuna aykırı düştüğü
için günah sayılıyordu. Bedenin kesilip biçilmesi, Papa Bonifacius VlII’in
yanlış anlaşılan bir yazılı emri yüzünden hemen hemen bütünüyle yasaklanmıştı.
XVI. yüzyılın ikinci yarısında Papa Pius V. «beden rahatsızlıklarının
çoğunlukla günahtan ileri geldiğini» öne sürerek hekimlerin önce bir papaza
başvurmaları ve hasta üç gün içinde günah çıkarmazsa tedaviden vazgeçmeleri
gerektiğini belirterek bu konudaki eski papalık kararlarını yineledi. O
çağlarda tıbbın ilkel durumu dikkate alınırsa bu, belki de, yerinde bir
karardı.
Akıl
bozukluklarının tedavisi, tahmin edileceği gibi, özellikle, kör inançlara
dayalıydı; bu durum tıbbın öteki dallarındaki kör inançlarla tedavi eğiliminin
ortadan kalkmasından çok sonraya kadar devam etti. Delilik, insanın içine
şeytanın girmesi olarak yorumlanıyor, bu yorumu desteklemek için Incil’den
gerekçeler bulup çıkarılabiliyordu. Kimi kez cin çıkarma, kutsal bir emanete
dokunma ya da kutsal bir kişinin cini kovmasıyla iyileştirilebiliyordu hasta.
Kimi kez de dine büyücülük de karışıyordu. Sözgelimi: «Bir insanın içine şeytan girer de onu
içerden bir hastalıkla buyruğu altında tutarsa acı bakla, kıvırcık hindiba, ban
otu ve sarmısak karıştırılıp kusturucu bir içki yapılır, sonra buna biraz bira,
biraz da kutsanmış su katılımdı.
Doğrusu,
bu gibi yöntemlerin büyük bir zararı yoktu, ama kötü ruhları kovmak için
tutulacak en iyi yolun, ona işkence etmek, ya da gururunu kırmak (Şeytan’ın
Düşüşüne gururu neden olmuştu çünkü) olduğu düşünülmeye başlayınca iş değişti.
Pis kokular, iğrenç maddeler kullanılmaya başlandı. Cinleri kovma duası iyice
uzadı, giderek, ağza alınmaz müstehcen sözlerle doldu. Bu yöntemlerle Viyana
cizvitleri, 1583 yılında 12.562 şeytanı kovdular. Ama bu gibi ılımlı yöntemler
başarısızlığa uğrayınca, hasta kırbaçlanıyor, eğer kötü ruh çıkıp gitmemekte
direnirse bu kez de işkenceye başvuruluyordu. Böylece yüzyıllar boyu zavallı
deliler, barbar işkencecilerin eline bırakıldılar. Bu barbarlığa yol açan kör
inançlara inanılmamaya başlanıldığı çağlarda bile, delilere çok sert
davranılması gerektiği geleneği yürürlükte kaldı. Hastayı uyutmamak, bir
yöntemdi; kırbaçlamak bir başka yöntem. Kral George III. delirince, ona
adamakallı dayak attılar, oysa şeytana, aklı başında olduğu zamanlardakinden
daha fazla kapılmış değildi.
Ortaçağda
deliliğin tedavisi büyücülükle sıkısıkıya ilgiliydi. İncil, «bir büyücüyü
yaşatmayacaksın» der (Exod xxii. 18). Wesley, gerek bu söze, gerekse buna
benzer olanlara dayanarak «büyücülükten vazgeçmek, gerçekte, İncil’den
vazgeçmek» sayılır» diye düşünüyordu. Bence haklıydı da. [Büyücülüğün çökmekte
olduğu bir çağda bu inanca karşı açılan savaşta Exodus’tan «büyücü» diye
çevrilen kelimenin gerçekte «zehirleyici» anlamına geldiği görüşünü benimsersek
iş değişir. Endor büyücüsünü bu bile açıklamaya yetmez.] İnsanlar İncil’e
inandıkları sürece, onun büyücüler ile ilgili buyruklarını yerine getirmek
konusunda ellerinden geleni yaptılar. İncil’in bugün bile ahlak alanında
geçerli bir değeri olduğunu savunan çağdaş liberal Hıristiyanlar, buna benzer
metinlerin ve İncil’in ahlak davranışlarına yön verdiğine içtenlikle
inandıkları için milyonlarca suçsuzun işkence ile öldürüldüklerini unutmamak
eğilimindedirler.
Büyücülükle
ilgili konular hem ilginç, hem de karanlık konulardır. İnsanbilimciler en ilkel
topluluklarda bile dinle büyünün birbirinden ayrıldığını gösteren kanıtlar
bulmuşlardır; ama insanbilimcilerin bu ayrım için uyguladıkları ölçüler, kendi
bilim alanları için geçerli olsa bile, bizim gibi falcılık ve falcıların
uğradıkları kötü davranışları incelemek durumunda olanlar için uygun ölçüler
değildir. Bu nedenledir ki Rivers Melanezya üstüne yazdığı Medicine, Magic and
Religon (Tıp, Büyü ve Din, 1924) adlı çok ilginç kitabında şöyle demektedir: «Büyü derken, insanın belirli birtakım
ayinlerden yararlandığı pratiklerin bütününü kastediyorum. Ayinlerin etkinliği insanın
kendi gücüne ya da bu ayin ve pratiklerde kullanılan belirli nesnelerin özünde
ya da niteliklerinde bulunduğu varsayılan güçlerle bağlıdır. Öte yandan din
ise, etkinliği yalvarma ve yakarı ayinleri yoluyla aracılığı istenen daha yüce
bir gücün istemine bağlı olan bir şeydir.» Bu tanım, bir yandan kutsal
taşlar gibi bazı cansız nesnelerin garip gücüne inanan, öte yandan da insandışı
bütün ruhların insana üstün olduğunu varsayan topluluklarla ilgili
incelemelerimizde bizim için yeterli bir tanım olmaktadır. Ama gerek Ortaçağ
Hıristiyanlığı, gerekse Müslümanlık için bu iki durumun hiçbiri geçerli
değildir. Simyacı taşında, ya da sonsuz hayat suyunda (âbı kevser) garip
birtakım güçler varsaydıkları doğrudur, ama bu güçleri bilimsel saymak
olanaklıdır: Çünkü bunları elde etmek isteyenler deneylere dayanıyorlardı;
üstelik, onlardan beklenen nitelikler de sözgelimi radyumda bulunan
niteliklerden daha olağanüstü, daha garip, değildi. Ortaçağda anlaşıldığı
kadarıyla büyü ruhları ama özellikle kötü ruhları sürekli olarak yardıma
çağırıyordu. Melanezyalılar arasında iyi ve kötü ruhlar arasında bir ayrım
gözetildiğini belirten bir kanıt yoktur, ama bu ayrım Hıristiyan öğretisi için
temel bir ayrımdır. Tanrı gibi, şeytan da mucizeler yaratabilir: Ama şeytan
kötü insanlara, Tanrı ise iyi insanlara yardım için yaratır mucizeleri. Kutsal
Kitap’tan anlaşıldığına göre İsa’nın yaşadığı çağda Yahudiler de bu ayrımı
biliyorlardı; çünkü İsa’yı, Beelzebub’un yardımı ile cinleri (kötü ruhları)
kovmakla suçlamışlardı. Büyücülük ve cadılık, ortaçağda, özellikle ama
bütünüyle değil, dinsel suç sayılıyordu, bunların günah sayılması, ancak
cehennemlik güçlerle işbirliği yapmalarındandı. Garip olan şu ki şeytan
kimi zaman başka bir kişi tarafından yapılırsa erdem sayılabilecek bazı işler
yapmak durumundaydı. Sicilya’da ortaçağlardan bu yana kesiksiz süregelen (ya da
çok yakın bir geçmişe kadar süregelmiş olan) kukla oyunları geleneği vardır.
1908 yılında Palermo’da bu oyunlardan birini görmüştüm: Karl V. ile Mağripliler
arasındaki savaşları konu alan bir oyundu bu. Bu oyunda Papa, büyük bir
muharebeden önce şeytanın yardım vaadini sağlıyor ve savaş sırasında da şeytan
gökyüzünden Hıristiyanlara yengi sunarken görünüyor. Bu eşsiz sonuca karşın,
Papa’nın davranışı uygun karşılanmıyor ve Karl V. yengiden yararlanmakla
birlikte bu olayı duyunca irkiliyordu.
Bugünlerde
büyücülük tarihi konusunda uzmanlaşmış kişilerce kabul edilen bir görüşe göre,
büyücülük, Hıristiyan Avrupa’da, eski pagan kültlerinin ve Hıristiyan
düşüncesinde kötü ruhlarla özdeşleşmiş pagan tanrılarına tapınmanın
kalıntısıdır. Pagancılığın büyü ayinlerine karıştığını gösteren kanıtlar sayıca
çoksa da, büyücülüğü salt bu kaynağa bağlamak ortaya büyük güçlükler
çıkarmaktadır. Hıristiyanlık öncesi Antikite’de büyü, cezası olan bir suçtu;
Roma’daki On İki Levha’ da büyücülüğe karşı bir yasa vardı. MÖ 1100 yılında
Ramses Ill.’ün haremindeki bazı kadınların ve bazı subayların kralın
balmumundan bir heykelciğini yaptıkları ve onun ölümüne neden olacak bir büyü
uyguladıkları biliniyor. Yazar Apuleius, büyücülük suçundan yargılandı, zengin
bir dulla evlenmiş, bu da oğlunu büyük ölçüde tedirgin etmişti. Bununla
birlikte Apuleius, tıpkı Othello gibi, yargıçları dul kadını elde etmek için
büyü değil, ama doğal çekiciliğini kullandığı konusunda kandırmayı başarmıştır. ,
Başlangıçta
cadılık salt kadınlara özgü bir suç sayılmıyordu. Kadınların bu konuya
eğilmeleri XV. yüzyılda başladı ve cadıların XVIII. yüzyılın sonuna doğru ağır
işkencelere uğratılması yaygınlaşıncaya kadar sürdü. Papa İnnokenti VIII., 1484
yılında büyücülüğe karşı bir kararname çıkardı ve büyücüleri cezalandırmak için
iki engizisyon yargıcını görevlendirdi. Bu yargıçlar 1489 yılında, Malleus
Malefıcarum (Suçlu Kadınların Çekici) adlı ve yetkisi kabul edilen bir kitap
yayımladılar. Kitapta büyücülüğün erkekten çok kadına vergi bir uğraş olduğu
belirtiliyordu; çünkü kadınlar temelde erkeklerden daha kötü yürekliydiler. O
çağlarda büyücülere karşı yöneltilen suçlamaların çoğu, onların kötü hava
koşullarına neden olduklarıydı. Büyücü olduklarından kuşkulanılan kadınlara
sorulacak sorular bir liste halinde düzenlenmişti; bu sorulara karşılık,
istenen yanıtlar alınıncaya kadar da, beden organları gerilerek işkence
ediliyordu onlara. Yapılan tahminlere göre 1450-1550 yılları arasında yalnızca
Almanya’da, büyük çoğunluğu diri diri yakılan yüz bin büyücü öldürülmüştür.
Doğrusu,
işkencelerin bütün ağırlığıyla egemen olduğu çağlarda bile, birkaç gözüpek
akılcı çıkıp, fırtınaların, dolu sağanaklarının, gök gürlemesi ve
yıldırımların, kadınların fendi sonucunda meydana geldikleri görüşünü kuşkuyla
karşıladıklarını söylememiş değillerdir. Ama bu gibilere karşı acımazsızca
davranıldığı da bir gerçektir. Nitekim, XVI. yüzyılın sonlarına doğru, Treves
Üniversitesi rektörü ve Seçici Prenslik Mahkemesi başyargıcı Flade’ın sayısız
büyücüyü mahkûm ettikten sonra, içine bir kurt düşmüş ve onların işkenceye
dayanamayıp suçu üzerlerine almış olabileceklerini düşünmeye başlamıştır. Bunun
sonucunda büyücüleri mahkûm ederken gönülsüz davranmaya koyulunca, ruhunu
şeytana satmakla suçlanmış, büyücülere uyguladığı işkenceler bu kez ona
uygulanmıştır. Sonunda Flade de, büyücüler gibi, suçu üzerine almış ve 1589
yılında önce boğulup sonra yakılmıştır.
Büyücülere
işkence etmekte Protestanlar da Katoliklerden aşağı kalmamışlardır. Bu konuda
James I. özellikle, pek ateşli davranmıştır. Cincilik üstüne bir kitap yazmış
ve İngiltere’deki krallığının ilk yılında, Coke, İngiliz başsavcısı ve Bacon
Avam kamarasında milletvekili iken, büyücülüğe karşı olan yasadaki cezaları
daha da şiddetlendiren bir emirname çıkarmıştır. Bu emirname 1736 yılına kadar
yürürlükte kalmıştır. Birçok kişi işkence ile öldürülmüştür. Bunlardan birinde
hekim sıfatıyla hazır bulunan Sir Thomas Browne, Religio Medici (Hekim Dini)
adlı kitabında şöyle demektedir: «Her
zaman cadıların var olduğuna inanmışımdır, şimdi de inanıyorum; cadılara
inanmayanlar yalnızca onların varlığını inkâr etmekle kalmazlar, ruhları
dolaylı yoldan ve eninde sonunda dinsizliğe değil ama, tanrıtanımazlığa
sürüklenmiş olur». Gerçekte, Lecky’nin de belirttiği gibi «hayaletlere ve
cadılara inanmamak, XVIII. yüzyıl kuşkuculuğunun en belirgin özelliğiydi. Ama
başlangıçta sadece, sözünü sakınmayan özgür düşünceli kimselerin böyle
düşündüklerini söylemek gerekir.»
Cadılara
karşı girişilen kovuşturmanın İngiltere’dekinden çok daha sert olduğu
İskoçya’da James I., Danimarka’ya yaptığı deniz yolculuğu sırasında başgösteren
fırtınanın nedenini keşfetmekte eşsiz bir başarı gösterdi. Dr. Fian adında
biri, ağır ve dayanılmaz işkencelerden sonra, bu fırtınaya büyük bir kalburla
Leith sahillerine çıkan birkaç yüz cadının neden olduğunu itiraf etti.
Burton’un History of Scotland (İskoçya Tarihi) adlı kitabında (Cilt VII, sayfa
116) belirttiği gibi «İskandinav sahillerinden gelen cadıların da ötekilerle
işbirliği yapmasıyla olayın önemi arttı; bu iki grup cadı, elbirliğiyle,
cincilik yasalarıyla ne büyük şeyler başarabileceklerini denediler böylece».
Fırtınayı cadıların çıkardıklarını itiraf eden Dr. Fian, bu itirafını hemen
geri alınca, işkence büsbütün ağırlaştırıldı. Ayak kemikleri birçok yerinden
kırıldıysa da, Dr. Fian itiraf etmemekte diretti, işkenceleri izleyen James I.
bunun üzerine, yeni bir yöntem buldu: Dr. Fian’ın tırnakları söküldü, parmak
uçlarına sivri iğneler sokuldu. Ama, o çağda yaşamış olan birinin belirttiği
gibi «şeytan onun yüreğinin derinliklerine öylesine işlemişti ki, daha önce
itiraf ettiği suçu sonuna kadar inkâr etti.» Sonunda da diri diri yakıldı.
[Bkz. Lecky, History of Rationalism in Europe, Cilt, I., sayfa: 114.]
İskoçya’da
büyücülüğü suç sayan yasa, İngiltere’deki yasayla aynı zamanda, 1736 yılında
yürürlükten kaldırıldı. İskoçya’da büyücülüğe inananların sayısı hâlâ
çoğunluktaydı. 1730 yılında yayımlanan bir hukuk kitabı yazarı «geçmişte
cadıların yaşadığı, bunların bugün de var oldukları gerçeğinden daha kesin ve
apaçık bir şey düşünülemez; bu konuyu, Tanrı’nın izniyle, kriminoloji üstüne
yazacağım bir kitapta aydınlığa kavuşturmayı düşünüyorum» diyordu. İskoçya
resmi kilisesinden ayrılan önemli bir grubun önderleri, 1736 yılında, çağın
ahlak bozukluğunu dile getiren bir bildiri yayımladılar. Bu bildiri dansın ve
tiyatronun gelişmesine göz yumulmasından yakınmakla kalmıyor ama «büyücülere
karış olan yasaların son günlerde bir büyücüyü yaşatmayacaksın diyen Tanrı Yasasının
anlamına aykırı olarak, yürürlükten kaldırılmasından» da dert yanıyordu.
[Burton, History ofScotland, Cilt: VIII, sayfa: 410.] Bununla birlikte o
tarihten sonra büyücülüğe olan inanç, İskoçya’daki aydınlar arasında büyük bir
hızla azalmaya başlamıştı.
Batı
ülkelerinde büyücülüğün cezalandırılması işine son verilmesinin aynı zamana
rastlaması dikkati çekicidir. İngiltere’de Anglikanlar büyüye Puritanlardan
daha çok inanmaktaydılar; Crowell’in iktidarda bulunduğu Commonweatlth
döneminde (1649-1658) büyücülükten idam edilenlerin sayısı, Tudor (1485-1649)
ve Stuart (1660-1668) hanedanlarının egemen oldukları yıllarda idam edilenlerin
sayısından az değildi. Restorasyon dönemiyle Stuartlar işbaşına gelince (1660),
büyüye karşı kuşku duymak moda oldu, büyücülükten dolayı idam edildiği bilinen
sonuncu kişinin idam tarihi 1682’dir; bununla birlikte idamların 1712 yılına
kadar devam ettiği de söylenmektedir. 1712 yılında İngiltere’nin Hertfordshire
bölgesinde, o bölgenin din adamlarının kışkırtmasıyla bir büyücülük davası
açılmıştı. Yargıç, büyücülükle bir suç işlenebileceğine inanmadığından jüriye
bu yolda uyarmada bulunmuştu; jüri sanığı gene de mahkûm ettiyse de karar iptal
edildi; bu da kilise adamlarının büyük protestolarına yol açtı. Büyücülere
yapılan işkencelerin İngiltere'dekinden çok daha yaygın olduğu Iskoçya’da, bu
duruma, XVII. yüzyılın sonundan başlayarak yavaş yavaş daha seyrek rastlanır
oldu, bir büyücünün yakıldığı en son tarih 1722 ya da 1730’dur. Fransa’da ise,
en son büyücü 1718’de yakıldı. XVII. yüzyılın sonunda New England’da korkunç
bir büyücü avı görüldüyse de, bir daha böyle bir şeye rastlanmadı. Buna
karşılık büyücülükle ilgili halk inançları her yerde devam etti; bugün bile
bazı uzak köylerde bu inançlara rastlanmaktadır. Bu türden son olay 1863
yılında Essex’de görüldü: Yaşlı bir adam komşuları tarafından büyücülükle
suçlanarak linç edildi. Büyücülük yasağının kalkması İspanya ve İrlanda’da çok
daha geç gerçekleşti. İrlanda’da büyücülüğe karşı olan yasa 1821 yılma kadar
yürürlükte kalmıştır. İspanya’da ise 1780 yılında bir cadının diri diri
yakıldığı bilinmektedir.
History
of Rationalism (Rasyonalizmin Tarih) adlı kitabında büyücülük konusuna enine
boyuna değinen Lecky, büyücülüğe olan inancın bu konuda öne sürülen kanıtlarla
değil de, doğa yasalarına olan inancın yaygınlaşması yoluyla çöktüğü olgusuna
işaret etmektedir. Bu, gerçekten ilginç ve garip bir olgudur. Lecky, daha da
ileri giderek, büyüye inananların öne sürdükleri kanıtların, karşı olanların
kanıtlarından daha ağır bastığını belirtir. Bu, büyüye inananların Incil’den
alıntılar yapabilmeleri, karşı tarafın ise İncil’e her zaman inanılmaması
gerektiğini söyleyebilecek durumda bulunamamaları yüzünden, pek de şaşırtıcı
gelmemelidir. Dahası, en yetkin bilim kafaları, bir yandan daha olumlu işlerle
uğraşmaları, bir yandan da bir düşmanlığı üzerine çekmekten korkmaları
dolayısıyla, halkın kör inançlarının üzerine eğilmek gereğini duymamışlardır.
Olaylar onların haklı olduklarını göstermiştir. Newton’un araştırmaları,
insanları, Tanrı’nın başlangıçta dünyayı yarattığına ve istediği sonuçlar bir
daha onun aracılığını gerektirmeden sağlasın diye doğa yasalarını yürürlüğe
koyduğuna inanmaya götürmüştür. Tanrı, ancak Hıristiyan dininin gönderilişi
gibi olağanüstü ve önemli durumlarda işe karışabilirdi. Protestanlar
Hıristiyanlığın ilk ve ikinci yüzyılında mucizelerin yer aldığına, ondan sonra
bir daha mucize olmadığına inanıyorlardı. Eğer Tanrı dünya işlerine mucizeler
yoluyla karışmaktan vazgeçmişse, şeytanın mucizeler göstermesine izin vermesi
olacak iş değildi. Fırtınalara, süpürge sapına binmiş kocakarıların neden
olduğu görüşünü yerle bir edecek bilimsel bir meteorolojinin gelişmesi söz
konusuydu. Uzun bir süre gök gürlemeleri ve yıldırımlara doğa yasalarını
uygulama günah sayıldı; çünkü bunlar özellikle Tanrı’nın eylemleriydi. Bu
görüş, paratonerlere karşı görülen itirazlarda da belli olmaktadır. Nitekim
1775 yılında Amerika’nın Massachusetts eyaleti büyük depremlerle sarsılınca
rahip Dr. Price, yayımlanan bir vaazında, depremlerin, «ileri görüşlü Bay Benjamin Franklin tarafından buğulanan sivri
demirlerden» meydana geldiğini söylüyor ve şöyle diyordu: «Bu demirler
Boston’da New England’ın başka herhangi bir yerinden çok daha fazladır. Onun
için Boston her yerden daha çok sarsıldı. Ah! Tanrının güçlü elinden
kurtulmanın yolu yoktur». Ama bu uyarmaya karşın Bostonlular «sivri demirleri»
dikmeye devam ettiler, depremler de bundan dolayı daha sık görünmedi.
Newton’dan bu yana rahip Dr. Price’ınkine benzer görüşlerde sezilmeye başlanan
kör inanç kokusu yavaş yavaş artmaya başladı. Doğal olayların akışının mucize
yoluyla etkileneceği inancı yavaş yavaş yok olurken, büyücülüğe olan inanç da,
zorunlu olarak ortadan kalktı. Büyücülüğün kanıtları hiçbir zaman çürütülmedi;
artık üzerinde durup düşünmeye değer bir konu olmaktan çıkmıştı çünkü.
Görüldüğü
gibi, bütün bir ortaçağ boyunca hastalıkların iyileştirilmesi ya da önlenmesi
ya kör inançlara ya da bütünüyle rastgele yöntemlere dayanıyordu. Anatomi, ya
da fizyoloji olmadan bilimsel bir girişimi gerçekleştirmek olanaksızdı; anatomi
ve fizyoloji ise, insan bedeninin kesip biçilmesini gerektiyordu, oysa kilise
buna kesinlikle karşıydı. Anatomiyi ilk kez bilimsel temellerine oturtan
Vesalius, imparator Charles V.’in özel hekimi olduğu için, bir süre, resmi
kovuşturmadan yakayı sıyırmayı başardı, çünkü imparator, sevdiği özel
hekiminden uzak kalırsa sağlığının kötüye gideceğinden korkuyordu. Charles V’in
hükümdarlığı sırasında Vesalius’la ilgili olarak toplanan bir dinbilimciler
konferansı, insan bedeninin kesip biçilmesinin günah olmadığına karar verdi.
Ama sağlığına Charles V’den daha az düşkün olan Philip II. kral olunca, kuşkulu
bir kişiyi korumak için bir neden görmedi; Vesalius da bundan böyle kesip
biçecek ölü bedenleri bulamaz oldu. Kilise, insan bedeninde yok edilemez bir
kemik olduğuna ve bu kemiğin yeniden dirilişte bedenin özünü oluşturacağına
inanıyordu. Vesalius, bu konuda yöneltilen bir soru üzerine, insan bedeninde
böyle bir kemiğe rastlamadığını itiraf etti. Bu kötüydü, ama belki o kadar da
kötü değildi. Aristoteles’in fiziğin ilerlemesini kösteklediği ölçüde Galen de
tıbbın ilerlemesini kösteklemişti. Galen’in öğrencileri, aman vermez bir
düşmanlıkla Vesalius’un ardına düştüler, sonunda da onu mahvetmenin bir yolunu
buldular. Vesalius, ailesinin izniyle bir İspanyol soylusunun cesedini kesip
biçerken, ölünün kalbi güya, (düşmanlarının iddiasına göre) neşterin altında
canlılık belirtileri göstermiş. Bunun üzerine cinayetle suçlandı ve Engizisyona
curnallandı. Neyse ki Engisizyon, kralın Vesalius için şefaatte bulunması
üzerine onun, Kutsal Topraklara bir hac gezisi yaparak günahlarını
affettirmesine karar verdi, bu amaçla çıktığı deniz yolculuğunda gemisi bir
kazaya uğrayıp batınca Vesalius, yüze yüze kıyıya çıkmayı başardıysa da bitkin
düşerek öldü. Ama Vesalius’un etkileri süregitti. Öğrencilerinden Fallopius
seçkin çalışmalar yaptı; böylece hekimlik, insan bedeni içinde nelerin olup
bittiğini anlamak için açıp bakmanın gerekli olduğuna yavaş yavaş inanmaya
başladı.
Fizyoloji
anatomiden daha sonra gelişti. Fizyolojinin, kan dolaşımını bulgulayan Harvey
(1578-1657) ile bilimsel bir temele oturtulduğu söylenebilir. Vesalius gibi,
Harvey de bir saray hekimiydi, önce James I’in, sonra da Charles F‘in özel
doktoru oldu. Ama Charles I. tahttan uzaklaştırıldıktan sonra bile, Vesalius’un
başına gelenler onun başına gelmedi. Çünkü aradan geçen yüz yıl, özellikle
Protestan ülkelerde, hekimlikle ilgili konuların çok özgür bir anlayışla ele
alınmasına yardım etmişti. Bununla birlikte İspanyol üniversitelerinde kan
dolaşımının varlığı XVIII. yüzyılın sonuna kadar kabul edilmedi ve insan
bedeninin kesilip biçilmesi tıp öğretiminin bir bölümü sayılmamakta devam etti.
Çok
zayıflamış olmasına karşın, eski dinbilimsel önyargılar, ne zaman şaşırtıcı bir
bilimsel buluş ortaya çıksa, yine hortlamakta gecikmiyorlardı. Çiçek
hastalığına karşı bağışıklık sağlayan aşı, kilise adamlarının büyük
protestolarıyla karşılaştı. Sorbonne, dinbilimsel gerekçelerle çiçek aşısının
uygulanmasına karşı çıktı. Bir Anglikan papazı, yayımladığı bir vaazında
Hazreti Eyüb’ün çıbanlarının, şeytan’ın yaptığı aşıdan ileri geldiğine kuşkusu
olmadığını belirtti. İskoç rahiplerinden birçoğu, birlikte yayımladıkları bir
manifestoda, aşıyı «Tanrı’nın cezasından kaçma girişimi» olarak nitelediler. Bununla
birlikte, aşının uygulanması sonucunda çiçek hastalığından ölenlerin sayısında
öylesine göze çarpar bir azalma görüldü ki, hastalığa karşı korunma duygusu,
dinbilimcilerin göz korkutmalarından daha ağır basmaya baladı. Dahası, 1768
yılında Rusya İmparatoriçesi Catherine çiçek aşısı oldu, oğluna da aşı
yaptırdı. İmparatoriçe ahlak açısından örnek alınacak biri değildi belki ama,
dünya işlerindeki ileri görüşlülüğüne diyecek yoktu.
Anlaşmazlıklar
yatışmaya başlamıştı ki çiçek aşısının bulunması ortalığın yeniden karışmasına
neden oldu. Kilise adamları (ve hekimler), aşıyı «Göklere, hatta Tanrının
istemine bir başkaldırma» saydılar; Cambridge Üniversitesi’nde aşıya karşı
vaazlar verildi. Montreal’de büyük bir çiçek salgınının başgösterdiği 1885
yılında bile, kentin Katolik halkı kilisenin de desteği ile aşı olmamakta
direndi. Bir Katolik papazı «Çiçek
hastalığı salgınına uğramamız, geçen yılki karnaval şenliklerinde durmadan
yiyip içerek Tanrıyı gücendirmiş olmamızdandır» diyordu. Kiliseleri çiçek
salgınına uğrayan bölgenin tam ortasında bulunan Oblate Papazları, aşıyı
lanetlemekte devam ettiler; dinibütünler, Tanrı’ya olan inançlarını çeşitli
yollardan gösterecek yürek temizliğine güvenmeye çağrıldılar; kilise
hiyerarşisinin de onayı ile tören düzenlendi; dualarda tespih kullanılması,
özellikle belirtildi»[ White, a.g.e., Cilt: II, sayfa. 60.]
Dinbilimin
insanoğlunun acılarının azaltılmasına engel olmak için işe bir kez daha
kalkışması, uyuşturucunun (anestezi) bulgulanması üzerine oldu. 1847 yılında
Simpson, çocuk doğumunda uyuşturucunun kullanılmasını salık verince kilise
adamları ona Tanrı’nın Havva’ya söylediği şu sözü hatırlatmakta gecikmediler:
«Çocuklarını acı çekerek doğuracaksın.» (Genesis, iii.16). Kloroform ile
uyuşturulursa kadın çocuklarını acı çekerek doğurabilir miydi? Simpson,
uyuşturucunun erkeklere verilmesinde bir sakınca olmadığını, çünkü Tanrı’nın
kaburga kemiğini çıkarırken Adem’i derin bir uykuya soktuğunu öne sürdü. Ama
erkek din adamları, doğum sırasında kadınların acı çekmelerinin önlenmesine bir
türlü yanaşmadılar. Genesis kitabının yetkisinin tanınmadığı Japonya’da
kadınlar, hâlâ, acıyı yapay yollardan hafifletmeden doğum sancısına katlanmak
durumundadırlar. Bundan, erkeklerin kadınların acı çekmelerinden haz
duydukları, bu yüzden de acı çekmenin önlenmemesi konusunda tutarlı bir gerekçe
olmadığı zamanlarda bile, herhangi bir dinsel ya da ahlaksal ilkeye tutunarak
kadınlardan sabırla acıya katlanmalarını istedikleri sonucu çıkar. Dinbilimin
zararı, zorbaca içgüdüler yaratmakta değil, zorbaca içgüdülere sözde yüce bir
ahlak değeri bağışlamakta, karanlık ve barbar çağlardan kalan işlemlere,
görünüşte kutsal bir nitelik tanımaktadır.
Dinbilimin
tıpla ilgili sorunlara karışması bugün sona ermiş değildir; doğumun kontrolü ve
bazı durumlarda çocuk aldırmaya yasalarla izin verilmesi çağımızda bile,
İncil’in ve kilise kararlarının etkisi altındadır. Sözgelimi bundan birkaç yıl
önce Papa Pius XI.’in evlilik konusunda yayımladığı bir kararnameye bakalım. Bu
kararnamede Papa, doğum kontrolünü uygulayanların «doğaya karşı günah işlemiş,
temelde kötü ve utanç verici bir davranışta bulunmuş olacaklarını» öne
sürmekteydi. Papa ayrıca şöyle diyordu: «Bu yüzden Tanrı'nın bu korkunç suçu
büyük kötülük saymasına ve kimi kez ölümle cezalandırmasına şaşmamak gerekir».
Papa, Genesis'in xxxviii. bölümünün 810 satırları konusunda Aziz Augustinus’un
söylediklerini de aktarıyor, doğumun kontrolünün lanetlenmesi için bu
gerekçeler yetiyordu. Ekonomik kanıtlara gelince Papa da bu konuda şunları
söylemekteydi: «Çocuklarını büyütmekte
büyük güçlüklerle karı karşıya bulunan anababaların acıları yüreğimizi derin
üzüntülere boğmaktadır»; ama «temelde kötü olan davranışları yasaklayan Tanrı
yasasının bir kenara bırakılmasını haklı gösterecek bir güçlük tanımıyoruz». «Tıpla
ya da hastalığın iyileştirilmesiyle» ilgili nedenlerle, (sözgelimi gebe bir
kadının hayatını kurtarmak gibi), gebeliğin önlenmesi, haklı gösterilmesi
olanaksız sayılmakta ve «suçsuz ceninin öldürülmesi anlamına gelen bir
davranışı haklı göstermeye yeterli bir neden söz konusu olabilir mi? Böyle bir
davranış, ister anaya ister çocuğa yöneltilmiş olsun Tanrı’nın buyruğuna ve
doğa yasasına («Öldürmeyeceksin») aykırıdır bu» denilmekteydi. Kutsal Kitap’ m
«Öldürmeyeceksin» sözünü ele alan Papa, bu sözle idam cezasının ya da
savaşların kastedilmediğini öne sürdükten sonra, şunları ekliyordu: «İşinin ehli ve dürüst doktorlar, hem
ananın hem de çocuğun sağlığını koruyarak övgüye değer bir iş yapmış
olmaktadırlar. Buna karşılık, yanlış bir acıma duygusu ya da, sözde tıp
biliminin gereğini yerine getiriyorum diye ananın ya da çocuğun ölümünü göze
alanlar, soylu hekimlik mesleğine yakışmayan kişilerdir». Böylelikle
Katolik kilisesinin öğretisi İncil’deki bir metne dayandırılmakla kalmıyor, bu
metnin en erken evresindeki insan embriyonuna da uygulanıyordu. Bu uygulamanın
nedeni, herhalde, embriyonun, dinbilimin «ruh» adım verdiği şeye sahip olduğu
inancıydı. [Dinbilimciler önceleri erkek embriyonun kırkıncı, dişi embriyonun
ise sekseninci günde bir «ruh»a sahip olduğuna inanıyorlardı. Şimdiyse bu
konudaki en yetkili görüş her iki cins için bu sürenin kırk gün olduğudur. Bkz.
Needham, History of Embryology, sayfa: 58. ] Bu gibi öncüllerden çıkarım
yoluyla varılan sonuçlar, yanlış ya da doğru olabilir; ama her iki durumda da
sonuç, bilimin kabul edebileceği bir sonuç değildir. Papa’nın sözünü ettiği
olaylarda doktorun ananın ölmünü önceden tahmin etmesi, onun cinayet işlediği
anlamına gelmez. Çünkü doktor, tahminde bulunurken bundan kesinlikle emin
değildir; ana, bir mucizeyle kurtulabilir belki de.
Gördüğümüz
gibi dinbilim, ahlak sorunlarının da işe karıştığı sanılan durumlarda, hâlâ,
hekimliğe burnunu sokmaktadır; ama gene de bilimsel bağımsızlık savaşında tıp,
hemen hemen bütünüyle yengi kazanmış sayılmalıdır. Bugün hiç kimse, salgınların
ve hastalıkların sağlık bilgisi (hijyen) ve sağlık koruma yoluyla önlenmesini
günah saymamaktadır. Kimileri hastalıkları Tanrı’nın gönderdiğine inansalar
bile, önlemenin dinsizlik olduğu görüşünde değildir. Bunun sonucunda sağlık
koşullarının iyileşmesi ve insan ömrünün uzaması, çağımızın en seçkin
niteliklerinden biri olmuştur. Bilim, insan mutluluğu için başka hiçbir şey
yapmamış olsaydı bile, yalnız bu kadarı ona yürekten borçlu olmamız için yeter
de artardı. Şimdi dinbilimsel inançların yararına inananlar, bu inançların
insan soyuna bununla kıyaslanabilecek ölçüde iyilikte bulunduklarını
kanıtlamakta, herhalde güçlük çekeceklerdir.
Sh: 57-75
GİZEMCİLİK
Bilimle
din arasındaki savaşın kendine özgü bir niteliği vardır. XVIII. yüzyıl Fransası
ile Sovyet Rusya dışında, her yerde her zaman, bilim adamlarının çoğunluğu
kendi çağlarında egemen olan dinsel görüşü desteklemişlerdir. Bu çoğunluğun
içinde en seçkin bilim adamları da vardır. Kendisi Aryan ırkından olmasına
karşın Newton, öteki bakımlardan Hıristiyan inancının destekleyicisi olmuştur.
Cuvier, Katolik doğruluğunun seçkin bir örneğidir. Sandyman mezhebine bağlı
olan Faraday, bu mezhebin yanlışlıklarının bilimsel kanıtlarla
kanıtlanabileceğini sezinleyememiştir. Faraday’ın din ve bilimle ilgili
görüşleri kilise adamlarının alkışlayacağı türdendir. Savaş, bilimle dinbilim
arasındaydı, yoksa dinle bilim adamları arasında değil. Bilim adamları,
kilisece suçlanan görüşlere sahip oldukları zaman bile, herhangi bir çatışmayı
önlemek için, ellerinden geleni yapmışlardır genellikle. Gördüğümüz gibi,
Kopernikus, kitabını Papa’ya adamış; Galileo sözünü geri almış; ne olur ne
olmaz diyerek Hollanda’da yaşamayı seçen Descartes, kilise adamlarıyla iyi
geçinmek için elinden geleni yaparak hesaplı bir sessizlikle Galileo’nun
görüşlerini paylaşmış olmaktan dolayı suçlanmaktan yakayı sıyırmıştır. XIX.
yüzyılda İngiliz bilim adamlarının çoğu, açık görüşlü Hıristiyanların,
Hıristiyan inancının temeli saydıkları yönleri ile bilim arasında önemli bir
çatışma olmadığını düşünmüşlerdir. Çünkü, gerek Nuh Tufanı ve gerekse Adem ve
Havva ile ilgili Kutsal Kitap gerçekleri, çoktan geçersiz sayılmaya başlanmıştı
artık.
Çağımızda
ise, durum Kopernikusçuluğun zaferinden bu yana geçen zaman içindeki durumdan
pek farklı değildir. Birbiri ardı sıra gelen bilimsel buluşlar, ortaçağda
Hıristiyanların, din öğretisinin temeli saydıkları gerçeklerden birer birer
vazgeçmelerine yol açmış ve bu sürekli geri çekilmeler çalışmaları bilimle din
arasında anlaşmazlık konusu olan sınırda olmadığı sürece, bilim adamlarının
Hıristiyan kalmalarını sağlamıştır. Son üç yüz yılda sık sık görüldüğü gibi,
şimdi de bilimle dinin uzlaştıkları ileri sürülmektedir: Büyük bir alçak
gönüllülükle bilim adamları, bilimin sınırları dışında kalan alanlar olduğunu
kabul etmekte, açık görüşlü dinbilimciler ise, bilimsel olarak kanıtlanabilecek
şeylerin yadsınamayacağını onaylamaktadırlar. Doğrusu, bugün hâlâ, aradaki bu
barışı bozan bazıları yok değildir: Bir yanda Kutsal Kitap’a körükörüne bağlı
olanlarla inatçı Katolik dinbilimciler, öte yanda da en aydın kilise
adamlarının bir ölçüde alçakgönüllü isteklerini bile kesinlikle reddeden
biyokimya ve hayvan ruhbilimi uzmanlarının en aşırıları. Ama bütünüyle, bilimle
din arasındaki savaşın, eskisine göre hızı adamakıllı kesilmiştir. Komünizm ve
faşizm gibi yeni inançlar dinbilimsel bağnazlığın mirasçılarıdırlar; belki de
bilinç altlarının en derinlerinde piskoposlar e profesörler, status quo’ nun
korunmasında ortak çıkarları olduğunu düşünmektedirler.
Bilimle
din arasındaki ilişkilerin, bugün devletin yansıtmayı dilediği biçimdeki
durumunu, 1930 ağustosunda BBC (British Broadcasting Corporation) radyosunda
yapılan 12 konuşmayı kapsayan Science and Religion, A Symposium (Bilim ve Din,
Bir Sempozyum) adlı çok öğretici bir kitaptan çıkarmak olanaklıdır. Dine çok
açık bir biçimde karşı olanlar bu sempozyuma çağrılmamışlardır; çünkü, (bu
konuda öne sürülebilecek başka gerekçeler bir yana), bunların dinibütün radyo
dinleyicilerini üzecekleri düşünülmüştür. Ama Prof. Julian Huxley’in en dolaylı
ve üstü kapalı bir biçimde bile dinsel görüşe ödün vermeyen, o eşsiz giriş
konuşmasını yaptığı da doğrudur. Buna karşılık, açık görüşlü kilise adamlarının
karşı çıkabilecekleri türden de pek az şeye yer verilmiştir bu sempozyumda. Kesin
düşünceler ortaya koyan ve bu düşünceleri destekleyecek kanıtlar öne süren
konuşmacılar, Tanrı’ya ve ölümsüzlüğe olan doyurulmamış özlemlerini acıklı bir
itirafla dile getiren Prof. Malinowski’den, Kutsal Kitap’ın gerçeklerinin
bilimin gerçeklerinden daha kesin olduğunu ve dinle bilim arasındaki
çatışmalarda Kutsal Kitap gerçeklerinin ağır basması gerektiği konusunda
gözüpek bir çıkış yapan papaz O’Hara’ya uzanan değişik görüşleri
savunmuşlardır. Ayrıntılarda görülen farklılıklar ne kertede olursa olsun,
genel izlenim, bilimle din arasındaki çatışmanın sonunun geldiği noktasında
toplanmıştır. Doğrusu, bu sempozyumda varılan sonuç, bütünüyle umulduğu
gibiydi. Nitekim, son konuşmacılardan biri Piskoposluk Meclisi üyelerinden
Streeter «Buraya
kadar yapılan konuşmalarda dikkate değer olan, konunun genel olarak bir tek
yöne, hep aynı yöne dönmesidir. Tek başına bilimin yetmeyeceği düşüncesi, ikide
bir karşımıza çıktı hep» diyordu.
Varılan bu görüş birliğinin bilim ve dinle ilgili bir gerçeği mi, yoksa BBC radyosu
yetkililerinin görüşlerini mi yansıttığı tartışılabilir. Ama, birçok ayrılığa
karşın, sempozyuma katılanların, Piskoposluk Meclisi üyesi Streeter’in
belirttiği noktada bir uzlaşma içinde bulundukları da bir gerçektir.
Sempozyumda
yaptığı konuşmada Sir. J. Arthur Thomson da şöyle demektedir: «Bilim, bilim olarak, hiçbir zaman niçin
sorusunu sormaz. Başka bir deyişle, bilim, Varlık’ın ve değişikliğin sayısız
biçimlerinin amacını ve anlamını soruşturmaz». Sir J. Arthur Thomson,
sözlerine şunu da eklemiştir: «Öyleyse
bilim,* gerçeğin temeli olma savını taşıyamaz. Bilim, yöntemlerini, gizemsel ve
manevi alanlara uygulamayız». Profesör J. S. Haldane ise «Tanrı’nın sözlerini, yalnızca kendi
içimizde, kendi doğruluk, haklılık, yardımseverlik ve güzellik ülkülerimizde,
bunların dolaylı sonucu olan başka insanlarla kardeşliğimizde bulabileceğimiz»
görüşündedir. Dr. Malinowski’ye göre «din çoktan geçersiz sayılmaya başlanmıştı
artık.
Çağımızda
ise, durum Kopernikusçuluğun zaferinden bu yana geçen zaman içindeki durumdan
pek farklı değildir. Birbiri ardı sıra gelen bilimsel buluşlar, ortaçağda
Hıristiyanların, din öğretisinin temeli saydıkları gerçeklerden birer birer
vazgeçmelerine yol açmış ve bu sürekli geri çekilmeler çalışmaları bilimle din
arasında anlaşmazlık konusu olan sınırda olmadığı sürece, bilim adamlarının
Hıristiyan kalmalarını sağlamıştır. Son üç yüz yılda sık sık görüldüğü gibi,
şimdi de bilimle dinin uzlaştıkları ileri sürülmektedir: Büyük bir alçak
gönüllülükle bilim adamları, bilimin sınırları dışında kalan alanlar olduğunu
kabul etmekte, açık görüşlü dinbilimciler ise, bilimsel olarak kanıtlanabilecek
şeylerin yadsınamayacağını onaylamaktadırlar. Doğrusu, bugün hâlâ, aradaki bu
barışı bozan bazıları yok değildir: Bir yanda Kutsal Kitap’a körükörüne bağlı
olanlarla inatçı Katolik dinbilimciler, öte yanda da en aydın kilise
adamlarının bir ölçüde alçakgönüllü isteklerini bile kesinlikle reddeden
biyokimya ve hayvan ruhbilimi uzmanlarının en aşırıları. Ama bütünüyle, bilimle
din arasındaki savaşın, eskisine göre hızı adamakıllı kesilmiştir. Komünizm ve
faşizm gibi yeni inançlar dinbilimsel bağnazlığın mirasçılarıdırlar; belki de
bilinçaltlarının en derinlerinde piskoposlar e profesörler, stalus quo’ nun
korunmasında ortak çıkarları olduğunu düşünmektedirler.
Bilimle
din arasındaki ilişkilerin, bugün devletin yansıtmayı dilediği biçimdeki
durumunu, 1930 ağustosunda BBC (British Broadcasting Corporation) radyosunda
yapılan 12 konuşmayı kapsayan Science and Religion, A Symposium (Bilim ve Din,
Bir Sempozyum) adlı çok öğretici bir kitaptan çıkarmak olanaklıdır. Dine çok
açık bir biçimde karşı olanlar bu sempozyuma çağrılmamışlardır; çünkü, (bu
konuda öne sürülebilecek başka gerekçeler bir yana), bunların dinibütün radyo
dinleyicilerini üzecekleri düşünülmüştür. Ama Prof. Julian Huxley’in en dolaylı
ve üstü kapalı bir biçimde bile dinsel görüşe ödün vermeyen, o eşsiz giriş
konuşmasını yaptığı da doğrudur. Buna karşılık, açık görüşlü kilise adamlarının
karşı çıkabilecekleri türden de pek az şeye yer verilmiştir bu sempozyumda.
Kesin düşünceler ortaya koyan ve bu düşünceleri destekleyecek kanıtlar öne
süren konuşmacılar, Tanrı’ya ve ölümsüzlüğe olan doyurulmamış özlemlerini
acıklı bir itirafla dile getiren Prof. Malinowski’den, Kutsal Kitap’ın
gerçeklerinin bilimin gerçeklerinden daha kesin olduğunu ve dinle bilim
arasındaki çatışmalarda Kutsal Kitap gerçeklerinin ağır basması gerektiği
konusunda gözüpek bir çıkış yapan papaz O’Hara’ya uzanan değişik görüşleri
savunmuşlardır. Ayrıntılarda görülen farklılıklar ne kertede olursa olsun,
genel izlenim, bilimle din arasındaki çatışmanın sonunun geldiği noktasında
toplanmıştır. Doğrusu, bu sempozyumda varılan sonuç, bütünüyle umulduğu
gibiydi. Nitekim, son konuşmacılardan biri Piskoposluk Meclisi üyelerinden
Streeter «Buraya kadar yapılan konuşmalarda dikkate değer olan, konunun genel
olarak bir tek yöne, hep aynı yöne dönmesidir. Tek başına bilimin yetmeyeceği
düşüncesi, ikide bir karşımıza çıktı hep» diyordu. Varılan bu görüş birliğinin
bilim ve dinle ilgili bîr gerçeği mi, yoksa BBC radyosu yetkililerinin
görüşlerini mi yansıttığı tartışılabilir. Ama, birçok ayrılığa karşın,
sempozyuma katılanların, Piskoposluk Meclisi üyesi Streeter’in belirttiği
noktada bir uzlaşma içinde bulundukları da bir gerçektir.
Sempozyumda
yaptığı konuşmada Sir. J. Arthur Thomson da şöyle demektedir: «Bilim, bilim
olarak, hiçbir zaman niçin sorusunu sormaz. Başka bir deyişle, bilim, Varlık’ın
ve değişikliğin sayısız biçimlerinin amacını ve anlamını soruşturmaz». Sir J.
Arthur Thomson, sözlerine şunu da eklemiştir: «Öyleyse bilim; gerçeğin temeli
olma savını taşıyamaz. Bilim, yöntemlerini, gizemsel ve manevi alanlara
uygulamayız». Profesör J. S. Haldane ise «Tanrı’nın sözlerini, yalnızca kendi
içimizde, kendi doğruluk, haklılık, yardımseverlik ve güzellik ülkülerimizde,
bunların dolaylı sonucu olan başka insanlarla kardeşliğimizde bulabileceğimiz»
görüşündedir. Dr. Malinowski’ye göre «dinsel aydınlanmalar, prensip olarak,
bilimin sınırları dışında kalırlar». Şimdilik, bu sempozyuma katılan dinbilimcilerin
görüşlerini aktarmayacağım; onların, dönüp dolaşıp, bunlara benzer şeyleri
sıraladıkların söylemenin gereği yok, diye düşünüyorum.
Daha
ileriye gitmeden önce, bu sempozyumda neyin öne sürüldüğünü, bunun doğruluğunu
ya da yanlışlığını saptamamız gerekir. Piskoposluk Meclisi üyelerinden Streeter
«bilim yeterli değildir» dediğinde, elbette herkesçe bilinen apaçık bir doğruyu
dile getiriyordu. Bilim, sanatı, kardeşliği ya da yaşamın öteki değerli
yanlarını kapsamaz elbet. Ama Streeter’in sözü bundan daha geniş bir anlama
geliyordu. «Bilim yeterli değildir» görüşünün bir başka ve daha önemli bir
anlamı daha vardır; bana öyle geliyor ki bu anlamı da apaçık bir doğruyu dile
getirir: Bilimin değerler konusunda diyeceği bir şey yoktur ve sözgelimi,
«sevmek nefret etmekten yeğdir» ya da «yumuşak yüreklilik zorbalıktan daha çok
istenir bir şeydir» gibi önermeleri kanıtlayabilecek durumda değildir. Bilim,
isteklerimizin gerçekleştirilmesinde kullanılacak araçlar konusunda bilgi
verir, ama bir isteğin ötekinden daha çok yeğlenir olduğunu gösteremez bize. Bu
çok geniş bir konudur, onun için bununla ilgili diyeceklerimi, daha sonraki
bölümlerden birine bırakıyorum.
Ama,
kuşkusuz, sözlerini yukarıya aldığım düşünürler, bence yanlış olan bazı şeyler
daha söylemeyi amaçlamışlardır. «Bilim» gerçeğin (altını ben çizdim, B. R.)
temeli olma savını taşımayamaz’ sözü, gerçeğe varmak için bilimdışı bir başka
yöntemin var olduğu görüşünü içerir. «Dinsel aydınlanma, bilimin sınırları
dışında kalır» sözü ise, bu bilimdışı yöntemin ne olduğunu gösterir bize. Bu,
dinsel aydınlanma yöntemidir. Başpapaz İnge bu konuda çok daha açık sözlüdür:
«Öyleyse dinin kanıtı, deneye dayanır.» (İnge, burada gizemcilerin
tanıklığından söz etmektedir.) «Bu, kendini insanlığa, kimi kez mutlak ya da ebedi
gerçekler denilen iyilik ya da sevgi, doğruluk ve güzellik gibi üç niteliği ile
gösteren Tanrı’nın durmadan gelişen bilgisidir. Hepsi bu kadarsa, dinin doğa
bilimleriyle çatışması için bir neden olamaz. Biri olgularla, ötekiyse
değerlerle ilgilidir. Hem olguların, hem de değerlerin gerçek olduğunu var.
ayalım, her ikisi de ayrı düzeydedirler, diyeceksiniz. Bu düşünce yanlıştır.
Bilimin ahlaka, şiire ve akla gelen her şeye karıştığını gördük. Din de bunlara
karışmadan edemez». Doğallıkla bu, din sadece, neyin olması gerektiği konusunda
değil ama’ neyin olduğu olduğu konusunda da birtakım görüşler öne sürmek
zorundadır, anlamına geliyor. Başpapaz İnge tarafından açıkça öne sürülen bu
görüş, Sir J. Arthur Thomson ve Dr. Malinowski’nin sözlerinde gizli olan
görüştür.
Bilimin
dışında olan ve «aydınlanma» diye tanımlanabilecek bir bilgi kaynağının
varlığını, dini desteklemek için, kabul etmeli miyiz? Tartışması güç bir
sorundur bu; çünkü gerçeklerin kendilerine aydınlanma yoluyla duyurulduğunu öne
sürenler, bu gerçeklere bizim duyu nesnelerimize tanıdığımız ölçüde bir
kesinlik tanırlar. Bizim görmediğimiz şeyleri teleskopla gören kişiye
inanıyoruz ya, bu kez de onlar, kendilerine apaçık gelen birtakım şeyleri
söylediklerinde bizim neden inanmadığımızı sorarlar.
Belki
de, gizemsel aydınlanmanın hazzı içinde bulunan biriyle tartışmaya girmek
boşuna bir iştir. Ama, bizim de onların tanıklıklarına inanıp inanmayacağımız
konusunda bazı şeyler söylenebilir. İlk önce, bunlar, bizim bildiğimiz türden
bir sınamadan geçmeye elverişli değillerdir. Bir bilim adamı bize bir deneyin
sonuçlarını açıkladığında, bu deneyin nasıl yapıldığını da söylemektedir.
Başkaları da bu deneyi tekrarlayabilir; eğer sonuç, bir önceki sonuçla
uyuşmuyorsa, doğru olarak kabul edilmez. Oysa birçok kişi, kendisini bir
gizemcinin durumuna sokabilir ama, gizemcinin ulaştığı aydınlanmaya
ulaşmayabilir. Buna, insanın uygun duyumunu kullanması gerektiği öne sürülerek
karşılık verilebilir: Gözlerini sürekli olarak kapayan birinin teleskop ne
işine yarasın? Gizemcinin tanıklığının ne ölçüde tutarlı olduğu ile ilgili
tartışma sonu gelmez bir yılan hikâyesine dönebilir. Bilim tarafsız olmak
zorundadır, ortaya sürülen bilimsel bir sav olduğuna göre, bilimin davranışı,
tıpkı sonucu önceden bilinmeyen herhangi bir deney karşısındaki davranışı gibi
olmalıdır. Bilim, algıya ve çıkarma (inference) dayanır; bilimin güvenirliği,
algıların, herkesçe gözlemlenebilecek bir yapıda olmasındandır. Gizemci de
bildiğinden kesinlikle emin olabilir ve bilimsel bir sınamaya gereksinme
duymayabilir. Ama onun tanıklığına inanması istenen kişiler, gizemciyi,
elbette, Kuzey Kutbu’na gittiğini söyleyenlere uyguladıkları bilimsel sınamadan
geçireceklerdir. Bilimin, sonuç konusunda, olumlu ya da olumsuz bir tavrı
olmamalıdır.
Gizemcilerden
yana öne sürülebilecek başlıca kanıt, onların birbirleriyle uyuşum içinde
olduklarıdır. Başpapaz Inge, «İlkçağ, Ortaçağ, Yeniçağ, Protestan, Katolik,
giderek Budist ve Müslüman gizemciler arasında var olan görüş birliğinden daha
önemli bir şey bilmiyorum, ama elbette en çok güvenilebilir olanlar Hıristiyan
gizemcileridir» diyordu. Çok önceleri Mysticism and Logic (Gizemcilik ve
Mantık) adlı kitabımda benimsediğim bu düşüncenin gücünü küçümsemek amacında
değilim. Gizemciler, başlarından geçen deneyleri sözle ifadelendirme
yetenekleri açısından birbirlerinden çok farklıdırlar, ama bana kalırsa bu
alanda en büyük başarıyı gösterenler şu üç noktada direnmektedirler:
1)
Bütün bölünmeler ve ayrılıklar gerçek dışıdır; evren tek ve bölünmez bir
birliktir;
2)
Kötülük bir yanılsamadır (illusory) ve bu yanılsama bir parça’nın özerk ya da
kendine yeterli olduğu konusundaki yanlış düşünceden doğmuştur;
3)
zamanın gerçekliği yoktur ve gerçeklik «ebedi» anlamında değil ama, bütünüyle
zamanın dışında olması bakımından sonsuzdur.
Doğrusu,
bütün gizemcilerin üzerinde birleştikleri noktaların, yukarıda özetlediğim üç
noktadan ibaret olduğunu ileri sürdüğüm sanılmasın. Bu üç önerme, bu konudaki
bütün görüşleri temsil eden bir niteliktir, o kadar. Şimdi, kendimizi, bir mahkeme
salonunda jüri üyelerinden biri sayalım. Bu jürinin ödevi de, bu üç ve oldukça
şaşırtıcı önermeyi ileri süren tanıkların güvenilebilirliklerini saptamak
olsun.
İlkin,
bütün tanıkların bir noktaya kadar anlaştıklarını görmekle birlikte, bu
noktadan sonra birbirlerine bütünüyle ters düştüklerini, ama ters düşerken de,
en azından anlaştıkları zamanki kadar kendilerinden emin olduklarını göreceğiz.
Protestanlar değil ama Katolikler, Bakire Meryem’in hayalini güpegündüz
gördüklerini söyleyebilirler; Budistler değil ama, Hıristiyanlar ve Müslümanlar
meleklerin başı olan Cebrail’in kendilerine büyük gerçekleri bildirdiklerini
öne sürebilirler; Çinli Taocu gizemciler, kendi temel öğretilerinin doğrudan
doğruya bir sonucu olarak, hükümetlerin hepsinin kötü olduğunu belirtirken
Avrupalı ya da İslam gizemcilerinden çoğu, en az Taocular kadar güvenle, düzene
boyun eğmeyi öğütleyebilirler. Birbirlerinden ayrıldıkları noktalarda her grup,
öteki gruba güvenilemeyeceğini öne sürerler; bundan dolayı da salt bir üstünlük
kazanmak istiyorsak; «gizemcilerden çoğu öteki gizemcilerden çoğunun birçok
noktada yanıldıklarını söylüyorlar» deriz.
Bununla birlikte, gizemcilerin birbirlerinden farklı düşündükleri noktalardan
çok daha büyük önem taşıyan noktalarda anlaşmış olmaları, bu üstünlüğümüzün
önemini yarıya indirebilir. Her neyse, biz aralarındaki görüş ayrılıklarını
tatlıya bağladıklarını ve savunmalarını yukarda sözünü ettiğimiz üç temel nokta
(dünyanın birliği; kötülüğün bir yanılsama oluşu ve zamanın gerçek dişiliği)
üzerinde yoğunlaştırdıklarını varsayacağız. Peki ama, tarafsız ve dışardan
birer jüri üyesi olarak, üzerinde söz birliği ettikleri bu kanıtları nasıl
sınayabiliriz?
Bilimsel
düşünmeye yatkın kişiler olarak, ilk işimiz, doğallıkla, bu kanıtları bizim de
doğrudan doğruya elde edip edemeyeceğimizi araştırmaktır. Buna çeşitli
karşılıklar verilebilir. Sözgelimi, bize, bu tür düşüncelere yatkın bir kafamız
olmadığı, gerekli olan alçakgönüllülükten yoksun olduğumuz söylenebilir ya da
bu gibi şeyleri kavrayabilmek için oruç tutmanın ve dinsel düşüncelere dalmanın
zorunlu olduğu belirtilebilir veya (tanıklarımız Hintli ya da Çinliyse tabii),
bu iş için her şeyden önce soluk alma egzersizleri yapmanın gerekli olduğu
ifade edilebilir. Bu son görüş, (soluk alma egzersizlerinin gerekli olduğu
görüşü) sanırım, deneye daha elverişlidir, öte yandan oruç tutmak da bu alanda
sık sık etkili olmuştur. Ayrıca, deneylerin büyük bir güvenle salık verdikleri
bir yöntem, yoga yöntemi vardır ki, bu, gizemcilerin bir kesinliğe ulaşmada kullandıkları
bir beden eğitimi yöntemidir. [Çin’de yoga konusunda bk. Waley, the way and its
Power, sayfa: 117-118. ] Yoga’nın temel niteliklerinden biri, soluk alıp verme
egzersizleridir. Yoga’nın burada bizi ilgilendirmeyen öteki yönlerinin sözünü
etmiyoruz.
Yoganın
insana bir iç görü kazandırdığı savını sınamak için, bu görüşü, biraz da zoraki
olarak basitleştirelim. Diyelim ki, birçok kimse, belirli bir süre içinde,
belirli bir biçimde soluk alıp verirsek, zamanının gerçek dışılığına
inanacağımızı kesinlikle öne sürmektedir. Şimdi daha da ileriye gidelim ve
onların bize verdikleri öğütlere uyarak sözünü ettikleri akıl durumuna geldik
diyelim. Ama, yeniden normal biçimde solumaya başladığımızda, daha önce
gördüğümüz hayale inanıp inanmama konusunda bir türlü karar veremeyiz. Bu
soruyu nasıl irdeleyeceğiz?
Önce
şu var: «Zaman gerçek dışıdır» sözü ne anlama gelmektedir? Eğer söze gerçekten
bir anlam veriyorsak bu «x, y’den önce oldu» gibi önermelerin ‘bladadiblada’
sözü kadar anlamsız ve boş bir ses yığını olduğunu söylemektir. Yok eğer,
bundan daha hafif bir şey kastediyorsak (sözgelimi, olaylar arasında, onları
«öncelik» ve «sonralık» arasındaki ilişki gibi sıraya koyan bir kişinin var
olduğunu, ama bu ilişkinin «öncelik» ve «sonralık» ilişkisinden ayrı bir ilişki
olduğunu kastediyorsak), görüşümüzde temelli bir değişiklik yaratacak herhangi
bir şey öne sürmüş olmayız. Bu, tıpkı, İlyada’nın Homeros tarafından değil, ama
aynı adı taşıyan bir başkası tarafından yazılmış olduğunu söylemeye benzer.
Gerçekte, «olaylar» diye bir şeyin var olmadığını düşünmek zorundayızdır: Buna
göre, yalnızca evrenin geniş bütünlüğüdür var olan, bu bütün de bir geçici
akışın yanıltıcı görüntüleri arasında gerçek olan’ı kucaklar. «Önceki« ve
«sonraki» olaylar arasındaki görünüşteki ayrılığın, gerçek’te hiçbir karşılığı
yoktu. Önce doğduğumuzu, sonra büyüdüğümüzü ve en sonunda da öldüğümüzü
söylemek, en azından, önce öldüğümüzü, sonra küçüldüğümüzü ve en sonunda da
doğduğumuzu söylemek kadar yanlıştır. Kişisel bir yaşamın gerçekliği dediğimiz
şey, aslında evrenin zamansız ve bölünmez varlığının yanılmasıyla soyutlanmış
bir öğesidir. Gelişme ile çürüme arasında hiçbir fark olmadığı gibi, mutlulukla
sonuçlanan bir acı ile acıyla sonuçlanan bir mutluluk arasında da bir fark
yoktur. Bir cesede saplanmış bir bıçak görürseniz, adamın bıçak darbesiyle
ölmüş olmasıyla, bıçağın adam öldükten sonra cesede saplanmış olması arasında
da bir fark söz konusu değildir. Bu tür düşünce, eğer doğruysa, yalnızca
bilimin değil, ama umudun, çabanın ve özgörünün de sonu demektir. Dünyaya
ilişkin bilgelikle, ve asıl din açısından önemlisiahlakla da bağdaşmaz.
Kuşkusuz,
gizemcilerin çoğu, bu sonuçları bütünüyle kabul etmemekte, ama bu sonuçların
kaçınılmaz olarak çıktığı öğretiler önermektedirler. Nitekim, Başpapaz İnge,
geçici akışa büyük önem veren evrime bağlı bir din anlayışına karşıdır. «Bir
ilerleme yasası yoktur; evrensel bir ilerleme yoktur» der. Ona göre,» kendi
kendine işleyen ve evrensel bir ilerleme öğretisi, Victoria çağı insanlarının
laik dini, kesinlikle çürütülebilecek hemen hemen biricik felsefi kuram olma
sakıncasını taşımaktadır». Daha sonra üzerinde duracağım bu konuda, birçok
nedenlerden dolayı kendisine büyük saygı duyduğum başpapazla aynı düşüncede
olduğumu belirtmekle yetineyim. Ama başpapaz, öncüllerinden, bence,
çıkarılabilecek olan sonuçları çıkarmamakta da direnmektedir.
Gizemcilik
öğretisini alaya almamak gerekir, çünkü bilgece bir özü vardır. Şimdi de,
isterseniz, zamanın yadsınmasından çıktığını sandığım aşırı sonuçları,
gizemciliğin nasıl önlemeye çalıştığını görelim.
Gizemciliğe
dayanan felsefenin Parmenides’ten Hegel’e uzanan büyük bir geleneği vardır.
Parmenides şöyle der: «Olan şey,
yaratılmamıştır ve yok edilemez; çünkü bütün, hareketsiz ve sonsuzdur. Ne
geçmişte olmuştur, ne de gelecekte olacaktır; çünkü o şimdi sürekli ve
birdenbire olarak vardır».[ Bumet’in Earty Greek Philosophy 'sinden.]
Metafiziğe, gerçekle görünüş arasındaki ayrımı kendi deyişi ile, gerçeğin
düşüncenin yolu arasındaki ayrımı, ilk kez getiren Parmenides’tir. Açıkça
anlaşılan bir şey varsa o da, zamanın gerçekliğini yadsıyanların buna benzer
ayrımları öne sürmek zorunluluğunu duymalarıdır. Çünkü dünya, zaman içinde
görünmektedir. Eğer hergünkü deneyler bütünüyle bir yanılsama değilse, görünüş
ile onun arkasındaki gerçek arasında bir ilişkinin var olması gerektiği de
açıktır. Bununla birlikte en büyük güçlükler de bu noktada ortaya çıkmaktadır:
Görünüş ile gerçek arasındaki ilişki çok sıkıfıkı bir ilişki olarak ortaya
konursa, görünüş’ün bütün hoşa gitmeyen taraflarının gerçek’te de karşılıkları
olacaktır; ama eğer bu ilişki çok gevşek bir ilişki biçiminde ortaya konursa,
görünüşün niteliklerinden gerçeğin niteliklerini çıkarımlayamayız, dolayısıyla
da gerçeklik, Herbert Spencer’de olduğu gibi, belirsiz bir «bilinemez» olarak
kalır. Hıristiyanlar açısından panteizmi önlemenin buna bağlı bir güçlüğü
vardır: Eğer Dünya sadece görüntüyse, Tanrı hiçbir şeyi yaratmamıştır ve
Dünya’nın karşılığındaki gerçek Tanrı’nın bir parçasıdır; ama Dünya bir ölçüde
de olsa Tanrı’dan ayrıysa ve bir gerçekliği içeriyorsa, gizemciliğin temel
öğretisi olan her şeyin bütünlüğü görüşünden vazgeçmek ve Dünya gerçek olduğu
ölçüde ondaki kötülüklerin de gerçek olduğunu kabullenmek zorunda kalırız. Bu
ve buna benzer güçlükler tam ve eksiksiz bir gizemciliğin dini bütün bir
Hıristiyan tarafından kabulünü son derece güçleştirmektedir. Birmingham
piskoposunun da söylediği gibi, «panteizmin bütün biçimleri reddedilmektedir; çünkü eğer
insan Tanrı’nın gerçekten bir parçasıysa, insandaki kötülük Tanrı’da da var
demektir.»
Buraya
kadar, hep, tanık sandalyesine oturan gizemcileri dinleyen, onların
söylediklerini kabul ya da red konusunda karar vermeye çalışan bir jüri üyesi
gibi davrandık. Duyular dünyasının gerçekliğini reddettiklerinde, «gerçeklik»
deyimini, genellikle mahkemelerde kullanıldığı anlamında alsaydık,
söylediklerini reddetmekte tereddüt etmeyecektik, çünkü onların sözlerinin
öteki tanıkların hepsinin söylediklerine, giderek, ayaklan yerden kesilmediği
zamanlarda kendi söylediklerine aykırı düştüğünü görecektik. Bu yüzden
gerçek’in başka bir anlamını aramalıyız. Benim inancıma göre, gizemciler
«gerçek»le «görünüş»ü karşılaştırdıklarında, «gerçek» sözcüğüne mantıksal değil
ama, duygusal bir anlam yüklemektedirler: Bir anlamda «gerçek», onlarca «önemli
olan» demektir. Zaman gerçek dışıdır, denildiğinde bir anlamda belli durumlarda
söylenmesi gereken şey şudur: Evreni bir bütün olarak kavramak gerek, eğer bir
Yaratıcı varsa ve bu Yaratıcı, yaratmayı kararlaştırdığında evreni nasıl
düşündüyse öyle kavramak önemlidir. Evren böyle kavranırsa, bütün süreçler tek
bir bütünün içindedirler, geçmiş, şimdi ve gelecek, bir anlamda, birlikte
vardırlar; bu yüzden de şimdi’nin, dünyayı alışılmış biçimdeki kavrayışımızdaki
ötekilere üstün gerçekliği ortadan kalkar. Bu yorum benimsenirse, gizemcilik
bir olguyu değil, bir duygulanımı dile getiriyor demektir; gizemciliğin öne
sürdüğü bir şey yoktur; bu yüzden de bilim yoluyla ne kanıtlanabilir ne de
çürütülebilir. Gizemcilerin birtakım şeyler öne sürmeleri, duygulanımın
önemini, bilimsel gerçekten ayırt etmedeki güçsüzlüklerindendir. Kuşkusuz,
gizemcilerin bu görüşü kabul edecekleri su götürür, ama bu, gördüğüm kadarıyla,
hem onların bazı savlarını kabul eden, hem de bilimsel anlayışa aykırı düşmeyen
tek görüştür. Gizemcilerin kesinliği ve bazı konularda aralarında görüş
birliğinin olması, olgularla ilgili tanıklıklarını kabul etmemiz için yeterli
bir gerekçe değildir. Kendi gördüklerini başkalarının da görmesini istediğinde
bilim adamı, mikroskop ya da teleskobunu ayarlar; başka bir deyişle, dış
dünyada değişiklik yapar ama, gözlemciden görme duygusuna sahip olmaktan başka
bir şey istemez. Buna karşılık gizemci, oruç tutma, soluk alma egzersizleri ve
dış gözlemden dikkatle kaçınma gibi isteklerle gözlemcinin kendisinde
değişiklik bekler (bazıları, böyle bir eğitimin gerekliliğine karşı çıkarlar ve
gizemsel aydınlanmaya suni yollardan ulaşılamayacağını öne sürerler; bilimsel
açıdan bu, onların öne sürdüklerinin sınanmasını, yogaya dayananların
sınanmasından daha da güçleştirir. Ama hepsi,, orucun ve çileci bir yaşamı
sürdürmenin yararlı olduğuna inanırlar.) Hepimizin bildiği gibi afyon, haşhaş
ve alkol, gözlemci üzerinde bazı etkiler yaratır, ama biz bu etkileri hoşa
gider bulmadığımızdan evrenle ilgili kuramımızda onlara yer vermeyiz. Kimi kez,
bunlar bile, bize gerçeğin bazı parçalarını gösterebilirler; gene de bunlara
genel bilgeliğin kaynağı gözüyle bakmayız elbette. Çevresinde yılanlar gören
bir sarhoş, daha sonra ayıldığında, başkalarından gizlenmiş olan bir gerçeğin
kendisine göründüğünü düşünmez; ama buna benzer inançların da Bacchus kültünün
oluşumuna yol açmış olabileceğini kabul etmeliyiz. Günümüzde ise, William
James’in belirttiği gibi güldürücü gazla
ortaya çıkan sarhoşluğun, normal zamanlarda gizli olan birtakım gerçekleri
aydınlattığına inanan insanlar da vardır. [William James’in Varieties of
Religious Experience'ine bakınız.]
Bilimsel açıdan, açlıktan başı döndüğü için gökyüzünde yıldızlar gören
bir adamla, çok içtiği için çevresinde yılanlar gören adamın hiç farkı yoktur.
İkisi de anormal bedensel koşullar içindedirler, bu yüzden algıları da
anormaldir. Normal algılar, yaşam savaşında yararlı olmak durumunda oldukları
için, olgularla çakışmak zorundadırlar; ama anormal algılardan böyle bir
çakışmayı beklemek için bir neden yoktur, bu yüzden de onların tanıklığı,
normal algının tanıklığından üstün olamaz.
Gizemci
duygulanımlar, temelsiz inançlardan arınır ve insanı gündelik yaşamdan çekip
koparacak kadar ağır basmazsa, çok değerli şeyler sağlayabilir: Daha yücelmiş
bir biçimde olmasına karşın, tıpkı derin düşüncenin sağladığı değerli şeyler
gibi. Bütün bencil isteklerin silindiği, zihninse evrenin sonsuzluğunu yansıtan
bir ayna durumuna ulaştığı gizemci duygulanım, bir an için, genişliğin
sessizliğin ve derinliğin kaynağı olabilir. Başlarından böylesi bir deney
geçmiş olanlar ve bunun evrenin yapısıyla ilgili bazı yargılarla, kaçınılmaz
olarak, bağlı olduğuna inananlar, doğallıkla, bu yargılardan kopamazlar. Ama
ben, bu yargıların önemsiz olduğuna ve doğru olduklarına inanmak için bir
gerekçe bulunabileceğine inanmıyorum. Doğruya varmak için bilimsel yöntemden
başka bir yöntem olduğunu kabul etmemekle birlikte, duygulanımlar alanında,
dini meydana getiren deneylerin değerine inanıyorum. Yanlış inançlarla birleşen
bu deneyler, iyiliklere olduğu kadar kötülüklere de yol açmışlardır; bu tür bir
birleşmeden arınırlarsa, geriye, yalnızca iyi yanlarının kalacağını umut
edebiliriz sanıyorum.
Sh:117-129
KOZMİK AMAÇ
Çağdaş
bilim adamları, dine düşman ya da ilgisiz değillerse, eski dogmaların yıkıntısı
arasında yaşayabileceğini sandıkları bir inanca, Kozmik Amaç inancına, sıkı
sıkıya sarılmışlardır. Bunun gibi, açık görüşlü dinbilimciler ve Kozmik Amaç’ı,
kendi dinsel inançlarının temeli saymışlardır. Bu öğretinin çeşitli biçimleri
olmakla birlikte hepsinin ortak yanı, Evrimin ahlak açısından değerli bir amaca
doğru geliştiği ve bir bakıma, bu uzun evrim sürecinin ancak böyle haklı
gösterilebileceği düşüncesidir. Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, Sir J.
Arthur Thomson, bilimin eksik olduğunu, çünkü niçin sorusunu yanıtlayamadığını
belirtmişti. Ona göre, din, bu soruyu yanıtlayabilir. «Niçin yıldızlar meydana
gelmiştir? Niçin dünya soğumuş ve sonunda yaşam ortaya çıkmıştır?» Bu soruların
yanıtı, «çünkü sonunda, hayranlık duyulacak bir sonuç ortaya çıkacaktı da
ondan,» biçimindedir. Doğrusu ben, hayran olunacak bu sonucun ne olduğundan pek
emin değilim, ama bu olsa olsa, bilimsel kafalı dincilerin, dinsel eğilimli
bilim adamlarının ortaya çıkışı olabilir.
Öğretinin
üç biçimi vardır: «Teist,» «panteist» ve «ortaya çıkış» diyebileceğimiz
biçimler. En basit ve dinci görüşe en yatkın olan birincisi («teist» görüş),
uzun erimli olarak bir iyinin ortaya çıkacağını önceden gördüğü için Tanrı’nın,
Dünyayı yarattığı ve doğa yasalarını yürürlüğe koyduğu inancındadır. Bu görüşe
göre, yarattığı şeylerin dışında olan Tanrı’nın zihninde, amaç, önceden,
bilinçli olarak vardır.
«Panteist»
görüşte ise, Tanrı, evrenin dışında değildir, bir bütün olarak düşünülen
evrenin ta kendisidir. Bundan dolayı da, yaratma eylemi diye bir şey sözkonusu
olamaz; evrenin kendisinde yaratıcı bir güç vardır; evren, bu yaratıcı gücün,
bütün gelişme süreci boyunca, zihninde olduğu söylenebilecek bir plana göre
gelişir.
«Ortaya
çıkış» görüşünde, amaç daha kördür. İlk aşamalarda evrende olan hiçbir şey daha
sonraki aşamayı önceden göremez; daha gelişmiş varlık biçimlerinin ortaya
çıkmasına sebep olan değişiklikleri yöneten, bir tür kör itilimdir. Bu yüzden,
oldukça belirsiz anlamda, başlangıç, sonu içerir.
Bu
üç görüşü, BBC radyosunda yapıldığından daha önce söz ettiğimiz konuşmalarda
bulmak olanaklıdır. Birmingham piskoposu «teist» görüşü, Prof. J. S. Haldane
«panteist» görüşü, Prof. Alexander ise «ortaya çıkış» görüşünü temsil
etmektedirler (aslında Bergson ile Prof. Lloyd Morgan’ın bu üçüncü görüşü daha
tipik bir biçimde temsil ettikleri söylenebilir.) Bu öğretiler, savunucularının
sözleriyle daha aydınlığa çıkabilir belki.
Birmingham
Piskoposu «evrende insan zihnindekine benzer bir rationalite vardır. Bu durum,
kozmik sürecin bir zihin tarafından yönetilip yönetilmediği sorusuyla
karşıkarşıya bırakır bizi» demektedir. Ama bu soru uzun sürmez. Çünkü, hemen
arkasından, «bu sonsuz evren panoramasında uygar insanın yaratılışı ile
sonuçlanan apaçık bir gelişmenin bulunduğunu» öğreniriz: Peki ama bu gelişme
kör güçlerin bir sonucu mudur? Bu soruyu «evet» diye yanıtlamak, bana,
inanılmaz ölçüde garip görünüyor. Gerçekte, bilimsel yöntemle edinilmiş olan
çağdaş bilgiden çıkarılacak doğal sonuç Evrenin, istemin kesin sonuçlara
yönelttiği bir düşüncenin egemenliği altında bulunduğudur. Bu yüzden de insanın
yaratılışı, elektron ve protonların niteliklerinin bütünüyle olanaksız ya da
anlaşılmaz bir sonucu değildir veya isterseniz, bunun, uzay zamanın
süreksizliğinin bir sonucu olmadığını da söyleyebilirsiniz. İnsan’m yaratılışı
Kozmik Amaç’ın sonucudur. Bu Amaç’ın yöneldiği sonuçlar ise insanın seçkin
nitelik ve güçlerinde aranmalıdır. Gerçekte, insanın ahlaki ve ruhi
yetenekleri, en yüce durumlarında, varlığının kaynağı olan Kozmik Amaç’m
yapısını açığa vururlar».
Gördüğümüz
gibi Birmingham Piskoposu, eğer Dünya Tanrı daysa, Dünya’dakı kötülük de
Tanrı’dadır, gerekçesiyle panteizmi reddetmektedir. Piskopos, ayrıca,
panteizmi, «Tanrı, evren gibi bir oluş içinde değildir» diyerek de reddediyor.
Dünyada kötülüklerin olduğunu açık yüreklilikle kabul ederek şöyle diyor: «Bu
kadar çok kötülük olması bizi şaşırtıyor, Hıristiyan teizmine karşı öne sürülen
temel kanıt da bu şaşkınlıktan başka bir şey değildir.» Ama hayran kalınacak
bir dürüstlükle Piskopos, bu şaşkınlığımızın akıl dişiliğim öne sürmek için bir
girişimde bulunmuyor.
Dr.
Barnes’in görüşleri ise, iki türlü sorun ortaya çıkarmaktadır: Genel olarak
Kozmik Amaç’la ilgili sorunlar ve özel olarak da, Kozmik Amaç’ın teist biçimi
ile ilgili sorunlar. Bunlardan birincisini daha sonraya bırakarak, İkincisi
üzerinde biriki şey söylemenin şimdi gerekli olduğu kanısındayım.
Amaç
kavramı bir insan yapısına uygulanabilecek doğal bir kavramdır. Bir ev sahibi
olmak isteyen kişi, Binbir Gece Masalları dışında, salt istedi diye, şıpınişi
ev sahibi olamaz. Bu isteğinin gerçekleşmesi için emek ve zaman gereklidir. Ama
Kadirimutlak için böyle bir sınırlama yoktur. Eğer insanlar için gerçekten iyi
şeyler düşünüyorsa (ki, bu bana hiç de tutarlı bir varsayım gibi görünmüyor)
niçin tıpkı Genesis kitabında anlatıldığı gibi insanı birdenbire yaratıvermiş
olmasın? Ichthysaurslar, dinosorlar, diplodochiler, mastodonlar ve buna benzer
yaratıkları yaratmanın anlamı neydi? Dr. Barnes, bir yerde, Tanrı’nın barsak şeritlerini
niçin yarattığına bir türlü akıl sır erdiremediğini söylemektedir. Kuduz
hastalığı ve hidrofobi hangi yararlı amaca hizmet etmektedir? Doğa yasalarının,
iyi şeyler olduğu kadar kötü şeyler de meydana getirmesinin kaçınılmaz olduğunu
söylemek bir yanıt değildir. Çünkü doğa yasalarını yürürlüğe koyan Tanrı’dır.
Günaha bağlı olan kötülük, bizim özgür istemimizin bir sonucu diye
açıklanabilir, ama insanın yaratılışından önceki kötülükleri nasıl
açıklayacağız? Bana öyle geliyor ki, Dr. Bames, yırtıcı hayvanların
bedenlerinde ilk günahları hayvanların yaratılışından çok daha öncelere uzanan
kötü ruhların arındığı konusunda William Gillespie tarafından öne sürülen çözüm
yolunu kabul etmeyecektir. Buna karşılık, mantık bakımından yeterli
sayılabilecek başka bir çözüm yolu da düşünemiyorum. Güçlük oldukça eskidir,
ama gerçektir. İçinde, günah sonucu olmayan kötülüklerin de bulunduğu bir dünya
yaratan Kadirimutlak bir Varlık’ın kendisi de, kimi yönden, kötü bir varlık
olacaktır. [Başpapaz Inge’in deyişiyle: «Alışkanlıkla Yaratıcı’ya yüklediğimiz
dar ahlakçılığımızla kötülük sorununu abartırız hep. Tanrı’nın salt bir
ahlaksal varlık olduğunu öne süren kuramın temeli yoktur; yasaları ve işleri,
Tanrı’nın salt ahlaksal bir varlık olmadığı görüşüne ağırlık verir
doğrultudadır». Outspoken Essays, C. II. sayfa: 24.]
Kozmik
Amaç’ın «panteist» ve «ortaya çıkış» görüşleri, bu tür itirazlara pek açık
değildir.
Panteist
düşünceye dayalı bir evrim, panteizmin özel biçimlerine göre değişiklikler
gösterir; Prof. J. S. Haldane’in şimdi üzerinde duracağımız panteizmi Hegel’e
bağlıdır ve Hegelcilik’le ilgili her şeyde olduğu gibi, anlaşılması öyle kolay
değildir. Ama bu bakış açısının, son bir yüzyıldan daha uzun bir süre boyunca
büyük etkileri olmuştur, bu yüzden de incelenmesi zorunludur. Dahası, Prof.
Haldane, birçok özel konudaki çalışmalarıyla ün yapmış ve genel felsefesini
ayrıntılı araştırmalarla, özellikle fizyoloji alanında ortaya koymuş; bu
araştırmaların yaşayan bedenler biliminde, fizik ve kimya yasalarının yanı sıra,
başka yasaların da gerekliliğini kaçınılmaz kıldığını öne sürmüştür. Bu durum,
onun genel görüşüne ağırlık kazandırmaktadır.
Bu
felsefeye göre, dar anlamda «ölü» diye bir şey olmadığı gibi, bilinç veya ona
benzer bir nitelik taşımayan canlı maddede yoktur; bu düşüncede bir adım daha
ileri gidilmektedir: Belirli ölçüde tanrısal olmayan bilinç de söz konusu
değildir. Daha önceki bölümde kısaca gördüğümüz gerçekle görünüş arasındaki
fark, Prof. Haldane’in görüşlerinde de işe karışmaktadır (kendisi açıkça söylemiyor
bunu). Ama şimdi Hegel’le birlikte bu fark, bir nitelik farkı olmaktan çıkmış,
bir derece farkı durumuna dönüşmüştür. Ölü madde en az gerçek olandır, canlı
madde biraz daha gerçektir; ama tam gerçeklik ancak Tanrı’da, başka bir
deyişle, tanrısal olarak kavranan Evrendedir. Hegel bu önermeleri mantıksal
olarak kanıtladığını söylemektedir. (Bunları geçiyoruz, çünkü incelemeye
kalksak en azından bir cilt tutar). Bununla birlikte, BBC Radyosundaki
konuşmasından alıntılar yaparak Prof. Haldane’in görüşlerini açıklamaya
çalışalım.
Prof.
Haldane, şöyle diyor: «Mekanik yorumu, yaşam felsefemizin biricik temeli olarak
alırsak, geleneksel dinsel inançlarımızın tümünden ve öteki gündelik
inançlarımızın da çoğundan vazgeçmek zorunda kalırız». Bereket, her şeyi mekanik
yoldan, başka bir deyişle fizik ve kimya aracılığıyla, açıklamanın gereği
olmadığını, üstelik bunun olasılık taşımadığını, çünkü biyoloji için bir
organizma kavramına gereksinim olduğunu söylüyor. Prof. Haldane diyor ki:
«Fiziksel açıdan yaşam, bir mucizeden başka bir şey değildir». «Soyaçekim
yoluyla geçen benzerlikler yaşamın ayırdedici özelliğinin kendini sürekli
olarak korumak ve çoğalmak olduğunu içerir». «Eğer yaşamın Doğanın özünde bulunmadığını, yaşamdan önce bir zamanın
varlığını kabul edersek bu, yaşamın görünüşünü bütünüyle anlaşılmaz kılan bir
düşünce olur». «Biyolojinin, yaşam deneylerimizin mekanik ya da matematik
yorumlarına kapılarını sımsıkı kapaması, hiç değilse, bizim dinle ilgili
düşüncelerimiz açısından son derece anlamlıdır». «Bilinçli davranışın yaşamla
olan ilişkisi yaşamın mekanizma ile olan ilişkisini andırır». «Ruhbilimsel
yorum açısından ‘şimdi’, gelgeç bir an değildir: İçinde hem geçmişi hem de
geleceği taşır». Prof. Haldane’e göre, biyoloji için nasıl organizma kavramına gereksinim
varsa, ruhbilim için de kişilik kavramına gereksinim vardır; insanın bir ruh
artı bir bedenden meydana geldiğini, ya da dış dünyayı değil, salt
duyumlarımızı bildiğimizi, çünkü gerçekte çevremizin bizim dışımızda olmadığını
sanmak yanlıştır. Prof. Haldane «Uzay ve zaman, kişiliği soyutlamaz; kişilik
içinde bir düzenin varlığını dile getirir, böyle uzayın ve zamanın
sınırsızlığı, Kant’ın fark ettiği gibi, kişiliğin içindedir» demektedir. Başka
bir yerde de şöyle diyor: «Kişilikler birbirlerini dışarda bırakmazlar. Bizdeki
gerçek, adalet, iyilikseverlik ve güzellik ülküsünün her zaman bizde var
olduğu, bizi ilgilendirdiği, ama bizim biricik bireysel ilgimiz olmadığı temel
bir olgudur. Dahası, bu ülkü, çeşitli yönleri olan tek ülküdür».
Bu
noktadan bir adım daha ileri giderek, tek tek kişiliklerden Tanrıya varmaya
hazırız demektir. «Kişilik yalnız
bireysel değildir. İşte bu olguda biz Tanrı’nın varlığını tanırız. Tanrı yalnız
bizim dışımızda olan bir varlık değil, ama kişiliklerin kişiliği olarak içimizde
ve çevremizdedir.» «Tanrı ışığını ise biz, ancak, içimizde, doğruluk,
gerçeklik, iyilikseverlik, güzellik ve bunların sonucunda ortaya çıkan öteki
insanlarla kardeşlik ülküsünde bulabiliriz».
Prof. Haldane, özgürlükle ölümsüzlüğün insan bireylerine değil, Tanrı’ya
ait olduğunu, bireylerin de ‘gerçek’ olmadığını söylüyor bize. «Bütün insan
soyu yok olsa, bütün sonrasızlığı ile Tanrı tek gerçek olarak kalacak ve bizde
gerçek olan şey O’nun varlığında süregidecektir.»
Yüreğimize
su serpecek son bir düşünce: Tanrı’nın tek ve biricik gerçekliğinden, yoksulun
yoksul olmaktan yakınmaması gerektiği sonucu çıkmaktadır. «Geçici anların, söz gelimi, bir işe yaramaz zenginliğin yalancı
gölgesi ardında koşmak aptallıktır.» «Yoksulların gerçek düzeyi,
zenginlerinkinden çok daha üstün olabilir». Bundan anlaşıldığına göre,
açlıktan ölmek üzere olan yoksullar «Son ve biricik gerçeğin, Tanrı’nın varlığı
olarak adlandırdığımız ruhsal ya da kişisel gerçek» olduğunu anımsayarak
avunmalıdırlar.
Bu
kuramın ortaya attığı birçok sorun vardır. Dilerseniz bu sorunların en kesin
olanından başlayalım: Biyoloji fiziğe ve kimyaya, ruhbilim de biyolojiye, hangi
anlamda (eğer bir anlam sözkonusuysa tabii) indirgenemez?
Biyolojinin
kimya ve fizik ile olan ilişkileri konusunda Prof. Haldane’in görüşleri,
günümüz uzmanlarının çoğunluğunca benimsenen bir görüş değildir. Buna karşıt
olan ve eski olmakla birlikte seçkin bir biçimde dile getirilen bir görüşü
Jacques Loeb’in 1912 yılında yayımlanan The Mechanistic Conception of Life
(Yaşamın Mekanist Kavranışı) adlı kitabında buluyoruz. Loeb, kitabın en ilginç
bölümlerinde canlı varlıkların üremesi ile ilgili deneylerinin sonuçlarını
bildirmektedir ki bu sonuçlar Prof. Haldane tarafından mekanik ilkelerle
açıklanamaz sayılan sonuçlardır. Mekanist bakış açısının benimsendiği
Encylopaedia BrinTanrıica ’nın son baskısında Mr. E. S. Goodrich’in ‘evrim’
maddesine yazdığı şu satırlara bakalım:
«Bilimsel
bir gözlemci açısından yaşayan bir organizma kendi kendini yöneten, kendi
kendini onaran, karmaşık, fiziko kimyasal bir mekanizmadır. Bu açıdan, bizim
‘yaşam’ dediğimiz, bu fiziko kimyasal süreçlerin toplamından başka bir şey
değildir. Bu süreçler, dışardan ne idüğü belirsiz birtakım güçlerin müdahalesi
olmaksızın, kesiksiz ve birbiriyle bağımlı dizilerden oluşmaktadır».
Bu
makale, canlı maddede fiziğe ya da kimyaya indirgenemez bazı süreçlerin
bulunduğunu gösteren hiçbir kanıt öne sürmemektedir. Yazar, ölü madde ile canlı
madde arasında kesin bir ayrım bulunmadığını ileri sürmekte ve şöyle
demektedir: «Canlıyla cansız arasına hiçbir katı ve kesin bir sınır konulamaz.
Yaşayan kimyasal bir özel töz yoktur. Etkin bir canlı güç de söz konusu
değildir. Süreçteki her aşama kendinden öneki aşamayla belirlenir, kendinden
sonraki aşamayı da belirler.» Yaşamın kökenine gelince, bu konuda şöyle
denilmektedir: «Çok eski çağlarda koşullar elverişli duruma gelince, değişik
türlerden yüksek bileşimler meydana gelmiştir. Bunların çoğu kararsızdılar ve
ortaya çıkar çıkmaz parçalandılar, ötekiler ise kararlıydılar ve devam ettiler.
Daha başkaları ise, hem hızla parçalandılar, hem de aynı hızla özümseyerek yeni
biçimlere girdiler. Büyümekte olan böyle bir bileşim ya da karışım, bu yolu
izlemeye başlar başlamaz, zorunlu olarak, kendini sürdürmek isteyecek,
kendinden daha az karmaşık olanlarla beslenecek ya da onlarla birleşecekti».
Çağımız biyoloji bilginlerinin arasında bu görüşün Prof. Haldane’in görüşünden
daha çok egemen olduğunu söyleyebiliriz. İki görüş de, canlı maddeyle ölü madde
arasında kesin bir sınırın bulunmadığı üzerinde birleşmektedirler: Buna
karşılık Prof. Haldane, ölü madde adını verdiğimiz şeyin gerçekte canlı madde
olduğunu öne sürer, biyologların çoğu ise canlı maddenin psiko kimyasal bir
mekanizma olduğunu düşünürler.
Ruhbilim
ile fizyoloji arasındaki ilişkinin incelenmesi ise daha güç bir konudur. Burada
iki ayrı soru ortaya çıkıyor: Bedensel daranışlarımızın salt ruhbilimsel
nedenlerden meydana geldikleri varsayılabilir mi? Zihinsel olguların,
kendileriyle aynı zamanda ortaya çıkan beden eylemleriyle ilgisi nedir? Herkes
tarafından gözlemlenebilecek davranışlar, yalnızca bedensel davranışlarımızdır;
düşüncelerimiz başkalarınca çıkarımlanabilir (inferred), ama ancak bizce
kavranabilirler (perceived). En azından sağduyu bunun böyle olduğunu
göstermektedir. Kuramsal bir kesinlikle söylenebilecek olan, cisimlerin
hareketlerinin değil, ancak bunların bizim üzerimizdeki etkilerinin
gözlemlenebildiğidir. Başkalarının bizimle aynı zamanda gözlemledikleri, bizim
gözlemlediklerimize benzeyebilirse de, az ya da çok bir derece farkıyla
ayrılırlar birbirlerinden. Bu ve başka gerekçelerden dolayı, fizikle ruhbilim
arasındaki ayrılık, eskiden düşünüldüğü gibi, büyük değildir. Fizik, belirli
koşullarda neyi göreceğimizi önceden kestiren bir bilim sayılabilir, bu anlamda
da ruhbilimin bir dalıdır; çünkü görme işlemi, ‘zihinsel’ bir olaydır. Çağdaş
fizikte bu görüş, salt, ampirik olarak doğruluğu sınanabilir öneriler öne sürme
isteği yüzünden ön plana geçmiştir. Bir doğrulama işleminin ise her zaman bir
insanın gözlemlerini gerektirdiği, bu yüzden de doğrulamanın ruhbilimsel bir
olgu olduğu dikkate alınmıştır. Ama bütün bunlar, bu iki bilimin pratiğinden
çok, felsefesine ait konulardır; ele aldıkları konular arasında bir yakınlaşma
varsa bile, teknikleri birbirinden farklıdır.
Bundan
önceki paragrafın başında sözü edilen iki soruya dönelim: Daha önceki
bölümlerden birinde gördüğümüz gibi, eğer bedensel eylemlerimizin tümünün
ruhbilimsel nedenleri varsa, zihinlerimizin, nedensel açıdan hiçbir önemi
kalmaz. Yalnız beden eylemlerimizle başkalarıyla iletişim (communication)
kurulabilir, ya da salt bu yolla dış dünya üzerinde bir etki yapabiliriz; ne
düşündüğümüz salt bedenimizin yaptıklarını etkilediği sürece önemlidir. Bununla
birlikte «zihinsel» olanla «fiziksel» olan arasındaki fark, salt kolaylık olsun
diye konulmuş bir ayrım olduğundan beden eylemlerimizin nedenleri, bütünüyle
fizik biliminin alanına girebilir, ama zihinsel olaylar bu nedenlerin arasında
da bulunabilir. Pratik sorun, zihin ya da bedene ilişkin kavramlarla ortaya konulabilir
belki: Beden eylemlerimiz, fiziko kimyasal yasalarla mı belirlenmektedir? Eğer
öyleyse, zihinsel olayların doğrudan doğruya ve suni olarak yapılmış madde
kavramının müdahalesi olmadan incelenebileceği bağımsız bir ruhbilim var mıdır?
Bu
sorulardan hiçbiri kesinlikle yanıtlanabilir türden sorular değildir. Ama
sorulardan birincisine olumlu bir yanıt varılabileceğini gösteren bazı kanıtlar
vardır. Bu kanıtlar, dolaysız değildir; bir insanın hareketlerini Jüpiter
gezegeninin hareketlerini hesapladığımız gibi hesaplayamayız. İnsan bedeniyle,
en basit canlı organizmalar arasında kesin bir sınır yoktur; «işte burada fizik
de, kimya da yetersiz kalıyor» diyebileceğimiz bir boşluğu da bulmamız söz
konusu değildir. Gördüğümüz gibi canlı madde ile ölü madde arasında da kesin
bir fark bulunmamaktadır. Bu yüzden, hem fiziğin hem de kimyanın en üst düzeyde
bulundukları söylenebilir.
Bağımsız
bir ruhbilimin olabilirliği konusunda bugün söyleyebileceğimiz şeyler çok daha
azdır. Psikoanaliz bir ölçüde böyle bir bilim yaratmaya girişmişse de,
fizyolojik nedenselliği önlemiş olup olmaması bakımından bu girişimin başarısı
henüz kesin değildir. Biraz tereddütle de olsa ben, ruhbilimle fiziğin bugünkü
gelişmelerden ayrı olmakla birlikte eninde sonunda bu iki bilim dalını
kapsayacak bir bilimin ortaya çıkacağını öne süren görüşü destekliyorum.
Fiziğin tekniği «madde»nin metafizik gerçekliği konusundaki inancın etkisi
altında gelişmiştir. Bu inanç bugün artık geçerli değildir ve yeni quantum
mekaniği yanlış metafiziği kapıdışarı eden değişik bir teknik uygulamaktadır.
Ruhbilim tekniği ise, bir ölçüde, «zihnin» metafizik gerçekliği konusundaki
metafizik inancın etkisi altında gelişmiştir. Fizik ile ruhbilimin, bu
oyalayıcı yanlışlıklardan bütünüyle arınarak, zihin ve madde ile değil ama,
«fiziksel» ya da «zihinsel» diye damgalanmayacak olaylarla uğraşan bir bilime
dönüşmeleri akla yakın gelmektedir. Bu arada, ruhbilimin bilimsel statüsü
sorusu da açık kalmaktadır.
Prof.
Haldane’in ruhbilimle ilgili görüşleri, çok daha kesinbirtakım şeyler
söylenebilecek olan, dar ve sınırlı bir sorunu da ortaya çıkarmaktadır. Prof.
Haldane’e göre, ruhbilimin ayırtedici kavramı, «kişilik» kavramıdır. O bu
kavramı tanımlamıyor, ama biz buna zihnin bütün öğelerini bir araya getiren ve
onların birbirlerini değişikliğe uğratmalarına sebep olan birleştirici bir ilke
diyebiliriz. Bir hayli belirsiz ve kaypak olan bu kavram, savunulabilir yanı
olduğu sürece «ruh» anlamına gelir. Çıplak bir varlık olmayıp, bir çeşit
bütünlük niteliği gösterdiği için de ruh kavramından ayrılır. Bu görüşü
benimseyenler John Smith’ in zihnindeki her şeyin, John Smith’sel bir nitelik
taşıdığına ve bu nitelik dolayısıyla da bunların başka herhangi birinin
zihninde bulunanlara benzemesine imkân olmadığına inanırlar. Eğer siz, John
Smith’in zihninin bilimsel bir irdelemesini yapmak istiyorsanız, maddenin bütün
parçalarına hiçbir ayrım gözetmeksizin uygulanan genel kurallarla
yetinmemelisiniz; üzerinde durulan olayların o belirli kişinin başından
geçtiğini ve bu olayların o kişinin bütün geçmişi ve karakteri açısından ona
özgün olduğunu da aklınızda tutmalısınız.
Bu
görüşün çekici yanı yok değildir. Ama onu doğru saymak için de, bir neden
göremiyorum. Kuşkusuz, aynı durumda bulunan iki kişinin, geçmişlerinin
birbirinden farklı olması dolayısıyla birbirlerinden farklı biçimde
davrandıkları doğrudur; ancak, aynı şey, biri mıknatıslanmış öteki ise
mıknatıslanmamış iki demir parçası için de geçerlidir. Anıların beyine kazınmış
oldukları ve davranışları fizik yapının değişikliği yoluyla etkiledikleri
sanılır. Buna benzer düşünceler karakter için de öne sürülebilir. Bir insan
öfkeli, öbürü serinkanlıysa, bu ayrılık genellikle salgı bezlerinde saptanır,
çoğu durumlarda da bazı ilaçlarla giderilebilir. Kişiliğin esrarlı ve
indirgenemez olduğu inancının bilimle hiçbir ilişkisi yoktur, üstelik bu inanç,
bizim insan olmaktan dolayı kendi kendimize duyduğumuz saygıyı pohpohladığı
için benimsenmiştir genellikle.
Şu
iki önermeyi alalım gene. «Ruhbilim açısından ‘şimdi’ akıp giden bir an
değildir; hem geçmişi hem de geleceği kapsar» ve «uzay ve zaman kişiliği
soyutlamazlar; kişiliğin içinde bir düzeni dile getirirler.» Geçmiş ve
gelecekle ilgili olarak Prof. Haldane bir şimşeğin çakışından sonra bir gök
gürültüsünün beklenişi karşısındaki durumumuza benzer şeyleri düşünüyor
anlaşılan. Denebilir ki, geçmiş olan şimşek ile gelecek olan gökgürültüsü,
ikisi birden, şimdiki zihin durumumuza giriverirler. Ama bu benzetme
yanıltabilir bizi. Şimşeğin anımsanması şimşek, gökgürültüsünün beklenmesi de
gökgürültüsü değildir. Anımsamanın ve bekleyişin fiziksel nedenleri olmadığını
düşünüyorum sadece, öznel deneyin şimdiki niteliğini düşünüyorum: Görmek bir
şeydir, anımsamak başka şey; işitmek bir şeydir, beklemek başka şey. Şimdi’nin
geçmiş ve gelecekle olan ilişkileri, başka alanlarda olduğu gibi ruhbilimde de
yorum ilişkileri değil, nedensel ilişkilerdir (Kuşkusuz, benim bekleşimin
gökgürültüsünün nedeni olduğunu öne sürmüyorum, demek istediğim şu ki, geçmişte
şimşeğin hemen ardından gökgürültüsünün gelmesi ile şimdiki şimşek, birlikte,
gökgürültüsünü bekleyişin nedeni olurlar). Bellek geçmişin varlığını uzatmaz,
ancak geçmişin etkin olmasını sağlayan yollardan biridir.
Uzay
konusunda da durum aynı, ancak biraz daha karmaşıktır. İki tür uzay vardır:
Bunlardan biri, kişinin özel deneylerini kapsayan uzay, öteki ise öteki
kişilerin bedenlerini sandalyeleri, masaları, güneşi, Ay’ı ve yalnızca bizim
kişisel duyumlarımıza yansıdıkları gibi değil, ama gerçekte nasılsa öyle
oldukları gibi kapsayan fizik uzaydır. Bu ikinci uzay varsayımsaldır ve
dünyanın, kendi özel deneylerinden başka hiçbir şeyi kapsamadığı görüşünü
benimsemeye hazır olan herhangi bir kişi tarafından yetkin bir mantıkla
yadsınabilir. Prof. Haldane’in söylemek istediği bu değildir; bu yüzden de
kendi kişisel deneylerinden başka şeyleri kapsayan bir uzayın varlığını kabul
ediyor demektir. Öznel uzaya gelince, benim bütün görsel (visual) deneylerimi
kapsayan görsel bir uzay (visual space) olduğu gibi, dokunma uzayı ve William
James’in belirttiği, mide ağrısının uzayda kapladığı bir «hacim», vb. vardır.
Ben, nesneler dünyasında bir nesne sayıldığımda, öznel uzayların bütün türleri
içimdedir benim. Yıldızla gökler, astronominin uzak, yıldızlı gökyüzü değil,
ama o yıldızların içimdeki etkileridir. Gördüğüm şeyler içimdedir, dışımda
değil. Astronominin yıldızları benim dışımda olan fiziksel uzaydadır; ama bu
yıldızların varlığına çıkarım (inference) yoluyla varırım, kendi deneylerimin
çözümüyle değil. Prof. Haldane’in «uzay, kişiliğin içinde bir düzeni dile getirir»
önermesi, benim kişisel uzayım için doğru ve geçerli değildir. «Uzayın kişiliği
soyutlamadığı» konusundaki buna ilişkin görüşü ise, fiziksel uzay da benim
içimdeyse doğru ve geçerli olabilir. Bu karışıklıktan kurtulur kurtulmaz, Prof.
Haldane’in görüşleri tutarlı olmaktan çıkmaktadır.
Hegel’i
izleyenlerin tümü gibi Prof. Haldane, hiçbir şeyin ötekinden gerçekte ayrı
olmadığını gösterme kaygısına düşmüştür. Her insanın geçmişiyle geleceğinin, o
insanın şimdisi
ile
birlikte varolduğunu ve içinde yaşadığımız uzayın herbirimizin içinde
bulunduğunu, kendince, kanıtlamış olmaktadır (eğer kanıtlarını kabul ediyorsak
tabii). Öte yandan, «Kişilikler birbirlerini dışarda bırakmazlar» sözünü
kanıtlamak için de bir adım daha ileri gittiği görülüyor. Anlaşıldığı kadarıyla,
bir insanın kişiliği onun ülkülerinin bir toplamıdır ve hepimizin ülküleri de
hemen hemen birbirinin aynıdır. Prof. Haldane’in sözünü bir kez daha
alıntılayalım: «Doğruluk, adalet,
iyilikseverlik ve güzellik ülküleri her zaman vardır bizde... Üstelik, değişik
görünümleri olmakla birlikte bu ülkü tek bir ülküdür. Tanrı ışığı bize, işte bu
ortak ülkülerden ve onların yarattığı kardeşlik duygusundan gelir.»
Doğrusunu
söylemek gerekirse, bu tip önermeler karşısında ağzım bir karış açık kalıyor,
işe nereden başlayacağımı bilemiyorum. «Doğruluk, adalet, iyilikseverlik ve
güzellik ülküsü» nün kendisinde her zaman bulunduğunu söyleyen Prof. Haldane’in
bu sözünden kuşkum yok; kuşkusuz böyledir bu. Ama bu olağanüstü erdemi bütün
insanlığa maletmeye gelince ben kendi görüşlerimin en azından onunki kadar
doğru olduğuna inanıyorum. Ben, yalanın, adaletsizliğin, kötülükseverliğin ve
çirkinliğin iş edinildiğini, üstelik bununla da yetinilmeyip bir ülkü olarak
benimsendiklerini görüyorum. Prof. Haldane, sözgelimi, Hitler ile Einstein’in,
«değişik görünümleri olmakla birlikte tek bir ülküyü» benimsediklerine mi
inanıyor gerçekten? Bence, bu sav karşısında Hitler de Einstein de ayrı ayrı
hakaret davası açabilirler Prof. Haldane’e karşı. Kuşkusuz, bunlardan birinin
kötü bir insan olduğu, yürekten inandığı ülkülerin ardından koşmadığı
söylenebilir. Ama bu biraz kolay bir açıklama
gibi geliyor. Hitler’in ülkülerinin kaynağı Nietzsche’dir; Nietzsche’nin
bütünüyle içten olduğuna da kuşku yoktur. Ama bu sorun Hegel diyalektiğinden
başka bir yöntemle ele alınmadıkça, tek ülkü’yü kendinde gerçekleştiren
Tanrı’nın Jehovah mı, yoksa Wotan mı olduğuna nasıl karar verebileceğimizi
bilemiyorum.
Tanrı’nın
sonsuz kutsamasının yoksullar için bir avuntu olduğu görüşüne gelince, bu her
zaman zenginlerce benimsenmiş bir görüştür, yoksulları da giderek bıktırmaya
başlamıştır. Belki de bugün, Tanrı kavramını ekonomik adaletsizliği savunmak
için yardıma çağırmak sağduyulu bir yol olmasa gerek.
Kozmik
Amaç’la ilgili panteist öğreti de, teist öğreti gibi, zaman içindeki evrim
düşüncesinin zorunluluğunu kanıtlamada, bazı güçlüklerle karşılaşmaktadır.
Hemen bütün bütün panteistlerin inandıkları gibi zaman, son kertede gerçek
değilse, dünya tarihinde en iyi şeyler niçin önce değil de sonra ortaya çıkmaktadır?
Bunun tersi bir düzen niçin söz konusu olmasın? Olayların bir tarihi olduğu
görüşü bir yanılsamadan başka bir şey değilse ve Tanrı bu yanılsamadan
arınmışsa, neden Tanrı hoşa gidecek olayları sona, hoşa gitmeyecekleri de başa
koymuştur? Bu sorunun yanıtlanamaz olduğu konusunda başpapaz Inge ile aynı
düşüncedeyim.
Şimdi
ele alacağımız «ortaya çıkış» öğretisi, bu güçlüğü ortadan kaldırmıştır ve
zamanın gerçekliğini kabul etmektedir. Ama bu öğretinin, en az öteki
öğretilerin ortaya çıkardığı güçlükler kadar büyük başka güçlükler yarattığını
göreceğiz.
BBC
Radyosunda düzenlenen sempozyumda «ortaya çıkış» öğretisinin tek savunucusu
Prof. Alexander’dir. Prof. Alexander, sırasıyla, önce ölü maddenin, sonra canlı
maddenin ve en sonra da zihnin ortaya çıktığını öne sürmekte ve şöyle
demektedir: ,
«Bu
gelişme Mr. Lloyd Morgan’ın ilk kez belirttiği ya da yeniden ortaya çıkardığı
bir düşünce ve terim olarak, «ortaya çıkış» öğretisi diye adlandırılmaktadır.
Yaşam maddeden, zihin ise yaşamdan ortaya çıkar. Yaşayan bir varlık, aynı
zamanda maddesel, ama yaşam dediğimiz yeni niteliği taşıyacak biçim almış bir
varlıktır. Aynı şeyi, yaşamdan zihne geçiş için de söyleyebiliriz. «Zihin»li
bir varlık, aynı zamanda yaşayan bir varlıktır, ama, özellikle sinir
sistemindeki bazı parçalan, zihni ya da isterseniz bilinci taşıyabilecek
biçimde inceden inceye örgütlenmiş, karmaşık bir gelişmenin ürünüdür.»
Prof.
Alexander, bu sürecin zihnin ortaya çıkmasıyla son bulduğunu düşünmek için bir
gerekçe olmadığını belirtiyor ve tam tersine, «bu süreç zihni de aşacak bir
varlık niteliğine bağlanır: Bu bağlanış tıpkı zihnin yaşama, ya da yaşamın
maddeye bağlı oluşu gibidir. Bu sürecin, zihni aşarak yöneldiği varlık
niteliğine tanrısallık, bu niteliğe sahip olan varlığa da Tanrı adını veriyorum»
demektedir. Prof. Alexander’in kanısınca, «her şey bu niteliğin, tanrısallığın,
ortaya çıkışına işaret etmektedir.» Prof. Alexander, şöyle diyor: «İşte bu
yüzden, daha geniş bir perspektif kazandığında bilim tanrısallığa gereksinim
gösterir». Ona göre Dünya, «tanrısallığa yönelmiştir, ya da ona ulaşma çabası
içindedir»; ama «tanrısallık, ayırtedici ve belirgin yapısıyla, Dünya’nın
bugünkü varoluş aşamasında, henüz ortaya çıkmış değildir». Prof Alexander,
Tanrı’nın «tarihsel dinlerce kabul edildiği gibi bir yaratıcı değil, yaratılmış
bir şey» olduğunu da sözlerine eklemektedir.
Prof.
Alexander’in bu görüşleriyle Bergson’un «yaratıcı evrim» konusundaki görüşleri
arasında yakın bir ilgi vardır. Bergson, gerekirciliğin yanıldığını, çünkü
evrimin akışı içinde, daha önce kestirilmesine, giderek, hayal bile edilmesine
olanak bulunmayan gerçek yeniliklerin ortaya çıktığını söylemektedir. Her şeyi
evrimleşmeye iten esrarlı bir güç vardır ona göre. Sözgelimi, gözleri görmeyen
bir hayvanın esrarlı bir görme önsezisi vardır ve bu önseziyle hayvan daha
sonra gözlerinin açılmasını hazırlayan bir biçimde davranır. Her an yeni bir
şey çıkar ortaya, öte yandan da geçmiş hiçbir zaman kaybolmaz, bellekte yaşar,
unutma ise ancak görünüştedir. Sürekli olarak zenginleşen dünya, böylece günün
birinde yaşanmaya değer bir yer durumuna gelecektir. Tek önemli nokta, geçmişe
dönük ve sabit olan zekâyı önlemektir; kullanmamız gereken şey, sezgidir.
Sezgi, içinde, yaratıcı yeniliğin itkisini taşır.
Bütün
bunlara inanmamız içirt Lamarck’ınkini andıran birtakım ipe sapa gelmez
biyoloji kırıntılarından başka nedenlerin ortaya konulduğu sanılmamalıdır.
Bergson’a olsa olsa bir ozan gözüyle bakılabilir. Salt zekâya bağlı olabilecek
her şeyden kaçınır çünkü o.
Prof.
Alexander’in, Bergson’un felsefesini bütünüyle kabul etmiş olduğunu söylemek
istemiyorum. Birbirlerinden bağımsız olarak geliştirmiş olmalarına karşın,
görüşleri arasında büyük benzerlikler vardır yalnızca. Bergson ve Prof.
Alexander, gerek zamanın önemini vurgulamaları, gerekse evrimin akışı içinde
önceden kestirilemeyecek yeniliklerin ortaya çıkabileceğine inanmaları
bakımından birleşmektedirler.
Birçok
güçlüklerin, evrimle ilişkili «ortaya çıkış» felsefesini yetersiz kıldığını
söylemeliyim. Bu güçlüklerin en önemlisi, belki de, bir yandan gerekircilikten
kurtulmak için, önceden kestirmeyi (prediction) olanaksız kılarken, öte yandan
da, Tanrı’nın gelecekteki varlığını önceden kestirmeye kalkışmasıdır. Bu
görüşte olanlar, tıpkı Bergson’un görmek isteyen ama görmenin ne demek olduğunu
bilmeyen midyesine benzemektedirler. Prof. Alexander, bazı yaşam deneylerimizde
‘tanrısallığın belli belirsiz bilincinde olacağımızı öne sürmekte ve bu
durumumuzu «numenal» bir durum olarak adlandırmaktadır. Bu tür yaşam
deneylerini niteleyen duygu ise, ona göre, «bizi korkuyla sarsabilecek ya da
umutsuzluğumuzda bize destek olabilecek esrarlı bir güçtür; ama bu dış gözlem
yoluyla bilebileceğimiz şeylerden başka bir şeydir». Prof. Alexander, bu
duygunun varlığını ya da kuramının gerektirdiği gibi, zihinsel gelişmenin onu
yaşamda daha önemli bir öğe kıldığını kanıtlayacak hiçbir gerekçe
göstermemektedir. Antropoloji bilginlerinin söylediklerinden bunun tam tersini
çıkarımsamak olanaklıdır: İnsandışı dost ya da düşman bir gizli gücün varlığı
yolundaki inanç, uygar toplumlardan çok, ilkel toplumlar için büyük önem taşır.
Gerçekte bu duygu, din ile özdeşleştirilecekse, insan gelişmesindeki her adım,
dinde bir gerileme ile sonuçlanmıştır. Bu da, ortaya çıkmış bir tanrısallığın
varlığı konusunda öne sürülen sözde evrimci görüşle bağdaşmaz.
Her
neyse, bu görüş, son derece cılız kanıtlara dayanmaktadır. Öne sürüldüğüne
göre, evrim üç aşamadan geçmiştir: Madde, yaşam ve zihin. Evrenin gelişmesinin
sona ermiş olduğunu düşünmemizi gerektirerek hiçbir gerekçe yoktur, öyleyse
gelecekte bir tarihte, dördüncü, giderek beşinci, altıncı vb. aşamaların ortaya
çıkacağı düşünülebilir. Ama hayır, onlara göre evrim dördüncü aşamada sona
erecektir. Madde, yaşamın ortaya çıkacağını önceden kestiremiyor, yaşam da
zihnin ortaya çıkışını kestiremiyor, ama zihin gelecek aşamayı belli belirsiz
de olsa görebiliyor hele bu, bir Hotantolu ya da Papualının zihniyse. Bütün
bunların tahminlerden öteye geçmediği açıktır. Doğru da çıkabilir, ama bugün
böyle düşünmenin sağlam bir tutamağı yoktur. Ortaya çıkış felsefesi, geleceğin
önceden kestirilemeyeceğini öne sürmekte haklıdır; gelgelelim, bunu öne sürer
sürmez, hemencecik, geleceği önceden kestirmeye girişmektedir. İnsanlar, Tanrı
kelimesinin ifade ettiği şeyden vazgeçmeye, tanrı kelimesinden vazgeçmekten çok
daha yatkındırlar. Ortaya çıkma öğretisini savunan evrimciler, Tanrı’nın
Dünyayı yaratmadığı düşüncesinden çıkıp, Dünya’nın Tanrı’yı yaratmakta olduğu
görüşüne vararak bununla yetinmektedirler.
Ama
böyle bir Tanrı’nın şimdiye kadar kendisine tapınılmış olan şeyle, adından
başka ortak bir yanı yoktur.
Genel
olarak Kozmik Amaç konusunda ise, hangi biçimiyle düşünülecek olursa olsun, iki
eleştiri yöneltilebilir. Bunlardan birincisi Kozmik Amaç’a inananların, her
zaman, dünyanın şimdiye kadarki doğrultusunu değiştirmeden evrimini
sürdüreceğini düşünmeleridir. İkincisi ise, şimdiye kadar olup bitenlerin
evrenin iyi niyetinin bir kanıtı olduğunu öne sürmeleridir. Bu iki düşüncenin
ikisinin de eleştiriye açık yanları vardır.
Evrimin
doğrultusu konusunda öne sürülen düşünce, yaşamın başlamasından bu yana dünya
üzerinde olup bitenlere dayanmaktadır. Dünyamız bu sonsuz evrenin küçücük bir
köşesidir ve bu köşenin evrenin geriye kalan kesimlerinin benzeri olmadığını
düşündürecek gerekçeler vardır. Sir James Jeans, evrenin başka kesimlerinde
yaşamın bulunup bulunmadığı konusunda bir hayli kuşkuludur. Kopernikus
devriminden önce, Tanrı’nın özellikle dünyamızı amaçladığını düşünmek doğaldı;
ama bu, günümüzde tutarlı bir varsayım olmaktan çıkmıştır. Kosmos’un amacı
zihnin evrime uğraması ise bu kadar uzun bir süre içinde bu amacını çok küçük
ölçüde gerçekleştirmiş bulunması onun yetersizliğinin kanıtıdır. Kuşkusuz, daha
sonra ya da başka bir yerde, daha gelişmiş bir zihnin ortaya çıkması mümkündür;
ama bu konuda bugün elimizde en ufak bir bilimsel kanıt yoktur. Yaşamın
raslantısal olarak meydana gelmesi garip görülebilir; ama bu kadar büyük bir
evrende raslantıların olması da kaçınılmazdır.
Diyelim
ki, Kozmik Amaç’ın özellikle bizim gezegenimize ilgi duyduğu konusundaki garip
varsayımı doğru kabul ettik. Gene de Kozmik Amaç’ın, dinbilimcilerin taşıdığını
öne sürdükleri niyetleri taşıdığından kuşkulanmak için gerekçeler vardır. Bütün
yaşamı zehirleyip yok edecek yeterlikte gaz kullanmadığımız sürece Dünya, daha
epey bir zaman için, üzerinde yaşanabilir bir durumda kalacaktır belki, ama bu,
edebiyen sürüp gidecek de değildir. Belki gezegenimiz uzayda uçup gidecek;
belki gelgitler dolayısıyla Dünya’nın Güneş’e bakan yanı hiç değişmeyecek,
böylece bir yarımküre sürekli olarak sıcak, bir yarımküre de sürekli olarak çok
soğuk kalacaktır; belki de (J. B. S. Haldane’in kıssadan hisse çıkarılabilecek
öyküsü gibi) Ay, Dünya’ya toslayacaktır. Eğer bunlardan hiçbiri daha önce
olmazsa, eninde sonunda, Güneş patlayıp küçük, beyaz ve soğuk bir yıldız
durumuna geldiğinde, hepimizin yok olacağı kesindir. Sir James Jeans Güneş’in
patlamasının kesin tarihi bilinememekle birlikte, bunun milyarlarca yıl sonra
olacağını tahmin etmektedir.
Bu
milyarlarca yıl bize, sonumuza hazırlanmak için biraz zaman vermektedir. Bu
arada hem astronomide, hem de topçuluk biliminde büyük gelişmeler olmasını
bekleyebiliriz. Astronomi bilginleri, üzerinde yaşamaya elverişli başka yıldız
gezegenleri bulabilirler; topçular da ışık hızına yakın bir hızla bizi bu gezegene
yollayabilirler; yolculuğun başında genç olanlar, yaşlanıp ölmeden önce bu
gezegene varabilirler. Çokzayııp bir umuttur bu belki ama, gene de bir umuttur
hiç değilse.
Şu
da var ki evrende dolaşmak, en yetkin bir bilimsel hünerle hazırlanmış olsa bile,
yaşamın ebediyen süregitmesini sağlayamaz. Termodinamiğin ikinci yasası bize,
enerjinin, bütünüyle, çok yoğun biçimlerden, daha az yoğun biçimlere geçtiğini
ve sonunda, yoğunluk bakımından artık hiçbir değişikliğe elvermeyen bir biçimde
kalacağını söylemektedir. Eğer daha önce sona ermemişse yaşam, bu noktada
kesinlikle son bulacaktır. Jeans’ın sözünü bir kez daha analım: «Ölümlülerin
olduğu gibi evrenlerin de sonu mezardır». Sir James Jeans, bu sözden çıkarak,
konumuzla çok yakından ilgili bazı düşüncelere varmaktadır:
«Dünyaların
çokluğuna inandığı için diri diri yakılan Giordano Bruno’nun ölümünden bu yana
geçen üç yüz yıl, bizim evren konusundaki görüşlerimizi tanınmayacak ölçüde
değiştirmiş, ama yeterince aydınlatamamıştır. Yaşamın anlamı konusunda çok çiğ
olan birtakım tahminlerde bulunabiliriz ancak. Milyonlarca yıl boyunca ıssız
yıldızlarda ve bulutsularda maddenin sürekli olarak biçim değiştirip bomboş
uzayda ışığın boşuboşuna harcanması bütün yaradılışın yöneldiği en son
aşamanın, yaşamın ortaya çıkması için geçirilen inanılmaz bir hazırlıktan başka
bir şey değil midir? Yoksa yaşam, çok daha büyük ve inanılmaz bir sonuca
varmayı amaçlayan doğal süreçlerin önemsiz ve rastlantısal olarak ortaya çıkmış
bir türevi (by-prodduct) midir? Ya da daha alçakgönüllü bir düşünce ile genç ve
faalken yaşamı bir anda yok edebilecek o yüksek ısısını, yüksek gerilimli
radyasyonunu yitirerek yaşlanan maddeye, bu yaşlılık çağında musallat olan bir
çeşit hastalık mıdır? Ya da alçak gönüllülüğünü bir yana bırakarak, yaşamın bu
sonsuz yıldız ve bulutsu kümeleri ve akıl almaz astronomi zamanı tarafından
yaratılmış değil, ama onları yaratan tek gerçek olduğunu mu kabul etmeliyiz?»
Bence
bu düşünceler bilimin sunduğu seçenekleri dürüstçe ve taraf tutmadan dile
getirmektedir. Zihnin tek gerçek olduğu ve astronominin uzay ve zamanın zihin
tarafından yaratıldığı konusundaki son olasılık konusunda, mantık açısından
söylenebilecek çok şey vardır. Tedirgin edici sonuçlardan kaçınmak umuduyla bu
görüşü benimseyenler, bunun ne gibi sonuçlar doğurduğunun farkında değildirler.
Doğrudan doğruya bildiğim her şey «zihinimin» bir parçasıdır ve başka şeylerin
varlığı konusunda yaptığım çıkarımlar (inferences), hiç de kesin değildir.
Öyleyse zihnimin dışında var olan hiçbir şey yoktur. Bu durumda, benim ölümümle
evren yok olacak demektir. Yok, eğer benimkinden başka zihinlerin olduğunu
kabul edeceksem o zaman astronominin konu aldığı bütün evrenin varlığını kabul
etmem gerekir: Her iki durumda da kanıtlar birbirine eşit güçtedir. Bu yüzden de
Sir James Jeans’ın öne sürdüğü son seçenek başka bir deyişle, öteki zihinlerin
var, ama öteki bedenlerin yok olduğu konusundaki görüş, sağlam bir görüş
değildir. Çünkü bu, bu boş evrende sadece ben varım, insan soyunu, Dünya’nın
jeolojik çağlarını, Güneş’i, yıldızları ve bulutsuları, o bereketli hayal
gücümle ben yarattım demeye gelir. Bildiğim kadarıyla, bu kurama karşı çıkan ve
mantıksal geçerliği olan herhangi bir görüş yoktur. Ama zihnin tek gerçek
olduğu yolundaki öğretinin başka herhangi bir biçimine karşı, öteki insanların
zihinlerinin varlığı olgusuna, onların bedenleriyle ilgili kanıtlardan çıkarım
yoluyla vardığımızı söyleyebiliriz. Öyleyse öteki insanların, eğer zihinleri
varsa, bedenleri de var demektir; bir kişi tek başına, olsa olsa, bedensiz bir
zihin olabilir, bu da ancak başka hiç kimsenin var olmamasına bağlıdır.
Şimdi,
Kozmik Amaç’la ilgili tartışmamızın son sorusuna geliyorum. Bu soru şudur:
Şimdiye kadar olup bitenler, evrenin iyi niyetlerinin bir kanıtı mıdır?
Gördüğümüz
gibi, bu sorunun olumlu biçimde yanıtlanması gerektiğine inananların sözde
dayanağı, evrenin bizi ortaya çıkarmış olmasıdır. Bunu yalanlamıyorum. Ama biz,
bunca uzun bir ön hazırlığı haklı gösterecek ölçüde eşsiz bir yetkinlikte
miyiz?
Felsefeciler
değerlere önem verirler: Biz bazı şeylerin iyi olduğunu düşünürüz, madem ki
bunlar iyi şeylerdir, öyleyse biz de iyi insanlarız, derler. Ama bu bir kısır
döngüdür. Başka değerlere sahip olan bir varlık, bizim değerlerimizi o kadar
iğrenç bulabilir ki, bundan bizim şeytana uymuş olduğumuz sonucunu çıkarabilir.
İnsanoğlunun aynanın karşısına geçip, aynadaki yansıyı, Kozmik Amaç’ın daha
başından beri hep ulaşmayı özlemiş olduğu sonuç sanarak böbürlenmesinde biraz
saçmalık yok mudur? Hem, insanı yüceltmek niye?
Aslanlara
kaplanlara ne demeli?
Onlar,
bizden çok daha az hayvan ve insan öldürüyorlar, üstelik bizden çok daha güzel
yaratıklar... Peki ya karıncalar?
Karıncaların
gerçekleştirdikleri korporatif devlet, değme faşistlerin parmağını ağzında
bırakır. Bülbüllerin, tarlakuşlarının ve geyiklerin dünyası, bizim savaşlar,
adaletsizlikler ve zorbalıklarla dolu olan dünyamızdan çok daha iyi olmaz mı?
Kozmik
Amaç’a inananlar, bizdeki sözde zekâyı abartmaktadırlar, ama yazdıkları şeylere
bakılırsa bundan kuşkulanmak gerekir. Eğer ben, milyonlarca yılın deneyinden
geçmiş bir Kadiri mutlak olsaydım İnsan’ın, kendisini benim bütün çabalarımın
son kertedeki sonucu sayarak böbürlenmesini, sanırım, hoş karşılamazdım.
İnsan,
ıssız bir kıyıya vuran garip bir rastlantı olarak anlaşılabilir: Ondaki
erdemlerle kötülüklerin karşımının rastgele bir kökenden geldiği düşünülebilir.
Ancak sonsuz bir kendini beğenmişlik duygusu insanda Tanrı’nın Yaratıcıya
yaraşabileceğim düşündüğü bir amaç bulabilir. Kopernikus Devrimi, insanı Kozmik
Amaç için yeterli bir kanıt sayanlara daha alçak gönüllü olmayı öğretmedikçe,
üzerine düşen işi tam anlamıyla yapmış sayılamaz.
Sh:131-151
DİN VE BİLİM İÇİN SON SÖZ
Bundan
önceki bölümlerde, kısaca, son dört yüzyıl içinde bilim adamlarıyla
dinbilimciler arasındaki önemli çatışmaları izledik ve çağdaş bilimin çağdaş
dinbilim üzerindeki etkilerini değerlendirmeye çalıştık. Kopernikus’un yaşadığı
çağdan bu yana, ne zaman bilimle din arasında bir uzlaşmazlık çıksa, bilimin bu
uzlaşmazlıktan yengiyle, alnının akıyla çıktığını gördük. Ayrıca, pratik
sorunlar söz konusu olduğunda, sözgelimi tıp ve cincilik konusunda olduğu gibi,
bilimin insanoğlunun acılarını azaltmadan yana, dinbiliminse insandaki doğal
zorbalığın yüreklendirilmesinden yana olduğunu da gördük. Dinbilimsel görüşe
karşıt olarak bilimsel düşüncenin yaygınlaşmasının, bugüne kadar, insanlığın
durumunu daha da mutlu kılmış olduğu su götürmez bir gerçektir.
Bununla
birlikte konu, şimdi, bütünüyle yepyeni bir aşamaya girmiştir, bunun da iki
nedeni vardır: Birincisi, bilimsel teknik, sonuçları bakımından, bilimsel
anlayıştan çok daha önemli olmuştur; İkincisi yeni dinler Hıristiyanlığın
yerini almakta ve Hıristiyanlığın pişmanlık duyduğu yanlışlıkları
tekrarlamaktadır.
Bilimsel
anlayış ölçülü ve araştırıcıdır; bütün doğruyu bildiğini öne sürmediği gibi, en
iyi bildiği şeyin bile bütünüyle doğru olduğunu savunmaz. Her öğretinin, eninde
sonunda, değişikliği gerektireceğini ve bu zorunlu değişikliğin araştırma ve
tartışma özgürlüğüne gereksinim duyduğunu bilir. Ama, kuramsal bilimden bir
«bilimsel teknik» ortaya çıkmıştır ve bu bilimsel tekniğin, kuramın
araştırıcılık niteliği ile hiçbir ilişkisi yoktur. Quantum kuramı ve rölativite
ile fizik bilimi, çağımızda büyük bir devrim geçirmiştir, gene de eski fiziğe
dayanan bütün bulgular, bugün hâlâ geçerliktedir. Elektriğin sanayiye ve günlük
yaşama uygulanması (enerji merkezleri, radyo-televizyon yayınları ve elektrikle
aydınlanma gibi) Clerk Maxwell’in görüşlerinin, birçok bakımdan, yetersiz
olduğunu biliyoruz diye, bu bulgular önemlerini yitirmiş değillerdir. Bu
yüzden, bilimsel tekniğin uygulayıcıları olan teknikerler, ama daha çok bu
teknikerleri çalıştıran hükümet ve büyük işletmeler, bilim adamının gereksinim
duyduğu şeylerden çok farklı bir anlayış edinmektedirler: Bu, sınırsız bir
iktidar, küstahlığa varan bir kesinlik ve insanı bile bir hammade olarak
kullanmanın getirdiği haz duygusuna ilişkin bir anlayıştır. Bu bilimsel
anlayışın tam tersidir, ama bu anlayışın gelişmesine bilimin yardım ettiği
yadsınamaz.
Bilimsel
tekniğin dolaysız etkileri de, bütünüyle yararlı olmuş değildir. Bunlar bir
yandan savaş araçlarının yoketme gücünü arttırmışlar, barış sanayimden savaş
sanayiine ve silah yapımına ayrılabileceklerin oranını yükseltmişlerdir. Ote
yandan emeğin üretimini arttırmakla, azlığa (scarcity) dayanan eski ekonomik
sistemin işleyişini son derece güçleştirmişler ve yeni düşüncelerin sarsıcı
etkileriyle eski uygarlık dengesini tepetaklak ederek Çin’i tam bir
kargaşalığa, Japonya’yı batılı tipte amanvermez bir emperyalizme, Rusya’yı yeni
bir ekonomik sistemin kurulması, Almanya’yı ise eski ekonomik sistemin
korunması doğrultusunda sert girişimlere itmişlerdir. Çağımızda görülen bu
kötülüklerin hepsi, bir bakıma, bilimsel tekniğin dolayısıyla de bilimin
sonuçlarıdır.
Bilimle
Hıristiyan dinbilimi arasındaki çatışma, ara sıra sınır karakolları arasındaki
dalaşmalara karşın, hemen hemen sona ermiş gibidir ve bana kalırsa,
Hıristiyanlardan çoğu kendi dinlerinin bundan kazançlı çıktığını kabul
edeceklerdir.
Hıristiyanlık
barbar bir çağın önemsiz kalıntılarından arınmış ve handiyse din adına işkence
yapma tutkusundan da kurtulmuştur. Geriye, açık görüşlü Hıristiyanlar arasında
geçerli olan, değerli bir ahlak öğretisi kalmıştır: İsa’nın komşumuzu sevmemizi
isteyen görüşü ve her insanda, artık adına ‘ruh’ denmese bile, saygıya değer
bir şeyin olduğu. Bunun yanı sıra, kiliselerde, Hıristiyanların savaşa karşı
koymaları gerektiği inancının da gitgide gelişmekte olduğunu söylemeliyim.
Ama,
eski dinler barbar çağın kalıntılarından arınır ve birçok bakışlardan yararlı
bir duruma girerken, ortaya yeni dinler çıkmış, bu dinler gençliklerinin bütün
işkence tutkuları ve Galileo’nun çağındaki Engizisyonu aratmayan, bir bilim
düşmanlığı ile davranmaya başlamışlardır. Eğer Nazi Almanyası’nda İsa’nın Yahudi
olduğunu ya da Sovyet Rusya’da atomun töz niteliğini yitirerek salt bir olaylar
dizisi durumuna geldiğini söylerseniz, çok ağır bir cezaya (belki, sözde hukuki
olmaktan çok ekonmik ama gene de ondan hafif olmayan bir cezaya) çarptırılmanız
işten bile değildir: Nazi Almanyası’nda ve Sovyet Rusya’da aydınların
uğratıldıkları işkenceler, son iki yüz elli yıl boyunca kiliselerin
uyguladıkları işkencelere rahmet okutacak cinstendir.
Çağımızda
bu tür zorbalıklara doğrudan doğruya boy hedefi olan bilim, ekonomi bilimidir.
İngiltere gibi, her zaman olağanüstü bir hoşgörünün geçerli olduğu bir ülkede
ekonomik görüşleri hükümetçe zararlı görülen bir kişi, bu görüşleri ancak
kendine sakladığı ya da belirli hacimdeki kitaplarda açıkladığı sürece
cezalardan yakasını sıyırabilir. Ama İngiltere’de bile, komünist düşünceleri,
konuşmalarında ya da ucuz beyannamelerde yaymaya kalkan kişi, geçim
olanaklarını yitirme ya da kısa süreli hapis cezasına çarptırılma tehlikesiyle
karşı karşıyadır. Son zamanlarda çıkarılmış olan bir yasa, ki, bu yasa henüz
bütünüyle uygulanmış değildir, hükümetin ihanet saydığı kitapların yazarlarını
değil, fakat onu bulunduranları bile bu kitapları, Majesteleri’nin Silahlı
Kuvvetlerinin sadakatini tehlikeye düşürücü bir biçimde kullanmayı düşünebileceği
gerekçesiyle, cezalandırmayı öngörmektedir.
Almanya’da
ve Rusya’da bağnazlığın sınırı çok daha geniştir ve bu bağnazlığa karşı çıkmak,
apayrı sertlikte bir cezayı gerektirir. Bu ülkelerden ikisinde de, hükümetçe
yürürlüğe konulan bir dogma vardır ve bu dogmaya açıktan açığa başkaldıranlar,
bir ölümden yakayı sıyırsalar bile, toplama kamplarında çalışmaya
zorlanmaktadırlar. Bu ülkelerden birinde yürürlükte olan dogmanın, ötekinde bir
sapkınlık sayıldığını ve ikisinden birinden kaçıp ötekine sığınabilenlerin bir
kahraman gibi karşılandığı doğrudur. Bununla birlikte ikisi, engizisyon
öğretisini benimsemekte birleşmektedirler: Onlara göre doğruyu geliştirmenin
biricik yolu, her zaman geçerli olmak üzere neyin doğru olduğunu bir kez
saptamak, sonra da buna karşı çıkanları cezalandırmaktır. Bilimle kiliseler
arasındaki çatışmanın tarihi, bize, bu öğretinin yanlışlığını göstermektedir.
Şimdi hepimiz, Galileo’nun işkencecilerinin doğru olan her şeyi bilmediklerini
öğrenmiş bulunuyoruz; ama bazılarımız Hitler ya da Stalin’den söz ederken bu
ölçüde kesinlikle konuşamıyorlar.
Hoşgörüsüzlüğe
kapılanmaya fırsat verilmesinin birbirine karşıt iki yanda ortaya çıkması
üzüntü vericidir. Eğer, bilim adamlarının Hıristiyanlara işkence ettikleri bir
ülke olsaydı, Galileo’nun dostları hoşgörüsüzlüğe belki de bütünüyle karşı
çıkmayacaklar ve sadece karşı tarafın hoşgörmezliğine karşı çıkmakla
yetineceklerdi. O zaman da Galileo’nun dostları, onun öğretisini bir dogma
düzeyine yükseltmiş olacaklar, hem Galileo’nun hem de engizisyonun yanıldığını
kanıtlayan Einstein, her iki tarafça da kara listeye alınacak, hiçbir yerde bir
sığınak bulamayacaktı.
Çağımızda
zorbalığın, geçmiştekinin tersine, dinbilimsel değil de, siyasal ve ekonomik
olduğu söylenebilir, ama böyle bir görüş tarihin verilerine aykırıdır.
Luther’in günah bağışlanımının para ile satın alınması öğretisine karşı çıkması
Papa’nın büyük mali kayıplara uğramasına yol açmış ve Henry VIII’in kafa
tutması da Papa’yı Henry lll.’den beri süregelen geniş gelir kaynaklarından yoksun
bırakmıştır. Kraliçe Elizabeth I. Katolikleri, kendisini tahttan indirip yerine
İskoç Kraliçesi Mary’yi ya da Philip ll’yi geçirmek istedikleri için kovuşturup
cezalandırmıştır. Bilim, kilisenin insanların kafaları üzerindeki egemenliği
zayıflatmış ve sonunda, birçok ülkede kiliseye ait mallara el konulmasına yol
açmıştır. Ekonomik ve siyasal amaçlar, her zaman, zorbalığın nedenlerinden
biri, belki de başlıca nedeni olmuştur.,
Ne
olursa olsun, düşüncelerin zorbalıkla susturulmasına karşı öne sürülen kanıtlar,
zorbalığı haklı gösterecek gerekçelere dayanmamaktadır. Bu görüş doğru olan her
şeyi bilemeyeceğimiz, yeni doğruların bulgulanmasının ancak özgür bir tartışma
ortamında gelişip, bir baskı ortamında engellendiği ve uzun erimli olarak insan
mutluluğunun ancak doğruların bulunmasıyla gelişip, yanlışlıklara dayanan
eylemlerle kösteklendiği görüşüdür. Yeni doğrular, her zaman eski düzenin
süregitmesinde çıkarı olanları tedirgin etmiştir: Cuma günü oruç tutmanın
gerekli olmadığı yolundaki Protestan öğretisi Elizabeth I. çağının
balıkçılarının sert direnmesiyle karşılaşmıştır. Ama, ne olursa olsun, yeni
doğruların özgürce yayılmasında topluluğun bütününün çıkarı olduğu da apaçık
bir gerçektir.
İlk
önceleri yeni bir öğretinin doğru olup olmadığı bilinmediğinden, yeni doğrular
için tanınan özgürlük, aynı zamanda, yanlışlıklar için tanınmış bir özgürlük de
olmaktadır. Bugün herkesin kabul ettiği bu öğretiler Nazi Almanyası ve Sovyet
Rusya’sında geçerli değildir, üstelik başka ülkelerde de yeterince
kavrandıkları söylenemez.
Aydınca
düşünme özgürlüğüne yönelmiş tehditler, bugün, 1660’tan bu yana görülen
tehditlerin kat kat üstündedir; ama bu tehdit bugün bize Hıristiyan
kiliselerinden gelmemektedir. Çağdaş başıboşluk ve kaos tehlikesi dolayısıyla
hükümetler, bugün eskiden kilise makamlarının büründüğü kutsal dokunulmazlık
kimliğine bürünmüşlerdir ve aydınca düşünme özgürlüğüne yönelmiş tehditler
hükümetlerden gelmektedir. Bilim adamlarının ve bilimsel bilgiye değer veren
herkesin açıkça üstüne düşen ödev, eski biçim zorbalıkların yok olup gittiğine
bakarak, umursamazca, birbirlerini kutlamak değil, ama zorbalığın yeni
biçimlerine yiğitçe başkaldırmaktır. Bu ödev, adına zorbalık yapılan herhangi
bir öğretiyi benimsemiş olmak gerekçesiyle de hafife alınamaz. Komünizmi benimsemek
Sovyet Rusya’da neyin eksik olduğunu kabullenmekte bizi gönülsüz davranmaya
götürmemelidir; dogmalarının eleştirilmesine katlanamayan bir rejimin, eninde
sonunda, yeni bilgilerin bulgulanmasına engel olacağı gözden uzak
tutulmamalıdır. Buna karşılık, komünizmden, ya da sosyalizmden iğrenmemiz bizi,
Nazi Almanyası’nda komünistlerle sosyalistlerin susturulması için yürürlüğe
konan akıl almaz barbarlıklara göz yummaya götürmemelidir. Hemen hemen
diledikleri kadar kafa özgürlüğüne sahip oldukları ülkelerdeki bilim adamları,
hangi öğreti adına olursa olsun başka ülkelerde bu özgürlüğün kısıtlanmasından
tedirgin olduklarını tarafsız bir dille, göstermelidirler.
Aydınca
düşünme özgürlüğüne kişisel açıdan önem verenler, bir toplulukta azınlıkta
olabilirler, ama geleceğin en önemli kişilerinin bu azınlığın içinde
olduklarını unutmamak gerekir. İnsanlık tarihinde Galileo’nun, Kopernikus’un ve
Darwin’in önemini gördük; geleceğin de böyle kişileri getirmeyeceğini hiçkimse
söyleyemez. Eğer bunların çalışmaları engellenir ve bu çalışmaların sonuçlarını
almaktan alakonurlarsa insanlık yerinde sayacak ve tıpkı «Eski Karanlık Çağ»ın,
«Aydınlık Antik Çağ»ın yerini alması gibi, «Yeni Bir Karanlık Çağ» olanca
ağırlığıyla gelip üstümüze çökecektir. Yeni doğrular, insanları, özellikle
iktidarda olanları tedirgin eder çoğunlukla; ama zorbalığın ve bağnazlığın uzun
geçmişi içinde yeni doğruların, soyumuzun akıllı, ama hırçın bireylerinin
yarattığı en büyük ve önemli başarı olduğu unutulmamalıdır.
Sh:
167-172
Kaynak: BERTRAND RUSSELL, DİN ve BİLİM, [1935. Religion and
Science. London: Thornton Butterworth.] Türkçesi HİLMİ YAVUZ, Birinci Basım
1993, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar