BERTRAND RUSSELL- 5-
Türkçesi:
Vasıf ERANUS
İster
eski ister çağdaş olsun, bir toplumun özelliklerini belirtirken birinci
derecede önem taşıyan ve birbirine sıkı sıkıya bağlı olan iki unsurla
karşılaşılır: ekonomik yapı ve aile yapısı. Günümüzde etkin olan iki düşünce
sisteminden bir tanesi herşeyin kaynağı olarak ekonomiyi görürken, diğeri her
şeyi aileye ya da cinsiyete bağlamaktadır. Bunlardan birisi Marks’ın öğretisidir,
İkincisiyse Freud’un. Ben bunlardan hiç birine bağlı değilim. Bana ekonomiyle
cinsiyet arasındaki bağlantılarda, belirleyici etmen olma noktasında biri;
diğerinden daha üstünmüş gibi gelmiyor.» Örneğin sanayi devriminin cinsel ahlak
üzerinde, hiç şüphesiz çok büyük etkisi oldu ve olacak da. Ne var ki
Puritanların cinsel duyarlılıkları da sanayi devriminin nedenlerinin bir
parçası olarak ruh bilimsel yönden gerekliydi.
* Puritan: İngiltere'de
kraliçe Elizabeth zamanında meydana çıkan ve bilhassa ibadette sadelik
taraftarı olan mezhebin bir ferdi, Püriten; (s.) ahlâk ve din hususunda çok
sofu. puritan'ic(al) (s.) sofu. puritan'(i.) - cally (z.) sofucasına.
Puritanism (i.) sofuluk.
Ben
ne ekonomik ya da cinsel unsurdan birinin diğerinden daha üstün olduğuna katılıyorum
ne de bunların gerçekte belli bir kesinlikle birbirinden ayrılabileceklerine
inanıyorum. Ekonominin temelinde yiyecek sağlamak yatar, fakat yiyecek aile
için sağlanır, insanların yiyeceği, sadece, kendi bireysel gereksinmeleri için
elde etmeleri, çok az rastlanan bir olaydır. Ve aile sistemi değiştikçe
ekonomik güdüler de değişime uğrar. Açıktır ki, Platon’un Cumhuriyetinde olduğu
gibi eğer çocuklar devlet tarafından ana ve babalarından alınsaydı, sadece
yaşam sigortası değil, özel biriktirimin birçok türü de hemen hemen ortadan
kalkardı. Yani babalık rolünü üstlenecek devlet, zorunlu olarak (ipso fakto-
sırf bunun için, yalnız bu nedenle) tek kapitalist haline gelecektir. Katıksız
komünistler bunun tersini, eğer devlet tek kapitalist olursa bildiğimiz
biçimiyle ailenin sona ereceğini öne sürerler, burada aşırıya gidildiği
düşünülse bile, özel mülkiyetle aile arasındaki karşılıklı yakın bağlantıyı
yadsımak olanaksızdır, bundan ötürü de birine neden diğerine sonuç diyemeyiz.
Topluluğun
(cemaat, ortaklaşalık) cinsel törelerinin çeşitli katlardan oluştuğu
görülecektir. İlk olarak yasayla somutlaşan kesin kurumlar vardır, örneğin bazı
ülkelerde tek eşlilik, diğerlerinde çok eşlilik gibi. Ardından yasanın
karışmadığı, fakat kamuoyunun belirginleştirdiği kat gelir. Ve nihayet kuramsal
olarak değilse bile uygulamada bireylerin keyfine bırakılan kata varılır. Dünya
tarihinin hiçbir evresinde ve Sovyet Rusya dışında dünyanın hiçbir ülkesinde,
cinsel ethik (ahlak felsefesi) ve cinsel kurumlar, rasyonel düşünceyle
belirlenmemiştir. Sovyet Rusya’da kurumların bu yönden kusursuz olduğunu
söylemiyorum, söylemek istediğim burada cinsel ethik ve cinsel kurumlardan en
azından bir kısmının, çağlar boyu tüm ülkelerde olduğu gibi, kör inançlardan ve
geleneklerden çıkmadığıdır. Genel mutluluk ve huzur açısından hangi cinsel
ahlakın daha iyi olduğunu belirlemek sorunu son derece karmaşıktır ve çözüm
çeşitle koşullara göre değişir. Çözüm gelişmiş sanayi toplumlarında, ilkel
tarımsal düzenlerden farklı olacaktır. Tıbbın ve sağlık bilgisinin ölüm
oranının düşmesinde etken olduğu yerlerde başka, nüfusun büyük bir bölümünü
veba ve diğer salgınları daha büyümeden kırdığı yerlerde başka olacaktır. Belki
de artan bilgimizle birlikte en iyi cinsel ethikin bir iklimden diğerine, bir beslenme
düzeninden ötekine farklılıklar gösterdiğini söyleyebileceğiz.
Cinsel
ethikin etkileri birçok türe ayrılır. —kişisel, karıkocaya ilişkin, ailesel,
ulusal ve uluslararası. Bu ilişkilerin bir kısmında etkiler iyiyken
diğerlerinde kötü olabilir. Yeni bir sistem üzerinde yargıya varmadan önce her
şey enine boyuna düşünülüp taşınılmalıdır. İlk önce salt bireyselle başlanılır:
bu etkiler ruh çözümlemesi (psikoanaliz) tarafından ele alınır. Burada yalnızca
konulmuş kurallar tarafından hizaya getirilmiş olan yetişkinin davranışlarını
göz önünde tutmamalıyız) aynı zamanda kurallara itaati yaratan ilk eğitimin
yapısını da dikkate almalıyız. Şimdi herkesin bildiği gibi bu alanda ilk
yasakların uygulanması son derece şaşırtıcı ve dolaylı olmaktadır. Konunun bu bölümünde
daha, kişisel esenlik, düzeyindeyizdir. Sorunun bundan sonraki evresi kadınlar
ve erkekler arasındaki ilişkinin kavranmasıyla doğar. Bazı cinsel ilişkilerin
diğerlerinden daha değerli olduğu açıklık kazanır. İçinde büyük ölçüde ruhsal
öğenin bulunduğu cinsel birleşmenin salt bedensel olandan daha iyi olduğu
konusunda birçok kişi aynı kanıdadır. Aslında insanların, aralarındaki ilişkiye
kendi kişiliklerini kattıkları oranda sevginin değerinin yükseleceği görüşünü,
uygar erkeklerin ve kadınların ortak bilincine, ozanlar sokmuştur. Aynı zamanda
ozanlar birçok kişiye sevginin değerini onun şiddetinin gösterdiğini de
öğretmişlerdir ki, bu çok daha tartışma götüren bir husustur. Birçok çağdaş
insan, sevginin karşılıklı eşit ilişkilere dayanması konusunda aynı fikirdedir
ve diğerleri bir yana, sadece bu neden, örneğin çok eşliliğin üstün bir sistem
olarak kabulünü olanaksızlaştırmaktadır. Konunun bu bölümünde, evlilik sistemi
üstün gelip evlilik dışı ilişkiler buna uygun olarak değişinceye kadar, her iki
sistemi de, evlilik ve evlilik dışı ilişkiler olarak göz önüne almalıyız.
Şimdi
aile sorununa geliyoruz. Çeşitli zamanlarda ve çeşitli yerlerde birçok farklı
aile toplulukları var olmuştur. Bunlar içinde en geniş yeri ataerkil aile
tutar. Tek eşli ataerkil aile, çok eşli aileye, giderek üstün gelmiştir. Batı
uygarlığında, Hıristiyanlık öncesi dönemden bu yana, var olan cinsel ethikin
ilk amacı kadının namusunu korumak olmuştur, zira onsuz babalık
belirsizleşeceği için ataerkil aile de var olamazdı. Buna, erkeğin de namusu
üzerinde durulması doğrultusunda Hıristiyanlık’ça eklenen ne varsa ruhsal
kaynağını çilecilikten (zühdiye) almıştır. Ayrıca bu güdü kadınların oldukça
kısa süre önce haklarına kavuşmalarıyla daha etkili hale gelen, kadın
kıskançlığı tarafından da körüklenmiştir. Ne var ki bu son etmen geçici gibi
görünüyor, zira olayları şöyle bir tartarsak, kadınların, her iki cinse de
özgürlük getirecek bir sistemi, şimdiye dek kadınlara konulan yasakların
erkeklere de uygulanmasını isteyene, tercih etme eğiliminde olduklarını
saptarız.
Tek
eşli aile de kendi içinde farklılıklar gösterir. Evlilikler, eşlerin kendileri
tarafından kararlaştırılabildiği gibi, aileler arasında da kararlaştırılabilir.
Bazı ülkelerde gelin, bazılarındaysa, örneğin Fransa’da, güvey satın alınır.
Ayrıca boşanmada da bir çok farklılıklar vardır, en aşırı uç Katolik’lik
boşanmaya izin vermez. Eski Çin
yasasındaysa erkeğe karısını geveze olduğu için boşama hakkı verilmektedir. Cinsel
ilişkilerde sadakat ya da yarı sadakat insanlar arasında olduğu gibi hayvanlar
arasında da doğmuştur. Türün korunabilmesi için erkeğin de yavrunun
yetiştirilmesine katılması zorunludur. Örneğin kuşlar yumurtayı sıcak
tutabilmek için üzerinde oturarak, günün en iyi yiyecek toplayabilecekleri
zamanını yitirirler. Tek bir kuşun her iki işi birden yapabilmesi olanaksızdır,
ve bu nedenle erkeğin yardımı gereklidir. Bunun sonucundaysa kuşların çoğu
sadakat timsali olmuşlardır. İnsanlar arasında, özellikle göçebelik döneminde
ve çalkantılı topluluklarda, babanın yar dimi evlat için son derece önemli
yaşamsal (biyolojik) yararlar sağlardı. Ne var ki çağdaş uygarlığın
gelişmesiyle devlet, artan bir şekilde, babanın rolünü üstlenmektedir. Ve
emekçi sınıflarda babanın sağladığı yaşamsal yararın çok geçmeden sona ereceğini
düşünmek için yeterli neden bulunmaktadır. Eğer bu gerçekleşirse geleneksel
ahlakın tümüyle çöküşünü bekleyebiliriz, zira annenin, çocuğunun babasını kesin
olarak belirlemesi için ortada bir neden kalmayacaktır. Plato burada bir adım
daha atmamızı ve devleti, salt babanın değil annenin de yerine koymamızı
istemişti. Ben, kendim, Devletin pek sevdalısı değilim ya da kimsesiz çocuk
yuvaları henüz beni böylesi bir tasarıyı kabul edebilmem için yeteri kadar
etkilemedi. Ama ekonomik güçlerin bunu amaçlayıp bir ölçüde kabul
ettirebilmeleri olasılık dışı da değil.
Yasa
seksle iki biçimde ilgilenir. Bir yandan söz konusu toplulukta benimsenen
cinsel ethiki yaşama geçirtirken diğer yandan bireyin cinsel alandaki sıradan
haklarını korurlar. Bunlardan sonuncusunu iki ana bölüme ayırabiliriz:
birincisi kadınları ve küçükleri saldırıdan ve alabildiğine sömürülmekten
korumak, İkincisi tek tek kişileri zührevi hastalıklardan sakınmak. Çoğunlukla
bu ayrımlardan hiçbirinin önemi, bütünüyle kavranmıyor, bu nedenle de gereken biçimde
değerlendirilemiyor. İlkinde meslekten karanlık kişiler, beyaz kadın ticaretine
karşı yürütülen hırçın kampanyaların itkisiyle çıkan yasaların boşluklarını
kolayca bulmakta, şantajla kendi halinde yaşayan kişilerin sırtından servetler
edinmektedirler. İkincisindeyse, zührevi hastalıkların işlenmiş bir günahın
cezası olarak kabul edilmesi, tıbben son derece etkin olunacakken, önlem
alınmasını engellemekde bu hastalığı kapmanın utanç verici kabul edilmesi, onun
gizlenmesini genel bir davranış biçimi haline sokarak bir an önce
iyileştirilmesine ya da kökünden sökülüp atılmasına mani olmaktadır.
Son
olarak nüfus sorununa geldik. Bu, birçok açıdan değerlendirilmesi gereken başlı
başına geniş bir konudur. Annenin ve çocuğun sağlık sorunları vardır, küçük ya
da büyük ailelerin, çocuğun kişiliği üzerinde yaptıkları ruhsal etkilerden
kaynaklanan sorunlar bulunmaktadır. Bunlara sorunun sağlık cephesi deriz.
Ayrıca kişisel ve kamusal olarak bir de sorunun ekonomik cephesi vardır:
Toplumun doğum oranına, aile büyüklüğüne göre kişi başına ya da ailede fert
başına düşen zenginlik sorunu. Buna çok yakından bağlı bir şey de uluslararası
politikayla, dünya barışının nüfus sorunuyla olan ilişkisidir. Ve sonra,
toplumun farklı katmanlarındaki farklı ölüm ve doğum oranlarına göre ırkın
ıslah olması ya da bozulması üzerine ırk iyileştirmeciliği (eugenics, ırk
ıslahı) sorunları bulunmaktadır. Yukarıda saydığımız sorunlar, bütün açılardan
incelenmedikçe herhangi bir cinsel ethikin, ne doğrulanması ne de yadsınması
sağlam temellere dayanabilir. Reformistler (ıslahatçılar, re formers) ve
tutucular, benzer şekilde bir ya da en fazla iki cephesini göz önüne alma
alışkanlığındadırlar. Özel ve siyasal bakış açılarının herhangi bir bileşimine
çok seyrek rastlanmaktadır. Ayrıca, bunlardan biri, diğerinden daha önemlidir
diyebilmek de oldukça güçtür. Özel bakış açısından iyi olan bir sistemin,
siyasal bakış açısından da iyi olacağına ya da bunun tersine ilişkin, apriori
bir kesinlik yoktur. Benim kişisel kanım odur ki çoğu zaman ve birçok yerde
cahil ruhsal (psikolojik) güçler insanlığın boş yere zalim sistemleri kabul
edip onlara bağlanmasına yol açmışlardır. Hatta bugün oldukça uygar toplumlar
arasında bile bu durum sürmektedir. Ayrıca kanıma göre, tıbda ve sağlık
bilgisinde elde edilen ilerlemeler özel ve siyasal bakış açılarının her
ikisinde de olumlu değişiklikler yaptı. Eğitimde devletin rolü arttıkça babanın
önemi geçmişe oranla azaldı. Şu halde günümüzün ethikini eleştirmenin ikili
yanı vardır. Bir yanda, bilinç altına işlenmiş olan boş inanç ögele rini
temizlerken diğer yandan, geçmişin bilgeliğini günümüz bilgeliğinin yerine
koymanın budalalığını sergileyen tümüyle yeni unsurları dikkate almalıyız.
Bugün
var olan sisteme bir bakış açısı yakalayabilmek için, önce insanoğlunun
geçmişte yaşadığı ya da günümüzde dünyanın uygar olmayan bölümlerinde bulunan
sistemlerin bazılarını ele alacağım. Daha sonra bugün Batı uygarlığında gözde
olan sistemi tanımlayacak, ardından bu sistemin ıslahını zorunlu kılan
nedenleri ele alıp, bu ıslahatın yapabileceğine taşıdığım umudun kaynağını
göstereceğim.
Evlilik
ilişkileri her zaman kabaca iç güdüsel, ekonomik ve dinsel olarak
sıralayabileceğimiz üç etkenin (factor, amil) karışımından oluşmuştur.
Bunların, başka alanlarda olduğu gibi birbirlerinden kesin çizgilerle
ayrılabileceklerini söylemek istemiyorum. Pazar
günleri dükkânların kapanmasının asıl kaynağı dinseldir. Ama bugün ekonomik
bir olgudur bu, sekse ilişkin birçok yasa ve törede de durum tıpkı böyledir.
Dinsel kökenli bir dolu yararlı töre, dinsel temeli zayıfladıktan sonra büe
yararından dolayı varlığını sürdürür. Ayrıca neyin içgüdüsel neyin dinsel
olduğu konusunda bir ayırım yapabilmek de oldukça zordur. İnsan eylemi üzerinde
uzun süre etkinliğini koruyabilen her dinin genel olarak bir takım içgüdüsel
temelleri vardır. Gene de bu dinler, geleneğin önemine ve içgüdüsel olarak gerçekleştirilen
çeşitli eylem biçimleri arasından bir kısmının yeğlenmesine göre ayrılırlar,
örneğin aşk ve kıskançlığın her ikisi de içgüdüsel duygulardır. Fakat din,
kıskançlığı toplumun sahip çıkması gereken erdemli bir duygu olarak açıklarken
aşk’a «şöylesine» bir izin çıkartılmıştır.
Sekste
içgüdüsel öğeler genellikle sanılandan çok daha azdır. Bu kitapta,
antropolojiye güncel sorunlarınıza ışık tutması için gerekli olandan daha fazla
girecek değilim. Fakat bu bilim dalı, sorunumuza ilişkin son derece önemli bir
hususu, içgüdüyle çalıştığını sandığınız birçok adetimizin uzun dönemler
boyunca ortaya koymaktadır. Örneğin salt vahşiler arasında değil, bazı belli
oranda uygarlaşmış topluluklarda da, bekâretin resmi olarak (bazen alenen)
rahipler tarafından bozulması yaygın bir uygulamaydı. Hıristiyan ülkelerindeyse
bekaretin bozulması güveye tanınan bir ayrıcalıktır ve birçok Hıristiyan, yakın
zamana kadar, bekaretin dinsel bozma töresini tiksintiyle karşılamalarının
altında içgüdünün yattığını sanır. Kişinin, karısını konukseverliğinin işareti
olarak konuğuna sunması da çağdaş Avrupa’da içgüdüsel bir tiksintiyle
karşılanmaktadır. Oysa bu çok yaygın bir konukseverlik gösterisidir. Çok
kocalılık, cahil beyaz adamın insan doğasına aykırı saydığı bir başka töredir.
Bu kişilere yeni doğan bir bebeğin öldürülmesi de ters gelmektedir, ne var ki
gerçekler, ekonomik yarar sağlayacak başka çare kalmayınca bu yola
başvurulduğunu göstermektedir. Gerçek şudur ki, insanlar tedirgin edildikleri
zaman içgüdü, olağanüstü bir şekilde müphemleşip (belirsizleşip) doğal yönünden
kolayca sapabilmektedir. Bu gerçek uygar topluluklar için olduğu kadar vahşiler
için de söz konusudur. «İçgüdü» kelimesinin aslında cinsel konulardaki insan
davranışları gibi kesin olmaktan uzak şeyler için kullanılması pek doğru
değildir. Bu alanın tümünde dar ruhbilimsel yönden içgüdüsel denilebilecek tek
edim, bebeğin meme emmesidir. Vahşilerde nasıl olduğunu bilmiyorum ama, uygar
insan cinsel edimi gerçekleştirmeyi öğrenmek zorundadır. (C. P. Hevelock Ellis
«Studies in Psychalogy al sex» VI. p.510.] Evlenmelerinin üstünden bir hayli
yıl geçtikten sonra nasıl çocuk sahibi olacaklarını öğrenmek isteyen ve yapılan
inceleme sonucu cinsel birleşmenin nasıl yapıldığını bilmeyen çiftlere
doktorlar pek seyrek rastlamamaktadırlar. Cinsel edim, şu halde dar anlamıyla
içgüdüsel değildir, ama elbetteki cinsel birleşmeye doğru doğal bir eğilim ve
cinsel birleşme olmaksızın kolayca bastırılamayan bir istek bulunmaktadır.
İnsanoğlu, tedirgin edildiğinde diğer hayvanların gösterdiği, kesin davranış
özelliklerinden yoksundur. Ve bu durumda, içgüdü yerini oldukça farklı başka
bir şeye bırakmaktadır. İnsanoğlu az çok rastlantısal ve eksik gerçekleştirilen
faaliyetlere karşı ilkönce bir hoşnutsuzluk gösterir, fakat faaliyet «kendiliğinden»
diyebileceğimiz bir şekilde yavaş yavaş bir doygunluk vermeye başlar ve bu
nedenle de yinelenir. İçgüdüsel olan, öğrenme tepişi gibi, tamamlanmış bir
etkinlik değildir. Çoğu zaman doygunluk veren faaliyet daha önceden kesin
olarak belirlenemez, buna rağmen eğer yanlış alışkanlıklar edinilmemişse, kural
olarak en yararlı biyolojik faaliyet en mükemmel doygunluğu verecektir.
Tüm
uygar çağdaş toplumlara baktığımızda, bunların baba erkil aile temeline
oturduklarını ve kadın iffeti kavramının baba erkil aileyi olanaklı kılmak için
oluşturulduğunu görürüz. Babalık duygusunun hangi doğal tepiler tarafından
yaratıldığını araştırmak önem kazanmaktadır. Bu, pek öyle derinliğine düşünme
alışkanlığı olmayan kişilerin sandığı kadar çözümü kolay bir sorun değildir.
Bir annenin çocuğuna yönelen duygularını anlamak oldukça kolaydır, çünkü en
azından çocuk memeden kesilinceye kadar aralarında yakın bedensel (Physical,
Fiziki) bir bağ bulunmaktadır. Ne varki babanın çocukla olan ilişkisinin ruhsal
olarak babalık durumuna dayanan yanı; dolaylı, sayılgılı (hipotetik) ve
çıkarımcıdır (inferential, istidlâl). Bu ilişki eşin namusuna olan güvene
sıkıca bağlıdır ve içgüdüsel değil tamamıyla düşünsel bir alana aittir. Eğer
kişi, aslında babalık duygusunun erkeğin kendi çocuklarına yöneltmesi
gerektiğine inanıyorsa, durum en azından böyledir. Malenezyalılar insanların
babaya sahip olduğunu bilmezler. Yine de Malenezyalı babalar, en az çocuğunun
kendisinden olduğunu bilen babalar kadar, çocuklarını severler. Malinowski’nin Trobrıand
Adaları üstüne yazdığı kitaplar babalık psikolojisini aydınlığa çıkartmıştır.
Özellikle kitaplardan üçü vahşi toplumlarda Seks ve Baskı, îlkel psikolojide
Babalık ve Kuzeybatı Malenezyadaki Vahşilerin Cinsel Yaşamları babalık
dediğimiz karmaşık duyguyu anlamak için oldukça gereklidir. [«Sex and
repression in Savage Society», «The Father in Primilive Psychology», «The
sexual Life al Savages in Nortniertern Melanasia».] Aslında erkeğin çocukla
ilgilenmesine yol açan birbirinden tamamen farklı iki neden vardır: ya çocuğun
kendisinden olduğuna inandığı için ilgilenmektedir onunla, ya da kendi
karısının çocuğu olduğunu bildiği için. Dölün devamında, babanın payı
bilinmeyen yerlerde bu güdülerden sadece İkincisi işler.
Trobrıand
Adalılarının insanların babaları olduğu gereğini bilmedikleri Malinowski
tarafından kuşkulara yer bı rakmıyarak şekilde gün ışığına çıkartılmıştır,
örneğin Malinowski iki yıl süreyle bir yerlere giden erkeğin geri döndüğünde,
karısının doğurduğu yeni bir bebekle karşılaşınca, bundan sevinç duyduğunu ve
Avrupalıların karısının namusuna ilişkin kafasına sokmaya çalıştıkları
kuşkuları kavramasının olanaksız olduğunu gözlemişlerdir. Bundan çok daha
inandırıcı olay, son derece iyi domuz soyuna sahip bir adamın, erkek domuzları
vurdurması ve bir türlü, yaptığı işin soyu körleteceğini anlayamamasıdır.
Çocukları ruhların getirip annenin içine yerleştirdiklerine inanmaktadırlar.
Bakirelerin çocuk doğuramadıkları bilinmektedir, fakat bunun kızlık zarının
ruhların hareketlerine fiziki bir engel oluşturması sonucu gerçekleştiğini
sanmaktadırlar. Bekar kız ve erkekler tam anlamıyla serbest aşk
yaşamaktadırlar, fakat bilinmeyen bir nedenle bekar kızlar pek seyrek gebe
kalırlar. Rastlantı sonucu gebe kalmaları durumunda, yerli düşüncesine göre
yaptıkları hiçbir şeyin gebe kalmalarının sorumluluğunu onlara yüklememesine
karşın, şiddetle ayıplanırlar. Er ya da geç genç kız değişiklikten usanır ve
evlenir. Kocasının köyünde yaşamak üzere köyünden ayrılır. Fakat kendisi ve
çocukları, içinden çıktığı köye bağlı sayılırlar. Kocanın çocuklarla
herhangi bir kan bağı olduğu kabul edilmez ve dölün devamını salt ananın
sağladığına inanılır Başka yerlerde çocuklar üzerinde babanın sahip olduğu
yetkiye (otorite) Trobriand Adaları arasında, dayı sahiptir. Bu noktada son
derece garip bir karışıklık ortaya çıkar. Kız kardeşle erkek kardeş arasındaki
tabu çok katıdır. Bu nedenle belli bir yaşa geldikten sonra kız ve erkek
kardeşler birbirleriyle uzaktan yakından cinsiyete ilişkin bir şey konuşmazlar.
Sonuçta çocuklar üzerinde her ne kadar dayının yetkisi varsa da, dayılar
çocukları ancak analarından ve evlerinden uzakta oldukları zaman, yani pek az
görebilirler. Bu yapı, çocuklara; hiçbir yerde rastlanmayan disiplinden ırak,
ölçüsüz bir sevginin güvencesini verir. Onlarla ilgilenip oynayan babalarının
üzerlerinde hiçbir yatırım hakkı bulunmamaktadır, yaptırım hakkına sahip
dayılarınınsa yanlarında bulunmaya hakkı yoktur. Çocukla, ananın kocası
arasında, hiçbir kan bağının bulunmadığına olan tüm inanca karşın, çocukların analarından
ve kardeşlerinden çok ananın kocasına benzediğinin sanılması oldukça tuhaftır.
Anayla çocuk ya da kız kardeşle erkek kardeş arasında bir benzerlik bulmak
ahlaksızlık olarak kabul edilmekte ve hatta çok açık benzerlikler şiddetle
yadsınmaktadır. Malinowski’ye göre çocukların anadan çok babaya benzediklerine
olan inanç, babaların çocuklarına karşı duydukları sevginin kaynağını
oluşturmaktadır. Malinowski, baba oğul bağının uygar insanlar arasında
rastlanandan çok daha sevgi dolu ve uyumlu olduğunu saptamış ve bulmayı umduğu
Odipus kompleksine rastlamamıştır.
Malinowski,
adadaki dostlarını tüm ikna edici gücünü kullanmasına karşın babalık diye
birşeyin varlığına inandıramamıştır. Yerliler onun anlattıklarını misyonerlerin
uydurduğu saçma bir hikaye olarak görüyorlardı. Ataerkil bir din olan
Hıristiyanlığın, babalık kavramına sahip olmayan bir kişinin kafasına duygusal
ya da düşünsel yollarla sokulması olanaksızdır. «Tanrı Baba» yerine «Tanrı
Dayı» sözcükleri kullanılacaktır ki bu da amaçlanan ince anlamı tam olarak
vermekten uzaktır. Zira babalık, gücü ve sevgiyi birlikte ifade etmektedir,
Malenezya’lılardaysa gücü dayı, sev giyse baba simgelemektedir. Herhangi bir
erkeğin, çocuğu olabileceğine inanmayan Trobriand Adası yerlilerine,
insanların, Tanrının çocukları olduğu düşüncesi anlatılamaz. Bu nedenle
misyonerler dinlerini yaymaya başlamadan önce fizyolojik gerçekleri anlatmakla
işe başlıyorlardı. Malinowski, giriştikleri işin daha birinci aşamasında
başarısızlığa uğrayan misyonerlerin İncili öğretebilmelerinin olanaksız
olduğunu söylüyor.
Malinowski’nin,
karısının yanından, hamileliği boyunca ve çocuğun doğumu anında ayrılmayan
erkeğin, doğan çocuğa karşı içgüdüsel bir sevgi duyduğu ve bu sevginin babalık
duygusunun temelini oluşturduğu savına ben de katılıyorum. Malinowski, «Başta
hemen hemen tamamıyla biyolojik temelden yoksun gibi görünsede, babalığının»
diyor, «bendensel gereksinmeler ve doğal özelliklere kökten bağlı olduğu
gösterilebilir». Düşüncesine göre, eğer erkek karısının hamileliği boyunca onun
yanında bulunmazsa, ilk ağızda çocuğa karşı içgüdüsel bir sevgi duyamaz, ne var
ki töreler ve kabilenin ahlak anlayışı onu ana ve çocukla kaynaştırır. Ve
böylece sevgisi, sanki karısının yanından hiç ayrılmamış gibi yeşerir. Vahşiler
arasında da olsa, tüm önemli insan ilişkileri her zaman, yeterince zorlayıcı
olamayan içgüdüler doğrultusunda toplumsal ahlak anlayışı tarafından yürütülen,
toplumun benimsediği, edimlerdir. Töre, ananın kocasını, çocuklarla ilgilenip,
onları korumakla görevlendirmiştir. Ve bu töre, içgüdü doğrultusunda olduğu
için yürütülmesi güç değildir.
Malenezya’lılarda
babanın çocuklarına karşı olan tavrını açıklarken Malinowski’nin başvurduğu
içgüdü, bana, yazılanlardan çok daha genel gibi geliyor. Bence her erkek ve
kadın bakmakla yükümlü olduğu çocuğa karşı bir sevgi duyma, eğilimi taşır.
Hatta ilk başta sadece töre ve gelenek yetişkinin çocuğa ilgi duymasını sağlar,
bu ilgide yatan büyük gerçek, çoğunlukla sevginin büyümesine neden olur. Hiç
şüphesiz bu sevgi eğer çocuk, erkeğin sevdiği kadının çocuğuysa çok daha
güçlenir. Böylece vahşilerin, karılarının çocuklarına gösterdikleri büyük sevgi
de açıklık kazanmaktadır, ve bu, uygar erkeğin çocuklarına verdiği sevginin
içindeki en büyük olarak ele alınabilir. Malinowski,
tüm insanlığın Trobrian adasında yaşıyanlar gibi babalığın kabul edilmediği
aynı evreden geçtiğini ileri sürmektedir — ve bu düşüncenin aksini kanıtlamak
oldukça zordur. — Babayı içeren hayvan aileleri de aynı temele dayanmak
durumundadır. Sadece insanlar arasında babalık gerçeği kavrandıktan sonra
babalık duygusu bugün bildiğimiz biçimi almıştır.
Babalığın
fizyolojik gerçeğinin kabul edilmesi babalık duygusuna yepyeni bir unsur
ekleyerek hemen her yerde ataerkil toplumların doğmasına yol açtı. Baba,
Incil’de belirtildiği gibi, çocuğunu kendi «tohumu» olarak kabul etmesiyle
birlikte çocuğa karşı olan duygusu iki etken tarafından güçlendirildi: İktidar
tutkusu ve dölün devamı. Erkek döllerinin başarısını kendi başarısı olarak
duymakta ve onların yaşamını kendi yaşamının devamı olarak görmektedir. Tutku
artık mezarda son bulmamakta kuşaktan kuşağa uzanmaktadır. Örneğin dölünün vaad
edilmiş topraklara yayılacağını öğrenen İbrahim’in duyduğu hazzı düşünün.
Anaerkil toplumlarda aile tutkularının da kadınlığa özgü olması gerekiyordu,
nitekim kadınlar savaşmadıkları için böylesi tutkular ataerkil toplumlarda
olduğundan daha az etkiliydiler. Böylece babalığın ortaya çıkması insan
toplumunu, anaerkil evreden daha rekabetçi (yarışmacı) daha güçlü (enerjik) daha
faal (dinamik) ve hummalı çalışır hale getirmiştir. Bir ölçüde varsayıma
dayanan bu etkiden başka eşin (kadının) namusu üzerinde durmak için yeni ve çok
önemli bir neden vardı artık. Çağdaş insanın sandığı gibi kıskançlıkta salt
içgüdüsel öğe pek o kadar güçlü değildir. Kıskançlık en uç noktasına, soyun
bozulması korkusundan dolayı, ataerkil toplumlarda ulaşmıştır. Bu olgu,
karısından bıkıp metresine iyiden iyiye bağlanan bir erkeğin buna karşın rakip
erkeklerden karısını, metresinden daha çok kıskanması gerçeğinde görülebilir.
Yasal (meşru) çocuklar erkeğin egosunun (ben’inin) bir devamıdır ve onun çocuğa
duyduğu sevgi bir egoizm (bencillik) türüdür. Diğer yandan eğer çocuk yasal
değilse, gayrimeşru baba bir biyolojik bağı bulunmayan bu çocuğa karşı sahte sevgi
gösterilerinde bulunabilir. Babalığın ortaya çıkması, kadınların namuslarının
korunması için, baskı altına girmelerine yol açtı — bu baskı önce bedensel
başlamış, ardından düşünsel hale gelmiş ve en yüksek noktasına Viktorya çağında
ulaşmıştır. — Kadınların baskı altına alınmalarından ötürü, birçok uygar
toplulukta karı ve koca arasında gerçek dostluk oluşturulamamış, aralarındaki
ilişkiler birinin alçakgönüllülük göstermesi diğerininse görevini yerine
getirmesi biçiminde süregelmiştir. Tüm erkekler, yetkin bir düşünce yapısının
karısını ihanete itebileceği korkusuyla tüm ciddi düşünce ve amaçları
kendilerine saklamışlardır. Birçok uygar toplulukta kadınlar hemen hemen tüm
dünya nimetlerinden ve olaylarından yoksun bırakılmışlar ve yapay bir şekilde aptallaştırılıp
kayıtsız kılınmışlardır. Platonun diyaloglarından kendisinin ve arkadaşlarının,
erkeklere, ciddi sevginin tek gerçek nesnesi olarak baktıkları izlenimi
çıkartılabilir. İlgilendikleri konuların tümünün saygıdeğer Atinalı kadınlara
bütünüyle kapatıldığı göz önüne alınırsa buna pek şaşmamak gerekir. Tümüyle
benzer durum, şiirinin en görkemli olduğu dönemde İran’da, yakın zamanlara
kadar Çin’de ve dünyanın birçok yerinde ve çocukların yasallığından
(meşruluğundan) emin olma tutkusu yüzünde tahrip edilmiştir. Sadece sevgi
değil, kadınların uygarlığa yapacakları tüm katkılar da aynı nedende güdük
bırakılmıştır.
Kendi
doğal akışı içinde değişen ekonomik sistemle birlikte soy izi sürme yöntemi de
biçim değiştirdi. Anaerkil toplumda kişi dayısının mirascısıyken ataerkil
toplumda babasının mirasçısı oldu. Ataerkil toplumda babayla oğul arasındaki
ilişki, anaerkil erkekler arasında var olan tüm ilişkilerden daha yakındı, zira
daha önce gördüğümüz gibi, babaya yüklediğimiz doğal işlemler, anaerkil toplumda
babayla dayı arasında bölüşülmekte, sevgi ve ilgi babadan gelirken, yetki ve
mal dayıdan gelmekteydi. Böylece, ilkel bir aile türünden, ataerkil ailenin çok
daha karmaşık bir durumda olduğu açıklık kazanmaktadır. Erkeklerin
evlenecekleri kızda bekâret aramaya başlamaları ataerkil sistemin ortaya
çıkmasıyla başlar. Anaerkil sistemin var olduğu yerlerde genç kadınlar da
erkekler gibi diledikleri çılgınlıkları yapabilmekteydiler, fakat evlilik dışı
tüm cinsel ilişkilerin kötülüğünün önemine kadınlar inandırıldıktan sonra buna
göz yumulmadı.
Babalar
varoluş gerçeklerini yakalar yakalamaz ulaşabildikleri her yerde bundan azami
derecede yararlandılar. Uygarlık tarihi, tarihsel kayıtların başlamasından
hemen önce birçok uygar ülkede en yüksek noktasına ulaşan babalık yetkisinin
yavaş yavaş zayıflamasının öyküsüdür. Çin’de ve Japonya’da bugün hâlâ devam
etmekte olan atalara tapınma ilk uygarlıklarının tümel (Üniversal) bir özelliği
olarak belirmektedir. Baba çocukları üzerinde birçok konuda — Roma’da ölümüne
ya da yaşamasına karar vermeye kadar uzanan — mutlak yetkiye sahipti. Kız
çocuklar uygar toplumun her yanında erkek çocuklar ise ülkelerin büyük
çoğunluğunda babalarının izni olmaksızın evlenemezlerdi ve evlenecekleri kişiyi
babalarının seçmesi olağan bir durumdu. Kadın yaşamının hiçbir evresinde
bağımsız bir varlığa kavuşamamış önce babasının sonra kocasının kölesi
olmuştur. Ayrıca gelinler, oğulları ve onların karılarıyla aynı çatı altında
oturan ve onlara ev işlerinde zorbaca çalıştıran yaşlı kadınların tümüyle baskısı
altındaydılar. Bu gün bile Çin’de genç kadınların kaynanalarının zulmüne
dayanamayıp intihara sürüklenmeleri bilinmeyen birşey değildir ve Çin’de
rastladığımız bu durum yakın zamana kadar Asya ve Avrupa’nın tüm uygar
bölümlerinde de söz konusuydu. İsa, oğlu babaya, gelini kaynanaya karşı
çıkartmaya geldiğini söylediğinde, bugün halen Uzakdoğu’da süregelen aile
düzenini düşünüyordu. Babanın üstün gücüyle ilk ağızda elde ettiği erk
(iktidar) din tarafından da desteklenmekteydi ki, birçok biçimine rastladığımız
bu duruma Tanrının Yönetenlerden yana olduğunu duyulan inanç diyebiliriz.
Atalara tapınma ya da benzeri şeyler son derece yaygındı. Hıristiyanlığın
dinsel görüşlerinin babalık görkemiyle mayalandığını daha önce görmüştük.
Toplumun monarşik (Tek-erklik) ve aristokratik (Soylu-erklik) örgütlenmesi ve
miras düzeni her yerde babalık erki temeline oturtulmuştu, tik dönemler
ekonomik güdüler (Motive, Saik) bu sistemi ayakta tutuyordu. Tekvin [Tevrat’ın dünyanın oluşunu
anlatan birinci kitabının başlığı. ] de
(Genesis) erkeklerin nasıl sayısız torun istediklerini ve istedikleri
gerçekleşince bunun kendileri için ne kadar yararlı olduğunu görürüz. Oğulların
çoğalması hayvan sürülerinin büyümesi kadar yararlıydı. O günlerde Yehova [Yahudilerin Tanrılarına verdikleri
ad. ]insana bu nedenle çoğalıp
artmalarını söylemekteydi.
Uygarlığın
gelişmesiyle ekonomik koşullar değişti, bir zamanlar bencilliği körükleyen
dinsel kurallar sıkıcı gelmeye başladı. Roma’nın refaha erişmesinden sonra
soylular (aristokracy) büyük aileyi bir yana bıraktılar. Görkemli Roma’ nın son
yüzyılları boyunca, bugünkünden çok daha etkili olan ahlakçıların öğütlerine
rağmen, eski soylu takımı birer birer ölerek tükenmekteydi. Eşlerin ayrılması
kolay ve yaygın hale gelmiş, üst sınıftaki kadınlar, hemen hemen erkeklerle
eşit bir konuma ulaşmışlardı. Ve çocuklar üzerinde sahip olduğu velayet hakkı
(patria potestas) yavaş yavaş azalmaktaydı. Bu gelişme birçok yanıyla
günümüzdekine benzemektedir, yalnız Roma’da üst sınıflar içinde yer alan bu gelişme
ondan yararlanacak kadar varlıklı olamayanlar tarafından sarsıldı. Bizimkinin
aksine Antik uygarlığın sınırları nüfusun çok küçük bir yüzdesini içine
almaktaydı. Antik uygarlığı yaşadığı sürece güvenilmez yapan da işte buydu ve
sonunda aşağılardan gelen büyük boş inanç dalgasına dayanamayıp yıkılmasının da
nedeni bu oldu. Hıristiyanlık ve barbar istilaları Greko-Romen düşünce
sistemini yok etti. Her ne kadar ataerkil sistem varlığını sürdürmüş ve hatta
ilk elde soylu (Aristokratıç) Roma’dakine göre bir ölçüde güçlenmişse de
kendini yeni unsura, Hıristiyanlığın cinsiyete bakışına ve Hıristiyan ruh ve
güfran [Güfran: Tanrının kullarının günahını
bağışlaması ] (Salvation) öğretisinden çıkartılan
bireyciliğe uydurdu. Hiçbir Hıristiyan topluluğu Antik ve Uzakdoğu uygarlıkları
kadar açıktan açığa dirimsel (biological, yaşama değgin) olamamıştır. Üstüne
üstlük Hıristiyan din biliminin bireyciliği Hıristiyan ülkelerinin yönetim
biçimini giderek etkiledi ve bir zamanlar insanlarca, ölümsüzlüğü sağlamaya en
iyi çare olarak görülen soyun devamına olan ilgi, kişisel ölümsüzlük
vaadleriyle azaldı. Çağdaş toplum ataerkilliğini sürdürmekte ve aile kendini
korumaktaysa da eski toplumlara oranla babalığa olan bağlılık önemini oldukça
yitirmiştir. Ayrıca ailenin gücü de alışılmışın çok altına düşmüştür.
İnsanların umut ve tutkuları bugün, Tekvin’deki atalarından tamamıyla
farklıdır. Bugün sayılarının
kalabalığıyla değil, devlet içindeki konumlarıyla üstünlüğe erişmeye
çalışılıyor. Bu değişim geleneksel ahlak ve tanrıbilimin gücündeki azalmanın
nedenlerinden biridir. Değişmenin kendisi gerçekte Hıristiyan tanrıbilimin bir
parçasıdır. Bunun nasıl gerçekleştiğini görebilmek için, dinin, insanların
evlilik ve aile hakkındaki görüşlerini nasıl değiştirdiğini incelemek gerekir.
Çilecilik: ascetizm, Riyazet, Zühdü, takva
Babalık
gerçeğinin ortaya çıkmasından bu yana cinsiyet (seks) her zaman dinin büyük
ölçüde ilgisini çekmiştir. Din önemli ve gizli herşeyle ilgilendiği için
yadırganacak bir şey değildir bu. Tarım ve kır yaşamının sürdürüldüğü çağların
başlarında ister hayvan sürüsünden olsun ister ekilen ekinden ya da kadından,
ürünün her türünün büyük önemi vardı. Ürün her zaman bereketli olmuyor her
cinsel beraberlik sonunda kadın gebe kalmıyordu. İstenilen amaca ulaşabilmek
için din ve büyüye sığınıldı. Duygudaşlık büyüsünün [Duygudaşlık büyüsü:
Tecazüp, meyli tabi, iştiraki his] (sympathetic magic) genel düşüncesine göre
toprağı bereketli kılmak için insanın doğurganlığım artırmak gerekmekteydi ve
birçok ilkel toplulukta arzulanan insanın doğurganlığının artırılması bir dolu
dinsel ve büyüsel törenle körüklendi. Tarımın anaerkil dönemin sonlarında
doğduğu kadim Mısır’da, biçimini, sihirli güçleri olduğuna inanılan ve para
gibi kullanılan deniz salyangozu kabuğundan aldığı sanılıyordu. Bu evre, tüm
eski uygarlıklarda olduğu gibi Mısır’da da sona ererek dindeki cinsel öge
erkeklik organına tapınma biçimini aldı. Robert Brıffault’un «Sex in
Civilizatıon» adlı kitabında bu konuda çarpıcı gerçeklerin son derece başarılı
kısa öyküleri bulunmaktadır. [Havelock Ellis’in önsözüyle V. F. Calverton ve
Schmalhausen tarafından basılmıştır.]
Tarımsal
şölenler, özellikle tohumun ekilişi ve haşatın kaldırılışına ilişkin olanlar,
dünyanın her köşesinde vardı ve bunlar her dönem toplu cinsel serbestliğin en
çarpıcı örneklerini oluşturuyorlardı... Cezayir’in tarımla uğraşan halkı
kadınlarının cinsel serbestliklerine konulan her türlü sınırlamalara kızıyor,
cinsel ahlaka yönelik getirilecek her türlü baskının tarımsal faaliyetlerinin
başarısına zararı dokunacağına inanıyorlardı Atina’nın thesmophoria’sında, ekim
bayramında, bereket büyüsü asli yapısı biraz değiştirilerek korunmuştur. Bu
bayramlarda kadınlar erkeklik organı amlemi taşırlar açık seçik şeyler söylerlerdi.
Roma’nın ekim bayramlarının Saturnaha’larının sürdürüldüğü Kuzey Avrupa
karnavallarında yakın zamana kadar, Sioux’larda [A.B.D.’nin kuzey dağlarında,
Dakota’da yaşı- yan kızılderili kabile.] ve Dahomey’lerde [Fransız batı
Afrikasında, Fransız Kolonisi ] yaygın olandan biraz daha değiştirilmiş
erkeklik organı sembolleri görülmekteydi. [Briffault, loc. cit. p. 34.]
Dünyanın birçok yerinde ayın (erkek olarak kabul edilmekte) çocukların gerçek
babası olduğu sanılmıştır. [ Maori Devletinde «Ay, tüm kadınların değişmiyen ya
da gerçek kocasıdır. Atalarımızın ve yaşlılarımızın düşüncesine göre erkeğin
karısıyla evlenmesinin hiçbir hükmü yoktu: gerçek koca aydı.» Dünyanın birçok
yerinde benzer görüşler varolmuştur ve bunlar babalığın bilinmediği evreden onun
önemini kavrandığı evreye geçişi göstermektedir. Briffault a.g.e. p. 37.] Bu
görüş elbette aya tapınmaya bağlıdır. Ay — rahip ve ay takvimiyle, güneş —
rahip ve güneş takvimi arasında yer olan garip çatışmanın konumuzla doğrudan
bir ilgisi yoktur. Takvimin her zaman dinde önemli bir yeri olmuştur.
İngiltere’de 18. Yüzyıla kadar ve Rusya’da 1917 devrimine dek Gregorian
takviminin katolikliğe ait olduğu düşünüldüğü için yanlış takvim kullanılmıştı.
Aynı şekilde son derece yanlış ay takvimleri aya tapan rahipler tarafından
savunulmuş, güneş takvinin üstünlüğü yavaş yavaş ve bölge bölge
sağlanabilmiştir. Mısır’da bu çatışma bir keresinde iç savaşa kadar uzanmıştır.
Bu savaşın, — ay — kelimesinin dilbilgisi açısından cinsiyetinin
belirlenmesiyle ilgili çıkan tartışmadan doğduğa düşünülebilir ve hâlâ
Almanya’da «ay» kelimesi erildir (masculine, muzekker). Güneşe ve aya
tapınmanın her ikisi de Hıristiyanlıkta iz bırakmış, İsa kış gündönümünde
doğmuş, dirilmesi ise Paskalya’da, dolunay’da gerçekleşmiştir. Her ne kadar
ilkel uygarlıklara şu ya da bu düzeyde ussallık (Rationality, aklilik) yüklemek
cüretkarlık olsa da, güneşe tapınanların her yerde elde ettikleri başarıların,
güneşin ürünler üzerinde ay’dan daha etkili olduğu gerçeğine dayandığı sonucuna
ulaşmak zor değildir. Buna uygun olarak Saturnalia çoğunlukla ilkbaharda
gerçekleşirdi.
Putperest
antik dinlerin hepsinde erkeklik organına tapınmanın önemli öğeleri
bulunmaktaydı ve Rahipler bu konuda yazıya dökülmüş birçok tartışma (Polemical,
Muna kaşai Kalemiye) silahıyla donatılmışlardı. Bununla birlikte onların polemiklerine rağmen erkek organına tapınmanın
izleri Ortaçağ boyunca sürdü ve sonunda sadece Protestanlık, erkek organına
tapınmadan geride kalanları kökünden söküp atmayı başarabildi.
«Flandre
[Belçika ve
Fransa’nın kuzeyinde bir bölge ] ve
Fransa’da Fallus tapımına [Erkeklik
organının kutsallığı inancı ] (İtyhphallic)
düşkün azizlere pek seyrek rastlanmamaktaydı, Bretanya’lı St. Gıles, Anjou’lu
St. Rene, Bourges’li St. Greluchon, St. Regnaud, St. Arnaud, Güney Fransa’da
ünü en yaygın olanı ilk Lion Piskopos’u olduğu söylenen, St. Fautin’di
Embrun’daki türbesi Hugucnot’lar (Fransız Protestanları) tarafından tahrip
edildiğinde, ona inananların kısırlığa ve iktidarsızlığa karşı ilaç olarak
içmek için, üzerine döktükleri şaraplardan kıpkırmızı kesilen, olağanüstü
erkeklik organı hazretin türbesinin yıkıntıları arasından kurtarılmıştı.»
[Briffault, a.g.e. s. 40.]
Antikçağlar’da
kutsal fahişelik çok yaygın bir kurumdu. Bazı yerlerde sıradan, namuslu
kadınlar tapınağa giderek ya rahiple ya da orada karşılaştıkları bir yabancıyla
cinsel birleşmede bulunurlardı. Başka yerlerdeyse rahibelerin, kendileri kutsal
fahişeydiler. Tüm bu töreler tanrıların lutfuyla kadınların doğurganlığını
arttırmak ya da duygudaşlık büyüsüyle ürünleri verimli kılmak için kalkışılan
işler olsa gerek. Buraya kadar dindeki cinsiyet (sexual) öğelerini inceledik,
cinsiyete karşı öğelerde diğeriyle birlikte, yanyana, ilk günlerden beri
varolmuşlar ve sonunda bu öğeler Hıristiyanlığın ve Budizmin yaygın olduğu
yerlerde karşıtlarına üstün gelip zafer kazanmışlardır. Westermarch «Evlilikte,
genel olarak cinsel ilişkide olduğu gibi, murdar ve günah olan bir şeylerin
bulunduğuna inanan acayip düşünce» [«History
of Human Marriages» s. 151.] dediği şeye bir çok örnek vermektedir.
Dünyanın çeşitli yerlerinde Hıristiyanlığın ve Budizmin etkisinde kalmadan
kendilerini eldeğmemiş (bakire) kalmaya adayan rahip ve rahibeler olmuştur.
Haydulerin Essenes mezhebi tüm cinsel birleşmeleri pis (murdar) kabul eder. Bu
görüş, eski çağlarda Hıristiyanlığa en çok karşı olan yerlerde bile, kendine
yandaş bulabilmiştir. Aslında Roma İmparatorluğunda çileciliğe (ascetizm,
zühdiye) karşı genel bir eğilim vardı. Aydın Roma’lılar arasında Epikürcülük
etkisini hemen hemen yitirerek yerini Stoacılığa bırakmıştı. Apokrifa ’nın [Eski Akit’e bağlı olan fakat
İbranice metinleri olmadığı için herkesçe Kutsal Kitabın metnine dahil edilmeyen
ve bazı kiliselerce kutsal kabul edilen birtakım kitaplar. ] bir çok bölümünde Tevrat’ın (ahidi atik) ilk
kitaplarındaki güçlü erkeklikten son derece farklı olarak, kadınlara karşı
münzevi bir tavır öneriliyor. Neo-Platoncular aşağı yukarı Hıristiyanlar kadar
çileciydiler. İran’dan maddenin şer (kötü) olduğunu ileri süren öğreti batıya
yayılmış ve beraberinde tüm cinsel birleşmelerin şer (kötü) olduğu inancını
getirmiştir. Bu pek o kadar uca savrulmamışsa da, kiliseninde görüşüdür, ama bu
konuyla gelecek bölüme kadar değinmeyeceğim. Kesin olan şey insanların belli
koşullarda seksten kendiliğinden (spontaneöusly) dehşet duymalarıdır ki bu da
seksin olağan çekiciliği gibi doğal bir tepişidir. Bu hususu dikkate almamız ve
hangi tür cinsel sistemin insan doğasına huzur vereceğine ilişkin bir yargıda
bulunabilmek istiyorsak, onu ruhsal (psikolojik) açıdan anlamamız gereklidir.
Öncelikle
inançlara böylesi davranışların kaynağı olarak bakmanın abes olduğunu
söylemeliyiz. Bu tür inançları ilk ağızdan kişinin duygu durumu (mood) [
Sevinçli, dertli ya da coşkusal bir tepki göstermek için kişinin içsel hazırlığı
]ortaya çıkarmıştır, fakat bunlar
bir kez doğdular mı duygu durumunu ya da bu duruma uygun eylemleri sürekli
kılacaklardır. Ama sekse karşıt (antiseks) tavrın birincil nedeni olabilmeleri
çok uzak bir olasılıktır. Bence kıskançlık ve cinsel yorgunluk böylesi
tavırların iki ana nedenidir. Ufacık da olsa kıskançlığın doğmasıyla cinsel
eylem biraz nefret vermekte ve bu eyleme yönelen arzuysa iğrenç görünmektedir.
Eğer tümüyle içgüdüsüyle yaşıyan bir erkek, öylece bırakılırsa bütün kadınların
kendisini ama sadece kendisini sevmesini ister, kadınların başka erkeklere
verebilecekleri herhangi bir sevgi onda kolayca ahlaksal suçlamalara
dönüşebilecek duygular yaratır. Özellikle kadının kendi karısı olması halinde
durum böyledir. Örneğin Shakespeare’in erkekleri karılarının aşırı tutkulu
(ateşli) olmalarını istemezler, Shakespeare’e göre kusursuz kadın, kocasının
okşamalarına bir görev duygusuyla kendini bırakan ve aslında seksten haz
almayıp sırf ahlak yasaları buyurduğu için ona katlanan, bu nedenle de kendine bir
aşık bulmayı düşünmeyen kadındır. Karısının kendisini aldattığını öğrenen
içgüdüsel koca, karışma ve onun aşığına karşı içi nefretle dolar ve seksin
böylece çok kötü bir şey olduğuna karar verebilir Hele yorgunluktan ya da
yaşlılıktan dolayı iktidarsızsa, bu durum daha güçlü olarak ortaya çıkar.
Birçok toplumda yaşlı erkekler gençlere göre daha ağır bastıkları için seks
konusundaki resmi ya da geçerli düşüncenin kaynağını delikanlıların
oluşturmaması doğal karşılanmalıdır.
Cinsel
yorgunluk uygarlıkla ortaya çıkan görüngüdür (phenomenon, hadise). Bu olay
hayvanlar aleminde bilinmez, vahşi (uygarlık öncesi) insanlar arasındaysa
cinsel yorgunluğa pek seyrek rastlanır. Tek eşli evliliklerde de pek seyrek
ortaya çıkar zira birçok erkeğin bedensel olarak aşırıya gitmesini yeni
heyecanlar körükler. Ayrıca kadınların cinsel birleşmeyi red etme
özgürlüklerinin bulunması halinde de cinsel yorgunluk söz konusu olamaz, zira
böylesi durumda tıpkı dişi hayvanlar gibi, kadınlar da cinsel birleşmeden önce
kendilerine kur yapılmasını istiyecekler ve kendilerini erkeğin arzuları yeteri
kadar alevlenmeden aşıklarına teslim etmiyeceklerdir. Bu tümüyle içgüdüsel olan
duygu ve davranış, uygarlık tarafından zayıflatılmıştır. Bunda büyük pay
ekonominindir. Evli kadınlar ve fahişeler, benzer şekilde, cinsel
çekicilikleriyle yaşamlarını kazanırlar ve bu nedenle de kendilerini sadece,
içgüdüleri kamçılandığı zaman veremezler. Buysa cinsel soğukluğa karşı Doğa’nın
koruyucusu olan kur yapmanın oynadığı rolü son derece küçültmektedir. Sonuçta
katı ahlak kurallarıyla yeteri kadar kendilerini sınırlamayan erkekler her
zaman aşırı gitme eğilimini taşıyacaklar buysa doğal olarak, çileci inançlara
yol açan usanç ve tiksinme duygularını yaratacaktır.
Sıkça
rastlandığı gibi, kıskançlık ve cinsel yorgunluk bir leşince, sekse karşıt
duygu güçlü hale gelmektedir. Bence bu, şehvet düşkünü toplumlarda çileciliğin
gelişme eğilimi taşımasının temel nedenidir.
Bakirliğin
(evlenmemenin) bir tarihsel görüngü (pheno menon, hadise) olarak tabiiki başka
kaynaklarıda vardır. Kendilerini ilahların hizmetine adamış olan rahip ve
rahibeler bu ilahlarla evli kabul edilebilirler ve böylece kendilerini,
ölümlülerle her türlü cinsel birleşmeden sakınmaya zorlarlar. Doğal olarak
bunlar son derece kutsal kabul edilecekler ve böylece kutsallık ve bakir kalma
(evlenmeme) arasında bir ortaklık oluşacaktır. Katolik Kilisesinde bugün de
rahibeler İsa’nın gelinleri olarak kabul edilmektedirler. Ve bu elbette onlarda
ölümlülerle cinsel birleşmede bulunmanın günah olduğu düşüncesini yaratan
nedenlerden biridir.
İlk
çağın son dönemlerinde çileciliğin artmasında şimdiye kadar değindiklerimizden
çok daha çapraşık nedenlerinin bulunduğu kuşkusu var bende. Yaşamın neşeli,
insanların güçlü olduğu ve var olan dünyevi hazların tam bir doygunluk vermeye
yeterli bulunduğu çağlar vardır, insanların yorgun olduğu, bu dünyanın ve onun
hazlarının onları doyurmadığı ve yaşadıkları bu dünyanın doğal boşluğunu
kapatmak için cinsel (spırıtual, ruhani) teselliler aradıkları ya da bir öte
dünya yarattıkları çağlar da olmuştur. Süleyman’ın «Türkülerin Türküsü» (Neşideler
Neşidesi) ile
Süleyman’ın
Mesellerini (Ecclesiastes) [Eski ahit’in (Tevrat) daha
çok tarih, efsane, şiir, atasözü gibi metinlerden oluşan üçüncü bölümü
Ketubım'de Hz. Süleyman’ın yazdığı kabul edilen 18 türkü otuzbir bölümlük
Meseller. ] karşılaştırdığımızda görürüz ki
birincisi ilk çağın en dinç ve güzel dönemini, İkincisiyse çürüme dönemini
sergilemektedir. Bu farklılığın nedenini bilebilecek durumda değilim. Belki de
açık havadaki hareketli yaşamın yerini yerleşik kent yaşamının alması,
Stoacıların ağır kanlı oluşları ya da Meselleri (Ecclesiastes) yazan kişinin
yeteri kadar beden eğitimi yapmadığı için herşeyin beyhude olduğunu düşünmesi
gibi çok basit ve bedensel (fizyolojik) bir nedeni vardır. Ne olursa olsun
böylesi bir duygu durumu (mood) hiç şüphesiz seksin kolayca mahkum edilmesine
yol açacaktır. Galiba bizim öne sürdüğümüz nedenlerle diğer bir çokları antik
çağın son yüzyılındaki genel usancı körüklemişler ve bu usancın bir görünümü de
çilecilik olmuştur. Ne yazık ki Hıristiyan ahlak felsefesi (ethic, ilmi ahlak)
bu tükenmiş ve hastalıklı dönemde kurulmuştur. Daha sonraki dönemlerin güçlü
insanları, tüm yaşambilimsel (biological, ilmül hayatı) değerlerinin ve insan
yaşamını sürdürmenin anlamını yitirmiş olan hasta, bıkkın ve düş kırıklığına
uğramış insanlara ait hayat görüşüne ayak uydurmak için ellerinden geleni
yapmışlardır. Bu gelecek konunun kapsamına giriyor. Sh: 7-34
Toplulukların
birçoğunda aşka karşı takınılan tavra egemen olan tuhaf bir ikilem vardır: bir
yanda şiirin, romanın, oyunun ana konusu aşktır, diğer yanda en ciddi toplum
bilimciler tarafından ekonomik ve politik dönüşüm (reform) planlarında aşkın
varlığı göz ardı edilmektedir. Bu tutumun savunulabilir bir yanı olduğunu
sanmıyorum. Ben aşkı insan yaşamındaki en önemli şey olarak görüyor ve sevginin
özgürce gelişmesine gereksiz yere karışan düzenlere iyi gözle bakmıyorum.
Aşk,
sözcüğüne gerçek anlamı verildiğinde, cinsiyetler arasındaki birtakım ya da tüm
bağlantıları ifade etmez, o coşkun bir şekilde insanı saran bedensel olduğu
Kadar ruhsal da olan duygu ve ilişkiyi dile getirir. Her düzeyde yoğunluk
kazanabilir. Sayısız kadın ve erkek «Tristan und Isolde» de anlatılan böylesi
duyguları kendi yaşamlarında duymaktadırlar. Aşk duygusunun sanatsal anlatım
gücüne pek sık rastlanmaz fakat duygunun kendisine, en azından Avrupa’ da,
sıkça rastlanır. Bazı toplumlarda, aşk, diğerlerinden çok daha yaygındır. Bence
bu durum o toplumun insanlarına değil gelenek ve kurumlarından
kaynaklanmaktadır. Aşka Çin’de seyrek rastlanır, tarihte aşk şeytansı cariyeler
tarafından baştan çıkarılan kötü imparatorların özellikleri olarak görülmüştür.
Geleneksel Çin kültürü her tür güçlü duyguyu yadsır ve her koşulda insanın
kendine hakim olmasını öne sürer. Bu bakımdan on sekizinci yüzyılın başlarını
andırıyor. Geçmişlerinde romantizm hareketi, Fransız Devrimi ve Büyük Savaş
bulunan bizler, aklın kapladığı yerin Kraliçe Anne devrinde sanıldığı gibi,
insan yaşamında pek öyle egemen olmadığının bilincindeyiz. Ve akıl psikoanaliz
yöntemini bularak kendi kendine ihanet etti. Çağdaş dünyada akıldışı
(extrarational) üç ana etkinlik (activity, faaliyet) din, savaş ve aşktır.
Bunların üçü de akıldışıdırlar fakat aşk akla karşıt (antirational) değildir,
yani aklı başında bir kişi sevginin varlığından oldukça tad alabilir. Daha
önceki bölümlerde üzerinde durduğumuz nedenlerden dolayı çağdaş dünyada din ile
aşk arasında belli bir uzlaşmaz çelişki vardır. Ben bu çelişkinin engellenemeyeceği
kanısında değilim, bu karşıtlığın kökü, diğer dinlerden farklı olarak,
Hıristiyan dininin çileciliğe dayanmasında yatmaktadır.
Çağdaş
dünyada aşkın dinden çok daha şiddetli bir düşmanı vardır, bu iş ve ekonomik
başarının kutsal kitabıdır. Özellikle Amerika’da, çoğunluk tarafından kişinin
aşkını işine karıştırmaması gerektiğine, böyle bir şey yaparsa bunun aptallık
olduğuna inanılır. Ne varki burada da tüm insansal konularda olduğu gibi bir
denge gereklidir. Mesleğini tümüyle aşkı uğruna feda etmek her ne kadar bazı
durumlarda trajik bir kahramanlık olsa da, aptalca bir şeydir, ama aşkı meslek
uğruna kurban etmek de aynı şekilde aptallıktır, üstelik yiğitçe hiçbir yanı
olmayan bir aptallık. Ne yazık ki istesek de istemesekte, tümüyle para kazanma
temeline oturtulmuş bir toplumda, bu oluyor. Tipik bir iş adamını, özellikle
Amerika’da, gözünüzün önüne getirin: gelişip büyüdüğü ilk günden itibaren en
yetkin düşüncesinin tümünü ve tüm ise yarar gücünü parasal (finansial) başarısı
için harcar, bunun dışında kalan herşey onun için önemsiz bir eğlencedir.
Gençliğinde bedensel gereksinimlerini ara sıra gittiği oruspularla giderir,
gecikmeden de evlenir, ne varki ilgi duyduğu şeyler karısının ilgi
duyduklarından tümüyle farklıdır ve hiçbir zaman karısıyla içten bir ilişki
kuramaz. İşinden eve geç ve yorgun döner, sabahları daha karısı uyanmadan
erkenden kalkar. Pazarlarını golf oynayarak geçirir, zira bu idman (exercise)
para kazanma uğraşında onu dinç tutması için gereklidir. Karısının meraklarıysa
ona son derece kadınsı gelir, bunları onaylasa bile onları paylaşmaktan yana
değildir. Evlilik içi aşka olduğu gibi evlilik dışı aşka da vakti yoktur ve
böylece iş nedeniyle evden uzaklara gittiği zamanlar oruspuları ziyaret eder.
Karısı ona karşı cinsel olarak çoğunlukla soğuk davranır, ama buna hiç şaşmaz
zira onun da karısına kur yapacak zamanı yoktur. Bilinçaltında nedenini bir
türlü bilemediği bir doyumsuzluk vardır. Bu doyumsuzluğunun büyük bir bölümünü
işte bastırır, ama doyumsuzluğunun bahsi müşterekli döğüşleri izlemek ya da
ilericileri kovuşturmak için sadistçe tadlar aldığı pek hoş olmayan başka
biçimlerde de giderebilir. Aynı şekilde doyumsuz olan karısı da ikinci sınıf
işlerle uğraşarak bir çıkış yolu bulur ve yaşamları özgür ve rahat olanların
rahatlarını kaçırarak erdemli kalmaya çabalar. Böylece karı ve kocanın her
ikisinde de eksik kalan cinsel doyum kamu ruhu ve yüksek ahlak prensipleri
ardına gizlenerek insanlıktan nefrete dönüşür. İlişkilerin bu talihsiz durumu
büyük ölçüde cinsel gereksinimlerin yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır.
Aziz Paul evlilikte gereksinilen tek şeyin cinsel birleşme olanağı olduğunu
düşünmüş ve bu görüş Hıristiyan ahlakçıların öğretilerinde bütünüyle
desteklenmiştir. Onların cinselliğe karşı olan nefretleri, cinsel yaşamın tüm
güzel yanlarına karşı gözlerini kör kılmıştır. Bunun sonucundaysa
gençliklerinde bu eğitimle yetişenler, dünyanın tüm güzel yanlarına gözlerini
kapayarak bir kör gibi dolaşmaktadırlar. Aşk cinsel birleşme isteğinden çok
daha başka bir şeydir, birçok kişinin yaşamlarının büyük bir bölümüne acı veren
yalnızlık tan kaçmanın temel aracıdır. İnsanların çoğunda bu katı dünyadan ve
çevrenin zalimliğinden kaynaklanan bir korku yüreklerinin derinliklerine
işlemiştir. Erkeklerde çokluk sertlik, kabalık ya da zorbalık gibi tavırlarla,
kadınlarda dır dır ve şirretlikle gizlenmeye çalışılan, sevgiye karşı bir özlem
vardır. Bu duyguya karşılıklı coşkun bir sevgi son verebilir, benliğin (ego,
ene) katı duvarlarını yıkar ve ikinin tekleştiği yepyeni bir varlık çıkartır
ortaya. Doğa
insanoğlunu yalnız yaşayacak biçimde meydana getirmemiştir öyleki insanoğlu
diğerinin yardımı olmadan onun (doğanın) amacını gerçekleştiremez ve çağdaş
insan cinsel içgüdülerini aşk olmadan bütünüyle doyuramaz. İnsan bütün varlığıyla (bedensel olduğu kadar
düşünsel) ilişki kurmadan içgüdü tamamıyla doyurulamaz. Mutlu bir karşılıklı
sevginin verdiği o engin içtenliği ve coşkun beraberliği hiç yaşamamış olanlar
yaşamın onlara verebileceği en güzel şeyi yitirmişlerdir, bilinçle değil, bilinçsizce
duyarlar bunu ve sonu, onları kıskançlığa, zorbalığa ve zalimliğe iten hüsranla
biter. Şu halde coşkun sevgiye hak ettiği yeri vermek, toplum bilimciyi
ilgilendiren bir konudur, zira eğer kadın ve erkek bu deneyimden yoksun
kalırlarsa tamlığa erişmeleri olanaksızdır ve dünyada arda kalan diğer şeylere
karşı bir yakınlık duyamazlar ki bunsuz toplumsal etkinliklerinin zararlı
olacağı kesindir.
Birçok
kadın ya da erkek yaşamlarının bir döneminde uygun koşullar altında coşkun
sevgi duyacaklardır. Deneysiz biri için coşkun sevgiyi, cinsel açlıktan ayırmak
güçtür, bu durum özellikle sevmedikleri bir erkeği öpemeyecekleri öğretilen iyi
aile kızları için söz konusudur. Evlendiği zaman bakire çıkmak isteyen bir genç
kız çoğu zaman olduğu gibi, cinsel deneyimi olan bir kadının kolayca
düşmeyeceği, geçici ve sıradan bir cinsel çekimin tuzağına düşüverir. Bu,
mutsuz evliliklerin şüphesiz sıkça rastlanan bir nedenidir. Hatta karşılıklı
sevginin varlığında bile biri ya da her ikisi günâh işledikleri inancıyla zehirlenebilirler.
Bu düşünce bir gerçeklikten de kaynaklanabilir. Örneğin Parnell hiç şüphesiz
zina işleyerek günaha bulanmıştır zira İrlanda’nın umutlarının gerçekleşmesi bu
yüzden yıllarca geriye atılmıştır. Ama hiç bir gerçekliği olmasa da günah
düşüncesi aşkı aynı şekilde zehirler. Eğer sevgi olabilecek bütün güzelliklerin
sergilenmesiyse, özgür, verimli, sınırsız ve içten olmalıdır.
Geleneksel eğitimin sevgiye bulaştırdığı günah duygusu,
evlilikte bile, ister bilinçli, düşünceleri bağımsız olsun, isterse geleneğe
bağlı, kadınlarda olduğu kadar erkeklerde de bilinçaltına işler. Bu tutumun
etkileri çeşitlidir, çokluk erkekleri sevişirken haşin, beceriksiz ve sevimsiz
yapar, kadının duygularını deşmek için bu konuda konuşmadıkları gibi ne de
birçok kadının tad almasında temel olan son harekete yavaş yavaş yaklaşmayı,
gerektiği gibi değerlendirebilirler. Aslında çoğu kez bir kadının da tad alması
gerektiğini atlarlar. Eğer bir kadın tad almıyorsa suçlu sevgilisidir. Geleneğe bağlı olarak eğitilen kadınlarda soğuk davranmakta
çoğu zaman belli bir gurur, büyük bir bedensel kayıtsızlık ve kolay bedensel
yakınlaşmaya karşın bir isteksizlik vardır. Becerikli bir sevgili bu
ürkekliklerin üstesinden gelebilir, fakat erkek bunlara namuslu bir kadının
göstergeleri olarak saygı ve hayranlık duyuyorsa, bu ürkekliği yenmesi mümkün
değildir ve yıllar sonra bile evliliklerindeki karı koca ilişkileri az ya da
çok resmi ve donuk olarak kalır. Dedelerimizin günlerinde kocalar karılarını
çıplak göremezlerdi ve kanları böylesi bir istek karşısında dehşete düşerlerdi.
Bu tutum bugün de sanıldığından çok daha yaygın, hatta bu sorunun üstesinden
gelenler de bile hala önemli ölçüde eskiden kalan o gerginlik devam ediyor.
Çağdaş
dünyada sevginin bütünüyle gelişmesine diğerlerinden daha ruhsal olan bir başka
engel vardır, bu bir çok kişinin kendi eldeğmemiş bireyselliklerini
koruyamayacakları korkusu duymalarıdır. Bu oldukça çağdaş ve aptalca bir
korkudur. Bireysellik kendi içine kapalı bir son değildir, o dünya ile meyva
verebileceği ilişkiler içine girmesi gereken, ve böylece ayrılığını yitirecek
bir şeydir. Cam bir fanus içine kapatılan bireysellik solar, insan
ilişkileriyle büyüyen bireysellik ise zenginleşir. Aşk, çocuk ve çalışma
bireyle dışta kalan dünya arasındaki ilişkiyi güçlendiren en önemli
kaynaklardır. Bunların arasındaki sevgi sıralamada birinci gelir. Ayrıca anne
ve babanın her ikisinin de karakterlerini yansıtması muhtemel olduğu için,
sevgi, bir anne-baba sevgisinin en iyi biçimde yaratılabilmesi için gereklidir.
Eğer anne ve baba birbirlerini sevmiyorlarsa, herbiri kendi karakterini çocukta
görmekten mutlu olacak, diğerinin karakterinin belirmesiyse ona acı verecektir.
iş, her zaman kişiyi dış dünya ile verimli bir ilişkiye geçirme gücüne sahip
değildir. Bunu başarıp başaramaması gerçekleştirilen çalışmanın özüne bağlıdır.
Eğer çalışmanın itici gücü sadece para kazanmak ise bir değeri yoktur,
insanlara, şeylere ya da sadece bir hayale bağlılığı somutlayan çalışma
değerlidir. Ve sadece tahakküm eden sevgi de değersizdir, salt para kazanmayı
amaçlayan çalışmayla aynı düzeydedir. Sevginin sözünü ettiğimiz değeri
kazanabilmesi için sevilen kişinin ben’i kişinin kendi ben’i kadar önemli
olmalı ve başkalarının duygu ve arzularını kişi kendi duygu ve arzuları gibi
almalıdır. Bundan, sadece bilinçli değil içgüdüsel olarak da bencillik
duygusunun boyutları diğer kişiyi de içine alacak kadar genişlemelidir anlamı
çıkar. Tüm bunları vermek, rekabetçi, hırçın toplumumuz ve kısmen romantizm
kısmen Protestanlık tarafından türetilen kişiliğe aptalca tapınma yüzünden
güçleşmektedir.
Sevgi,
çağımızın özgür insanları tarafından ilgimizi ciddi olarak çeken yeni bir
tehlike karşısındadır. İnsanlar her fırsatta, hatta sıradan basit bir dürtüyle
bile, cinsel ilişkide bulunabilmelerinin önünde hiç bir ahlaksal engelin
kalmadığını hissetmeleriyle, seksi ciddi duygu ve sevgilerden ayırma
alışkanlığı edindiler, hatta seksi nefret duygularıyla bir tuttular. Aldaus
Huxley’in romanlarında bu konuda çok güzel örnekler vardır. Huxley’in kişileri,
cinsel birleşmeye St. Paul gibi sadece bedensel bir boşalım olarak
bakmaktadırlar, ona katılabilecek yüce değerler onlar tarafından
bilinmemektedir. Bu tutumun bir adım sonrası çileciliğin
dirilmesidir. Aşkın kendine özge düşüncesi, özünden kaynaklanan
ahlaksal ölçütleri vardır. Bu ölçütler bir yandan Hıristiyan öğretisiyle, diğer
yandan gençliğin önemli bir bölümü arasında yaygınlaşan, tüm cinsel ahlaka
karşı karmakarışık başkaldırıyla belirsizleştirilmiş tir. Sevgiden koparılmış
bir cinsel birleşme içgüdüye derinlemesine doygunluk vermeye yeterli değildir.
Bunun asla gerçekleşmemesi gerektiğini söylemiyorum, bunun gerçekleşmesi için
öylesine katı engeller koyarız ki sevginin gerçekleşmesi de son derece güç bir
hale gelir. Söylemek istediğim, sevgiden ayrılıp kopartılmış cinsel birleşmenin
pek az değeri olduğu ve buna öncelikle sevgi deneyimi gözüyle bakmak
gerektiğidir.
Gördüğümüz gibi aşkın
insan yaşamında iddia ettiği yer son derece büyüktür. Ne var ki aşk, serbest bırakıldığında ne
yasanın ne de törenin sınırları içinde kalmayacak kadar anarşik bir güçtür de.
Eğer çocuklar söz konusu olmasa pek önemli bir sorun değil. Fakat işin içine
çocuklar girince aşkın özerkliğini yitirerek insan soyunun devamına hizmet
ettiği farklı bir alana geçeriz. Bir çatışma çıktığında tutkun (passionate,
ihtiraslı) sevginin iddialarının üstesinden gelebilecek çocuklara ilişkin
toplumsal ahlakın olması gereklidir. Sağduyulu bir ahlak, sevgi sadece kendi
içinde güzel olduğu için değil anne ve babanın birbirlerini sevmelerinin
çocuklar için büyük değer taşımasından dolayı da çatışmayı en az düzeye
indirir. Sevgiye olabildiğince az bulaşmaktan kaçınmak çocukların çıkarlarına
olduğu kadar sağduyulu ahlakın da temel araçlarından biri olmalıdır. Bu konuyu
aileyi ele almadan tartışamayız.
Sh:82-88
Saygıdeğer
kadınların iffetinin çok önemli bir konu olarak görünmeye başlamasıyla, evlilik
kurumuna, onun gerçek bir parçası olarak ele alman bir başka kurum daha eklendi
—Fahişelik kurumundan söz ediyorum—. Fahişelerden, yuvamızın
kutsallığının, karılarımızın, kızlarımızın saflığının koruyucusu olarak söz
eden Lecky’nin söylediklerini herkes bilir. Duygu Viktorya çağma ait, ifade
tarzıysa eskimiş, ama yadsınılmayacak kadar da gerçek. Lecky’in sözleriyle
küplere binen ahlakçılar onu suçladılar fakat onun söylediklerinin gerçek
olmadığını göstermekte niçin başarılı olamadıklarını bir türlü anlayamadılar.
Ahlakçı pek haklı olarak, eğer erkekler öğretisini izlerlerse fahişeliğin
ortadan kalkacağını öne sürüyordu. Fakat erkeklerin kendisini izlemeyeceklerini
de oldukça iyi bilmekteydi. Böylece de onu eğer izleselerdi ne olurduyu
düşünmek abes kaçmaktadır.
Fahişeliğe gereksinim, bekâr olmaları
nedeniyle ya da seyahate çıkmaları sonucu karılarından uzakta bulunmalarından
dolayı, kadınsız kalmaktan pek hoşnut olmayan birçok erkeğin, geleneksel namusu
sürdüren bir toplumda, kendilerine uygun bir hanımefendi bulamamaları
gerçeğinden doğmuştur. Böylece toplum, onaylamaktan utanç duyduğu fakat
tamamıyla doyumsuz bırakmaktansa çekindiği erkeklerin gereksinimlerini
karşılamaları için belli bir sınıf kadını bir yana ayırmıştır. Fahişenin
sağladığı tek avantaj istendiği an emre hazır olması değildir, ayrıca
mesleğinin dışında bir yaşamı olmadığı için, hiçbir güçlükle karşılaşılmadan
herşey gizli kalabilmekte ve onunla beraber olan erkek karısına, ailesine ve
kilisesine, onurundan hiçbir şey yitirmeden, geri dönebilmektedir. Ne var ki bu
zavallı kadın, yerine getirdiği cüretli hizmete ve karıların, kızların ve
kilise yöneticilerinin (mütevelli) iffetlerini gözle görülür bir şekilde
korumasına rağmen, genellikle horlanır, toplum dışı görülür ve işi dışında
sıradan insanlarla yakın ilişki kurmasına izin verilmez. Hıristiyanlığın
kazandığı zaferle başlayan bu kahredici haksızlık o zamandan bu yana
süregelmekte., Fahişenin büyük suçu, meslekten ahlakçıların sahtekarlıklarını
gözler önüne sermesidir. Freud’cu sansürün baskı altında tuttuğu düşünceler
gibi fahişe de bilinçdışına (unsons cious) atılmalıdır. Ne var ki fahişe
atıldığı o yerden, tüm sürgünlerin yaptıkları gibi, farkında olmadan öcünü
almaktadır.
«Çokluk
sokaklarda duyarım, gece yarıları
Nasıl
lanetler yağdırdığını genç orospunun
Yükselir
yeni doğan bebeğinin hıçkırıkları
Ve
kavurur belalar evliliğin ölüm arabasını.
Fahişelik her zaman hor görülüp
gizli tutulmamıştır. Kökeni
aslında sanılabileceğinden daha yüceydi. Başlangıçta fahişe bir tanrıya ya da
tanrıçaya adanmış bir rahibeydi ve geçen yabancılara hizmet ederek bir tapınma
(ibadet) eylemini yerine getirmekteydi. O
günlerde onlara karşı saygılı davranılır, onlarla beraber olan erkek onları
yüceltirdi. Kilise uluları bir yığın sayfayı bu isteme karşı ettikleri ağır
küfürlerle doldurmuşlardır. Onlara göre bu putperest tapınmanın (ibadet) şehvet
düşkünlüğünü göstermekte ve kökeninde şeytanın oyunları yatmaktadır. Tapınaklar
kapatılarak fahişelik her yerde kâr getiren ticari bir iş haline getirildi,
elbette fahişelerin kendilerine değil, gizli kölelik ettikleri efendilerine kâr
sağlayan bir işti bu, zira oldukça yakın zamana kadar tek başına çalışan
fahişeye, çok az rastlanırdı. Büyük çoğunluğu genelevlerde, hamamlarda ya da
diğer kötü şöhretli yerlerde iş tutarlardı. Hindistanda dinsel fahişelikten ticari
fahişeliğe dönüşüm hâlâ tümüyle tamamlanmamıştır. «Mother India» (Hindistan Ana)nın yazarı olan Kat
herino Mayo dinsel fahişeliğin süregelmesini bu ülkeye karşı suçlamalarının bir
tanesine kanıt olarak gösteriyor. Kuzey Amerika dışında her yerde fahişeliğin
gerilediği görülüyor, hiç şüphesiz bu kadınların yapageldiklerinin dışında
başka yollarla yaşamlarını kazanma olanağının daha çok ortaya çıkması ve bugün
daha fazla kadının para için değil istedikleri için evlilikdışı ilişkileri
yeğlemesi gerçeklerinden kaynaklanmaktadır. [Albert
Londres «The Road to Buenos Ayres» 1929.] Gene de fahişeliğin tümüyle yok
edilebileceğini sanmıyorum. Örneğin, uzun bir yolculuktan sonra karaya çıkan
denizcileri ele alalım. Onlardan kadınlara kur yaparak sevgi uyandırıp onları
etkileyecek sabrı bekleyemeyiz. Ya da evliliklerinde mutsuz olanı ve
karılarından ödü patlayan oldukça geniş bir erkek kütlesini alalım ele. Böylesi
erkekler karılarından uzak olduklarında rahatlık ve kolaylık arayacaklardır ve
bunu ruhsal yükümlülüklerden olduğunca kurtulmuş bir biçimde isteyeceklerdir.
Bunun yanında fahişeliği en alt düzeye indirme gereğinin ciddi nedenleri
bulunmaktadır. Bu konuda üç yaşamsal itirazda bulunulabilir: birincisi toplumun
sağlığına karşı tehlike oluşturması, İkincisi kadınların uğradığı ruhsal yıkım
ve üçüncüsü erkeklere verdiği ruhsal yıkım.
Toplumun
sağlığına karşı oluşturduğu tehlike üçünün içinde en önemlisidir. Zührevi
hastalıklar elbetteki fahişeler, tarafından yayılmaktadır. Fahişelerin
fişlenmeleriyle, devlet kontrolüyle bu sorunun üstesinden gelmeye çalışmak
tıbbi bakımdan pek yeterli olmamaktadır, ayrıca bu yollar polise fahişeler,
hatta fırsat buldukça bu işi yapan, meslekten fahişe olmak istemeyen fakat
kendilerini yasal kayıtlara geçmiş buluveren kadınlar üzerinde, baskı yapma
yetkisi verdiği için, tatsız istismarlara neden olabilmektedir. Zührevi
hastalıklarla eğer ona işlenen günahın cezası olarak bakılmazsa bugün
olduğundan elbette çok daha etkin savaşılabilinir. Zührevi hastalığa
yakalanmayı engelleyecek birçok önlem almak mümkündür, fakat böylesi bilgilerin
günahı arttıracağı düşünüldüğü için önlemlerin yaygın bir şekilde öğrenilmesi
istenmemiştir. Bu tür hastalıkların herhangi birine yakalanmak çok ayıp
karşılandığından, zührevi hastalık kapan kişi çokluk utandığı için tedaviyi
erteler. Şüphesiz toplumun bu yönde tutumu eskiye göre çok daha olumludur ve
böyle gelişirse bu tutum, zührevi hastalıklarda önemli bir azalma sonucuna
ulaşılabilinir. Gene de açıktır ki fahişelik var olduğu sürece tehlikeli bir
biçimde hastalık yaymayı sürdürecektir.
Günümüzde
var olduğu biçimiyle fahişelik, kesinlikle istenmeyen bir yaşam biçimidir.
Hastalık kapma tehlikesi fahişeliği, böylesi bir yaşamın insanda yarattığı
çöküntüden ayrı olarak, tıpkı üstübeç [kuvvetli bir zehir niteliği taşıyan kullanılışı kimi koşullara
bağlı olan kurşun karbonat. ] kullanmak
gibi, tehlikeli bir iş haline getirmiştir. Ayyaşlığı doğuran boş bir yaşamdır.
Kahredici bir sakıncası da fahişenin genel olarak horlanması hatta
müşterilerinin bile ona çoğu zaman kötü gözle bakmasıdır. İçgüdüyle çatışan bir
yaşamdır — tıpkı içgüdüye karşı bir yaşam süren rahibe gibi. Tüm bu nedenlerden
ötürü, Hıristiyan ülkelerde var olduğu biçimiyle fahişelik, şiddetle istenmeyen
bir meslektir.
Japonlarda
durum göründüğü kadarıyla tam tersidir. Fahişelik itibar gören ve istenen bir
meslektir, o kadar ki mesleğe ana babanın ısrarıyla girilmektedir. Çeyiz parası
kazanmak için bu işi yapanlar da pek az değildir. Bir takım uzmanlara göre Japonların bir
oranda frengiye karşı bağışıklıkları varmış. Bu nedenle Japonya’da fahişelik
mesleğinin, ahlakın daha katı olduğu yerlerdeki sefilliği yoktur. Avrupa’da alışkın olduğumuz biçiminin yerini
Japonya’da var olan biçimi almalıdır. Bir ülkede ahlak kuralları ne kadar
katıysa, fahişenin yaşamı da o kadar aşağılanacaktır.
Fahişelerle
ilişki kurmak bir alışkanlık halini alırsa erkek üzerinde de aynı şekilde kötü
etkileri olur. Cinsel ilişkide bulunmak için karşısındakini hoş tutması
gerekmediği duygusunu bir alışkanlık haline getirir. Ayrıca eğer genel ahlak
kurallarını kabul ediyorsa, cinsel ilişkide bulunduğu tüm kadınları küçük
görecektir. Bu yapıdaki bir kafanın evliliğe karşı tepkisi son derece
olumsuz olabilir, bu tepki evliliği fahişelikle bir tutan bir biçim alabileceği
gibi, bunun tam tersi bir biçime de dönüşerek evlilikle fahişeliği elinden
geldiğince birbirinden ayırabilir. Bazı erkekler derin bir saygı ve sevgi
duydukları kadınlara karşı cinsel birleşme arzusu duyamazlar. Bu durum Freud
tarafından Oedıpus kompleksi olarak nitelendirilmiştir, bana kalırsa bu,
böylesi çok sevilen kadınlarla fahişeler arasına olabildiğince geniş bir uçurum
yerleştirmek arzusundan kaynaklanmaktadır. Çok uç noktalara gitmeye gerek yok,
eski terbiye almış erkekler, karılarına onları ruhsal olarak eldeğmemiş kılan
ve cinsel haz almaktan alıkoyan, abartılmış bir saygı gösterirler. Benzer
olumsuz sonuçlar, bunun tam tersinden, erkeğin karısını fahişe gibi görmesinden
de çıkmaktadır. Bu cinsel birleşmenin ancak iki tarafta onu istediği zaman
gerçekleşeceğini ve her zaman bir kur yapma döneminin sonunda
yakınlaşılabileceğini göz ardı etmeyi doğurur. Karısına karşı kaba ve haşindir ve karısında kolay kolay silinmeyecek
bir tiksinti yaratır.
Ekonomik
güdünün cinsiyete bulaşması her zaman şu ya da bu oranda yıkım olmaktadır.
Cinsel ilişkilerden karşılıklı haz alınmalı, her iki eşde de kendiliğinden,
içgüdülerle ortaya çıkmalıdır. Eğer bu gerçekleşmiyorsa, değerli olan ne varsa
yiter. Bir başka insandan bu kadar içten bir ilişkide yararlanmak, tüm gerçek
ahlakın üzerinde yeşermesi gereken insanoğluna karşı, saygısızca bir tutumdur.
Bununla beraber eğer salt bedensel (fizyolojik) zorlamalarla cinsel birleşmede
bulunulursa bu erkekte pişmanlık yaratabilir ve pişmanlık onun değer
yargılarını altüst eder. Bu elbette fahişelik için söz konusu olduğu kadar
evlilik için de söz konusudur. Evlilik kadınlar için en yaygın geçim aracıdır
ve kadının istemeden, katlandığı cinsel ilişkilerin toplamı büyük bir
olasılıkla evlilikte, fahişelikten daha çoktur. Boş inançlardan kurtulmuş
cinsel ilişkilerde ahlak, özünde, karşındaki insana saygıyı ve istekli olup
olmadığına aldırmak sızın bir başka insandan salt kişisel zevk almak için
yararlanmayı yadsımayı içerir. Zührevi hastalıkların kökü kazınıp, fahişelik
saygınlık kazansa da sırf bu ilkeye ters düşmesinden dolayı fahişelik
istenmeyen bir iş olarak kalacaktır.
Fahişelik
üzerine o çok ilgi çekici kitabında Havelock Ellis’in fahişelikten yana
geliştirdiği iddiasının, geçerli olduğunu sanmıyorum. İşe uygarlığın en eski
dönemlerinde var, olan ve diğer zamanlar denetim altında tutulan anarşik içte
pileriıı atılmasını sağlayan orgileri
ele alarak başlıyor. Havelock Ellis’e göre fahişelik orgiden doğmuştur
ve orginin [İlkellerde cinsel
yasakların belli bir süre ortadan kaldırıldığı yasaksız eğlence ]hizmet ettiği amacı bir oranda yerine getirmektedir.
Birçok erkeğin, geleneksel evliliğin yasakları, namus ölçüleri ve nezaket
kurallarıyla getirdiği sınırlamalar yüzünden tam anlamıyla doyuma ulaşamadığını
ve böylesi erkeklerin fırsat buldukça fahişelere giderek boşalmalarının tüm
diğer çözüm yollarından daha az antisosyal olduğunu söylüyor. Biçimi daha
çağdaş olmasına karşın, aslında bu sav Lecky’ninkinin aynıdır. Cinsel yaşamları
sağlıklı olan kadınlar da Havelock Ellis’in sözünü ettiği güdülerden erkekler
kadar etkilenirler ve eğer kadının cinsel yaşamı özgür bırakılırsa erkekler
beraber olmak için amaçları sadece para olan profesyonellere gerek duymadan
değinilen içtepilerine doyum bulabileceklerdir. Bu, kadının cinsel
özgürlüğünden beklenen en büyük yararlardan bir tanesidir. Gözleyebildiğim
kadarıyla cinsiyete ilişkin duygu ve düşünceleri, eski yasakların etkisi
altında kalmayan kadınlar, evliliklerinde Viktorya dönemindekinden çok daha
fazla doyum alıp verebiliyorlar. Eski ahlakın dağıldığı yerde fahişelik de
dağılmıştır. Bir zamanlar fırsat buldukça fahişeleri ziyaret etmek zorunda
bırakılan delikanlı, şimdi kendi ayarındaki genç kızlarla ilişki kurabiliyor,
bu her iki tarafında özgür olduğu, ruhsal (psikolojik) unsurlar kadar bedensel
unsurların da önemli olduğu ve her ikisinin de coşkun bir sevgi duydukları bir
ilişkidir. Her gerçek ahlak açışından bu, eski sisteme göre çok büyük bir
gelişmedir. Ahlakçılar gizlenmesi daha güç olduğu için bundan yakınırlar, fakat
bu ahlakçıların duymaması gereken ahlakın çiğnenmiş olan ilk kuralı değildir.
Bence gençler arasındaki yeni serbestlik tümüyle sevinç vericidir. Bu, haşin
olmayan erkeklerden ve kılıkırk yarmayan kadınlardan oluşan bir kuşak
yaratmıştır. Yeni
özgürlükleri yadsıyan herkes, aslında uygulanması mümkün olmayan katı hukuk
sisteminin baskısına karşı sadece emniyet sübobu olarak fahişeliğin devamını
istediklerini açıkça kabul etmelidirler.
Sh:98-104
Cinsiyet
ve cinsel ahlakın kişinin bireysel mutluluğu ve iyiliği üzerindeki etkileri
konusunda daha önceki bölümlerde gördüklerimizi tekrarlamak istiyorum. Bu
konuda sadece yaşamın etkin (actif) cinsel dönemiyle ya da gerçekleşen cinsel
ilişkiyle ilgilenmeyeceğiz. Cinsel ahlak, olumlu ya da olumsuz koşullara
bağımlı olarak çocukluğu, yetişkinliği ve hatta yaşlılığı çeşitli biçimlerde
etkiler.
Geleneksel
ahlak, çocuklarda yasaklar koyarak işlemeye başlar. Çocuğa, çok küçük yaşlarda,
büyüklerin önünde vücudunun belli bölümlerine dokunmaması gerektiği, çişi
geldiğinde fısıltıyla söylemesi ve çişini gizlice yapması öğretilir. Vücudunun
belli bölümlerinin belirli eylemlerinin, çocuğun kavrayamadığı fakat onda özel
bir ilgi ve merak doğuran garip özellikleri vardır. Bebeklerin nereden
geldikleri gibi bir takım zihinsel sorular sessizce düşünülmendir zira bunlara
büyükler ya kaçamak ya da gerçek dışı yanıtlar vermektedir. Küçükken vücutlarının
belli yerlerine dokunduklarında, kendilerine büyük bir ciddiyetle «Böyle
yaptığını göreceğime ölünü göreydim» denilen
bir dolu hiç de yaşlı olmayan kişi tanırım. Söylenirken üzgünüm ama yaşamın
daha sonraki yılları için yaratılmaya çalışılan namus her zaman geleneksel
ahlakçıların istekleri doğrultusunda gerçekleşmemiştir. Sık sık gözdağı
verilir. Belki çocukları daha önceleri olduğu gibi iğdiş etmekle korkutmak pek
yaygın değil ama hâlâ onları deli olmakla tehdit etmek oldukça uygun
görülmekte. Aslında New York eyaletinde kendisi farkında olmadan birine kendini
tehlikeye atmamasını söylemek yasaktır. Bu eğitimin sonunda birçok çocuk küçük
yaşlarında cinsiyete ilişkin konularda dehşet ve suçluluk duygusu
edinmektedirler. Cinsiyetle bütünleşen bu korku ve suçluluk çok derinlere
bütünüyle bilinçaltına işliyor. Keşke kendini böylesi çocuk masallarından
kurtardığına inanan kişiler arasında gök gürültüleri altında normal
zamanlardaki gibi cinsel ilişkilerde bulunup bulunamayacaklarının belirlendiği
bir anket yapılabilse, eminim ki bu kişilerin % 90’ı yüreklerinin derinlerinde,
öyle davranırlarsa kendilerini yıldırım çarpacağına inanırlar.
Sadizmin
ve Mazoşizmin her ikisi de hafif oldukları zaman normalselerde, cinsel suçluluk
duygusu işe karıştı mı tehlikeli bir biçim alırlar. Mazoşist kendisinin seksle ilişkin suçunun
kesinlikle bilincindedir. Sadistse kadını baştan çıkarıcı olarak
suçlamaktadır. Yaşamın daha sonraki yıllarında ortaya çıkan bu durumlar,
çocukluktaki aşırı katı ahlak öğretimi etrafından yaratılan ilk izlenimlerin ne
kadar etken olduğunu göstermektedir. Bu hususta, çocukların eğitimiyle ilgili
kişiler özellikle çok küçük çocuklara bakmak durumunda da olanlar giderek daha
bilgili kılınıyorlar. Ama ne yazık ki bilgilenme henüz mahkemelere ulaşamadı.
Çocukluk
ve gençlik, yaşamda dayağın, haylazlığın ve yasakların doğal ve kendiliğinden
olduğu ve çok aşırıya gidilmedikçe kötü gözle bakılmadığı bir çağdır. Fakat
cinsel yasakları çiğneme büyükler tarafından tüm diğer kurallara uymamaktan
oldukça farklı biçimde ele alınmakta, çocukta kaçınılmaz olarak onun ayrı bir
kategoriye ait olduğu düşüncesi doğmaktadır. Eğer çocuk dolaptan meyva çalarsa
canınız sıkılabilir, çocuğa bağırıp çağırırsınız ama ahlaksal açıdan bir
dehşete düşmez ve çocuğa da korkunç bir şey olduğu izlenimi vermezsiniz. Ama,
bunun yerine geri kafalı biri olsanız ve onu kendi kendine doyuma (maturbating,
istimna) çalışırken yakalasanız, sesinizde
daha önceki ilişkilerinizde hiç rastlamadığı bir ton olacaktır. Sesinizdeki bu
ton sizin suçlamanıza neden olan davranıştan kendini alamayan çocukta iğrenç
bir dehşet yaratır. Çocuk sizin
içtenliğinizin etkisinde kalarak kendi kendine doyumun söylediğiniz gibi
aşağılık bir şey olduğuna inanabilir. Gene de onu yapmayı sürdürür. İşte burada
bir yaşam boyu sürecek hastalığın temelleri atılmaktadır. Daha ilk gençlik
yıllarında kendini günahkâr olarak görmeye başlar. Kısa sürede gizlice günah
işlemeyi öğrenir, günahını kimsenin bilmemesi yarım yamalak bir avuntu verir
ona. Son derece mutsuz olduğu için işledikleri aynı suçun kendisi gibi
saklamayı başaramayanları bulup cezalandırarak dünyadan öc alır. Düzenbazlığa
çocukken alışmış olduğundan, ileri yaşlarda bu deneyiminden yararlanmakta
güçlük çekmez. Böylece anababasının kendilerine göre iffetli yapmak için takındıkları
düşüncesizce tavırları sonucunda hastalıklı bir içedönük, ikiyüzlü ve zalim
olup çıkar.
Çocukların
yaşamına, suçluluk, utanç ve korku girmemelidir. Çocuk mutlu, neşeli olmalı,
içinden geldiğince hareket etmelidir. Kendi içtepileri onda dehşet uyandırmamalı,
doğal gerçeklikleri araştırmaktan kaçınmamalıdır. İçgüdüsel yaşamının tümünü
karanlıklar içine gizlememelidir. Tüm çabalarına rağmen alt edemediği
bilinçdışı tepilerini derinlere gömmemelidir. Eğer çocukların büyüdüklerinde
birer kafaca namuslu, toplumsal korkulardan kurtulmuş, etkin bir eylemci ve
düşüncede hoşgörülü kişiler olmalarını istiyorsak, onları eğitmeye çok erken
başlamalıyız. Eğitim, çoğunlukla ayı terbiye etmekle eşanlamlı alınmaktadır.
Ayının nasıl terbiye edildiğini biliriz hepimiz. Kızgın bir zemin üzerine
konurlar ve ayakları zemin üstünde kaldığı sürece yandığı için oynamaya
başlarlar. Bu esnada belli bir müzik çalınır. Belli bir süre sonra bu müzik
onları oynamasına yol açar. Çocuğa da aynısı yapılmaktadır. Çocuk cinsel organını
her farkedişinde yetişkinler onu azarlar. Sonunda böylesi fark edişler ona
büyüklerden işittiği azarları düşündürmeye başlar ve onların çalgılarıyla
oynamaya başlar ve böylece sağlıklı ve mutlu bir cinsel yaşamın tüm olasılığı
ortadan kalkar.
İkinci
evrede, yani delikanlılığında, cinsiyete geleneksel yaklaşımın yarattığı
dertler çocukluktakinden çok daha berbattır. Birçok erkek çocuk kendilerine ne
olduğunu doğru dürüst bilmezler ve düşlerinde ilk kez şeytan tarafından
aldatıldıklarında altüst olurlar. Kendilerini son derece kötü olduğuna
inandırıldıkları içtepilerle dolu buluverirler. Bu iç tepiler öylesine güçlüdür
ki gece gündüz peşini bırakmazlar. Daha olumlu erkek çocuklarda aynı zamanda,
cinsiyetten tamamen ayrı sandıkları güzelliğe, şiire, soyut aşka karşı yüksek
düzeyde ülküsel
(idealism) içtepiler vardır.
Hıristiyan öğretisindeki maneşeizm (insani-mani) unsurları ergenlik çağının
ülküsel ve bedensel (carnal, şehevi) içtepilerini, kendi içimizde, tamamıyla
birbirinden ayrı hatta birbiriyle kavga halinde tutma eğilimindedir. Burada,
aydın bir dostumun sözlerini aktaracağım: «Ben gençliğimde, bu ayrıma inanırdım
ve en belirgin şekliyle sergilerdim. Günde dört saat Shelley okurdum. Şu
dizeler çok duygulandırırdı beni;
‘Pervanenin özlemi
yıldızlardır
Geceninse gelen gün.
Ardından
birden bu yukarlarda uçmaktan kurtulur, soyunan hizmetçiyi gizlice gözlerdim.
İkinci tepim beni utandırırdı, ilkinde kuşkusuz cinsiyetten korkuya ilişkin
ülkücülük oldukça aptalca unsurlar bulunmaktaydı.»
Hepimizin
bildiği gibi ergenlik sinirsel bunalımların sıkça yer aldığı, yaşamlarının
diğer dönemlerinde dengeli olan kişilerin kolayca aksi bir insan haline
geldikleri bir evredir. Miss Mead «Sisam’da Ergenleşme» adını verdiği yapıtında
ergenlik bunalımlarına adada rastlanmadığım bunun nedeninin geniş boyutlu
cinsel özgürlük olduğunu yazmaktadır. Bu cinsel özgürlüğün misyonerlerin
faaliyetleri sonucu biraz sınırlandığı bir gerçektir. Misyoner evlerinde
yaşayan kızlardan konuştuğu bir bölümü, ona, ergenliklerinde kendilerinin mastürbasyon
yapıp eşcinsel ilişkilere girerken, dışarda yaşayanların karşı cinsle ilişkide
bulunduklarını anlatmıştır. Bizim ünlü erkek okullarımız da bu açıdan
Sisam’lı misyoner evlerinden pek farklı değildir, ama bunun davranışlar
üzerindeki psikolojik etkisi Sisam’lılarda zararsızken İngiliz erkek öğrenci
yüreğinde geleneksel ahlak öğretisine bir saygı duymaktadır. Sisam’lılarsa
misyonere, gırgır geçilecek garip zevkleri olan beyaz adam diye bakmaktadırlar.
Birçok delikanlı, ergenlik yıllarının başında cinsiyete ilişkin
oldukça gereksiz sıkıntı ve güçlüklerle karşılaşırlar. Bir delikanlının eğer
eli kız eline değmezse kendi kendini tutmanın zorluğu büyük bir olasılıkla onun
çekingen olmasına neden olur. Evlendiğinde bu yüzden geçmiş yılların kendi
kendini tutma alışkanlığını yıkamaz, ya da birden ve zalimce atar bu kendi
kendini tutmayı ama bu da karısına bir sevgili gibi davranmasını engeller. Eğer
orospulara giderse, ergenlikte başlayan aşkın bedensel ve düşünsel ayrışması
süreklilik kazanır ve ona göre kadınlarla olan ilişkileri ya platonik olmalıdır
ya da rezilce. Bundan da öte zührevi hastalıklar tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Eğer kendi düzeyinde kızlarla ilişki kurarsa, pek o kadar büyük yıkıma uğramaz,
ama bu durumda bile gizlilik tehlikelidir, ve düzenli ilişkilerin gelişmesini
engeller. Bir erkeğin genç yaşlarda biraz züppelikten biraz da evlenip çocuk
sahibi olmak için evlenmesi güç bir iştir. Hele boşanmanın çok zor olduğu
yerlerde erken evlilikler son derece sakıncalıdır. Bir biriyle yirmi yaşında
uyuşan iki kişi otuzunda pekala uyuşamayabilirler. Değişik kişilerle
yaşamadıkça tek bir eşle sürekli bir ilişki içine girmek birçok kişi için
zordur. Eğer cinsiyete sağlıklı bir bakış açımız olsaydı, üniversite
öğrencilerinin çocuk yapmaksızın evlenmelerini kabul edebilirdik. Böylece onlar
çalışmalarını önemli ölçüde engelleyen cinsiyet saplantısından kurtulurlardı.
Çocuklu evliliğin ciddi eşliliği. İçin gereksinilen karşı cinse ilişkin
deneyimler edinirlerdi. Ve bugün gençlik heyecanlarını boğan bahaneler uydurma,
gizlenme ve hastalık kapmaktan korkmama olmadan özgürce aşkı yaşayabilirlerdi.
. .
Evlenmeyen
kadınların büyük çoğunluğunda geleneksel ahlak acı çektirir ve çoğu kez yıkıcı
olur. Herkes gibi ben de katı geleneksel erdemini koruyan her açıdan hayranlık
duyulacak kadınlar tanıdım. Ama genel kural bunun tersi. Namusunu korumanın
kendisi için çok önemli olan hiç bir cinsel deneyim yaşamamış kadın, olumsuz
bir tepki içine girer, endişeyle kıvranır, çoğunlukla çekingenleşir, aynı
zamanda kendisinin isteyip de yapamadıklarını yapanları cezalandırma isteği
duyar ve içgüdüsel olarak bilinçsizce normal insanları yadsır. Düşünsel
çekingenlik uzun süren bakireliklerde en çok rastlanan şeydir. Aslında ben,
kadınların bugünkü var olduğu biçimiyle, düşünsel geriliklerine cinsiyete karşı
duydukları korkunun öğrenme isteklerini engellediğini iddia ediyorum.
Kendilerine koca bulamayan kadınların ömür boyu bakire kalarak mutsuzluk ve
yıkım içinde yaşamaları için her hangi haklı bir neden yoktur. Sık sık ortaya
çıkan bu durum, evlilik kurumunun ilk devrelerinde kimsenin aklına
gelmemekteydi zira o günlerde her iki cinsiyetin sayısı hemen hemen eşitti.
Kuşkusuz, birçok ülkede kadın sayısının çok oluşu gelenekçi ahlak yasalarının
değiştirilmesinden yana ciddi tartışmalara yol açmaktadır.
Geleneksel olarak
seksten dolayı hoşgörüyle karşılanan evliliğin kendisi bile bu katı yasalar
tarafından acıya boğulmaktadır. Çoğunlukta kazanılan kompleksler, erkeklerin
orospularla edindikleri deneyimler ve iffetlerini koruyabilmeleri için küçük
hanımlara aşılanan seksten nefret evlilikteki mutluluğa karşı tecavüzlerdir. İyi yetiştirilmiş bir
kızın eğer cinsel tepileri güçlüyse, bir adama karşı duyduklarının cinsel istek
mi yoksa ciddi bir hoşa gitme mi olduğunu ayırt edemeyecektir. Büyük bir olasılıkla karşısına çıkacak olan onda cinsellik
uyandıran ilk erkekle evlenecek ve cinsel açlığı doyduktan sonra o adamla ortak
hiç bir yanının kalmadığın çok geç fark edecektir. Cinsel konularda
kadını aşırı derecede çekingen erkeği ise aşırı derecede atak kılmak için
eğitimde elden gelen her şey yapılmaktadır. Her ikisi de sahip olmaları gereken
cinsel konulardaki bilgilerden yoksundurlar ve çoğu zaman bu bilgisizlik doğan
ilk başarısızlıklar her iki taraf için de evliliği cinsel açıdan doyumsuz hale
getirir. Bundan da öte bedensel olduğu kadar düşünsel birliktelik dc güç hale
gelir. Kadın cinsel konularda rahatça konuşmaya alışkın değildir. Erkek de
arkadaşları ve orospular dışında bu konuda konuşmaya alışkın değil. Böylece
birlikteliklerinin en canlı ve içten olması gereken anında, utanç, çekingen ve
tümüyle sessiz olurlar. Muhtemelen kadın uykusu kaçmış, doyumsuz ve ne
istediğinin bilincinde yatmaktadır. Belki erkeğin de aklından geçmekte, ilkin
şöyle bir gelip hemen yitmekte ve ardından yavaş yavaş kafasına orospuların
bile yasal karısından çok daha sıcak davrandıkları takılmaktadır. Erkek kadının
soğukluğu karşısında kırılırken aynı anda karısı kendisini uyarmayı
başaramadığı için acı çekmektedir. Bu faciayı hep bizim suskunluk ve
nezaketimiz doğurmaktadır.
Çocukluktan ergenlik ve gençliğe oradan da evliliğe
kadar uzanan bu yolda eski ahlak, aşkı bedensel içtepiye dayanan cinsellik ve
duygusal içtepiye dayanan ülküsel aşk olarak ayırıp birini hayvanlaştırırken
diğerini kısırlaştırarak onu sıkıntıyla, korkuyla, karşılıklı anlayışsızlıkla,
pişmanlıkla ve sinir gerginliğiyle doldurmuştur. Böylesi bir hayat çekilmez.
Duygusal ve hayvansal yapılar çatışmamalıdır. Bir arada bulunmalarını
engelleyecek hiç bir şey yoktur ortada, ayrıca bir arada olmadan her ikisi de
en güzel medyalarını veremezler.
Kadın ve
erkeğin aşklarının en güzeli korkusuz olanıdır. Düşünce ve beden
eşit oranlarda birleşmeli bedensel yanı var diye ilişkiyi yüceltmekten
çekinilmemeli, bedensel yanın duygusal yanı gölgeleyeceğinden korkulma malıdır.
Aşk kökleri toprağın derinlerine, dalları göğün enginlerine uzanan bir ağaç
olmalıdır. Aşk yasaklarla boş inançlar m
dehşetiyle, korkunun suskunluğu ve lanetli sözcüklerle çevrilirse serpilip
yeşeremez. Kadınla erkek arasındaki sevgiyle
anababa arasındaki sevgi insanoğlunun duygusal yaşamındaki iki ana
gerçekliktir. Ne var ki geleneksel ahlak birini yüceltirken diğerini
alçaltmıştır, ama sonuçta ana ile baba arasındaki aşk aşağılanırken bundan
anaba bayla çocuk arasındaki sevgi zarar görmüştür. Karşılıklı hazzın ve
doygunluğun meyvası olan çocuklar çok daha sağlıklı ve sağlam çok daha doğal,
yalın hayvansal ama daha az bireyci ve verimkar sevilebilirler. Ana babaların
yoksul aç ve stekli evliliklerinde kendilerinden sakınılan besinin kırıntılarını
bu çaresiz minikde bulan ve bunun sonucunda da minimini beyinlere gelecek
kuşakların başına bela olacak düşünceleri yerleştiren ana babalar da vardır.
Sevgiden korkmak yaşamaktan korkmaktır ve yaşamaktan korkanlarsa üç kez
ölüdürler şimdiden.
Sh:176-183
Cinsel
konulara ilgi duyan bir yazar böylesi konuların irdelenmemesi gerektiğini
düşünenler tarafından suçlanıp bunlar tarafından tedirgin edilme tehlikesiyle
her zaman karşılaşabilir. Konuya olan ilgisi, konunun önemiyle tümden oransız
olursa aşırı tutucu ve şehvet düşkünü kişilerin sansürüne uğrama tehlikesinden
kurtulabileceği düşünülür. Bu görüş gene de sadece geleneksel ethikde
değişikliği savunanlarca dikkate alınmaktadır. Orospuların rahat
bırakılmaması için uğraşanlar ve yasalara sahip çıkanlar görünüş de Beyaz Kadın
Ticaretine karşıdırlar, fakat aslında bunlar isteyerek ve bilerek
gerçekleştirilen evlilik dışı ilişkilere karşıdırlar. Kadınların kısa etek giyip, dudaklarını boyamalarına karşı çıkanların
ve plajlarda açık saçık mayolar görürüm umuduyla dolananların hiçbirisi cinsel
saplantıların kurbanları değillerdir. Ama bunlar daha fazla cinsel
özgürlüğü savunan yazarlardan daha çok acı çekmektedirler. Katı ahlak
genellikle şehvet düşkünlüğüne bir tepkidir. Ve bunları dile getiren kişiler de
bu edepsiz düşüncelerle doludurlar. Bu düşünceler cinsel içerik taşıdıkları
için değil, ahlakın kişileri açık ve sağlıklı biçimde bu konuda düşünmeyi
olanaksızlaştırdığı için terbiye dışıdır. Ben cinsel konulara kafayı takmanın
kötülüğünde kiliseyle aynı görüşteyim, ama bu kötülükle mücadelede
uyguladıkları yöntemlerde kiliseyle birleşmiyorum. St. Anthony dünyaya gelmiş geçmiş en şehvet
düşkünü kişiden çok daha fazla kafayı sekse takmasıyla ünlüdür. Kimseyi
darıltmamak için bu günlerden örnek vermiyorum. Seks
yemek, içmek gibi doğal bir gereksinimdir. Oburlarla ayyaşları suçlarız çünkü
yaşamda belli yeri olan herhangi bir ilgi kişinin duygu ve düşüncelerinde çok
önemli bir yeri tutar. Bunun yanında yediği mantık dahilindeki bir miktar
yemekten duyulacak hazdan dolayı kimse suçlanamaz. Çilecilerin böyle
davrandıkları gerçektir ve insanların yeme içmelerini ancak yaşamalarına
yetebilecek düzeye indirmelerini savunmuşlardır. Bu düşünce günümüzde eskisi
gibi yaygm değildir hatta unutulmuştur. Seksin hazzından kaçınmak istiyen
Puritanlar sofra zevklerine kendilerinden öncekilerden daha fazla dalmışlardır.
17. yüzyılda Puritanizmi eleştirenler şöyle demektedirler:
«Keyifli geceler ve
nefis yemekler mi istiyorsun?
Sofraya azizlerle otur,
günahkârlarla gir yatağa.»
Puritanların
insan doğasının bedensel yanını tümüyle bastırmakta başarılı olamadıklarını
göstermektedir bu durum. Seksten esirgediklerini boğazlarına vermektedirler.
Oburluk katolik kilisesi tarafından yedi ölümcül günahtan biri olarak kabul
edilmektedir. Dante
oburları cehennemin en dibine atmıştır ama bir yanıyla da muğlak bir günahtır
oburluk, zira hangi noktaya kadar yemenin hak olduğunu ve suçun hangi noktadan
başladığını belirlemek zordur. Besleyici olmayan bir şey yemek günah
mıdır? O halde yediğimiz her tuzlu bademle boyumuzca günaha batmaktayız. Bu
görüşler bugün çağdışıdır. Obur birisini görür görmez tanır, onu pek sevimli
bulmayız ama günahkâr olmakla pek az suçlarız. Buna rağmen yoksulluğun acısını
çekmeyenler arasında yemeğe kafasını takana çok az rastlanır. Birçok kişi iki
yemek arasında başka şeyler düşünürler. Çileci felsefeye bağlananlar
kendilerini yiyebilecekleri en az yemeğin dışındaki herşeyden yoksun
bırakırlar, düşlerindeyse ziyafet sofraları, türlü türlü yemişler görürler.
Balina yağı rejimi yapmak zorunda kalan Antartika kâşifleri Carlton’da
yiyecekleri akşam yemeğinin planlarını yapmakla geçirirler günlerini.
Bu
gerçekler göstermektedir ki eğer cinsiyetin bir saplantı olması istenmiyorsa
ona Thebai rahiplerinin yiyeceğe baktığı gibi değil ahlakçıların yiyeceğe
baktığı gibi bakmak gereklidir. Seks yemek içmek gibi doğal insan
gereksinimlerinden biridir. İnsanoğlunun yemeden içmeden yaşayamıyacağı ama
seks yapmadan yaşayabileceği bir gerçektir. Ama psikolojik olarak sekse duyulan
istek, yemeğe içmeye olan isteğin tepkisidir. Bu istek karşılanmadığı zaman
hızla büyür, karşılandığında ise bir süre yatışır. İstek dayanılmaz hale
geldiğinde insanın kafasında cinsiyet dışındaki tüm dünya silinir. O anda dışta
kalan tüm ilgiler yok olur ve daha sonra suçluluk duyulacak olan o andaki
hareketlere delilik gözüyle bakılır. Bunun da ötesinde istek tıpkı yemek ve
içmekte olduğu gibi, konulan yasaklarla daha da kabarır. Kahvaltıda önlerine
konulan olgun elmaları yemeyip bahçeden ham elmaları çalan çocuklar tanırım.
Amerika’da hali vakti yerinde olanlar arasındaki içki düşkünlüğünün yirmi yıl
öncesinden çok daha yaygın olduğunu yadsıyacak İliç kimse yoktur. Aynı şekilde,
Hıristiyan öğretisi ve Hıristiyan oteritesi cinsiyete olan ilgiyi
kamçılamıştır. Geleneksel öğretinin sınırlarını aşan ilk kuşak, cinsel özgürlük
sorununda görüşleri boş inançların olumlu ya da olumsuz etkisinde kalmamış
kişilerden çok daha ileri giderler. Seks konusundaki saplantıları özgürlük
dışında hiçbir şey engelleyemez. Özgürlükte bu etkisini cinsel sorunlara
akıllıca yaklaşan bir eğitimle bütünleşip olağan bir bale gelmedikçe bunu
başaramaz. Gene de gereksiz yere seksle uğraşmanın bela getireceğini bir kez
daha tekrarlamak istiyorum. Ama bu bela özellikle Amerika’da karşıtları gibi
gördüklerinin yanlış olduklarına inanmaya hazır katı ahlakçılar arasında bir
hayli yaygınlaşmıştır. Ufuklarım kendi istekleriyle ya doygunluk ya da
inzivadan yana sınırlamış oburlar, şehvet düşkünleri ve çileciler kendi içlerine
kapalı kişilerdir. Aklı ve sağlığı yerinde hiç kimse ilgi alanının merkezi
kendi kendini yapmaz. Fırdolayı dünyaya bakıp kendisine ilgisini çekecek
nesneler bulur. İçedönüklük bazılarının sandığı gibi ahlak dışı insanların
doğal yapısı değildir. Bu hemen her zaman doğal içtepilere direnmeden
kaynaklanan bir hastalıktır. Tıpkı yiyecek istif eden kişinin bir zamanlar
yoksulluk çekmiş ya da aç kalmış olması gibi şehvet düşkünlüğü da cinsel haz
düşüncesinin başarısızlığı üzerine oturmuş bir tür yoksunluktur. Sağlıklı,
dışadönük erkek ve kadınlar doğal içtepilere direnilerek sağlanamaz, aksine
içtepilerin eşit ve dengeli gelişmesi mutlu yaşam için temeldir.
Cinsiyete
bakışımızda, yemek yemeğe bakışımızdan daha fazla ahlaküik ve kendi kendini
sınırlama olmamalıdır. Yemeğe bakışımızda üç tür sınırlayıcı vardır, bunlar,
yasalar, koşullar ve sağlıktır. Yiyecek çalmayı, ortak sofrada payımıza
düşenden fazlasını almayı ve bizi hasta edecek kadar çok yemeyi yanlış buluruz.
Cinsiyet söz konusu olduğunda benzer sınırlandırmalar temel alınmalıdır, fakat
getirilen bu kısıtlamalar çok daha karmaşık ve çok daha fazla özdenetim
gerektirir. Ayrıca herhangi bir insan bir diğerinin malı olamayacağına göre,
hırsızlığa koşut düşen edim zina değil zorla ırza geçmedir ki yakalarca
kesinlikle yasaklanmalıdır. Sağlığa ilişkin doğan sorun fahişelerden söz
ederken değindiğimiz zührevi hastalık kapmakla ilişkindir. Aslında ilacı bir
yana koyarsak, bu beladan kurtulmanın en iyi yolu meslekten orospuların
sayısını azaltmaktır ve böylece yarının büyükleri olacak olan gençler arasında
özgürlüğün sınırlarının genişlemesinde bu azaltmanın olumlu katkısı olacaktır.
Kapsamlı
bir cinsel ethik sekse sadece doğal bir açlık ve tehlike kaynağı olarak bakmaz.
Bunların her ikisi de önemlidir ama cinsiyetin insan yaşamının en yüce
yanlarına bağlı olduğunu unutmamak, çok daha önemlidir. Bu yüce yanlardan önde
gelen üçü, duygusal aşk, evlilikte mutluluk ve sanattır. Sanatın cinsiyetten
bağımsız bir şey olduğuna ilişkin savın savunucuları bugün dünkünden çok dahi
azdır. Açıkça ortadadır ki her türlü estetik yaratıcılığa yönelik içtepi
psikolojik olarak karşı cinse duyulan isteği belirtmeye bağlıdır. Bunun
doğrudan ve apaçık olması gerekmez.
Cinsel tepinin sanatsal ifadelere
yol açabilmesi için bir dolu koşul gereklidir. Bir kere sanatsal yeteneğin olması gereklidir ama
sanatsal yetenek veri bir ırkta bile bazen nadir bazen yaygın olarak ortaya
çıkmaktadır. Doğuştan var olan yeteneğe karşıt bir çevre, sanatsal tepinin
gelişmesinde önemli rol oynar. Özgürlüğün belli türü bulunmalıdır. Bu sanatçıyı
ödüllendiren değil sanatçıyı estetik anlayış ve zevkten yoksun bir kişi haline
getiren alışkanlıklar kazandıran zorlama ve yönlendirmelerin bulunmadığı bir
özgürlüktür. II.
Julius, Michelangelo’ya baskı yaparken sözünü ettiğimiz sanatçının gereksindiği
özgürlükle hiçbir şekilde çatışmıyordu. Michelangelo’yu
önemli kişi olarak kabul ettiği için ona müdahale ediyor, derecesi Papalığın
altında olan herhangi bir yerden ona yönelik hiçbir karşı çıkışa izin
vermiyordu. Gene de sanatçı zengin patron ya da kent yöneticilerinin önünde bel
kırmaya zorlanıp onların estetik ölçütlerine uygun çalışırsa, sanatçı özgürlüğü
yiter. Benzer biçimde eğer sanatçı toplumsal ve ekonomik korkularla çekilmez
hale gelen evliliği sürdürmeye zorlanırsa sanatçı yaratıcılığının gereksindiği
güç yok olur. Geleneksel olarak iffete düşkün toplumlar gelişkin bir sanat
olayı üretemezler. İnsanlar İdaho’ da olduğu gibi kısırlaştırılmış olurlar.
Günümüzde Amerika sanatsal değerlerini Avrupa’dan ithal etmektedir ama bu arada
Avrupa’nın Amerikalılaşması daha henüz özgürlüklerin varlığını sürdürmesinden
dolayı zencilere yönelmeyi zorunlu kılmaktadır. Sanatın en son yurdu Yukarı
Kongo dolaylarında bir yer, burası da olmazsa Tibet’in yukarları olacak gibi
gözükmektedir. Fakat Amerika’da yabancı sanatçıların kaçınılmaz bir şekilde
sanatsal yok oluşlarını hazırlayan ölçüsüz ödüllendirme de nihai tükenişi daha
fazla erteleyemeyecektir. Sanatın geçmişte yaşamanın tadı olmasından
kaynaklanan yaygın bir yapısı vardı. Yaşamanın tadı olması aslında cinsiyete
ilişkin belli bir kendiliğindenliğe dayanmasından gelmektedir. Cinsiyetin baskı
altında tutulduğu yerlerde geriye sadece çalışmak kalmaktadır ve sadece
çalışmak aşkına evliya gibi çalışmak, ortaya değeri olan hiçbir iş çıkartmaz.
Tabii ki birilerinin Amerika’da gerçekleşen cinsel eylemlerin günlük
istatistik! sınırlamasını yapmasından söz etmiyorum, bu eylemlerin kişi başına
düşen tutarı tüm diğer ülkelerden çok daha fazla olabilir. Durumun gerçekten de
böyle olup olmadığım bilmiyorum ve bunu hiçbir şekilde de yadsımaktan yana
değilim. Geleneksel ahlakçıların en büyük hatalarından biri de daha kolayca
hırpalayabilmek için cinsiyeti, cinsel eyleme indirgemeleridir. Eğer eyleme
yönelten içtepi duyulursa, kur yapma, sevme ve arkadaşlık yeşerir. Bu doygunluk
olmadan her an şahlanmaya hazır bir bedensel açlık söz konusuyken, düşünsel
açlığı azaltmak mümkün değildir ve derin bir doygunluk elde etmek olanaksızdır.
Sanatçıların gereksindikleri cinsel özgürlük herhangi bir kadınla bedensel
ihtiyaçlarını karşılama değil sevebilme özgürlüğüdür ve her şeyden önce bu
özgürlük gelenekçi ahlak çılarca kabul edilebilecek bir şey değildir. Eğer
dünya Amerikalılaştırıldıktan sonra sanat yeniden canlanacaksa Amerika’nın da
değişmesi zorunludur. Amerikalı ahlakçılarınsa daha az ahlaksız olmaları kısaca
her ikisinin de cinsiyete daha fazla değer verip, neşeli olmayı banka hesabının
önüne koymaları gerekecektir. Amerika’yı dolaşan birisine neşe eksikliği kadar
hiçbir şey acı veremez. Mutluluk, o anı unutturan içki alemleri ve kendi
kendinden geçmedir. Balkanlar’ da ya da Polonya’da her çalgı sesiyle dansa
kalkanların torunları bugün, sandalyelerine yapıştırılmış gibi oturup, büyük
bir ciddiyet, önem ve duyarsızlık içinde daktilo yazıp, telefonlara cevap
vermektedirler. Akşamları içkiye ve farklı bir gürültüye sığınarak mutluluğu
yakaladıklarını sanmaktadırlar. Oysa sadece insanoğlunun bedenine hizmet edip
ruhunu köleleştirmekte kullanılan paranın kazanıldıkça kendini yeniden
doğuruşunun umutsuz aynılığında çılgınca ama kırık dökük bir kayıtsızlık
bulmaktalar.
İnsan yaşamında mükemmel ne varsa
tümü cinsiyete bağlıdır demek istemiyorum. Ayrıca
böyle bir şeye de inanmamaktayım. Ben ne pratik ne kuramsal olarak bilimi ne de
önemli toplumsal ve siyasal etkinlikleri cinsiyete bağlı olarak görmemekteyim.
Yetişkinlerin yaşamındaki karmaşık isteklere yol açan içtepiler birkaç ana
başlıkta toplanabilir. Kendilerini korumak için gerekli olanın dışında iktidar,
cinsiyet ve anababalık insan yaşamındaki birçok derin kaynağı olarak ele
alınabilir. Bu üçü içinde iktidar ilk başlayan ve en son bitendir. Küçükken
iktidar gücüne çok az sahip olan çocuk daha fazlasını edinme peşinde koşar.
Faaliyetlerinin büyük bir bölümü aslında bu istekten kaynaklanır. Bir diğer belirleyici
istek de el üstünde tutulmaktır — övülme arzusu ve terk edilme ya da suçlanma
korkusu —. Onu toplumsal kisi yapan ve ona toplum içinde yaşamak için erdemli
olma gerekliliğini aşılayan bu gururdur. Her ne kadar kuramsal olarak
ayrıştırılsa da gurur cinsiyetle sıkıca kaynaşmıştır. Buna rağmen iktidar
tutkusunun cinsiyetle çok az bağlantısı vardır. Çocuğu derslerine çalıştırtıp,
vücudunu geliştirmek için çabalamaya iten, gurur kadar iktidar tutkusudur da.
Bana göre araştırma ve bilgi peşinde koşmaya iktidar tutkusunun bir parçası
olarak bakılmalıdır. Buna göre biyolojinin bir kaç dalı ve psikoloji dışında
bilimin cinsel duyguların etki alanı dışında olduğu kabul edilmelidir. İmparator II.
Frederick artık yaşamadığına göre bu görüş ister istemez bir varsayım olarak
kalacaktır. Eğer bugün hayatta olsaydı hiç kuşkusuz seçkin bir matematikçiyi ve
başarılı bir besteciyi iğdiş ederek bunun onların yapıtları üzerindeki etkisini
gözlemeye çalışırdı. Bence bu işlem matematikçide hiçbir iz bırakmaz
ama bestecinin üzerinde ciddi etkisi olacaktır. Bilgi peşinde koşmayı insan
doğasının en önemli öğelerinden biri olarak ele aldığımızda, eğer
yanılmıyorsak, son derece önemli bir faaliyet alanı cinsiyetin egemenliğinin
dışında demektir.
Aynı
zamanda iktidar, kelimenin geniş anlamıyla, birçok siyasal faaliyetin itici
gücüdür. Büyük bir devlet adamının kamunun çıkarlarına kayıtsız kalabileceğini
söylemek istemi 190 yorum, tam tersine onda anababalık duygusunun son derece
gelişmiş olduğu kanısındayım. Fakat aynı zamanda onda önemli ölçüde iktidar
tutkusu yoksa siyasal girişimlerde başarılı olması için gerekli çalışmayı
gösteremez. Devlet işleriyle uğraşan tanıdığım bir dolu üstün zekalı kişi
önemli ölçüde hırslı olmadıkları sürece amaçlarını gerçekleştirmekte pek
başarılı olamamışlardır. Abraham Lincoln oldukça zor koşullarda kendisine
direnen iki inatçı senatöre karşı yaptığı konuşmaya «Ben ABD başkanıyım ve
büyük yetkilerle donatılmışım,» diye başlayıp aynı sözlerle bitirmiştir. Bu
gerçeği dile getirirken aldığı taddan kuşku duymak imkansız. İyi ya da kötü tüm
siyasetlerde ekonomik güdüyle iktidar sevdası iki ana güçtür. Bence siyaseti
Freud’un ilkeleriyle açıklama eğilimi yanlıştır.
Eğer
söylediklerimiz gerçekse, sanatçıların dışındaki birçok büyük adam önemli
faaliyetlerini cinsiyetle bağlantısı olmayan bir güdüyle gerçekleştirmişlerdir.
Eğer bu faaliyetler kazandıkları saygınlık içinde süregeleceklerse cinsiyetin
insanın geri kalan duygusal ve coşkulu dünyasını karartmaması gereklidir. Dünyayı kavramak ve onu dönüştürmek ilerlemenin
iki büyük motorudur ve bunlar olmadan bir toplum olduğu yerde sayar ya da
gerisin geriye sürüklenir. Tümüyle mükemmelleşmiş bir mutluluk da bilimsel
ve dönüştürücü içtepileri zayıflatır. Birçok insan yaşadığımız dünyanın
sıkıntılarından soyut işlere sıvanarak kurtulmak istemektedir. Yeterli gücü olan bir adam için acı, değerli bir uyarıcı
olabilir ve bence eğer tam anlamıyla mutlu olduğumuzda, daha fazla mutlu olmak
için çaba harcamayız. Bu arada birilerinin insanları verimli kılmak için
onlara acı vermeyi iş edinmelerini onaylamamaktayım. Acı insanların yüzde
99’unu tümüyle ezer geçer. Yüzde birindeyse insanlığın miras aldığı doğal
şoklara inanmak gerekmektedir. Ölüm var oldukça keder de var olacaktır. Ve
keder var oldukça insanoğlunun işi, bunu nasıl değiştireceğini bilen pek az
hevesliye rağmen kederi çoğaltmak değildir.
İncelememiz
boyunca birtakım tarihi ve ethik sonuçlara vardık. Tarihsel olarak uygar
toplumlarda var olduğu biçimiyle cinsel ahlakın oldukça farklı iki kaynaktan,
babalığı belirleme arzusuyla dölü sürdürme dışında, seksin aşağılık olduğuna
ilişkin çileci inançtan çıktığını bulduk. Hıristiyanlık öncesi ve halen
günümüzde çileciliğin çıktığı ve yayıldığı İran ve Hindistan dışında kalan Uzak
Doğu’da ahlak, sadece birinci kaynağı içermektedir. Elbette babalıkdan emin olma isteği üremede
erkeğin rolünü bilmeyen geri toplumlar için sözkonusu değildi. Bunların
arasında her ne kadar erkeğin kıskançlığı dişiye belli sınırlandırmalar
getiriyorduysa da daha önceki babaerkil toplumlardan çok daha özgürdü. Geçiş evresinde belli sürtüşmelerin yer almış
olması kesin. Ve hiç şüphe yok ki kendilerinden olan çocukların babası olmak
isteyen erkekler kadınların özgürlüklerine kısıtlamalar getirmeyi gerekli
görmekteydiler. Bu evrede cinsel ahlak sadece kadınları kapsamaktaydı. Erkek evli bir kadınla cinsel ilişkide
bulunmanın dışında tümüyle özgürdü.
Hıristiyanlıkla
yeni bir unsur günahı engelleme, işin içine karıştı. Ve böylece ahlak ölçüleri
kuramsal olarak kadınlar kadar erkekleri de kapsamı içine aldı. Ne var ki bu
kuramı erkeklere uygulamanın güçlüğü erkeklerin konulan ilkeleri çiğnemelerine
kadınlardan çok daha hoşgörüyle bakılmasını getirdi. İlk cinsel ahlakın,
bebeğin ilk yıllarında annebabanın bir tanesi değil her ikisi tarafından
beraberce korunmasını içeren kesin bir yaşamsal amacı vardı. Bu amaç Hıristiyan
kuramında yitmişse de uygulamada süregelmektedir.
Oldukça
yakın dönemlerde Hıristiyan ve Hıristiyanlık öncesi cinsel ahlakı her ikisinin
de değişime uğradığına ilişkin belirtiler bulunmaktadır. Hıristiyanlık dinsel
tutuculuğun çözülmesi ve hâlâ inançlı olanlar arasında bile inancın etkisinin
azalmış bulunması nedeniyle eski önemini sürdürmemektedir. Bu yüzyılda doğan
kadın ve erkekler her ne kadar eski davranışlara yönelirlerse de büyük bir
bölümü evlilik dışı cinsel ilişkinin günah olduğuna inanmamaktadırlar. Cinsel
ahlaktaki Hıristiyanlık öncesi unsurlara gelince bunları daha önce bir etmen
değişime uğratmıştı, şimdi bir başka etmen tarafından da değiştirilme süreci
içindeler. Bu etmenlerden birincisi gebe kalmadan cinsel birleşmeye olanak
tanıyan ve kadınların, eğer evli değillerse hamilelikten korunmalarını eğer
evliyseler, sadece kocalarından çocuk yapmalarını sağlayarak her iki durumda da
onların iffetlerinin lekelenmesini engelleyen gebeliği engelleyici nesnelerdir.
Bu süreç
henüz tamamlanmış değil, çünkü henüz gebelik önleyici nesneler yeterince güven
verici değil, ama bence güven kazanması pek uzun süre almayacak. Bu
durumda kadının evlilik dışı cinsel ilişkide bulunmasına yasak getirmeden de
babalığın güven altına alınması sağlanmış olacaktır. Kadınların kocalarını
aldatabilecekleri öne sürülebilir ama eskiden de kadınların kocalarını
aldatabilmeleri her zaman söz konusuydu. Ayrıca aldatma etmeni, coşkuyla
sevilen biriyle yatıp yatmama sorununun yanında hafif kalmaktadır. Böylece
babalığa ilişkin aldatmaya, eskinin evlilik dışı ilişkiyle gerçekleştirilen
aldatmasından çok daha az rastlanacağını kabul edebiliriz. Bu yeni durumda
kocalar kıskançlıklarını yeni koşullara uydurmalı, ancak karıları çocuklarına
bir başka erkek seçtiğinde kıskançlıkları kabar malıdır. Doğuda erkekler her
zaman harem ağalarına belli özgürlükler tanımışlardır ki Avrupalı erkeklerin
birçoğu buna tepki duyarlar. Doğulu erkekler harem ağalarına hoşgörülü davranırlar
çünkü babalıktan yana bir kuşkuları yoktur. Aynı hoşgörü, gebelik önleyici
nesnelerin kullanılmasıyla birlikte gelen özgürlüklere de kolayca
uygulanabilir.
Böylece
anababalı aile, geçmişte olduğu gibi kadından erkeksiz kalmasını istemeden,
gelecekte de yaşayabilir. Bununla birlikte ikinci etmenin cinsel ahlakın
uğradığı değişimlerde çok daha uzun erimli etkileri vardır. Bu, çocuğun bakım
ve eğitiminde devletin payının artmasıdır. Bu etmen Amerika'dan çok Avrupa’da
etkin olmakta ve ağırlıklı emekçi sınıflara dokunmaktadır ve devletin babanın
yerini alması ne kadar endişe doğurursa doğursun eninde sonunda nüfusun tümünü
kapsayacaktır. İnsan ailelerinde olduğu gibi hayvan ailelerinde de babanın rolü
bakım ve korunmayı sağlamaktır. Fakat çağdaş toplumlarda koruma polis
tarafından gerçekleştirilmekte, bakımsa şimdi toplumun yoksul katmanlarına
yapıldığı gibi tümüyle devlet tarafından üstlenilebilir. Eğer bu gerçekleşirse
babanın yerine getirebileceği herhangi bir belirgin iş kalmamaktadır. Anneye
gelince iki olasılık söz konusu. Ya çalıştığı işine devam eder ve çocuğuna bir
kurum bakar, ya da elverirse çocuğu küçükken ona bakması için devletten para
alır. Eğer ikinci yol benimsenirse namuslu olmayan kadına yapılan ödeme
kesileceği için geleneksel ahlakın desteklenmesinde bir süre için
kullanılabilir. Ama ödemeden yoksun bırakılırsa çocuklarına çalışmadan
bakamayacağı için onları bir kuruma bırakmak zorunda kalacaktır. Böylece
anababası zengin olmayan çocukların bakımında ekonomik güçlerin işleyişi
babanın elenmesini doğurabileceği gibi büyük ölçüde anneyi de dışta
bırakacaktır. Bu gerçekleşirse geleneksel ahlaka ilişkin tüm geleneksel
nedenler yitecek ve yeni ahlak için yeni nedenler bulunacaktır.
Eğer
ailenin parçalanması gerçekleşirse kanımca bu pek sevinilecek bir şey değil.
Çocuk için anne baba sevgisi önemlidir ve eğer kurumlar geniş ölçüde yaygınlık
kazanırsa kuşkusuz son derece resmi ve sert olacaklardır. Farklı aile
çevrelerinin farklı etkileri ortadan kalkınca son derece berbat bir yeknesaklık
egemen olacaktır. Ve enternasyonal bir devlet öncelikle oluşturulmadıkça ayrı
ulusların çocuklarına yurtseverliğin hastalıklı biçimi aşılanacak ve
büyüdükleri zaman bunlar büyük bir olasılıkla birbirlerini yiyeceklerdir.
Ayrıca
enternasyonal bir devlet' nüfus açısından da gereksinim doğmaktadır, aksi halde
milliyetçiler nüfusun gerekenden fazla artmasını teşvik edecekler ve tıb ile
sağlık bilgisinin gelişmesi nedeniyle nüfusun fazlasını eritecek tek yol olarak
savaş kalacaktır.
Sosyolojik
sorunların çoğunlukla karmaşık ve zor olmalarına karşın bence bireysel sorunlar
oldukça basittir. Cinsiyete bir takım günahlar bulaştıran öğreti bireyin
kişiliğine sayısız kötülüğü dokunmuştur — yaptığı bu kötülük çocukluğundan
başlar tüm yaşamı boyunca sürer—. Cinsel aşkı baskı altında tutan geleneksel
ahlak tüm diğer arkadaşça duygulan da hapsetmiş ve insanları daha az eli açık,
daha az nazik ve daha çok kendine yontan ve gaddar yapmıştır. Sonunda
benimsenecek olan hangi cinsel ahlak olursa olsun boş inançlardan kurtulmalı,
açık ve kabul edilebilir temele dayanmalıdır. Bilimsel araştırma, spor, iş ya
da diğer insan faaliyetleri gibi cinsiyet de ethiksiz yapamaz. Toplumda
bizimkinden farklı eğitim görmemiş kişilerce konulan ilkel yasaklara
dayanılması durumunda bir ethike gereksinim duyulmayabilir. Ekonomi ve
siyasette olduğu gibi cinsiyette de ethikimize hâlâ çağdaş buluşların mantık
dışı kıldığı korkular hakimdir ve bu buluşlardan sağlayacağımız yararın önemli
bir miktarını onlara psikolojik uyumu sağlayamadığımız için yitirmekteyiz.
Bir
eski sistemden yeni bir sisteme geçişte, tüm geçişlerde olduğu gibi kendine has
güçlüklerin ortaya çıkacağı doğrudur. Herhangi bir ethikal yenilikten yana
olanlar kaçınılmaz olarak tıpkı Sokrat gibi gençliği bozmakla
suçlanmaktadırlar. Bu suçlamalar yeni ethikin telkin ettikleri bütünüyle kabul
edildiğinde değiştirmek istedikleri eski ethik den çok daha iyi bir yaşama
biçimine neden olsa bile her zaman tümüyle boşuna yapılmış değildir. Hz. Muhammed’in
Doğu'sunu bilen herkes, günde beş kez ibadet etmenin bir yana bırakılmasını
savunanların, çok daha önem verdiğimiz diğer ahlak kurallarına saygıyı da
bıraktıklarını söylemektedirler. Cinsel ahlakta
bir değişiklik amaçlayan kişi bu anlamda yanlış anlaşılabilmeye uygundur ve ben
söylediğim şeylerin bazı okuyucular tarafından yanlış yorumlanacağını
biliyorum.
Yeni
ahlakın gelenekçi puritinizmin geleneksel ahlakından ayrılan genel ilkesi
şudur: biz içgüdünün engellenmesi yerine eğitilmesinden yanayız. Genel olarak
ifade ettiğimizde bu görüş çağdaş kadın ve erkekler arasında geniş bir kabul
görmüştür. Ama bu görüşü benimsemenin genç yaşlarda tüm yanlarıyla gerçekleşip
uygulanması gerekmektedir. Eğer çocuklarda içgüdü
eğitilmek yerine sınırlandırılırsa bunun izleri yaşamın geri kalan bölümünde de
görülmesi sonucunu yaratabilir, çünkü yaşamın ilk yıllarındaki sınırlandırmalar
son derece kötü istenmeyen biçimlere dönüşmektedir. Yetişkinlere ya da
delikanlılara önerdiğim ahlakta «İçtepilerinizi
izleyin ve aklınıza gelen herşeyi yapın,» demiyorum. Yaşamda bir
tutarlılık olmalı, sonuca yönelik, ama yaran hemen elde edilmeyen ve her
evresinde çekici gelmeyebilen sürekli çabalar gerçekleştirilmelidir. Başkaları
da düşünülmeli, dürüstlüğe mihenk belli ölçüler olmalıdır. Gene de öz denetimi
bir amaç olarak almıyor, ayrıca kurum ve ahlaksal törelerimizin de öz denetime
duyulan gereksinimi en çok yerine en aza indirmesini diliyorum. Öz denetimin
uygulanması trenin fren yapmasına benzer. Kendini yanlış yöne giderken
bulduğunda yararlıdır ama yönün doğruysa baştan ayağa yanlıştır. Hiç kimsenin
trenin yoluna sürekli fren yaparak devam etmesini savunabileceğini sanmıyorum.
Aynı şekilde zorla öz denetim alışkanlığı da yararlı faaliyetlerde
kullanılabilecek gücümüz üzerinde zedeleyici etkide bulunur. Öz denetim bu
güçlerin dışa yönelik faaliyetlerde kullanılması yerine içerde harcanmasına
neden olur, bundan ötürü bazen gerekli olsa bile her zaman istenmeyen bir
şeydir.
Yaşamda
gerekli olan öz denetim derecesi içgüdünün ilk eğitimine bağlıdır. Çocukta
ortaya çıkan iç güdüler, tıpkı lokomotifi yolunda tutan ya da raydan çıkaran
islim gibi, yararlı ya da zararlı faaliyetlere yöneltebilir. Eğitimin işlevi
içgüdüyü yararlı faaliyetlere doğru yönlendirmektir. Eğer bu görev çocukluk
yıllarında yeterli biçimde yerine getirilebilirse, kadın ya da erkek birkaç
bunalım dışında öz denetime gerek duymaksızın yararlı bir yaşam sürebilirler.
Bunun tersi olur da ilk eğitim içgüdülerin sınırlanmasına yol açarsa, ileri
yaşlardaki içgüdüsel hareketler bir yanı ile zararlı olacağından sürekli öz
denetime gerek duyulacaktır.
Bu
genel düşünceler özellikle cinsel içtepilerimize uygulanmaktadır. Çünkü bunlar
hem çok güçlüdür hem de geleneksel ahlak bunlarla özel olarak ilgilenmektedir.
Birçok geleneğe bağlı ahlakçı, cinsel içtepilerimiz sıkı denetim altında tutulmazsa
bunların bayağılaşacağım, anarşik bir hal alacağını, kabalaşacağını
düşünmektedirler. Bu görüşün kendilerinin çocukluklarında yaşadıkları ket vurma
alışkanlıklarım ileriki yıllarda unutma eğiliminden doğduğuna inanıyorum. Ne
var ki böylesi kişilerde yasaklamayı başaramadıkları ilk yasaklar hâlâ
işlemektedir.
Vicdan
denilen şey düşünsel yargılara karşın kişinin geleneksel yasakların
yanlışlığını hissetmesine neden olan ilk gençlikte öğretilen ahlaksal ilkelerin
düşünmeden az ya da çok bilinçaltı onaylamasıdır diyebiliriz. Bu kişiliğin
kendine karşı ikiye bölünerek içgüdüyle aklın omuz omuza gitmemesini yaratır.
Böylece içgüdü soysuzlaşırken akıl gücünü yitirir. Kişi çağdaş dünyada
geleneksel öğretiye değişik derecelerde başkaldırı bulabilir. Bunların en
yaygını, gençliğinde öğretilen ahlakın doğruluğuna düşünsel olarak inanıp da,
yeterince öyle yaşayamadığından gerçek dışı bir üzüntüyle yakınanlardır.
Böylesi kişiler için söylenecek pek bir şey yoktur. Onun için en iyisi ya
yaşamım ya da inançlarını aralarında bir denge olacak biçimde
değiştirmemesidir. Bunlardan sonra çocukluğunda öğretilen şeyleri usu, bilinçli
olarak yadsıyan fakat bilinçaltı bütünüyle benimseyen kişiler gelir. Böylesi
kişiler herhangi bir güçlü duygusal gerilim altında, özellikle korku, davranış
çizgisini birden değiştiriverirler. Ciddi bir hastalık ya da bir deprem onda
pişmanlık yaratarak düşünsel yargılarını atıp çocukluğundaki inançlarının
kabarmasına neden olabilir. Hatta normal zamanlarda bile davranışları ölçülüdür
ve kendine koyduğu bu sınırlamalar olumsuz biçimler alabilir. Bu sınırlamaları
onu geleneksel ahlakça suçlanan biçimde hareket etmekten korumaz fakat bunları
iç rahatlığı ile gerçekleştirmesini engeller ve hareketlerini değerli kılacak
bir takım unsurların yitmesine neden olur. Eski ahlak yasasının yerine
yenisinin konulması. sadece kafanızla değil tüm benliğinizle kabul edilmedikçe
bütünüyle başardı olamaz. Çocukluklarında eski ahlakla büyüyen birçok kişi için
bu çok güçtür. Bu nedenle yeni bir ahlakı ilk eğitimde uygulamadan bütünüyle
yargılamak imkânsızdır.
Cinsel
ahlak varılacak sonuçlara büyük itirazlar olsa bile geniş bir onay alacak belli
yaygın ilkelerden çıkarılmalıdır. Burada üzerinde durulacak ilk şey, her iki
eşin de tüm kişiliğini kucaklayan ve her ikisini de zenginleştirip yücelten o
derin ve ciddi aşktan kadın ve erkekte olabildiğince çok bulunmasıdır. İkinci
önemli şey çocukların ruhsal ve bedensel bakımının yeterli şekilde
sağlanmasıdır. Bu ilkelerin her ikisinde de şaşkınlık yaratacak bir şey yok
ayrıca bu iki ilkeden kalkılarak geleneksel yasada belli değişikliklerin
yapılmasını savunuyorum. Birçok kadın ve erkek şimdiki durumda evliliğe
taşıdıkları aşkta içten ve eli açık değildirler. İlk yıllarda yasaklarla daha
az sınırlandırılsalardı böyle olmazdı. Ya daha önceden edindikleri eğilimler
yok ya da bu deneyimleri kacak ve olumsuz yollarda ediniyorlar. Daha da öte
kıskançlık ahlakçılarca cezalandırılacak bir şey olmasına karşın gene de
birbirlerini karşılıklı zindanda tutuyorlar. Elbette karı ve kocanın birbirlerini
aldatmayacak kadar çok sevmeleri pek güzel bir şey ama bundan daha güzel olan
aldatma eğer gerçekleşirse bir felaket olarak düşünülmemesi ve diğer cinsle
arkadaşlığı engelleyecek düzeye çıkarılmamasıdır. Özgürlüğe karşılıklı
kısıtlamalar getirmekle, yasalarla ve korkuyla güzel bir yaşam sağlanamaz. Tüm
bunlar söz konusu olmadan bir bağlılık sağlanırsa iyi, ama bunlara yüksek bir
fatura ödemek yerine biraz fedakârlıkta bulunup arasıra gerçekleşecek
kaçamaklara karşılıklı hoşgörü göstermek daha iyi. Hiç kuşku yok ki bedensel
bağlılık olduğu durumlarda bile karşılıklı kıskançlık evlilikte mutsuzluk
yaratır. Oysa derin güçlü ve sürekli bir sevgiye duyulan güven bu sonucu
doğurmaz.
Kendini erdemli sayan birçok
anababanın çocuklarına karşı yükümlülüklerini hafife almalarını doğru
bulmuyorum. Bugünkü veri sistemde iki büyüklü (ebeveyn) ailede çocuk olur olmaz
her ikisinin de görevi evliliği ellerinden geldiğince dengeli kılmak için çaba
harcamaktır, bu bir öz denetim gerektirse bile. Fakat buradaki öz denetim gelenekçi ahlakçıların öne
sürdüğü gibi aldatmaya yönelik tüm içtepileri dizginlemeyi içermemekte,
kıskançlık, öfkelenme, buyuruculuk gibi içtepileri içermektedir. Hiç şüphesiz
anababa arasındaki sık sık yapılan ciddi tartışmalar çocukta sinir bozukluklarına
neden olur. Bu nedenle böylesi tartışmaları engelleyecek ne varsa o
yapılmalıdır. Bunun yanında eşlerden biri ya da her ikisi öz denetimi
başaramayıp anlaşmazlıkları çocuklardan gizlemiyorlarsa evliliğin sona ermesi
çok daha iyidir. Evliliğin bozulması her zaman çocuk için karşılaşabileceği en
kötü şey değildir, aslında huzursuz evlerde çocuğun karşılaştığı, bağırıp
çağırmalardan, kötü suçlamalardan hatta kaba kuvvet kullanma gibi şeylerden çok
daha iyidir.
Daha fazla özgürlüğün aklıselim sahibi savunucusu
dileklerinin, yetişkinleri hatta delikanlıları tüm ahlakçıların onlara verdiği
eski kısıtlayıcı ilkelerden arındırıp içtepilerini başıboş bırakarak bir anda
başarıya ulaşamayacağını bilir. Bu gerekli bir evredir, aksi halde bunlar aynı
berbatlıkta onların çocuklarına da geçecektir, ama yalnızca bir evredir. Aklı
başında bir özgürlük ilk yıllarda öğrenilebilir aksi halde bütün kişiliği saran
değil yüzeysel, ayağı yerden kesik bir özgürlük sağlanabilir. Saçma sapan
içtepiler bedensel aşırılıklara neden olurken ruh prangaya vurulmuş olarak
kalıyor.
En
baştan adam gibi eğitilmiş içgüdü, Kalvinistik ilk günah eğitiminden çok daha
iyi sonuç verir, fakat bu eğitimin kötü etkilerine bir kez izin verildi mi
sonraki yıllarda bu eğilimi silmek oldukça güç olacaktır. Psikoanalizin
dünyamıza sağladığı yaraların en önemlisi ilk çocuklukta konulan yasakların
kötü etkilerini sergilemesidir ve kötü etkileri silmek uzun bir psikoanalitik
tedavi gerektirir. Bu sadece herkesin görebildiği sinir hastalan için söz konusu
değildir. Aynı zamanda son derece normal görünen kişiler için de geçerlidir.
Yaşamlarının ilk yıllarında gelenekçi eğitim gören her on kişiden dokuzu bence
evliliğe ve cinsiyete karşı genel olarak aklı başında bir tutum takınmayacak
hale getirilmektedir. Benim en iyi dediğim tutum ve davranışlar bu kişilerce
imkânsız diye geri çevrilmiştir. Yapılabilecek en doğru şey onlara uğradıkları
yıkımları anlatmak ve çocuklarının aynı zarara uğramamaları doğrultusunda
onları ikaz etmektir.
Her şeye izin veren
bir öğreti öne sürmek istemiyorum, benim öğretim de tamı tamına geleneksel
öğretinin gereksindiği kadar öz denetim istemektedir. Fakat buradaki öz
denetim kişinin kendi özgürlüğüne sınır koyması değil, başkalarının
özgürlüklerine karışmaktan kendini sınırlamasıdır.
Bence bu amaca
yönelik doğru bir eğitimle işe başlanırsa başkalarının kişiliğine ve
özgürlüğüne saygı kolayca sağlanabilir. Fakat birçoğumuz gibi erdem adına
başkalarının hareketlerine karşı çıkma hakkına sahip olduğumuz inancıyla
yetişen kişilerin kuşkusuz zulmün bu sevimli biçiminden kurtulmaları oldukça
zor, hatta imkânsız. Buradan küçüklüklerinde daha az baskıcı ahlakla yetişenler
için de olanaksız olacağı sonucu çıkartılmamalıdır. İyi evliliğin özünde
eşlerin birbirlerine saygı göstermekle, bedensel, düşünsel ve ruhsal derin
içtenlik vardır ki bu kadın ve erkek arasında tüm insan edimlerinin en
verimlisi olan aşkı yaratır. Böylesi aşk tüm büyük ve değerli şeyler gibi kendi
özel ahlakını gereksinir ve çoğunlukla bazen az, bazen çok bir özveri ister. Ne
var ki gerçekleştirilen bu fedakârlık yürekten yapılmazsa aşkın temellerini
çökertir.
Sh:184-200
Kaynak: EVLİLİK ve AHLAK Bertrand
Russell , [1929. Marriage and Morals. London: George Allen & Unwin.]
Türkçesi : Vasıf Eranus , Birinci Baskı Ocak 1983, İstanbul
NEDEN HIRİSTİYAN DEĞİLİM
(Why I am Not a Christian an Examination of the God‐Idea and Christianity)
BERTRAND RUSSELL
(Why I am Not a Christian an Examination of the God‐Idea and Christianity)
BERTRAND RUSSELL
Çeviren: ENDER GÜROL
Bu yazı, ilkin 6
Mart 1927 de Londra’daki bir toplanTIda okunmuştur.]
Bugün ele alacağım
konu, “Neden Hristiyan değilim?” adını taşıyor, ilkin “Hristiyan” sözünden ne
anlaşıldığını belirtmek iyi olur sanırım. Bugün bu kelime çoğu kimse
tarafından gelişigüzel kullanılmaktadır. Bazıları, iyi bir hayat sürmeğe
çalışan kimse olarak görüyor sadece. Bu anlamda, sanırım bütün dinlerde ve
mezheplerde Hristiyan denecek kimselerin olması gerekecek; ama bunun,
kelimenin esas anlamı olduğu kanısında değilim, çünkü Budistler,
Konfüçyüsçüler, Müslümanlar gibi Hristiyan olmayan birçok insanlar da iyi bir
hayat yaşamağa çalışmaktadır. Hristiyan’dan anladığım, kendi içine doğan
ışıkların kılavuzluğu altında yaşamağa çalışan kimse değildir. Kendinize
Hristiyan diyebilmeniz için önce belli bir ölçüde kesin inancınızın olması gerektiğini
sanıyorum. Bu kelime St. Augustine veya St. Thomas’ın zamanındaki anlamı
taşımamaktadır bugün. O günlerde, biri Hristiyan’ım dediği zaman, ne
demek istediği açıkça anlaşılırdı. Büyük bir kesinlikle açıklanmış bir
inançlar topluluğunu kabul ediyordunuz demekti, bu inançların her bir noktasına
bütün gönlünüzle inanıyorsunuz demekti.
Bugünkü anlamı biraz
değişti. Hıristiyanlıktan anladığımız bugünkü anlam daha bir belirsiz. Bununla
birlikte, kendine Hristiyan diyen kimsenin iki ayrı özelliğe sahip olması
gerekmektedir. Bunlardan biri, dogmatik niteliktedir Tanrıya ve ruhun
ölümden sonra yaşadığına inanmanız gerektir. Bu iki şeye inanmıyorsanız,
Hristiyan’ım diyemezsiniz. Sonra, İsâ konusunda da bazı şeylere inanmanız
gerektir. Örneğin, Müslümanlar da Tanrıya ve ruhun öldükten sonra yaşadığına
inanırlar, ama kendilerine Hristiyan demiyorlar. Hiç olmazsa, İsâ’nın, Tanrı
değilse bile, insanların en iyisi ve en bilgesi olduğuna inanmanız gerekir.
Buna da inanmazsanız kendinize Hristiyan demenize hakkınız yoktur. Almanaklarda
veya coğrafya kitaplarında bu-kelimenin ayrı bir anlamı yok değildir, dünyanın
nüfusunu, Hristiyan, Müslüman, Budist veya fetişistler v.s. diye ayırmaktadırlar;
bu anlamda Tabii hepimiz Hristiyan oluyoruz. Coğrafya kitapları hepimizi içine
alıyor, ama bu sadece coğrafya ile
ilgili bir konu olduğu için gözönüne getirmeyebiliriz. Bu yüzden, sizlere,
Hristiyan değilim derken, iki noktayı gözönünde tutmamız gerekiyor; birincisi
Tanrıya ve ruhun ölümden sonra yaşadığına niçin inanmadığımdır; İkincisiyse,
her ne kadar İsâ’yı büyük bir ahlâkçı olarak kabul ediyorsam da, insanların
niçin en iyisi ve bilgesi olmadığıdır.
Geçmişte, Tanrıya
inanmayanların başarılı birtakım çabaları olmasaydı, Hıristiyanlığın bu denli
esnek bir tanımını yapamazdım. Demin de dediğim gibi, bu kelime eskiden daha
çok şey ifade ediyordu, örneğin, cehenneme inancı kapsıyordu. Yakın zamanlara
kadar sonsuz cehenneme inanç, Hıristiyanlığın temel bir konusuydu.
İngiltere’de bildiğiniz gibi, Meşveret Meclisinin bir kararıyla temel
niteliğinden çıkmıştır, Canterbury Başpiskoposuyla York Başpiskoposu bu kararı
kabul etmemişlerdir; ama bizim ülkemizde dinimiz Parlâmentodan çıkan bir
Kanun’la düzenlenmektedir, bu bakımdan Meşveret Meclisi piskopos hazretlerine
kulak asmadan, cehennem kavramını Hristiyan için gerekli kılmamıştır. Böylece
Hristiyan’ın cehenneme inanması gerektiği üstünde durmayacağım.
Tanrının varlığı
konusu büyük ve ciddİ bir sorundur, doğru dürüst ele alabilmem için, İsâ
yeniden gelinceye kadar sizleri burada tutmam gerekir, bu bakımdan, oldukça
kısa bir özetini yaparsam, beni bağışlayacağınızı umarım. Katolik Kilisesinin,
Tanrının varlığının, sadece akılla doğrulanabileceği dogmasını koymuş olduğunu
bilirsiniz Tabii. Bu oldukça acayip bir dogmadır, ama onların dogmalarından
biridir. Bunu koymalarına sebep, bir zamanlar, özgür düşünürler’in, Tanrının
varlığına karşı aklın ileri sürebileceği filân falan kanıtlar olduğunu, ama
Tanrının varlığını inançlarıyla kavradıklarını söylemeyi âdet edinmiş
olmalarıydı. Kanıtlar ve sebepler, uzun uzun ortaya konmuş, Katolik Kilise ise
bunlara bir son verilmesi zorunluluğunu duymuştu. Bu yüzden Tanrının
varlığının akılla tek başına doğrulanabilir olduğunu söylemişler ve bunu
doğrulamak için kanıt diye düşündükleri bazı şeyler ileri sürmüşlerdir. Tabii
bu kanıtlar çoktur, biz sadece birkaçını ele alacağız.
Anlaşılması en kolay
ve basit olan ilk Neden’dir herhalde. (Buna göre, bu dünyadaki herşeyin bir
nedeni vardır, ama bu nedenler zincirinde gittikçe geriye gidecek olursanız
ilk Neden’e varırsınız, bu İlk Neden’e de Tanrı denmektedir.) Bu muhakeme,
günümüzde büyük önem taşımamaktadır, çünkü bir kere, neden dediğimiz şey,
eskiden nedenden anlaşılan şey değildir artık. Filozoflar ve bilim adamları
nedensellik üstünde çalışmışlardır, ama bugün eskisi gibi önem taşımamaktadır;
ayrıca bir İlk Neden muhakemesinin geçerli olmadığını da görebilirsiniz.
Gençken ve bu sorunlar üstünde ciddİ olarak kafamı yorarken uzun bir süre ilk
Neden muhakemesini benimsemiştim, sonunda, bir gün 18 yaşında John Stuart
Mill’in kendi hayat hikâyesini okudum; orada şu cümleyle karşılaştım: “Babam bana “Beni
kim yarattı?” sorusunun cevaplandırılamayacağını öğretti, çünkü bu soru başka
bir soruya yol açıyordu hemen, “Tanrıyı kim yarattı?” sorusuna.” Bu basit cümle, ilk
Neden muhakemesinin yanlışlığını öğretti, hâlâ da böyle düşünmekteyim. Her
şeyin bir nedeni olması gerekiyorsa, Tanrının da bir nedeni olması gerektir. Nedensiz
herhangi bir şey olabilirse, dünya Tanrının kendi de olabilir, böylece bu
muhakemenin geçerli yanı kalmaz. Bu, Hindu’ların görüşüne benzer, onlara göre
dünya, bir fil üstünde durmaktadır, filse bir kaplumbağanın. “Peki, ya
kaplumbağa?” diye sorulunca, Hintli, “Konuyu değiştirsek nasıl olur?” diye
cevap vermiştir. Bu muhakeme de hemen hemen berikiyle aynı. Dünyanın
nedensiz o1arak meydana gelmemesi için bir sebep yok; aynı şekilde
ezeldenberi var olmuş da olabilir. Dünyanın bir başlangıcı olması için
sebep yok. Nesnelerin bir başlangıcı olması fikri, hayal gücümüzün
yoksulluğundan olsa gerek. Bu yüzden, ilk Neden muhakemesi konusunda fazla
durmayabilirim.
Tabiat kanunundan da
sık sık görülen bir muhakeme çıkmaktadır. Bu muhakeme, bütün onsekizinci
yüzyıl süresince, özellikle de Sir Isaac Newton’un etkisi altında, gözde bir
düşünüş yoluydu, insanlar, gezegenlerin güneşin çevresinde çekim kanununa göre
döndüğünü gözlemişlerdi, Tanrı bu şekilde dönmelerini buyurduğundan, bu
gezegenler böyle dönmek zorundaydılar. Bu, Tabii, onları, çekim kanunun
açıklamasından kurtaracak olan uygun ve basit bir açıklamaydı. Günümüzde, çekim
kanununu, Einstein’ın getirmiş olduğu, oldukça karmaşık bir şekilde
açıklıyoruz. Sizlere, Einstein’ın çekim kanunu üstünde ders verecek değilim,
çünkü o da epey uzun zaman alır. Bilinmesi gereken şu var ki, günümüzde artık
Newton’un sistemindeki tabiat kanunu geçerli değil, Newton’un sisteminde,
kimsenin anlayamayacağı bir sebepten dolayı, tabiatın bir örnek bir hareketi
vardı. Tabiat kanunları sandığımız birçok şeyin, bugün, aslında insanın
alışkanlıkları olduğunu görüyoruz. Yıldızlar uzayının en uzak derinliklerinde
bile ölçülerin aynı olduğunu biliyorsunuz. Bu elbette ki ilginç bir olgu, ama
tabiat kanunu diyemezsiniz buna. Tabiat kanunları diye bakılan birçok şey de bu
cinsten, öte yandan, atomların nasıl hareket ettiğini görecek olursanız,
insanların sandığından ayrı olarak bu atomların tabiat kanununa boyun
eğmediğinin farkına varırsınız, vardığımız kanunlar istatistik birtakım
ortalamalardır ki, tesadüfi olabilirler. Hepimiz biliriz, zar attığınızda
düşeş gelmesi için otuzaltı atışta bir ihtimal vardır, buna, zarın herhangi bir
niyetle ayarlanmasının kanıtı olarak bakmıyoruz; tersine, her atışımızda
düşeş gelecek olsaydı, o zaman bunun ardında bir niyet olduğuna inanırdık.
Tabiat kanunlarının çoğu bu durumdadır. Tesadüf kanunlarından çıkan istatistik
ortalamalardır; bu da tabiat kanunu konusunu eskisinden çok daha anlamsız
yapmaktadır. Yarın değişebilecek olan bilimin geçici durumu bir yana, tabiat
kanunlarının, bir kanun koyucusunu gerektirdiği fikri, tabiat ve insan
kanunları arasındaki bir karışıklıktan doğmuştur. İnsan kanunları, size belli
bir şekilde davranmanızı söyleyen, belli bir şekilde davranabileceğiniz veya
davranmayacağınız, emirlerdir, ama tabiat kanunları nesnelerin aslında nasıl
hareket ettiklerini anlatır, aslında ne yaptıklarının sırf bir gözlemi olduğu
için de, onlara bu şekilde davranmasını söyleyen bir kimse olması gerektiğini,
ileri süremezsiniz, çünkü böyle bile olsa o zaman şu soru çıkar karşınıza;
“Tanrı niçin filân kanunu çıkardı da falan kanunu çıkarmadı?” Tanrının bunu
sırf kendi canı öyle istediğinden yapmış olduğunu, herhangi bir nedene dayanmadığını
söyleyecek olursanız, o zaman kanuna tâbi olmayan bir şeyin var olduğunu
düşüneceksiniz, böylece tabiat kanunu silsileniz bozulmuş olacaktır. Koyu dindarların
dediği gibi, Tanrının filân kanunu koyup, falan kanunu koymamasında bir hikmet
vardır derseniz sebebin Tabii, en iyi evreni yaratmak olduğunu düşünürseniz
Tanrının koyduğu kanunlarda bir sebep olsaydı, o zaman Tanrının kendi de kanuna
tâbi olması gerekirdi, denebilir. Bu bakımdan, Tanrıyı araya sokarak herhangi
bir fayda elde etmiş olmuyorsunuz. Tanrısal buyrukların dışında ve ondan önce
bir yasa vardır gerçekte, Tanrı sizin amacınıza hizmet etmemektedir, çünkü
kendi, En Son-Kanun Koyucu değildir. Kısacası, bu tabiat kanunu muhakemesinin
eski gücü kalmamıştır. Muhakemeleri gözden geçirirken, zaman içinde
yolculuğuma devam etmekteyim. Tanrının varlığını doğrulamak için ileri sürülen
kanıtlar zaman geçtikçe niteliklerini değiştirmektedirler. İlkin kesin
birtakım yanlışlar taşıyan, sert birtakım zihin muhakeme yolları vardı. Modern
çağlara gelince, bunlar aydınlarca saygı görmemeğe başladı, ve ahlâkçılık
belirsizliğine büründü.
Bu süreçte
atacağımız bundan sonraki adım, bizi niyet’e getiriyor. Hepiniz bilirsiniz
niyetten çıkarılan muhakemeyi: dünyadaki her şey bizim yaşayabilmemiz için
yapılmıştır, dünyada kıl kadar bir değişiklik olsa, üzerinde yaşayamayız.
Niyetten çıkarılan muhakemedir bu.. Bu, bazen acayip bir şekle de bürünür:
örneğin tavşanların beyaz kuyruğu olması, daha iyi vurulabilsinler diyedir.
Tavşanların bu konuda neler düşüneceğini kestiremiyorum. Kolaylıkla a’aya
alınabilecek bir muhakemedir bu. Voltaire’in sözünü bilirsiniz hepiniz, burnun
gözlük takılabilmesi için yaratılmış olduğunu söylemişti. Bu çeşit alay,
onsekizinci yüzyıldaki kadar gülünç değil, çünkü Darwin’den beri, canlı
yaratıkların ortamlarına niçin uyduğunu daha iyi anlamış bulunuyoruz.
Ortamları onlara değil, kendileri ortama uyabilecek şekilde meydana
gelmişlerdir, ortama uymanın temeli de budur. Bunda herhangi bir niyetin
olduğunu gösterecek bir taraf yoktur.
Niyet muhakemesine
yakından bakacak olursanız, milyonlarca yıldır bu dünyanın, Hâkimi Mutlak,
Kâdiri Mutlak tarafından, içindeki bütün şeylerle birlikte, bütün kusurlarıyla
en iyi şekilde yaratıldığına inanıldığını görmek, insanı hayretler içinde
bırakıyor. Ben kendim bir türlü inanamıyorum buna. Sizlere dünyayı mükemmelleştirmek
için Hâkimi Mutlak ve Kâdiri Mutlak nitelikleri verilseydi, milyonlarca
yıldır, Ku-Klux-Klan veya Faşistlerden daha iyi şey yaratamayacağınızı sanır
mısınız? Üstelik, bilimin normal kanunlarını kabul edecek olursanız,
gezegenimiz üstündeki hayatın ve insan hayatının ergeç sönüp gideceğini
düşünmeniz gerek; çökmenin belli bir safhasında protoplâzmaya uygun bir ısı
derecesi ve başka şartlar oluyor, bütün güneş sisteminin hayatında kısa bir
ömür çıkıyor ortaya. Yeryüzünün gidişini ayda görmek mümkün; ölü, soğuk ve
cansız...
Bu görüşün insanın
içini öldürdüğü söyleniyor, bazıları size, insanın yaşayacağına olan inancının
kaybolması halinde, artık yaşayamayacağını söylerler. İnanmayın; söyledikleri
hep saçmadır. Kimse, bundan milyon yıl sonra neler olacağını umursamaz.
Düşünseler bile, boşuna kafa yormuş olurlar, sadece kendilerini aldatırlar, o
kadar. Onlar daha çok bu dünya ile ilgili sebepler yüzünden ya da sindirim
bozukluğundan kaygılanmaktadırlar: ama bu dünyanın başına bundan milyonlarca
yıl sonra gelebilecek bir şey için kimsenin ciddİ bir şekilde aldırdığı yoktur.
Bu yüzden, her ne kadar hayatın kaybolup gideceği görüşü karanlık bir
düşünceyse de her ne kadar insanların kendi hayatlarını kullanış şekillerini
gördükçe bir avuntu duyuyor gibiysem de, hiç değilse, bunun böyle olacağını
tahmin edebiliriz hayatı yaşanmaz hale getirecek bir şey değildir. Sadece
dikkatinizi başka şeylere yöneltecektir.
Şimdi başka bir
safhaya geçiyoruz. Bu safhayı, Teistlerin (Tanrıya inananların) tartışmalarında
zihin seviyesi bakımından bir düşüş gibi görüyorum; burada, Tanrının varlığını
doğrulamak için ahlâkî kanıtlar denen şeye gelmiş oluyoruz. Tabii hepiniz
bilirsiniz, eskiden Tanrının varlığını doğrulamak için üç zihin muhakemesi
vardı, bunların hepsi de Saf Aklın Tenkidi adlı eserinde Kant tarafından
ortadan kaldırılmıştır; ama bu kanıtları ortadan kaldırır kaldırmaz, kendisi,
yeni bir kanıt ortaya çıkarmıştır, bu; ahlâkî muhakemedir, kendisi de
tamamıyla inanmıştır buna. O da herkes gibiydi; zihin meselelerinde şüpheciydi,
ama ahlâkî konularda annesinin dizi dibinde almış olduğu ilkelere kayıtsız
şartsız inanıyordu. Bu, psikanalistlerin ısrarla üstünde durdukları şeyi
gösteriyor: ilk çağrışımlarımızın sonrakilerden alabildiğine daha güçlü olarak
karşımıza çıktığını.
Kant, dediğim gibi,
Tanrının varlığını doğrulamak için yeni bir ahlâkî muhakeme uydurmuştur, bu da
türlü biçimlerde, ondokuzuncu yüzyıl boyunca pek gözde bir muhakeme olmuştur.
Türlü biçimlere girmiştir. Biri, Tanrı var olmadıkça doğru veya yanlış hareket
diye bir şey olamayacağıydı. Şu anda iyilikle kötülük arasında bir ayrılık
olup olmadığı konusunu tartışmıyorum, ayrı bir sorundur bu. Burada beni
ilgilendiren şey; iyilikle kötülük arasında bir ayrılık olduğundan eminseniz,
durumunuzun nasıl olacağı, bu ayrılık, Tanrının buyruğundan mı ileri
gerektedir, yoksa değil mi?
Eğer Tanrının
buyruğu yüzündense, o halde Tanrının kendi için iyilikle kötülük arasında bir
ayrılık yoktur, bu bakımdan, Tanrı iyidir demenin bir anlamı kalmamaktadır.
İlâhiyatçıların dediği gibi, Tanrı iyidir derseniz, o zaman iyilikle kötülüğün
Tanrının buyruğuna bağlı olmayan bir anlamı olması gerekir, çünkü Tanrının
buyrukları, Onun yapmış olmasına bağlı olmaksızın kötü değil, iyidir. Böyle söyleyecek
olursanız, iyilikle kötülüğün sadece Tanrı tarafından yaratılmadığını,
öz bakımından mantıken Tanrıdan önce olduğunu kabul etmeniz gerekecektir. Tabii
isterseniz, bu dünyayı yaratan Tanrıya emir veren başka üstün bir tanrısal
varlık olduğunu söyleyebileceğiniz gibi sık sık bana mümkün gibi gelen bir şey
olan bazı gnostiklerin düşündüğü gibi, Tanrının bakmadığı bir ara bu dünyayı
Şeytan yaratmış diyen görüşe de katılabilirsiniz. Bu konuda söylenecek pek
çok şey var, ama bunu reddetmenin yeri değil şimdi burası.
Pek tuhaf bir ahlâkî
muhakeme de şudur: dediklerine göre, dünyaya adalet getirilmesi için Tanrının
varlığı şarttır. Evrenin bildiğimiz bu yanında büyük adaletsizlik vardır,
çoğu zaman, iyi, acı çeker; kötü, güzel hayat sürer, bunların hangisinin daha
kötü olduğunu söylemek kolay değildir; ama bir bütün olarak evrende adaletin
kurulması gerekiyorsa, bu yeryüzündeki hayata denge teşkil etmesi için,
gelecek bir hayatın varlığını kabul etmek gerektir. Bu yüzden bir Tanrı olması
gerektiğini söylüyorlar, eninde sonunda adaletin kurulabilmesi için cennet ve
cehennem de gerekmektedir bu durumda. Bu pek tuhaf bir muhakemedir, işe bilimci
gözüyle bakacak olursanız şöyle derdiniz: ‘‘Ne de olsa bütün bildiğim dünya, bu
dünya. Evrenin geri kalan bölümünden bir şey bildiğim yok, ama insanlar
ihtimaller üstünde düşünebildiği süre, bu dünyanın güzel bir örnek olduğu,
burada adaletsizlik varsa, başka yerde de varlığının pek muhtemel olduğu
söylenebilir. “Bir portakal sandığını açtınız farz edelim, üzerindeki bütün
portakalların kötü olduğunu gördünüz, altındakiler iyi olmalı ki, denge teşkil
etsin”, demezsiniz. "Herhalde hepsi de kötü” diyeceksinizdir; bilimci
bir göz de evren için böyle düşünecektir. Şöyle diyecektir: “Burada, bu
dünyada çok adaletsizlik var, bu böyle olduğuna göre, dünyada adalet yoktur;
böylece bir tanrısal varlığın lehine değil, aleyhine ahlaksal bir kanıt çıkmış
oluyor.” Sizlere anlatmakta olduğum bu zihin muhakemelerinin gerçekte insanları harekete
getirmediğini Tabii biliyorum. İnsanları Tanrıya inanmağa götüren şey, hiç de
bir zihin muhakemesi değildir. Çoğu insanın Tanrıya inanması küçük yaştan öyle
yetiştirildikleri içindir, başlıca sebep budur.
Sonra en güçlü
sebeplerden birinin de, güven duygusu olduğunu sanıyorum; size bakacak,
koruyacak kuvvetli bir ağabeyinizin olmasını istersiniz. Bu insanların Tanrıya
inanma isteklerini etkileyen en derin etkenlerden biridir.
Rasyonalistler
tarafından yeteri kadar ele alınmamış olan bir konu üstünde birkaç söz söylemek
istiyorum; bu İsa’nın insanların en iyi ve en bilgesi olup olmadığı sorunudur.
Bunun böyle olduğunu peşinen kabul etmemiz gerektiği sanılıyor genellikle. Ben
öyle sanmıyorum. Dindar Hıristiyanlardan belki de daha çok İsa ile anlaştığım
bir sürü nokta var. Yolun sonuna kadar onunla birlikte gidebilip gidemeyeceğimi
bilmiyorum, ama dindar Hıristiyanların çoğundan daha uzun yol alabilirim
birlikte. Hatırlarsınız, İsa şöyle demişti: “Kötüye karşı direnmeyin, sağ
yanağınıza vururlarsa, sol yanağınızı çevirin.” Bu yeni bir ilke
veya ahlâk kuralı değildir. İsa’dan beş altı yüzyıl önce Lao-Tze ve
Buddha tarafından söylenmişti, ama bu Hıristiyanların benimsediği bir şey
değildir. Örneğin şimdiki Başbakan Stanley Baldwin’in samimi bir
Hristiyan olduğundan hiç şüphem yok, ancak aranızdan hiçbirine, gidip de onun
sağ yanağına tokat atmanızı tavsiye etmem. Bu metnin mecazi anlamda
söylendiğini düğünmüş olabileceğinizi sanıyorum.
Pek hoş bulduğum
başka bir nokta daha var. İsâ şöyle demişti: “Yargılamayın ki, siz de yargılanmayasınız.” Hristiyan
ülkelerinin mahkemelerinde gözde olacak bir ilke olduğunu sanmıyorum bunun.
Benim samanımda, gerçekten Hristiyan birçok yargıç vardı, davranışlarında
Hristiyan ilkelerine karşı hareket ettiklerini sananını görmedim. Sonra İsâ
şöyle der: “Senden isteyene ver, borç isteyeni geri çevirme.” Bu pek iyi bir
ilkedir.
Burada siyasetin
yeri değilse de, son genel seçimlerde genel tartışma konusu, senden ödünç
isteyeni geri çevirip çevirmemek konusuydu, bu bakımdan ülkemizdeki
liberaller ve muhafazakârların İsâ’nın söyledikleriyle uyuşmadığını düşünmemiz
gerekiyor, çünkü o durumda ödünç isteyenlere karşı sırt çevirmişlerdi.
Büyük anlam
taşıyan bir özdeyişi daha vardır İsâ’nın, ama Hristiyan dostlarımız nedense
pek tutmazlar onu. Şöyle der: “Mükemmel olmak istiyorsan, neyin var
neyin yoksa git sat, yoksula ver.” Bu pek güzel bir özdeyiştir, ama dediğim
gibi, uygulandığı yoktur pek. Bütün bunların, uygulanması güçse de, iyi
özdeyişler olduğunu sanıyorum. Ben kendim de uyguladığımı söylemiyorum ; ama
bir Hristiyan’ın uygulamaması ile benim uygulamamam arasında tabii ayrılık var
ne de olsa.
Bu özdeyişlerin
mükemmel olduğunu kabul ettikten sonra, Incil’lerde söylenilen en üstün
bilgelik ve iyilik’in İsâ’ya atfolunabileceğine inanmıyorum; burada tarihsel
bir sorunla ilgili değiliz. Tarihsel
bakımdan İsâ’nın yaşamış olup olmadığı tamamıyla belirsizdir, yaşamış olsa
bile, hayatı konusunda hiçbir şey bilmiyoruz, bu bakımdan pek güç olan
tarihsel sorunla ilgilenmiyorum. İncillerdeki İsa’yı ele alıyorum,
İncilleri olduğu gibi inceleyecek olduğumuzda, bilgece olmayan birtakım şeyler
buluyoruz. Bir kere, İsa’nın ikinci gelişi, o sırada yaşayan herkesin
ölümünden önce olacaktı; haşmetle bulutlar arasından inecekti. Bunu
doğrulayacak birçok metin vardır. Örneğin şöyle der: “İnsanın Oğlu
gelmedikçe, İsrail’in şehirlerine gitmeyeceksiniz.” Sonra şöyle der: “İnsanın Oğlu,
ülkesine varıncaya dek ölümü tatmayacak olanlar var aranızda”; ikinci gelişinin o
sırada yaşayanların hayatında geleceğine inandığını gösteren daha birçok yerler
vardır. İlk izleyicilerinin inancı buydu, ahlaksal vaazlarının çoğunun temeli
de buydu.. “Yarını düşünmeyin” gibi sözler söylemesi, ikinci gelişin çok
yakında olduğunu ve dünya işlerinin büyük önemi olmadığını sandığı içindi.
İkinci gelişin pek yakın olduğunu söyleyen birkaç Hristiyan tanıdım. Bir köy
papazı vardı, cemaatini, ikinci gelişin pek yakın olduğunu söyleyerek
korkutuyordu, ama papazın bahçesinde ağaç diktiğini görünce, halkın içi
bayağı rahatlamıştı. İlk Hıristiyanlar gerçekten inanıyorlardı buna, ve
bahçelerine ağaç dikmekten çekiniyorlardı, çünkü İsa’nın ikinci gelişinin pek
yakın olduğuna inanıyorlardı. Bu bakımdan, başka bilge kişiler kadar bilgelik
göstermediği, başka bakımlardan da en üstün bilge olmadığı açıktır.
Şimdi de ahlâkî
sorunlara geliyoruz. Bence İsa’nın ahlâkî kişiliği konusunda pek ciddî bir
kusur var, o da cehenneme inanması. Gerçekten tam anlamda insan olan
kişinin, sonsuz cezaya uğrayacağına inanamayacağını sanıyorum. İsa, İncil’de
anlatıldığına göre, sonsuz cezaya inanıyordu, vaazlarına kulak vermeyen
kimselere karşı kinli bir öfke görülmektedir, bu, vâizlerde sık görülen bir davranış
olmasına rağmen, en üstün mükemmeliyete uymamaktadır. Sokrates’te böyle bir
davranış bulamazsınız örneğin. Kendi sözlerini dinlemeyen kimselere, pek
tatlı ve uysal davrandığını görürsünüz; bence bir bilge kişi için, kinle karışık
bir öfkeye kapılmaktansa, bu şekilde davranmak daha çok yakışır. Sokrates’in
ölürken söylediklerini hatırlarsınız herhalde, kendisiyle anlaşmayan kimselere
karşı davranışını da unutmamışısınızdır.
İncil’de İsâ’nın
şöyle dediğini bilirsiniz: “Ey siz yılanlar, engerek yılanları, cehennemin
lanetinden nasıl kurtulacaksınız?” Va’zını beğenmeyen kimselere söyleti bu
sözleri. Bunun iyi bir davranış olduğunu inanmıyorum, cehennem konusunda daha
birçok şeyler söylemiştir. Tabii Ruh-ül Kudüs’e karşı işlenen günah konusunda
hepinizin bildiği bir metin vardır: “Ruh-ül Kudüs’e karşı söz söyleyen
kimseler, ne bu dünyada, ne de ötekisinde bağışlanacaktır.” Bu sözler, dünyada
dile getirilemeyecek kadar çok felâkete yol açmıştır; çünkü, her tür insan,
Ruh-ül Kudüs’e karşı günah işlemiş olduğunu sanmıştır, ve ne bu dünyada, ne de
gelecekteki dünyada affolunmayacaklarını düşünmüşlerdir. Yaradılışında
yeterli bir acıma duygusu olan bir kimse, dünyaya bu çeşit korku ve dehşet
salmazdı sanırım.
İsâ şöyle der: “insanın
Oğlu, meleklerini gönderecektir, ülkesinden, suç işleyenleri, kötülük edenleri
toplayıp bir ateş fırınına atacaktır; orada inlemeler ve diş gıcırdatmaları
duyulacaktır.” Bu inleme ve diş gıcırdatma üstünde daha bir süre
konuşmaktadır. Her satırda aynı şey devam etmektedir, okuyucuda, sanki bu
inleyip sızlamadan bir zevk alıyormuş, yoksa bu kadar üstünde durmazmış gibi
bir izlenim uyandırmaktadır. Sonra, koyunlarla keçiler hakkında ne dediğini
hatırlarsınız; ikinci gelişinde keçilerle koyunları birbirinden ayırırken keçilere
şöyle diyecektir: “Gidin benden, siz ey lânetliler, sonsuz ateşe girin.”
Şöyle devam eder: “Ve bunlar a onsuz ateşe gireceklerdir.” Şöylece ekler: “Eliniz
suç işlerse, kesip atın onu; hiçbir zaman dinmeyecek olan ateşe bu elle girmektense,
hayatta sakat olarak kalmak yeğdir”, “orada solucan bile ölmez, ateş hiçbir
zaman dinmez.” Bunu defalarca söylemektedir. Bütün bu öğreti, cehennem
ateşinin günahın cezası olduğu, bir zulüm öğretisidir. Dünyaya zalimlik
getirmiş olan ve nesiller boyunca salim işkencelere sebep olmuş olan bir
öğretidir; vakanüvislerinin İncillerde gösterdiği gibi ele alınırsa, bunun
sebebinin kısmen İsâ’nın kendi olmuş olduğu görülür.
Daha az önemi olan
başka şeyler de vardır. Gadarene domuzlarının örneği vardır, domuzların içine
şeytan sokup da bayır aşağı denize doğru sürülmelerine bırakmak pek
merhametlice bir davranış değildir. Unutmayın ki, kendi kâdiri mutlakdı,
isteseydi şeytanları koyabilirdi; oysa, onları domuzların içine göndermiştir.
Sonra şu acayip incir ağacı hikâyesi vardır, beni her saman şaşırtmıştır.
İncir ağacına olanları hatırlarsınız. “Karnı açtı; uzaktan bir İncir ağacı
gördü, üzerinde meyve bulurum umuduyla yanaştı; yanına yaklaştığında yapraktan
başka bir şey görmedi, çünkü incir zamanı daha gelmemişti.” İsâ şöyle cevap
verdi: “Hiçbir insan bundan böyle senden meyve yemeyecektir,”... Petro da ona şöyle
dedi: “Bakın efendim, lânetlediğiniz incir ağacı kuruyuverdi.” Bu pek tuhaf bir
hikâyedir, incir zamanı olmadığı için incir ağacında suç bulmak acayiptir. Ne bilgelik konusunda, ne de erdem konusunda, İsa’nın tarihteki bazı
şahsiyetlerin seviyesine ulaşmış olduğunu sanmıyorum. Bu bakımdan, Sokrates ile
Buddha’yı daha yüksek seviyede tutmaktayım.
Önce de söylediğim
gibi, insanların dini kabul etmelerinin gerçek sebebinin akılla ilgisi yoktur.
Dini, duygu yoluyla benimsemektedirler. Çoğu zaman, dine saldırmanın kötü
olduğu, çünkü dinin insanları erdemli yaptığı ileri sürülmüştür. Böyle
denmesine rağmen, ben kendim böyle bir şey görmedim. Bu muhakeme Samuel
Butler’in Erewohn Revisited adlı kitabında incelikle alaya alınmıştır.
Hatırlarsınız, Erewohn’da. uzak bir ülkeye varan Higgs diye biri
vardır, bir süre yaşadıktan sonra, oradan bir balon’la kaçar. Yirmi yıl sonra o
ülkeye döndüğünde, yeni bir din görür, bu din, “Güneşin Çocuğu” dinidir.
Güneşin çocuğunun göğe yükselmiş olduğu söylenir ona. Göğe Yükseliş
Bayramı’nın kutlanmak üzere olduğunu görür, Profesör Hanky ile Panky’nin
birbirlerine Higgs denen adamı hiç görmediklerini söylediklerini işitir,
inşallah hiç görmeyiz diye fısıldanmaktadırlar; ama bunlar Güneş Çocuğu dininin
yüksek rütbeli rahipleridir. Buna çok kızar, onlara yaklaşır ve der: “Bütün
bu yalan düzeni ortaya koyacağım ve Erewohn’lulara balonla yukarı gidenin
benden başkası olmadığını göstereceğim.” Kendisine şöyle denir: “Sakın
ha, çünkü bu ülkenin bütün ahlâkı bu efsane üstüne kurulmuştur, göğe
çıkmadığını bilecek olurlarsa, kötü olurlar”; buna inanarak sessizce
uzaklaşıp gider.
Fikir budur:
Hristiyan dinini kabul etmeyecek olursak hepimiz kötü oluruz. Hristiyan dinini
benimsemiş olan kimselerin çoğunun son derece kötü kişiler olduğunu sanıyorum.
Herhangi bir devrenin dini ne kadar yoğun olmuşsa, dogmatik inanç o kadar
kuvvetli olmuş, zalimlik o denli artmış ve işler o denli bozulmuştur. Hristiyan
dinine gerçekten inanan kimselerin olduğu İman devri denen çağlarda,
işkenceleriyle birlikte Engizisyon vardı; zavallı insan sürüleri büyücü diye
yakılmıştı; din uğruna, insanlara, akla gelebilecek her türlü zalim davranışta
bulunulmuştu.
Dünyaya şöyle bir
bakındığınızda, insanın duygusunda her ileri gelişme, ceza hukukunda her
ilerleme, savaşın azalması için her teşebbüs, renkli ırklara karşı davranışta
daha bir düzelme veya köleliği ortadan kaldırmak için yapılan her teşebbüs,
dünyada ahlâkî alanda gerçekleştirilen her ilerleme, dünyanın teşkilâtlanmış Kiliseleri
tarafından muhalefet görmüştür. Kiliseler
halinde teşkilâtlanmış olan Hristiyan dininin bugüne kadar dünyadaki ahlâkî
ilerlemenin başlıca düşmanı olduğu gibi, hâlâ da olmakta devam ettiğini açıktan
açığa ilân ediyorum.
Bunun hâlâ böyle
olduğunu söylersem, belki fazla ileri gittiğimi düşünürsünüz. Fazla ileri
gittiğimi sanmıyorum. Şu olguyu ele alın bir. Söyleyeceğim şeyi hoşgörüyle
dinleyeceğinizi umarım. Hoş bir gerçek değildir, ama Kiliseler hoş olmayan
gerçekleri açıklamak sorunda bırakıyor insanı. Farz edin ki, üstünde yaşadığımız
şu dünyada, tecrübesiz bir kız, frengili bir adamla evleniyor, bu durumda
Katolik Kilisesi şöyle diyor: “Bu bozulamaz bir kutsal bağdır. Ömrünüz
boyunca birlikte kalacaksınız. Bu kadının frengili çocuklar doğurmasını
önleyecek hiçbir tedbirin alınmaması gerekiyor. Katolik Kilisesinin dediği bu.
Ben bunun hayvanca bir zulüm olduğunu söylüyorum, Tabii yakınlıkları dogmayla
engellenmemiş, ya da ahlâkî yaradılışı acıma duygusuna karşı tamamıyla
körleşmemiş olan hiç kimse bu durumun devam etmesi gerektiğini ileri süremez.
Bu sadece bir örnek.
Bugün Kilise, ahlâk dediği şey üstünde durarak, insanları gereksiz ve
haketmedikleri her çeşit cezaya çarptırılmaktadır. Tabii, bildiğimiz gibi,
acıyı dünyada azaltmak amacında olan ilerlemelere de geniş çapta muhalefet
göstermektedir, buna sebep, insanın mutluluğu ile hiç ilgisi olmayan birtakım
dar davranış kurallarına ahlâk damgasını vurmuş olmasıdır; filân filân şeyin
insanlığın mutluluğu uğruna yapılması gerektiğini kendilerine söyleyecek
olsanız, bunun konuyla ilgisi olmadığını söylemektedirler, “insanın mutluluğunun
ahlâkla ne ilgisi vardır?
Ahlâkın amacı,
insanları mutlu kılmak değildir.”
Dinin, her şeyden
önce ve genellikle korku üstüne kurulmuş olduğunu sanıyorum. Bu kısmen
bilinmeyenin korkusudur, kısmen de, söylemiş olduğum gibi, başınıza gelecek
güçlüklerde ve itişmelerinizde yanı başınızda duracak bir ağabeyin olmasını
size isteten korkudur. Bütün dinin kökü korkudur bilinmeyenin, yenilmenin ve
ölümün saldığı korku. Zalimliği doğuran korkudur, bu bakımdan zalimlikle dinin
baş başa gitmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü bu iki şeyin temelini korku
teşkil etmektedir. Bu dünyada artık biraz anlamağa başlayabilir, bilimle bu
korkulan kontrol altına alabiliriz, bilim, Hristiyan dininin Kiliselerin ve
eski ahlâk kurallarının aleyhine adım adım ilerlemektedir, insanlığın çağlar boyunca
esiri olduğu bu korkuyu bilim sayesinde yenebiliriz. Bilim, öyle sanıyorum ki,
kendi kalbimizde, artık hayali destekler aramamayı, gökte müttefikler
uydurmamayı çağlar boyunca Kiliselerin biçime sokmağa çalıştığı bu dünyayı
üstünde yaşanabilecek bir yer yapmak için kendi çabamıza güvenmeyi
öğretecektir.
Kendi ayaklarımızın
üstünde durmayı, dünyaya âdilce ve doğrudan doğruya bakmayı istiyoruz iyi ve
kötü gerçekleriyle, güzellikleriyle çirkinlikleriyle görmek istiyoruz onu;
dünyayı olduğu gibi görmek istiyoruz, ondan korkmak istemiyoruz. Bize salmış
olduğu korku karşısında köle gibi olmak istemiyoruz; zekâ ile dünyayı
fethetmek istiyoruz. Bütün Tanrı kavramı eski Doğu despotizmlerinden
türemedir. Özgür insanlara yakışmayacak bir kavramdır. Kiliselerde,
insanların alçalarak günah işlediklerini açıklamalarını ve daha başka şeyleri
gördükçe, kendine karşı saygısı olan insanlara yakışmayacak bir durum ortaya
çıkmaktadır. Ayağa kalkalım ve dünyaya olduğu gibi bakalım.. Dünyadan azami derecede
faydalanalım, dilediğimiz kadar iyi olamazsa da, ne de o:sa şu
ötekilerin çağlar boyunca yapmak istediklerinden daha iyi olacaktır, iyi bir
dünyanın bilgiye, acıma duygusuna, cesarete ihtiyacı vardır; geçmişe özlemle
bakmanın, bilgisiz kimselerce söylenmiş olan sözlerin özgür zekâyı
zincirlemesine ihtiyaç yoktur. Korkusuz bir görüş ve özgür bir zekâya ihtiyacı
vardır. Gelecek için umuda ihtiyacı vardır, ölmüş olan bir geçmişe bakıp durmanın
anlamı yoktur, zekâmızın yaratabileceği gelecek, o geçmişten çok daha yüksek seviyeye ulaşacaktır..
Sh:3-21
****
[1930 da
yayınlanmıştır.] Din üstündeki görüşüm Lucretius’unkine
benzer. Dine, korkudan doğan bir hastalık, insanlık için sonsuz bir sefalet
kaynağı olarak bakıyorum. Bununla birlikte, uygarlığa bazı
faydaları olduğunu inkâr edemem. Tarihin başlangıcında, takvimin yapılmasını
sağlamış, Mısırlı rahiplerin, önceden hesaplayabilecekleri güneş tutulmalarım
gözlemlemelerine sebep olmuştur. Bu iki hizmeti inkâr etmiyorum, ama başka bir
faydası olmuş olduğunu davranmıyorum.
“Din” kelimesi
günümüzde pek gelişigüzel kullanılmaktadır. Bazı kimseler, aşırı
Protestanlığın etkisi altında bu kelimeyi, ahlâk veya evrenin yaradılışı üstünde,
önemli kişisel kanıları anlatmak için kullanmaktadırlar. Kelimenin bu şekilde
kullanılışı tarihe aykırıdır. Din her şeyden önce toplumsal bir olgudur.
Kiliseler, kuruluşlarını, güçlü kişisel kanıları olan vâizlere borçlu olabilirler,
ama bu vâizlerin, kurmuş oldukları Kiliseler üstünde hemen hemen hiç etkisi
olmamıştır, oysa Kiliselerin, içinde geliştiği topluluklar üstünde çok büyük
etkisi olmuştur. Batı uygarlığından olanlar için en ilginç olan örneği alalım:
İsâ’nın, İncil’deki sözlerinin Hıristiyanların ahlâkıyla pek ilgisi
olmamıştır. Hıristiyanlıktaki en önemli şey, toplumsal ve tarihsel bakımdan
İsâ değil, Kilisedir, Hıristiyanlığı toplumsal bir kuvvet olarak yargılayacak
olursak, İncil’lere başvurmamız gerekmez, İsa, malınızı mülkünüzü yoksullara
dağıtın, dövüşmeyin, kiliseye gitmeyin, zinayı cezalandırmayın, demişti. Ne
Katolikler, ne de Protestanlar, bu sözleri izlemede hevesli görünmemişlerdir. Fransisken mezhebinden bazılarının havariler kadar yoksul olunması için
birtakım vaizler verdiği doğrudur, ama Papa, onları mahkûm etmiş ve
öğretilerini zındıklıkla suçlamıştır. Sonra İsa’nın, “Yargılamayın ki, sizi
de yargılamasınlar” sözüne dikkatinizi çevirin ve bunun Engizisyon ve
Ku-Klux-Klan üstünde ne gibi etkisi olduğunu düşünün bir.
Hıristiyanlık için
varit olan, Budizm için de varittir. Buddha sevimli ve aydın kişiydi;
ölüm döşeğinde, kendisinin ölümsüz olduğunu düşünen müridlerine gülmüştü. Ama
Budist rahipler örneğin Tibet’te bilgisiz kalma taraftarı, zorba ve son derece
zalim olmuşlardır.
Bir Kilise ile
Kurucusu arasındaki bu ayrılığın herhangi tesadüfi bir yanı yoktur. Belli bir
kimsenin sözlerinde mutlak gerçek olduğu düşünülür düşünülmez, sözlerini
yorumlayacak bir uzmanlar topluluğu çıkar ortaya ve bunlar gerçeğin anahtarını
ellerinde bulundurduklarından, mutlaka iktidar elde ederler. Başka her türlü
imtiyazlı sınıf gibi iktidarlarını kendi çıkarları için kullanırlar. Bununla
birlikte, başka herhangi imtiyazlı bir sınıftan bir bakıma daha kötüdürler,
çünkü bir kerecik tam mükemmel olarak vahyedilmiş olan değişmez bir gerçeği
açıklamak zorunda olduklarından, bütün zihin ve ahlâk alanındaki ilerlemelere
ister istemez karşı çıkarlar. Kilise Galileo ile Darwin’e karşı çıkmıştı;
bugünse Freud’a karşı çıkmaktadır. En büyük iktidarı elinde bulundurduğu
günlerde zihin hayatına karşı daha güçlü olarak çıkmıştı. Papa Büyük
Greguar, piskoposun birine yazdığı mektupta şöyle demektedir: “Yüzümüz kızarmadan
burada sözünü edemiyeceğimiz bir rapor aldık, buna göre siz bazı dostlarınıza
gramer öğretiyormuşsunuz.” Piskopos, dini makamlar tarafından, bu
kötü işten vazgeçmeğe zorlanmıştır ve Lâtince öğrenmek ancak Rönesansda
başlayabilmiştir. Sadece zihin bakımından değil, ahlâk bakımından da zararlıdır
din. Bundan demek istediğim, ahlâk kurallarının insanın mutluluğu için olmadığıdır.
Birkaç yıl önce, Almanya’da tahttan indirilmiş kral ailelerinin kendi özel
mülklerine sahip olabilip olamayacağı konusunda bir referandum yapılmıştı;
Almanya’daki Kiliseler, onlardan bu mallan almanın Hıristiyanlığa aykırı
olduğunu resmen açıklamıştı. 3ilindiği gibi, kiliseler, ellerinden geldiği
kadar esaretin ortadan kaldırılmaması için çalışmıştır, bugün de birkaç istisna
dışta kalmak üzere, İktisadi adalete doğru yapılan her türlü harekete karşı
çıkmaktadırlar. Papa, Sosyalizmi resmen mahkûm etmiş bulunmaktadır.
Bununla birlikte,
Hristiyan dininin en kötü yanı, cinsiyete karşı tutumudur; bu öyle hasta ve
tabiata aykırı bir tutumdur ki, Roma İmparatorluğunun çökmesi sırasındaki uygar
dünyanın hastalığıyla ilişki kurarak ancak anlaşılabilir. Bazen
Hıristiyanlığın kadınların durumunu düzelttiği konusunda sözler sarf
edilmektedir. Bu, tarihte yapılabilecek en büyük yanlışlıktır. Kadınlar pek sıkı
bir ahlâk kuralı külliyatına boyun eğmek sorunda olduğu bir toplumda rahat bir
durumda olamazlar. Keşişler, Kadın’a, hep baştan çıkartıcı olarak
bakmışlardır; onu hep saf olmayan şehvetlerin ilham perisi olarak görmüşlerdir.
Kilise, eskiden olduğu gibi, şimdi de, bekâr kalmanın en iyi şey olduğunu, bunu
imkânsız görenler için en iyi şeyin evlenmek olduğunu söylüyor. St Paul, kabaca
şöyle demektedir: “Yanmaktansa, evlenmek yeğdir.” Evliliği bozulamaz
yaparak ve aşk sanatı konusunda her türlü bilgiyi yasak ederek, Kilise elinden
geldiği kadar cinsiyetin pek az zevk ve pek büyük acı ile gerçekleşmesini
sağlamağa çalışmıştır. Doğum kontroluna karşı çıkmaları da aynı sâikten
doğmaktadır: her yıl çocuğu olan bir kadın, ister istemez evlilikten büyük zevk
alamayacağından, doğum kontrolünün engellenmesi gerektir.
Hristiyan ahlâk
düzeninin ayrılmaz bir parçası olan Günah kavramı, olağanüstü derecede zarar
veren bir kavramdır, meşru, hattâ asil olduğuna inandıkları nadizmleri [Nedamet etmiş, pişman ] için bir çıkış
yolu sağlamaktadır insanlara, örneğin frenginin önlenmesi sorununu alın ele
önceden alınacak tedbirlerle, bilindiği gibi, bu hastalığın önüne geçilmesi bir
derece mümkündür. Bununla birlikte, Hıristiyanlar, bu olgunun yayılmasına karşı
çıkıyorlar, çünkü günahkârların ceza görmesi gerektiğini düşünüyorlar. Öyle
ki, bu cezanın karılarına ve çocuklarına da geçmesini istiyorlar. Bugün,
dünyada doğuştan frengili binlerce çocuk vardır, Hıristiyanlar günahkârların
ceza görmesini istemeseydi, bu böyle olmazdı. Hayvanca zalimliğe götüren öğretilerin
ahlâk üstünde ne gibi iyi etkisi olacağını anlayamıyorum.
Hıristiyanların
davranışı sadece cinsel davranış bakımından değil, aynı zamanda cinsel konular
üstünde bilgi konusunda da insanın dirliğine düşmandır. Önyargısız olarak
bu konu üstünde düşünen herkes, muhafazakâr Hıristiyanların genç çocuklara
zorla kabul ettirdikleri suni bilgisizliğin zihin ve beden sağlığı için çok
tehlikeli olduğunu, çoğu çocuklar gibi, “münasebetsiz” konuşmalarla bu
bilgileri edinenlerde, cinsiyetin, ayıp, gülünç bir şey olduğu duygusu
uyandırmakta olduğunu görür. Bilginin istenmeyecek bir şey olduğunu
söyleyenlerin savunabilecek tarafı olduğunu sanmıyorum. Kaç yaşında olursa
olsun, kişi bilmek isteyince, öğrenebilmelidir. Başka bilgiler bir yana,
özellikle cinsel bilgi konusunda, daha ağır basan etkenler vardır. Bir kimse
bir şeyi bildiği zaman, çok daha akıllıca hareket eder, önemli bir konu üstünde
merak gösterince, çocuklara günah duygusu aşılamağa kalkmak gülünçtür.
Her çocuk trenlere
karşı ilgi gösterir. Biz ona trenle ilgilenmek kötüdür, dersek: bir
istasyondayken, ya da tren geçerken gözlerini kapasak, yanında “tren"
kelimesinin kullanılmamasına dikkat etsek ve bir yerden başka bir yere nasıl
gittiği konusunda esrara bürüsek, ne olur?
Trenlere olan ilgisi
azalır mı, çoğalır mı, Tabii ki çoğalır, ama marazi bir günah duygusu da
olacaktır, çünkü bu ilgilenmesi ona uygunsuz bir şey gibi gösterilmiştir.
Faal zekâsı olan her çocuk bu yolla az veya çok sinir hastası yapılabilir.
Cinsiyet konusunda da böyle yapılmaktadır; ama cinsiyet, trenlerden daha ilginç
olduğu için, sonuçlar daha da kötü olmaktadır. Bir Hristiyan topluluğunda,
hemen hemen her ergin kişi, küçükken cinsel bilgi yasağı sonucu aşağı yukarı
sinir hastasıdır. Bu şekilde suni olarak zihinlere çakılmış olan günah duygusu,
büyüdükten sonra zalimlik, korkaklık veya aptallığın sebeplerinden olmaktadır.
Cinsiyet üstüne olsun, başka konularda olsun, çocuğun bilmek istediği şeyi
kendisine vermemek için herhangi mantıki bir sebep yoktur. Bu olgu, çocuğun ilk
eğitiminde benimsenmezse, hiçbir zaman sağlam kafalı bir nüfus elde edemeyiz,
bunun da, Kiliseler eğitim siyasetini elinde tuttuğu süre, gerçekleşmesi
imkânsızdır.
Bu oldukça ayrıntılı
itirazları bir yana bırakırsak, Hıristiyanlığın temel öğretilerinin ahlâk
bakımından birtakım sapıklıklar gerektirdiği açıktır. Dünya, dediklerine
göre, iyi ve Kâdir-i Mutlak bir Tanrı tarafından yaratılmıştır. Yaratmadan
önce, dünyanın içinde bulunacak olan bütün acı ve sefaleti önceden gördüğü
için, bütün olan bitenlerden sorumludur. Dünyadaki acının günah yüzünden
olup olmadığı üstünde tartışmak boşunadır. Bir kere bunun böyle olduğu doğru
değildir; ırmakları yataklarından taşıran veya yanardağlara lâv püskürten
günah değildir. Öyle de olsa, bir şey fark ettirmez zaten. Dünyaya getirecek
olduğum çocuğun, katil, manyak biri olacağını önceden bilirsem, suçlarından
ben sorumlu olurum. Tanrı, insanın işleyeceği günahları önceden biliyorsa,
insanı yaratmağa karar verdiğinde günahlarından da kendisinin sorumlu olması
gerektiği açıktır. Buna karşı genellikle ileri sürülen Hristiyan muhakemesine
göre, dünyada acı çekmek günahların temizlenmesi içindir, bu bakımdan acı
çekmek iyi bir şeydir. Bu muhakeme Tabii sadizmin aklîleştirilmesinden başka
bir şey değil; üstelik, kötü bir muhakeme de aynı samanda. Herhangi bir
Hristiyan, ne olur benimle birlikte bir çocuk hastanesini ziyaret etsin, orada
çekilen acıları görsün, sonra da bu çocukların bu cefaları haketmiş oldukları
düşüncesinde ısrar etsin edebilirse. İnsanın böyle diyebilmesi için bütün
acıma duygusunu kaybetmiş olması gerektir. Diğer bir deyimle, inandığı Tanrı
kadar salim olması gerektir. Bu acı dünyasında her şey, insanın mutluluğu
içindir diyen kimsenin ahlâk görüşleri sağlam olamaz, çünkü çektiği acı ve
sefalet için daima bahane arar.
Dine iki türlü karşı
çıkılabilir zihinsel veya ahlâkî bakımdan. Zihin bakımından herhangi bir dinin doğru
olduğunu kabul etmek için bir sebep yoktur; ahlâkî bakımdansa, dinsel kurallar
insanların şimdikinden daha zalim olduğu bir zamandan gelmedir ve çağın ahlâkî
bilincini etkileyen insafsızlıklarında devam etmektedir.
Zihin bakımından
karşı çıkmayı ilk olarak alalım ele; içinde yaşadığımız pratik hayatta, dinsel
öğretimin doğru veya yanlış olması, pek o kadar önemli değildir, esas olan şey,
faydalı olup olmadığıdır. Bununla birlikte, sorunun birine ötekisiz cevap
verilemez. Hristiyan dinine inanıyorsak, iyi olan şey konusundaki kavramlarımız,
inanmayanınkinden ayrı olacaktır. Bu bakımdan, Hıristiyanlığın sonuçları
Hıristiyanlara iyi, inanmayanlara da kötü görünebilir. Üstelik destekleyecek
kanıtı olup olmamasıyla ilgisi olmamak şartıyla, kişinin filan falan şeye
inanması gerektiğini söyleyen davranış, kanıta karşı düşmanlık yaratan, ve
önyargılarımıza uymayan her olguya zihinlerimizi kapamağa sebep olan bir davranıştır.
Bir çeşit bilimsel
açık sözlülük pek önemli bir niteliktir, inanması gereken şeyler olduğunu
inanan kimsede bu nitelik olamaz. Bu bakımdan dinin faydalı olup olmadığını
incelemeden önce, gerçek olup olmadığını ole almamız gerek. Hıristiyanlar,
Müslümanlar ve Yahudiler için dinin gerçekliğiyle ilgili en önemli sorun,
Tanrının varlığıdır. Dinin zafer kazandığı günlerde, "Tanrı” sözünün kesin bir anlamı
vardı; Rasyonalistlerin saldırısının sonucu bu anlam gittikçe değerinden
kaybetti, öyle oldu ki, Tanrıya inandıklarını söylediklerinde, insanların
kesinlikle ne anladığını bilmek güçleşti. Muhakemede bulunmak için Matthew
Arnold’un tanımlamasını alalım ele; “Adaleti sağlayan kendimizde olmayan bir
kudret.” Bunu daha da belirsiz yapabiliriz, bu gezegenin yüzeyindeki canlı
varlıkların amaçlarından başka, evrende herhangi bir amaç kanıtı var mı? diye
kendi kendimize sorabiliriz.
Dindar kişilerin bu
konudaki muhakemeleri aşağı yukarı şöyledir: “Ben ve dostlarım son derece
zeki ve erdemliyizdir. Bu denli zekâ ve erdemin tesadüfi olmasını insanın aklı
almaz. Bu bakımdan hiç olmazsa bizim kadar zeki ve erdemli, bizi meydana
getirmek için kozmik mekanizmayı harekete getirmiş olan biri olması gerektir.”
Yazık ki, bu muhakemeyi ileri süren kimseler kadar etkilemiyor beni bu.
Evren geniştir, Eddington’a inanacak olursak da belki evrenin başka hiçbir
yerinde insanlar kadar zeki varlıklar yoktur. Dünyadaki madde yekûnunu
düşünecek olursanız ve onu zeki varlıkların yekûnu ile karşılaştıracak olsanız,
İkincisi birincisinin yanında son derece küçük kalır. Bu yüzden, tesadüf kanunlarının
gelişigüzel atomları seçerek zeki bir organizma yaratacağı tamamıyla imkânsız
olsa bile, gene de, evrende pek küçük sayıda organizma olacaktır. Bu denli
geniş bir sürecin en yüksek noktası olarak yeterli derecede hârika gibi
görünmüyoruz. Tabii din adamlarının çoğunun benden çok daha hârika olduklarını
biliyorum, ve kendiminkileri aşan meziyetlerini tamamıyla kavrayamıyorum. Gene
de, böyle bile olsa, ezelden beri iş gören Kâdiri Mutlak’ın daha iyi bir şey
yapamamış olduğu aklıma sığmıyor. Sonra bu sonucun bile kuru gürültü
olduğunu düşünmemiz gerektir. Yeryüzü daima oturulabilecek şekilde
kalmayacaktır, insan ırkı kaybolup gidecektir, kozmik süreç kendini bundan
böyle doğrulayacaksa, gezegenimiz üstünden başka bir yerde doğrulaması
gerekecektir. Bu olsa bile, eninde sonunda durması gerekecektir. Evrenin
çökeceğini, en sonunda herhangi bir yerde en ufak ilgi çekici yanı olacak bir
şeyin var olmasının imkânsız olacağını Termodinamik biliminin ikinci kanunu
kesinlikle söylüyor. Tabii o zaman Tanrının makineyi yeniden kuracağını
söyleyebilirler; ama bunu söylersek, sadece inanca dayanmış olacağız, en ufak
bilimsel bir kanıt olmayacak. Bilimsel kanıt söz konusu olduğu süre, evren bu
gezegen üstünde yavaş yavaş ilerleyen safhalardan geçerek oldukça değersiz bir
sonuca varmış oluyor; sonunda evrensel ölüme kadar gene ağır ağır sürünecektir.
Bunu amaç kanıtı olarak alacak olursak, bu amacın benim hoşuma gitmediğini
söyleyebilirim. Bu bakımdan herhangi bir Tanrıya inanmak için bir sebep göremiyorum,
bu inanç ne denli belirsiz ve az dahi olsa. Din savunucuları kendileri
vazgeçmiş oldukları için, eski metafizik muhakemelere girmek istemiyorum.
Hıristiyanlığın
kişinin ruhu üstünde durmasının Hristiyan toplulukların ahlâkı üstünde derin
etkisi olmuştur. Stoacılarınkine benzeyen bir öğreti olup, onlarınki gibi,
artık siyasi ümitler besleyemeyen topluluklarda belirmektedir. Edepli karakteri
olan güçlü bir kimsenin Tabii içtepisi, iyi yapmağa eğilimli olmasıdır, ama
hiçbir siyasi iktidarı yoksa, ve olayları etkileyecek fırsata sahip değilse,
Tabii akışından sapacak ve önemli olan şeyin iyi olmak olduğuna karar
verecektir. İlk Hıristiyanlarda böyle hayırlı işle ilgisi olmayan kişisel bir
kutsallık kavramına yol açmıştır bu, çünkü kutsallık eylemde iktidarsız
kimseler tarafından erişilmesi gereken bir şeydi. Bu yüzden toplumsal erdemin
Hristiyan ahlâk düzeninden ayrılması gerekmiştir. Muhafazakâr
Hıristiyanlar, zina işleyene, rüşvet alan politikacıdan, -oysa rüşvet alan
politikacı aslında binlerce defa daha kötülük yapmaktadır- daha kötü gözle
bakmışlardır. Resimlerde gördüğümüz gibi, Ortaçağ erdem kavramı, zayıf, duygusal,
cansızdı. En erdemli kişi, dünyadan elini ayağını çeken kimseydi; aziz olarak
görülen biricik eylem adamı hayatlarını ve tebalarının hayatlarını Türklere
karşı savaşta Saint Louis gibi feda eden kimselerdi. Filân kimse bir mali
düzen kurdu, ceza hukuku yazdı diye, kilise aziz demiyordu. İnsanın refahı için
yapılan bu kanun ve düzenler önemsiz olarak görülüyordu. Azizler arasında,
yaptığı iş kamu menfaatine olan kimse tanımıyorum. Toplumsal ile ahlâkî kişi
arasında yapılan bu ayrılıkla birlikte, ruhla beden arasında da bir ayrılık
belirdi ve Hristiyan metafiziğinde, Descartes’dan çıkan sistemlerde yaşamağa
devam etti. Genellikle, beden insanın toplumsal veya kamusal bölümünü, ruhsa
özel yanını temsil ediyor diyebiliriz. Ruhun üstünde durarak, Hristiyan
ahlâkı, kendini son derece bireysel yaptı. Bütün Hristiyanlık çağlarının açık
sonucunun insanları tabiatın yarattığından daha bencil, daha içine kapanık
yaptığını sanıyorum; çünkü insanı, kendi ben’inin duvarlarından dışarı çıkaran
cinsiyet, anne-babalık, vatanseverlik ve kabile içgüdüleridir. Kilise
cinsiyeti yerin dibine batırmak için elinden geleni yaptı; aile bağıntısına
İsa’nın kendi ve bütün izleyicileri karşı çıktı; Roma İmparatorluğunun
karışık tebası içinde vatanseverliğe yer olmadı. Incil’lerdeki aileye karşı
sarfedilen sözler, gerektiği dikkati görmemiş bir noktadır. Kilise, İsa’nın
annesine saygıyla davranmaktadır, ama İsa’nın kendi öyle davranmamıştır. “Kadın,
ne ilgim var seninle?” (Yohanna’ya göre II. 4) diye hitap eder ona. Aynı
zamanda, oğlanı babasına, kızı anasına, üvey kızı üvey annesine karşı düşman
yapmağa geldiğini, babasını anasını, Ondan daha çok sevenin, Ondan olmadığını
söylemektedir (Matta’ya göre x 35-7). Bütün bunlar inanç uğruna biyolojik aile
bağlarını koparmak demektir Hıristiyanlığın yayılmasıyla dünyaya gelen
hoşgörüsüzlükle büyük ilgisi vardır bu davranışın.
Bireycilik en son
noktasına bireyin ruhunun ölmezliği öğretisiyle varmıştır, ruh bu dünyadan
ayrıldıktan sonra, duruma göre, ya sonsuz mutluluk içinde, ya da sonsuz acı
içinde yaşayacaktı. Bu önemi büyük ayrılığın üstüne dayandığı şartlar oldukça
acayipti, örneğin, bir rahip bazı sözler söyleyerek üzerinize su serptikten
hemen sonra ölecek olursanız, sonsuz mutluluğa eriştiniz demekti; oysa uzun ve
erdemli bir yaşayıştan sonra, ayakkabınızın bağı koptuğundan küfretmekte
olduğunuz bir an yıldırım çarpacak olursa, size, sonsuz acı olacaktı
mükâfatınız. Çağdaş Protestan Hristiyan’ın buna inandığını sanmıyorum,
teolojide yeterli derecede eğitim görmemiş Katolik bir Hristiyan’ın da buna
inandığını sanmıyorum; bunun muhafazakâr öğreti olduğunu ve yakın zamana kadar
buna inanıldığını söylüyorum. Meksika ve Peru’daki İspanyollar, Hintli
bebekleri vaftiz ediyorlar, sonra hemen beyinlerini parçalıyorlardı: böylece
bu bebekleri cennete göndermiş oluyorlardı. Her ne kadar günümüzde hepsi böyle
yapıyorsa da, hiçbir muhafazakâr Hristiyan bunların hareketini, mahkûm ötmek
için mantıki bir sebep bulamaz. Hıristiyanlıkta aldığı şekilde, ruhun
ölümsüzlüğü öğretisinin ahlâk üstünde pek kötü etkisi olmuştur, ruh ile
bedenin metafizik bakımdan ayrılmasının da felsefe üstünde yıkıcı etkisi
olmuştur.
Hıristiyanlığın
ortaya çıkışıyla dünyaya yayılan hoş görüşsüzlük, Hıristiyanlığın en acayip
özelliklerinden biridir, sandığıma göre, buna sebep, Yahudilerin adalete olan
inançları ve Yahudi Tanrısının biricik gerçek olduğuna inanmalarıdır.
Yahudilerin niçin bu özellikleri olduğunu bilmiyorum. Yahudileri yabancı halk
topluluklarına katmak teşebbüsüne, karşı tepki olarak, Yahudilerin
esirlikleri sırasında gelişmiş olması muhtemeldir. Her nasıl olursa olsun,
Yahudiler, özellikle de peygamberler, kişisel doğruluk ve tek bir dinden başka
herhangi bir din kabul etmenin kötü olduğu fikri üstünde durmuşlardır. Bu iki
fikrin, Batının tarihi üstünde son derece yıkıcı etkisi olmuştur.
Konstantin’den önce Roma Devleti tarafından Hıristiyanlara yapılan zulüm konusunda,
Kilise, uzun uzun lâf etmiştir. Oysa bu zulüm hem az, hem aralıklı olup,
tamamıyla siyasi sebeplere dayanıyordu. Konstantin devrinden, onyedinci
yüzyılın sonuna dek, Hıristiyanların, başka Hıristiyanlar tarafından gördüğü
zulüm, Roma imparatorları tarafından kendilerine yapılan zulümden çok daha
büyük olmuştur. Hıristiyanlığın doğmasından önce, Yahudiler dışta kalmak
üzere, bu zalim davranış eski dünyaca bilinmiyordu, örneğin Herodotos u
okursanız, gitmiş olduğu yabancı devletlerde karşılaştığı hoşgörülü davranışı
görürsünüz. Bazen barbarca bir töre karşısında hayrete düşer, ama yabancı
Tanrılara ve âdetlere karşı hoşgörülü Zeus’a başka bir ad takmış olan
kimselerin sonsuzca lânetlendiğini ispat etmek kaygısı duymaz davranır,
cezaları bir an önce başlasın diye hemen öldürülmeleri için kaygılanmazlardı.
Bu davranış Hıristiyanlara özel olmuştur. Çağdaş Hıristiyanların daha az sert
oldukları doğrudur, ama bu Hıristiyanlık sayesinde olmamıştır; Rönesanstan
günümüze kadar, Hıristiyanları geleneksel âdetleri yüzünden utandıran Özgür
düşünür nesiller sayesinde olmuştur. Çağdaş Hıristiyanların, Hıristiyanlığın
gerçekte ne kadar yumuşak ve akli olduğunu söylediklerini duymak ve bütün bu
yumuşaklığın ve akilliliğin kendi zamanlarındaki bütün muhafazakâr
Hıristiyanlara zulüm ettiğini görmemezlikten geldiklerini fark etmek insanı
eğlendiriyor. Bugün, dünyanın, İsa’dan önce 4004 yılında yaratılmadığını
herkes biliyor; ama daha yakın bir geçmişte bu konuda şüphe göstermek korkunç
bir suçtu. Büyükbabamın babası, Etna’nın yamaçlarındaki lavların
derinliğini gördükten sonra, dünyanın muhafazakârların inandığından daha eski
olması gerektiği sonucuna varmış ve bunu bir kitap halinde yayınlamış. Bu suçtan
bulunduğu şehir ve toplumdan afaroz edilmişti. Durumu kötü olan biri olsaydı,
cezası Tabii daha ağır olurdu. 150 yıl önce inanılan saçmalıklara muhafazakârın
şimdi inanmaması lehlerine bir şey kazandırmaz. Hristiyan öğretisinin yavaş
yavaş zayıflatılması, büyük direnme görmelerine rağmen Özgür-düşünürlerin
saldırıları sayesinde olmuştur.
Hıristiyanların tabiat
kanunu konusundaki davranışları garipsenecek ölçüde belirsiz ve kararsız
olmuştur. Bir yanda Hıristiyanların çoğunluğunun inandığı serbest irade
öğretisi vardı; bu öğreti, hiç olmazsa insanların eylemlerinin tabiat kanununa
tâbi olmadığını söylüyordu. Öte yandan, özellikle onsekizinci ve ondokuzuncu
yüzyıllarda, Tanrıya, adalet sağlayıcı olarak bakılıyordu; tabiat kanununun da
bir Yaradanın varlığının kanıtlarından en başta geleni gibi görülüyordu. Yakın
samanlarda, serbest iradenin yararına, kanunun hükmüne olan itiraz, bir Kanun
Koyucunun kanıtı olarak tabiat kanununa olan inançtan daha güçlü olarak
duyulmağa başlandı. Maddeciler, insanların vücut hareketlerinin mekanik olarak
tayin edildiğini göstermek, ya da gösterme teşebbüsünde bulunmak için,
söylediğimiz her neyin, durumumuzdaki her değişikliğin herhangi serbest bir
irade alanının dışında kaldığını göstermemek umacıyla, fizik kanunlarına
başvurdular. Bu böyle olunca, zincirsiz, isteklerimize bırakılan bir şey varsa
onun da değeri olmaması gerekmekteydi. Bir insan bir şiir yazdığında, ya da
bir cinayet işlediğinde, eylemindeki vücut hareketleri sırf fiziksel
sebeplerden doğar, dersek, birinci durumda ona heykel dikmek, İkincisindeyse
onu asmak anlamsız olurdu. İradenin serbest olacağı bazı metafizik sistemlerde
bir saf düşünce bölgesi olabilir; ama bu, başkalarına sadece vücut
hareketleriyle aktarılabileceğinden, özgürlük hiçbir zaman başkasına
aktarılamaz ve toplumsal değeri olamaz.
Sonra, kabul eden
Hıristiyanlar için evrimin büyük etkisi olmuştur. Hayatın başka biçimleri için
yapılan iddialardan tamamıyla ayrı bir şekilde insan için iddialarda
bulunmanın tutar tarafı olmadığını görmüşlerdir. Bu yüzden, insandaki serbest
iradeyi korumak için, yaşayan maddenin davranışım fiziksel ve kimyasal yolla
her türlü açıklamağa karşı çıkmışlardır. Aşağı seviyedeki bütün hayvanların
otomat olduğunu söyleyen Descartes’ın tutumu, liberal ilâhiyatçılar tarafından
pek gözde tutulmamaktadır artık. Devamlılık öğretisi onları bir adım daha
öteye gitmeğe eğiyor, ölü madde denen şeyin bile davranışında değişmez
kanunlarla sıkı bir disiplin içinde yönetilmediğini ileri sürüyorlar.
Şu gerçeği unutuyor gibiler, kanunun hükmünü kaldıracak olursanız, mucize
imkânını da ortadan kaldırmış olursunuz, çünkü mucizeler her zamanki olguları
yöneten kanunlara karşı gelen Tanrının işleridir. Bununla birlikte, bir
derinlik havasıyla bütün yaradılışın mucize olduğunu, bu bakımdan bazı özel
olayların Tanrının özel müdahalesinin kanıtı olması gerekmediğini tahayyül edebilirim.
Tabiat kanununa
karşı bir tepkinin etkisi altında, Hıristiyanlığı savunan bazı kimseler, atomun
son öğretisine sarılmışlardır, buna göre, bugüne dek inanmış olduğumuz fizik
kanunlarının, atomların çoğuna uygulandığında, ancak bir dereceye kadar, şöyle
böyle bir gerçekliği vardır, oysa bireysel elektron istediği gibi hareket
etmektedir. Bence bu, sadece geçici bir safhadır, fizikçiler zamanla en küçük
olguyu bile yöneten kanunları bu kanunlar geleneksel fizik kanunlarından
bambaşka da olsa bulacaklardır. Nasıl olursa olsun, küçük olgular konusundaki
çağdaş öğretilerin tatbikatta önemi olan hiçbir şeyle ilgisi yoktur. Görünen
hareketler, herhangi bir kimse için ilgisi olan her türlü hareket o kadar çok
atom gerektiriyor ki, ister istemez eski kanunların çerçevesi içine giriyor.
Bir şiir yazmak veya bir cinayet işlemek (eski örneğimizi ele alırsak) için
bir hayli mürekkep ya da kurşunu harekete geçirmemiz gerekir. Mürekkebi
meydana getiren elektronlar, kendi küçük dans salonlarında oynayabilirler, ama
dans salonu bir bütün olarak eski fizik kanunlarına göre hareket etmektedir,
sairi veya tâbiyi ilgilendiren sadece budur. Bu yüzden, çağdaş öğretilerin,
ilâhiyatçının ilgilendiği, insanla ilgili sorunların hiçbirinin üstünde önemi
yoktur.
Serbest irade
sorunu, olduğu yerde kalmış oluyor böylece. En son metafizik konusu olarak, bu
konuda ne düşünülürse düşünülsün, tatbikatta önemi olmadığı açıktır. Herkes
karakterin eğitilebileceğinin mümkün olduğuna inanmıştır; herkes alkol ve
afyonun davranış üstünde belli bir etkisi olduğuna inanmıştır. Serbest
irade savunucusu, irade kuvvetiyle içkinin bırakılabileceğini ileri
sürmektedir, ama sarhoşken bir kimsenin “İngiliz Anayasasını” ayıkkenki kadar
açık bir şekilde söyleyeceğini ileri sürmemektedir. Çocuklarla uğraşmış
olan herkes, onları erdemli yapmak için uygun bir rejimin, vâizlerin on
iyisinden daha iyi olacağını biliyor. Serbest irade eğretisinin tatbikattaki
tek sonucu, sağduyuya dayanan bilginin rasyonel sonuca vardırılmasına engel
olmasıdır. Bir insan, canımızı sıkıcı şekilde davrandığı zaman, ona kötü olarak
bakmak istiyoruz, bu sıkıcı davranışının önceki sebeplerden meydana geldiğini,
uzun süre geriye gidilecek olursa, doğumundan önceye kadar inildiğini, bu
bakımdan muhayyile ne denli geniş olursa o1sun, onun sorumlu
tutulamayacağı gerçeğini görmek istemiyoruz.
Hiçbir insan,
otomobiline, başka bir insan varlığına karşı davrandığı kadar delice
davranmamaktadır. Otomobil yerinden kalkmıyorsa, bu sıkıcı davranışını günaha
yormuyoruz: “Sen kötü bir arabasın, yerinden kalkmadıkça sana benzin
vermeyeceğim” demiyoruz. Neresinde bozukluk olduğunu araştırmağa
çalışıyoruz, düzeltmek için uğraşıyoruz. İnsan varlıklarına bu şekilde davranmak.
kutsal dinimizin gerçeklerine karşı gelmek gibi düşünülüyor. Bu küçük çocuklara
karşı davranışa bile uygulanıyor. Çoğu çocukların, ceza yüzünden tekrarlanan
birtakım kötü alışkanlıkları vardır, oysa bunlar dikkate alınmazsa,
kendiliğinden kaybolabilir. Gene de, hemşireler, sütnineler, birkaçı dışta kalmak
üzere ceza vermeyi düşünüyorlar, bu şekilde davranarak, onun zihin sağlığını
bozacaklarını akıllarına getirmiyorlar, .Zihin hastalığına, mahkemelerde, kötü
alışkanlığını doğurduğu bir şey olarak bakılıyor, cezadan doğan bir şev olarak
değil. (New York eyaletinde, geçenlerdeki bir müstehcenlik dâvasına atıfta
bulunuyorum burada).
Eğitimde devrim,
akıl hastalarıyla geri zekâlıların incelenmesi sonucu yapılabilmiştir, çünkü
bunlar, kusurları için ahlâk bakımından sorumlu tutulmamışlardır, bu bakımdan
normal çocuklardan daha çok bilimsel olarak incelenmişlerdir. Pek yakın
zamana kadar, bir çocuk, derslerini öğrenemiyorsa, uygun tedavinin sopa veya
kırbaç olduğu düşünülüyordu. Bu görüş, çocukların terbiyesinde, hemen
hemen ortadan kalkmıştır, ama ceza hukukunda hâlâ yaşamaktadır. Suç işlemeğe
eğilimli bir kimsenin önüne geçilmesi gerektiği bellidir, ama her ne kadar,
kimse onu ahlâk bakımından sorumlu görmezse de, kudurmuş bir insanın da başka
birini ısırmaması için ünlenmesi gerekir. Veba çeken bir kimsenin iyileşinceye
kadar hapsedilmesi gerekir, kimse onun kötü olduğunu düşünmese de. Kalpazanın
da aynı şekilde önlenmesi gerekir; ama hangi vak’a olursa olsun, suç fikri
olmamalıdır. Hristiyan ahlâkı ve metafiziği buna karşıysa da, sağduyu bunu
gerektirmektedir.
Herhangi bir
kuruluşun ahlâkî etkisini yargılamamız için, o kuruluştaki içtepi cinsini, bu
içtepinin yeterliliğini o topluluktaki bu içtepiyi kuruluşun ne denli
yükselttiğini incelememiz gerekir. Bu içtepi bazen açık, bazen kapalıdır. Bir
dağcılar kulübünde, örneğin macera içtepisi vardır, bilim topluluğunda ise
bilgi içtepisi vardır. Ailede, bir kuruluş olarak, kıskançlık ve anne-baba
duygusu vardır; bir futbol kulübünde veya siyasi partide yarışma oyununa doğru
bir içtepi vardır; ama kuruluşların en büyük ikisi, -yani, Kilise ile Devlet
psikolojik sâiklerinde, daha karmaşıklık gösterir. Devletin başlıca amacı
açıkça, hem içteki suç işleyenlere, hem dış düşmanlara karşı güveni
sağlamaktır. Korktukları zaman, çocuklar, birbirine sokulur, onlara bir
güven duygusu verecek olan bir büyük ararlar. Kilisenin daha karmaşık
başlangıcı vardır. Dinin en önemli kaynağının korku olduğundan şüphe yoktur; bu
bugün görülebilir, çünkü tehlike yaratan her şey insanların düşüncelerini Tanrıya
çevirebilir. Savaş, salgın hastalık, gemi batması gibi şeyler insanları dindar
yapabilir. Bununla birlikte, dinin korkudan başka çekici yanları da vardır;
özellikle insanın kendi kendine karşı olan beğenisini okşar. Hıristiyanlık
doğruysa, insanlar göründüğü kadar acınacak solucanlar değildir, evrenin
yaratanı için ilginçtir, o ki insanlar iyi hareketler yapınca memnun kalmak,
kötü davranırsa canı sıkılmak lûtfunda bulunur. Bu, büyük bir iltifattır. Karınca yuvasına
bakıp da, karıncaların hangisinin karınca görevini yaptığını, hangisinin yapmadığını
inceleyip, görevlerini yapmayanları birer birer tutup ateşe atmağı düşünmeyiz. Tanrı bunu bizim
için yapıyorsa, bizim önemimizi gösteren bir iltifatta bulunuyor; aramızda iyi
olanları cennette ağırlayacaksa, bu daha büyük bir lütuf olacaktır. Sonra
oldukça yeni bir düşünce var, buna göre kozmik evrim, bizim iyi dediğimiz
sonuçları meydana getirmek amacıyla kurulmuştur, yani bize zevk veren
sonuçları. Bu arada evrenin, bizim zevklerimizi ve önyargılarımızı paylaşan
bir Varlık tarafından yönetilmesini, farz etmemiz gönlümüzü okşamaktadır.
Dindeki üçüncü
psikolojik içtepi, adalet kavramına götüren içtepidir. Çoğu Özgür düşünenlerin
bu kavramı büyük bir saygıyla karşıladıklarım ve dogmatikliğin çökmesine
rağmen, bunun elden bırakılmaması gerektiğini ileri sürdüklerini pek iyi
biliyorum. Bu konuda onlarla aynı fikirde değilim. Adalet fikrinin psikolojik
incelemesi, bunun istenmeyen tutkularda kök nalmış olduğunu ve aklın
buyruğuyla kuvvetlendirilmesi gerekmediğini gösteriyor gibi. Adalet ilo
haksızlık birlikte c'e alınmalıdır; birini ötekinin üstünde durmadan
inceleyeceğiz. Tatbikatta “haksızlık” dediğimiz şey nedir? Bu, tatbikatta sürü
tarafından beğenilmeyen bir davranıştır. Buna haksızlık diyerek, ve bu kavram
çevresinde etraflı bir ahlâk düzeni kurarak, sürü, kendini, beğenmediği
nesnelerden öç almada doğruluyor, aynı zamanda, türü, tanım bakımından âdil
olduğu için, içtepisini zulüm yapmaya bıraktığı anda kendi onurunu yükseltmiş
oluyor. Bu linç etmenin ve suçluların cezalandırıldığı başka yolların
psikolojisidir. Adalet kavramının özü, bu bakımdan zalimliği adalet kılığına
bürüyerek, sadizm için bir çıkış yolu sağlamaktır.
Ama, denecektir,
adalet konusunda anlattıklarınız, İbrani peygamberlere hiç de uygulanamaz,
onlar ne de olsa, sizin gösterdiğinize göre, bu fikri ortaya çıkaranlardır.
Bunun doğru yanı vardır; İbrani peygamberlerinin ağzında adalet, kendilerinin
ve Yahve'nin onayladığı şeyleri ifade ediyordu. Aynı şey, Resullerin
İşleri’nde de vardır, şöyle denir: “Çünkü Ruh-ül Kudüs’e ve bize iyi göründü.”
(Resullerin İşleri XV. 28). Tanrının zevkleri ve fikirleri konusundaki bu çeşit
bireysel güven, frene de herhangi bir kuruluşun temeli yapılamaz. Bu, Protestanlığın
çarpışması gereken bir güçlük olmuştur hep: yeni bir peygamber, kendi
vâhiyinin ondan öncekilerden daha sahih olduğunu ileri sürebilirdi, bunun
geçerli olmadığını gösterecek hiçbir şey yoktu Protestanlığın genel görüşünde.
Bu bakımdan, Protestanlık sayısız mezheplere bölünmüştür, bunlar ise
birbirlerini zayıflatmışlardır; ve bundan yüzyıl sonra, Katolikliğin Hristiyan
inancını gösterecek biricik temsilci olarak kalacağı düşünülebilir. Katolik
Kilisesinde peygamberlere gelen vâhiylerin kendine özel yerleri vardır; ama
gerçek Tanrısal vahiy gibi görünen olguların, Şeytan tarafından
vahyedilebileceği, tıpkı usta birinin sahici bir Leonardo tablosunu sahtesinden
ayırdığı gibi, Kilisenin bunu ayırabileceği, bunun Kilisenin işi olduğu kabul
edilmektedir. Bu şekilde, vahiy, aynı zamanda kuruluş haline gelmektedir. Adaleti
Kilise kabul ediyor, haksızlığı kabul etmiyor. Böylece adalet kavramının etkin
bölümü, bir sürü antipatisinin doğrulanması oluyor.
Bu bakımdan, dindeki
üç insan içtepisi, korku, kendini beğenmişlik ve nefrettir. Dinin amacının,
belli kanallarda aktığı süre, bu tutkulara bir saygıdeğerlik havası verdiği
söylenebilir. Bu tutkular, insanın mutsuzluğuna sebep olduğu için, din
kötülüğe yönelmiş bir güçtür, çünkü insanlara, müeyyidesi olsaydı bir bakıma
kontrol edebilecekleri bu tutkulara, set çekmeksizin kendilerini
bırakmalarını öğütlemektedir.
Kovu dindarlar
tarafından ileri sürüleceğini tahmin etmediğim, ama gene de İncelenmeğe değer
bir itiraz düşünebiliyorum bu noktada. Kin ve nefret, insana özel
niteliklerdir; insanlık bu duyguları daima duymuştur, duyacaktır da. Bu konuda
en iyi yapılabilecek şeyin, bunları daha az zararlı birtakım kanallara
yöneltmek olacağı söylenebilir. Bir Hristiyan ilâhiyatçısı, bunların Kilise
tarafından ele ahnmasını, esefle karşıladığı cinsel içtepinın ele almışına
benzetebilir. Şehvet düşkünlüğünü, evlilik bağlarıyla sımsıkı bağlayarak,
zararsız hale getirmeye çalışabilir. İnsanlık nefret duyacaksa, bu nefreti
gerçekten zararlı olan şeylere yöneltmenin iyi olacağını düşünür, Kilise,
adalet kavramı konusunda işte bu şekilde hareket etmektedir.
Buna karşı iki cevap
verilebilir, biri, oldukça üstünkörüdür; öteki, işin köküne inmektedir,
üstünkörü cevap, Kilisenin adalet kavramının on iyisi olmadığıdır; esas cevap
ise, nefret ile korkunun, bugünkü psikolojik bilgimizle ve sanayi tekniğimizle
insan hayatından tamamıyla kaldırılabileceğidir.
İlk olarak birinci
noktayı alalım ele. Kilisenin adalet kavramı türlü sebeplerden toplumsal
bakımdan, istenmeyecek bir şeydir her şeyden önce de zekâ ve bilimi baltaladığı
için. Bu kusur, İncillerden gelmektedir. İsâ bize küçük çocuklar gibi olmamızı
söylüyor, ama küçük çocuklar yüksek matematiği anlayamazlar, paranın ilkelerini
ya da hastalıkla çarpışma yollarını bilemezler. Kiliseye göre, bu
gibi bilgi edinmek, görevlerimizden değildir. Kilise, eskisi gibi, bilimin
kendi başına günah olduğunu ileri sürmüyor artık; ama günah değilse bile,
tehlikelidir, çünkü zekânın kibire yol açması dolayısıyla Hristiyan dogmasından
şüphelenmeğe başlanabilir, örneğin iki adam alın ele, bunlardan biri geniş bir
tropikal bölgede sarı hummayı yenebilmiş, ama bu arada evli olmadığı
kadınlarla bazı ilişkilerde bulunmuş; öteki, tembel tembel oturmuş, karısı
bitkinlikten ölünceye kadar her yıl bir çocuk yapmış, çocuklarına bakmamış,
yarası önlenebilecek hastalıklardan ölmüş, ama hiçbir zaman zinada bulunmamış.
Her iyi Hristiyan, bu adamlardan İkincisinin birincisine göre daha erdemli
olduğunu ileri sürecektir. Bu gibi bir davranış Tabii tamamıyla boş inanca
dayanmakta ve akla aykırı olmaktadır. Günahın önlenmesi, olumlu meziyetten
daha önemli görüldüğü süre, bilimin yardımının önemi tanınmadıkça, bu gibi saçmalıklar
ister istemez yaşayacaktır.
Kilisenin tatbik
ettiği şekilde korku ve nefretin kullanılmasına karşı ikinci, daha temel olan
itiraz, bu duyguların bugün eğitim, İktisadi ve siyasi devrimler sayesinde
insanın yaradılışından hemen hemen tamamıyla denebileceğidir. Eğitim devrimi,
temeli teşkil etmelidir, çünkü nefret ve korku duyan kimseler bu duygulara aynı
zamanda hayran kalacaklar ve tekrarlamak isteyeceklerdir, bu hayranlık ve
dilek vasat Hristiyan’daki gibi bilinçdışı da olabilir. Korkuyu ortadan
kaldırmayı amaç güden bir eğitimin kurulması hiç de güç değildir. Çocuğa
iyilikle davranmak, onu feci sonuçlar doğurmayacak teşebbüslerini mümkün
kılacak bir ortama koymak, akıldışı korkuları olan büyüklerle temasa
getirmemek, karanlıktan farelerden veya toplumsal devrimlerden korkmayan
kimseler arasına koymak gerekir. Çocuk ağır ceza da görmemelidir, tehdide,
aşırı derecede azara maruz kalmamalıdır. Bir çocuğu, nefret etmesinden
kurtarmak daha güç iştir. Kıskançlık doğuran durumlar, türlü çocuklar arasında
inceden inceye âdil bir şekilde önlenmelidir. Çocuk, hiç olmazsa ilişkisi
olduğu bazı büyükler tarafından sevildiğini duymalıdır, hayata ve sağlığa tehlike
teşkil eden durumlar dışta kalmak üzere, Tabii, faaliyet ve meraklarından
alıkonmamalıdır. özellikle cinsiyet konusunda yasak konmamalıdır, ya da
geleneksel kafalı kimselerin uygunsuz gördüğü konularda konuşmaktan
alıkonmamalıdır. Bu basit ilkeler baştan dikkat edilirse, çocuk korkusuz ve
dostluk içinde büyür.
Bununla birlikte,
ergin hayatına başladığı zaman, böyle yetişmiş bir genç, kendinin bir
haksızlık, salimlik, sefillik dünyasına daldığını fark eder. Çağdaş dünyamızda
varolan adaletsizlik, zulüm ve sefalet geçmişten bize kalan mirastır, en son
kaynağı da iktisada dayanmaktadır, çünkü yaşama vasıtaları için, ölüm-kalım
yarışması eskiden kaçınılmaz bir şeydi. Çağımızda kaçınılmaz değildir. Bugünkü
sanayi tekniğimizle, istersek, herkesi geçindirebilecek kadar malzeme
sağlayabiliriz. Savaşı, salgın hastalıkları ve açlığı, gebeliği önlemeye tercih
eden Kiliselerin siyasi etkisi tarafından önlenmese, dünya nüfusunun belli bir
seviyede donup kalmasını da sağlayabiliriz. Evrensel mutluluğu sağlayabilecek
bilgi vardır; bu amaç için kullanılmasının biricik engeli dinin söyledikleridir.
Din, çocuklarımızın rasyonel bir eğitim görmesine engel olmaktadır; din
savaşın esas sebeplerini ortadan kaldırmamızı önlemektedir; din, günah ve ceza
konusundaki eski vahşi öğretilerin yerine, bilimsel işbirliği ahlâkını
öğretmemize engel oluyor. Olmasa, insanlığın bir altın çağın eşiğinde olması
mümkündür.
Sh: 22-44
****
[Bu deneme, bir
kitapçık halinde 1925 te basılmıştır.]
İnsan, Tabiatın bir
bölümüdür, Tabiata karşıt bir şey değildir. Düşünceleri ve vücut hareketleri,
yıldızları ve atomları yöneten aynı kanunlara tâbidir. Fiziksel dünya, insanla
karşılaştırıldığında büyüktür Dante’nin samanında sanıldığından daha büyüktür,
ama yüzyıl kadar önce sanıldığı kadar da büyük değildir. Yukarıya, aşağıya
doğru, büyükte, küçükte, bilim sınırlarına varıyor gibi. Evrenin uzayda sınırlı
olduğu, ışığın, çevresinde birkaç milyon yılda dolaşabileceği düşünülmektedir.
Maddenin, belirli büyüklükte ve dünyada belirli bir sayıda var olan elektron
ve protonlardan meydana geldiği düşünülmektedir. Eskiden düşünüldüğü gibi,
belki değişmeleri sürekli olmayabilir, belli asgari bir sıçramadan daha küçük
olmayan sıçramalarla yol alması muhtemeldir. Bu değişikliklerin kanunu, pek az
sayıda, pek genel ilkeler topluluğu ile özetlenebilir, bu ilkeler tarihinin
herhangi küçük bir bölümü bilindiğinde, dünyanın geçmişini ve geleceğini tayin
etmektedir.
Fizik bilimi öyle
bir safhaya erişmek üzere ki, yerdeyse tamam olacak, dolayısıyla da
ilginçliğini kaybedecektir. Elektron ve protonların hareketlerini yöneten kanunlar
bilindi mi, geri kalan sadece coğrafyadan İbarettir dünyanın tarihinin bir
bölümü boyunca dağılışını anlatan bazı belli olaylar topluluğudur. Dünyanın
tarihini tayin etmek için gereken coğrafya olaylarının tutarı muhtemelen
sonludur; kuramsal bakımdan hepsi büyük bir kitabın içine girebilir ve bir
hesap makinesiyle, bir kol çevirmeyle, araştırıcının yazılı olanlardan başka
zamanlardaki olayları da bilmesini sağlayabilir. Eksik buluşun tutkulu
zevkinden daha az ilginç ve daha çok ayrı herhangi bir şey tahayyül etmek
güçtür. Bu uzun bir dağa tırmanıp da tepesinde sis’e çevrili, ama telsizle
donatılmış, bira satan bir lokantadan başka bir şey bulamamağa benzer. Ahmes’in
zamanında kerrat cetveli heyecan verici bir şey olmuş olabilir.
Kendi başına ilginç
olmayan bu fiziksel dünyada, İnsan, bir bölümü teşkil etmektedir. Vücudu, başka
maddeler gibi elektron ve protonlardan meydana gelmiştir ki bildiğimizce, hayvan ve bitkiler gibi aynı
kanunlara tâbidir. Bazıları fizyolojinin fiziğe indirilemeyeceğini düşünüyorlar,
ama bunların yanıldığını düşünmek tedbirlice bir şey olur. Yolculuklar nasıl
yollara ve demiryollarına bağlıysa, aynı şekilde “Düşüncelerimiz”, dediğimiz
şeyler, de beyindeki kıvrıntılara dayanmaktadır. Düşünürken kullanılan
enerjinin kimyasal bir başlangıcı olduğu sanılıyor; örneğin iyot eksikliği,
zeki bir adamı budala yapıveriyor. Zihin olguları, maddi yapılarla ilgili gibi
görünüyor. Bu böyle olursa, tek bir elektronun veya protonun
“düşünebileceğini” hayal edemeyiz; yoksa bu tek bir kimsenin kendi başına
futbol oynaması gibi bir şey olur. Bireyin düşüncesinin de ölümden sonra
yaşayabileceğini düşünemeyiz, çünkü ölüm, beyinin düzenini bozmakta ve beyin
kıvrıntılarını kullanan enerji boşa gitmektedir.
Hristiyan dininin
merkez dogmaları olan Tanrı ve ruhun öldükten sonra yaşaması, bilimde destek
bulamıyor. Bu öğretilerin her biri, din için elzem denemez, çünkü Budizmde
bunların hiçbiri yoktur. (Ölümsüzlük konusunda, kayıtsız şartsız bu gibi bir
beyan yanıltıcı olabilir, ama incelemenin sonunda doğru olduğu görülür). Ama
biz, Batıda, bunları ilâhiyatın daha küçültülemeyecek asgarisi olarak düşünmeğe
başladık. Bu inançlara bağlı kalacak kimseler olacaktır Tabii, çünkü kendimizi
erdemli, düşmanlarımızı kötü görmek bize nasıl hoş geliyorsa, bu da bize hoş
gelmektedir. Ama bence, hiçbiri için sebep yok. Tanrının var olmadığını ispat edebileceğimi
iddia etmiyorum. Şeytanın da bir hayal olduğunu ispat edemem. Hristiyan Tanrısı var
olabileceği gibi, Olimpos'un, eski Mısır’ın, Babil’in Tanrıları da var olmuş
olabilir. Ama bu varsayımlardan hiçbiri, bir ötekinden daha muhtemel değildir: bu muhtemel, bilgi
alanının ötesindedir, bu bakımdan, herhangi birini ele almak gerekmez. Bu
soru üstünde fazla duracak değilim, çünkü Leibniz üstüne yazdığım kitapta
bundan bahsettim.
Bireyin
ölümsüzlüğü sorunu oldukça başka bir temele dayanıyor. Burada her iki
bakımdan da kanıt mümkündür. İnsanlar, bilimin uğraştığı her günkü dünyanın
bölümüdür, varlıklarını tayin eden şartlar da ortaya çıkarılabilir. Bir su
damlası, ölümsüz değildir, oksijen ve hidrojene çevrilebilir. Bu bakımdan, bir
su damlası kaybolduktan sonra, sululuk niteliğini muhafaza edeceği söylenseydi
şüpheyle karşılardık bunu. Aynı şekilde beynin ölümsüz olmadığını biliyoruz,
canlı bir vücudun teşkilâtlı enerjisi sanki ölümde terhis oluyor, bu bakımdan
kollektif eylem için uygun olmuyor. Zihin hayatımız diye baktığımız şeyin,
beyin yapısına ve teşkilâtlı vücut enerjisine bağlı olduğunu gösteriyor bütün
kanıtlar. Bu bakımdan, vücut hayatı bitince, zihin hayatının da bitmesi
rasyonel oluyor. Bu muhakeme, imkânlardan biridir sadece, ama çoğu bilimsel
sonuçların dayandığı ihtimaller kadar kuvvetlidir.
Bu sonuca
saldırılabilecek türlü sebepler var. Psişik araştırma, ruhun ölümden sonra
yaşadığını gösteren gerçek bilimsel kanıtlar olduğunu söylüyor, şüphesiz ki,
tatbik ettiği usuller de bilimsel bakımdan doğrudur. Bu çeşit kanıt, bilimsel
yaradılışı olan kimsenin reddedemiyeceği derecede insanı etkileyebilir. Bununla
birlikte, kanıta verilecek değerin, ruhun ölümden sonra yaşaması varsayımının
önceki ihtimaline dayanması gerekir. Herhangi bir olgu serisini anlatmak için,
türlü yollar vardır, bunlardan önceden en az muhtemel olanını tercih edeceğiz,
ölümden sonra yaşamamızı muhtemel görenler, bu görüşü psişik gerçeklerin en
iyi açıklaması olarak görecektir. Bu kurama başka sebeplere dayanarak imkânsız
olarak bakanlar, başka açıklamalar arayacaklardır. Ben, ruhun ölümden sonra
yaşadığından yana olan psişik araştırma tarafından şimdiye dek ileri sürülen kanıtları,
öte taraftaki fizyolojik kanıtlardan çok daha zayıf
görüyorum. Ama her an, daha kuvvetlenebileceğini kabul ediyorum, o zaman
ruhun ölümden sonra yaşamadığına inanmak bilime aykırı olur.
Bununla birlikte,
bedenin ölümden sonra yaşaması ölümsüzlükten ayrı bir şeydir: sadece psişik
ölümün bir gecikmesi olabilir. İnsanların inanmak istediği ölümsüzlüktür.
Ölümsüzlüğe inananlar, benim burada kullandığım fizyolojik kanıtlara karşı
çıkacaklardır, bedenle ruhun tamamıyla ayrı şeyler olduğunu, ruhun bedenimiz
içindeki organlar aracılığıyla meydana gelen ampirik belirtilerden apayrı şey
olduğunu ileri süreceklerdir. Bunun bir metafizik boş inanç olduğunu sanıyorum.
Zihin ve madde, en son gerçekler olmayıp, bazı amaçlar için kullanılan uygun
terimlerdir. Ruh gibi, elektron ve protonlar da mantıki birtakım hayallerdir;
aslında herbiri, bir tarih, tek bir sürekli varlık değil, bir olaylar dizisidir.
Ruh konusunda, bu gelişmenin ortaya koyduğu gerçekler yüzünden apaçık bir
şeydir. Gebe kalmak, hamilelik, ve bebeklik üstünde düşünen herkes, ruhun
bölünmez bir şey olduğunu, bu süreç boyunca mükemmel ve tam olduğuna
inanmaktadır. Beden gibi geliştiği apaçıktır, hem sperma, hem de yumurtalıktan
çıkmaktadır, bu bakımdan bölünemez. Bu, maddecilik değildir: sadece, her ilginç
olan şeyin, ilk madde meselesi değil, bir teşkilât meselesi olduğunun
kabulüdür.
Metafizikçiler ruhun
ölümsüz olması gerektiği konusunda sayısız muhakemeler yürütmüşlerdir. Bütün
bu muhakemeleri yıkabilecek basit bir deney vardır. Hepsi de aynı zamanda ruhun
bütün uzaya yayılması gerektiği üstünde durmaktadırlar. Ama uzun yaşamak için
şişmanlama kaygısında olmadığımızdan, sözü geçen metafizikçilerin hiçbiri
muhakemelerinin bu tatbikatına dikkat etmemişlerdir. Pek kabiliyetli adamları
bile körleştirebilecek, onların yanlış yapmalarına sebep olacak, isteğin
şaşırtıcı gücünün bir örneğidir. Ölümden korkmasaydık, ölümsüzlük fikrinin
ortaya çıkmış olacağını sanmıyorum.
Korku, hayatta daha
birçok şeyin olduğu gibi, din dogmasının da temelidir. Birey ya da toplu halde
insan varlıklarından korkma, toplum hayatımızı çok etkilemektedir, ama
tabiattan korkma, dini doğurmaktadır. Zihin ve madde antitezi, görmüş olduğumuz
gibi, oldukça hayalidir; ama daha önemli olan bir antitez daha vardır bu,
isteklerimizle değiştirebileceğimiz ve değiştiremeyeceğimiz şeyler arasındaki
antitezdir, ikisi arasındaki çizgi, ne kesindir, ne değişmez cinstendir bilim
ilerledikçe, birçok şey daha bir kontrol altına alınabilmektedir. Gene de kesin
olarak öte yanda bazı şeyler kalmaktadır. Bunlar arasında dünyamızın büyük
olayları vardır, astronominin uğraştığı olaylar cinsindendir bunlar.
Ancak yeryüzünün üstündeki, ya da yakınındaki şeyleri isteğimize göre bir
derece kalıba sokabiliyoruz. Yeryüzünün üstünde bile iktidarımız sınırlıdır.
Her şeyden önce ölümü önleyemiyoruz, her ne kadar çoğu zaman geciktirebiliyorsak
da.
Din bu antitezi
yenmek için bir teşebbüstür. Dünya Tanrı tarafından kontrol
ediliyorsa, Tanrı da dua ile harekete gelebilirse, Kâdiri Mutlaklıktan
kendimize bir pay almış oluyoruz. Eskiden dualara mucizeler cevap verirdi,
Katolik Kilisede durum hâlâ böyledir, ama Protestanlar bu gücü kaybetmişlerdir.
Bununla birlikte, mucize olmadan da olur, çünkü Takdiri İlâhi, mümkün en iyi
neticeleri verecek şekilde tabiat kanunlarını düzenlemiştir. Böylece Tanrıya
inanma hâlâ tabiat dünyasını insanlaştırmağa yardım etmektedir ve fizik
kuvvetlerini gerçekten kendi müttefikleri gibiymiş gibi görmelerini
sağlamaktadır. Aynı şekilde ölümsüzlük de ölüm korkusunu ortadan
kaldırmaktadır, öldüklerinde sonsuz mutluluğa erişeceklerine inanan kimselerin
ölüme dehşetle bakmamaları gerekir, bununla birlikte ki bu doktorlar için
iyidir, daima böyle olmamaktadır. Bununla birlikte, tamamıyla ortadan
kaldıramasa da, insanların korkusunu oldukça yatıştırmaktadır.
Temeli korku olduğu
için, din, bazı korkulara kötü olarak bakılmamasını sağlamıştır.
Bunda, insanlığa çok kötü bir hizmette bulunmuştur: bütün korkular kötüdür,
öldüğüm zaman çürüyeceğime, ben’imden hiçbir şeyin yaşamaya devam etmiyeceğine
inanıyorum. Genç değilim, ve hayatı seviyorum. Ama yok olma düşüncesi karşısında
korkuyla titremeyle alay ederim. Mutluluk sona erse de, gene mutluluktur,
sonsuz olmadıklarından, düşünce ve aşk değerlerinden kaybetmezler. Giyotine
gururundan bir şey kaybetmeden giden çok insan vardır; aynı gururun, bize,
insanın dünyadaki yerini öğretmesi için, yardımı gerektiği açıktır. Geleneksel
insansı mitosların içerdeki sıcaklığından sonra, bilimin açık pencereleri ilkin
bizi biraz titretse bile, sonunda taze hava insana güç verir, ve büyük
mekânların kendilerine özel bir görkemi vardır.
Tabiat felsefesi
başka, değer felsefesi başka şeydir. Bunları karıştırırsak, sadece zarara
uğramış oluruz. İyi diye düşündüğümüz şeyin, olmasını istediğimiz şey ile
hiçbir ilgisi yoktur; bu, tabiat felsefesinin sorunudur, öte yandan,
insan-olmayan dünya bunu değerlendirmiyor diye, şunu bunu değerlendirmemiz
yasaklanamaz bize, “tabiat kanunu” diye de ille de bir şeye hayran kalmamız
gerekmez. İsteklerimizi, ümitlerimizi, korkularımızı, fizikçinin bulmağa
başladığı kanunlara göre meydana getirmiş olan tabiatın parçası olduğumuza
şüphe yok. Bu anlamda tabiatın bir parçasıyız, tabiata tâbiyiz, sonunda da
tabiat kanunlarının sonucunun kurbanı olacağız.
Tabiat felsefesi
ille de yeryüzüne inhisar etmemelidir; çünkü yeryüzü Saman Yolu’nun küçük
yıldızlarının küçük gezegenlerinin sadece bir tanesidir, önemsiz gezegenimizin
minik parazitlerinin hoşuna gidecek birtakım sonuçlar elde etmek için tabiat
felsefesini bozmak gülünç olur. Vitalizm, [İlke olarak hem
ruhtan hem de organizmadan ayrı bir hayatı kabul eden fizyolojik öğreti. Bu
görüş, bütün uzvi aksiyonları kapsar. ] bir felsefe olarak ve evrimcilik, bu
bakımdan bir nisbet duygusu ve mantık yokluğu göstermektedir. Bizim kendimiz
için ilginç olan hayatın gerçeklerine, kozmik bir önemi varmış gibi, yeryüzüne
inhisar eden bir şey değilmiş gibi bakıyorlar. İyimserlik ve kötümserlik de,
kozmik felsefeler olarak, aynı safdil hümanizmi göstermektedir; tabiat
felsefesinden tanıdığımız kadar, büyük dünya, ne iyidir, ne kötü ve bizi mutlu
veya mutsuz kılmak için kaygılanmamaktadır. Bütün bu felsefeler insanın kendi
kendine önem vermesinden doğmaktadır ve az bir astronomiyle
düzeltilebilmektedir.
Ama değer
felsefesinde durum tersine çevrilmektedir. Tabiat, bizim hayal edebildiğimizin
ancak bir parçasıdır; gerçek veya hayali her şey bizce takdir edilebilir,
bizim verdiğimiz değerin yanlış olduğunu gösterecek dışta bir standart yoktur.
Biz kendimiz değerin en son ve reddedilemeyecek hakemleriyiz, değer dünyasında
da Tabiat, sadece bir bölümdür. Böylece bu dünyada bizler, Tabiattan daha
büyük oluyoruz. Değerler dünyasında, Tabiatın kendi nötrdür, ne iyidir, ne
kötü, ne hayranlık, ne de yargılanmak ihtiyacındadır. Değeri yaratan
bizleriz, değer veren isteklerimizi de yaratan bizleriz. Bu alanda krallarız,
Tabiatın karşısında eğilirsek, krallığımızı küçük düşürmüş oluruz. İyi hayatı
sağlayacak bizleriz, Tabiat değildir Tanrı olarak kişileştirilmiş Tabiat bile
değil.
Türlü zamanlarda ve
türlü topluluklarda iyi hayat konusunda türlü kavramlar ortaya çıkmıştır. Bir
dereceye kadar bu ayrılıklar muhakeme yoluyla açıklanabiliyordu; bu, insanlar
belli bir sonuca varmak için başvurulacak yollar konusunda ayrıldıkları
zamanlardaydı. .Bazıları hapis etmenin suçu önlemek için iyi bir yol olduğunu
düşünmektedir; bazılarıysa eğitimin daha iyi olacağı üstünde durmaktadır. Bu
çeşit bir ayrılık, yeterli kanıt göstererek bir sonuca vardırılabilir. Ama öyle
ayrılıklar vardır ki, bu şekilde denenemez. Tolstoy her türlü savaşı mahkûm
ediyordu; bazıları hak uğruna savaşan bir askerin asilce davrandığını
söylemektedir. Burada sez konusu olan muhtemelen amaçlardaki gerçek ayrılıktı. Askeri
övenler, günahkârların cezalandırılmalarını başlı başına iyi bir şey olarak
görürler; Tolstoy böyle düşünmüyordu. Bu gibi bir konuda herhangi bir muhakeme
yürütülemez; bu bakımdan iyi hayat konusundaki görüşüm ispatlanamaz, sadece
görüşümü açıklayabilir, mümkün olduğu kadar çok sayıda kimsenin benimle
hemfikir olmasını ümit edebilirim. Şudur benim
görüşüm: İyi hayat, sevgiden ilham alan ve bilgiyle yönetilen bir hayattır
Bilgi olsun, sevgi
olsun, ikisi de sonsuzca genişletilebilir, bu bakımdan iyi bir hayat ne denli
iyi olursa olsun, daha iyi bir hayat düşünülebilir. Bilgisiz sevgi, ya da
sevgisiz bir bilgi iyi bir hayat doğuramaz. Ortaçağlarda salgın hastalık bir
ülkede patlak verdi mi, rahipler halkın kiliselerde toplanmasını ve kurtuluş
için dua etmesini sağlarlardı; bunun sonucu hastalık dua edenler yığını
arasında olağanüstü derecede çabuk yayılırdı. Bu, bilgisiz sevginin bir
örneğidir. Son savaş sevginin yer almadığı bir bilgi örneğiydi. Her iki durumda
da sonuç büyük çapta ölüme sebep olmuştur.
Her ne kadar hem
sevgi, hem de bilgi gerekse de, sevgi bir bakıma daha temeldir, çünkü zeki
kimselerin bilgi peşinde koşmasını sağlar, sevdiklerine nasıl fayda
sağlayacağını arar. Ama insanlar zeki değilse, kendilerine ne söylenirse ona
inanırlar, en gerçek iyilik severliklerine rağmen kötülük etmiş olurlar. Demek
istediğimi en iyi Tıp sağlıyor sanıyorum. İyi bir doktor, bir hastaya
dostundan daha büyük iyilik eder, tıp biliminde ilerleme de, bilgisiz bir
insancıllıktan, bir topluluğun sağlığına daha çok yardım eder. Gene de bilimin
buluşlarından sadece zenginler faydalanacaksa, burada bile bir iyilikseverlik
unsurunun bulunması gerekir.
Sevgi türlü
duyguları içine alan bir kelimedir; bütün bu anlamları ifade etmek
istediğimden bu kelimeyi bile bile kullandım. Sevgi bir hareket olarak bu anlamda
alacağım çünkü sevgi “prensip” bakımından bana gerçek gibi gelmiyor iki kutup
arasında hareket eder: bir yandan istiğraktan büyük zevk duyma, öte yandan
büyük bir iyilikseverlik. Cansız nesneler söz konusu olduğunda sadece zevk
giriyor işin içine; bir manzaraya veya sanata karşı iyilikseverlik duymayız. Bu
çeşit zevk alma herhalde sanatın kaynağıdır. Bu küçük çocuklarda erginlerden
daha güdüdür genellikle, büyükler nesnelere daha çok faydası nispetinde değer
verirler. Sadece estetik, istiğrak konusu olarak baktığımızda insan
varlıklarına karşı duyduğumuz duygulardan büyük rol oynar, kimilerini güzel,
kimilerini çirkin buluruz.
Sevginin karşı kutbu
saf iyilikseverliktir. İnsanlar cüzzamlılara yardım etmek için hayatlarını feda
etmişlerdir; bu anlamda duydukları sevginin herhangi bir estetik zevkle ilgisi
yoktur. Anne-baba sevgisi, genel olarak çocuğun görünüşünden zevk duyar, ama
çocuk uzaktayken de bu duygu güdü olarak devam eder. Bir annenin hasta
çocuğuna karşı gösterdiği ilgiye “iyilikseverlik” demek saçma olur, çünkü bu
kelimeyi büyük yanı yalan olan bir duygu için kul1 anmaktayız. Ama
başka bir kelime bulmak güçtür. Bu çeşit bir istek, anne-baba duygusu söz
konusu olduğunda her türlü kuvvet derecesine çıkabilir. Başka durumlarda çok
daha az şiddetlidir; başkalarına karşı duyulan duyguların hepsi, bir çeşit
anne-baba sevgisi, ya da bazen onun bir başka şeye yönelmesidir. Daha iyi bir
kelime bulamadığım için bu duyguya “iyilikseverlik” diyorum. Ama bir ilkeden
söz etmediğimin bir duygudan bahsettiğimin kesinlikle bilinmesini istiyorum; bu
kelimeye, bazen atfolunduğu gibi, herhangi bir üstünlük duygusu da katmıyorum.
“Sempati” (duygudaşlık) kelimesi demek istediğimi bir bakıma açıklarsa da.
içine sokmak istediğim hareket unsurunu ihtiva etmemektedir.
Sevgi tam anlamında
zevk ile iyilik-dileme gibi iki etkenin birbirinden ayrılamayacak bir
karışımından meydana gelir. Bir anne-babanın güzel başarılı bir çocuğu için
duyduğu sevgi iki etkeni de içine alır; cinsiyet sevgisinde de durum böyledir.
Ama cinsiyet sevgisinde emin bir şekilde mülkiyet olduğunda iyilikseverlik
vardır, yoksa, her ne kadar zihindeki zevk daha büyük çapta artarsa da,
kıskançlık onu yıkar. İyilik duygusu olmayan zevk, zalim olabilir; zevk
almaksızın iyilik duygusu duymak soğukluk, biraz da üstünlük doğurur. Sevilmek
isteyen bir kimse, her iki etkeni de içinde bulunduran bir sevginin nesnesi
olmayı ister, ancak bebeklik çağındaki gibi veya hastayken son derece zayıf
olunduğunda durum değişebilir. Tersine olarak, son derece kuvvetli olunduğu
zamanlarda da, iyilikten çok hayran kalınmak istenir: zorbaların ve ünlü
güzellerin zihin durumu böyledir. İnsanlardan iyilik, ancak onlardan, yardım,
tehlike sezdiğimiz nispette isteriz. Bu hiç olmazsa biyolojik mantık bakımından
böyledir, hayat için gerçek değildir pek. Yalnızlık duygusundan kurtulmak için,
dediğimiz gibi “anlaşılmak” için sevgi isteriz. Bu sadece iyilikseverlik
değil, aynı zamanda bir sempati, yani duygudaşlık meselesidir de; sevgisi
hoşumuza giden kimse sadece iyiliğimizi istemekle kalmamalı, aynı zamanda
nasıl mutlu olacağımızı da bilmelidir. Ama bu iyi hayatın öteki etkenine, yani
bilgiye aittir.
Mükemmel bir dünyada
her duygulu varlık, her bir başkası için, zevk, iyilikseverlik ve
anlayışlılık'ın bölünmez bir şekilde meydana getirdiği sevgi nesnesi olur.
Bundan, günümüzün dünyasında karşılaştığımız bütün duygulu kimselere karşı
böyle davranmamız gerektiği çıkarılmamalıdır. Tiksinç geldiği için hoşumuza
gitmeyecek çok kimse vardır. Onlarda güzel arayarak yaradılışımıza karşı
şiddet kullanacak olursak, Tabii olarak güzel bulduğumuz şeylere karşı olan
algılılığımızı körleştiririz. İnsanlar bir yana, dünyada daha pire, tahta
kurusu ve bit gibi şeyler de vardır Tabii. Bazı azizlerin bitlere “Tanrının incileri” dediği olmuştur, ama bu
adamların bitten zevk almaları sadece kutsallıklarını teşhir içindi.
İyilikseverlik daha
da genişletilmeye elverişlidir, ama iyilikseverliğin de sınırları vardır. Bir
hanımla evlenmek istiyorsak, sonradan onunla evlenmek isteyen biri olduğunu
anlarsak, hanımı bırakıp o alsın diyerek iyilik etmek istemeyiz, buna haklı
olarak bir yarış alanı gözüyle bakabiliriz. Yine de rakibimize karşı
duygularımız tamamıyla iyi olmaz. Yeryüzündeki iyi hayat tariflerinin hepsinde
bir hayvan canlılığı ve içgüdüsü temeli olduğunu farz etmemiz gerekiyor
sanıyorum. Onsuz hayat pek ehli olur, ilginçliği kalmaz. Uygarlık buna
eklenecek bir şeydir, yerini alacak bir şey değil; riyazetçi aziz ile yalnız
yaşayan bilge tam insan varlığı olamamaktadır bu bakımdan. Bunların pek azı bir
topluluğu bencileştirebilir; ama hep onlardan meydana gelen bir dünya (sıkıntıdan
patlar.
Bu düşünceler, en
iyi sevgide bir zevk etkeni üstünde durmağa götürüyor. Bu gerçek dünyada,
zevk, kaçınılmaz bir şekilde seçmeyle ilgili, bu yüzden, bütün insanlık için
aynı duyguyu duymamızı önlüyor. Zevkle iyilikseverlik arasında çatışma
doğunca, genellikle bir uzlaşma yoluna gitmeleri gerektir, hiç biri ötekisine
tamamıyla teslim olmamalıdır. İçgüdülerin kendi haklan vardır, ve bir noktadan
öte, onlara karşı şiddet kullanacak olursak, sonra bizden ince yollardan öcünü
alır. Bu bakımdan, iyi bir hayat düşünürken, insan imkânının sınırlarını da
göz önüne getirmek gerektir. Bununla birlikte, burada da, yine bilgi
gerekliliğine gelmiş oluyoruz.
Bilgiden, iyi
hayatın bir etkeni olduğundan söz ederken, ahlâk bilgisini düşünmüyorum,
bilimsel bilgiden, belli bazı olayların bilgisinden sez ediyorum. Ahlâk
bilgisi diye bir şey olabileceğini sanmıyorum. Belli bir amaca erişmek
istiyorsak, bilgi bize yolu gösterir, bu bilgiyse bir bakıma ahlâk bilgisi diye
geçer. Muhtemel sonuçlarına atıfta bulunmadan, hangi davranışın doğru, hangisinin
yanlış olduğu üstünde karar verebileceğimizi sanmıyorum. Erişilecek bir amaç
olduğunda, onu nasıl gerçekleştirmek meselesi bilime kalmış bir iştir. Bütün
ahlâk kurallarını, istediğimiz sonuçları gerçekleştirmeğe eğilimli olup
olmadığını inceleyerek, denememiz gerekir, istediğimiz amaçlar diyorum,
istemek zorunda olduğumuz amaçlardan söz etmiyorum. İstemek zorunda olmak, başka
birinin bizim için filân şeyi istemesi demektir. Genellikle makamlar bizlerden
birtakım şeyler ister -annebaba, okul öğretmenleri, polis, yargıçlar- Bana
“filân falan şeyi yapman gerekiyor” derseniz, sözünüzün harekete getirici
gücü, benim, sizin tasvip etmeniz isteğimdedir muhtemelen aynı zamanda
tasvibiniz veya tasvip etmemenizle ilgili mükâfat veya ceza da olacaktır. Her
türlü davranış istekten doğduğu için, ahlâk kavramları da, isteği etkilediği
süre, ancak önem kazanabilir. Bunu tasvip olunmamaktan korktuğu için yapar.
Bunlar güçlü toplumsal kuvvetlerdir, herhangi toplumsal bir amaç gerçekleştirmek
istiyorsak, ister istemez onları kendi tarafımıza geçirmeğe çalışacağız.
Davranışın, ahlâkın muhtemel sonuçlarıyla yargılanabileceğim söylerken, dilediğimiz
toplumsal amaçları gerçekleştirmesi muhtemel davranışın tasvibini, karşı
davranışın ise tasvip olunmamasını istiyorum demektir. Bugün böyle
davranılmamaktadır; bazı geleneksel kurallar vardır, bunlara göre tasvip veya
ret, sonuçlar göz önüne getirilmeden yapılmaktadır. Ama bu gelecek bölümde ele
alacağımız bir konudur.
Kuramsal ahlâkın
boşluğu, basit durumlarda apaçık görünür. Örneğin, farz edin çocuğunuz hasta.
Sevginiz onun iyi olmasını istiyor, bilim de nasıl iyi olacağını söylüyor
size. Kuramsal ahlâkda çocuğunuzun iyileşmesinin daha iyi olacağını söyleyen
bir ara safha yoktur. Hareketiniz, bir amaç gerçekleştirmek isteği ile çare
bilgisinden doğmaktadır. İyi olsun kötü olsun, bu, aynı zamanda bütün
hareketler için böyledir. Durumlara göre amaçlar değişebilir, bilgi de bazı
durumlarda başkalarına nazaran daha yeterli olabilir. Ama insanlara yapmak
istemedikleri şeyi yaptırma yolları yoktur. Mümkün olan bir mükâfat veya ceza
sistemiyle -bu arada toplumsal tasvip veya reddin de büyük rolü vardır-
isteklerini değiştirmektedir. Kanun koyucu ahlâkçı için, mesele şu oluyor
böylece: kanun koyucu makam tarafından istenenin azamisini sağlamak için bu
mükâfat ve ceza sistemini nasıl düzenlemek gerekir? Kanun koyucu makamın kötü
istekleri olduğunu söyleyecek olursam, isteklerinin, kendimin ait olduğu topluluğun
bir bölümünün istekleriyle çatıştığını demek istiyorumdur sadece. İnsan
isteklerinin dışında ahlâk ölçüsü yoktur.
Böylece ahlâkı
bilimden ayıran şey, herhangi özel bir bilgi değildir, sadece istektir. Ahlâkta
gereken bilgi, başka yerdeki bilgiye benzer tamamıyla; özel olan şey, bazı
amaçların ve onlara götürecek doğru davranışın istenmesidir. Doğru davranışın
tanımı çoğunluğa hitap edecekse, amaçların, insanlığın büyük bir kısmının
istediği amaçlar olması gerekecektir. Doğru davranışın kendi gelirimi
arttıracak bir şey olduğunu söyleyecek olsaydım, okuyucularım benimle aynı
fikirde olmazlardı. Herhangi bir ahlâk muhakemesinin bütün etkinliği bilimsel
yatımdadır; yani, başka değil de, belli bir çeşit davranışın genellikle
istenen bir amaca götüren yol olmasındadır. Bununla birlikte, ahlâk muhakemesi
ile ahlâk eğitimi arasında bir ayrılık yapmam gerekir. Ahlâk eğitimi bazı
istekleri kuvvetlendirmek, bazılarını zayıflatmaktan ibarettir. Bu, daha sonra
ele alınacak olan apayrı bir süreçtir.
Bu bölümün
başlangıcındaki iyi hayat tanımının demek istediğini, daha dakik olarak
açıklayabiliriz şimdi.
İyi hayatın, bilgi
tarafından yönetilen sevgiden meydana geldiğini söylediğim zaman beni harekete
getiren istek mümkün olduğu kadar böyle bir hayat yaşamak, başkalarının da
böyle yaşamasını görmek isteğiydi: beyanın mantıki muhtevası, bu şekilde
yaşayan insanların bulunduğu bir toplulukta, daha az sevgi ve bilgi olan bir
topluluktan, isteklerin daha çok gerçekleştirileceğidir. Bu hayatın “erdemli”,
ya da karşıtının “günah” olduğunu söylemiyorum, çünkü bunlar, bana bilimsel
bakımdan doğrulanamayacak gibi gelen kavramlardır.
http://www.philvaz.com/apologetics/p20.htm
BERTRAND
RUSSELL İLE RAHİP F. C. COPLESTON, S. J. ARASINDA BİR TARTIŞMA
[Fr. Copleston vs. Bertrand Russell:The Famous 1948
BBC Radio Debate on the Existence of God]
[Fr. Copleston vs. Bertrand Russell:The Famous 1948
BBC Radio Debate on the Existence of God]
[Bu tartışma ilkin B.B.C. nin üçüncü
programında 1948 sonbaharında yayınlanmıştır.]
COPLESTON — Tanrının
varlığı üstünde tartışacağımızdan, önce “Tanrı” teriminden ne anladığımız konusunda
bir anlaşmaya varmamız doğru olur inanıyorum. Ben, dünyadan ve dünyayı
yaratandan ayrı, ulu bir varlık düşünüyorum. Hiç olmazsa geçici olarak,
“Tanrı” teriminin bu anlamını kabul ediyor musunuz?
RUSSELL — Evet, bu
tanımı kabul ediyorum.
COPLESTON — Bence
böyle bir varlık gerçekten vardır ve varlığı felsefi bakımdan doğrulanabilir.
Siz tutumunuzun agnostik mi, ateist mi olduğunu açıklayabilir misiniz? Yani,
Tanrının yokluğu sizce ispat edilebilir mi?
RUSSELL — Hayır,
ispat edilebilir demiyorum, tutumum agnostiktir.
COPLESTON — Tanrı
sorununun büyük önemi olan bir sorun olduğunu kabul eder misiniz? örneğin. Tanrı
yoksa, insan varlıkları ve insanlık tarihinin, kendi istedikleri gibi
kendileri için tayin edecekleri amaçtan başka amacı olamayacağı konusunda
benimle hemfikir misiniz, ki –tatbikatta- bu amaç, zorla kabul ettirme
iktidarları olan kimselerin zorla kabul ettireceği amaç demektir.
RUSSELL — Genellikle
evet, bununla birlikte, son cümlenizi bazı bakımlardan sınırlandırmak isterdim.
COPLESTON — Tanrı
yoksa -mutlak bir varlık yoksa-mutlak değer denen şeyin olamayacağı konusunda
da benimle aynı fikirde misiniz? Yani mutlak bir iyi yoksa, bundan değerlerin
izafiliği ortaya çıkacağı konusunda demek istiyorum.
RUSSELL — Hayır,
bence bu sorular mantık bakımından birbirinden ayrı şeyler, iyi ile kötü
arasında bir ayrılık olduğunu, bunların her ikisinin de kesin kavramlar
olduğunu ileri süren G. E. Moore’un Principia, E'thica adlı
kitabını alalım ele. Orada Moore, ileri sürdüğü bu fikri desteklemek için Tanrı
fikrini işin içine sokmamaktadır.
COPLESTON — Ahlâkî
muhakemeye gelinceye dek “iyi” konusunu bir yana bıraksak da, ben ilkin
metafizik bir muhakeme ileri sürsem. Leibniz’in “İhtimaliyet” muhakemesine
dayanan metafizik muhakeme üstüne vermek istiyorum bütün ağırlığı, daha sonra
ahlâkî muhakemeyi ele alabiliriz, önce size metafizik muhakeme üstünde kısa
bir beyanda bulunsam, sonra üstünde tartışsak olur mu?
RUSSELL — Bence çok
iyi olur.
"İHTİMALİYET"E DAYANAN MUHAKEME
COPLESTON — Açık bir
şekilde anlatabilmem için, muhakemeyi birbirinden kesinlikle ayrı iki safhaya
ayıracağım. İlkin, dünyâda, kendi özlerinde Var olmalarının nedenlerini
bulundurmayan, hiç değilse bazı varlıklar olduğunu biliyoruz, örneğin, anne ve
babama bağlıyım, derken havaya, besiye, filân, ikinci olarak, dünya sadece tek
tek nesnelerin gerçek veya hayali bütünü ya da topluluğudur, ki bunlardan
hiçbiri yalnızca kendi İçlerinde varlıklarının nedenlerini bulundurmamaktadır.
Kendisini teşkil eden nesnelerden ayrı bir dünya yoktur, nasıl ki insan ırkı,
üyelerinden ayrı bir şey değilse. Bu bakımdan, nesneler ve olaylar var olduğuna
göre ve hiçbir tecrübe nesnenin kendi içinde, kendi varlığının nedenini
bulundurmadığına göre, bu sebebin, nesnelerin bütününün kendi dışında bir
nedeni olması gerekir. Bu nedenin varolan bir varlık olması gerekir. Bu
varlık, kendinin nedeni olabileceği gibi, olmayabilir de. Öyleyse, tamamdır,
değilse, daha ileri gitmemiz gerekir. Ama bu anlamda sonsuza kadar gidecek
olursak, varlığın bir açıklanması yapılmış olmaz. Bu bakımdan varlığı
açıklamak için, kendi içinde kendi varlığının nedenini bulundurması gereken,
yani var olmadan yapamayacak olan bir varlığa varmamız gerekir.
RUSSELL — Bu, türlü
noktalar çıkarıyor ortaya, nereden başlanması gerektiği de kolay değil, ama
düşüncenize cevap vermek için başlanacak en iyi nokta bence, gerekli varlık
sorunudur. “Gerekli” kelimesinin, sadece önermelere anlamlı olarak
uygulanabileceğini ileri sürebilirim. Sadece analitik olanlara yani inkâr
etmesi kendini çelişmeye düşürecek olanlara. Gerekli bir varlığı, ancak
varlığını inkâr etmek kendi kendiyle çatışan bir şey olsaydı kabul edebilirdim.
Leibniz’in, önermeleri, aklın doğruluklarıyla, gerçeğin doğrulukları diye
ikiye ayırmasını kabul edip etmediğinizi bilmek isterdim. Aklın doğrulukları
gereklidir.
COPLESTON —
Leibniz’in aklın doğrulukları ile gerçeğin doğrulukları fikrine elbette ki
katılmıyorum, çünkü onca, eninde sonunda sadece analitik birtakım önermeler
vardır. Leibniz’e göre gerçeğin doğrulukları, sonunda aklın doğruluklarına
irca olunabilir. Yani hiç olmazsa her şeyi bilen bir zihin için analitik
önermelere irca olunabilir. Bu hususta hemfikir değilim. Bir kere, özgürlük
yaşantısının ihtiyaçlarını karşılayamaz. Leibniz’in bütün felsefesine
katılmıyorum. Muhtemel varlıktan, gerekli varlığa giden muhakemesini
kullandım, ve muhakemeyi yeterli akıl ilkesi üzerine dayadım, buna sebep sırf,
bence Tanrının varlığının temel metafizik kanıtı olan şeyin kısa ve açık bir
ifadesi gibi görünmesidir.
RUSSELL — Ama bence
“gerekli bir önerme”nin analitik olması şarttır. Başka ne ifade edebileceğini
anlamıyorum. Analitik önermelerse, daima karmaşıktır ve mantıki bakımdan
oldukça geç kalmaktadır. “Akıldışı hayvanlar, hayvandırlar” analitik bir
önermedir; ama “Bu bir hayvandır” önermesi hiçbir zaman analitik olamaz.
Nitekim analitik [ Çözümlemeli.
] olabilecek bütün önermeler, önermelerin yapısında oldukça geç kalmaktadır.
Analitik felsefe: Yirminci yüzyılın geleneksel felsefi bakış açılarını redderek kurulmuş bir
felsefe okulu. Analitik felsefe dışında Analiz, Lingüistik Analiz, Mantıkçı
Analiz, Felsefi Analiz, Sıradan Dil Felsefesi, Cambridge Analiz Okulu ve Oxford
Felsefesi gibi adlarla anılır. Analitik felsefe İngilizce konuşan ve Kuzey
İskandinav ülkelerindeki yaygın bir felsefi anlayıştır. Kıta felsefesi ise daha
çok ana dili İngilizce olmayan ülkelerdeki felsefi akımdır.
COPLESTON — “Muhtemel bir
varlık varsa, o halde gerekli bir varlık vardır” önermesini alın ele.
Ben varsayım olarak ifade olunan bu önermenin gerekli bir önerme olduğunu
düşünüyorum. Her önermeye gerekli analitik önerme diyecek olursanız, o zaman
terminolojide bir anlaşmazlığa mahal vermemek için-, her ne kadar bir deyimi
gereksiz yere tekrarlamak diye görmüyorsam da, ona ben de analitik derim. Ama
bir önermenin gerekli bir önerme olması için ancak muhtemel bir varlığın
olması gerekir. Gerçekten var olan bir muhtemel varlığın olması, tecrübeyle
açığa çıkarılması gerektiği ve muhtemel bir varlığın olmasını söyleyen önerme
analitik bir önerme değildir, muhtemel bir varlığın var olduğunu bildiniz mi
bir kere, ister istemez gerekli bir varlık olacaktır.
RUSSELL — Bu
muhakemenin çetin tarafı, gerekli bir varlığın var olduğunu, ve başka
varlıklara “muhtemel” demede özel bir anlam olduğu fikrini kabul etmemededir.
Bu sözlerin, kabul etmediğim bir mantık dışında bence hiçbir anlamı yoktur.
COPLESTON — Bu
terimleri, “modern mantık” denen şeye uymadığı için mi reddediyorsunuz
RUSSELL — Herhangi
bir anlamı olabileceğini görmüyorum. Bana öyle geliyor ki “gerekli” kelimesi,
geylere değil de, analitik önermelere uygulandığı durum dışta kalmak üzere,
anlamsız bir kelimedir.
COPLESTON — Bir
kere, “modern mantık”tan ne anlıyorsunuz? Benim bildiğime göre, birbirinden ayrılan
birtakım sistemler var. Sonra, bütün modern mantıkçıların metafiziğin
anlamsızlığını kabul edeceğini sanmıyorum. Hiç değilse ikimizin de bildiği
ünlü bir düşünür var, kendisinin modern mantık konusundaki bilgisi ilerindi,
ama metafiziğin anlamsız veya, özellikle Tanrı sorununun anlamsız olduğunu
kesinlikle düşünmüyordu. Ayrıca, bütün modern mantıkçılar metafizik
terimlerinin anlamsız olduğunu ileri sürse bile, bu haklı olduklarını
göstermez. Metafizik terimlerinin anlamsız olduğunu söyleyen önerme, bana,
farazi bir felsefe üstüne dayatılan bir önerme gibi geliyor. Ardındaki dogmatik
tutum şöyle gibi: makineme girmeyen şey yoktur, ya da anlamsızdır; heyecanın
ifadesidir. Modern mantığın belli bir sisteminin anlam için biricik ölçü
olduğunu söyleyen kimsenin aşırı derecede dogmatik bir şey dediğini göstermeğe
çalışıyorum sadece; felsefenin bir kısmının felsefenin bütünü olduğuna
dogmatik olarak inat etmekte olduğunu söylüyorum. Ne de olsa bir “muhtemel”
varlık, kendi içinde var olması için tam bir nedeni olmayan bir varlıktır,
muhtemel varlıktan anladığım budur. Ben bildiğim gibi siz de bilirsiniz ki,
hiçbirimizin varlığı, kendi dışımızdaki bir şeye veya birine,
anne-babalarımıza atıfta bulunmadan açıklanamaz. Oysa “gerekli” bir varlık,
var olması gereken, ama var olamayan bir varlık demektir. Siz böyle bir varlık
olmadığını söyleyebilirsiniz, ama kullanmakta olduğum ifadeleri anlamadığınıza
beni pek ikna edemezsiniz. Anlamıyorsanız, o halde, böyle bir varlığın var
olmadığını nasıl söyleyebilirsiniz, eğer böyle demek istiyorsanız?
RUSSELL — Burada
üstünde uzun uzadıya durmayacağım noktalar var. Metafiziğin herkes için anlamsız
olduğunu söylemiyorum. Bazı belli ifadelerin anlamsızlığını ileri sürüyorum
bunu genellemiyorum, sadece bu belli ifadelerin yorumunu anlayamadığımı
söylüyorum, Genel bir dogma değildir bu, özel bir şeydir. Ama bu noktaları
şimdilik bir yana bırakıyorum. Söylemekte olduğunuz şeyler, bana öyle geliyor
ki, özü var olmasını gerektiren, böylece varlığı analitik olan bir varlık olduğunu
söyleyen ontolojik muhakemeye getiriyor bizi. Bu bana imkânsız gibi geliyor,
Tabii bu da insanın varoluştan ne anladığı sorununu ortaya çıkarıyor ki, bence
adlandırılan bir nesne, anlamlı bir şekilde vardır denemez, sadece tanımlanan
bir özne olur kanısındayım.
COPLESTON — Öyle
sanıyorum ki, örneğin “T. S. Eliot vardır” demenin kötü bir gramer veya
sözdizimi olduğunu söylüyorsunuz; örneğin şöyle demek gerekti: “Murder in
the Cathedral’ın yazarı vardır.” “Dünyanın nedeni vardır” önermesinin
anlamsız olduğunu mu söylemeyeceksiniz? Dünyanın nedeni yoktur diyebilirsiniz;
ama "dünyanın nedeni vardır” önermesinin anlamsız olduğunu nasıl
söyleyebileceğinizi aklım almıyor. Bunu bir soru şekline koyun: “Dünyanın bir
nedeni var mıdır?” Çoğu kimse, cevabı konusunda hemfikir olmasa da soruyu
anlayacaktır elbette.
RUSSELL — “Dünyanın
bir nedeni var mıdır?” sorusunun Tabii anlamı vardır. Ama derseniz ki “Evet, Tanrı
dünyanın nedenidir” burada Tanrıyı bir öznel isim olarak kullanıyorsunuzdur; böylece “Tanrı
vardır” anlamı olan bir beyan olmayacaktır; benim tutumum bu. Bu yüzden Tabii,
şu veya bu var demek, analitik bir önerme olamaz hiçbir zaman. Örneğin konu
olarak “varolan yuvarlak kare”yi alın, “varolan yuvarlak kare vardır” önermesi
bir analik önerme gibi görünecektir, ama var değildir.
COPLESTON — Tabii
var değildir, varlığın ne olduğu üstünde bir kavramınız yoksa var değildir
diyemezsiniz Tabii. “Varolan yuvarlak kare”nin de hiç bir anlamı yoktur bana
göre.
RUSSELL — Tamam. O
halde başka bir metinde “gerekli varlık” konusunda da aynı şeyi söyleyeceğim.
COPLESTON — Öyle
geliyor ki bana, bir çıkmaza geldik. Gerekli varlık var olması gereken ama var
olamayan bir varlıktır demenin bence kesin bir anlamı vardır. Sizce hiç bir
anlamı yok.
RUSSELL — Bunu biraz
ileri götürelim. Var olması gereken ama var olamayan bir varlık, sizce Tabii,
özü var olmasını gerektiren bir varlıktır.
COPLESTON — Evet,
özü var olmak olan bir varlıktır. Ama Tanrının varlığını, sırf özü fikrinden
çıkarak tartışmak istemem, çünkü şimdilik Tanrının özü konusunda açık bir
sezgimiz yok. Yaşantı dünyasından Tanrıya doğru muhakeme yürütmemiz gerek
sanıyorum.
RUSSELL — Evet,
ayrılığı anlıyorum. Ama aynı zamanda, yeterli bilgisi olan bir varlık için,
“özü var olmasını gerektiren varlık işte” demek doğru olur.
COPLESTON — Evet,
Tabii biri Tanrıyı görmüş olaydı, Tanrının var olması gerektiğini görürdü.
RUSSELL — Ben de
diyorum ki, özü var olmasını gerektiren -bu özü bilmiyorsak da- bir varlık
olduğunu söylüyorum. Böyle bir varlık olduğunu sadece biliyoruz.
COPLESTON — Evet,
özü a priori [deneyden önce] olarak bilmediğimizi
de ilâve etmek isterim. Ancak o posteriori [nedenini etkileyen, doğmasına neden... ] olarak, dünya
yaşantımız yoluyla o varlığın varoluşu konusunda bir bilgimiz oluyor. Sonra
özle varoluşun aynı şeyler olduğu ileri sürülüyor. Çünkü Tanrının özüyle
varoluşu aynı olmasaydı, o zaman bu varoluş için yeterli bir nedenin Tanrının
ötesinde aranıp bulunması gerekirdi.
RUSSELL — Her şey
dönüp dolaşıyor şu yeterli neden sorununa geliyor, “yeterli nedeni”
anlayabileceğim şekilde tanımlamadığınızı söyleyebilirim yeterli nedenden ne
anlıyorsunuz? Sebebi mi ifade etmek istiyorsunuz?
COPLESTON — Şart
değil, sebep bir çeşit yeterli nedendir. Ancak muhtemel varlığın bir sebebi
olabilir. Tanrı kendi kendinin yeterli nedenidir; kendi kendinin sebebi
değildir. Tam anlamında yeterli nedenden anladığım, belli bir varlığın
varoluşu için yeterli bir açıklamadır.
RUSSELL — Ama bir
açıklama ne zaman yeterlidir? Farz edin, bir kibritle alev meydana getirmek
üzereyim. Bunun tam açıklamasının kibriti kutuya sürtmem olduğunu
söyleyebilirsiniz.
COPLESTON — Pratik
olarak tamam ama kuramsal bakımdan bu sadece kısmi bir açıklama. Tam bir açıklama,
başka hiçbir şeyin ilâve edilemeyeceği açıklamanın bütünü olmalıdır en sonunda.
RUSSELL — O zaman
elde edilemeyecek, insanın elde etmeyi beklememesi gereken bir şey arıyorsunuz
diyebilirim ancak.
COPLESTON — insanın
bunu bulmamış olması bir şey, insanın onu aramaması gerektiğini söylemek başka
bir şey olup, bana oldukça dogmatik gelmektedir.
RUSSELL — Bilmem.
Bir şeyin açıklanması başka bir şeydir ki bu başka şey öteki şeyi, yine başka
bir şeye bağımlı yapar, istediğinizi yapmak için bu nesnelerin bozuk plânını
kavramanız gerekir ki bu elimizden gelmemektedir.
COPLESTON — Ama siz,
bu bozuk nesnelerin plânını, bütün evrenin plânının varlığı sorusunu
soramayız, ya da sormamamız gerekir diyeceksiniz değil mi?
RUSSELL — Öyle. Hiç
bir anlamı olmadığını sanıyorum. “Evren kelimesi bazı durumlarda elverişli bir
kelimedir, ama anlamı olan herhangi bir şeyin yerini tuttuğunu sanmıyorum.
COPLESTON —
Kelimenin anlamı yoksa, pek elverişli olmasa gerek. Hem ben evrenin, onu
meydana getiren nesnelerinden ayrı bir şey olduğunu söylemiyorum (bunu ispat
konusundaki kısa özetimde söyledim), yaptığım gerçek veya hayali bütününün
evren dediğimiz şeyi teşkil ettiği nedeni. Bu durumda nesnelerin sebebini aramaktır.
Evren isterseniz benim varoluşum, ya da her türlü başka varoluş anlaşılmaz
diyorsunuz sanıyorum.
RUSSELL — Bir
kelimenin anlamı yoksa, elverişli olamaz meselesini ele alayım müsaade
ederseniz. Doğru gibi görünüyorsa da aslında değildir. Örneğin İngilizcenin
harfi tarifi olan “The” veya karşılaştırmada kullanılan “nazaran” anlamına
gelen “than” kelimesini alın ele. Bu kelimelerin ifade ettiği nesneleri gösteremezsiniz,
ama pek elverişli kelimelerdir; aynı şey “evren” için de varittir. Ama bu
noktayı bir yana bırakırsak, bana evrenin anlaşılmaz olup olmadığını soruyorsunuz.
Anlaşılamaz diyemem açıklanması olmaz sadece. Anlaşılabilirlik bence ayrı
şeydir. Anlaşılırlık nesnenin kendisinin içinde olan bir şeyle ilgilidir,
bağıntılarıyla değil.
COPLESTON— Ben
diyorum ki dünya dediğimiz şey, Tanrının varlığı dışında kendi içinde
anlaşılamaz. Olaylar serilerinin sonsuzluğunun söz gelişi yatay seriler
diyebiliriz buna böyle bir sonsuzluk ispatlanabilseydi, durumla herhangi bir
ilgisi olabileceğine inanmıyorum. Çikolatalara çikolata ilâve edecek olursanız
elde edeceğiniz koyun değil yine çikolatadır. Çikolataları sonsuza ilâve
edecek olursanız, belki sayısız çikolata elde etmiş olursunuz. Böylece muhtemel
varlıkları sonsuzluğa ilâve edecek olursanız, gerekli bir varlık değil, yine
muhtemel varlık elde etmiş olursunuz, Benim düşünceme göre sonsuz bir
varlıklar serisi, tek bir muhtemel varlık gibi, kendi kendinin sebebi olamaz.
Bununla birlikte, herhangi belli bir nesnenin varlığını neyin açıklayacağı
sorusunu sormanın kanuna uymayacağını söylüyorsunuz yanılmıyorsam?
RUSSELL —
Açıklamaktan amacınız sadece onun için bir sebep bulmaksa diyeceğim bir şey
yok.
COPLESTON — Belli
bir nesne üstünde durmanın gereği yok. İnsan niçin tek tek bütün nesnelerin
varoluşunun sebebi sorusunu sormasın?
RUSSELL — Çünkü
herhangi birinin olması için bir neden göremiyorum da ondan. Bütün sebep
kavramı belli şeylerin gözleminden çıkardığımız bir kavramdır; bütünün
herhangi bir sebebi olması için herhangi bir neden göremiyorum.
COPLESTON — Herhangi
bir sebep yok demek, bir sebep aramamamız gerek demekle aynı şey değildir. Herhangi
bir sebep yoktur beyanı bir araştırmanın başında değil sonunda olabilir ancak,
o da sebep yok olduğunu farz edersek. Her neyse, bütünün sebebi yoksa, benim düşünceme
göre kendi kendinin sebebi olması gerekir ki, bu da bana imkânsız gibi
görünüyor. Bir soruya karşı dünya işte var demek, sorunun önceden bir anlamı
olduğunu gösterir.
RUSSELL — Hayır, kendi
kendinin sebebi olması şart değildir, benim demek istediğim sebep kavramının
bütüne uygulanamayacağıdır.
COPLESTON — O halde evrenin
sebepsiz olduğunu söyleyen Sartre ile aynı fikirdesiniz?
RUSSELL —“Sebepsiz”
kelimesi başka bir şey olabileceği fikrini verebilir; ben evrenin sadece var
olduğunu söylüyorum o kadar.
COPLESTON — Bütünün
veya herhangi bir şeyin nasıl karşımızda olduğunu sorma hakkını ortadan nasıl
kaldırıyorsunuz anlamıyorum. Hiçbir şey değil de, niçin bir şey var’da mesele?
Nedensellik bilgimizi özel sebeplerden ampirik olarak elde etmemiz, serinin
sebebinin ne olduğunu sorma imkânını ortadan kaldırmamaktadır. “Sebep”
kelimesinin anlamı yok idiyse, ya da Kant’ın madde hakkında görüşünün doğru
olduğu ispat edilebilseydi sorunun gayrimeşru olduğu konusunda sizinle hemfikir
olurdum, ama “sebep” kelimesinin anlamsız olduğunu ileri sürdüğünüzü
sanmıyorum, zannımca Kantçı da değildiniz.
RUSSELL — Bana yanlışlık
gibi gelen şeyi şöyle anlatayım. Var olan her insanın bir annesi vardır, bence
siz bundan insan ırkının bir annesi olması gerektiğini çıkarıyorsunuz, ama
insan ırkının annesinin olmadığı açıktır bu ayrı bir mantık alanıdır.
COPLESTON — Herhangi
bir benzerlik göremiyorum. “Her nesnenin fenomenal bir sebebi
olduğundan, bütün serinin fenomenal bir sebebi vardır” diyecek olsaydım o
zaman bir benzerlik olabilirdi; ama ben böyle demiyorum ki; serilerin
sonsuzluğu üstünde ısrar ediyorsanız, her nesnenin fenomenal bir sebebi
olduğunu söylüyorum ama fenomenal sebepler serisi, serinin yetersiz bir açıklamasıdır.
Bu bakımdan serinin sebebi fenomenal değil, deneyüstü bir sebeptir.
RUSSELL — Dünyadaki
sadece tek tek şeylerin değil, bütün olarak dünyanın bir sebebi olduğunu farz
edersek tabi. Bu faraziyeye mahal göremiyorum. Bana bir sebep gösterecek
olursanız söyleyin.
COPLESTON — Olaylar
serisinin ya bir sebebi vardır, ya da yoktur. Varsa, seriler dışında bir
sebebin olması şarttır. Sebebi yoksa, kendi kendiyle yetiniyor demektir,
kendi kendiyle yetiniyorsa da, gerekli dediğim şey olmaktadır. Ama her üye
muhtemel olduğundan gerekli olamaz, ve bütünün üyelerinin dışında gerçek
olmadığı üstünde anlaşmıştık, bu yüzden gerekli olamaz. Böylece sebep olunmuş
olamaz sebepsizdir bu yüzden bir sebebi olması gerekir. Bu arada şunu da
söylemek isterim, “dünya sadece vardır ve açıklanamaz” sözü mantık
analizi ile çıkarılamaz.
RUSSELL — Küstahlık gibi olmasın ama, ben sizin insan zihni kavrayamaz dediğiniz
şeyleri kavrayabiliyorum. Sebebi olmayan şeylere gelince, fizikçiler
atom-ardaki tek tek quantum geçişinin sebebi olmadığını temin ediyorlar.
COPLESTON — Bunun
sadece geçici bir yargı olup olmadığını merak ediyorum.
RUSSELL — Olabilir,
ama bu fizikçilerin zihinlerinin kavrayabileceğini göstermektedir,
COPLESTON — Evet
kabul ediyorum, bazı bilimciler fizikçi'er sınırlı bir alan içinde kesinliğin
olmadığına inanmağa gönüllüler. Ama bilimcilerin çoğu böyle değil.
Yanılmıyorsam, Londra Üniversitesinden Profesör Dingle’in ileri sürdüğüne göre,
Heisenberg belirsizliği ilkesi, ortak bağıntıları olan gözlemlerde
şimdiki atom kuramının başarısı (ya da başarısızlığı) konusunda bir şeyler
söylüyor, ama tabiatın kendi başına niteliği konusunda değil, çoğu fizikçiler
de bu görüşü kabul ediyorlar. Hem, fizikçilerin kuramda olmasa bile tatbikatta
kuramı nasıl kabul etmediklerini anlayamıyorum. Bilim, tabiatta düzen ve
anlaşırlık faraziyesinden başka herhangi bir faraziye üstünde nasıl iş
görebilir anlayamıyorum. Fizikçi hiç olmazsa zımnen, tabiatı araştırmakta ve
olayların sebeplerini araştırmakta bir anlam olduğunu önceden farz etmektedir,
tıpkı detektifin cinayetin işlenmesindeki sebebi araştırması gibi. Metafizikçi
fenomen'n nedeni veya sebebini araştırmakta bir anlam olduğunu önceden farz
eder, Kantçı olmadığım için de, bence metafizikçi, fizikçi kadar faraziyesinde
haklıdır. Sartre dünyanın sebepsiz olduğunu söylediği zaman örneğin,
“sebepsiz” kelimesiyle neler imâ edildiğini yeterince incelemediğini
sanıyorum.
RUSSEL — Bana öyle geliyor
ki, burada caiz olmayan bir genişletme var; fizikçi sebepler arar; bu her yerde
sebep olduğunu ifade etmez. Bir insan altın arayabilir, ama her yerde altın
bulacağını düşünmez; altını bulursa ne âlâ, bulamazsa, talihi yoktur dönektir.
Fizikçilerin sebep aramasında da aynı şey varittir. Sartre’a gelince, ne demek
istediğini anladığımı iddia etmiyorum, onu yorumlayacağımı da sanmıyorum, ama
bence dünyanın açıklaması olacağı kavramı yanlıştır. Niye açıklanmasının
gerekeceğini anlamıyorum, ve bilimcinin neyi farz ettiği konusunda söylediğiniz
de aşırı bir beyandır.
COPLESTON — Bence
bilimcinin böyle bir faraziyede bulunduğu doğrudur. Belli bir gerçeği ararken
bir denemede bulunduğu zaman, bu deneyin ardında, evrenin sadece devamsız olmadığı
faraziyesi vardır. Bir gerçeği deneyle bulma imkânı vardır. Deney kötü
olabilir, her hangi bir sonuç vermeyebilir, ya da istediği sonucu vermeyebilir,
ama ne olursa olsun farz ettiği gerçeği, deneyle bulma imkânı vardır. Bu da
bana düzenli ve anlaşılabilir bir evrenin farz edilmesini gerektiriyor gibime
geliyor.
RUSSELL — Bence
gereğinden fazla genelleştiriyormuşsunuz gibime geliyor. Bilimcinin böyle bir
şeyin bulunma ihtimali olduğunu çoğu zaman bulunacağını farz ettiğine şüphe
yoktur. Ama bulunacağını farz etmemektedir, buysa modern fizikte pek önemli bir
konudur.
COPLESTON — Bence
farz ediyor, ya da tatbikatta farz etmek zorundadır. Profesör Haldane’in sözünü
burada yazarsak, “Çaydanlığın altındaki havagazını yaktığım zaman, su moleküllerinin bazıları
buhar olarak uçup gidecektir, hangisinin uçup gideceğini bilmenin imkânı yoktur” ama bizim bilgimize
bağlı olmadıkça buraya ihtimaliyet fikrinin
sokulmasının anlamı yoktur.
RUSSELL — Yoktur
Tabii dediğine inanırsam Tabii. Birçok şey ortaya çıkarmakta bilimci dünyada
olup bitenden birçok şeyi ortaya çıkarıyor, bunlar ilk nedensellik zincirinin
başlangıçlarıdır kendilerinin bir sebebi olmayan ilk sebeplerdir bunlar. Her
şeyin bir sebebi olacağını farz ettiği yoktur.
COPLESTON — Seçilmiş
belli bir alanda bu elbette ki ilk sebeptir. Nisbî olarak ilk sebeptir.
RUSSELL — Öyle
düşündüğünü sanmam. İçinde hepsi değil de çoğu olayların sebepleri olduğu bir
dünya varsa, ilginizi çeken o belli olayın muhtemel bir sebebi olacağım farz
ederek ihtimalleri ve belirsizlikleri açığa çıkarabilir. İhtimalden başka bir
şey elde edemeyeceğinizden de bu yeter size.
COPLESTON — Bilimci
ihtimalden fazla şey elde etmeyi düşünmeyebilir de, ama soruyu ortaya atarken,
açıklama meselesinin bir anlamı olduğunu farz etmektedir. O halde, Lord Russell
sizce dünyanın sebebini sormak da doğru olmuyor, öyle mi?
RUSSELL — Öyle.
COPLESTON — Sizin
için anlamı olmayan bir çoruysa bu, üstünde tartışmak Tabii çok güç olur değil
mi?
RUSSELL — Evet çok
güç olur. Şey başka bir konuya geçsek?
DİNSEL YAŞANTI
COPLESTON — Geçelim.
Önce dinsel yaşantı konusunda birkaç söz söylemek istiyorum, sonra ahlâkî yaşantıya
geçebiliriz. Ben, dinsel yaşantıya Tanrının varlığını gösteren dolaysız bir
kanıt diye bakmıyorum, bu bakımdan tartışmanın özü biraz değişmektedir, ama en
iyi açıklamasının da Tanrının varoluşu olduğunu söylemek doğru olur sanıyorum.
Dinsel yaşantı derken sadece insanın kendini iyi duymasını ifade etmek
istemiyorum. Kişiye ben’i aşan, bütün normal yaşantı nesnelerinin üstünde, insanın
gözünde canlandıramayacağı, kavrayamayacağı ama gerçeğinden şüphe edilemeyecek
-hiç olmazsa yaşantı süresince bir şeymiş gibi kaçınılmayacak bir şekilde
görünen bir nesnenin hoş, ama belirsiz bir farkında oluşu ifade etmek
istiyorum. Bunun tamamıyla sadece öznel olarak anlatılamayacağını, bir şeyin
yine kalacağını söylemek isterim. Nasıl olursa olsun gerçek temel yaşantı, o
yaşantının belli bir nesnel sebebi olduğu varsayımları üstüne dayanılarak
pek kolayca açıklanabilir.
RUSSELL — Kendi
zihin durumlarımızdan, bizim dışımızda olan bir şeye giden muhakemenin pek
nazik bir mesele olduğunu sanıyorum. Hepimiz bunun geçerliliğini kabul edecek
bile olsak, insanlığın bu konudaki hemfikir olması yüzünden ancak böyle
davranırken kendimizi haklı bulabiliriz. Bir odada kalabalık varsa, odada da
bir saat varsa, hepsi de saati görebilir. Hepsinin saati görebilmesi onların
bir hayal görmediklerini düşünmelerine götürür: oysa bu dinsel yaşantılar pek
kişisel olmağa eğilimlidir.
COPLESTON — Evet
öyledir. Ancak ben yalnız sadece mistik yaşantıdan söz ediyorum, araya vizyon
dedikleri görüşleri sokmuyorum. Sadece yaşantıyı ifade etmek istiyorum, ve
bunun tanımlanamayacağını kabul ediyorum deneyüstü nesne gibi görünen şeyin
yaşantısını. Verdiği bir konferansta Julian Huxley’in dinsel ya da mistik
yaşantının, âşık olmak ya da bir şiir veya sanat eserinin karşısında yaşantı
duymak gibi bir şey, o kadar gerçek, olduğunu söylediğini hatırlıyorum. Şiir ve
sanatı beğendiğimizde belli şiir ve sanat eserini beğeniyoruzdur. Âşık
olursak, filan kimseye âşık oluruz, hiçe değil.
RUSSELL — Bir dakika sözünüzü kesebilir miyim? Her zaman böyle değildir. Japon
romancıları, gerçek bir sürü insan, hayali kahraman aşkı uğruna intihar etmedikçe
kendilerini büyük bir başarı elde etmiş saymazlar.
COPLESTON —
Japonya’da olanları sizden duyuyorum. Ben kendim, isabet, intihar etmiş
değilim, ama iki biyografinin hayatımda attığım önemli iki adımda büyük etkisi
olduğunu söyleyebilirim. Bununla birlikte, bu kitapların benim üstümdeki
gerçek etkisiyle esas mistik yaşantı arasında yani bu yaşantı konusunda
dıştaki birinin edinebileceği fikir çerçevesi içinde pek az benzerlik olduğunu
söylemem gerek.
RUSSELL — Demek
istiyorum ki, Tanrıya, bir romanın kahramanları seviyesinde bakamayız. Burada
bir ayrılık olduğunu kabul edersiniz?
COPLESTON — Ederim
Tabii. Demek istediğim en iyi açıklamanın tamamıyla öznel bir açıklama
olmadığıdır. Birsam veya hayal görenlerde dış hayatla iç hayat arasında fark
olmayan kimselerde öznel bir açıklama Tabii mümkündür. Ama St. François d
Assise gibi katıksız bir tip olunca, dinamik bir yaratıcı aşka çevrilen bir yaşantı
olduğu zaman, bunun en iyi açıklaması bana göre yaşantının nesnel sebebinin
gerçek varoluşudur.
RUSSELL — Dogmatik bir şekilde Tanrının olmadığını söylemiyorum. Söylemek istediğim
şey, var olduğunu bilmediğimizdir. Başka yazılı olan şeyler gibi sadece yazılı
olan şeyleri elime alabilirim, bu durumda birçok neyin söylenmiş olduğunu
görüyorum. Cinler, şeytanlar filân hakkındaki şeyleri kabul etmeyeceğinizden
eminim bunlar da aynı ses ve kanı havası içinde anlatılmaktadır. Vizyonu
gerçekse mistiğin cinler periler olduğunu bilmesi gerekir. Ama ben olduklarını
bilmiyorum.
COPLESTON — Tabii,
cin konusunda insanlar genellikle bir takım hayallerden meleklerden filân
bahsetmiştir. Gözle görünen şeyleri dışta bırakıyorum, çünkü bunların
göründüğü farz olunan bir nesnenin varlığı dışında açıklanabileceğini
sanıyorum.
RUSSELL — Mistiklerin
Tanrı’nın varlığını iddia ettikleri gibi, Şeytanın kalplerine fısıldadığını
duyduğuna inanan bir sürü insan yok mu dış bir hayalden bahsetmiyorum,
tamamıyla bir zihin yaşantısından söz ediyorum. Bu, mistiklerin Tanrı
yaşantısına benzeyen bir yaşantı gibi görünüyor, mistiklerin bize
söylediklerinden ise aynı zamanda Şeytan için geçerli olmayan her türlü
muhakeme çıkartabilmektedir.
COPLESTON —
İnsanların Şeytanı duyduğu veya gördüğünü sandıklarını inkâr etmiyorum. Bu
arada, Şeytanın varlığını da inkâr etmek istemiyorum. Mistiklerin Tanrıyı
yaşadıkları şekilde, insanların Şeytanı yaşadıkları iddiasını kabul etmiyorum.
Hristiyan bir kimse olmayan Plotinus’u alın ele. Yaşantının anlatılmayacak bir
şey olduğunu, objenin bir aşk objesi olduğunu, bu yüzden dehşet ve tiksinti
uyandıracak bir obje olmadığını kabul ediyor. Bu yaşantının sonucunun, yani
yaşantının geçerliliği Plotinus’un hayatının kayıtlarında tanıtlanmaktadır.
Plotinus’un genel iyi yürekliliği ve iyilikseverliği konusunda Porphyry’nin
sözüne inanacak olursak bu yaşantıyı duymuş olduğunu düşünmek daha akla yatkındır.
RUSSELL — İnancın
bir insanüstünde iyi bir ahlâkî etkisi olması, onun doğruluğunun kanıtı olamaz.
COPLESTON — Hayır,
ama inancın bir insanın hayatı üstünde iyi etkisi olduğu gerçekten
ispatlanacak olsaydı, bir gerçeğin lehine bir tahmin sayardım, hiç olmazsa
inancın baştanbaşa geçerliliği için değil, olumlu yanı için. Ama nasıl olsa
hayatın karakterini inançlarının gerçekliğinin ispatı gibi değil, mistiğin
gerçekliği ve aklının yerinde oluşu lehine kullanmaktayım.
RUSSELL — Ama bunun
bile kanıt olabileceğini sanmıyorum. Ben kendim türlü yaşantılar yaşadım, ama
karakterimi büyük çapta değiştirdim. Hiç olmazsa, o sıralarda iyiye doğru bir
değişiklik olduğunu sanıyordum. O yaşantılar önemliydi, ama benim dışımda bir
şeyin varlığını gerektirmiyordu, gerektirdiğini düşünseydim bile iyi bir
etkisi olmasının bana haklı olduğumu göstereceğini sanmıyorum.
COPLESTON — Ama iyi
etki yaşantınızı anlatmanızdaki gerçekliğinizi ispat ederdi. Bir mistiğin
şefaati ya da yaşantısının yorumu tartışma ve tenkidden muaftır demediğimi
hatırlamanızı isterim.
RUSSELL — Elbette ki
bir delikanlının karakteri, tarihteki büyük bir adamın hikâyesiyle son derece
etkilenebilir çoğu zaman etkilenmektedir de, o büyük adam bir efsane de
olabilir, var olmamış da olabilir, ama delikanlı o adam sanki varmış gibi
etkilenmiştir yine de. Bu gibi insanlar yok değildir. Plutarkhos’un “HAYATLAR”ı
Lycurgus’u örnek olarak almaktadır ki, yaşamamış olduğu bellidir, ama sanki
önceden yaşamış gibi Lycurgus’u okuyarak etkisi altında kalabilirsiniz. O
zaman sevmiş olduğunuz bir objenin etkisi altında kalmış olabilirsiniz, ama o
obje var olmamış olabilir.
COPLESTON — Tabii bu
konuda sizinle hemfikirim, bv insan bir roman kahramanının etkisi altında
kalabilir. Onu etkileyen aslında nedir sorusuna girmeden (gerçek bir değerin
olması gerektir) o adamla mistiğin durumu aynı değildir. Ne de olsa Lycurgus’un
etkisi altında kalmış olanın, bir yolla en son gerçeği yaşamış gibi karşı
durulamayacak bir izlenimi olmamıştır.
RUSSELL — Bu tarihi
kahramanlar konusunda galiba demek istediğimi pek anlamadınız bu tarihsel olmayan
kahramanlar tarihin ta kendisidir. Akıl üstüne etki dediğiniz şeyi farz
etmiyorum. Bu adam hakkında okuyan ve onun doğru olduğuna inanan delikanlının
onu sevdiğini farz ediyorum -ki bu kolaylıkla olabilir, ama yine de bir
hayaleti sevmektedir.
COPLESTON — Bir
bakıma tamamıyla gerçek bir hayaleti sevmektedir, yani var olmayan bir X veya
Y’yi sevdiği gibi. Ama öte yandan delikanlının hayaleti sırf hayaletin kendi
için sevdiğini sanmıyorum; gerçek bir değer, nesnel olarak geçerli olarak
tanıdığı bir fikir sezmektedir ki, bu da aşkını tahrik etmektedir.
RUSSELL — Roman
kahramanları konusundaki anlamda Tabii.
COPLESTON — Evet,
bir bakıma adam bir hayalet sevmektedir tamamıyla doğru. Ama başka bir bakıma
da değer gibi gördüğü şeyi sevmektedir.
AHLAKSAL MUHAKEME
RUSSELL — Dediğiniz,
bütün iyi ya da iyi olan şeyin bütünü Tanrıdan gelir, değil mi: iyi olanın
sistemi; bu yüzden bir delikanlı iyi bir şeyi sevdi mi, Tanrıyı seviyor
demektir. Bu mudur demek istediğiniz, buysa, biraz ‘tartışmak gerektirir.
COPLESTON — Tabii,
Tanrının “panteist anlar”ında iyi olanın sistemi ya da bütünü olduğunu
söylemiyorum, ama bütün iyiliğin Tanrıyı şöyle böyle bir şekilde yansıttığını
ve Tanrıdan çıktığını düşünüyorum, bu bakımdan gerçekten iyi olanı seven bir
adam Tanrıyı ima ötmese bile, Tanrıyı seviyor demektir. Ama yine de bir
insanın davranşının bu gibi yorumunun geçerliliği, Tabii Tanrının varlığının
tanınmasına dayanmakta olduğunu kabul ediyorum.
RUSSELL — Evet,
ispat edilmesi gereken bir noktadır bu.
COPLESTON — Ben
metafizik muhakemeyi kanıt gibi görüyorum, işte orada ayrılıyoruz.
RUSSELL — Bakın, ben bazı
şeylerin iyi, bazılarınınsa kötü olduğunu duyuyorum. İyi olan şeyleri, iyi
sandığım şeyleri seviyorum, kötü olduğunu sandığım şeylerdense nefret ediyorum.
Şunun bunun iyi olması Tanrısal iyiliğin bir parçası olduğu için değildir.
COPLESTON — Peki,
iyi ile kötüyü nasıl ayırıyorsunuz?
RUSSELL — Mavi ile
sarıyı birbirinden nasıl ayırıyorsam öyle. Sadece ayrı olduklarını
söyleyebilirim.
COPLESTON — Kabul,
mavi ile sarıyı gözle görerek ayırabiliyorsunuz, peki iyi ile kötüyü hangi
melekenizi kullanarak ayırıyorsunuz?
RUSSELL — Duygularımla.
COPLESTON —
Duygularınızla. Benim de sorduğum buydu. İyi ve kötünün ilgisi sadece duyguyla
demek Bizce?
RUSSELL — Niye filân
nesne sarı da, falan nesne mavi? Fizikçiler sayesinde bir cevap verebilirim,
niye filân şeyin iyi, falan şeyin kötü olduğu konusunda da benzer bir cevap
vardır belki, ama aynı şekilde incelenmemiştir, bu yüzden nedenini söyleyemem.
COPLESTON — Belsen
Toplama Kampı Kumandanının davranışını ele alalım. Bana da, size de kötü görünmektedir.
Adolf Hitler’e ise iyi, ve istenecek bir şey gibi gelmiştir. O zaman hu
davranışın Hitler için iyi sizin için kötü olduğunu söyleyeceksiniz.
RUSSELL — O kadar
ileri gitmek gerekmez. İnsanlar her şeyde olduğu gibi, bu konuda da
yanılabilirler. Sarılık hastalığına tutuldunuz mu, aslında sarı olmayan şeyleri
de sarı görmeğe başlarsınız. Bir yanlış yapıyorsunuzdur.
COPLESTON — Tabii
insan yanılabilir, ama sadece duygu ve heyecanı ilgilendiren bir şeyse
yanılabilir misiniz? Tabii duygusuna hitap eden şeyin biricik mümkün yargıcı
Hitler’in kendisiydi.
RUSSELL — Duygusunun
hoşuna gitmiş olması doğru, ama başka şeyler de söyleyebilirsiniz, böyle bir
şey Hitler’in hoşuna gidiyorsa, Hitler benim duygularıma bambaşka türlü hitap
etmektedir.
COPLESTON — Tamam. O
halde sizce Belsen Kumandanının davranışını mahkûm etmek için duygu dışında
herhangi nesnel bir ölçü yok?
RUSSELL — Renk
körlüğü çeken bir adam için nasıl yoksa. Zihince niçin renk körünü mahkûm
ediyoruz, azınlıkta olduğundan değil mi?
COPLESTON — Normal
olarak insanın yaradılışında olan bir şeyi eksik diye.
RUSSELL — Ama
çoğunlukta olsaydı aynı şeyi düşünmezdik, değil mi?
COPLESTON — O halde,
Belsen Kumandanının davranışıyla, örneğin Sir Stafford Cripps, ya da
Canterbury Başpiskoposunun davranışı arasındaki ayrılığı görmek için duygu
dışında bir ölçü yok öyle mi?
RUSSELL — Duygu
burada fazla basitleştirilmiş durumda. Eylemlerin sonuçlarını ve bu sonuçlara
karşı sizin duygularınızı da hesaba katmanız gerekir. Bazı olayların hoşunuza
gidecek cinsten, bazılarınınsa gitmeyecek cinsten olduğunu söyleyerek bir
muhakemede bulunabilirsiniz. Sonra eylemlerin sonuçlarını hesaba katmanız
gerekir. Belsen Kumandanının eylemlerinin sonuçlarının acı verici ve nahoş
olduğunu pekâlâ söyleyebilirsiniz.
COPLESTON — Kamptaki
herkes için acı verici ve nahoş olduğu belli.
RUSSELL — Öyle ama
sadece kamptakilere değil, onları seyreden kampın dışındakilere de.
COPLESTON — Evet,
hayalde tamamıyla doğru. Eylemlerini tasvip etmiyorum, sizin etmediğinizi de
biliyorsam, ama niçin tasvip etmediğinizi anlamıyorum, çünkü ne de olsa Belsen
Kumandanı için eylemleri hoştu.
RUSSELL — Öyle ama
renk algısında nasıl “niçin” gerekmiyorsa, burada da gerekmiyor. Bazı kimseler
her şeyin sarı olduğunu sanıyorlar, sarılık hastalığına tutulmuş kimseler
bunlar, onlarla aynı fikirde değilim. Nesnelerin sarı olmadığını ispat
edemiyorum, ispatı yok, ama çoğu kimse nesnenin sarı olmadığı konusunda benimle
hem fikir, ve Belsen Kumandanının da yanlış harekette bulunduğu konusunda çoğu
kimse hemfikir.
COPLESTON — Herhangi
ahlâkî bir zorunluluk kabul ediyor musunuz?
RUSSELL — Buna cevap
vermek epey uzun sürer. Tatbikatta evet. Kuramsal bakımdan ahlâkî zorunluluğu
daha dikkatle anlatmam gerekir.
COPLESTON — “Meli,
malı” takısı sizce duygusal bir anlam taşıyor mu?
RUSSELL — Hayır,
çünkü, bakın, demin de dediğim gibi, insanın sonuçları hesaba katması gerekir,
doğru davranış bence filân şartlar içinde mümkün olan bütün eylemlerin asli
değerinde mümkün olan en büyük dengeyi sağlayacak davranıştır, doğru olanı
incelerken eyleminizin muhtemel sonuçlarını da hesaba katmanız gerekir.
COPLESTON — Tanrının
varlığına bu şekilde varılabileceğinden ahlâkî zorunluluk sorununu ortaya koydum.
İnsan ırkının büyük çoğunluğu doğru ile yanlış arasında hep ayrılık yapmıştır.
Büyük çoğunluğun ahlâksa! alanda belli bir çapta bilinçliliği vardır.
Değerlerin algısı, ahlâkî yasanın ve zorunluluğun bilinçliliği, değerin
deneyüstü bir zemini ve ahlâkî yasanın bir koyucusunun varsayımı yoluyla en iyi
şekilde açıklanabileceğini sanıyorum. “Ahlâkî yasanın koyucusu” derken
herhangi bir ahlâkî yasa koyucusu demek istiyorum. “Tanrı yoktur,
dolayısıyla da mutlak değer ve yasa yoktur” diye tersinden muhakeme
yürüten şu modern ateistlerin tamamıyla mantıki olduğunu sanıyorum.
RUSSELL — “Mutlak”
kelimesi hoşuma gitmiyor. Herhangi bir şeyin mutlak olduğunu sanmıyorum, örneğin
ahlâkî yasa durmadan değişmektedir. İnsan ırkının gelişiminin bir ânında hemen
hemen herkes yamyamlığın bir ödev olduğunu düşünmüştü.
COPLESTON — Özel
ahlâkî yargılardaki ayrılıkların ahlâkî yasanın evrenselliğine karşı ikna
edici bir muhakeme olduğunu sanmıyorum. Bir an için, mutlak ahlâkî değerler
olduğunu kabul edelim, bu varsayıma dayanarak bile ayrı ayrı kimselerle ayrı
ayrı toplulukların bu değerlere türlü derecelerde nüfuz edecekleri beklenir
sadece.
RUSSELL —“Meli,
malı” takısı, bu takı hakkındaki kişilerdeki duygular, bence bir kimsenin
annebabası veya mürebbiyesi tarafından söylenen şeylerin bir yankısıdır.
COPLESTON — “Meli
malı” takısındaki fikri sadece anne-baba veya mürebbiye ile
açıklayabileceğinizi sanmıyorum. Bunların herhangi bir kimseye kendinden başka
herhangi bir vasıtaya aktarılabileceğini sanmıyorum. Bana öyle geliyor ki,
insan vicdanını etkileyen bir ahlâk düzeni varsa, Tanrının varlığı olmaksızın
bu ahlâk düzeni açıklanamaz.
RUSSELL — O zaman
iki şeyden birini kabul etmek zorundasınız. Ya Tanrı insanlığın pek az sayıdaki
bir yüzdesine hitap ediyor ki bunun içine siz de giriyorsunuz ya da vahşilerin
vicdanına hitap ederken, bile bile doğra olmayan şeyler söylüyor.
COPLESTON — Bakın,
Tanrının doğrudan doğruya ahlâkî vicdana ilkeler buyurduğunu söylemiyorum. İnsan
varlığının ahlâk yasasının içindekileri konusundaki fikirleri büyük çapta,
elbette ki eğitime ve ortama bağlıdır, bir insanın, kendi toplumsal gurubunun
gerçek ahlâkî fikirlerinin geçerliliğini hesaplarken aklını kullanması gerekir.
Ama kabul edilmiş ahlâkî kuralları tenkit edebilme imkânı nesnel bir ölçü
olduğunu, kendi kendini kabul ettiren (Yani zorunlu niteliğinin belirttiği)
ideal bir ahlâk düzeni olduğunu önceden farz eder. Bu ideal ahlâk düzeninin
tanınması, bence muhtemelliğinin tanınmasının bir kısmıdır. Tanrının
gerçek temelinin varlığını ima etmiş olur.
RUSSELL — Ama kanun
koyucu bence daima insanın anne babası ya da onlar gibi biri olmuştur. Bunu
gösterecek birçok dünyalı kanun koyucular vardır, bu aynı zamanda insanların
vicdanının türlü yerlere ve türlü zamanlara kadar nasıl değiştiğini açıklar.
COPLESTON — Başka
türlü açıklanamayacak olan belli ahlâkî değerlerin algısındaki ayrılıkları
açıklamağa yarar. Ahlâk yasası konusunda filân falan ulus veya filân falan
kimse tarafından kabul edilen düsturların muhtevasındaki değişiklikleri
açıklamağa yarar. Ama Kant’ın “categorical imperative” dediği biçimin “meli,
malı”nın mürebbiye veya anne-baba tarafından nasıl başkasına
aktarılabileceğini anlamıyorum, çünkü bunu açıklayabilecek herhangi mümkün bir
ifade yoktur. Kendinden başka şeyle tanımlanamaz, çünkü kendinden başka bir
ifadeyle tanımladınız mı açıklamış olursunuz. Bu artık ahlâkî bir “meli, malı”
değildir. Başka bir şeydir.
RUSSELL — Bence,
“meli, malı” nın anlamı birinin hayali bir tasvip etmeyişinin, bu Tanrının da
ola-
bilir sonucudur.
Bence “meli, malı” dan anlaşılan budur.
COPLESTON — Sadece
ortam ve eğitim ile en kolay bir şekilde açıklanabilecek olan şeyler, dış
töreler, yasaklar gibi şeylerdir, ama bütün bunlar yasanın konusu içindekiler
dediğim şeye aittir gibime geliyor. Başlı başına “meli, malı” fikri bir oymak
başkanı ya da başka bir başkan tarafından bir kimseye aktarılamaz, çünkü aktarılabileceği
başka ifade biçimi yoktur. Bana tamamıyla (Russell sözünü keser).
RUSSELL — Ama bunu
söylemenin anlamını anlamıyorum hepimiz şartlı refleksleri biliyoruz. Yaptığı
belli bir hareket için cezalandırılan hayvanın o hareketten bir süre
çekineceğini biliyoruz. Hayvan bunu şu muhakemeyi yürüterek yapmamaktadır:
“Filân şeyi yaparsam efendim kızar” dememektedir. Sadece yapılmaması gereken
bir şey olduğunu duyar. Biz kendimiz başka durumda değiliz.
COPLESTON — Bir
hayvanın ahlâkî zorunluluk bilinci olduğunu farz etmenin anlamı yok; hayvanlara
da ahlâksızca davranmış diye bakmıyoruz. Ama insanın bir zorunluluk ve ahlâk
bilinci vardır. İnsanın hayvan şartlandırıldığı şekilde şartlanabileceğim
sanmıyorum, öyle olsa bile, bunu gerçekten istemezsiniz herhalde.
“Biheyviyorizm” gerçek olsaydı, İmparator Neron ile St. François d’Assise
arasında nesnel bir ahlâkî ayrılık olamazdı. Lord Russell, Belsen Kumandanının
ahlâk bakımından iyi davranmadığını kabul ediyorsunuz, siz kendiniz de o
şartlar altında aynı şekilde davranmazdınız, insan ırkının mutluluğunun
dengesi, bazı kimselerin bu denli korkunç şekilde muamele görmesiyle bile
düzeleceğini düşünmüş olsaydınız veya düşünmenize mahal olmuş olsaydı bile.
RUSSELL Hayır. Kuduz
bir köpeğin davranışım örnek almam. Ama böyle davranmamamın tartışmakta olduğumuz
konuyla gerçekten ilgisi yok.
COPLESTON — Yok ama,
sonuçlan bakımından doğru ile yanlış’ın fayda bakımından bir açıklamasını yapsaydınız,
her ne kadar bu şekilde davranmak esef edilecek bir şey idiyse de, dengenin
sonunda daha büyük bir mutluluğa yol açacağını Nazilerin insaflıları
düşünebilirdi. Böyle demek istemiyorsunuz herhalde? Sadece o cinsten bir
hareketin doğru olmadığını söyleyeceksiniz üstelik genel mutluluk ister artmış
olsun ister eksilmiş olsun, bunun yarım bir şey olduğunu ileri süreceksinizdir.
Böyleyse, demek ki doğru ve yanlış için bir ölçünüz olması gerekir, buysa nasıl
olursa olsun duygu ölçüsünün dışındadır. Bence bunu kabul etmek Tanrıdaki en
son bir değer temelini kabul etmeğe götürür eninde sonunda.
RUSSELL — İşleri
karıştırdık galiba. Yargılarken başvuracağım hareket, hakkında doğrudan doğruya
duyulan duygu değildir, sonuç bakımından olan duygudur. Tartışmakta olduğunuz
davranış gibi bazı davranış şekillerinin iyilik yapacağı hiç bir şart kabul
edemem. Bunların iyi etkisi olabileceği şartlar düşünemem. Böyle düşünen
insanların kendini aldattığını sanıyorum. Ama iyilik yapabilecekleri şartlar
olaydı, istemiye istemiye de olsa, o zaman “Ne yapayım, bu gibi şeyleri
sevmememe rağmen boynumu eğmem gerek” diyebilirdim, her ne kadar cezadan son
derece nefret ediyorsam da, Ceza Hukukuna boyun eğdiğim gibi.
COPLESTON — Galiba
tutumu özetlememin zamanı geldi. İki muhakeme yürüttüm. Birincisi Tanrının
varlığının metafizik ile doğrulanabileceği; öteki insanın ahlâkî ve dinsel
yaşantısına ancak Tanrının varlığının bir anlam kazandıracağı. Bence sizin
insanın ahlâkî yargılarını anlatışınız ister istemez kuramınızın gerektirdiği
ile kendi kendiliğinden meydana gelen yargılarınız arasında bir çelişme
çıkarıyor ortaya. Üstelik kuramınız ahlâkî zorunluluğu tevil ediyor, tevil ise
bir açıklama değildir. Metafizik muhakemeye gelince, dünya dediğimiz şeyin
sadece muhtemel varlıklardan meydana gelmiş olduğu konusunda anlaştık gibi.
Yani hiç birinin kendi varlığını kendine borçlu olmadığı varlıklardan. Olaylar
serisinin açıklanma gerektirmediğini söylüyorsunuz: ben diyorum ki, gerekli
varlık olmasaydı, var olması gereken ama olamayan hiç bir varlık olmasaydı,
hiçbir şey var olmazdı. İspat edilse bile, muhtemel varlıklar serisinin
sonsuzluğu yersiz olurdu. Var olan bir şey vardır; bu bakımdan bunun bir
sebebi olması gerekir, muhtemel varlıklar serisinin dışında biri. Bunu kabul
etmiş olsaydınız o varlığın şahıs mı olduğu, iyi mi olduğu v.s. üstünde
tartışırdık. Gerekli bir varlığın olup olmadığı konusunda ben büyük klâsik
filozofların çoğuyla hemfikirim.
Yanılmıyorsam, ileri
sürdüğünüze göre, var olan varlıklar sadece vardır ve bunların varoluşunun
nedenini açıklamak için herhangi bir soru sormağa hakkım yok. Ama bunun mantık
analiziyle de destek bulamayacağını göstermek isterim; kendi ispatlanması
gereken bir felsefe ifade etmektedir. Felsefe konusundaki fikirlerimiz kökten
ayrı olduğu için, galiba bir çıkmaza geldik; öyle geliyor ki bana, benim
felsefenin bir kısmı dediğim şeye siz,
felsefe rasyonel olduğu kadar, bütün diyorsunuz. Kusura bakmayın ama eskimiş
(maksatlı bir sıfattır bu) mantığa karşılık “modern” dediğiniz kendi mantık sisteminizden
başka mantık analiziyle doğrulanamayacak bir felsefe ileri sürüyorsunuz. Ne de
olsa Tanrının varlığı bir varoluşçu sorunudur, mantık analiziyse varoluş sorunlarıyla
doğrudan doğruya ilgilenmez. Böylece bana öyle geliyor ki bir sorun gurubundaki
ifadelerin saçma olduğunu ilân etmek, başka bir sorun gurubu incelerken
gereksiz diye, felsefenin niteliğini ve çapını sınırlamak demektir, bu da
doğrulanması gereken bir felsefi eylemdir.
RUSSELL — Ben de
özet olarak birkaç söz söyleyeyim. İlkin metafizik muhakemesi konusunda.
“Muhtemel” gibi bir terimin ifade ettiği anlamları, ya da Copleston’un
anlamında açıklanma imkânı olduğunu kabul etmiyorum. “Muhtemel” kelimesi
ister istemez sadece var olmanın tesadüfi niteliği diyebileceğiniz şeyi
olmayacak bir şeyin imkânını ima etmektedir, bunun tamamıyla nedensellik
anlamı dışında doğru olmadığını sanıyorum. Bazen bir şeyin başka bir şeyin
sonucu olduğunu söyleyerek nedensellikle bir açıklamada bulunabilirsiniz, ama
bu sadece bir şeyi başka bir şeye atfetmeden başka bir anlam taşımaz bence
Copleston’un hiçbir şeyin açıklaması yoktur, bunlara “muhtemel” demenin de
anlamı yoktur, çünkü olabilecekleri başka şey yoktur. Bu konuda söyleyeceğim
bu, ama Copleston’un, beni mantığa bütün felsefe olarak bakmakla suçlaması
üstünde birkaç sözüm var. Mantığa felsefenin bütünü olarak hiç de bakmıyorum.
Mantığın felsefenin gerekli bir kısmı olduğunu, felsefede kullanılması
gerektiği kanısındayım, bu bakımdan ikimizin fikirleri de uyuşuyor. Kullanmış
olduğu mantık yeni iken yani Aristo zamanında epey yaygaraya verildi ortalık.
Bugün artık eskidi ve saygıdeğer bir ihtiyar halini aldı, bu bakımdan, artık
fazla yaygarada bulunmanın anlamı yok. Benim inandığım mantık oldukça yenidir,
bu bakımdan yaygara koparmada Aristo’yu örnek almam gerek; ama bunun bütün
felsefeyi teşkil ettiğini ileri sürdüğüm yok. Felsefenin önemli bir bölümüdür,
filân kelime için bir anlam bulamıyorum dersem de bu sadece üstünde düşünerek o
kelime hakkında bulduğum şeye dayanan bir teferruat meselesidir. Metafizikte
kullanılan bütün kelimeler anlamsızdır diye genelleme yaptığım yok, bunu ileri
sürdüğüm yok.
Ahlâkî muhakemeye
gelince, insan antropolojiyi ve tarihi inceledikçe, iğrenç bulduğum hareketleri
yapmanın ödev gibi göründüğü topluluklar buluyor, Copleston’un benden
istemediği gibi ahlâkî zorunluluk konusunda Tanrısal bir çıkış noktası
atfedemiyorum; babanızı filân yemenizi şart koşan bir hale gelen ahlâkî zorunluluk
biçimi bile bana güzel ve asil gibi gelmiyor; bu bakımdan, ahlâkî zorunluluğun
bu anlamına Tanrısal bir çıkış noktası atfedemem, her ne kadar bambaşka
yollardan anlatılmağa çalışılıyorsa da.
Sh: 173-202
[Bu denemenin her
iki bölümü ilkin Stokholm’de çıkan Dagens Nyheter gazetesinin 9 ve 11 Kasım
1954 sayılarında çıkmıştır.]
İnsanlık ölüm
tehlikesi içindedir, geçmişte olduğu gibi şimdi de insanları Tanrıya sığınmaya
yöneltmektedir. Batıda dinin genel bir canlanışı görülmektedir. Nazilerle
Komünistler, Hıristiyanlıktan ayrılıp, iğrendiğimiz hareketlerde bulundular.
Hitler’le Sovyet Hükümetinin Hıristiyanlığa karşı davranışlarının hiç değilse
kısmen dertlerimizin sebebi olduğu gerekçesiyle dünya Hıristiyanlığa dönerse,
uluslararası meselelerin çözümlenebileceği düşüncesine varmak kolaydır. Ben
buna korkudan doğan bir aldanma diye bakıyorum. Üstelik tehlikeli bir aldanmadır
da, çünkü düşüncesi faydalı olabilecek kimseleri yanlış yola götürür, böylece
geçerli bir çözümü engellemiş olur.
Burada söz konusu
olan sorun, sadece dünyanın şimdiki durumuyla ilgili değil. Pek genel olan
sorun ve yüzyıllardır üstünde tartışılan bir konu. “Toplumlar, dogmatik
din olmaksızın yeterli bir ahlâk düzeni kurabilir mi?” sorunudur bu. Ben,
dindar kişilerin düşündüğü gibi, ahlâkın dine büyük çapta bağlı olduğunu
sanmıyorum. Hattâ din dogmalarını kabul etmeyenler arasında bazı önemli
erdemlerin belki de daha çok bulunduğunu düşünüyorum. Bunun özellikle doğru
sözlülük veya zihin bütünlüğü erdemine tatbik edilmekte olduğunu düşünüyorum.
Zihin bütünlüğü derken, kaygı verici sorunlar üstünde kanıta dayanarak karar
verme alışkanlığını kastediyorum, ya da yeterli kanıt yoksa herhangi bir karar
almamayı. Gerçi herhangi bir dogma sisteminin izleyicilerinin çoğu tarafından
hor görülürse de bu erdemin, bence, toplumsal önemi pek büyüktür ve dünya için
Hıristiyanlıktan veya başka örgütlenmiş inançlar sisteminden çok daha faydalı
olabileceğini düşünmekteyim.
Ahlâk kurallarının
nasıl kabul edildiğini bir düşünelim. Ahlâk kuralları genellikle iki türlüdür:
temeli sadece dine dayananlar ile toplumsal faydası açık olanlar. Yunan ortodoks
kilisesinde aynı çocuğun vaftiz anasıyla vaftiz babası birbiriyle evlenemez. Bu kuralın temelinin
tamamıyla teolojiye dayandığı açık; bu kuralı önemli görüyorsanız, kuralın
bozulmasına meydan vereceğinden dinin çökmesinin iyi olmadığını söylemekte
haklı olursunuz. Ama mesele bu çeşit ahlâk kuralında değil. Aslı ahlâk
kuralları, teolojiden ayrı olarak toplumsal bir doğrulaması olan kurallardır.
Örneğin hırsızlığı
alalım ele. Herkesin çalacağı bir topluluk kimsenin hoşuna gitmez, hırsızlığın
az olduğu bir toplulukta yaşayanlar istedikleri yaşama biçimini elde etmekte
daha çok imkân sahibi olurlar. Ama kanun, ahlâk ve dinin olmadığı yerde, bir
zorluk çıkmaktadır ortaya: her birey için, ideal topluluk, kendisinden başka
herkesin namuslu olduğu, yalnız kendisinin hırsız olduğu bir toplum olacaktır.
Böylece bireyin çıkarının topluluğunkiyle uzlaştırılması için toplumsal bir
kuruluşun gerekli olduğu meydana çıkmaktadır. Bu oldukça başarıyla ceza hukuku
ve polis sayesinde gerçekleştirilmektedir.
Ama suçlular daima
yakalanmazlar, polis ise kuvvetli karşısında pek uysal davranabilir. Polis iş
görmese bile halk, hırsızlığı cezalandıracak bir Tanrı olduğuna inandırılırsa,
bu inancın, namusluluğu arttırması muhtemeldir. Zaten Tanrıya inanan bir
toplulukta, Tanrının hırsızlığı yasak ettiğine inanılacaktır. Dinin faydalılığı
hırsızın kral olduğu, yeryüzü adaletinin üstünde olduğu Babath’un bağı
hikâyesinde iyi canlandırılmaktadır.
Geçmişteki yarı uygar topluluklarda, bu gibi düşüncelerin, toplumsal
bakımdan istenecek davranışın gerçekleşmesine yardım ettiğini inkâr etmiyorum.
Ama günümüzde, ahlâka teolojik bir çıkış noktası atfederek yapılabilecek
iyiliğin büyük tehlikeler doğurabileceği ve yapılmış olan iyiliğin
karşılaştırınca bir hiç kalacağı söylenebilir. Uygarlık ilerledikçe, yeryüzü
müeyyideleri daha bir güven kazanıyor, tanrısal müeyyidelere de aynı nisbette
güven azalıyor. Halk gittikçe çalması halinde yakalanacağını görmeğe başlıyor,
yakalanmazsa, Tanrının cezasına uğrayabileceğine gittikçe daha az inanmağa başlıyor.
Koyu dindar kişiler bile bugün hırsızlık halinde Cehenneme gideceklerini
sanmıyorlar. Zamanı gelince nedamet göstereceklerini düşünüyorlar, sonra
Cehennem de eskisi kadar kesin olmadığı gibi, o kadar sıcak da değil. Uygar topluluklarda
çoğu kimse çalmıyor, bunun en büyük sebebi de yeryüzünde cezaya uğramalarının
pek muhtemel oluşu. Bir altına hücum sırasında kampta ya da böylesine düzensiz
bir toplulukta hemen herkes çalmaktadır.
Hırsızlığın din
bakımından yasaklanması artık pek gerekli olmasa da hepimiz insanların
çalmamasını istediğimizden bunun bir zararı yoktur denebilir. Bununla birlikte,
kötü olan şey, insanların şüphe etmeğe başlar başlamaz bu iğrenç ve zararlı
vasıtalarla desteklenmesidir. Bir teolojinin erdem iğin gerekli olduğu
düşünülürse ve safdil araştırıcılar teknolojinin doğru olması için bir sebep
göremezse, makamlar safdil araştırmayı önlemek için çalışmağa başlar. Eskiden
araştırıcıları yakarlardı. Rusya’da hâlâ bundan biraz daha iyi olan metodlar
vardır; ama Batıda makamlar oldukça daha ılımlı ikna usulleri kullanmaktadırlar.
Bunların en önemlisi belki de okullardır; gençlerin, üst makamların sevmediği
fikirleri duymasından alıkonmaları gerektir, gene de araştırıcı bir tutumu
olanlar toplumun hoşuna gitmez, elden gelirse ahlâka aykırı hareket ettiği
söylenir. Böylece teolojik bir temeli olan herhangi bir ahlâk düzeni, iktidarı
elde tutanların yetkilerini korudukları ve gençlerin zihin güçlerini
zedeledikleri âletlerden biri olmaktadır.
Günümüzde çok
tehlikeli gördüğüm bir şey, gerçeğe karşı olan ilgisizliktir. Örneğin
Hıristiyanlığın savunusu için yapılan bir tartışmada, St. Thomas d’Aquinas
gibi, bir Tanrı olduğunu, iradesini Kitabı Mukaddeste gösterdiğini farz etmek
için sebep ileri sürmüyorlar, insanlar böyle düşünürlerse, düşünmedikleri
durumdan daha iyi hareket edeceklerini sanıyorlar. Bu bakımdan bu kimselere
göre Tanrının var olup olmadığı üstünde spekülasyonda bulunmamamız gerektir.
Beklenmedik bir an kafamızda şüphe uyanırsa, hemen kuvvet kullanarak bunu yok
etmemiz gerekmektedir. Safdil düşünce şüpheye yol açarsa, bu gibi düşünceden
kaçınmamız gerekir. Muhafazakârların resmi savunucuları ölmüş karınızın
kız-kardeşiyle evlenmenizin kötü olduğunu söylüyorsa, ahlâk bozulmasın diye
onlara inanmanız gerekmektedir. Size doğum kontrolünün günah olduğu
söylendiği zaman, doğum kontrolü olmazsa, felâketin er geç geleceği ne kadar
açık olursa olsun, sözlerini kabul etmeniz gerekmektedir. Bir inanç doğru
olması sebebiyle değil de, herhangi bir başka sebepten, önemli görülürse birçok
kötülüklerin baş göstermesi beklenir. Araştırmanın engellenmesi, demin de
dediğim gibi, bunların birincisidir, başka kötülükler de ister istemez bunu
izleyeceklerdir. Yetki makamı muhafazakâra açık olacaktır. Edinilmiş
kanaatlerde şüphe uyandırıyorsa, tarih kayıtlarının yanlış olduğu ileri sürülecektir.
Er geç, muhafazakâra karşı gelme bir suç gibi görülecek, yakma, tasfiye veya
toplama kampı ile icabına bakılacaktır. Din doğrudur, bu yüzden inanılması
gerekir diyen kimselere saygım var, ama dine faydalı olduğu için inanmak
gerektiği, doğru veya yanlış olması üstünde tartışmanın sadece zaman kaybı
olduğunu söyleyen kimselerden tiksinirim.
Hıristiyanların
savunucuları arasında, Komünizme Hıristiyanlıktan apayrı bir şey gibi bakmak ve
kötülüklerini, Hristiyan uluslarının faydalandığı farazi nimetlerle
karşılaştırmak âdet olmuştur. Bu bence büyük yanlıştır. Komünizmin
kötülükleri, inanç Çağındaki Hıristiyanlıkta olan kötülüklerin aynıdır. Gepeu,
Engizisyondan sadece nicelik bakımından ayrılmaktadır. Zalimlikleri aynı
biçimdir, bunun Rusların zihin ve ahlâk hayatı 'üstünde yaptığı zarar,
Engizisyoncuların meydan verdiği zararların aynıdır. Komünistler tarihi yanlış
yansıtmaktadırlar, Kilise de Rönesansa kadar aynı şekilde davranmıştı. Kilise
şimdi Sovyet Hükümeti kadar kötü değilse de, bu Kiliseye karşı çıkmış
olanların etkisi sayesindedir: Trent Kurulundan günümüze kadar bütün ilerlemelerini
düşmanlarına borçludur. Komünist iktisat öğretisini beğenmediklerinden pek çok
kimse Sovyet Hükûmetine karşı çıkmaktadır, oysa Kremlindeki bu tutum, ilk
Hıristiyanlarda, Fransisken mezhebinde ve Ortaçağın Hristiyan mezheplerinin çoğunda vardı.
Komünist öğreti, sadece Hristiyan mezheplerinde değildi, muhafazakâr
Hristiyan şehidi olan Sir Thomas More, Hristiyanlıktan Komünistlik diye söz
etmekte ve hayalin ülkesi olan Utopia’daki sâkinlerine sadece Hristiyan dininin
bu cephesinin öğütlenebileceğini söylemektedir. Bir tehlike olarak
görülmesi gereken, Sovyet öğretisinin kendisi değildir. Öğretinin nasıl
uygulandığıdır. Kutsal ve bozulamayacak bir gerçek olarak görülmekte, şüphe
etmenin günah olduğu ve büyük zekâ gerektirdiği düşünülmektedir. Komünist,
Hristiyan gibi, öğretisinin kurtuluş için gerekli olduğuna inanmaktadır, bu
inançtır onun için kurtuluşu sağlayacak olan. Hıristiyanlıkla Komünizm arasındaki
benzerliklerdir onları birbirleriyle uyuşturmayan, iki bilim adamı
anlaşamayınca, silâha sarılmaz: karar vermek için başka delil arar, çünkü bilim
adamları olarak yanılabileceğim bilirler. Ama iki teolog anlaşamazsa, hiç
birinin başvurabileceği bir ölçü olmadığından, ancak birbirlerinden nefret
ederler veya açıktan açığa ya da kapalı olarak kuvvete başvururlar.
Hıristiyanlığın bugün eskisinden daha az zararı olduğunu kabul ediyorum; ama
daha az inanıldığı içindir bu. Belki aynı değişiklik zamanla Komünizmin başına
da gelecektir; gelirse, şimdi onu çirkin gösteren şeylerin çoğunu bırakacaktır.
Ancak Batıda Hıristiyanlığın erdem ve toplumsal denge için gerekli olduğu
görüşü üste çıkarsa, Ortaçağdaki zararlarına yeniden dönmüş oluruz; Komünizmle
gittikçe benzeştikçe de uzlaşmaları o kadar güçleşecektir. Bu yolda dünya
felâketten kurtarılamaz.
Makalemde
gerçekliğine değil, toplumsal faydasına dayanarak kabul edilmesi istenen her
türlü dogma düzeninin yol açtığı kötülükleri almıştım ele. Söylediklerim
Hıristiyanlığa, Komünizme, Müslümanlığa, Hinduizme vs bütün teolojik sistemlere
uygulanabilir, ancak bilim adamlarının tutumu gibi, evrensele hitap edecek
temellere güvenirlerse başka. Bununla birlikte, ileri sürülen özel meziyetleri yüzünden
Hıristiyanlığın lehine bazı özel kanıtlar vardır. Bu, Cambridge
Üniversitesinden Modern tarih profesörü Herbert Butterfield tarafından, büyük
bir belâgatle belirtilmiştir (Christianity and History (Londra, 1950).),
kendisinin de katılmakta olduğu fikirlerin çoğunun sözcüsü olarak ona başvuracağım.
Kendisi aslında
olduğundan daha açık fikirli gibi görünen kabullerle bazı tartışmalı avantajlar
sağlamak istemektedir. Hristiyan Kilisesinin insanlara eza cefa çektirmiş
olduğunu ve dıştan uyguladığı baskının onun bugünkü durumuna düşmesine sebep
olduğunu kabul etmektedir. Rusya ile Batı arasındaki bugünkü gerginliğin, Rus
Hükümeti Yunan Ortodoks Kilisesine bağlı olmağa devam etmiş olsaydı bile yine
yer alması beklenecek bir iktidar siyasetinin sonucu olduğunu kabul etmektedir.
Özellikle Hıristiyanlığa ait saydığı bazı erdemlerin bazı özgür düşünürler
tarafından ileri sürüldüğünü ve birçok Hıristiyanların davranışında olmadığını
kabul etmektedir. Ama bütün bu kabullere rağmen, dünyanın çektiği
kötülüklerin Hıristiyanlık dogmasına bağlı kalarak düzeltilebileceğini ileri
sürmekte, ve asgari Hristiyan dogmasına sadece Tanrı ve ölümden sonra yaşamaya
olan inancı değil, aynı zamanda, hem İlahi hem de beşeri tabiatların İsa’da
birleşmesine olan inancın da dahil olduğunu söylemektedir. Hıristiyanlığın
bazı tarih olaylarıyla olan bağı üstünde durmakta, bu olayları kanıta dayanarak
tarihsel olarak kabul etmekte, diniyle ilgisi olmasaydı, kendisini ikna
etmeyeceğinde şüphe olmayan Meryem’in bâkire olarak doğum yapmasının kanıtı,
alışmış olduğu teolojik inançların çevresinin dışında ortaya çıksaydı hiç bir
tarafsız araştırıcıyı ikna etmiş olacağını sanmıyorum. Putperest mitolojide
bu gibi hikâyeler boldur, ama kimse bunları ciddiye almamaktadır. Bununla birlikte,
Profesör Butterfield, kendisinin bir tarihçi olmasına rağmen, Hıristiyanlığın
çıkışı konusunda tarihle İlgili meselelere değinmemektedir. Nezaketten ve
aldatıcı geniş fikirlilik havasından soyulunca, muhakemesi kabaca, ama doğru
olarak şöyle özetlenebilir: “İsa’nın gerçekten Bâkire Meryem’den
doğmuş veya doğmamış olması, ruhul-kudüs sayesinde rahme düşmüş olup olmaması
konusunu araştırmak boşunadır, olsun olmasın böyle olduğuna inanma dünyanın
dertlerinden kurtulmak için en iyi ümit yoludur.” Profesör
Butterfield’in eserinin hiç bir yerinde herhangi bir Hristiyan dogmasının
doğruluğunu ispat için en küçük bir teşebbüs yoktur. Sadece Hristiyan
dogmasında inancın faydalı olduğu pragmatik muhakemesi vardır. Profesör
Butterfield’in eserinde gerektiği gibi açık ve dakik olmayan birçok taraflar
vardır, buna sebep de korkarım açıklık ve dakikliğin onları inanılmaz yapacağı
korkusudur. İleri sürdüğü şey esasında şudur: insanlar komşularını severlerse
iyi olur, ama pek öyle davranmağa eğilimli değillerdir; İsa onlara komşularını
sevmeleri gerektiğini söyledi, İsa’nın Tanrı olduğuna inanıyorlarsa, sözlerine
daha çok dikkat etmeleri gerekir; bu yüzden insanların komşularını sevmelerini
isteyenler, onları İsâ’nın Tanrı olduğu konusunda iknaya çalışmalıdırlar.
Böylesine fikir
yürütmeye karşı öyle itirazlarda bulunulabilir ki insan nereden başlayacağım
şaşırıyor. Bir kere Profesör Butterfield ve bütün kendisi gibi düşünenler
insanın komşusunu sevmesinin iyi bir şey olduğu kanısındalar, bu kanaatleri
İsâ’nın sözlerinden ileri gelmiyor. Tersine, kendileri bu görüşte
olduklarından İsâ’nın sözlerine tanrısallığının kanıtı gibi bakıyorlar. Yani
ideoloji üstüne kurulu bir ahlâk düzenleri yoktur, ahlâk düzenlerine dayanan
bir teolojileri vardır. Bununla birlikte, görünüşe bakılacak olursa, komşuyu
sevmenin iyi bir şey olduğunu onlara düşündüren teolojik olmayan temelin
herkese hitap edeceği şüphelidir, bu yüzden daha etkili gibi gördükleri başka
muhakemeler yürütmeğe kalkmaktadırlar. Bu çok tehlikeli bir tutumdur. Birçok
Protestan Şabat orucunu bozmanın cinayet işlemek kadar kötü bir şey olduğunu
düşünüyordu. [Şabat veya Sebt, Yahudilerin dinlenme günü olan Cumartesi
gününü ifade eder. Yahudiler için Yehova ile aralarındaki özel bir bağı temsil
eder. İbranice "lişbot" (iş bırakma) kelimesinden gelir. ] Onlara
Şabatı bozmanın kötü olmadığına inandırmış olsaydınız, cinayet işlemenin de
kötü bir şey olmayacağına inanmış olurlardı. Her teolojik ahlâk düzeni kısmen
rasyonel olarak savunulabilecek, kısmen de boş inançlardan meydana gelen bir
yasaklar yığınıdır. Rasyonel olarak savunulabilecek kısmının savunulması
gerekir, yoksa öteki kısmın akla uymadığım görenler hepsini birden inkâr
edebilirler.
Ama Hıristiyanlık,
rakiplerinin ve karşı duranlarının ahlâk düzeninden daha iyi bir ahlâk düzeni
uğruna mı mücadele etmiştir? Namuslu hiç bir tarihçinin bunun böyle olduğunu
söyleyeceğini sanmıyorum. Hıristiyanlık başka dinlere nazaran işkence, eza cefa
çektirmeye daha çok önem vermiştir. Budizm hiç bir zaman böyle olmamıştır. Halifeler İmparatorluğu, Yahudilerle Hristiyanlara karşı, Hıristiyanların
Yahudilerle Müslümanlara davrandığından çok daha merhametli davranmıştır. Vergi verdikleri süre Yahudilerle Hıristiyanlara dokunmamışlardır. Roma İmparatorluğu
Hristiyan olur olmaz, Yahudi düşmanlığı başlamıştır. Haçlıların dinsel
şevkleri Batı Avrupa’da katliamlara yol açmıştır. Dreyfus’un sonradan
mahkûmiyetini kaldırtacak olan özgür düşünürleri suçlayan Hıristiyanlar
olmuştur. Sadece Yahudilerin kurban olduğunda değil, başka durumlarda da yakın
çağlardaki menfur hareketler Hıristiyanlar tarafından savunulmuştur. Kral
Leopold’un Kongo’daki iğrenç hareketleri Kilise tarafından önemsenmemiş,
gizlenmiş, genellikle özgür düşünürlerin yönettiği başkaldırmalarla durdurulmuştur.
Hıristiyanlığın insanı yükseltici bir ahlâkî etkisi olduğunun ileri sürülmesi
ancak tarihİ kanıtları ve olayları toptan inkâr etmekle savunulabilir.
Buna verilen cevap
genellikle, bizim iyi görmediğimiz şeyleri yapanların İsa’nın sözlerini
izlememeleri bakımından gerçek Hıristiyanlar olmadığıdır. Aynı
şekilde Sovyet Hükümetinin de gerçek Marksistlerden meydana gelmediği ileri
sürülebilir, çünkü Marx Slavların Almanlardan aşağı olduğunu söylüyordu, bu
öğretiyse Kremlin tarafından kabul edilmemektedir. Bir öğretmeni izleyenler
bazı bakımlardan öğretmenin öğretisinden daima ayrılırlar. Bir Kilise kurmayı
düşünenlerin bunu göz önüne getirmesi gerekir. Her Kilise kendisini koruma
içgüdüsü geliştirir, ve bu amaca yönelmeyen öğretmeninin öğretisinin kısımlarını
önemsemez. Her neyse, modern savunucuların “gerçek” Hristiyan dediği pek seçici
bir sürece bağlıdır. İncillerde olan şeylerin çoğunu görmemezlikten gelir:
örneğin koyunlarla keçiler kıssası; ve kötünün sonsuzca Cehennem
ateşinde yanacağı öğretisi. Tatbikatta onu dahi bir yana bırakıyorsa da,
Sina dağındaki Va’zın sadece bazı kısımlarını seçmektedir. Direnme
öğretisini sadece, Gandhi gibi Hristiyan olmayanlara bırakmaktadır.
Özellikle el üstünde tuttuğu ilkeler öyle yüksek bir ahlâk bulunduracaktır ki
içinde, tanrısal bir kaynağı olması gerekecektir. Profesör Butterfield’in, bu
ilkelerin İsa’nın gelişinden önce Yahudilerce söylenmiş olduğunu bilmesi
gerekir. Örneğin Hill’in sözlerinde, ya da “On iki Havarinin vasiyetlerinde”
vardır, bu konuda ileri gelen bir yetkili, Dr. R. H. Charles şöyle demektedir:
“Sina dağındaki va’z birçok yerde metinimizin ruhunu ifade ediyor, hattâ
bazen aynı kelimeleri kullanıyor: İncillerde birçok yerde bu benzerlik
görülebilir, St. Paul kitabı bir hatıra defteri gibi kullanmağa benzer”.
Dr. Charles, İsa’nın bu eseri tanımış olması gerektiği fikrinde. Eğer, bazen
söylendiği gibi ahlâkî öğretinin yüksekliği yazarının tanrısallığını ispat etse
bu Ahidlerin bilinmeyen yazarının tanrısal bir varlık olması gerekir.
Dünyanın kötüye
gittiği inkâr olunamaz, ama Hıristiyanlığın buna bir çare bulacağını
gösterecek en ufak bir iz bile yoktur tarihte. Dertlerimiz Yunan trajedisinin
amansızlığıyla, Birinci Dünya Savaşıyla başladı, Komünistler ve Naziler bundan
çıkmıştır. Birinci Dünya Savaşının çıkış noktası tamamıyla Hıristiyanlığa dayanıyordu.
Üç imparator da sofuydu, İngiliz Kabinesinin savaşçıları da sofuydular. Almanya
ve Rusya’da savaşa karşı gelen, kendileri Hristiyan olmayan, Sosyalistler oldu;
Fransa’da, ciddİ Hıristiyanlar tarafından alkışlanan Jaures oldu; İngiltere’de
ünlü bir ateist olan John Morley. Komünizmin en tehlikeli tarafları Ortaçağ
Kilisesini andırmaktadır. Kutsal bir Kitapta bulunan öğretilerin bağnazca
kabulü, bu öğretileri tenkidi yasaklamak ve kabul etmeyenlere vahşice eziyet
çektirmek. Mutlu bir sonuç için Batıda bir bağnazlığın canlanmasını aramamız
gerekir. Böyle bir canlanış Komünizmin nefret edilecek taraflarının evrensel
olması demektir. Dünyanın gerektirdiği şey, makûllük, hoşgörü, ve insan
ailesinin bölümlerinin birbirine bağlı olduğunun farkına varılmasıdır. Bu
ortak bağlılık modern icatlarla daha da artmıştır, insanın komşusuna iyi
davranması gibi tamamıyla dünyevi bir davranış, eskiden çok daha gerek
günümüzde. Zihinlerimizi karartıcı efsanelere değil, böyle düşüncelere
yöneltmeliyiz. Zekânın
dertlerimizi doğurduğu söylenebilir; ama aptallığın iyi edeceği düşünülemez.
Ancak daha büyük ve bilgece bir zekâ daha mutlu bir dünya yapabilir.
Tanrıya inanç
olmadan bir insanın ne mutlu ne de erdemli olabileceğini söyleyen çoktur. Erdem konusunda,
sadece gözlemle yetineceğim, kendi edindiğim tecrübemle değil. Mutluluk
bakımından, ne tecrübe, ne de gözlem bakımından, inananların inanmayanlara
nazaran genellikle ne daha mutlu ne de daha mutsuz olduğunu görmedim.
Mutsuzluk için “büyük” sebepler bulmak âdettir, çünkü insanın mutsuzluğunu
karaciğerinin bozukluğuna atfetmektense, inanç noksanlığına atfetmesinde daha
büyük bir gurur payı vardır. Ahlâk konusuna gelince, bu, büyük çapta, kişinin
bundan ne anladığına bakar. Ben önemli erdemlerin iyi kalplilikle zekâ olduğunu
sanıyorum. Zekâ, her türlü inançla engellenir; iyi kalplilikse günah ve ceza
duygusuyla körleşir (bu arada şunu da söyleyeyim ki Sovyet Hükümetinin ortodoks
Hıristiyanlıktan aldığı biricik inançtır bu).
Toplumsal bakımdan
arzulanan bir şeyi önleyecek birçok pratik yol vardır geleneksel ahlâk
düzeninde. Bunlardan biri zührevİ hastalıkların önlenmesidir. Daha da
önemlisi, nüfusun kontrolüdür. Tıptaki ilerlemeler bu meseleyi eskisinden çok
daha önemli bir duruma getirmiştir. Hâlâ yüz yıl önceki kadar verimli olan
millet ve ırklar bu bakımdan alışkanlıklarını değiştirmezlerse, insanlık için
savaş ve yoksulluktan başka bir şey beklenemez. Her zeki insan bunu bilmektedir
ama bunlar din dogmacıları tarafından benimsenmemektedir.
Dogmatik inancın
çökmesinin iyilikten başka bir şey doğuracağını sanmıyorum. Nazi veya
Komünistlerinki gibi yeni dogma sistemlerinin eskilerinden daha kötü olduğunu
kabul ediyorum, ama muhafazakâr dogmatik alışkanlıklar gençlikte aşılanmamış
olsaydı insanların zihninde yer etmiş olmazlardı. Stalin’in dili, eğitim görmüş olduğu din okulundaki hatıralarıyla doludur. Dünyamıza gereken dogma değil, bilimsel araştırma davranışıdır, ister
Stalin’den gelsin, ister inananın kendi gibi hayal ettiği bir Tanrısal
varlık’tan gelsin, işkence altında milyonların eziyet çekmesinin hoş bir şey
olmadığına inanmaktır.
Sh:203-216
Kaynak: NEDEN HRİSTİYAN DEĞİLİM
(Why I am Not a Christian an Examination of the God‐Idea and Christianity Bertrand Russell
[March 6, 1927] )
Çeviren: ENDER GÜROL Varlık Yayınları, Eylül, 1966, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar