Print Friendly and PDF

BERTRAND RUSSELL- 5-


Türkçesi: Vasıf ERANUS
İster eski ister çağdaş olsun, bir toplumun özelliklerini belirtirken birinci derecede önem taşıyan ve birbirine sıkı sıkıya bağlı olan iki unsurla karşılaşılır: ekonomik yapı ve aile yapısı. Günümüzde etkin olan iki düşünce sisteminden bir tanesi herşeyin kaynağı olarak ekonomiyi görürken, diğeri her şeyi aileye ya da cinsiyete bağlamaktadır. Bunlardan birisi Marks’ın öğretisidir, İkincisiyse Freud’un. Ben bunlardan hiç birine bağlı değilim. Bana ekonomiyle cinsiyet arasındaki bağlantılarda, belirleyici etmen olma noktasında biri; diğerinden daha üstünmüş gibi gelmiyor.» Örneğin sanayi devriminin cinsel ahlak üzerinde, hiç şüphesiz çok büyük etkisi oldu ve olacak da. Ne var ki Puritanların cinsel duyarlılıkları da sanayi devriminin nedenlerinin bir parçası olarak ruh bilimsel yönden gerekliydi.
* Puritan: İngiltere'de kraliçe Elizabeth zamanında meydana çıkan ve bilhassa ibadette sadelik taraftarı olan mezhebin bir ferdi, Püriten; (s.) ahlâk ve din hususunda çok sofu. puritan'ic(al) (s.) sofu. puritan'(i.) - cally (z.) sofucasına. Puritanism (i.) sofuluk.
Ben ne ekonomik ya da cinsel unsurdan birinin diğerinden daha üstün olduğuna katılıyorum ne de bunların gerçekte belli bir kesinlikle birbirinden ayrılabileceklerine inanıyorum. Ekonominin temelinde yiyecek sağlamak yatar, fakat yiyecek aile için sağlanır, insanların yiyeceği, sadece, kendi bireysel gereksinmeleri için elde etmeleri, çok az rastlanan bir olaydır. Ve aile sistemi değiştikçe ekonomik güdüler de değişime uğrar. Açıktır ki, Platon’un Cumhuriyetinde olduğu gibi eğer çocuklar devlet tarafından ana ve babalarından alınsaydı, sadece yaşam sigortası değil, özel biriktirimin birçok türü de hemen hemen ortadan kalkardı. Yani babalık rolünü üstlenecek devlet, zorunlu olarak (ipso fakto- sırf bunun için, yalnız bu nedenle) tek kapitalist haline gelecektir. Katıksız komünistler bunun tersini, eğer devlet tek kapitalist olursa bildiğimiz biçimiyle ailenin sona ereceğini öne sürerler, burada aşırıya gidildiği düşünülse bile, özel mülkiyetle aile arasındaki karşılıklı yakın bağlantıyı yadsımak olanaksızdır, bundan ötürü de birine neden diğerine sonuç diyemeyiz.
Topluluğun (cemaat, ortaklaşalık) cinsel törelerinin çeşitli katlardan oluştuğu görülecektir. İlk olarak yasayla somutlaşan kesin kurumlar vardır, örneğin bazı ülkelerde tek eşlilik, diğerlerinde çok eşlilik gibi. Ardından yasanın karışmadığı, fakat kamuoyunun belirginleştirdiği kat gelir. Ve nihayet kuramsal olarak değilse bile uygulamada bireylerin keyfine bırakılan kata varılır. Dünya tarihinin hiçbir evresinde ve Sovyet Rusya dışında dünyanın hiçbir ülkesinde, cinsel ethik (ahlak felsefesi) ve cinsel kurumlar, rasyonel düşünceyle belirlenmemiştir. Sovyet Rusya’da kurumların bu yönden kusursuz olduğunu söylemiyorum, söylemek istediğim burada cinsel ethik ve cinsel kurumlardan en azından bir kısmının, çağlar boyu tüm ülkelerde olduğu gibi, kör inançlardan ve geleneklerden çıkmadığıdır. Genel mutluluk ve huzur açısından hangi cinsel ahlakın daha iyi olduğunu belirlemek sorunu son derece karmaşıktır ve çözüm çeşitle koşullara göre değişir. Çözüm gelişmiş sanayi toplumlarında, ilkel tarımsal düzenlerden farklı olacaktır. Tıbbın ve sağlık bilgisinin ölüm oranının düşmesinde etken olduğu yerlerde başka, nüfusun büyük bir bölümünü veba ve diğer salgınları daha büyümeden kırdığı yerlerde başka olacaktır. Belki de artan bilgimizle birlikte en iyi cinsel ethikin bir iklimden diğerine, bir beslenme düzeninden ötekine farklılıklar gösterdiğini söyleyebileceğiz.
Cinsel ethikin etkileri birçok türe ayrılır. —kişisel, karıkocaya ilişkin, ailesel, ulusal ve uluslararası. Bu ilişkilerin bir kısmında etkiler iyiyken diğerlerinde kötü olabilir. Yeni bir sistem üzerinde yargıya varmadan önce her şey enine boyuna düşünülüp taşınılmalıdır. İlk önce salt bireyselle başlanılır: bu etkiler ruh çözümlemesi (psikoanaliz) tarafından ele alınır. Burada yalnızca konulmuş kurallar tarafından hizaya getirilmiş olan yetişkinin davranışlarını göz önünde tutmamalıyız) aynı zamanda kurallara itaati yaratan ilk eğitimin yapısını da dikkate almalıyız. Şimdi herkesin bildiği gibi bu alanda ilk yasakların uygulanması son derece şaşırtıcı ve dolaylı olmaktadır. Konunun bu bölümünde daha, kişisel esenlik, düzeyindeyizdir. Sorunun bundan sonraki evresi kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkinin kavranmasıyla doğar. Bazı cinsel ilişkilerin diğerlerinden daha değerli olduğu açıklık kazanır. İçinde büyük ölçüde ruhsal öğenin bulunduğu cinsel birleşmenin salt bedensel olandan daha iyi olduğu konusunda birçok kişi aynı kanıdadır. Aslında insanların, aralarındaki ilişkiye kendi kişiliklerini kattıkları oranda sevginin değerinin yükseleceği görüşünü, uygar erkeklerin ve kadınların ortak bilincine, ozanlar sokmuştur. Aynı zamanda ozanlar birçok kişiye sevginin değerini onun şiddetinin gösterdiğini de öğretmişlerdir ki, bu çok daha tartışma götüren bir husustur. Birçok çağdaş insan, sevginin karşılıklı eşit ilişkilere dayanması konusunda aynı fikirdedir ve diğerleri bir yana, sadece bu neden, örneğin çok eşliliğin üstün bir sistem olarak kabulünü olanaksızlaştırmaktadır. Konunun bu bölümünde, evlilik sistemi üstün gelip evlilik dışı ilişkiler buna uygun olarak değişinceye kadar, her iki sistemi de, evlilik ve evlilik dışı ilişkiler olarak göz önüne almalıyız.
Şimdi aile sorununa geliyoruz. Çeşitli zamanlarda ve çeşitli yerlerde birçok farklı aile toplulukları var olmuştur. Bunlar içinde en geniş yeri ataerkil aile tutar. Tek eşli ataerkil aile, çok eşli aileye, giderek üstün gelmiştir. Batı uygarlığında, Hıristiyanlık öncesi dönemden bu yana, var olan cinsel ethikin ilk amacı kadının namusunu korumak olmuştur, zira onsuz babalık belirsizleşeceği için ataerkil aile de var olamazdı. Buna, erkeğin de namusu üzerinde durulması doğrultusunda Hıristiyanlık’ça eklenen ne varsa ruhsal kaynağını çilecilikten (zühdiye) almıştır. Ayrıca bu güdü kadınların oldukça kısa süre önce haklarına kavuşmalarıyla daha etkili hale gelen, kadın kıskançlığı tarafından da körüklenmiştir. Ne var ki bu son etmen geçici gibi görünüyor, zira olayları şöyle bir tartarsak, kadınların, her iki cinse de özgürlük getirecek bir sistemi, şimdiye dek kadınlara konulan yasakların erkeklere de uygulanmasını isteyene, tercih etme eğiliminde olduklarını saptarız.
Tek eşli aile de kendi içinde farklılıklar gösterir. Evlilikler, eşlerin kendileri tarafından kararlaştırılabildiği gibi, aileler arasında da kararlaştırılabilir. Bazı ülkelerde gelin, bazılarındaysa, örneğin Fransa’da, güvey satın alınır. Ayrıca boşanmada da bir çok farklılıklar vardır, en aşırı uç Katolik’lik boşanmaya izin vermez. Eski Çin yasasındaysa erkeğe karısını geveze olduğu için boşama hakkı verilmektedir. Cinsel ilişkilerde sadakat ya da yarı sadakat insanlar arasında olduğu gibi hayvanlar arasında da doğmuştur. Türün korunabilmesi için erkeğin de yavrunun yetiştirilmesine katılması zorunludur. Örneğin kuşlar yumurtayı sıcak tutabilmek için üzerinde oturarak, günün en iyi yiyecek toplayabilecekleri zamanını yitirirler. Tek bir kuşun her iki işi birden yapabilmesi olanaksızdır, ve bu nedenle erkeğin yardımı gereklidir. Bunun sonucundaysa kuşların çoğu sadakat timsali olmuşlardır. İnsanlar arasında, özellikle göçebelik döneminde ve çalkantılı topluluklarda, babanın yar dimi evlat için son derece önemli yaşamsal (biyolojik) yararlar sağlardı. Ne var ki çağdaş uygarlığın gelişmesiyle devlet, artan bir şekilde, babanın rolünü üstlenmektedir. Ve emekçi sınıflarda babanın sağladığı yaşamsal yararın çok geçmeden sona ereceğini düşünmek için yeterli neden bulunmaktadır. Eğer bu gerçekleşirse geleneksel ahlakın tümüyle çöküşünü bekleyebiliriz, zira annenin, çocuğunun babasını kesin olarak belirlemesi için ortada bir neden kalmayacaktır. Plato burada bir adım daha atmamızı ve devleti, salt babanın değil annenin de yerine koymamızı istemişti. Ben, kendim, Devletin pek sevdalısı değilim ya da kimsesiz çocuk yuvaları henüz beni böylesi bir tasarıyı kabul edebilmem için yeteri kadar etkilemedi. Ama ekonomik güçlerin bunu amaçlayıp bir ölçüde kabul ettirebilmeleri olasılık dışı da değil.
Yasa seksle iki biçimde ilgilenir. Bir yandan söz konusu toplulukta benimsenen cinsel ethiki yaşama geçirtirken diğer yandan bireyin cinsel alandaki sıradan haklarını korurlar. Bunlardan sonuncusunu iki ana bölüme ayırabiliriz: birincisi kadınları ve küçükleri saldırıdan ve alabildiğine sömürülmekten korumak, İkincisi tek tek kişileri zührevi hastalıklardan sakınmak. Çoğunlukla bu ayrımlardan hiçbirinin önemi, bütünüyle kavranmıyor, bu nedenle de gereken biçimde değerlendirilemiyor. İlkinde meslekten karanlık kişiler, beyaz kadın ticaretine karşı yürütülen hırçın kampanyaların itkisiyle çıkan yasaların boşluklarını kolayca bulmakta, şantajla kendi halinde yaşayan kişilerin sırtından servetler edinmektedirler. İkincisindeyse, zührevi hastalıkların işlenmiş bir günahın cezası olarak kabul edilmesi, tıbben son derece etkin olunacakken, önlem alınmasını engellemekde bu hastalığı kapmanın utanç verici kabul edilmesi, onun gizlenmesini genel bir davranış biçimi haline sokarak bir an önce iyileştirilmesine ya da kökünden sökülüp atılmasına mani olmaktadır.
Son olarak nüfus sorununa geldik. Bu, birçok açıdan değerlendirilmesi gereken başlı başına geniş bir konudur. Annenin ve çocuğun sağlık sorunları vardır, küçük ya da büyük ailelerin, çocuğun kişiliği üzerinde yaptıkları ruhsal etkilerden kaynaklanan sorunlar bulunmaktadır. Bunlara sorunun sağlık cephesi deriz. Ayrıca kişisel ve kamusal olarak bir de sorunun ekonomik cephesi vardır: Toplumun doğum oranına, aile büyüklüğüne göre kişi başına ya da ailede fert başına düşen zenginlik sorunu. Buna çok yakından bağlı bir şey de uluslararası politikayla, dünya barışının nüfus sorunuyla olan ilişkisidir. Ve sonra, toplumun farklı katmanlarındaki farklı ölüm ve doğum oranlarına göre ırkın ıslah olması ya da bozulması üzerine ırk iyileştirmeciliği (eugenics, ırk ıslahı) sorunları bulunmaktadır. Yukarıda saydığımız sorunlar, bütün açılardan incelenmedikçe herhangi bir cinsel ethikin, ne doğrulanması ne de yadsınması sağlam temellere dayanabilir. Reformistler (ıslahatçılar, re formers) ve tutucular, benzer şekilde bir ya da en fazla iki cephesini göz önüne alma alışkanlığındadırlar. Özel ve siyasal bakış açılarının herhangi bir bileşimine çok seyrek rastlanmaktadır. Ayrıca, bunlardan biri, diğerinden daha önemlidir diyebilmek de oldukça güçtür. Özel bakış açısından iyi olan bir sistemin, siyasal bakış açısından da iyi olacağına ya da bunun tersine ilişkin, apriori bir kesinlik yoktur. Benim kişisel kanım odur ki çoğu zaman ve birçok yerde cahil ruhsal (psikolojik) güçler insanlığın boş yere zalim sistemleri kabul edip onlara bağlanmasına yol açmışlardır. Hatta bugün oldukça uygar toplumlar arasında bile bu durum sürmektedir. Ayrıca kanıma göre, tıbda ve sağlık bilgisinde elde edilen ilerlemeler özel ve siyasal bakış açılarının her ikisinde de olumlu değişiklikler yaptı. Eğitimde devletin rolü arttıkça babanın önemi geçmişe oranla azaldı. Şu halde günümüzün ethikini eleştirmenin ikili yanı vardır. Bir yanda, bilinç altına işlenmiş olan boş inanç ögele rini temizlerken diğer yandan, geçmişin bilgeliğini günümüz bilgeliğinin yerine koymanın budalalığını sergileyen tümüyle yeni unsurları dikkate almalıyız.
Bugün var olan sisteme bir bakış açısı yakalayabilmek için, önce insanoğlunun geçmişte yaşadığı ya da günümüzde dünyanın uygar olmayan bölümlerinde bulunan sistemlerin bazılarını ele alacağım. Daha sonra bugün Batı uygarlığında gözde olan sistemi tanımlayacak, ardından bu sistemin ıslahını zorunlu kılan nedenleri ele alıp, bu ıslahatın yapabileceğine taşıdığım umudun kaynağını göstereceğim.
Evlilik ilişkileri her zaman kabaca iç güdüsel, ekonomik ve dinsel olarak sıralayabileceğimiz üç etkenin (factor, amil) karışımından oluşmuştur. Bunların, başka alanlarda olduğu gibi birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılabileceklerini söylemek istemiyorum. Pazar günleri dükkânların kapanmasının asıl kaynağı dinseldir. Ama bugün ekonomik bir olgudur bu, sekse ilişkin birçok yasa ve törede de durum tıpkı böyledir. Dinsel kökenli bir dolu yararlı töre, dinsel temeli zayıfladıktan sonra büe yararından dolayı varlığını sürdürür. Ayrıca neyin içgüdüsel neyin dinsel olduğu konusunda bir ayırım yapabilmek de oldukça zordur. İnsan eylemi üzerinde uzun süre etkinliğini koruyabilen her dinin genel olarak bir takım içgüdüsel temelleri vardır. Gene de bu dinler, geleneğin önemine ve içgüdüsel olarak gerçekleştirilen çeşitli eylem biçimleri arasından bir kısmının yeğlenmesine göre ayrılırlar, örneğin aşk ve kıskançlığın her ikisi de içgüdüsel duygulardır. Fakat din, kıskançlığı toplumun sahip çıkması gereken erdemli bir duygu olarak açıklarken aşk’a «şöylesine» bir izin çıkartılmıştır.
Sekste içgüdüsel öğeler genellikle sanılandan çok daha azdır. Bu kitapta, antropolojiye güncel sorunlarınıza ışık tutması için gerekli olandan daha fazla girecek değilim. Fakat bu bilim dalı, sorunumuza ilişkin son derece önemli bir hususu, içgüdüyle çalıştığını sandığınız birçok adetimizin uzun dönemler boyunca ortaya koymaktadır. Örneğin salt vahşiler arasında değil, bazı belli oranda uygarlaşmış topluluklarda da, bekâretin resmi olarak (bazen alenen) rahipler tarafından bozulması yaygın bir uygulamaydı. Hıristiyan ülkelerindeyse bekaretin bozulması güveye tanınan bir ayrıcalıktır ve birçok Hıristiyan, yakın zamana kadar, bekaretin dinsel bozma töresini tiksintiyle karşılamalarının altında içgüdünün yattığını sanır. Kişinin, karısını konukseverliğinin işareti olarak konuğuna sunması da çağdaş Avrupa’da içgüdüsel bir tiksintiyle karşılanmaktadır. Oysa bu çok yaygın bir konukseverlik gösterisidir. Çok kocalılık, cahil beyaz adamın insan doğasına aykırı saydığı bir başka töredir. Bu kişilere yeni doğan bir bebeğin öldürülmesi de ters gelmektedir, ne var ki gerçekler, ekonomik yarar sağlayacak başka çare kalmayınca bu yola başvurulduğunu göstermektedir. Gerçek şudur ki, insanlar tedirgin edildikleri zaman içgüdü, olağanüstü bir şekilde müphemleşip (belirsizleşip) doğal yönünden kolayca sapabilmektedir. Bu gerçek uygar topluluklar için olduğu kadar vahşiler için de söz konusudur. «İçgüdü» kelimesinin aslında cinsel konulardaki insan davranışları gibi kesin olmaktan uzak şeyler için kullanılması pek doğru değildir. Bu alanın tümünde dar ruhbilimsel yönden içgüdüsel denilebilecek tek edim, bebeğin meme emmesidir. Vahşilerde nasıl olduğunu bilmiyorum ama, uygar insan cinsel edimi gerçekleştirmeyi öğrenmek zorundadır. (C. P. Hevelock Ellis «Studies in Psychalogy al sex» VI. p.510.] Evlenmelerinin üstünden bir hayli yıl geçtikten sonra nasıl çocuk sahibi olacaklarını öğrenmek isteyen ve yapılan inceleme sonucu cinsel birleşmenin nasıl yapıldığını bilmeyen çiftlere doktorlar pek seyrek rastlamamaktadırlar. Cinsel edim, şu halde dar anlamıyla içgüdüsel değildir, ama elbetteki cinsel birleşmeye doğru doğal bir eğilim ve cinsel birleşme olmaksızın kolayca bastırılamayan bir istek bulunmaktadır. İnsanoğlu, tedirgin edildiğinde diğer hayvanların gösterdiği, kesin davranış özelliklerinden yoksundur. Ve bu durumda, içgüdü yerini oldukça farklı başka bir şeye bırakmaktadır. İnsanoğlu az çok rastlantısal ve eksik gerçekleştirilen faaliyetlere karşı ilkönce bir hoşnutsuzluk gösterir, fakat faaliyet «kendiliğinden» diyebileceğimiz bir şekilde yavaş yavaş bir doygunluk vermeye başlar ve bu nedenle de yinelenir. İçgüdüsel olan, öğrenme tepişi gibi, tamamlanmış bir etkinlik değildir. Çoğu zaman doygunluk veren faaliyet daha önceden kesin olarak belirlenemez, buna rağmen eğer yanlış alışkanlıklar edinilmemişse, kural olarak en yararlı biyolojik faaliyet en mükemmel doygunluğu verecektir.
Tüm uygar çağdaş toplumlara baktığımızda, bunların baba erkil aile temeline oturduklarını ve kadın iffeti kavramının baba erkil aileyi olanaklı kılmak için oluşturulduğunu görürüz. Babalık duygusunun hangi doğal tepiler tarafından yaratıldığını araştırmak önem kazanmaktadır. Bu, pek öyle derinliğine düşünme alışkanlığı olmayan kişilerin sandığı kadar çözümü kolay bir sorun değildir. Bir annenin çocuğuna yönelen duygularını anlamak oldukça kolaydır, çünkü en azından çocuk memeden kesilinceye kadar aralarında yakın bedensel (Physical, Fiziki) bir bağ bulunmaktadır. Ne varki babanın çocukla olan ilişkisinin ruhsal olarak babalık durumuna dayanan yanı; dolaylı, sayılgılı (hipotetik) ve çıkarımcıdır (inferential, istidlâl). Bu ilişki eşin namusuna olan güvene sıkıca bağlıdır ve içgüdüsel değil tamamıyla düşünsel bir alana aittir. Eğer kişi, aslında babalık duygusunun erkeğin kendi çocuklarına yöneltmesi gerektiğine inanıyorsa, durum en azından böyledir. Malenezyalılar insanların babaya sahip olduğunu bilmezler. Yine de Malenezyalı babalar, en az çocuğunun kendisinden olduğunu bilen babalar kadar, çocuklarını severler. Malinowski’nin Trobrıand Adaları üstüne yazdığı kitaplar babalık psikolojisini aydınlığa çıkartmıştır. Özellikle kitaplardan üçü vahşi toplumlarda Seks ve Baskı, îlkel psikolojide Babalık ve Kuzeybatı Malenezyadaki Vahşilerin Cinsel Yaşamları babalık dediğimiz karmaşık duyguyu anlamak için oldukça gereklidir. [«Sex and repression in Savage Society», «The Father in Primilive Psychology», «The sexual Life al Savages in Nortniertern Melanasia».] Aslında erkeğin çocukla ilgilenmesine yol açan birbirinden tamamen farklı iki neden vardır: ya çocuğun kendisinden olduğuna inandığı için ilgilenmektedir onunla, ya da kendi karısının çocuğu olduğunu bildiği için. Dölün devamında, babanın payı bilinmeyen yerlerde bu güdülerden sadece İkincisi işler.
Trobrıand Adalılarının insanların babaları olduğu gereğini bilmedikleri Malinowski tarafından kuşkulara yer bı rakmıyarak şekilde gün ışığına çıkartılmıştır, örneğin Malinowski iki yıl süreyle bir yerlere giden erkeğin geri döndüğünde, karısının doğurduğu yeni bir bebekle karşılaşınca, bundan sevinç duyduğunu ve Avrupalıların karısının namusuna ilişkin kafasına sokmaya çalıştıkları kuşkuları kavramasının olanaksız olduğunu gözlemişlerdir. Bundan çok daha inandırıcı olay, son derece iyi domuz soyuna sahip bir adamın, erkek domuzları vurdurması ve bir türlü, yaptığı işin soyu körleteceğini anlayamamasıdır. Çocukları ruhların getirip annenin içine yerleştirdiklerine inanmaktadırlar. Bakirelerin çocuk doğuramadıkları bilinmektedir, fakat bunun kızlık zarının ruhların hareketlerine fiziki bir engel oluşturması sonucu gerçekleştiğini sanmaktadırlar. Bekar kız ve erkekler tam anlamıyla serbest aşk yaşamaktadırlar, fakat bilinmeyen bir nedenle bekar kızlar pek seyrek gebe kalırlar. Rastlantı sonucu gebe kalmaları durumunda, yerli düşüncesine göre yaptıkları hiçbir şeyin gebe kalmalarının sorumluluğunu onlara yüklememesine karşın, şiddetle ayıplanırlar. Er ya da geç genç kız değişiklikten usanır ve evlenir. Kocasının köyünde yaşamak üzere köyünden ayrılır. Fakat kendisi ve çocukları, içinden çıktığı köye bağlı sayılırlar. Kocanın çocuklarla herhangi bir kan bağı olduğu kabul edilmez ve dölün devamını salt ananın sağladığına inanılır Başka yerlerde çocuklar üzerinde babanın sahip olduğu yetkiye (otorite) Trobriand Adaları arasında, dayı sahiptir. Bu noktada son derece garip bir karışıklık ortaya çıkar. Kız kardeşle erkek kardeş arasındaki tabu çok katıdır. Bu nedenle belli bir yaşa geldikten sonra kız ve erkek kardeşler birbirleriyle uzaktan yakından cinsiyete ilişkin bir şey konuşmazlar. Sonuçta çocuklar üzerinde her ne kadar dayının yetkisi varsa da, dayılar çocukları ancak analarından ve evlerinden uzakta oldukları zaman, yani pek az görebilirler. Bu yapı, çocuklara; hiçbir yerde rastlanmayan disiplinden ırak, ölçüsüz bir sevginin güvencesini verir. Onlarla ilgilenip oynayan babalarının üzerlerinde hiçbir yatırım hakkı bulunmamaktadır, yaptırım hakkına sahip dayılarınınsa yanlarında bulunmaya hakkı yoktur. Çocukla, ananın kocası arasında, hiçbir kan bağının bulunmadığına olan tüm inanca karşın, çocukların analarından ve kardeşlerinden çok ananın kocasına benzediğinin sanılması oldukça tuhaftır. Anayla çocuk ya da kız kardeşle erkek kardeş arasında bir benzerlik bulmak ahlaksızlık olarak kabul edilmekte ve hatta çok açık benzerlikler şiddetle yadsınmaktadır. Malinowski’ye göre çocukların anadan çok babaya benzediklerine olan inanç, babaların çocuklarına karşı duydukları sevginin kaynağını oluşturmaktadır. Malinowski, baba oğul bağının uygar insanlar arasında rastlanandan çok daha sevgi dolu ve uyumlu olduğunu saptamış ve bulmayı umduğu Odipus kompleksine rastlamamıştır.
Malinowski, adadaki dostlarını tüm ikna edici gücünü kullanmasına karşın babalık diye birşeyin varlığına inandıramamıştır. Yerliler onun anlattıklarını misyonerlerin uydurduğu saçma bir hikaye olarak görüyorlardı. Ataerkil bir din olan Hıristiyanlığın, babalık kavramına sahip olmayan bir kişinin kafasına duygusal ya da düşünsel yollarla sokulması olanaksızdır. «Tanrı Baba» yerine «Tanrı Dayı» sözcükleri kullanılacaktır ki bu da amaçlanan ince anlamı tam olarak vermekten uzaktır. Zira babalık, gücü ve sevgiyi birlikte ifade etmektedir, Malenezya’lılardaysa gücü dayı, sev giyse baba simgelemektedir. Herhangi bir erkeğin, çocuğu olabileceğine inanmayan Trobriand Adası yerlilerine, insanların, Tanrının çocukları olduğu düşüncesi anlatılamaz. Bu nedenle misyonerler dinlerini yaymaya başlamadan önce fizyolojik gerçekleri anlatmakla işe başlıyorlardı. Malinowski, giriştikleri işin daha birinci aşamasında başarısızlığa uğrayan misyonerlerin İncili öğretebilmelerinin olanaksız olduğunu söylüyor.
Malinowski’nin, karısının yanından, hamileliği boyunca ve çocuğun doğumu anında ayrılmayan erkeğin, doğan çocuğa karşı içgüdüsel bir sevgi duyduğu ve bu sevginin babalık duygusunun temelini oluşturduğu savına ben de katılıyorum. Malinowski, «Başta hemen hemen tamamıyla biyolojik temelden yoksun gibi görünsede, babalığının» diyor, «bendensel gereksinmeler ve doğal özelliklere kökten bağlı olduğu gösterilebilir». Düşüncesine göre, eğer erkek karısının hamileliği boyunca onun yanında bulunmazsa, ilk ağızda çocuğa karşı içgüdüsel bir sevgi duyamaz, ne var ki töreler ve kabilenin ahlak anlayışı onu ana ve çocukla kaynaştırır. Ve böylece sevgisi, sanki karısının yanından hiç ayrılmamış gibi yeşerir. Vahşiler arasında da olsa, tüm önemli insan ilişkileri her zaman, yeterince zorlayıcı olamayan içgüdüler doğrultusunda toplumsal ahlak anlayışı tarafından yürütülen, toplumun benimsediği, edimlerdir. Töre, ananın kocasını, çocuklarla ilgilenip, onları korumakla görevlendirmiştir. Ve bu töre, içgüdü doğrultusunda olduğu için yürütülmesi güç değildir.
Malenezya’lılarda babanın çocuklarına karşı olan tavrını açıklarken Malinowski’nin başvurduğu içgüdü, bana, yazılanlardan çok daha genel gibi geliyor. Bence her erkek ve kadın bakmakla yükümlü olduğu çocuğa karşı bir sevgi duyma, eğilimi taşır. Hatta ilk başta sadece töre ve gelenek yetişkinin çocuğa ilgi duymasını sağlar, bu ilgide yatan büyük gerçek, çoğunlukla sevginin büyümesine neden olur. Hiç şüphesiz bu sevgi eğer çocuk, erkeğin sevdiği kadının çocuğuysa çok daha güçlenir. Böylece vahşilerin, karılarının çocuklarına gösterdikleri büyük sevgi de açıklık kazanmaktadır, ve bu, uygar erkeğin çocuklarına verdiği sevginin içindeki en büyük olarak ele alınabilir. Malinowski, tüm insanlığın Trobrian adasında yaşıyanlar gibi babalığın kabul edilmediği aynı evreden geçtiğini ileri sürmektedir — ve bu düşüncenin aksini kanıtlamak oldukça zordur. — Babayı içeren hayvan aileleri de aynı temele dayanmak durumundadır. Sadece insanlar arasında babalık gerçeği kavrandıktan sonra babalık duygusu bugün bildiğimiz biçimi almıştır.
Babalığın fizyolojik gerçeğinin kabul edilmesi babalık duygusuna yepyeni bir unsur ekleyerek hemen her yerde ataerkil toplumların doğmasına yol açtı. Baba, Incil’de belirtildiği gibi, çocuğunu kendi «tohumu» olarak kabul etmesiyle birlikte çocuğa karşı olan duygusu iki etken tarafından güçlendirildi: İktidar tutkusu ve dölün devamı. Erkek döllerinin başarısını kendi başarısı olarak duymakta ve onların yaşamını kendi yaşamının devamı olarak görmektedir. Tutku artık mezarda son bulmamakta kuşaktan kuşağa uzanmaktadır. Örneğin dölünün vaad edilmiş topraklara yayılacağını öğrenen İbrahim’in duyduğu hazzı düşünün. Anaerkil toplumlarda aile tutkularının da kadınlığa özgü olması gerekiyordu, nitekim kadınlar savaşmadıkları için böylesi tutkular ataerkil toplumlarda olduğundan daha az etkiliydiler. Böylece babalığın ortaya çıkması insan toplumunu, anaerkil evreden daha rekabetçi (yarışmacı) daha güçlü (enerjik) daha faal (dinamik) ve hummalı çalışır hale getirmiştir. Bir ölçüde varsayıma dayanan bu etkiden başka eşin (kadının) namusu üzerinde durmak için yeni ve çok önemli bir neden vardı artık. Çağdaş insanın sandığı gibi kıskançlıkta salt içgüdüsel öğe pek o kadar güçlü değildir. Kıskançlık en uç noktasına, soyun bozulması korkusundan dolayı, ataerkil toplumlarda ulaşmıştır. Bu olgu, karısından bıkıp metresine iyiden iyiye bağlanan bir erkeğin buna karşın rakip erkeklerden karısını, metresinden daha çok kıskanması gerçeğinde görülebilir. Yasal (meşru) çocuklar erkeğin egosunun (ben’inin) bir devamıdır ve onun çocuğa duyduğu sevgi bir egoizm (bencillik) türüdür. Diğer yandan eğer çocuk yasal değilse, gayrimeşru baba bir biyolojik bağı bulunmayan bu çocuğa karşı sahte sevgi gösterilerinde bulunabilir. Babalığın ortaya çıkması, kadınların namuslarının korunması için, baskı altına girmelerine yol açtı — bu baskı önce bedensel başlamış, ardından düşünsel hale gelmiş ve en yüksek noktasına Viktorya çağında ulaşmıştır. — Kadınların baskı altına alınmalarından ötürü, birçok uygar toplulukta karı ve koca arasında gerçek dostluk oluşturulamamış, aralarındaki ilişkiler birinin alçakgönüllülük göstermesi diğerininse görevini yerine getirmesi biçiminde süregelmiştir. Tüm erkekler, yetkin bir düşünce yapısının karısını ihanete itebileceği korkusuyla tüm ciddi düşünce ve amaçları kendilerine saklamışlardır. Birçok uygar toplulukta kadınlar hemen hemen tüm dünya nimetlerinden ve olaylarından yoksun bırakılmışlar ve yapay bir şekilde aptallaştırılıp kayıtsız kılınmışlardır. Platonun diyaloglarından kendisinin ve arkadaşlarının, erkeklere, ciddi sevginin tek gerçek nesnesi olarak baktıkları izlenimi çıkartılabilir. İlgilendikleri konuların tümünün saygıdeğer Atinalı kadınlara bütünüyle kapatıldığı göz önüne alınırsa buna pek şaşmamak gerekir. Tümüyle benzer durum, şiirinin en görkemli olduğu dönemde İran’da, yakın zamanlara kadar Çin’de ve dünyanın birçok yerinde ve çocukların yasallığından (meşruluğundan) emin olma tutkusu yüzünde tahrip edilmiştir. Sadece sevgi değil, kadınların uygarlığa yapacakları tüm katkılar da aynı nedende güdük bırakılmıştır.
Kendi doğal akışı içinde değişen ekonomik sistemle birlikte soy izi sürme yöntemi de biçim değiştirdi. Anaerkil toplumda kişi dayısının mirascısıyken ataerkil toplumda babasının mirasçısı oldu. Ataerkil toplumda babayla oğul arasındaki ilişki, anaerkil erkekler arasında var olan tüm ilişkilerden daha yakındı, zira daha önce gördüğümüz gibi, babaya yüklediğimiz doğal işlemler, anaerkil toplumda babayla dayı arasında bölüşülmekte, sevgi ve ilgi babadan gelirken, yetki ve mal dayıdan gelmekteydi. Böylece, ilkel bir aile türünden, ataerkil ailenin çok daha karmaşık bir durumda olduğu açıklık kazanmaktadır. Erkeklerin evlenecekleri kızda bekâret aramaya başlamaları ataerkil sistemin ortaya çıkmasıyla başlar. Anaerkil sistemin var olduğu yerlerde genç kadınlar da erkekler gibi diledikleri çılgınlıkları yapabilmekteydiler, fakat evlilik dışı tüm cinsel ilişkilerin kötülüğünün önemine kadınlar inandırıldıktan sonra buna göz yumulmadı.
Babalar varoluş gerçeklerini yakalar yakalamaz ulaşabildikleri her yerde bundan azami derecede yararlandılar. Uygarlık tarihi, tarihsel kayıtların başlamasından hemen önce birçok uygar ülkede en yüksek noktasına ulaşan babalık yetkisinin yavaş yavaş zayıflamasının öyküsüdür. Çin’de ve Japonya’da bugün hâlâ devam etmekte olan atalara tapınma ilk uygarlıklarının tümel (Üniversal) bir özelliği olarak belirmektedir. Baba çocukları üzerinde birçok konuda — Roma’da ölümüne ya da yaşamasına karar vermeye kadar uzanan — mutlak yetkiye sahipti. Kız çocuklar uygar toplumun her yanında erkek çocuklar ise ülkelerin büyük çoğunluğunda babalarının izni olmaksızın evlenemezlerdi ve evlenecekleri kişiyi babalarının seçmesi olağan bir durumdu. Kadın yaşamının hiçbir evresinde bağımsız bir varlığa kavuşamamış önce babasının sonra kocasının kölesi olmuştur. Ayrıca gelinler, oğulları ve onların karılarıyla aynı çatı altında oturan ve onlara ev işlerinde zorbaca çalıştıran yaşlı kadınların tümüyle baskısı altındaydılar. Bu gün bile Çin’de genç kadınların kaynanalarının zulmüne dayanamayıp intihara sürüklenmeleri bilinmeyen birşey değildir ve Çin’de rastladığımız bu durum yakın zamana kadar Asya ve Avrupa’nın tüm uygar bölümlerinde de söz konusuydu. İsa, oğlu babaya, gelini kaynanaya karşı çıkartmaya geldiğini söylediğinde, bugün halen Uzakdoğu’da süregelen aile düzenini düşünüyordu. Babanın üstün gücüyle ilk ağızda elde ettiği erk (iktidar) din tarafından da desteklenmekteydi ki, birçok biçimine rastladığımız bu duruma Tanrının Yönetenlerden yana olduğunu duyulan inanç diyebiliriz. Atalara tapınma ya da benzeri şeyler son derece yaygındı. Hıristiyanlığın dinsel görüşlerinin babalık görkemiyle mayalandığını daha önce görmüştük. Toplumun monarşik (Tek-erklik) ve aristokratik (Soylu-erklik) örgütlenmesi ve miras düzeni her yerde babalık erki temeline oturtulmuştu, tik dönemler ekonomik güdüler (Motive, Saik) bu sistemi ayakta tutuyordu. Tekvin [Tevrat’ın dünyanın oluşunu anlatan birinci kitabının baş­lığı. ] de (Genesis) erkeklerin nasıl sayısız torun istediklerini ve istedikleri gerçekleşince bunun kendileri için ne kadar yararlı olduğunu görürüz. Oğulların çoğalması hayvan sürülerinin büyümesi kadar yararlıydı. O günlerde Yehova [Yahudilerin Tanrılarına verdikleri ad. ]insana bu nedenle çoğalıp artmalarını söylemekteydi.
Uygarlığın gelişmesiyle ekonomik koşullar değişti, bir zamanlar bencilliği körükleyen dinsel kurallar sıkıcı gelmeye başladı. Roma’nın refaha erişmesinden sonra soylular (aristokracy) büyük aileyi bir yana bıraktılar. Görkemli Roma’ nın son yüzyılları boyunca, bugünkünden çok daha etkili olan ahlakçıların öğütlerine rağmen, eski soylu takımı birer birer ölerek tükenmekteydi. Eşlerin ayrılması kolay ve yaygın hale gelmiş, üst sınıftaki kadınlar, hemen hemen erkeklerle eşit bir konuma ulaşmışlardı. Ve çocuklar üzerinde sahip olduğu velayet hakkı (patria potestas) yavaş yavaş azalmaktaydı. Bu gelişme birçok yanıyla günümüzdekine benzemektedir, yalnız Roma’da üst sınıflar içinde yer alan bu gelişme ondan yararlanacak kadar varlıklı olamayanlar tarafından sarsıldı. Bizimkinin aksine Antik uygarlığın sınırları nüfusun çok küçük bir yüzdesini içine almaktaydı. Antik uygarlığı yaşadığı sürece güvenilmez yapan da işte buydu ve sonunda aşağılardan gelen büyük boş inanç dalgasına dayanamayıp yıkılmasının da nedeni bu oldu. Hıristiyanlık ve barbar istilaları Greko-Romen düşünce sistemini yok etti. Her ne kadar ataerkil sistem varlığını sürdürmüş ve hatta ilk elde soylu (Aristokratıç) Roma’dakine göre bir ölçüde güçlenmişse de kendini yeni unsura, Hıristiyanlığın cinsiyete bakışına ve Hıristiyan ruh ve güfran  [Güfran: Tanrının kullarının günahını bağışlaması ] (Salvation) öğretisinden çıkartılan bireyciliğe uydurdu. Hiçbir Hıristiyan topluluğu Antik ve Uzakdoğu uygarlıkları kadar açıktan açığa dirimsel (biological, yaşama değgin) olamamıştır. Üstüne üstlük Hıristiyan din biliminin bireyciliği Hıristiyan ülkelerinin yönetim biçimini giderek etkiledi ve bir zamanlar insanlarca, ölümsüzlüğü sağlamaya en iyi çare olarak görülen soyun devamına olan ilgi, kişisel ölümsüzlük vaadleriyle azaldı. Çağdaş toplum ataerkilliğini sürdürmekte ve aile kendini korumaktaysa da eski toplumlara oranla babalığa olan bağlılık önemini oldukça yitirmiştir. Ayrıca ailenin gücü de alışılmışın çok altına düşmüştür. İnsanların umut ve tutkuları bugün, Tekvin’deki atalarından tamamıyla farklıdır. Bugün sayılarının kalabalığıyla değil, devlet içindeki konumlarıyla üstünlüğe erişmeye çalışılıyor. Bu değişim geleneksel ahlak ve tanrıbilimin gücündeki azalmanın nedenlerinden biridir. Değişmenin kendisi gerçekte Hıristiyan tanrıbilimin bir parçasıdır. Bunun nasıl gerçekleştiğini görebilmek için, dinin, insanların evlilik ve aile hakkındaki görüşlerini nasıl değiştirdiğini incelemek gerekir.
Çilecilik: ascetizm, Riyazet, Zühdü, takva
Babalık gerçeğinin ortaya çıkmasından bu yana cinsiyet (seks) her zaman dinin büyük ölçüde ilgisini çekmiştir. Din önemli ve gizli herşeyle ilgilendiği için yadırganacak bir şey değildir bu. Tarım ve kır yaşamının sürdürüldüğü çağların başlarında ister hayvan sürüsünden olsun ister ekilen ekinden ya da kadından, ürünün her türünün büyük önemi vardı. Ürün her zaman bereketli olmuyor her cinsel beraberlik sonunda kadın gebe kalmıyordu. İstenilen amaca ulaşabilmek için din ve büyüye sığınıldı. Duygudaşlık büyüsünün [Duygudaşlık büyüsü: Tecazüp, meyli tabi, iştiraki his] (sympathetic magic) genel düşüncesine göre toprağı bereketli kılmak için insanın doğurganlığım artırmak gerekmekteydi ve birçok ilkel toplulukta arzulanan insanın doğurganlığının artırılması bir dolu dinsel ve büyüsel törenle körüklendi. Tarımın anaerkil dönemin sonlarında doğduğu kadim Mısır’da, biçimini, sihirli güçleri olduğuna inanılan ve para gibi kullanılan deniz salyangozu kabuğundan aldığı sanılıyordu. Bu evre, tüm eski uygarlıklarda olduğu gibi Mısır’da da sona ererek dindeki cinsel öge erkeklik organına tapınma biçimini aldı. Robert Brıffault’un «Sex in Civilizatıon» adlı kitabında bu konuda çarpıcı gerçeklerin son derece başarılı kısa öyküleri bulunmaktadır. [Havelock Ellis’in önsözüyle V. F. Calverton ve Schmalhausen tarafından basılmıştır.]
Tarımsal şölenler, özellikle tohumun ekilişi ve haşatın kaldırılışına ilişkin olanlar, dünyanın her köşesinde vardı ve bunlar her dönem toplu cinsel serbestliğin en çarpıcı örneklerini oluşturuyorlardı... Cezayir’in tarımla uğraşan halkı kadınlarının cinsel serbestliklerine konulan her türlü sınırlamalara kızıyor, cinsel ahlaka yönelik getirilecek her türlü baskının tarımsal faaliyetlerinin başarısına zararı dokunacağına inanıyorlardı Atina’nın thesmophoria’sında, ekim bayramında, bereket büyüsü asli yapısı biraz değiştirilerek korunmuştur. Bu bayramlarda kadınlar erkeklik organı amlemi taşırlar açık seçik şeyler söylerlerdi. Roma’nın ekim bayramlarının Saturnaha’larının sürdürüldüğü Kuzey Avrupa karnavallarında yakın zamana kadar, Sioux’larda [A.B.D.’nin kuzey dağlarında, Dakota’da yaşı- yan kızılderili kabile.] ve Dahomey’lerde [Fransız batı Afrikasında, Fransız Kolonisi ] yaygın olandan biraz daha değiştirilmiş erkeklik organı sembolleri görülmekteydi. [Briffault, loc. cit. p. 34.] Dünyanın birçok yerinde ayın (erkek olarak kabul edilmekte) çocukların gerçek babası olduğu sanılmıştır. [ Maori Devletinde «Ay, tüm kadınların değişmiyen ya da gerçek kocasıdır. Atalarımızın ve yaşlılarımızın düşüncesine göre erkeğin karısıyla evlenmesinin hiçbir hükmü yoktu: gerçek koca aydı.» Dünyanın birçok yerinde benzer görüşler varolmuştur ve bunlar babalığın bilinmediği evreden onun önemini kavrandığı evreye geçişi göstermektedir. Briffault a.g.e. p. 37.] Bu görüş elbette aya tapınmaya bağlıdır. Ay — rahip ve ay takvimiyle, güneş — rahip ve güneş takvimi arasında yer olan garip çatışmanın konumuzla doğrudan bir ilgisi yoktur. Takvimin her zaman dinde önemli bir yeri olmuştur. İngiltere’de 18. Yüzyıla kadar ve Rusya’da 1917 devrimine dek Gregorian takviminin katolikliğe ait olduğu düşünüldüğü için yanlış takvim kullanılmıştı. Aynı şekilde son derece yanlış ay takvimleri aya tapan rahipler tarafından savunulmuş, güneş takvinin üstünlüğü yavaş yavaş ve bölge bölge sağlanabilmiştir. Mısır’da bu çatışma bir keresinde iç savaşa kadar uzanmıştır. Bu savaşın, — ay — kelimesinin dilbilgisi açısından cinsiyetinin belirlenmesiyle ilgili çıkan tartışmadan doğduğa düşünülebilir ve hâlâ Almanya’da «ay» kelimesi erildir (masculine, muzekker). Güneşe ve aya tapınmanın her ikisi de Hıristiyanlıkta iz bırakmış, İsa kış gündönümünde doğmuş, dirilmesi ise Paskalya’da, dolunay’da gerçekleşmiştir. Her ne kadar ilkel uygarlıklara şu ya da bu düzeyde ussallık (Rationality, aklilik) yüklemek cüretkarlık olsa da, güneşe tapınanların her yerde elde ettikleri başarıların, güneşin ürünler üzerinde ay’dan daha etkili olduğu gerçeğine dayandığı sonucuna ulaşmak zor değildir. Buna uygun olarak Saturnalia çoğunlukla ilkbaharda gerçekleşirdi.
Putperest antik dinlerin hepsinde erkeklik organına tapınmanın önemli öğeleri bulunmaktaydı ve Rahipler bu konuda yazıya dökülmüş birçok tartışma (Polemical, Muna kaşai Kalemiye) silahıyla donatılmışlardı. Bununla birlikte onların polemiklerine rağmen erkek organına tapınmanın izleri Ortaçağ boyunca sürdü ve sonunda sadece Protestanlık, erkek organına tapınmadan geride kalanları kökünden söküp atmayı başarabildi.
«Flandre [Belçika ve Fransa’nın kuzeyinde bir bölge ] ve Fransa’da Fallus tapımına [Erkeklik organının kutsallığı inancı ] (İtyhphallic) düşkün azizlere pek seyrek rastlanmamaktaydı, Bretanya’lı St. Gıles, Anjou’lu St. Rene, Bourges’li St. Greluchon, St. Regnaud, St. Arnaud, Güney Fransa’da ünü en yaygın olanı ilk Lion Piskopos’u olduğu söylenen, St. Fautin’di Embrun’daki türbesi Hugucnot’lar (Fransız Protestanları) tarafından tahrip edildiğinde, ona inananların kısırlığa ve iktidarsızlığa karşı ilaç olarak içmek için, üzerine döktükleri şaraplardan kıpkırmızı kesilen, olağanüstü erkeklik organı hazretin türbesinin yıkıntıları arasından kurtarılmıştı.» [Briffault, a.g.e. s. 40.]
Antikçağlar’da kutsal fahişelik çok yaygın bir kurumdu. Bazı yerlerde sıradan, namuslu kadınlar tapınağa giderek ya rahiple ya da orada karşılaştıkları bir yabancıyla cinsel birleşmede bulunurlardı. Başka yerlerdeyse rahibelerin, kendileri kutsal fahişeydiler. Tüm bu töreler tanrıların lutfuyla kadınların doğurganlığını arttırmak ya da duygudaşlık büyüsüyle ürünleri verimli kılmak için kalkışılan işler olsa gerek. Buraya kadar dindeki cinsiyet (sexual) öğelerini inceledik, cinsiyete karşı öğelerde diğeriyle birlikte, yanyana, ilk günlerden beri varolmuşlar ve sonunda bu öğeler Hıristiyanlığın ve Budizmin yaygın olduğu yerlerde karşıtlarına üstün gelip zafer kazanmışlardır. Westermarch «Evlilikte, genel olarak cinsel ilişkide olduğu gibi, murdar ve günah olan bir şeylerin bulunduğuna inanan acayip düşünce» [«History of Human Marriages» s. 151.]  dediği şeye bir çok örnek vermektedir. Dünyanın çeşitli yerlerinde Hıristiyanlığın ve Budizmin etkisinde kalmadan kendilerini eldeğmemiş (bakire) kalmaya adayan rahip ve rahibeler olmuştur. Haydulerin Essenes mezhebi tüm cinsel birleşmeleri pis (murdar) kabul eder. Bu görüş, eski çağlarda Hıristiyanlığa en çok karşı olan yerlerde bile, kendine yandaş bulabilmiştir. Aslında Roma İmparatorluğunda çileciliğe (ascetizm, zühdiye) karşı genel bir eğilim vardı. Aydın Roma’lılar arasında Epikürcülük etkisini hemen hemen yitirerek yerini Stoacılığa bırakmıştı. Apokrifa ’nın [Eski Akit’e bağlı olan fakat İbranice metinleri olmadığı için herkesçe Kutsal Kitabın metnine dahil edil­meyen ve bazı kiliselerce kutsal kabul edilen birtakım kitaplar. ] bir çok bölümünde Tevrat’ın (ahidi atik) ilk kitaplarındaki güçlü erkeklikten son derece farklı olarak, kadınlara karşı münzevi bir tavır öneriliyor. Neo-Platoncular aşağı yukarı Hıristiyanlar kadar çileciydiler. İran’dan maddenin şer (kötü) olduğunu ileri süren öğreti batıya yayılmış ve beraberinde tüm cinsel birleşmelerin şer (kötü) olduğu inancını getirmiştir. Bu pek o kadar uca savrulmamışsa da, kiliseninde görüşüdür, ama bu konuyla gelecek bölüme kadar değinmeyeceğim. Kesin olan şey insanların belli koşullarda seksten kendiliğinden (spontaneöusly) dehşet duymalarıdır ki bu da seksin olağan çekiciliği gibi doğal bir tepişidir. Bu hususu dikkate almamız ve hangi tür cinsel sistemin insan doğasına huzur vereceğine ilişkin bir yargıda bulunabilmek istiyorsak, onu ruhsal (psikolojik) açıdan anlamamız gereklidir.
Öncelikle inançlara böylesi davranışların kaynağı olarak bakmanın abes olduğunu söylemeliyiz. Bu tür inançları ilk ağızdan kişinin duygu durumu  (mood) [ Sevinçli, dertli ya da coşkusal bir tepki göstermek için kişinin içsel hazırlığı ]ortaya çıkarmıştır, fakat bunlar bir kez doğdular mı duygu durumunu ya da bu duruma uygun eylemleri sürekli kılacaklardır. Ama sekse karşıt (antiseks) tavrın birincil nedeni olabilmeleri çok uzak bir olasılıktır. Bence kıskançlık ve cinsel yorgunluk böylesi tavırların iki ana nedenidir. Ufacık da olsa kıskançlığın doğmasıyla cinsel eylem biraz nefret vermekte ve bu eyleme yönelen arzuysa iğrenç görünmektedir. Eğer tümüyle içgüdüsüyle yaşıyan bir erkek, öylece bırakılırsa bütün kadınların kendisini ama sadece kendisini sevmesini ister, kadınların başka erkeklere verebilecekleri herhangi bir sevgi onda kolayca ahlaksal suçlamalara dönüşebilecek duygular yaratır. Özellikle kadının kendi karısı olması halinde durum böyledir. Örneğin Shakespeare’in erkekleri karılarının aşırı tutkulu (ateşli) olmalarını istemezler, Shakespeare’e göre kusursuz kadın, kocasının okşamalarına bir görev duygusuyla kendini bırakan ve aslında seksten haz almayıp sırf ahlak yasaları buyurduğu için ona katlanan, bu nedenle de kendine bir aşık bulmayı düşünmeyen kadındır. Karısının kendisini aldattığını öğrenen içgüdüsel koca, karışma ve onun aşığına karşı içi nefretle dolar ve seksin böylece çok kötü bir şey olduğuna karar verebilir Hele yorgunluktan ya da yaşlılıktan dolayı iktidarsızsa, bu durum daha güçlü olarak ortaya çıkar. Birçok toplumda yaşlı erkekler gençlere göre daha ağır bastıkları için seks konusundaki resmi ya da geçerli düşüncenin kaynağını delikanlıların oluşturmaması doğal karşılanmalıdır.
Cinsel yorgunluk uygarlıkla ortaya çıkan görüngüdür (phenomenon, hadise). Bu olay hayvanlar aleminde bilinmez, vahşi (uygarlık öncesi) insanlar arasındaysa cinsel yorgunluğa pek seyrek rastlanır. Tek eşli evliliklerde de pek seyrek ortaya çıkar zira birçok erkeğin bedensel olarak aşırıya gitmesini yeni heyecanlar körükler. Ayrıca kadınların cinsel birleşmeyi red etme özgürlüklerinin bulunması halinde de cinsel yorgunluk söz konusu olamaz, zira böylesi durumda tıpkı dişi hayvanlar gibi, kadınlar da cinsel birleşmeden önce kendilerine kur yapılmasını istiyecekler ve kendilerini erkeğin arzuları yeteri kadar alevlenmeden aşıklarına teslim etmiyeceklerdir. Bu tümüyle içgüdüsel olan duygu ve davranış, uygarlık tarafından zayıflatılmıştır. Bunda büyük pay ekonominindir. Evli kadınlar ve fahişeler, benzer şekilde, cinsel çekicilikleriyle yaşamlarını kazanırlar ve bu nedenle de kendilerini sadece, içgüdüleri kamçılandığı zaman veremezler. Buysa cinsel soğukluğa karşı Doğa’nın koruyucusu olan kur yapmanın oynadığı rolü son derece küçültmektedir. Sonuçta katı ahlak kurallarıyla yeteri kadar kendilerini sınırlamayan erkekler her zaman aşırı gitme eğilimini taşıyacaklar buysa doğal olarak, çileci inançlara yol açan usanç ve tiksinme duygularını yaratacaktır.
Sıkça rastlandığı gibi, kıskançlık ve cinsel yorgunluk bir leşince, sekse karşıt duygu güçlü hale gelmektedir. Bence bu, şehvet düşkünü toplumlarda çileciliğin gelişme eğilimi taşımasının temel nedenidir.
Bakirliğin (evlenmemenin) bir tarihsel görüngü (pheno menon, hadise) olarak tabiiki başka kaynaklarıda vardır. Kendilerini ilahların hizmetine adamış olan rahip ve rahibeler bu ilahlarla evli kabul edilebilirler ve böylece kendilerini, ölümlülerle her türlü cinsel birleşmeden sakınmaya zorlarlar. Doğal olarak bunlar son derece kutsal kabul edilecekler ve böylece kutsallık ve bakir kalma (evlenmeme) arasında bir ortaklık oluşacaktır. Katolik Kilisesinde bugün de rahibeler İsa’nın gelinleri olarak kabul edilmektedirler. Ve bu elbette onlarda ölümlülerle cinsel birleşmede bulunmanın günah olduğu düşüncesini yaratan nedenlerden biridir.
İlk çağın son dönemlerinde çileciliğin artmasında şimdiye kadar değindiklerimizden çok daha çapraşık nedenlerinin bulunduğu kuşkusu var bende. Yaşamın neşeli, insanların güçlü olduğu ve var olan dünyevi hazların tam bir doygunluk vermeye yeterli bulunduğu çağlar vardır, insanların yorgun olduğu, bu dünyanın ve onun hazlarının onları doyurmadığı ve yaşadıkları bu dünyanın doğal boşluğunu kapatmak için cinsel (spırıtual, ruhani) teselliler aradıkları ya da bir öte dünya yarattıkları çağlar da olmuştur. Süleyman’ın «Türkülerin Türküsü» (Neşideler Neşidesi) ile
Süleyman’ın Mesellerini  (Ecclesiastes) [Eski ahit’in (Tevrat) daha çok tarih, efsane, şiir, atasözü gibi metinlerden oluşan üçüncü bölümü Ketubım'de Hz. Süleyman’ın yazdığı kabul edilen 18 türkü otuzbir bölüm­lük Meseller. ] karşılaştırdığımızda görürüz ki birincisi ilk çağın en dinç ve güzel dönemini, İkincisiyse çürüme dönemini sergilemektedir. Bu farklılığın nedenini bilebilecek durumda değilim. Belki de açık havadaki hareketli yaşamın yerini yerleşik kent yaşamının alması, Stoacıların ağır kanlı oluşları ya da Meselleri (Ecclesiastes) yazan kişinin yeteri kadar beden eğitimi yapmadığı için herşeyin beyhude olduğunu düşünmesi gibi çok basit ve bedensel (fizyolojik) bir nedeni vardır. Ne olursa olsun böylesi bir duygu durumu (mood) hiç şüphesiz seksin kolayca mahkum edilmesine yol açacaktır. Galiba bizim öne sürdüğümüz nedenlerle diğer bir çokları antik çağın son yüzyılındaki genel usancı körüklemişler ve bu usancın bir görünümü de çilecilik olmuştur. Ne yazık ki Hıristiyan ahlak felsefesi (ethic, ilmi ahlak) bu tükenmiş ve hastalıklı dönemde kurulmuştur. Daha sonraki dönemlerin güçlü insanları, tüm yaşambilimsel (biological, ilmül hayatı) değerlerinin ve insan yaşamını sürdürmenin anlamını yitirmiş olan hasta, bıkkın ve düş kırıklığına uğramış insanlara ait hayat görüşüne ayak uydurmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Bu gelecek konunun kapsamına giriyor. Sh: 7-34

Toplulukların birçoğunda aşka karşı takınılan tavra egemen olan tuhaf bir ikilem vardır: bir yanda şiirin, romanın, oyunun ana konusu aşktır, diğer yanda en ciddi toplum bilimciler tarafından ekonomik ve politik dönüşüm (reform) planlarında aşkın varlığı göz ardı edilmektedir. Bu tutumun savunulabilir bir yanı olduğunu sanmıyorum. Ben aşkı insan yaşamındaki en önemli şey olarak görüyor ve sevginin özgürce gelişmesine gereksiz yere karışan düzenlere iyi gözle bakmıyorum.
Aşk, sözcüğüne gerçek anlamı verildiğinde, cinsiyetler arasındaki birtakım ya da tüm bağlantıları ifade etmez, o coşkun bir şekilde insanı saran bedensel olduğu Kadar ruhsal da olan duygu ve ilişkiyi dile getirir. Her düzeyde yoğunluk kazanabilir. Sayısız kadın ve erkek «Tristan und Isolde» de anlatılan böylesi duyguları kendi yaşamlarında duymaktadırlar. Aşk duygusunun sanatsal anlatım gücüne pek sık rastlanmaz fakat duygunun kendisine, en azından Avrupa’ da, sıkça rastlanır. Bazı toplumlarda, aşk, diğerlerinden çok daha yaygındır. Bence bu durum o toplumun insanlarına değil gelenek ve kurumlarından kaynaklanmaktadır. Aşka Çin’de seyrek rastlanır, tarihte aşk şeytansı cariyeler tarafından baştan çıkarılan kötü imparatorların özellikleri olarak görülmüştür. Geleneksel Çin kültürü her tür güçlü duyguyu yadsır ve her koşulda insanın kendine hakim olmasını öne sürer. Bu bakımdan on sekizinci yüzyılın başlarını andırıyor. Geçmişlerinde romantizm hareketi, Fransız Devrimi ve Büyük Savaş bulunan bizler, aklın kapladığı yerin Kraliçe Anne devrinde sanıldığı gibi, insan yaşamında pek öyle egemen olmadığının bilincindeyiz. Ve akıl psikoanaliz yöntemini bularak kendi kendine ihanet etti. Çağdaş dünyada akıldışı (extrarational) üç ana etkinlik (activity, faaliyet) din, savaş ve aşktır. Bunların üçü de akıldışıdırlar fakat aşk akla karşıt (antirational) değildir, yani aklı başında bir kişi sevginin varlığından oldukça tad alabilir. Daha önceki bölümlerde üzerinde durduğumuz nedenlerden dolayı çağdaş dünyada din ile aşk arasında belli bir uzlaşmaz çelişki vardır. Ben bu çelişkinin engellenemeyeceği kanısında değilim, bu karşıtlığın kökü, diğer dinlerden farklı olarak, Hıristiyan dininin çileciliğe dayanmasında yatmaktadır.
Çağdaş dünyada aşkın dinden çok daha şiddetli bir düşmanı vardır, bu iş ve ekonomik başarının kutsal kitabıdır. Özellikle Amerika’da, çoğunluk tarafından kişinin aşkını işine karıştırmaması gerektiğine, böyle bir şey yaparsa bunun aptallık olduğuna inanılır. Ne varki burada da tüm insansal konularda olduğu gibi bir denge gereklidir. Mesleğini tümüyle aşkı uğruna feda etmek her ne kadar bazı durumlarda trajik bir kahramanlık olsa da, aptalca bir şeydir, ama aşkı meslek uğruna kurban etmek de aynı şekilde aptallıktır, üstelik yiğitçe hiçbir yanı olmayan bir aptallık. Ne yazık ki istesek de istemesekte, tümüyle para kazanma temeline oturtulmuş bir toplumda, bu oluyor. Tipik bir iş adamını, özellikle Amerika’da, gözünüzün önüne getirin: gelişip büyüdüğü ilk günden itibaren en yetkin düşüncesinin tümünü ve tüm ise yarar gücünü parasal (finansial) başarısı için harcar, bunun dışında kalan herşey onun için önemsiz bir eğlencedir. Gençliğinde bedensel gereksinimlerini ara sıra gittiği oruspularla giderir, gecikmeden de evlenir, ne varki ilgi duyduğu şeyler karısının ilgi duyduklarından tümüyle farklıdır ve hiçbir zaman karısıyla içten bir ilişki kuramaz. İşinden eve geç ve yorgun döner, sabahları daha karısı uyanmadan erkenden kalkar. Pazarlarını golf oynayarak geçirir, zira bu idman (exercise) para kazanma uğraşında onu dinç tutması için gereklidir. Karısının meraklarıysa ona son derece kadınsı gelir, bunları onaylasa bile onları paylaşmaktan yana değildir. Evlilik içi aşka olduğu gibi evlilik dışı aşka da vakti yoktur ve böylece iş nedeniyle evden uzaklara gittiği zamanlar oruspuları ziyaret eder. Karısı ona karşı cinsel olarak çoğunlukla soğuk davranır, ama buna hiç şaşmaz zira onun da karısına kur yapacak zamanı yoktur. Bilinçaltında nedenini bir türlü bilemediği bir doyumsuzluk vardır. Bu doyumsuzluğunun büyük bir bölümünü işte bastırır, ama doyumsuzluğunun bahsi müşterekli döğüşleri izlemek ya da ilericileri kovuşturmak için sadistçe tadlar aldığı pek hoş olmayan başka biçimlerde de giderebilir. Aynı şekilde doyumsuz olan karısı da ikinci sınıf işlerle uğraşarak bir çıkış yolu bulur ve yaşamları özgür ve rahat olanların rahatlarını kaçırarak erdemli kalmaya çabalar. Böylece karı ve kocanın her ikisinde de eksik kalan cinsel doyum kamu ruhu ve yüksek ahlak prensipleri ardına gizlenerek insanlıktan nefrete dönüşür. İlişkilerin bu talihsiz durumu büyük ölçüde cinsel gereksinimlerin yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Aziz Paul evlilikte gereksinilen tek şeyin cinsel birleşme olanağı olduğunu düşünmüş ve bu görüş Hıristiyan ahlakçıların öğretilerinde bütünüyle desteklenmiştir. Onların cinselliğe karşı olan nefretleri, cinsel yaşamın tüm güzel yanlarına karşı gözlerini kör kılmıştır. Bunun sonucundaysa gençliklerinde bu eğitimle yetişenler, dünyanın tüm güzel yanlarına gözlerini kapayarak bir kör gibi dolaşmaktadırlar. Aşk cinsel birleşme isteğinden çok daha başka bir şeydir, birçok kişinin yaşamlarının büyük bir bölümüne acı veren yalnızlık tan kaçmanın temel aracıdır. İnsanların çoğunda bu katı dünyadan ve çevrenin zalimliğinden kaynaklanan bir korku yüreklerinin derinliklerine işlemiştir. Erkeklerde çokluk sertlik, kabalık ya da zorbalık gibi tavırlarla, kadınlarda dır dır ve şirretlikle gizlenmeye çalışılan, sevgiye karşı bir özlem vardır. Bu duyguya karşılıklı coşkun bir sevgi son verebilir, benliğin (ego, ene) katı duvarlarını yıkar ve ikinin tekleştiği yepyeni bir varlık çıkartır ortaya. Doğa insanoğlunu yalnız yaşayacak biçimde meydana getirmemiştir öyleki insanoğlu diğerinin yardımı olmadan onun (doğanın) amacını gerçekleştiremez ve çağdaş insan cinsel içgüdülerini aşk olmadan bütünüyle doyuramaz. İnsan bütün varlığıyla (bedensel olduğu kadar düşünsel) ilişki kurmadan içgüdü tamamıyla doyurulamaz. Mutlu bir karşılıklı sevginin verdiği o engin içtenliği ve coşkun beraberliği hiç yaşamamış olanlar yaşamın onlara verebileceği en güzel şeyi yitirmişlerdir, bilinçle değil, bilinçsizce duyarlar bunu ve sonu, onları kıskançlığa, zorbalığa ve zalimliğe iten hüsranla biter. Şu halde coşkun sevgiye hak ettiği yeri vermek, toplum bilimciyi ilgilendiren bir konudur, zira eğer kadın ve erkek bu deneyimden yoksun kalırlarsa tamlığa erişmeleri olanaksızdır ve dünyada arda kalan diğer şeylere karşı bir yakınlık duyamazlar ki bunsuz toplumsal etkinliklerinin zararlı olacağı kesindir.
Birçok kadın ya da erkek yaşamlarının bir döneminde uygun koşullar altında coşkun sevgi duyacaklardır. Deneysiz biri için coşkun sevgiyi, cinsel açlıktan ayırmak güçtür, bu durum özellikle sevmedikleri bir erkeği öpemeyecekleri öğretilen iyi aile kızları için söz konusudur. Evlendiği zaman bakire çıkmak isteyen bir genç kız çoğu zaman olduğu gibi, cinsel deneyimi olan bir kadının kolayca düşmeyeceği, geçici ve sıradan bir cinsel çekimin tuzağına düşüverir. Bu, mutsuz evliliklerin şüphesiz sıkça rastlanan bir nedenidir. Hatta karşılıklı sevginin varlığında bile biri ya da her ikisi günâh işledikleri inancıyla zehirlenebilirler. Bu düşünce bir gerçeklikten de kaynaklanabilir. Örneğin Parnell hiç şüphesiz zina işleyerek günaha bulanmıştır zira İrlanda’nın umutlarının gerçekleşmesi bu yüzden yıllarca geriye atılmıştır. Ama hiç bir gerçekliği olmasa da günah düşüncesi aşkı aynı şekilde zehirler. Eğer sevgi olabilecek bütün güzelliklerin sergilenmesiyse, özgür, verimli, sınırsız ve içten olmalıdır.
Geleneksel eğitimin sevgiye bulaştırdığı günah duygusu, evlilikte bile, ister bilinçli, düşünceleri bağımsız olsun, isterse geleneğe bağlı, kadınlarda olduğu kadar erkeklerde de bilinçaltına işler. Bu tutumun etkileri çeşitlidir, çokluk erkekleri sevişirken haşin, beceriksiz ve sevimsiz yapar, kadının duygularını deşmek için bu konuda konuşmadıkları gibi ne de birçok kadının tad almasında temel olan son harekete yavaş yavaş yaklaşmayı, gerektiği gibi değerlendirebilirler. Aslında çoğu kez bir kadının da tad alması gerektiğini atlarlar. Eğer bir kadın tad almıyorsa suçlu sevgilisidir. Geleneğe bağlı olarak eğitilen kadınlarda soğuk davranmakta çoğu zaman belli bir gurur, büyük bir bedensel kayıtsızlık ve kolay bedensel yakınlaşmaya karşın bir isteksizlik vardır. Becerikli bir sevgili bu ürkekliklerin üstesinden gelebilir, fakat erkek bunlara namuslu bir kadının göstergeleri olarak saygı ve hayranlık duyuyorsa, bu ürkekliği yenmesi mümkün değildir ve yıllar sonra bile evliliklerindeki karı koca ilişkileri az ya da çok resmi ve donuk olarak kalır. Dedelerimizin günlerinde kocalar karılarını çıplak göremezlerdi ve kanları böylesi bir istek karşısında dehşete düşerlerdi. Bu tutum bugün de sanıldığından çok daha yaygın, hatta bu sorunun üstesinden gelenler de bile hala önemli ölçüde eskiden kalan o gerginlik devam ediyor.
Çağdaş dünyada sevginin bütünüyle gelişmesine diğerlerinden daha ruhsal olan bir başka engel vardır, bu bir çok kişinin kendi eldeğmemiş bireyselliklerini koruyamayacakları korkusu duymalarıdır. Bu oldukça çağdaş ve aptalca bir korkudur. Bireysellik kendi içine kapalı bir son değildir, o dünya ile meyva verebileceği ilişkiler içine girmesi gereken, ve böylece ayrılığını yitirecek bir şeydir. Cam bir fanus içine kapatılan bireysellik solar, insan ilişkileriyle büyüyen bireysellik ise zenginleşir. Aşk, çocuk ve çalışma bireyle dışta kalan dünya arasındaki ilişkiyi güçlendiren en önemli kaynaklardır. Bunların arasındaki sevgi sıralamada birinci gelir. Ayrıca anne ve babanın her ikisinin de karakterlerini yansıtması muhtemel olduğu için, sevgi, bir anne-baba sevgisinin en iyi biçimde yaratılabilmesi için gereklidir. Eğer anne ve baba birbirlerini sevmiyorlarsa, herbiri kendi karakterini çocukta görmekten mutlu olacak, diğerinin karakterinin belirmesiyse ona acı verecektir. iş, her zaman kişiyi dış dünya ile verimli bir ilişkiye geçirme gücüne sahip değildir. Bunu başarıp başaramaması gerçekleştirilen çalışmanın özüne bağlıdır. Eğer çalışmanın itici gücü sadece para kazanmak ise bir değeri yoktur, insanlara, şeylere ya da sadece bir hayale bağlılığı somutlayan çalışma değerlidir. Ve sadece tahakküm eden sevgi de değersizdir, salt para kazanmayı amaçlayan çalışmayla aynı düzeydedir. Sevginin sözünü ettiğimiz değeri kazanabilmesi için sevilen kişinin ben’i kişinin kendi ben’i kadar önemli olmalı ve başkalarının duygu ve arzularını kişi kendi duygu ve arzuları gibi almalıdır. Bundan, sadece bilinçli değil içgüdüsel olarak da bencillik duygusunun boyutları diğer kişiyi de içine alacak kadar genişlemelidir anlamı çıkar. Tüm bunları vermek, rekabetçi, hırçın toplumumuz ve kısmen romantizm kısmen Protestanlık tarafından türetilen kişiliğe aptalca tapınma yüzünden güçleşmektedir.
Sevgi, çağımızın özgür insanları tarafından ilgimizi ciddi olarak çeken yeni bir tehlike karşısındadır. İnsanlar her fırsatta, hatta sıradan basit bir dürtüyle bile, cinsel ilişkide bulunabilmelerinin önünde hiç bir ahlaksal engelin kalmadığını hissetmeleriyle, seksi ciddi duygu ve sevgilerden ayırma alışkanlığı edindiler, hatta seksi nefret duygularıyla bir tuttular. Aldaus Huxley’in romanlarında bu konuda çok güzel örnekler vardır. Huxley’in kişileri, cinsel birleşmeye St. Paul gibi sadece bedensel bir boşalım olarak bakmaktadırlar, ona katılabilecek yüce değerler onlar tarafından bilinmemektedir. Bu tutumun bir adım sonrası çileciliğin dirilmesidir. Aşkın kendine özge düşüncesi, özünden kaynaklanan ahlaksal ölçütleri vardır. Bu ölçütler bir yandan Hıristiyan öğretisiyle, diğer yandan gençliğin önemli bir bölümü arasında yaygınlaşan, tüm cinsel ahlaka karşı karmakarışık başkaldırıyla belirsizleştirilmiş tir. Sevgiden koparılmış bir cinsel birleşme içgüdüye derinlemesine doygunluk vermeye yeterli değildir. Bunun asla gerçekleşmemesi gerektiğini söylemiyorum, bunun gerçekleşmesi için öylesine katı engeller koyarız ki sevginin gerçekleşmesi de son derece güç bir hale gelir. Söylemek istediğim, sevgiden ayrılıp kopartılmış cinsel birleşmenin pek az değeri olduğu ve buna öncelikle sevgi deneyimi gözüyle bakmak gerektiğidir.
Gördüğümüz gibi aşkın insan yaşamında iddia ettiği yer son derece büyüktür. Ne var ki aşk, serbest bırakıldığında ne yasanın ne de törenin sınırları içinde kalmayacak kadar anarşik bir güçtür de. Eğer çocuklar söz konusu olmasa pek önemli bir sorun değil. Fakat işin içine çocuklar girince aşkın özerkliğini yitirerek insan soyunun devamına hizmet ettiği farklı bir alana geçeriz. Bir çatışma çıktığında tutkun (passionate, ihtiraslı) sevginin iddialarının üstesinden gelebilecek çocuklara ilişkin toplumsal ahlakın olması gereklidir. Sağduyulu bir ahlak, sevgi sadece kendi içinde güzel olduğu için değil anne ve babanın birbirlerini sevmelerinin çocuklar için büyük değer taşımasından dolayı da çatışmayı en az düzeye indirir. Sevgiye olabildiğince az bulaşmaktan kaçınmak çocukların çıkarlarına olduğu kadar sağduyulu ahlakın da temel araçlarından biri olmalıdır. Bu konuyu aileyi ele almadan tartışamayız.
Sh:82-88
Saygıdeğer kadınların iffetinin çok önemli bir konu olarak görünmeye başlamasıyla, evlilik kurumuna, onun gerçek bir parçası olarak ele alman bir başka kurum daha eklendi —Fahişelik kurumundan söz ediyorum—. Fahişelerden, yuvamızın kutsallığının, karılarımızın, kızlarımızın saflığının koruyucusu olarak söz eden Lecky’nin söylediklerini herkes bilir. Duygu Viktorya çağma ait, ifade tarzıysa eskimiş, ama yadsınılmayacak kadar da gerçek. Lecky’in sözleriyle küplere binen ahlakçılar onu suçladılar fakat onun söylediklerinin gerçek olmadığını göstermekte niçin başarılı olamadıklarını bir türlü anlayamadılar. Ahlakçı pek haklı olarak, eğer erkekler öğretisini izlerlerse fahişeliğin ortadan kalkacağını öne sürüyordu. Fakat erkeklerin kendisini izlemeyeceklerini de oldukça iyi bilmekteydi. Böylece de onu eğer izleselerdi ne olurduyu düşünmek abes kaçmaktadır.
Fahişeliğe gereksinim, bekâr olmaları nedeniyle ya da seyahate çıkmaları sonucu karılarından uzakta bulunmalarından dolayı, kadınsız kalmaktan pek hoşnut olmayan birçok erkeğin, geleneksel namusu sürdüren bir toplumda, kendilerine uygun bir hanımefendi bulamamaları gerçeğinden doğmuştur. Böylece toplum, onaylamaktan utanç duyduğu fakat tamamıyla doyumsuz bırakmaktansa çekindiği erkeklerin gereksinimlerini karşılamaları için belli bir sınıf kadını bir yana ayırmıştır. Fahişenin sağladığı tek avantaj istendiği an emre hazır olması değildir, ayrıca mesleğinin dışında bir yaşamı olmadığı için, hiçbir güçlükle karşılaşılmadan herşey gizli kalabilmekte ve onunla beraber olan erkek karısına, ailesine ve kilisesine, onurundan hiçbir şey yitirmeden, geri dönebilmektedir. Ne var ki bu zavallı kadın, yerine getirdiği cüretli hizmete ve karıların, kızların ve kilise yöneticilerinin (mütevelli) iffetlerini gözle görülür bir şekilde korumasına rağmen, genellikle horlanır, toplum dışı görülür ve işi dışında sıradan insanlarla yakın ilişki kurmasına izin verilmez. Hıristiyanlığın kazandığı zaferle başlayan bu kahredici haksızlık o zamandan bu yana süregelmekte., Fahişenin büyük suçu, meslekten ahlakçıların sahtekarlıklarını gözler önüne sermesidir. Freud’cu sansürün baskı altında tuttuğu düşünceler gibi fahişe de bilinçdışına (unsons cious) atılmalıdır. Ne var ki fahişe atıldığı o yerden, tüm sürgünlerin yaptıkları gibi, farkında olmadan öcünü almaktadır.
«Çokluk sokaklarda duyarım, gece yarıları
Nasıl lanetler yağdırdığını genç orospunun
Yükselir yeni doğan bebeğinin hıçkırıkları
Ve kavurur belalar evliliğin ölüm arabasını.
Fahişelik her zaman hor görülüp gizli tutulmamıştır. Kökeni aslında sanılabileceğinden daha yüceydi. Başlangıçta fahişe bir tanrıya ya da tanrıçaya adanmış bir rahibeydi ve geçen yabancılara hizmet ederek bir tapınma (ibadet) eylemini yerine getirmekteydi. O günlerde onlara karşı saygılı davranılır, onlarla beraber olan erkek onları yüceltirdi. Kilise uluları bir yığın sayfayı bu isteme karşı ettikleri ağır küfürlerle doldurmuşlardır. Onlara göre bu putperest tapınmanın (ibadet) şehvet düşkünlüğünü göstermekte ve kökeninde şeytanın oyunları yatmaktadır. Tapınaklar kapatılarak fahişelik her yerde kâr getiren ticari bir iş haline getirildi, elbette fahişelerin kendilerine değil, gizli kölelik ettikleri efendilerine kâr sağlayan bir işti bu, zira oldukça yakın zamana kadar tek başına çalışan fahişeye, çok az rastlanırdı. Büyük çoğunluğu genelevlerde, hamamlarda ya da diğer kötü şöhretli yerlerde iş tutarlardı. Hindistanda dinsel fahişelikten ticari fahişeliğe dönüşüm hâlâ tümüyle tamamlanmamıştır. «Mother India» (Hindistan Ana)nın yazarı olan Kat herino Mayo dinsel fahişeliğin süregelmesini bu ülkeye karşı suçlamalarının bir tanesine kanıt olarak gösteriyor. Kuzey Amerika dışında her yerde fahişeliğin gerilediği görülüyor, hiç şüphesiz bu kadınların yapageldiklerinin dışında başka yollarla yaşamlarını kazanma olanağının daha çok ortaya çıkması ve bugün daha fazla kadının para için değil istedikleri için evlilikdışı ilişkileri yeğlemesi gerçeklerinden kaynaklanmaktadır. [Albert Londres «The Road to Buenos Ayres» 1929.] Gene de fahişeliğin tümüyle yok edilebileceğini sanmıyorum. Örneğin, uzun bir yolculuktan sonra karaya çıkan denizcileri ele alalım. Onlardan kadınlara kur yaparak sevgi uyandırıp onları etkileyecek sabrı bekleyemeyiz. Ya da evliliklerinde mutsuz olanı ve karılarından ödü patlayan oldukça geniş bir erkek kütlesini alalım ele. Böylesi erkekler karılarından uzak olduklarında rahatlık ve kolaylık arayacaklardır ve bunu ruhsal yükümlülüklerden olduğunca kurtulmuş bir biçimde isteyeceklerdir. Bunun yanında fahişeliği en alt düzeye indirme gereğinin ciddi nedenleri bulunmaktadır. Bu konuda üç yaşamsal itirazda bulunulabilir: birincisi toplumun sağlığına karşı tehlike oluşturması, İkincisi kadınların uğradığı ruhsal yıkım ve üçüncüsü erkeklere verdiği ruhsal yıkım.
Toplumun sağlığına karşı oluşturduğu tehlike üçünün içinde en önemlisidir. Zührevi hastalıklar elbetteki fahişeler, tarafından yayılmaktadır. Fahişelerin fişlenmeleriyle, devlet kontrolüyle bu sorunun üstesinden gelmeye çalışmak tıbbi bakımdan pek yeterli olmamaktadır, ayrıca bu yollar polise fahişeler, hatta fırsat buldukça bu işi yapan, meslekten fahişe olmak istemeyen fakat kendilerini yasal kayıtlara geçmiş buluveren kadınlar üzerinde, baskı yapma yetkisi verdiği için, tatsız istismarlara neden olabilmektedir. Zührevi hastalıklarla eğer ona işlenen günahın cezası olarak bakılmazsa bugün olduğundan elbette çok daha etkin savaşılabilinir. Zührevi hastalığa yakalanmayı engelleyecek birçok önlem almak mümkündür, fakat böylesi bilgilerin günahı arttıracağı düşünüldüğü için önlemlerin yaygın bir şekilde öğrenilmesi istenmemiştir. Bu tür hastalıkların herhangi birine yakalanmak çok ayıp karşılandığından, zührevi hastalık kapan kişi çokluk utandığı için tedaviyi erteler. Şüphesiz toplumun bu yönde tutumu eskiye göre çok daha olumludur ve böyle gelişirse bu tutum, zührevi hastalıklarda önemli bir azalma sonucuna ulaşılabilinir. Gene de açıktır ki fahişelik var olduğu sürece tehlikeli bir biçimde hastalık yaymayı sürdürecektir.
Günümüzde var olduğu biçimiyle fahişelik, kesinlikle istenmeyen bir yaşam biçimidir. Hastalık kapma tehlikesi fahişeliği, böylesi bir yaşamın insanda yarattığı çöküntüden ayrı olarak, tıpkı üstübeç [kuvvetli bir zehir niteliği taşıyan kullanılışı kimi koşullara bağlı olan kurşun karbonat. ] kullanmak gibi, tehlikeli bir iş haline getirmiştir. Ayyaşlığı doğuran boş bir yaşamdır. Kahredici bir sakıncası da fahişenin genel olarak horlanması hatta müşterilerinin bile ona çoğu zaman kötü gözle bakmasıdır. İçgüdüyle çatışan bir yaşamdır — tıpkı içgüdüye karşı bir yaşam süren rahibe gibi. Tüm bu nedenlerden ötürü, Hıristiyan ülkelerde var olduğu biçimiyle fahişelik, şiddetle istenmeyen bir meslektir.
Japonlarda durum göründüğü kadarıyla tam tersidir. Fahişelik itibar gören ve istenen bir meslektir, o kadar ki mesleğe ana babanın ısrarıyla girilmektedir. Çeyiz parası kazanmak için bu işi yapanlar da pek az değildir. Bir takım uzmanlara göre Japonların bir oranda frengiye karşı bağışıklıkları varmış. Bu nedenle Japonya’da fahişelik mesleğinin, ahlakın daha katı olduğu yerlerdeki sefilliği yoktur. Avrupa’da alışkın olduğumuz biçiminin yerini Japonya’da var olan biçimi almalıdır. Bir ülkede ahlak kuralları ne kadar katıysa, fahişenin yaşamı da o kadar aşağılanacaktır.
Fahişelerle ilişki kurmak bir alışkanlık halini alırsa erkek üzerinde de aynı şekilde kötü etkileri olur. Cinsel ilişkide bulunmak için karşısındakini hoş tutması gerekmediği duygusunu bir alışkanlık haline getirir. Ayrıca eğer genel ahlak kurallarını kabul ediyorsa, cinsel ilişkide bulunduğu tüm kadınları küçük görecektir. Bu yapıdaki bir kafanın evliliğe karşı tepkisi son derece olumsuz olabilir, bu tepki evliliği fahişelikle bir tutan bir biçim alabileceği gibi, bunun tam tersi bir biçime de dönüşerek evlilikle fahişeliği elinden geldiğince birbirinden ayırabilir. Bazı erkekler derin bir saygı ve sevgi duydukları kadınlara karşı cinsel birleşme arzusu duyamazlar. Bu durum Freud tarafından Oedıpus kompleksi olarak nitelendirilmiştir, bana kalırsa bu, böylesi çok sevilen kadınlarla fahişeler arasına olabildiğince geniş bir uçurum yerleştirmek arzusundan kaynaklanmaktadır. Çok uç noktalara gitmeye gerek yok, eski terbiye almış erkekler, karılarına onları ruhsal olarak eldeğmemiş kılan ve cinsel haz almaktan alıkoyan, abartılmış bir saygı gösterirler. Benzer olumsuz sonuçlar, bunun tam tersinden, erkeğin karısını fahişe gibi görmesinden de çıkmaktadır. Bu cinsel birleşmenin ancak iki tarafta onu istediği zaman gerçekleşeceğini ve her zaman bir kur yapma döneminin sonunda yakınlaşılabileceğini göz ardı etmeyi doğurur. Karısına karşı kaba ve haşindir ve karısında kolay kolay silinmeyecek bir tiksinti yaratır.
Ekonomik güdünün cinsiyete bulaşması her zaman şu ya da bu oranda yıkım olmaktadır. Cinsel ilişkilerden karşılıklı haz alınmalı, her iki eşde de kendiliğinden, içgüdülerle ortaya çıkmalıdır. Eğer bu gerçekleşmiyorsa, değerli olan ne varsa yiter. Bir başka insandan bu kadar içten bir ilişkide yararlanmak, tüm gerçek ahlakın üzerinde yeşermesi gereken insanoğluna karşı, saygısızca bir tutumdur. Bununla beraber eğer salt bedensel (fizyolojik) zorlamalarla cinsel birleşmede bulunulursa bu erkekte pişmanlık yaratabilir ve pişmanlık onun değer yargılarını altüst eder. Bu elbette fahişelik için söz konusu olduğu kadar evlilik için de söz konusudur. Evlilik kadınlar için en yaygın geçim aracıdır ve kadının istemeden, katlandığı cinsel ilişkilerin toplamı büyük bir olasılıkla evlilikte, fahişelikten daha çoktur. Boş inançlardan kurtulmuş cinsel ilişkilerde ahlak, özünde, karşındaki insana saygıyı ve istekli olup olmadığına aldırmak sızın bir başka insandan salt kişisel zevk almak için yararlanmayı yadsımayı içerir. Zührevi hastalıkların kökü kazınıp, fahişelik saygınlık kazansa da sırf bu ilkeye ters düşmesinden dolayı fahişelik istenmeyen bir iş olarak kalacaktır.
Fahişelik üzerine o çok ilgi çekici kitabında Havelock Ellis’in fahişelikten yana geliştirdiği iddiasının, geçerli olduğunu sanmıyorum. İşe uygarlığın en eski dönemlerinde var, olan ve diğer zamanlar denetim altında tutulan anarşik içte pileriıı atılmasını sağlayan orgileri  ele alarak başlıyor. Havelock Ellis’e göre fahişelik orgiden doğmuştur ve orginin [İlkellerde cinsel yasakların belli bir süre ortadan kal­dırıldığı yasaksız eğlence ]hizmet ettiği amacı bir oranda yerine getirmektedir. Birçok erkeğin, geleneksel evliliğin yasakları, namus ölçüleri ve nezaket kurallarıyla getirdiği sınırlamalar yüzünden tam anlamıyla doyuma ulaşamadığını ve böylesi erkeklerin fırsat buldukça fahişelere giderek boşalmalarının tüm diğer çözüm yollarından daha az antisosyal olduğunu söylüyor. Biçimi daha çağdaş olmasına karşın, aslında bu sav Lecky’ninkinin aynıdır. Cinsel yaşamları sağlıklı olan kadınlar da Havelock Ellis’in sözünü ettiği güdülerden erkekler kadar etkilenirler ve eğer kadının cinsel yaşamı özgür bırakılırsa erkekler beraber olmak için amaçları sadece para olan profesyonellere gerek duymadan değinilen içtepilerine doyum bulabileceklerdir. Bu, kadının cinsel özgürlüğünden beklenen en büyük yararlardan bir tanesidir. Gözleyebildiğim kadarıyla cinsiyete ilişkin duygu ve düşünceleri, eski yasakların etkisi altında kalmayan kadınlar, evliliklerinde Viktorya dönemindekinden çok daha fazla doyum alıp verebiliyorlar. Eski ahlakın dağıldığı yerde fahişelik de dağılmıştır. Bir zamanlar fırsat buldukça fahişeleri ziyaret etmek zorunda bırakılan delikanlı, şimdi kendi ayarındaki genç kızlarla ilişki kurabiliyor, bu her iki tarafında özgür olduğu, ruhsal (psikolojik) unsurlar kadar bedensel unsurların da önemli olduğu ve her ikisinin de coşkun bir sevgi duydukları bir ilişkidir. Her gerçek ahlak açışından bu, eski sisteme göre çok büyük bir gelişmedir. Ahlakçılar gizlenmesi daha güç olduğu için bundan yakınırlar, fakat bu ahlakçıların duymaması gereken ahlakın çiğnenmiş olan ilk kuralı değildir. Bence gençler arasındaki yeni serbestlik tümüyle sevinç vericidir. Bu, haşin olmayan erkeklerden ve kılıkırk yarmayan kadınlardan oluşan bir kuşak yaratmıştır. Yeni özgürlükleri yadsıyan herkes, aslında uygulanması mümkün olmayan katı hukuk sisteminin baskısına karşı sadece emniyet sübobu olarak fahişeliğin devamını istediklerini açıkça kabul etmelidirler.
Sh:98-104
Cinsiyet ve cinsel ahlakın kişinin bireysel mutluluğu ve iyiliği üzerindeki etkileri konusunda daha önceki bölümlerde gördüklerimizi tekrarlamak istiyorum. Bu konuda sadece yaşamın etkin (actif) cinsel dönemiyle ya da gerçekleşen cinsel ilişkiyle ilgilenmeyeceğiz. Cinsel ahlak, olumlu ya da olumsuz koşullara bağımlı olarak çocukluğu, yetişkinliği ve hatta yaşlılığı çeşitli biçimlerde etkiler.
Geleneksel ahlak, çocuklarda yasaklar koyarak işlemeye başlar. Çocuğa, çok küçük yaşlarda, büyüklerin önünde vücudunun belli bölümlerine dokunmaması gerektiği, çişi geldiğinde fısıltıyla söylemesi ve çişini gizlice yapması öğretilir. Vücudunun belli bölümlerinin belirli eylemlerinin, çocuğun kavrayamadığı fakat onda özel bir ilgi ve merak doğuran garip özellikleri vardır. Bebeklerin nereden geldikleri gibi bir takım zihinsel sorular sessizce düşünülmendir zira bunlara büyükler ya kaçamak ya da gerçek dışı yanıtlar vermektedir. Küçükken vücutlarının belli yerlerine dokunduklarında, kendilerine büyük bir ciddiyetle «Böyle yaptığını göreceğime ölünü göreydim» denilen bir dolu hiç de yaşlı olmayan kişi tanırım. Söylenirken üzgünüm ama yaşamın daha sonraki yılları için yaratılmaya çalışılan namus her zaman geleneksel ahlakçıların istekleri doğrultusunda gerçekleşmemiştir. Sık sık gözdağı verilir. Belki çocukları daha önceleri olduğu gibi iğdiş etmekle korkutmak pek yaygın değil ama hâlâ onları deli olmakla tehdit etmek oldukça uygun görülmekte. Aslında New York eyaletinde kendisi farkında olmadan birine kendini tehlikeye atmamasını söylemek yasaktır. Bu eğitimin sonunda birçok çocuk küçük yaşlarında cinsiyete ilişkin konularda dehşet ve suçluluk duygusu edinmektedirler. Cinsiyetle bütünleşen bu korku ve suçluluk çok derinlere bütünüyle bilinçaltına işliyor. Keşke kendini böylesi çocuk masallarından kurtardığına inanan kişiler arasında gök gürültüleri altında normal zamanlardaki gibi cinsel ilişkilerde bulunup bulunamayacaklarının belirlendiği bir anket yapılabilse, eminim ki bu kişilerin % 90’ı yüreklerinin derinlerinde, öyle davranırlarsa kendilerini yıldırım çarpacağına inanırlar.
Sadizmin ve Mazoşizmin her ikisi de hafif oldukları zaman normalselerde, cinsel suçluluk duygusu işe karıştı mı tehlikeli bir biçim alırlar. Mazoşist kendisinin seksle ilişkin suçunun kesinlikle bilincindedir. Sadistse kadını baştan çıkarıcı olarak suçlamaktadır. Yaşamın daha sonraki yıllarında ortaya çıkan bu durumlar, çocukluktaki aşırı katı ahlak öğretimi etrafından yaratılan ilk izlenimlerin ne kadar etken olduğunu göstermektedir. Bu hususta, çocukların eğitimiyle ilgili kişiler özellikle çok küçük çocuklara bakmak durumunda da olanlar giderek daha bilgili kılınıyorlar. Ama ne yazık ki bilgilenme henüz mahkemelere ulaşamadı.
Çocukluk ve gençlik, yaşamda dayağın, haylazlığın ve yasakların doğal ve kendiliğinden olduğu ve çok aşırıya gidilmedikçe kötü gözle bakılmadığı bir çağdır. Fakat cinsel yasakları çiğneme büyükler tarafından tüm diğer kurallara uymamaktan oldukça farklı biçimde ele alınmakta, çocukta kaçınılmaz olarak onun ayrı bir kategoriye ait olduğu düşüncesi doğmaktadır. Eğer çocuk dolaptan meyva çalarsa canınız sıkılabilir, çocuğa bağırıp çağırırsınız ama ahlaksal açıdan bir dehşete düşmez ve çocuğa da korkunç bir şey olduğu izlenimi vermezsiniz. Ama, bunun yerine geri kafalı biri olsanız ve onu kendi kendine doyuma (maturbating, istimna) çalışırken yakalasanız, sesinizde daha önceki ilişkilerinizde hiç rastlamadığı bir ton olacaktır. Sesinizdeki bu ton sizin suçlamanıza neden olan davranıştan kendini alamayan çocukta iğrenç bir dehşet yaratır. Çocuk sizin içtenliğinizin etkisinde kalarak kendi kendine doyumun söylediğiniz gibi aşağılık bir şey olduğuna inanabilir. Gene de onu yapmayı sürdürür. İşte burada bir yaşam boyu sürecek hastalığın temelleri atılmaktadır. Daha ilk gençlik yıllarında kendini günahkâr olarak görmeye başlar. Kısa sürede gizlice günah işlemeyi öğrenir, günahını kimsenin bilmemesi yarım yamalak bir avuntu verir ona. Son derece mutsuz olduğu için işledikleri aynı suçun kendisi gibi saklamayı başaramayanları bulup cezalandırarak dünyadan öc alır. Düzenbazlığa çocukken alışmış olduğundan, ileri yaşlarda bu deneyiminden yararlanmakta güçlük çekmez. Böylece anababasının kendilerine göre iffetli yapmak için takındıkları düşüncesizce tavırları sonucunda hastalıklı bir içedönük, ikiyüzlü ve zalim olup çıkar.
Çocukların yaşamına, suçluluk, utanç ve korku girmemelidir. Çocuk mutlu, neşeli olmalı, içinden geldiğince hareket etmelidir. Kendi içtepileri onda dehşet uyandırmamalı, doğal gerçeklikleri araştırmaktan kaçınmamalıdır. İçgüdüsel yaşamının tümünü karanlıklar içine gizlememelidir. Tüm çabalarına rağmen alt edemediği bilinçdışı tepilerini derinlere gömmemelidir. Eğer çocukların büyüdüklerinde birer kafaca namuslu, toplumsal korkulardan kurtulmuş, etkin bir eylemci ve düşüncede hoşgörülü kişiler olmalarını istiyorsak, onları eğitmeye çok erken başlamalıyız. Eğitim, çoğunlukla ayı terbiye etmekle eşanlamlı alınmaktadır. Ayının nasıl terbiye edildiğini biliriz hepimiz. Kızgın bir zemin üzerine konurlar ve ayakları zemin üstünde kaldığı sürece yandığı için oynamaya başlarlar. Bu esnada belli bir müzik çalınır. Belli bir süre sonra bu müzik onları oynamasına yol açar. Çocuğa da aynısı yapılmaktadır. Çocuk cinsel organını her farkedişinde yetişkinler onu azarlar. Sonunda böylesi fark edişler ona büyüklerden işittiği azarları düşündürmeye başlar ve onların çalgılarıyla oynamaya başlar ve böylece sağlıklı ve mutlu bir cinsel yaşamın tüm olasılığı ortadan kalkar.
İkinci evrede, yani delikanlılığında, cinsiyete geleneksel yaklaşımın yarattığı dertler çocukluktakinden çok daha berbattır. Birçok erkek çocuk kendilerine ne olduğunu doğru dürüst bilmezler ve düşlerinde ilk kez şeytan tarafından aldatıldıklarında altüst olurlar. Kendilerini son derece kötü olduğuna inandırıldıkları içtepilerle dolu buluverirler. Bu iç tepiler öylesine güçlüdür ki gece gündüz peşini bırakmazlar. Daha olumlu erkek çocuklarda aynı zamanda, cinsiyetten tamamen ayrı sandıkları güzelliğe, şiire, soyut aşka karşı yüksek düzeyde ülküsel (idealism) içtepiler vardır. Hıristiyan öğretisindeki maneşeizm (insani-mani) unsurları ergenlik çağının ülküsel ve bedensel (carnal, şehevi) içtepilerini, kendi içimizde, tamamıyla birbirinden ayrı hatta birbiriyle kavga halinde tutma eğilimindedir. Burada, aydın bir dostumun sözlerini aktaracağım: «Ben gençliğimde, bu ayrıma inanırdım ve en belirgin şekliyle sergilerdim. Günde dört saat Shelley okurdum. Şu dizeler çok duygulandırırdı beni;
‘Pervanenin özlemi yıldızlardır
Geceninse gelen gün.
Ardından birden bu yukarlarda uçmaktan kurtulur, soyunan hizmetçiyi gizlice gözlerdim. İkinci tepim beni utandırırdı, ilkinde kuşkusuz cinsiyetten korkuya ilişkin ülkücülük oldukça aptalca unsurlar bulunmaktaydı.»
Hepimizin bildiği gibi ergenlik sinirsel bunalımların sıkça yer aldığı, yaşamlarının diğer dönemlerinde dengeli olan kişilerin kolayca aksi bir insan haline geldikleri bir evredir. Miss Mead «Sisam’da Ergenleşme» adını verdiği yapıtında ergenlik bunalımlarına adada rastlanmadığım bunun nedeninin geniş boyutlu cinsel özgürlük olduğunu yazmaktadır. Bu cinsel özgürlüğün misyonerlerin faaliyetleri sonucu biraz sınırlandığı bir gerçektir. Misyoner evlerinde yaşayan kızlardan konuştuğu bir bölümü, ona, ergenliklerinde kendilerinin mastürbasyon yapıp eşcinsel ilişkilere girerken, dışarda yaşayanların karşı cinsle ilişkide bulunduklarını anlatmıştır. Bizim ünlü erkek okullarımız da bu açıdan Sisam’lı misyoner evlerinden pek farklı değildir, ama bunun davranışlar üzerindeki psikolojik etkisi Sisam’lılarda zararsızken İngiliz erkek öğrenci yüreğinde geleneksel ahlak öğretisine bir saygı duymaktadır. Sisam’lılarsa misyonere, gırgır geçilecek garip zevkleri olan beyaz adam diye bakmaktadırlar.
Birçok delikanlı, ergenlik yıllarının başında cinsiyete ilişkin oldukça gereksiz sıkıntı ve güçlüklerle karşılaşırlar. Bir delikanlının eğer eli kız eline değmezse kendi kendini tutmanın zorluğu büyük bir olasılıkla onun çekingen olmasına neden olur. Evlendiğinde bu yüzden geçmiş yılların kendi kendini tutma alışkanlığını yıkamaz, ya da birden ve zalimce atar bu kendi kendini tutmayı ama bu da karısına bir sevgili gibi davranmasını engeller. Eğer orospulara giderse, ergenlikte başlayan aşkın bedensel ve düşünsel ayrışması süreklilik kazanır ve ona göre kadınlarla olan ilişkileri ya platonik olmalıdır ya da rezilce. Bundan da öte zührevi hastalıklar tehlikesiyle karşı karşıyadır. Eğer kendi düzeyinde kızlarla ilişki kurarsa, pek o kadar büyük yıkıma uğramaz, ama bu durumda bile gizlilik tehlikelidir, ve düzenli ilişkilerin gelişmesini engeller. Bir erkeğin genç yaşlarda biraz züppelikten biraz da evlenip çocuk sahibi olmak için evlenmesi güç bir iştir. Hele boşanmanın çok zor olduğu yerlerde erken evlilikler son derece sakıncalıdır. Bir biriyle yirmi yaşında uyuşan iki kişi otuzunda pekala uyuşamayabilirler. Değişik kişilerle yaşamadıkça tek bir eşle sürekli bir ilişki içine girmek birçok kişi için zordur. Eğer cinsiyete sağlıklı bir bakış açımız olsaydı, üniversite öğrencilerinin çocuk yapmaksızın evlenmelerini kabul edebilirdik. Böylece onlar çalışmalarını önemli ölçüde engelleyen cinsiyet saplantısından kurtulurlardı. Çocuklu evliliğin ciddi eşliliği. İçin gereksinilen karşı cinse ilişkin deneyimler edinirlerdi. Ve bugün gençlik heyecanlarını boğan bahaneler uydurma, gizlenme ve hastalık kapmaktan korkmama olmadan özgürce aşkı yaşayabilirlerdi. . .
Evlenmeyen kadınların büyük çoğunluğunda geleneksel ahlak acı çektirir ve çoğu kez yıkıcı olur. Herkes gibi ben de katı geleneksel erdemini koruyan her açıdan hayranlık duyulacak kadınlar tanıdım. Ama genel kural bunun tersi. Namusunu korumanın kendisi için çok önemli olan hiç bir cinsel deneyim yaşamamış kadın, olumsuz bir tepki içine girer, endişeyle kıvranır, çoğunlukla çekingenleşir, aynı zamanda kendisinin isteyip de yapamadıklarını yapanları cezalandırma isteği duyar ve içgüdüsel olarak bilinçsizce normal insanları yadsır. Düşünsel çekingenlik uzun süren bakireliklerde en çok rastlanan şeydir. Aslında ben, kadınların bugünkü var olduğu biçimiyle, düşünsel geriliklerine cinsiyete karşı duydukları korkunun öğrenme isteklerini engellediğini iddia ediyorum. Kendilerine koca bulamayan kadınların ömür boyu bakire kalarak mutsuzluk ve yıkım içinde yaşamaları için her hangi haklı bir neden yoktur. Sık sık ortaya çıkan bu durum, evlilik kurumunun ilk devrelerinde kimsenin aklına gelmemekteydi zira o günlerde her iki cinsiyetin sayısı hemen hemen eşitti. Kuşkusuz, birçok ülkede kadın sayısının çok oluşu gelenekçi ahlak yasalarının değiştirilmesinden yana ciddi tartışmalara yol açmaktadır.
Geleneksel olarak seksten dolayı hoşgörüyle karşılanan evliliğin kendisi bile bu katı yasalar tarafından acıya boğulmaktadır. Çoğunlukta kazanılan kompleksler, erkeklerin orospularla edindikleri deneyimler ve iffetlerini koruyabilmeleri için küçük hanımlara aşılanan seksten nefret evlilikteki mutluluğa karşı tecavüzlerdir. İyi yetiştirilmiş bir kızın eğer cinsel tepileri güçlüyse, bir adama karşı duyduklarının cinsel istek mi yoksa ciddi bir hoşa gitme mi olduğunu ayırt edemeyecektir. Büyük bir olasılıkla karşısına çıkacak olan onda cinsellik uyandıran ilk erkekle evlenecek ve cinsel açlığı doyduktan sonra o adamla ortak hiç bir yanının kalmadığın çok geç fark edecektir. Cinsel konularda kadını aşırı derecede çekingen erkeği ise aşırı derecede atak kılmak için eğitimde elden gelen her şey yapılmaktadır. Her ikisi de sahip olmaları gereken cinsel konulardaki bilgilerden yoksundurlar ve çoğu zaman bu bilgisizlik doğan ilk başarısızlıklar her iki taraf için de evliliği cinsel açıdan doyumsuz hale getirir. Bundan da öte bedensel olduğu kadar düşünsel birliktelik dc güç hale gelir. Kadın cinsel konularda rahatça konuşmaya alışkın değildir. Erkek de arkadaşları ve orospular dışında bu konuda konuşmaya alışkın değil. Böylece birlikteliklerinin en canlı ve içten olması gereken anında, utanç, çekingen ve tümüyle sessiz olurlar. Muhtemelen kadın uykusu kaçmış, doyumsuz ve ne istediğinin bilincinde yatmaktadır. Belki erkeğin de aklından geçmekte, ilkin şöyle bir gelip hemen yitmekte ve ardından yavaş yavaş kafasına orospuların bile yasal karısından çok daha sıcak davrandıkları takılmaktadır. Erkek kadının soğukluğu karşısında kırılırken aynı anda karısı kendisini uyarmayı başaramadığı için acı çekmektedir. Bu faciayı hep bizim suskunluk ve nezaketimiz doğurmaktadır.
Çocukluktan ergenlik ve gençliğe oradan da evliliğe kadar uzanan bu yolda eski ahlak, aşkı bedensel içtepiye dayanan cinsellik ve duygusal içtepiye dayanan ülküsel aşk olarak ayırıp birini hayvanlaştırırken diğerini kısırlaştırarak onu sıkıntıyla, korkuyla, karşılıklı anlayışsızlıkla, pişmanlıkla ve sinir gerginliğiyle doldurmuştur. Böylesi bir hayat çekilmez. Duygusal ve hayvansal yapılar çatışmamalıdır. Bir arada bulunmalarını engelleyecek hiç bir şey yoktur ortada, ayrıca bir arada olmadan her ikisi de en güzel medyalarını veremezler. Kadın ve erkeğin aşklarının en güzeli korkusuz olanıdır. Düşünce ve beden eşit oranlarda birleşmeli bedensel yanı var diye ilişkiyi yüceltmekten çekinilmemeli, bedensel yanın duygusal yanı gölgeleyeceğinden korkulma malıdır. Aşk kökleri toprağın derinlerine, dalları göğün enginlerine uzanan bir ağaç olmalıdır. Aşk yasaklarla boş inançlar m dehşetiyle, korkunun suskunluğu ve lanetli sözcüklerle çevrilirse serpilip yeşeremez. Kadınla erkek arasındaki sevgiyle anababa arasındaki sevgi insanoğlunun duygusal yaşamındaki iki ana gerçekliktir. Ne var ki geleneksel ahlak birini yüceltirken diğerini alçaltmıştır, ama sonuçta ana ile baba arasındaki aşk aşağılanırken bundan anaba bayla çocuk arasındaki sevgi zarar görmüştür. Karşılıklı hazzın ve doygunluğun meyvası olan çocuklar çok daha sağlıklı ve sağlam çok daha doğal, yalın hayvansal ama daha az bireyci ve verimkar sevilebilirler. Ana babaların yoksul aç ve stekli evliliklerinde kendilerinden sakınılan besinin kırıntılarını bu çaresiz minikde bulan ve bunun sonucunda da minimini beyinlere gelecek kuşakların başına bela olacak düşünceleri yerleştiren ana babalar da vardır. Sevgiden korkmak yaşamaktan korkmaktır ve yaşamaktan korkanlarsa üç kez ölüdürler şimdiden.
Sh:176-183
Cinsel konulara ilgi duyan bir yazar böylesi konuların irdelenmemesi gerektiğini düşünenler tarafından suçlanıp bunlar tarafından tedirgin edilme tehlikesiyle her zaman karşılaşabilir. Konuya olan ilgisi, konunun önemiyle tümden oransız olursa aşırı tutucu ve şehvet düşkünü kişilerin sansürüne uğrama tehlikesinden kurtulabileceği düşünülür. Bu görüş gene de sadece geleneksel ethikde değişikliği savunanlarca dikkate alınmaktadır. Orospuların rahat bırakılmaması için uğraşanlar ve yasalara sahip çıkanlar görünüş de Beyaz Kadın Ticaretine karşıdırlar, fakat aslında bunlar isteyerek ve bilerek gerçekleştirilen evlilik dışı ilişkilere karşıdırlar. Kadınların kısa etek giyip, dudaklarını boyamalarına karşı çıkanların ve plajlarda açık saçık mayolar görürüm umuduyla dolananların hiçbirisi cinsel saplantıların kurbanları değillerdir. Ama bunlar daha fazla cinsel özgürlüğü savunan yazarlardan daha çok acı çekmektedirler. Katı ahlak genellikle şehvet düşkünlüğüne bir tepkidir. Ve bunları dile getiren kişiler de bu edepsiz düşüncelerle doludurlar. Bu düşünceler cinsel içerik taşıdıkları için değil, ahlakın kişileri açık ve sağlıklı biçimde bu konuda düşünmeyi olanaksızlaştırdığı için terbiye dışıdır. Ben cinsel konulara kafayı takmanın kötülüğünde kiliseyle aynı görüşteyim, ama bu kötülükle mücadelede uyguladıkları yöntemlerde kiliseyle birleşmiyorum. St. Anthony dünyaya gelmiş geçmiş en şehvet düşkünü kişiden çok daha fazla kafayı sekse takmasıyla ünlüdür. Kimseyi darıltmamak için bu günlerden örnek vermiyorum. Seks yemek, içmek gibi doğal bir gereksinimdir. Oburlarla ayyaşları suçlarız çünkü yaşamda belli yeri olan herhangi bir ilgi kişinin duygu ve düşüncelerinde çok önemli bir yeri tutar. Bunun yanında yediği mantık dahilindeki bir miktar yemekten duyulacak hazdan dolayı kimse suçlanamaz. Çilecilerin böyle davrandıkları gerçektir ve insanların yeme içmelerini ancak yaşamalarına yetebilecek düzeye indirmelerini savunmuşlardır. Bu düşünce günümüzde eskisi gibi yaygm değildir hatta unutulmuştur. Seksin hazzından kaçınmak istiyen Puritanlar sofra zevklerine kendilerinden öncekilerden daha fazla dalmışlardır. 17. yüzyılda Puritanizmi eleştirenler şöyle demektedirler:
«Keyifli geceler ve nefis yemekler mi istiyorsun?
Sofraya azizlerle otur, günahkârlarla gir yatağa.»
Puritanların insan doğasının bedensel yanını tümüyle bastırmakta başarılı olamadıklarını göstermektedir bu durum. Seksten esirgediklerini boğazlarına vermektedirler. Oburluk katolik kilisesi tarafından yedi ölümcül günahtan biri olarak kabul edilmektedir. Dante oburları cehennemin en dibine atmıştır ama bir yanıyla da muğlak bir günahtır oburluk, zira hangi noktaya kadar yemenin hak olduğunu ve suçun hangi noktadan başladığını belirlemek zordur. Besleyici olmayan bir şey yemek günah mıdır? O halde yediğimiz her tuzlu bademle boyumuzca günaha batmaktayız. Bu görüşler bugün çağdışıdır. Obur birisini görür görmez tanır, onu pek sevimli bulmayız ama günahkâr olmakla pek az suçlarız. Buna rağmen yoksulluğun acısını çekmeyenler arasında yemeğe kafasını takana çok az rastlanır. Birçok kişi iki yemek arasında başka şeyler düşünürler. Çileci felsefeye bağlananlar kendilerini yiyebilecekleri en az yemeğin dışındaki herşeyden yoksun bırakırlar, düşlerindeyse ziyafet sofraları, türlü türlü yemişler görürler. Balina yağı rejimi yapmak zorunda kalan Antartika kâşifleri Carlton’da yiyecekleri akşam yemeğinin planlarını yapmakla geçirirler günlerini.
Bu gerçekler göstermektedir ki eğer cinsiyetin bir saplantı olması istenmiyorsa ona Thebai rahiplerinin yiyeceğe baktığı gibi değil ahlakçıların yiyeceğe baktığı gibi bakmak gereklidir. Seks yemek içmek gibi doğal insan gereksinimlerinden biridir. İnsanoğlunun yemeden içmeden yaşayamıyacağı ama seks yapmadan yaşayabileceği bir gerçektir. Ama psikolojik olarak sekse duyulan istek, yemeğe içmeye olan isteğin tepkisidir. Bu istek karşılanmadığı zaman hızla büyür, karşılandığında ise bir süre yatışır. İstek dayanılmaz hale geldiğinde insanın kafasında cinsiyet dışındaki tüm dünya silinir. O anda dışta kalan tüm ilgiler yok olur ve daha sonra suçluluk duyulacak olan o andaki hareketlere delilik gözüyle bakılır. Bunun da ötesinde istek tıpkı yemek ve içmekte olduğu gibi, konulan yasaklarla daha da kabarır. Kahvaltıda önlerine konulan olgun elmaları yemeyip bahçeden ham elmaları çalan çocuklar tanırım. Amerika’da hali vakti yerinde olanlar arasındaki içki düşkünlüğünün yirmi yıl öncesinden çok daha yaygın olduğunu yadsıyacak İliç kimse yoktur. Aynı şekilde, Hıristiyan öğretisi ve Hıristiyan oteritesi cinsiyete olan ilgiyi kamçılamıştır. Geleneksel öğretinin sınırlarını aşan ilk kuşak, cinsel özgürlük sorununda görüşleri boş inançların olumlu ya da olumsuz etkisinde kalmamış kişilerden çok daha ileri giderler. Seks konusundaki saplantıları özgürlük dışında hiçbir şey engelleyemez. Özgürlükte bu etkisini cinsel sorunlara akıllıca yaklaşan bir eğitimle bütünleşip olağan bir bale gelmedikçe bunu başaramaz. Gene de gereksiz yere seksle uğraşmanın bela getireceğini bir kez daha tekrarlamak istiyorum. Ama bu bela özellikle Amerika’da karşıtları gibi gördüklerinin yanlış olduklarına inanmaya hazır katı ahlakçılar arasında bir hayli yaygınlaşmıştır. Ufuklarım kendi istekleriyle ya doygunluk ya da inzivadan yana sınırlamış oburlar, şehvet düşkünleri ve çileciler kendi içlerine kapalı kişilerdir. Aklı ve sağlığı yerinde hiç kimse ilgi alanının merkezi kendi kendini yapmaz. Fırdolayı dünyaya bakıp kendisine ilgisini çekecek nesneler bulur. İçedönüklük bazılarının sandığı gibi ahlak dışı insanların doğal yapısı değildir. Bu hemen her zaman doğal içtepilere direnmeden kaynaklanan bir hastalıktır. Tıpkı yiyecek istif eden kişinin bir zamanlar yoksulluk çekmiş ya da aç kalmış olması gibi şehvet düşkünlüğü da cinsel haz düşüncesinin başarısızlığı üzerine oturmuş bir tür yoksunluktur. Sağlıklı, dışadönük erkek ve kadınlar doğal içtepilere direnilerek sağlanamaz, aksine içtepilerin eşit ve dengeli gelişmesi mutlu yaşam için temeldir.
Cinsiyete bakışımızda, yemek yemeğe bakışımızdan daha fazla ahlaküik ve kendi kendini sınırlama olmamalıdır. Yemeğe bakışımızda üç tür sınırlayıcı vardır, bunlar, yasalar, koşullar ve sağlıktır. Yiyecek çalmayı, ortak sofrada payımıza düşenden fazlasını almayı ve bizi hasta edecek kadar çok yemeyi yanlış buluruz. Cinsiyet söz konusu olduğunda benzer sınırlandırmalar temel alınmalıdır, fakat getirilen bu kısıtlamalar çok daha karmaşık ve çok daha fazla özdenetim gerektirir. Ayrıca herhangi bir insan bir diğerinin malı olamayacağına göre, hırsızlığa koşut düşen edim zina değil zorla ırza geçmedir ki yakalarca kesinlikle yasaklanmalıdır. Sağlığa ilişkin doğan sorun fahişelerden söz ederken değindiğimiz zührevi hastalık kapmakla ilişkindir. Aslında ilacı bir yana koyarsak, bu beladan kurtulmanın en iyi yolu meslekten orospuların sayısını azaltmaktır ve böylece yarının büyükleri olacak olan gençler arasında özgürlüğün sınırlarının genişlemesinde bu azaltmanın olumlu katkısı olacaktır.
Kapsamlı bir cinsel ethik sekse sadece doğal bir açlık ve tehlike kaynağı olarak bakmaz. Bunların her ikisi de önemlidir ama cinsiyetin insan yaşamının en yüce yanlarına bağlı olduğunu unutmamak, çok daha önemlidir. Bu yüce yanlardan önde gelen üçü, duygusal aşk, evlilikte mutluluk ve sanattır. Sanatın cinsiyetten bağımsız bir şey olduğuna ilişkin savın savunucuları bugün dünkünden çok dahi azdır. Açıkça ortadadır ki her türlü estetik yaratıcılığa yönelik içtepi psikolojik olarak karşı cinse duyulan isteği belirtmeye bağlıdır. Bunun doğrudan ve apaçık olması gerekmez.
Cinsel tepinin sanatsal ifadelere yol açabilmesi için bir dolu koşul gereklidir. Bir kere sanatsal yeteneğin olması gereklidir ama sanatsal yetenek veri bir ırkta bile bazen nadir bazen yaygın olarak ortaya çıkmaktadır. Doğuştan var olan yeteneğe karşıt bir çevre, sanatsal tepinin gelişmesinde önemli rol oynar. Özgürlüğün belli türü bulunmalıdır. Bu sanatçıyı ödüllendiren değil sanatçıyı estetik anlayış ve zevkten yoksun bir kişi haline getiren alışkanlıklar kazandıran zorlama ve yönlendirmelerin bulunmadığı bir özgürlüktür. II. Julius, Michelangelo’ya baskı yaparken sözünü ettiğimiz sanatçının gereksindiği özgürlükle hiçbir şekilde çatışmıyordu. Michelangelo’yu önemli kişi olarak kabul ettiği için ona müdahale ediyor, derecesi Papalığın altında olan herhangi bir yerden ona yönelik hiçbir karşı çıkışa izin vermiyordu. Gene de sanatçı zengin patron ya da kent yöneticilerinin önünde bel kırmaya zorlanıp onların estetik ölçütlerine uygun çalışırsa, sanatçı özgürlüğü yiter. Benzer biçimde eğer sanatçı toplumsal ve ekonomik korkularla çekilmez hale gelen evliliği sürdürmeye zorlanırsa sanatçı yaratıcılığının gereksindiği güç yok olur. Geleneksel olarak iffete düşkün toplumlar gelişkin bir sanat olayı üretemezler. İnsanlar İdaho’ da olduğu gibi kısırlaştırılmış olurlar. Günümüzde Amerika sanatsal değerlerini Avrupa’dan ithal etmektedir ama bu arada Avrupa’nın Amerikalılaşması daha henüz özgürlüklerin varlığını sürdürmesinden dolayı zencilere yönelmeyi zorunlu kılmaktadır. Sanatın en son yurdu Yukarı Kongo dolaylarında bir yer, burası da olmazsa Tibet’in yukarları olacak gibi gözükmektedir. Fakat Amerika’da yabancı sanatçıların kaçınılmaz bir şekilde sanatsal yok oluşlarını hazırlayan ölçüsüz ödüllendirme de nihai tükenişi daha fazla erteleyemeyecektir. Sanatın geçmişte yaşamanın tadı olmasından kaynaklanan yaygın bir yapısı vardı. Yaşamanın tadı olması aslında cinsiyete ilişkin belli bir kendiliğindenliğe dayanmasından gelmektedir. Cinsiyetin baskı altında tutulduğu yerlerde geriye sadece çalışmak kalmaktadır ve sadece çalışmak aşkına evliya gibi çalışmak, ortaya değeri olan hiçbir iş çıkartmaz. Tabii ki birilerinin Amerika’da gerçekleşen cinsel eylemlerin günlük istatistik! sınırlamasını yapmasından söz etmiyorum, bu eylemlerin kişi başına düşen tutarı tüm diğer ülkelerden çok daha fazla olabilir. Durumun gerçekten de böyle olup olmadığım bilmiyorum ve bunu hiçbir şekilde de yadsımaktan yana değilim. Geleneksel ahlakçıların en büyük hatalarından biri de daha kolayca hırpalayabilmek için cinsiyeti, cinsel eyleme indirgemeleridir. Eğer eyleme yönelten içtepi duyulursa, kur yapma, sevme ve arkadaşlık yeşerir. Bu doygunluk olmadan her an şahlanmaya hazır bir bedensel açlık söz konusuyken, düşünsel açlığı azaltmak mümkün değildir ve derin bir doygunluk elde etmek olanaksızdır. Sanatçıların gereksindikleri cinsel özgürlük herhangi bir kadınla bedensel ihtiyaçlarını karşılama değil sevebilme özgürlüğüdür ve her şeyden önce bu özgürlük gelenekçi ahlak çılarca kabul edilebilecek bir şey değildir. Eğer dünya Amerikalılaştırıldıktan sonra sanat yeniden canlanacaksa Amerika’nın da değişmesi zorunludur. Amerikalı ahlakçılarınsa daha az ahlaksız olmaları kısaca her ikisinin de cinsiyete daha fazla değer verip, neşeli olmayı banka hesabının önüne koymaları gerekecektir. Amerika’yı dolaşan birisine neşe eksikliği kadar hiçbir şey acı veremez. Mutluluk, o anı unutturan içki alemleri ve kendi kendinden geçmedir. Balkanlar’ da ya da Polonya’da her çalgı sesiyle dansa kalkanların torunları bugün, sandalyelerine yapıştırılmış gibi oturup, büyük bir ciddiyet, önem ve duyarsızlık içinde daktilo yazıp, telefonlara cevap vermektedirler. Akşamları içkiye ve farklı bir gürültüye sığınarak mutluluğu yakaladıklarını sanmaktadırlar. Oysa sadece insanoğlunun bedenine hizmet edip ruhunu köleleştirmekte kullanılan paranın kazanıldıkça kendini yeniden doğuruşunun umutsuz aynılığında çılgınca ama kırık dökük bir kayıtsızlık bulmaktalar.
İnsan yaşamında mükemmel ne varsa tümü cinsiyete bağlıdır demek istemiyorum. Ayrıca böyle bir şeye de inanmamaktayım. Ben ne pratik ne kuramsal olarak bilimi ne de önemli toplumsal ve siyasal etkinlikleri cinsiyete bağlı olarak görmemekteyim. Yetişkinlerin yaşamındaki karmaşık isteklere yol açan içtepiler birkaç ana başlıkta toplanabilir. Kendilerini korumak için gerekli olanın dışında iktidar, cinsiyet ve anababalık insan yaşamındaki birçok derin kaynağı olarak ele alınabilir. Bu üçü içinde iktidar ilk başlayan ve en son bitendir. Küçükken iktidar gücüne çok az sahip olan çocuk daha fazlasını edinme peşinde koşar. Faaliyetlerinin büyük bir bölümü aslında bu istekten kaynaklanır. Bir diğer belirleyici istek de el üstünde tutulmaktır — övülme arzusu ve terk edilme ya da suçlanma korkusu —. Onu toplumsal kisi yapan ve ona toplum içinde yaşamak için erdemli olma gerekliliğini aşılayan bu gururdur. Her ne kadar kuramsal olarak ayrıştırılsa da gurur cinsiyetle sıkıca kaynaşmıştır. Buna rağmen iktidar tutkusunun cinsiyetle çok az bağlantısı vardır. Çocuğu derslerine çalıştırtıp, vücudunu geliştirmek için çabalamaya iten, gurur kadar iktidar tutkusudur da. Bana göre araştırma ve bilgi peşinde koşmaya iktidar tutkusunun bir parçası olarak bakılmalıdır. Buna göre biyolojinin bir kaç dalı ve psikoloji dışında bilimin cinsel duyguların etki alanı dışında olduğu kabul edilmelidir. İmparator II. Frederick artık yaşamadığına göre bu görüş ister istemez bir varsayım olarak kalacaktır. Eğer bugün hayatta olsaydı hiç kuşkusuz seçkin bir matematikçiyi ve başarılı bir besteciyi iğdiş ederek bunun onların yapıtları üzerindeki etkisini gözlemeye çalışırdı. Bence bu işlem matematikçide hiçbir iz bırakmaz ama bestecinin üzerinde ciddi etkisi olacaktır. Bilgi peşinde koşmayı insan doğasının en önemli öğelerinden biri olarak ele aldığımızda, eğer yanılmıyorsak, son derece önemli bir faaliyet alanı cinsiyetin egemenliğinin dışında demektir.
Aynı zamanda iktidar, kelimenin geniş anlamıyla, birçok siyasal faaliyetin itici gücüdür. Büyük bir devlet adamının kamunun çıkarlarına kayıtsız kalabileceğini söylemek istemi 190 yorum, tam tersine onda anababalık duygusunun son derece gelişmiş olduğu kanısındayım. Fakat aynı zamanda onda önemli ölçüde iktidar tutkusu yoksa siyasal girişimlerde başarılı olması için gerekli çalışmayı gösteremez. Devlet işleriyle uğraşan tanıdığım bir dolu üstün zekalı kişi önemli ölçüde hırslı olmadıkları sürece amaçlarını gerçekleştirmekte pek başarılı olamamışlardır. Abraham Lincoln oldukça zor koşullarda kendisine direnen iki inatçı senatöre karşı yaptığı konuşmaya «Ben ABD başkanıyım ve büyük yetkilerle donatılmışım,» diye başlayıp aynı sözlerle bitirmiştir. Bu gerçeği dile getirirken aldığı taddan kuşku duymak imkansız. İyi ya da kötü tüm siyasetlerde ekonomik güdüyle iktidar sevdası iki ana güçtür. Bence siyaseti Freud’un ilkeleriyle açıklama eğilimi yanlıştır.
Eğer söylediklerimiz gerçekse, sanatçıların dışındaki birçok büyük adam önemli faaliyetlerini cinsiyetle bağlantısı olmayan bir güdüyle gerçekleştirmişlerdir. Eğer bu faaliyetler kazandıkları saygınlık içinde süregeleceklerse cinsiyetin insanın geri kalan duygusal ve coşkulu dünyasını karartmaması gereklidir. Dünyayı kavramak ve onu dönüştürmek ilerlemenin iki büyük motorudur ve bunlar olmadan bir toplum olduğu yerde sayar ya da gerisin geriye sürüklenir. Tümüyle mükemmelleşmiş bir mutluluk da bilimsel ve dönüştürücü içtepileri zayıflatır. Birçok insan yaşadığımız dünyanın sıkıntılarından soyut işlere sıvanarak kurtulmak istemektedir. Yeterli gücü olan bir adam için acı, değerli bir uyarıcı olabilir ve bence eğer tam anlamıyla mutlu olduğumuzda, daha fazla mutlu olmak için çaba harcamayız. Bu arada birilerinin insanları verimli kılmak için onlara acı vermeyi iş edinmelerini onaylamamaktayım. Acı insanların yüzde 99’unu tümüyle ezer geçer. Yüzde birindeyse insanlığın miras aldığı doğal şoklara inanmak gerekmektedir. Ölüm var oldukça keder de var olacaktır. Ve keder var oldukça insanoğlunun işi, bunu nasıl değiştireceğini bilen pek az hevesliye rağmen kederi çoğaltmak değildir.
İncelememiz boyunca birtakım tarihi ve ethik sonuçlara vardık. Tarihsel olarak uygar toplumlarda var olduğu biçimiyle cinsel ahlakın oldukça farklı iki kaynaktan, babalığı belirleme arzusuyla dölü sürdürme dışında, seksin aşağılık olduğuna ilişkin çileci inançtan çıktığını bulduk. Hıristiyanlık öncesi ve halen günümüzde çileciliğin çıktığı ve yayıldığı İran ve Hindistan dışında kalan Uzak Doğu’da ahlak, sadece birinci kaynağı içermektedir. Elbette babalıkdan emin olma isteği üremede erkeğin rolünü bilmeyen geri toplumlar için sözkonusu değildi. Bunların arasında her ne kadar erkeğin kıskançlığı dişiye belli sınırlandırmalar getiriyorduysa da daha önceki babaerkil toplumlardan çok daha özgürdü. Geçiş evresinde belli sürtüşmelerin yer almış olması kesin. Ve hiç şüphe yok ki kendilerinden olan çocukların babası olmak isteyen erkekler kadınların özgürlüklerine kısıtlamalar getirmeyi gerekli görmekteydiler. Bu evrede cinsel ahlak sadece kadınları kapsamaktaydı. Erkek evli bir kadınla cinsel ilişkide bulunmanın dışında tümüyle özgürdü.
Hıristiyanlıkla yeni bir unsur günahı engelleme, işin içine karıştı. Ve böylece ahlak ölçüleri kuramsal olarak kadınlar kadar erkekleri de kapsamı içine aldı. Ne var ki bu kuramı erkeklere uygulamanın güçlüğü erkeklerin konulan ilkeleri çiğnemelerine kadınlardan çok daha hoşgörüyle bakılmasını getirdi. İlk cinsel ahlakın, bebeğin ilk yıllarında annebabanın bir tanesi değil her ikisi tarafından beraberce korunmasını içeren kesin bir yaşamsal amacı vardı. Bu amaç Hıristiyan kuramında yitmişse de uygulamada süregelmektedir.
Oldukça yakın dönemlerde Hıristiyan ve Hıristiyanlık öncesi cinsel ahlakı her ikisinin de değişime uğradığına ilişkin belirtiler bulunmaktadır. Hıristiyanlık dinsel tutuculuğun çözülmesi ve hâlâ inançlı olanlar arasında bile inancın etkisinin azalmış bulunması nedeniyle eski önemini sürdürmemektedir. Bu yüzyılda doğan kadın ve erkekler her ne kadar eski davranışlara yönelirlerse de büyük bir bölümü evlilik dışı cinsel ilişkinin günah olduğuna inanmamaktadırlar. Cinsel ahlaktaki Hıristiyanlık öncesi unsurlara gelince bunları daha önce bir etmen değişime uğratmıştı, şimdi bir başka etmen tarafından da değiştirilme süreci içindeler. Bu etmenlerden birincisi gebe kalmadan cinsel birleşmeye olanak tanıyan ve kadınların, eğer evli değillerse hamilelikten korunmalarını eğer evliyseler, sadece kocalarından çocuk yapmalarını sağlayarak her iki durumda da onların iffetlerinin lekelenmesini engelleyen gebeliği engelleyici nesnelerdir. Bu süreç henüz tamamlanmış değil, çünkü henüz gebelik önleyici nesneler yeterince güven verici değil, ama bence güven kazanması pek uzun süre almayacak. Bu durumda kadının evlilik dışı cinsel ilişkide bulunmasına yasak getirmeden de babalığın güven altına alınması sağlanmış olacaktır. Kadınların kocalarını aldatabilecekleri öne sürülebilir ama eskiden de kadınların kocalarını aldatabilmeleri her zaman söz konusuydu. Ayrıca aldatma etmeni, coşkuyla sevilen biriyle yatıp yatmama sorununun yanında hafif kalmaktadır. Böylece babalığa ilişkin aldatmaya, eskinin evlilik dışı ilişkiyle gerçekleştirilen aldatmasından çok daha az rastlanacağını kabul edebiliriz. Bu yeni durumda kocalar kıskançlıklarını yeni koşullara uydurmalı, ancak karıları çocuklarına bir başka erkek seçtiğinde kıskançlıkları kabar malıdır. Doğuda erkekler her zaman harem ağalarına belli özgürlükler tanımışlardır ki Avrupalı erkeklerin birçoğu buna tepki duyarlar. Doğulu erkekler harem ağalarına hoşgörülü davranırlar çünkü babalıktan yana bir kuşkuları yoktur. Aynı hoşgörü, gebelik önleyici nesnelerin kullanılmasıyla birlikte gelen özgürlüklere de kolayca uygulanabilir.
Böylece anababalı aile, geçmişte olduğu gibi kadından erkeksiz kalmasını istemeden, gelecekte de yaşayabilir. Bununla birlikte ikinci etmenin cinsel ahlakın uğradığı değişimlerde çok daha uzun erimli etkileri vardır. Bu, çocuğun bakım ve eğitiminde devletin payının artmasıdır. Bu etmen Amerika'dan çok Avrupa’da etkin olmakta ve ağırlıklı emekçi sınıflara dokunmaktadır ve devletin babanın yerini alması ne kadar endişe doğurursa doğursun eninde sonunda nüfusun tümünü kapsayacaktır. İnsan ailelerinde olduğu gibi hayvan ailelerinde de babanın rolü bakım ve korunmayı sağlamaktır. Fakat çağdaş toplumlarda koruma polis tarafından gerçekleştirilmekte, bakımsa şimdi toplumun yoksul katmanlarına yapıldığı gibi tümüyle devlet tarafından üstlenilebilir. Eğer bu gerçekleşirse babanın yerine getirebileceği herhangi bir belirgin iş kalmamaktadır. Anneye gelince iki olasılık söz konusu. Ya çalıştığı işine devam eder ve çocuğuna bir kurum bakar, ya da elverirse çocuğu küçükken ona bakması için devletten para alır. Eğer ikinci yol benimsenirse namuslu olmayan kadına yapılan ödeme kesileceği için geleneksel ahlakın desteklenmesinde bir süre için kullanılabilir. Ama ödemeden yoksun bırakılırsa çocuklarına çalışmadan bakamayacağı için onları bir kuruma bırakmak zorunda kalacaktır. Böylece anababası zengin olmayan çocukların bakımında ekonomik güçlerin işleyişi babanın elenmesini doğurabileceği gibi büyük ölçüde anneyi de dışta bırakacaktır. Bu gerçekleşirse geleneksel ahlaka ilişkin tüm geleneksel nedenler yitecek ve yeni ahlak için yeni nedenler bulunacaktır.
Eğer ailenin parçalanması gerçekleşirse kanımca bu pek sevinilecek bir şey değil. Çocuk için anne baba sevgisi önemlidir ve eğer kurumlar geniş ölçüde yaygınlık kazanırsa kuşkusuz son derece resmi ve sert olacaklardır. Farklı aile çevrelerinin farklı etkileri ortadan kalkınca son derece berbat bir yeknesaklık egemen olacaktır. Ve enternasyonal bir devlet öncelikle oluşturulmadıkça ayrı ulusların çocuklarına yurtseverliğin hastalıklı biçimi aşılanacak ve büyüdükleri zaman bunlar büyük bir olasılıkla birbirlerini yiyeceklerdir.
Ayrıca enternasyonal bir devlet' nüfus açısından da gereksinim doğmaktadır, aksi halde milliyetçiler nüfusun gerekenden fazla artmasını teşvik edecekler ve tıb ile sağlık bilgisinin gelişmesi nedeniyle nüfusun fazlasını eritecek tek yol olarak savaş kalacaktır.
Sosyolojik sorunların çoğunlukla karmaşık ve zor olmalarına karşın bence bireysel sorunlar oldukça basittir. Cinsiyete bir takım günahlar bulaştıran öğreti bireyin kişiliğine sayısız kötülüğü dokunmuştur — yaptığı bu kötülük çocukluğundan başlar tüm yaşamı boyunca sürer—. Cinsel aşkı baskı altında tutan geleneksel ahlak tüm diğer arkadaşça duygulan da hapsetmiş ve insanları daha az eli açık, daha az nazik ve daha çok kendine yontan ve gaddar yapmıştır. Sonunda benimsenecek olan hangi cinsel ahlak olursa olsun boş inançlardan kurtulmalı, açık ve kabul edilebilir temele dayanmalıdır. Bilimsel araştırma, spor, iş ya da diğer insan faaliyetleri gibi cinsiyet de ethiksiz yapamaz. Toplumda bizimkinden farklı eğitim görmemiş kişilerce konulan ilkel yasaklara dayanılması durumunda bir ethike gereksinim duyulmayabilir. Ekonomi ve siyasette olduğu gibi cinsiyette de ethikimize hâlâ çağdaş buluşların mantık dışı kıldığı korkular hakimdir ve bu buluşlardan sağlayacağımız yararın önemli bir miktarını onlara psikolojik uyumu sağlayamadığımız için yitirmekteyiz.
Bir eski sistemden yeni bir sisteme geçişte, tüm geçişlerde olduğu gibi kendine has güçlüklerin ortaya çıkacağı doğrudur. Herhangi bir ethikal yenilikten yana olanlar kaçınılmaz olarak tıpkı Sokrat gibi gençliği bozmakla suçlanmaktadırlar. Bu suçlamalar yeni ethikin telkin ettikleri bütünüyle kabul edildiğinde değiştirmek istedikleri eski ethik den çok daha iyi bir yaşama biçimine neden olsa bile her zaman tümüyle boşuna yapılmış değildir. Hz. Muhammed’in Doğu'sunu bilen herkes, günde beş kez ibadet etmenin bir yana bırakılmasını savunanların, çok daha önem verdiğimiz diğer ahlak kurallarına saygıyı da bıraktıklarını söylemektedirler. Cinsel ahlakta bir değişiklik amaçlayan kişi bu anlamda yanlış anlaşılabilmeye uygundur ve ben söylediğim şeylerin bazı okuyucular tarafından yanlış yorumlanacağını biliyorum.
Yeni ahlakın gelenekçi puritinizmin geleneksel ahlakından ayrılan genel ilkesi şudur: biz içgüdünün engellenmesi yerine eğitilmesinden yanayız. Genel olarak ifade ettiğimizde bu görüş çağdaş kadın ve erkekler arasında geniş bir kabul görmüştür. Ama bu görüşü benimsemenin genç yaşlarda tüm yanlarıyla gerçekleşip uygulanması gerekmektedir. Eğer çocuklarda içgüdü eğitilmek yerine sınırlandırılırsa bunun izleri yaşamın geri kalan bölümünde de görülmesi sonucunu yaratabilir, çünkü yaşamın ilk yıllarındaki sınırlandırmalar son derece kötü istenmeyen biçimlere dönüşmektedir. Yetişkinlere ya da delikanlılara önerdiğim ahlakta «İçtepilerinizi izleyin ve aklınıza gelen herşeyi yapın,» demiyorum. Yaşamda bir tutarlılık olmalı, sonuca yönelik, ama yaran hemen elde edilmeyen ve her evresinde çekici gelmeyebilen sürekli çabalar gerçekleştirilmelidir. Başkaları da düşünülmeli, dürüstlüğe mihenk belli ölçüler olmalıdır. Gene de öz denetimi bir amaç olarak almıyor, ayrıca kurum ve ahlaksal törelerimizin de öz denetime duyulan gereksinimi en çok yerine en aza indirmesini diliyorum. Öz denetimin uygulanması trenin fren yapmasına benzer. Kendini yanlış yöne giderken bulduğunda yararlıdır ama yönün doğruysa baştan ayağa yanlıştır. Hiç kimsenin trenin yoluna sürekli fren yaparak devam etmesini savunabileceğini sanmıyorum. Aynı şekilde zorla öz denetim alışkanlığı da yararlı faaliyetlerde kullanılabilecek gücümüz üzerinde zedeleyici etkide bulunur. Öz denetim bu güçlerin dışa yönelik faaliyetlerde kullanılması yerine içerde harcanmasına neden olur, bundan ötürü bazen gerekli olsa bile her zaman istenmeyen bir şeydir.
Yaşamda gerekli olan öz denetim derecesi içgüdünün ilk eğitimine bağlıdır. Çocukta ortaya çıkan iç güdüler, tıpkı lokomotifi yolunda tutan ya da raydan çıkaran islim gibi, yararlı ya da zararlı faaliyetlere yöneltebilir. Eğitimin işlevi içgüdüyü yararlı faaliyetlere doğru yönlendirmektir. Eğer bu görev çocukluk yıllarında yeterli biçimde yerine getirilebilirse, kadın ya da erkek birkaç bunalım dışında öz denetime gerek duymaksızın yararlı bir yaşam sürebilirler. Bunun tersi olur da ilk eğitim içgüdülerin sınırlanmasına yol açarsa, ileri yaşlardaki içgüdüsel hareketler bir yanı ile zararlı olacağından sürekli öz denetime gerek duyulacaktır.
Bu genel düşünceler özellikle cinsel içtepilerimize uygulanmaktadır. Çünkü bunlar hem çok güçlüdür hem de geleneksel ahlak bunlarla özel olarak ilgilenmektedir. Birçok geleneğe bağlı ahlakçı, cinsel içtepilerimiz sıkı denetim altında tutulmazsa bunların bayağılaşacağım, anarşik bir hal alacağını, kabalaşacağını düşünmektedirler. Bu görüşün kendilerinin çocukluklarında yaşadıkları ket vurma alışkanlıklarım ileriki yıllarda unutma eğiliminden doğduğuna inanıyorum. Ne var ki böylesi kişilerde yasaklamayı başaramadıkları ilk yasaklar hâlâ işlemektedir.
Vicdan denilen şey düşünsel yargılara karşın kişinin geleneksel yasakların yanlışlığını hissetmesine neden olan ilk gençlikte öğretilen ahlaksal ilkelerin düşünmeden az ya da çok bilinçaltı onaylamasıdır diyebiliriz. Bu kişiliğin kendine karşı ikiye bölünerek içgüdüyle aklın omuz omuza gitmemesini yaratır. Böylece içgüdü soysuzlaşırken akıl gücünü yitirir. Kişi çağdaş dünyada geleneksel öğretiye değişik derecelerde başkaldırı bulabilir. Bunların en yaygını, gençliğinde öğretilen ahlakın doğruluğuna düşünsel olarak inanıp da, yeterince öyle yaşayamadığından gerçek dışı bir üzüntüyle yakınanlardır. Böylesi kişiler için söylenecek pek bir şey yoktur. Onun için en iyisi ya yaşamım ya da inançlarını aralarında bir denge olacak biçimde değiştirmemesidir. Bunlardan sonra çocukluğunda öğretilen şeyleri usu, bilinçli olarak yadsıyan fakat bilinçaltı bütünüyle benimseyen kişiler gelir. Böylesi kişiler herhangi bir güçlü duygusal gerilim altında, özellikle korku, davranış çizgisini birden değiştiriverirler. Ciddi bir hastalık ya da bir deprem onda pişmanlık yaratarak düşünsel yargılarını atıp çocukluğundaki inançlarının kabarmasına neden olabilir. Hatta normal zamanlarda bile davranışları ölçülüdür ve kendine koyduğu bu sınırlamalar olumsuz biçimler alabilir. Bu sınırlamaları onu geleneksel ahlakça suçlanan biçimde hareket etmekten korumaz fakat bunları iç rahatlığı ile gerçekleştirmesini engeller ve hareketlerini değerli kılacak bir takım unsurların yitmesine neden olur. Eski ahlak yasasının yerine yenisinin konulması. sadece kafanızla değil tüm benliğinizle kabul edilmedikçe bütünüyle başardı olamaz. Çocukluklarında eski ahlakla büyüyen birçok kişi için bu çok güçtür. Bu nedenle yeni bir ahlakı ilk eğitimde uygulamadan bütünüyle yargılamak imkânsızdır.
Cinsel ahlak varılacak sonuçlara büyük itirazlar olsa bile geniş bir onay alacak belli yaygın ilkelerden çıkarılmalıdır. Burada üzerinde durulacak ilk şey, her iki eşin de tüm kişiliğini kucaklayan ve her ikisini de zenginleştirip yücelten o derin ve ciddi aşktan kadın ve erkekte olabildiğince çok bulunmasıdır. İkinci önemli şey çocukların ruhsal ve bedensel bakımının yeterli şekilde sağlanmasıdır. Bu ilkelerin her ikisinde de şaşkınlık yaratacak bir şey yok ayrıca bu iki ilkeden kalkılarak geleneksel yasada belli değişikliklerin yapılmasını savunuyorum. Birçok kadın ve erkek şimdiki durumda evliliğe taşıdıkları aşkta içten ve eli açık değildirler. İlk yıllarda yasaklarla daha az sınırlandırılsalardı böyle olmazdı. Ya daha önceden edindikleri eğilimler yok ya da bu deneyimleri kacak ve olumsuz yollarda ediniyorlar. Daha da öte kıskançlık ahlakçılarca cezalandırılacak bir şey olmasına karşın gene de birbirlerini karşılıklı zindanda tutuyorlar. Elbette karı ve kocanın birbirlerini aldatmayacak kadar çok sevmeleri pek güzel bir şey ama bundan daha güzel olan aldatma eğer gerçekleşirse bir felaket olarak düşünülmemesi ve diğer cinsle arkadaşlığı engelleyecek düzeye çıkarılmamasıdır. Özgürlüğe karşılıklı kısıtlamalar getirmekle, yasalarla ve korkuyla güzel bir yaşam sağlanamaz. Tüm bunlar söz konusu olmadan bir bağlılık sağlanırsa iyi, ama bunlara yüksek bir fatura ödemek yerine biraz fedakârlıkta bulunup arasıra gerçekleşecek kaçamaklara karşılıklı hoşgörü göstermek daha iyi. Hiç kuşku yok ki bedensel bağlılık olduğu durumlarda bile karşılıklı kıskançlık evlilikte mutsuzluk yaratır. Oysa derin güçlü ve sürekli bir sevgiye duyulan güven bu sonucu doğurmaz.
Kendini erdemli sayan birçok anababanın çocuklarına karşı yükümlülüklerini hafife almalarını doğru bulmuyorum. Bugünkü veri sistemde iki büyüklü (ebeveyn) ailede çocuk olur olmaz her ikisinin de görevi evliliği ellerinden geldiğince dengeli kılmak için çaba harcamaktır, bu bir öz denetim gerektirse bile. Fakat buradaki öz denetim gelenekçi ahlakçıların öne sürdüğü gibi aldatmaya yönelik tüm içtepileri dizginlemeyi içermemekte, kıskançlık, öfkelenme, buyuruculuk gibi içtepileri içermektedir. Hiç şüphesiz anababa arasındaki sık sık yapılan ciddi tartışmalar çocukta sinir bozukluklarına neden olur. Bu nedenle böylesi tartışmaları engelleyecek ne varsa o yapılmalıdır. Bunun yanında eşlerden biri ya da her ikisi öz denetimi başaramayıp anlaşmazlıkları çocuklardan gizlemiyorlarsa evliliğin sona ermesi çok daha iyidir. Evliliğin bozulması her zaman çocuk için karşılaşabileceği en kötü şey değildir, aslında huzursuz evlerde çocuğun karşılaştığı, bağırıp çağırmalardan, kötü suçlamalardan hatta kaba kuvvet kullanma gibi şeylerden çok daha iyidir.
Daha fazla özgürlüğün aklıselim sahibi savunucusu dileklerinin, yetişkinleri hatta delikanlıları tüm ahlakçıların onlara verdiği eski kısıtlayıcı ilkelerden arındırıp içtepilerini başıboş bırakarak bir anda başarıya ulaşamayacağını bilir. Bu gerekli bir evredir, aksi halde bunlar aynı berbatlıkta onların çocuklarına da geçecektir, ama yalnızca bir evredir. Aklı başında bir özgürlük ilk yıllarda öğrenilebilir aksi halde bütün kişiliği saran değil yüzeysel, ayağı yerden kesik bir özgürlük sağlanabilir. Saçma sapan içtepiler bedensel aşırılıklara neden olurken ruh prangaya vurulmuş olarak kalıyor.
En baştan adam gibi eğitilmiş içgüdü, Kalvinistik ilk günah eğitiminden çok daha iyi sonuç verir, fakat bu eğitimin kötü etkilerine bir kez izin verildi mi sonraki yıllarda bu eğilimi silmek oldukça güç olacaktır. Psikoanalizin dünyamıza sağladığı yaraların en önemlisi ilk çocuklukta konulan yasakların kötü etkilerini sergilemesidir ve kötü etkileri silmek uzun bir psikoanalitik tedavi gerektirir. Bu sadece herkesin görebildiği sinir hastalan için söz konusu değildir. Aynı zamanda son derece normal görünen kişiler için de geçerlidir. Yaşamlarının ilk yıllarında gelenekçi eğitim gören her on kişiden dokuzu bence evliliğe ve cinsiyete karşı genel olarak aklı başında bir tutum takınmayacak hale getirilmektedir. Benim en iyi dediğim tutum ve davranışlar bu kişilerce imkânsız diye geri çevrilmiştir. Yapılabilecek en doğru şey onlara uğradıkları yıkımları anlatmak ve çocuklarının aynı zarara uğramamaları doğrultusunda onları ikaz etmektir.
Her şeye izin veren bir öğreti öne sürmek istemiyorum, benim öğretim de tamı tamına geleneksel öğretinin gereksindiği kadar öz denetim istemektedir. Fakat buradaki öz denetim kişinin kendi özgürlüğüne sınır koyması değil, başkalarının özgürlüklerine karışmaktan kendini sınırlamasıdır.
Bence bu amaca yönelik doğru bir eğitimle işe başlanırsa başkalarının kişiliğine ve özgürlüğüne saygı kolayca sağlanabilir. Fakat birçoğumuz gibi erdem adına başkalarının hareketlerine karşı çıkma hakkına sahip olduğumuz inancıyla yetişen kişilerin kuşkusuz zulmün bu sevimli biçiminden kurtulmaları oldukça zor, hatta imkânsız. Buradan küçüklüklerinde daha az baskıcı ahlakla yetişenler için de olanaksız olacağı sonucu çıkartılmamalıdır. İyi evliliğin özünde eşlerin birbirlerine saygı göstermekle, bedensel, düşünsel ve ruhsal derin içtenlik vardır ki bu kadın ve erkek arasında tüm insan edimlerinin en verimlisi olan aşkı yaratır. Böylesi aşk tüm büyük ve değerli şeyler gibi kendi özel ahlakını gereksinir ve çoğunlukla bazen az, bazen çok bir özveri ister. Ne var ki gerçekleştirilen bu fedakârlık yürekten yapılmazsa aşkın temellerini çökertir.
Sh:184-200

Kaynak: EVLİLİK ve AHLAK Bertrand Russell , [1929. Marriage and Morals. London: George Allen & Unwin.] Türkçesi : Vasıf Eranus , Birinci Baskı Ocak 1983, İstanbul


 
NEDEN HIRİSTİYAN DEĞİLİM
(Why I am Not a Christian an Examination of the God‐Idea and Christianity)
BERTRAND RUSSELL
Çeviren: ENDER GÜROL

Bu yazı, ilkin 6 Mart 1927 de Londra’daki bir toplanTIda okunmuştur.]
Bugün ele alacağım konu, “Neden Hristiyan deği­lim?” adını taşıyor, ilkin “Hristiyan” sözünden ne an­laşıldığını belirtmek iyi olur sanırım. Bugün bu kelime çoğu kimse tarafından gelişigüzel kullanılmaktadır. Ba­zıları, iyi bir hayat sürmeğe çalışan kimse olarak görü­yor sadece. Bu anlamda, sanırım bütün dinlerde ve mez­heplerde Hristiyan denecek kimselerin olması gereke­cek; ama bunun, kelimenin esas anlamı olduğu kanısın­da değilim, çünkü Budistler, Konfüçyüsçüler, Müslümanlar gibi Hristiyan olmayan birçok insanlar da iyi bir hayat yaşamağa çalışmaktadır. Hristiyan’dan anladığım, kendi içine doğan ışıkların kılavuzluğu altında yaşamağa çalışan kimse değildir. Kendinize Hristiyan diyebilme­niz için önce belli bir ölçüde kesin inancınızın olması ge­rektiğini sanıyorum. Bu kelime St. Augustine veya St. Thomas’ın zamanındaki anlamı taşımamaktadır bugün. O günlerde, biri Hristiyan’ım dediği zaman, ne demek istediği açıkça anlaşılırdı. Büyük bir kesinlikle açıklan­mış bir inançlar topluluğunu kabul ediyordunuz demek­ti, bu inançların her bir noktasına bütün gönlünüzle ina­nıyorsunuz demekti.
Bugünkü anlamı biraz değişti. Hıristiyanlıktan an­ladığımız bugünkü anlam daha bir belirsiz. Bununla bir­likte, kendine Hristiyan diyen kimsenin iki ayrı özelli­ğe sahip olması gerekmektedir. Bunlardan biri, dogma­tik niteliktedir Tanrıya ve ruhun ölümden sonra yaşadığına inanmanız gerektir. Bu iki şeye inanmıyorsanız, Hristiyan’ım diyemezsiniz. Sonra, İsâ konusunda da bazı şeylere inanmanız gerektir. Örneğin, Müslümanlar da Tanrıya ve ruhun öldükten sonra yaşadığına inanırlar, ama kendilerine Hristiyan demiyorlar. Hiç olmazsa, İsâ’nın, Tanrı değilse bile, insanların en iyisi ve en bil­gesi olduğuna inanmanız gerekir. Buna da inanmazsa­nız kendinize Hristiyan demenize hakkınız yoktur. Al­manaklarda veya coğrafya kitaplarında bu-kelimenin ay­rı bir anlamı yok değildir, dünyanın nüfusunu, Hristiyan, Müslüman, Budist veya fetişistler v.s. diye ayır­maktadırlar; bu anlamda Tabii hepimiz Hristiyan oluyo­ruz. Coğrafya kitapları hepimizi içine alıyor, ama bu  sadece coğrafya ile ilgili bir konu olduğu için gözönüne getirmeyebiliriz. Bu yüzden, sizlere, Hristiyan değilim derken, iki noktayı gözönünde tutmamız gerekiyor; bi­rincisi Tanrıya ve ruhun ölümden sonra yaşadığına ni­çin inanmadığımdır; İkincisiyse, her ne kadar İsâ’yı bü­yük bir ahlâkçı olarak kabul ediyorsam da, insanların niçin en iyisi ve bilgesi olmadığıdır.
Geçmişte, Tanrıya inanmayanların başarılı birtakım çabaları olmasaydı, Hıristiyanlığın bu denli esnek bir tanımını yapamazdım. Demin de dediğim gibi, bu keli­me eskiden daha çok şey ifade ediyordu, örneğin, cehen­neme inancı kapsıyordu. Yakın zamanlara kadar son­suz cehenneme inanç, Hıristiyanlığın temel bir konusuy­du. İngiltere’de bildiğiniz gibi, Meşveret Meclisinin bir kararıyla temel niteliğinden çıkmıştır, Canterbury Baş­piskoposuyla York Başpiskoposu bu kararı kabul etme­mişlerdir; ama bizim ülkemizde dinimiz Parlâmentodan çıkan bir Kanun’la düzenlenmektedir, bu bakımdan Meş­veret Meclisi piskopos hazretlerine kulak asmadan, ce­hennem kavramını Hristiyan için gerekli kılmamıştır. Böylece Hristiyan’ın cehenneme inanması gerektiği üs­tünde durmayacağım.
Tanrının varlığı konusu büyük ve ciddİ bir sorundur, doğru dürüst ele alabilmem için, İsâ yeniden gelinceye kadar sizleri burada tutmam gerekir, bu bakımdan, ol­dukça kısa bir özetini yaparsam, beni bağışlayacağınızı umarım. Katolik Kilisesinin, Tanrının varlığının, sade­ce akılla doğrulanabileceği dogmasını koymuş olduğunu bilirsiniz Tabii. Bu oldukça acayip bir dogmadır, ama onların dogmalarından biridir. Bunu koymalarına sebep, bir zamanlar, özgür düşünürler’in, Tanrının varlığına karşı aklın ileri sürebileceği filân falan kanıtlar oldu­ğunu, ama Tanrının varlığını inançlarıyla kavradıkla­rını söylemeyi âdet edinmiş olmalarıydı. Kanıtlar ve se­bepler, uzun uzun ortaya konmuş, Katolik Kilise ise bun­lara bir son verilmesi zorunluluğunu duymuştu. Bu yüz­den Tanrının varlığının akılla tek başına doğrulanabilir olduğunu söylemişler ve bunu doğrulamak için kanıt di­ye düşündükleri bazı şeyler ileri sürmüşlerdir. Tabii bu kanıtlar çoktur, biz sadece birkaçını ele alacağız.
Anlaşılması en kolay ve basit olan ilk Neden’dir her­halde. (Buna göre, bu dünyadaki herşeyin bir nedeni var­dır, ama bu nedenler zincirinde gittikçe geriye gidecek olursanız ilk Neden’e varırsınız, bu İlk Neden’e de Tan­rı denmektedir.) Bu muhakeme, günümüzde büyük önem taşımamaktadır, çünkü bir kere, neden dediğimiz şey, eskiden nedenden anlaşılan şey değildir artık. Filozoflar ve bilim adamları nedensellik üstünde çalışmışlardır, ama bugün eskisi gibi önem taşımamaktadır; ayrıca bir İlk Neden muhakemesinin geçerli olmadığını da görebilirsi­niz. Gençken ve bu sorunlar üstünde ciddİ olarak kafa­mı yorarken uzun bir süre ilk Neden muhakemesini be­nimsemiştim, sonunda, bir gün 18 yaşında John Stuart Mill’in kendi hayat hikâyesini okudum; orada şu cüm­leyle karşılaştım: “Babam bana “Beni kim yarattı?” sorusunun cevaplandırılamayacağını öğretti, çünkü bu so­ru başka bir soruya yol açıyordu hemen, “Tanrıyı kim yarattı?” sorusuna.” Bu basit cümle, ilk Neden muha­kemesinin yanlışlığını öğretti, hâlâ da böyle düşünmek­teyim. Her şeyin bir nedeni olması gerekiyorsa, Tanrı­nın da bir nedeni olması gerektir. Nedensiz herhangi bir şey olabilirse, dünya Tanrının kendi de olabilir, böylece bu muhakemenin geçerli yanı kalmaz. Bu, Hindu’la­rın görüşüne benzer, onlara göre dünya, bir fil üstünde durmaktadır, filse bir kaplumbağanın. “Peki, ya kaplumbağa?” diye sorulunca, Hintli, “Konuyu değiştirsek na­sıl olur?” diye cevap vermiştir. Bu muhakeme de hemen hemen berikiyle aynı. Dünyanın nedensiz o1arak meyda­na gelmemesi için bir sebep yok; aynı şekilde ezeldenberi var olmuş da olabilir. Dünyanın bir başlangıcı olması için sebep yok. Nesnelerin bir başlangıcı olması fik­ri, hayal gücümüzün yoksulluğundan olsa gerek. Bu yüz­den, ilk Neden muhakemesi konusunda fazla durmayabilirim.
Tabiat kanunundan da sık sık görülen bir muhake­me çıkmaktadır. Bu muhakeme, bütün onsekizinci yüzyıl süresince, özellikle de Sir Isaac Newton’un etkisi altın­da, gözde bir düşünüş yoluydu, insanlar, gezegenlerin güneşin çevresinde çekim kanununa göre döndüğünü göz­lemişlerdi, Tanrı bu şekilde dönmelerini buyurduğundan, bu gezegenler böyle dönmek zorundaydılar. Bu, Tabii, onları, çekim kanunun açıklamasından kurtaracak olan uygun ve basit bir açıklamaydı. Günümüzde, çekim ka­nununu, Einstein’ın getirmiş olduğu, oldukça karmaşık bir şekilde açıklıyoruz. Sizlere, Einstein’ın çekim kanunu üstünde ders verecek değilim, çünkü o da epey uzun za­man alır. Bilinmesi gereken şu var ki, günümüzde artık Newton’un sistemindeki tabiat kanunu geçerli değil, Newton’un sisteminde, kimsenin anlayamayacağı bir sebepten dolayı, tabiatın bir örnek bir hareketi vardı. Tabiat ka­nunları sandığımız birçok şeyin, bugün, aslında insanın alışkanlıkları olduğunu görüyoruz. Yıldızlar uzayının en uzak derinliklerinde bile ölçülerin aynı olduğunu biliyor­sunuz. Bu elbette ki ilginç bir olgu, ama tabiat kanunu diyemezsiniz buna. Tabiat kanunları diye bakılan birçok şey de bu cinsten, öte yandan, atomların nasıl hareket ettiğini görecek olursanız, insanların sandığından ayrı olarak bu atomların tabiat kanununa boyun eğmediğinin farkına varırsınız, vardığımız kanunlar istatistik birta­kım ortalamalardır ki, tesadüfi olabilirler. Hepimiz bili­riz, zar attığınızda düşeş gelmesi için otuzaltı atışta bir ihtimal vardır, buna, zarın herhangi bir niyetle ayarlan­masının kanıtı olarak bakmıyoruz; tersine, her atışımız­da düşeş gelecek olsaydı, o zaman bunun ardında bir ni­yet olduğuna inanırdık. Tabiat kanunlarının çoğu bu durumdadır. Tesadüf kanunlarından çıkan istatistik ortala­malardır; bu da tabiat kanunu konusunu eskisinden çok daha anlamsız yapmaktadır. Yarın değişebilecek olan bi­limin geçici durumu bir yana, tabiat kanunlarının, bir kanun koyucusunu gerektirdiği fikri, tabiat ve insan kanunları arasındaki bir karışıklıktan doğmuştur. İnsan kanunları, size belli bir şekilde davranmanızı söyleyen, belli bir şekilde davranabileceğiniz veya davranmayacağınız, emirlerdir, ama tabiat kanunları nesnelerin aslında nasıl hareket ettiklerini anlatır, aslında ne yaptıklarının sırf bir gözlemi olduğu için de, onlara bu şekilde dav­ranmasını söyleyen bir kimse olması gerektiğini, ileri sü­remezsiniz, çünkü böyle bile olsa o zaman şu soru çıkar karşınıza; “Tanrı niçin filân kanunu çıkardı da falan ka­nunu çıkarmadı?” Tanrının bunu sırf kendi canı öyle istediğinden yapmış olduğunu, herhangi bir nedene da­yanmadığını söyleyecek olursanız, o zaman kanuna tâbi olmayan bir şeyin var olduğunu düşüneceksiniz, böylece tabiat kanunu silsileniz bozulmuş olacaktır. Koyu din­darların dediği gibi, Tanrının filân kanunu koyup, falan kanunu koymamasında bir hikmet vardır derseniz se­bebin Tabii, en iyi evreni yaratmak olduğunu düşünürse­niz Tanrının koyduğu kanunlarda bir sebep olsaydı, o zaman Tanrının kendi de kanuna tâbi olması gerekirdi, denebilir. Bu bakımdan, Tanrıyı araya sokarak herhan­gi bir fayda elde etmiş olmuyorsunuz. Tanrısal buyruk­ların dışında ve ondan önce bir yasa vardır gerçekte, Tan­rı sizin amacınıza hizmet etmemektedir, çünkü kendi, En Son-Kanun Koyucu değildir. Kısacası, bu tabiat ka­nunu muhakemesinin eski gücü kalmamıştır. Muhakeme­leri gözden geçirirken, zaman içinde yolculuğuma devam etmekteyim. Tanrının varlığını doğrulamak için ileri sürülen kanıtlar zaman geçtikçe niteliklerini değiştirmek­tedirler. İlkin kesin birtakım yanlışlar taşıyan, sert bir­takım zihin muhakeme yolları vardı. Modern çağlara ge­lince, bunlar aydınlarca saygı görmemeğe başladı, ve ahlâkçılık belirsizliğine büründü.
Bu süreçte atacağımız bundan sonraki adım, bizi niyet’e getiriyor. Hepiniz bilirsiniz niyetten çıkarılan mu­hakemeyi: dünyadaki her şey bizim yaşayabilmemiz için yapılmıştır, dünyada kıl kadar bir değişiklik olsa, üze­rinde yaşayamayız. Niyetten çıkarılan muhakemedir bu.. Bu, bazen acayip bir şekle de bürünür: örneğin tavşan­ların beyaz kuyruğu olması, daha iyi vurulabilsinler diyedir. Tavşanların bu konuda neler düşüneceğini kesti­remiyorum. Kolaylıkla a’aya alınabilecek bir muhakeme­dir bu. Voltaire’in sözünü bilirsiniz hepiniz, burnun göz­lük takılabilmesi için yaratılmış olduğunu söylemişti. Bu çeşit alay, onsekizinci yüzyıldaki kadar gülünç değil, çünkü Darwin’den beri, canlı yaratıkların ortamlarına ni­çin uyduğunu daha iyi anlamış bulunuyoruz. Ortamları onlara değil, kendileri ortama uyabilecek şekilde meyda­na gelmişlerdir, ortama uymanın temeli de budur. Bun­da herhangi bir niyetin olduğunu gösterecek bir taraf yoktur.
Niyet muhakemesine yakından bakacak olursanız, milyonlarca yıldır bu dünyanın, Hâkimi Mutlak, Kâdiri Mutlak tarafından, içindeki bütün şeylerle birlikte, bü­tün kusurlarıyla en iyi şekilde yaratıldığına inanıldığını görmek, insanı hayretler içinde bırakıyor. Ben kendim bir türlü inanamıyorum buna. Sizlere dünyayı mükem­melleştirmek için Hâkimi Mutlak ve Kâdiri Mutlak nite­likleri verilseydi, milyonlarca yıldır, Ku-Klux-Klan veya Faşistlerden daha iyi şey yaratamayacağınızı sanır mısı­nız? Üstelik, bilimin normal kanunlarını kabul edecek olursanız, gezegenimiz üstündeki hayatın ve insan haya­tının ergeç sönüp gideceğini düşünmeniz gerek; çökme­nin belli bir safhasında protoplâzmaya uygun bir ısı derecesi ve başka şartlar oluyor, bütün güneş sistemi­nin hayatında kısa bir ömür çıkıyor ortaya. Yeryüzünün gidişini ayda görmek mümkün; ölü, soğuk ve cansız...
Bu görüşün insanın içini öldürdüğü söyleniyor, ba­zıları size, insanın yaşayacağına olan inancının kaybol­ması halinde, artık yaşayamayacağını söylerler. İnanma­yın; söyledikleri hep saçmadır. Kimse, bundan milyon yıl sonra neler olacağını umursamaz. Düşünseler bile, boşuna kafa yormuş olurlar, sadece kendilerini aldatırlar, o kadar. Onlar daha çok bu dünya ile ilgili sebepler yü­zünden ya da sindirim bozukluğundan kaygılanmak­tadırlar: ama bu dünyanın başına bundan milyonlarca yıl sonra gelebilecek bir şey için kimsenin ciddİ bir şekilde aldırdığı yoktur. Bu yüzden, her ne kadar hayatın kaybolup gideceği görüşü karanlık bir düşünceyse de her ne kadar insanların kendi hayatlarını kullanış şekil­lerini gördükçe bir avuntu duyuyor gibiysem de, hiç de­ğilse, bunun böyle olacağını tahmin edebiliriz hayatı yaşanmaz hale getirecek bir şey değildir. Sadece dikkati­nizi başka şeylere yöneltecektir.
Şimdi başka bir safhaya geçiyoruz. Bu safhayı, Teistlerin (Tanrıya inananların) tartışmalarında zihin se­viyesi bakımından bir düşüş gibi görüyorum; burada, Tanrının varlığını doğrulamak için ahlâkî kanıtlar de­nen şeye gelmiş oluyoruz. Tabii hepiniz bilirsiniz, eski­den Tanrının varlığını doğrulamak için üç zihin muha­kemesi vardı, bunların hepsi de Saf Aklın Tenkidi adlı eserinde Kant tarafından ortadan kaldırılmıştır; ama bu kanıtları ortadan kaldırır kaldırmaz, kendisi, yeni bir kanıt ortaya çıkarmıştır, bu; ahlâkî muhakemedir, ken­disi de tamamıyla inanmıştır buna. O da herkes gibiydi; zihin meselelerinde şüpheciydi, ama ahlâkî konular­da annesinin dizi dibinde almış olduğu ilkelere kayıtsız şartsız inanıyordu. Bu, psikanalistlerin ısrarla üstünde durdukları şeyi gösteriyor: ilk çağrışımlarımızın sonra­kilerden alabildiğine daha güçlü olarak karşımıza çıktı­ğını.
Kant, dediğim gibi, Tanrının varlığını doğrulamak için yeni bir ahlâkî muhakeme uydurmuştur, bu da türlü biçimlerde, ondokuzuncu yüzyıl boyunca pek gözde bir muhakeme olmuştur. Türlü biçimlere girmiştir. Bi­ri, Tanrı var olmadıkça doğru veya yanlış hareket diye bir şey olamayacağıydı. Şu anda iyilikle kötülük arasın­da bir ayrılık olup olmadığı konusunu tartışmıyorum, ay­rı bir sorundur bu. Burada beni ilgilendiren şey; iyilik­le kötülük arasında bir ayrılık olduğundan eminseniz, durumunuzun nasıl olacağı, bu ayrılık, Tanrının buyru­ğundan mı ileri gerektedir, yoksa değil mi?
Eğer Tan­rının buyruğu yüzündense, o halde Tanrının kendi için iyilikle kötülük arasında bir ayrılık yoktur, bu bakım­dan, Tanrı iyidir demenin bir anlamı kalmamaktadır. İlâ­hiyatçıların dediği gibi, Tanrı iyidir derseniz, o zaman iyilikle kötülüğün Tanrının buyruğuna bağlı olmayan bir anlamı olması gerekir, çünkü Tanrının buyrukları, Onun yapmış olmasına bağlı olmaksızın kötü değil, iyidir. Böy­le söyleyecek olursanız, iyilikle kötülüğün sadece Tanrı tarafından yaratılmadığını, öz bakımından mantıken Tanrıdan önce olduğunu kabul etmeniz gerekecektir. Tabii isterseniz, bu dünyayı yaratan Tanrıya emir veren baş­ka üstün bir tanrısal varlık olduğunu söyleyebileceğiniz gibi sık sık bana mümkün gibi gelen bir şey olan bazı gnostiklerin düşündüğü gibi, Tanrının bakmadığı bir ara bu dünyayı Şeytan yaratmış diyen görüşe de katılabilir­siniz. Bu konuda söylenecek pek çok şey var, ama bu­nu reddetmenin yeri değil şimdi burası.
Pek tuhaf bir ahlâkî muhakeme de şudur: dedik­lerine göre, dünyaya adalet getirilmesi için Tanrının var­lığı şarttır. Evrenin bildiğimiz bu yanında büyük ada­letsizlik vardır, çoğu zaman, iyi, acı çeker; kötü, güzel hayat sürer, bunların hangisinin daha kötü olduğunu söylemek kolay değildir; ama bir bütün olarak evrende adaletin kurulması gerekiyorsa, bu yeryüzündeki haya­ta denge teşkil etmesi için, gelecek bir hayatın varlığını kabul etmek gerektir. Bu yüzden bir Tanrı olması gerek­tiğini söylüyorlar, eninde sonunda adaletin kurulabilmesi için cennet ve cehennem de gerekmektedir bu durum­da. Bu pek tuhaf bir muhakemedir, işe bilimci gözüyle bakacak olursanız şöyle derdiniz: ‘‘Ne de olsa bütün bildiğim dünya, bu dünya. Evrenin geri kalan bölümün­den bir şey bildiğim yok, ama insanlar ihtimaller üstün­de düşünebildiği süre, bu dünyanın güzel bir örnek oldu­ğu, burada adaletsizlik varsa, başka yerde de varlığının pek muhtemel olduğu söylenebilir. “Bir portakal san­dığını açtınız farz edelim, üzerindeki bütün portakalların kötü olduğunu gördünüz, altındakiler iyi olmalı ki, den­ge teşkil etsin”, demezsiniz. "Herhalde hepsi de kötü” diyeceksinizdir; bilimci bir göz de evren için böyle düşü­necektir. Şöyle diyecektir: “Burada, bu dünyada çok ada­letsizlik var, bu böyle olduğuna göre, dünyada adalet yok­tur; böylece bir tanrısal varlığın lehine değil, aleyhine ahlaksal bir kanıt çıkmış oluyor.” Sizlere anlatmakta olduğum bu zihin muhakemelerinin gerçekte insanları ha­rekete getirmediğini Tabii biliyorum. İnsanları Tanrıya inanmağa götüren şey, hiç de bir zihin muhakemesi de­ğildir. Çoğu insanın Tanrıya inanması küçük yaştan öy­le yetiştirildikleri içindir, başlıca sebep budur.
Sonra en güçlü sebeplerden birinin de, güven duy­gusu olduğunu sanıyorum; size bakacak, koruyacak kuv­vetli bir ağabeyinizin olmasını istersiniz. Bu insanların Tanrıya inanma isteklerini etkileyen en derin etkenlerden biridir.
Rasyonalistler tarafından yeteri kadar ele alınmamış olan bir konu üstünde birkaç söz söylemek istiyorum; bu İsa’nın insanların en iyi ve en bilgesi olup olmadığı sorunudur. Bunun böyle olduğunu peşinen kabul etme­miz gerektiği sanılıyor genellikle. Ben öyle sanmıyorum. Dindar Hıristiyanlardan belki de daha çok İsa ile anlaş­tığım bir sürü nokta var. Yolun sonuna kadar onunla birlikte gidebilip gidemeyeceğimi bilmiyorum, ama din­dar Hıristiyanların çoğundan daha uzun yol alabilirim birlikte. Hatırlarsınız, İsa şöyle demişti: “Kötüye kar­şı direnmeyin, sağ yanağınıza vururlarsa, sol yanağınızı çevirin.” Bu yeni bir ilke veya ahlâk kuralı değildir. İsa’dan beş altı yüzyıl önce Lao-Tze ve Buddha tarafın­dan söylenmişti, ama bu Hıristiyanların benimsediği bir şey değildir. Örneğin şimdiki Başbakan Stanley Baldwin’in samimi bir Hristiyan olduğundan hiç şüphem yok, ancak aranızdan hiçbirine, gidip de onun sağ yanağına tokat atmanızı tavsiye etmem. Bu metnin mecazi anlam­da söylendiğini düğünmüş olabileceğinizi sanıyorum.
Pek hoş bulduğum başka bir nokta daha var. İsâ şöyle demişti: “Yargılamayın ki, siz de yargılanmayası­nız.” Hristiyan ülkelerinin mahkemelerinde gözde ola­cak bir ilke olduğunu sanmıyorum bunun. Benim sama­nımda, gerçekten Hristiyan birçok yargıç vardı, davranışlarında Hristiyan ilkelerine karşı hareket ettiklerini sananını görmedim. Sonra İsâ şöyle der: “Senden iste­yene ver, borç isteyeni geri çevirme.” Bu pek iyi bir ilkedir.
Burada siyasetin yeri değilse de, son genel seçimler­de genel tartışma konusu, senden ödünç isteyeni geri çe­virip çevirmemek konusuydu, bu bakımdan ülkemizdeki liberaller ve muhafazakârların İsâ’nın söyledikleriyle uyuşmadığını düşünmemiz gerekiyor, çünkü o durumda ödünç isteyenlere karşı sırt çevirmişlerdi.
Büyük anlam taşıyan bir özdeyişi daha vardır İsâ’­nın, ama Hristiyan dostlarımız nedense pek tutmazlar onu. Şöyle der: “Mükemmel olmak istiyorsan, neyin var neyin yoksa git sat, yoksula ver.” Bu pek güzel bir öz­deyiştir, ama dediğim gibi, uygulandığı yoktur pek. Bü­tün bunların, uygulanması güçse de, iyi özdeyişler oldu­ğunu sanıyorum. Ben kendim de uyguladığımı söylemi­yorum ; ama bir Hristiyan’ın uygulamaması ile benim uy­gulamamam arasında tabii ayrılık var ne de olsa.
Bu özdeyişlerin mükemmel olduğunu kabul ettikten sonra, Incil’lerde söylenilen en üstün bilgelik ve iyilik’in İsâ’ya atfolunabileceğine inanmıyorum; burada tarihsel bir sorunla ilgili değiliz. Tarihsel bakımdan İsâ’nın ya­şamış olup olmadığı tamamıyla belirsizdir, yaşamış olsa bile, hayatı konusunda hiçbir şey bilmiyoruz, bu bakım­dan pek güç olan tarihsel sorunla ilgilenmiyorum. İncillerdeki İsa’yı ele alıyorum, İncilleri olduğu gibi incele­yecek olduğumuzda, bilgece olmayan birtakım şeyler bu­luyoruz. Bir kere, İsa’nın ikinci gelişi, o sırada yaşayan herkesin ölümünden önce olacaktı; haşmetle bulutlar arasından inecekti. Bunu doğrulayacak birçok metin var­dır. Örneğin şöyle der: “İnsanın Oğlu gelmedikçe, İsrail’­in şehirlerine gitmeyeceksiniz.” Sonra şöyle der: “İnsa­nın Oğlu, ülkesine varıncaya dek ölümü tatmayacak olan­lar var aranızda”; ikinci gelişinin o sırada yaşayanların hayatında geleceğine inandığını gösteren daha birçok yer­ler vardır. İlk izleyicilerinin inancı buydu, ahlaksal vaaz­larının çoğunun temeli de buydu.. “Yarını düşünmeyin” gibi sözler söylemesi, ikinci gelişin çok yakında olduğu­nu ve dünya işlerinin büyük önemi olmadığını sandığı içindi. İkinci gelişin pek yakın olduğunu söyleyen bir­kaç Hristiyan tanıdım. Bir köy papazı vardı, cemaatini, ikinci gelişin pek yakın olduğunu söyleyerek korkutuyor­du, ama papazın bahçesinde ağaç diktiğini görünce, hal­kın içi bayağı rahatlamıştı. İlk Hıristiyanlar gerçekten inanıyorlardı buna, ve bahçelerine ağaç dikmekten çeki­niyorlardı, çünkü İsa’nın ikinci gelişinin pek yakın oldu­ğuna inanıyorlardı. Bu bakımdan, başka bilge kişiler ka­dar bilgelik göstermediği, başka bakımlardan da en üs­tün bilge olmadığı açıktır.
Şimdi de ahlâkî sorunlara geliyoruz. Bence İsa’­nın ahlâkî kişiliği konusunda pek ciddî bir kusur var, o da cehenneme inanması. Gerçekten tam anlamda insan olan kişinin, sonsuz cezaya uğrayacağına inanamayacağını sanıyorum. İsa, İncil’de anlatıldığına göre, sonsuz cezaya inanıyordu, vaazlarına kulak vermeyen kimselere karşı kinli bir öfke görülmektedir, bu, vâizlerde sık gö­rülen bir davranış olmasına rağmen, en üstün mükemme­liyete uymamaktadır. Sokrates’te böyle bir davranış bu­lamazsınız örneğin. Kendi sözlerini dinlemeyen kimse­lere, pek tatlı ve uysal davrandığını görürsünüz; bence bir bilge kişi için, kinle karışık bir öfkeye kapılmaktansa, bu şekilde davranmak daha çok yakışır. Sokrates’in ölürken söylediklerini hatırlarsınız herhalde, kendisiyle anlaşmayan kimselere karşı davranışını da unutmamışısınızdır.
İncil’de İsâ’nın şöyle dediğini bilirsiniz: “Ey siz yı­lanlar, engerek yılanları, cehennemin lanetinden nasıl kurtulacaksınız?” Va’zını beğenmeyen kimselere söyleti bu sözleri. Bunun iyi bir davranış olduğunu inanmıyorum, cehennem konusunda daha birçok şeyler söy­lemiştir. Tabii Ruh-ül Kudüs’e karşı işlenen günah ko­nusunda hepinizin bildiği bir metin vardır: “Ruh-ül Ku­düs’e karşı söz söyleyen kimseler, ne bu dünyada, ne de ötekisinde bağışlanacaktır.” Bu sözler, dünyada dile getirilemeyecek kadar çok felâkete yol açmıştır; çünkü, her tür insan, Ruh-ül Kudüs’e karşı günah işlemiş olduğu­nu sanmıştır, ve ne bu dünyada, ne de gelecekteki dün­yada affolunmayacaklarını düşünmüşlerdir. Yaradılışın­da yeterli bir acıma duygusu olan bir kimse, dünyaya bu çeşit korku ve dehşet salmazdı sanırım.
İsâ şöyle der: “insanın Oğlu, meleklerini gönderecek­tir, ülkesinden, suç işleyenleri, kötülük edenleri toplayıp bir ateş fırınına atacaktır; orada inlemeler ve diş gıcır­datmaları duyulacaktır.” Bu inleme ve diş gıcırdatma üstünde daha bir süre konuşmaktadır. Her satırda aynı şey devam etmektedir, okuyucuda, sanki bu inleyip sız­lamadan bir zevk alıyormuş, yoksa bu kadar üstünde durmazmış gibi bir izlenim uyandırmaktadır. Sonra, koyun­larla keçiler hakkında ne dediğini hatırlarsınız; ikinci gelişinde keçilerle koyunları birbirinden ayırırken keçi­lere şöyle diyecektir: “Gidin benden, siz ey lânetliler, son­suz ateşe girin.” Şöyle devam eder: “Ve bunlar a onsuz ateşe gireceklerdir.” Şöylece ekler: “Eliniz suç işlerse, kesip atın onu; hiçbir zaman dinmeyecek olan ateşe bu elle girmektense, hayatta sakat olarak kalmak yeğdir”, “orada solucan bile ölmez, ateş hiçbir zaman dinmez.” Bu­nu defalarca söylemektedir. Bütün bu öğreti, cehennem ateşinin günahın cezası olduğu, bir zulüm öğretisidir. Dünyaya zalimlik getirmiş olan ve nesiller boyunca sa­lim işkencelere sebep olmuş olan bir öğretidir; vakanüvislerinin İncillerde gösterdiği gibi ele alınırsa, bunun sebebinin kısmen İsâ’nın kendi olmuş olduğu görülür.
Daha az önemi olan başka şeyler de vardır. Gadarene domuzlarının örneği vardır, domuzların içine şey­tan sokup da bayır aşağı denize doğru sürülmelerine bı­rakmak pek merhametlice bir davranış değildir. Unut­mayın ki, kendi kâdiri mutlakdı, isteseydi şeytanları koyabilirdi; oysa, onları domuzların içine göndermiştir. Son­ra şu acayip incir ağacı hikâyesi vardır, beni her saman şaşırtmıştır. İncir ağacına olanları hatırlarsınız. “Karnı açtı; uzaktan bir İncir ağacı gördü, üzerinde meyve bu­lurum umuduyla yanaştı; yanına yaklaştığında yaprak­tan başka bir şey görmedi, çünkü incir zamanı daha gelmemişti.” İsâ şöyle cevap verdi: “Hiçbir insan bundan böyle senden meyve yemeyecektir,”... Petro da ona şöyle dedi: “Bakın efendim, lânetlediğiniz incir ağacı ku­ruyuverdi.” Bu pek tuhaf bir hikâyedir, incir zamanı olmadığı için incir ağacında suç bulmak acayiptir. Ne bilgelik konusunda, ne de erdem konusunda, İsa’nın tarihteki bazı şahsiyetlerin seviyesine ulaşmış olduğunu sanmıyorum. Bu bakımdan, Sokrates ile Buddha’yı da­ha yüksek seviyede tutmaktayım.
Önce de söylediğim gibi, insanların dini kabul etme­lerinin gerçek sebebinin akılla ilgisi yoktur. Dini, duy­gu yoluyla benimsemektedirler. Çoğu zaman, dine sal­dırmanın kötü olduğu, çünkü dinin insanları erdemli yap­tığı ileri sürülmüştür. Böyle denmesine rağmen, ben ken­dim böyle bir şey görmedim. Bu muhakeme Samuel Butler’in Erewohn Revisited adlı kitabında incelikle alaya alınmıştır. Hatırlarsınız, Erewohn’da. uzak bir ülkeye va­ran Higgs diye biri vardır, bir süre yaşadıktan sonra, oradan bir balon’la kaçar. Yirmi yıl sonra o ülkeye döndüğünde, yeni bir din görür, bu din, “Güneşin Çocuğu” dinidir. Güneşin çocuğunun göğe yükselmiş olduğu söy­lenir ona. Göğe Yükseliş Bayramı’nın kutlanmak üzere olduğunu görür, Profesör Hanky ile Panky’nin birbirle­rine Higgs denen adamı hiç görmediklerini söyledikleri­ni işitir, inşallah hiç görmeyiz diye fısıldanmaktadırlar; ama bunlar Güneş Çocuğu dininin yüksek rütbeli rahip­leridir. Buna çok kızar, onlara yaklaşır ve der: “Bütün bu yalan düzeni ortaya koyacağım ve Erewohn’lulara ba­lonla yukarı gidenin benden başkası olmadığını göste­receğim.” Kendisine şöyle denir: “Sakın ha, çünkü bu ülkenin bütün ahlâkı bu efsane üstüne kurulmuştur, gö­ğe çıkmadığını bilecek olurlarsa, kötü olurlar”; buna ina­narak sessizce uzaklaşıp gider.
Fikir budur: Hristiyan dinini kabul etmeyecek olur­sak hepimiz kötü oluruz. Hristiyan dinini benimsemiş olan kimselerin çoğunun son derece kötü kişiler olduğunu sanıyorum. Herhangi bir devrenin dini ne kadar yo­ğun olmuşsa, dogmatik inanç o kadar kuvvetli olmuş, zalimlik o denli artmış ve işler o denli bozulmuştur. Hristiyan dinine gerçekten inanan kimselerin olduğu İman devri denen çağlarda, işkenceleriyle birlikte Engizisyon vardı; zavallı insan sürüleri büyücü diye yakılmıştı; din uğruna, insanlara, akla gelebilecek her türlü zalim davranışta bulunulmuştu.
Dünyaya şöyle bir bakındığınızda, insanın duygusun­da her ileri gelişme, ceza hukukunda her ilerleme, sava­şın azalması için her teşebbüs, renkli ırklara karşı dav­ranışta daha bir düzelme veya köleliği ortadan kaldır­mak için yapılan her teşebbüs, dünyada ahlâkî alanda gerçekleştirilen her ilerleme, dünyanın teşkilâtlanmış Ki­liseleri tarafından muhalefet görmüştür. Kiliseler halin­de teşkilâtlanmış olan Hristiyan dininin bugüne kadar dünyadaki ahlâkî ilerlemenin başlıca düşmanı olduğu gibi, hâlâ da olmakta devam ettiğini açıktan açığa ilân ediyorum.
Bunun hâlâ böyle olduğunu söylersem, belki fazla ileri gittiğimi düşünürsünüz. Fazla ileri gittiğimi san­mıyorum. Şu olguyu ele alın bir. Söyleyeceğim şeyi hoş­görüyle dinleyeceğinizi umarım. Hoş bir gerçek değil­dir, ama Kiliseler hoş olmayan gerçekleri açıklamak so­runda bırakıyor insanı. Farz edin ki, üstünde yaşadığı­mız şu dünyada, tecrübesiz bir kız, frengili bir adamla evleniyor, bu durumda Katolik Kilisesi şöyle diyor: “Bu bozulamaz bir kutsal bağdır. Ömrünüz boyunca birlik­te kalacaksınız. Bu kadının frengili çocuklar doğurma­sını önleyecek hiçbir tedbirin alınmaması gerekiyor. Ka­tolik Kilisesinin dediği bu. Ben bunun hayvanca bir zulüm olduğunu söylüyorum, Tabii yakınlıkları dogmayla engellenmemiş, ya da ahlâkî yaradılışı acıma duygu­suna karşı tamamıyla körleşmemiş olan hiç kimse bu durumun devam etmesi gerektiğini ileri süremez.
Bu sadece bir örnek. Bugün Kilise, ahlâk dediği şey üstünde durarak, insanları gereksiz ve haketmedikleri her çeşit cezaya çarptırılmaktadır. Tabii, bildiğimiz gibi, acıyı dünyada azaltmak amacında olan ilerlemelere de ge­niş çapta muhalefet göstermektedir, buna sebep, insanın mutluluğu ile hiç ilgisi olmayan birtakım dar dav­ranış kurallarına ahlâk damgasını vurmuş olmasıdır; fi­lân filân şeyin insanlığın mutluluğu uğruna yapılması gerektiğini kendilerine söyleyecek olsanız, bunun konuy­la ilgisi olmadığını söylemektedirler, “insanın mutlulu­ğunun ahlâkla ne ilgisi vardır?
Ahlâkın amacı, insanla­rı mutlu kılmak değildir.”
Dinin, her şeyden önce ve genellikle korku üstüne kurulmuş olduğunu sanıyorum. Bu kısmen bilinmeyenin korkusudur, kısmen de, söylemiş olduğum gibi, başınıza gelecek güçlüklerde ve itişmelerinizde yanı başınızda du­racak bir ağabeyin olmasını size isteten korkudur. Bü­tün dinin kökü korkudur bilinmeyenin, yenilmenin ve ölümün saldığı korku. Zalimliği doğuran korkudur, bu bakımdan zalimlikle dinin baş başa gitmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü bu iki şeyin temelini korku teşkil etmektedir. Bu dünyada artık biraz anlamağa başlayabilir, bilimle bu korkulan kontrol altına alabiliriz, bilim, Hristiyan dininin Kiliselerin ve eski ahlâk kurallarının aleyhine adım adım ilerlemektedir, insanlığın çağlar bo­yunca esiri olduğu bu korkuyu bilim sayesinde yenebi­liriz. Bilim, öyle sanıyorum ki, kendi kalbimizde, artık hayali destekler aramamayı, gökte müttefikler uydurmamayı çağlar boyunca Kiliselerin biçime sokmağa çalış­tığı bu dünyayı üstünde yaşanabilecek bir yer yapmak için kendi çabamıza güvenmeyi öğretecektir.
Kendi ayaklarımızın üstünde durmayı, dünyaya âdil­ce ve doğrudan doğruya bakmayı istiyoruz iyi ve kötü gerçekleriyle, güzellikleriyle çirkinlikleriyle görmek is­tiyoruz onu; dünyayı olduğu gibi görmek istiyoruz, on­dan korkmak istemiyoruz. Bize salmış olduğu korku kar­şısında köle gibi olmak istemiyoruz; zekâ ile dünyayı fethetmek istiyoruz. Bütün Tanrı kavramı eski Doğu despotizmlerinden türemedir. Özgür insanlara yakışma­yacak bir kavramdır. Kiliselerde, insanların alçalarak günah işlediklerini açıklamalarını ve daha başka şeyleri gördükçe, kendine karşı saygısı olan insanlara yakışma­yacak bir durum ortaya çıkmaktadır. Ayağa kalkalım ve dünyaya olduğu gibi bakalım.. Dünyadan azami de­recede faydalanalım, dilediğimiz kadar iyi olamazsa da, ne de o:sa şu ötekilerin çağlar boyunca yapmak istedik­lerinden daha iyi olacaktır, iyi bir dünyanın bilgiye, acı­ma duygusuna, cesarete ihtiyacı vardır; geçmişe özlem­le bakmanın, bilgisiz kimselerce söylenmiş olan sözlerin özgür zekâyı zincirlemesine ihtiyaç yoktur. Korkusuz bir görüş ve özgür bir zekâya ihtiyacı vardır. Gelecek için umuda ihtiyacı vardır, ölmüş olan bir geçmişe bakıp dur­manın anlamı yoktur, zekâmızın yaratabileceği gelecek, o      geçmişten çok daha yüksek seviyeye ulaşacaktır..
Sh:3-21
****
[1930 da yayınlanmıştır.] Din üstündeki görüşüm Lucretius’unkine benzer. Di­ne, korkudan doğan bir hastalık, insanlık için sonsuz bir sefalet kaynağı olarak bakıyorum. Bununla birlikte, uy­garlığa bazı faydaları olduğunu inkâr edemem. Tarihin başlangıcında, takvimin yapılmasını sağlamış, Mısırlı rahiplerin, önceden hesaplayabilecekleri güneş tutulmala­rım gözlemlemelerine sebep olmuştur. Bu iki hizmeti in­kâr etmiyorum, ama başka bir faydası olmuş olduğunu davranmıyorum.
“Din” kelimesi günümüzde pek gelişigüzel kullanıl­maktadır. Bazı kimseler, aşırı Protestanlığın etkisi al­tında bu kelimeyi, ahlâk veya evrenin yaradılışı üstün­de, önemli kişisel kanıları anlatmak için kullanmaktadır­lar. Kelimenin bu şekilde kullanılışı tarihe aykırıdır. Din her şeyden önce toplumsal bir olgudur. Kiliseler, kuru­luşlarını, güçlü kişisel kanıları olan vâizlere borçlu ola­bilirler, ama bu vâizlerin, kurmuş oldukları Kiliseler üs­tünde hemen hemen hiç etkisi olmamıştır, oysa Kilise­lerin, içinde geliştiği topluluklar üstünde çok büyük et­kisi olmuştur. Batı uygarlığından olanlar için en ilginç olan örneği alalım: İsâ’nın, İncil’deki sözlerinin Hıristi­yanların ahlâkıyla pek ilgisi olmamıştır. Hıristiyanlıkta­ki en önemli şey, toplumsal ve tarihsel bakımdan İsâ değil, Kilisedir, Hıristiyanlığı toplumsal bir kuvvet olarak yargılayacak olursak, İncil’lere başvurmamız gerekmez, İsa, malınızı mülkünüzü yoksullara dağıtın, dövüşmeyin, kiliseye gitmeyin, zinayı cezalandırmayın, demişti. Ne Katolikler, ne de Protestanlar, bu sözleri izlemede heves­li görünmemişlerdir. Fransisken mezhebinden bazıları­nın havariler kadar yoksul olunması için birtakım vaiz­ler verdiği doğrudur, ama Papa, onları mahkûm etmiş ve öğretilerini zındıklıkla suçlamıştır. Sonra İsa’nın, “Yargılamayın ki, sizi de yargılamasınlar” sözüne dikkatini­zi çevirin ve bunun Engizisyon ve Ku-Klux-Klan üstün­de ne gibi etkisi olduğunu düşünün bir.
Hıristiyanlık için varit olan, Budizm için de varittir. Buddha sevimli ve aydın kişiydi; ölüm döşeğinde, ken­disinin ölümsüz olduğunu düşünen müridlerine gülmüştü. Ama Budist rahipler örneğin Tibet’te bilgisiz kalma taraftarı, zorba ve son derece zalim olmuşlardır.
Bir Kilise ile Kurucusu arasındaki bu ayrılığın her­hangi tesadüfi bir yanı yoktur. Belli bir kimsenin söz­lerinde mutlak gerçek olduğu düşünülür düşünülmez, söz­lerini yorumlayacak bir uzmanlar topluluğu çıkar ortaya ve bunlar gerçeğin anahtarını ellerinde bulundurdukların­dan, mutlaka iktidar elde ederler. Başka her türlü imti­yazlı sınıf gibi iktidarlarını kendi çıkarları için kulla­nırlar. Bununla birlikte, başka herhangi imtiyazlı bir sınıftan bir bakıma daha kötüdürler, çünkü bir kerecik tam mükemmel olarak vahyedilmiş olan değişmez bir ger­çeği açıklamak zorunda olduklarından, bütün zihin ve ahlâk alanındaki ilerlemelere ister istemez karşı çıkar­lar. Kilise Galileo ile Darwin’e karşı çıkmıştı; bugünse Freud’a karşı çıkmaktadır. En büyük iktidarı elinde bu­lundurduğu günlerde zihin hayatına karşı daha güçlü ola­rak çıkmıştı. Papa Büyük Greguar, piskoposun birine yazdığı mektupta şöyle demektedir: “Yüzümüz kızarma­dan burada sözünü edemiyeceğimiz bir rapor aldık, buna göre siz bazı dostlarınıza gramer öğretiyormuşsunuz.” Piskopos, dini makamlar tarafından, bu kötü işten vaz­geçmeğe zorlanmıştır ve Lâtince öğrenmek ancak Rönesansda başlayabilmiştir. Sadece zihin bakımından değil, ahlâk bakımından da zararlıdır din. Bundan demek is­tediğim, ahlâk kurallarının insanın mutluluğu için olma­dığıdır. Birkaç yıl önce, Almanya’da tahttan indirilmiş kral ailelerinin kendi özel mülklerine sahip olabilip olamayacağı konusunda bir referandum yapılmıştı; Alman­ya’daki Kiliseler, onlardan bu mallan almanın Hıristi­yanlığa aykırı olduğunu resmen açıklamıştı. 3ilindiği gibi, kiliseler, ellerinden geldiği kadar esaretin ortadan kaldırılmaması için çalışmıştır, bugün de birkaç istisna dışta kalmak üzere, İktisadi adalete doğru yapılan her türlü harekete karşı çıkmaktadırlar. Papa, Sosyalizmi resmen mahkûm etmiş bulunmaktadır.
Bununla birlikte, Hristiyan dininin en kötü yanı, cinsiyete karşı tutumudur; bu öyle hasta ve tabiata aykırı bir tutumdur ki, Roma İmparatorluğunun çökmesi sırasındaki uygar dünyanın hastalığıyla ilişki kurarak ancak anlaşılabilir. Bazen Hıristiyanlığın kadınların du­rumunu düzelttiği konusunda sözler sarf edilmektedir. Bu, tarihte yapılabilecek en büyük yanlışlıktır. Kadınlar pek sıkı bir ahlâk kuralı külliyatına boyun eğmek sorunda olduğu bir toplumda rahat bir durumda olamazlar. Ke­şişler, Kadın’a, hep baştan çıkartıcı olarak bakmışlardır; onu hep saf olmayan şehvetlerin ilham perisi olarak gör­müşlerdir. Kilise, eskiden olduğu gibi, şimdi de, bekâr kalmanın en iyi şey olduğunu, bunu imkânsız görenler için en iyi şeyin evlenmek olduğunu söylüyor. St Paul, kabaca şöyle demektedir: “Yanmaktansa, evlenmek yeğ­dir.” Evliliği bozulamaz yaparak ve aşk sanatı konusun­da her türlü bilgiyi yasak ederek, Kilise elinden geldi­ği kadar cinsiyetin pek az zevk ve pek büyük acı ile ger­çekleşmesini sağlamağa çalışmıştır. Doğum kontroluna karşı çıkmaları da aynı sâikten doğmaktadır: her yıl çocuğu olan bir kadın, ister istemez evlilikten büyük zevk alamayacağından, doğum kontrolünün engellenmesi ge­rektir.
Hristiyan ahlâk düzeninin ayrılmaz bir parçası olan Günah kavramı, olağanüstü derecede zarar veren bir kavramdır, meşru, hattâ asil olduğuna inandıkları nadizmleri [Nedamet etmiş, pişman ] için bir çıkış yolu sağlamaktadır insanlara, ör­neğin frenginin önlenmesi sorununu alın ele önceden alınacak tedbirlerle, bilindiği gibi, bu hastalığın önüne geçilmesi bir derece mümkündür. Bununla birlikte, Hıristiyanlar, bu olgunun yayılmasına karşı çıkıyorlar, çün­kü günahkârların ceza görmesi gerektiğini düşünüyor­lar. Öyle ki, bu cezanın karılarına ve çocuklarına da geç­mesini istiyorlar. Bugün, dünyada doğuştan frengili bin­lerce çocuk vardır, Hıristiyanlar günahkârların ceza görmesini istemeseydi, bu böyle olmazdı. Hayvanca zalimliğe götüren öğretilerin ahlâk üstünde ne gibi iyi et­kisi olacağını anlayamıyorum.
Hıristiyanların davranışı sadece cinsel davranış ba­kımından değil, aynı zamanda cinsel konular üstünde bil­gi konusunda da insanın dirliğine düşmandır. Önyar­gısız olarak bu konu üstünde düşünen herkes, muhafa­zakâr Hıristiyanların genç çocuklara zorla kabul ettir­dikleri suni bilgisizliğin zihin ve beden sağlığı için çok tehlikeli olduğunu, çoğu çocuklar gibi, “münasebetsiz” konuşmalarla bu bilgileri edinenlerde, cinsiyetin, ayıp, gülünç bir şey olduğu duygusu uyandırmakta olduğu­nu görür. Bilginin istenmeyecek bir şey olduğunu söyleyenlerin savunabilecek tarafı olduğunu sanmıyorum. Kaç yaşında olursa olsun, kişi bilmek isteyince, öğrenebilmelidir. Başka bilgiler bir yana, özellikle cinsel bilgi ko­nusunda, daha ağır basan etkenler vardır. Bir kimse bir şeyi bildiği zaman, çok daha akıllıca hareket eder, önemli bir konu üstünde merak gösterince, çocuklara günah duygusu aşılamağa kalkmak gülünçtür.
Her çocuk trenlere karşı ilgi gösterir. Biz ona tren­le ilgilenmek kötüdür, dersek: bir istasyondayken, ya da tren geçerken gözlerini kapasak, yanında “tren" kelime­sinin kullanılmamasına dikkat etsek ve bir yerden baş­ka bir yere nasıl gittiği konusunda esrara bürüsek, ne olur?
Trenlere olan ilgisi azalır mı, çoğalır mı, Tabii ki çoğalır, ama marazi bir günah duygusu da olacaktır, çün­kü bu ilgilenmesi ona uygunsuz bir şey gibi gösteril­miştir. Faal zekâsı olan her çocuk bu yolla az veya çok sinir hastası yapılabilir. Cinsiyet konusunda da böyle yapılmaktadır; ama cinsiyet, trenlerden daha ilginç olduğu için, sonuçlar daha da kötü olmaktadır. Bir Hristiyan topluluğunda, hemen hemen her ergin kişi, küçükken cin­sel bilgi yasağı sonucu aşağı yukarı sinir hastasıdır. Bu şekilde suni olarak zihinlere çakılmış olan günah duy­gusu, büyüdükten sonra zalimlik, korkaklık veya aptal­lığın sebeplerinden olmaktadır. Cinsiyet üstüne olsun, başka konularda olsun, çocuğun bilmek istediği şeyi kendisine vermemek için herhangi mantıki bir sebep yoktur. Bu olgu, çocuğun ilk eğitiminde benimsenmezse, hiçbir zaman sağlam kafalı bir nüfus elde edemeyiz, bunun da, Kiliseler eğitim siyasetini elinde tuttuğu süre, gerçekleş­mesi imkânsızdır.
Bu oldukça ayrıntılı itirazları bir yana bırakırsak, Hıristiyanlığın temel öğretilerinin ahlâk bakımından bir­takım sapıklıklar gerektirdiği açıktır. Dünya, dedikle­rine göre, iyi ve Kâdir-i Mutlak bir Tanrı tarafından ya­ratılmıştır. Yaratmadan önce, dünyanın içinde buluna­cak olan bütün acı ve sefaleti önceden gördüğü için, bü­tün olan bitenlerden sorumludur. Dünyadaki acının gü­nah yüzünden olup olmadığı üstünde tartışmak boşuna­dır. Bir kere bunun böyle olduğu doğru değildir; ırmak­ları yataklarından taşıran veya yanardağlara lâv püs­kürten günah değildir. Öyle de olsa, bir şey fark ettirmez zaten. Dünyaya getirecek olduğum çocuğun, katil, man­yak biri olacağını önceden bilirsem, suçlarından ben sorumlu olurum. Tanrı, insanın işleyeceği günahları önce­den biliyorsa, insanı yaratmağa karar verdiğinde günah­larından da kendisinin sorumlu olması gerektiği açıktır. Buna karşı genellikle ileri sürülen Hristiyan muhakeme­sine göre, dünyada acı çekmek günahların temizlenmesi içindir, bu bakımdan acı çekmek iyi bir şeydir. Bu mu­hakeme Tabii sadizmin aklîleştirilmesinden başka bir şey değil; üstelik, kötü bir muhakeme de aynı samanda. Herhangi bir Hristiyan, ne olur benimle birlikte bir ço­cuk hastanesini ziyaret etsin, orada çekilen acıları gör­sün, sonra da bu çocukların bu cefaları haketmiş olduk­ları düşüncesinde ısrar etsin edebilirse. İnsanın böyle di­yebilmesi için bütün acıma duygusunu kaybetmiş olması gerektir. Diğer bir deyimle, inandığı Tanrı kadar salim olması gerektir. Bu acı dünyasında her şey, insanın mut­luluğu içindir diyen kimsenin ahlâk görüşleri sağlam ola­maz, çünkü çektiği acı ve sefalet için daima bahane arar.
Dine iki türlü karşı çıkılabilir zihinsel veya ahlâkî bakımdan. Zihin bakımından herhangi bir dinin doğ­ru olduğunu kabul etmek için bir sebep yoktur; ahlâkî bakımdansa, dinsel kurallar insanların şimdikinden daha zalim olduğu bir zamandan gelmedir ve çağın ahlâkî bilincini etkileyen insafsızlıklarında devam etmek­tedir.
Zihin bakımından karşı çıkmayı ilk olarak alalım ele; içinde yaşadığımız pratik hayatta, dinsel öğretimin doğru veya yanlış olması, pek o kadar önemli değildir, esas olan şey, faydalı olup olmadığıdır. Bununla birlik­te, sorunun birine ötekisiz cevap verilemez. Hristiyan dinine inanıyorsak, iyi olan şey konusundaki kavramla­rımız, inanmayanınkinden ayrı olacaktır. Bu bakımdan, Hıristiyanlığın sonuçları Hıristiyanlara iyi, inanmayanlara da kötü görünebilir. Üstelik destekleyecek kanıtı olup olmamasıyla ilgisi olmamak şartıyla, kişinin filan fa­lan şeye inanması gerektiğini söyleyen davranış, kanıta karşı düşmanlık yaratan, ve önyargılarımıza uymayan her olguya zihinlerimizi kapamağa sebep olan bir davra­nıştır.
Bir çeşit bilimsel açık sözlülük pek önemli bir nite­liktir, inanması gereken şeyler olduğunu inanan kimse­de bu nitelik olamaz. Bu bakımdan dinin faydalı olup olmadığını incelemeden önce, gerçek olup olmadığını ole almamız gerek. Hıristiyanlar, Müslümanlar ve Yahudiler için dinin gerçekliğiyle ilgili en önemli sorun, Tanrının varlığıdır. Dinin zafer kazandığı günlerde, "Tanrı” sözünün kesin bir anlamı vardı; Rasyonalistlerin saldırı­sının sonucu bu anlam gittikçe değerinden kaybetti, öy­le oldu ki, Tanrıya inandıklarını söylediklerinde, insan­ların kesinlikle ne anladığını bilmek güçleşti. Muhakeme­de bulunmak için Matthew Arnold’un tanımlamasını ala­lım ele; “Adaleti sağlayan kendimizde olmayan bir kud­ret.” Bunu daha da belirsiz yapabiliriz, bu gezegenin yü­zeyindeki canlı varlıkların amaçlarından başka, evren­de herhangi bir amaç kanıtı var mı? diye kendi kendi­mize sorabiliriz.
Dindar kişilerin bu konudaki muhakemeleri aşağı yu­karı şöyledir: “Ben ve dostlarım son derece zeki ve erdemliyizdir. Bu denli zekâ ve erdemin tesadüfi olma­sını insanın aklı almaz. Bu bakımdan hiç olmazsa bizim kadar zeki ve erdemli, bizi meydana getirmek için koz­mik mekanizmayı harekete getirmiş olan biri olması ge­rektir.” Yazık ki, bu muhakemeyi ileri süren kimseler kadar etkilemiyor beni bu. Evren geniştir, Eddington’a inanacak olursak da belki evrenin başka hiçbir yerinde insanlar kadar zeki varlıklar yoktur. Dünyadaki madde yekûnunu düşünecek olursanız ve onu zeki varlıkların yekûnu ile karşılaştıracak olsanız, İkincisi birincisinin yanında son derece küçük kalır. Bu yüzden, tesadüf ka­nunlarının gelişigüzel atomları seçerek zeki bir organiz­ma yaratacağı tamamıyla imkânsız olsa bile, gene de, evrende pek küçük sayıda organizma olacaktır. Bu den­li geniş bir sürecin en yüksek noktası olarak yeterli de­recede hârika gibi görünmüyoruz. Tabii din adamlarının çoğunun benden çok daha hârika olduklarını biliyorum, ve kendiminkileri aşan meziyetlerini tamamıyla kavrayamıyorum. Gene de, böyle bile olsa, ezelden beri iş gören Kâdiri Mutlak’ın daha iyi bir şey yapamamış olduğu ak­lıma sığmıyor. Sonra bu sonucun bile kuru gürültü olduğunu düşünmemiz gerektir. Yeryüzü daima oturulabi­lecek şekilde kalmayacaktır, insan ırkı kaybolup gide­cektir, kozmik süreç kendini bundan böyle doğrulaya­caksa, gezegenimiz üstünden başka bir yerde doğrulama­sı gerekecektir. Bu olsa bile, eninde sonunda durması ge­rekecektir. Evrenin çökeceğini, en sonunda herhangi bir yerde en ufak ilgi çekici yanı olacak bir şeyin var olma­sının imkânsız olacağını Termodinamik biliminin ikinci kanunu kesinlikle söylüyor. Tabii o zaman Tanrının ma­kineyi yeniden kuracağını söyleyebilirler; ama bunu söy­lersek, sadece inanca dayanmış olacağız, en ufak bilim­sel bir kanıt olmayacak. Bilimsel kanıt söz konusu oldu­ğu süre, evren bu gezegen üstünde yavaş yavaş ilerleyen safhalardan geçerek oldukça değersiz bir sonuca varmış oluyor; sonunda evrensel ölüme kadar gene ağır ağır sü­rünecektir. Bunu amaç kanıtı olarak alacak olursak, bu amacın benim hoşuma gitmediğini söyleyebilirim. Bu ba­kımdan herhangi bir Tanrıya inanmak için bir sebep gö­remiyorum, bu inanç ne denli belirsiz ve az dahi olsa. Din savunucuları kendileri vazgeçmiş oldukları için, es­ki metafizik muhakemelere girmek istemiyorum.
Hıristiyanlığın kişinin ruhu üstünde durmasının Hristiyan toplulukların ahlâkı üstünde derin etkisi olmuş­tur. Stoacılarınkine benzeyen bir öğreti olup, onların­ki gibi, artık siyasi ümitler besleyemeyen topluluklarda belirmektedir. Edepli karakteri olan güçlü bir kimsenin Tabii içtepisi, iyi yapmağa eğilimli olmasıdır, ama hiçbir siyasi iktidarı yoksa, ve olayları etkileyecek fırsata sa­hip değilse, Tabii akışından sapacak ve önemli olan şeyin iyi olmak olduğuna karar verecektir. İlk Hıristiyanlarda böyle hayırlı işle ilgisi olmayan kişisel bir kutsallık kavramına yol açmıştır bu, çünkü kutsallık eylemde ik­tidarsız kimseler tarafından erişilmesi gereken bir şeydi. Bu yüzden toplumsal erdemin Hristiyan ahlâk dü­zeninden ayrılması gerekmiştir. Muhafazakâr Hıristiyanlar, zina işleyene, rüşvet alan politikacıdan, -oysa rüşvet alan politikacı aslında binlerce defa daha kötülük yapmaktadır- daha kötü gözle bakmışlardır. Resimlerde gördüğümüz gibi, Ortaçağ erdem kavramı, zayıf, duygu­sal, cansızdı. En erdemli kişi, dünyadan elini ayağını çeken kimseydi; aziz olarak görülen biricik eylem adamı hayatlarını ve tebalarının hayatlarını Türklere karşı sa­vaşta Saint Louis gibi feda eden kimselerdi. Filân kim­se bir mali düzen kurdu, ceza hukuku yazdı diye, kilise aziz demiyordu. İnsanın refahı için yapılan bu kanun ve düzenler önemsiz olarak görülüyordu. Azizler arasın­da, yaptığı iş kamu menfaatine olan kimse tanımıyorum. Toplumsal ile ahlâkî kişi arasında yapılan bu ayrılık­la birlikte, ruhla beden arasında da bir ayrılık belirdi ve Hristiyan metafiziğinde, Descartes’dan çıkan sistem­lerde yaşamağa devam etti. Genellikle, beden insanın top­lumsal veya kamusal bölümünü, ruhsa özel yanını tem­sil ediyor diyebiliriz. Ruhun üstünde durarak, Hristiyan ahlâkı, kendini son derece bireysel yaptı. Bütün Hristiyanlık çağlarının açık sonucunun insanları tabiatın yarattığından daha bencil, daha içine kapanık yaptığı­nı sanıyorum; çünkü insanı, kendi ben’inin duvarlarından dışarı çıkaran cinsiyet, anne-babalık, vatanseverlik ve kabile içgüdüleridir. Kilise cinsiyeti yerin dibine batır­mak için elinden geleni yaptı; aile bağıntısına İsa’nın kendi ve bütün izleyicileri karşı çıktı; Roma İmparator­luğunun karışık tebası içinde vatanseverliğe yer olmadı. Incil’lerdeki aileye karşı sarfedilen sözler, gerektiği dik­kati görmemiş bir noktadır. Kilise, İsa’nın annesine say­gıyla davranmaktadır, ama İsa’nın kendi öyle davranma­mıştır. “Kadın, ne ilgim var seninle?” (Yohanna’ya göre II. 4) diye hitap eder ona. Aynı zamanda, oğlanı baba­sına, kızı anasına, üvey kızı üvey annesine karşı düşman yapmağa geldiğini, babasını anasını, Ondan daha çok sevenin, Ondan olmadığını söylemektedir (Matta’ya göre x 35-7). Bütün bunlar inanç uğruna biyolojik aile bağ­larını koparmak demektir Hıristiyanlığın yayılmasıy­la dünyaya gelen hoşgörüsüzlükle büyük ilgisi vardır bu davranışın.
Bireycilik en son noktasına bireyin ruhunun ölmez­liği öğretisiyle varmıştır, ruh bu dünyadan ayrıldıktan sonra, duruma göre, ya sonsuz mutluluk içinde, ya da sonsuz acı içinde yaşayacaktı. Bu önemi büyük ayrılı­ğın üstüne dayandığı şartlar oldukça acayipti, örneğin, bir rahip bazı sözler söyleyerek üzerinize su serptikten hemen sonra ölecek olursanız, sonsuz mutluluğa eriştiniz demekti; oysa uzun ve erdemli bir yaşayıştan sonra, ayakkabınızın bağı koptuğundan küfretmekte olduğunuz bir an yıldırım çarpacak olursa, size, sonsuz acı olacak­tı mükâfatınız. Çağdaş Protestan Hristiyan’ın buna inan­dığını sanmıyorum, teolojide yeterli derecede eğitim gör­memiş Katolik bir Hristiyan’ın da buna inandığı­nı sanmıyorum; bunun muhafazakâr öğreti olduğunu ve yakın zamana kadar buna inanıldığını söylüyorum. Meksika ve Peru’daki İspanyollar, Hintli bebekleri vaf­tiz ediyorlar, sonra hemen beyinlerini parçalıyorlardı: böylece bu bebekleri cennete göndermiş oluyorlardı. Her ne kadar günümüzde hepsi böyle yapıyorsa da, hiçbir mu­hafazakâr Hristiyan bunların hareketini, mahkûm öt­mek için mantıki bir sebep bulamaz. Hıristiyanlıkta al­dığı şekilde, ruhun ölümsüzlüğü öğretisinin ahlâk üstün­de pek kötü etkisi olmuştur, ruh ile bedenin metafizik bakımdan ayrılmasının da felsefe üstünde yıkıcı etkisi olmuştur.
Hıristiyanlığın ortaya çıkışıyla dünyaya yayılan hoş görüşsüzlük, Hıristiyanlığın en acayip özelliklerinden bi­ridir, sandığıma göre, buna sebep, Yahudilerin adale­te olan inançları ve Yahudi Tanrısının biricik gerçek ol­duğuna inanmalarıdır. Yahudilerin niçin bu özellikleri olduğunu bilmiyorum. Yahudileri yabancı halk topluluk­larına katmak teşebbüsüne, karşı tepki olarak, Yahudi­lerin esirlikleri sırasında gelişmiş olması muhtemeldir. Her nasıl olursa olsun, Yahudiler, özellikle de peygam­berler, kişisel doğruluk ve tek bir dinden başka herhangi bir din kabul etmenin kötü olduğu fikri üstünde dur­muşlardır. Bu iki fikrin, Batının tarihi üstünde son de­rece yıkıcı etkisi olmuştur. Konstantin’den önce Roma Devleti tarafından Hıristiyanlara yapılan zulüm konu­sunda, Kilise, uzun uzun lâf etmiştir. Oysa bu zulüm hem az, hem aralıklı olup, tamamıyla siyasi sebeplere daya­nıyordu. Konstantin devrinden, onyedinci yüzyılın sonuna dek, Hıristiyanların, başka Hıristiyanlar tarafından gördüğü zulüm, Roma imparatorları tarafından kendi­lerine yapılan zulümden çok daha büyük olmuştur. Hı­ristiyanlığın doğmasından önce, Yahudiler dışta kalmak üzere, bu zalim davranış eski dünyaca bilinmiyordu, ör­neğin Herodotos u okursanız, gitmiş olduğu yabancı dev­letlerde karşılaştığı hoşgörülü davranışı görürsünüz. Bazen barbarca bir töre karşısında hayrete düşer, ama yabancı Tanrılara ve âdetlere karşı hoşgörülü Zeus’a başka bir ad takmış olan kimselerin sonsuzca lânetlendiğini ispat etmek kaygısı duymaz davranır, cezaları bir an önce başlasın diye hemen öldürülmeleri için kaygılanmazlardı. Bu davranış Hıristiyanlara özel olmuştur. Çağdaş Hıristiyanların daha az sert oldukları doğrudur, ama bu Hıristiyanlık sayesinde olmamıştır; Rönesanstan günümü­ze kadar, Hıristiyanları geleneksel âdetleri yüzünden utandıran Özgür düşünür nesiller sayesinde olmuştur. Çağ­daş Hıristiyanların, Hıristiyanlığın gerçekte ne kadar yumuşak ve akli olduğunu söylediklerini duymak ve bü­tün bu yumuşaklığın ve akilliliğin kendi zamanlarındaki bütün muhafazakâr Hıristiyanlara zulüm ettiğini gör­memezlikten geldiklerini fark etmek insanı eğlendiriyor. Bugün, dünyanın, İsa’dan önce 4004 yılında yaratılmadı­ğını herkes biliyor; ama daha yakın bir geçmişte bu ko­nuda şüphe göstermek korkunç bir suçtu. Büyükbaba­mın babası, Etna’nın yamaçlarındaki lavların derinliğini gördükten sonra, dünyanın muhafazakârların inandığın­dan daha eski olması gerektiği sonucuna varmış ve bu­nu bir kitap halinde yayınlamış. Bu suçtan bulunduğu şehir ve toplumdan afaroz edilmişti. Durumu kötü olan biri olsaydı, cezası Tabii daha ağır olurdu. 150 yıl önce inanılan saçmalıklara muhafazakârın şimdi inanmaması lehlerine bir şey kazandırmaz. Hristiyan öğretisinin ya­vaş yavaş zayıflatılması, büyük direnme görmelerine rağ­men Özgür-düşünürlerin saldırıları sayesinde olmuştur.
Hıristiyanların tabiat kanunu konusundaki davranış­ları garipsenecek ölçüde belirsiz ve kararsız olmuştur. Bir yanda Hıristiyanların çoğunluğunun inandığı ser­best irade öğretisi vardı; bu öğreti, hiç olmazsa insan­ların eylemlerinin tabiat kanununa tâbi olmadığını söy­lüyordu. Öte yandan, özellikle onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllarda, Tanrıya, adalet sağlayıcı olarak bakılı­yordu; tabiat kanununun da bir Yaradanın varlığının ka­nıtlarından en başta geleni gibi görülüyordu. Yakın sa­manlarda, serbest iradenin yararına, kanunun hükmüne olan itiraz, bir Kanun Koyucunun kanıtı olarak tabiat kanununa olan inançtan daha güçlü olarak duyulmağa başlandı. Maddeciler, insanların vücut hareketlerinin mekanik olarak tayin edildiğini göstermek, ya da gös­terme teşebbüsünde bulunmak için, söylediğimiz her ne­yin, durumumuzdaki her değişikliğin herhangi serbest bir irade alanının dışında kaldığını göstermemek uma­cıyla, fizik kanunlarına başvurdular. Bu böyle olunca, zincirsiz, isteklerimize bırakılan bir şey varsa onun da değeri olmaması gerekmekteydi. Bir insan bir şiir yaz­dığında, ya da bir cinayet işlediğinde, eylemindeki vücut hareketleri sırf fiziksel sebeplerden doğar, dersek, birin­ci durumda ona heykel dikmek, İkincisindeyse onu asmak anlamsız olurdu. İradenin serbest olacağı bazı metafizik sistemlerde bir saf düşünce bölgesi olabilir; ama bu, baş­kalarına sadece vücut hareketleriyle aktarılabileceğinden, özgürlük hiçbir zaman başkasına aktarılamaz ve toplum­sal değeri olamaz.
Sonra, kabul eden Hıristiyanlar için evrimin büyük etkisi olmuştur. Hayatın başka biçimleri için yapılan id­dialardan tamamıyla ayrı bir şekilde insan için iddia­larda bulunmanın tutar tarafı olmadığını görmüşlerdir. Bu yüzden, insandaki serbest iradeyi korumak için, ya­şayan maddenin davranışım fiziksel ve kimyasal yolla her türlü açıklamağa karşı çıkmışlardır. Aşağı seviyedeki bü­tün hayvanların otomat olduğunu söyleyen Descartes’ın tutumu, liberal ilâhiyatçılar tarafından pek gözde tutul­mamaktadır artık. Devamlılık öğretisi onları bir adım daha öteye gitmeğe eğiyor, ölü madde denen şeyin bile davranışında değişmez kanunlarla sıkı bir disiplin için­de yönetilmediğini ileri sürüyorlar. Şu gerçeği unutuyor gibiler, kanunun hükmünü kaldıracak olursanız, mucize imkânını da ortadan kaldırmış olursunuz, çünkü muci­zeler her zamanki olguları yöneten kanunlara karşı ge­len Tanrının işleridir. Bununla birlikte, bir derinlik ha­vasıyla bütün yaradılışın mucize olduğunu, bu bakımdan bazı özel olayların Tanrının özel müdahalesinin kanıtı olması gerekmediğini tahayyül edebilirim.
Tabiat kanununa karşı bir tepkinin etkisi altında, Hıristiyanlığı savunan bazı kimseler, atomun son öğre­tisine sarılmışlardır, buna göre, bugüne dek inanmış ol­duğumuz fizik kanunlarının, atomların çoğuna uygulan­dığında, ancak bir dereceye kadar, şöyle böyle bir ger­çekliği vardır, oysa bireysel elektron istediği gibi hare­ket etmektedir. Bence bu, sadece geçici bir safhadır, fizik­çiler zamanla en küçük olguyu bile yöneten kanunları bu kanunlar geleneksel fizik kanunlarından bambaşka da olsa bulacaklardır. Nasıl olursa olsun, küçük olgu­lar konusundaki çağdaş öğretilerin tatbikatta önemi olan hiçbir şeyle ilgisi yoktur. Görünen hareketler, herhangi bir kimse için ilgisi olan her türlü hareket o kadar çok atom gerektiriyor ki, ister istemez eski kanunların çer­çevesi içine giriyor. Bir şiir yazmak veya bir cinayet iş­lemek (eski örneğimizi ele alırsak) için bir hayli mürek­kep ya da kurşunu harekete geçirmemiz gerekir. Mürek­kebi meydana getiren elektronlar, kendi küçük dans sa­lonlarında oynayabilirler, ama dans salonu bir bütün ola­rak eski fizik kanunlarına göre hareket etmektedir, sairi veya tâbiyi ilgilendiren sadece budur. Bu yüzden, çağ­daş öğretilerin, ilâhiyatçının ilgilendiği, insanla ilgili sorunların hiçbirinin üstünde önemi yoktur.
Serbest irade sorunu, olduğu yerde kalmış oluyor böylece. En son metafizik konusu olarak, bu konuda ne düşünülürse düşünülsün, tatbikatta önemi olmadığı açık­tır. Herkes karakterin eğitilebileceğinin mümkün oldu­ğuna inanmıştır; herkes alkol ve afyonun davranış üs­tünde belli bir etkisi olduğuna inanmıştır. Serbest irade savunucusu, irade kuvvetiyle içkinin bırakılabileceğini ile­ri sürmektedir, ama sarhoşken bir kimsenin “İngiliz Ana­yasasını” ayıkkenki kadar açık bir şekilde söyleyeceğini ileri sürmemektedir. Çocuklarla uğraşmış olan herkes, on­ları erdemli yapmak için uygun bir rejimin, vâizlerin on iyisinden daha iyi olacağını biliyor. Serbest irade eğre­tisinin tatbikattaki tek sonucu, sağduyuya dayanan bil­ginin rasyonel sonuca vardırılmasına engel olmasıdır. Bir insan, canımızı sıkıcı şekilde davrandığı zaman, ona kötü olarak bakmak istiyoruz, bu sıkıcı davranışının ön­ceki sebeplerden meydana geldiğini, uzun süre geriye gidilecek olursa, doğumundan önceye kadar inildiğini, bu bakımdan muhayyile ne denli geniş olursa o1sun, onun sorumlu tutulamayacağı gerçeğini görmek istemiyoruz.
Hiçbir insan, otomobiline, başka bir insan varlığına karşı davrandığı kadar delice davranmamaktadır. Oto­mobil yerinden kalkmıyorsa, bu sıkıcı davranışını güna­ha yormuyoruz: “Sen kötü bir arabasın, yerinden kalk­madıkça sana benzin vermeyeceğim” demiyoruz. Nere­sinde bozukluk olduğunu araştırmağa çalışıyoruz, düzelt­mek için uğraşıyoruz. İnsan varlıklarına bu şekilde dav­ranmak. kutsal dinimizin gerçeklerine karşı gelmek gibi düşünülüyor. Bu küçük çocuklara karşı davranışa bile uygulanıyor. Çoğu çocukların, ceza yüzünden tekrarla­nan birtakım kötü alışkanlıkları vardır, oysa bunlar dik­kate alınmazsa, kendiliğinden kaybolabilir. Gene de, hem­şireler, sütnineler, birkaçı dışta kalmak üzere ceza vermeyi düşünüyorlar, bu şekilde davranarak, onun zihin sağlığını bozacaklarını akıllarına getirmiyorlar, .Zihin hastalığına, mahkemelerde, kötü alışkanlığını doğurduğu bir şey olarak bakılıyor, cezadan doğan bir şev olarak değil. (New York eyaletinde, geçenlerdeki bir müstehcenlik dâvasına atıfta bulunuyorum burada).
Eğitimde devrim, akıl hastalarıyla geri zekâlıların incelenmesi sonucu yapılabilmiştir, çünkü bunlar, kusur­ları için ahlâk bakımından sorumlu tutulmamışlardır, bu bakımdan normal çocuklardan daha çok bilimsel olarak incelenmişlerdir. Pek yakın zamana kadar, bir çocuk, ders­lerini öğrenemiyorsa, uygun tedavinin sopa veya kırbaç olduğu düşünülüyordu. Bu görüş, çocukların terbiyesin­de, hemen hemen ortadan kalkmıştır, ama ceza hukukun­da hâlâ yaşamaktadır. Suç işlemeğe eğilimli bir kimse­nin önüne geçilmesi gerektiği bellidir, ama her ne kadar, kimse onu ahlâk bakımından sorumlu görmezse de, ku­durmuş bir insanın da başka birini ısırmaması için ün­lenmesi gerekir. Veba çeken bir kimsenin iyileşinceye kadar hapsedilmesi gerekir, kimse onun kötü olduğunu düşünmese de. Kalpazanın da aynı şekilde önlenmesi ge­rekir; ama hangi vak’a olursa olsun, suç fikri olmama­lıdır. Hristiyan ahlâkı ve metafiziği buna karşıysa da, sağduyu bunu gerektirmektedir.
Herhangi bir kuruluşun ahlâkî etkisini yargıla­mamız için, o kuruluştaki içtepi cinsini, bu içtepinin ye­terliliğini o topluluktaki bu içtepiyi kuruluşun ne denli yükselttiğini incelememiz gerekir. Bu içtepi bazen açık, bazen kapalıdır. Bir dağcılar kulübünde, örneğin macera içtepisi vardır, bilim topluluğunda ise bilgi içtepisi var­dır. Ailede, bir kuruluş olarak, kıskançlık ve anne-baba duygusu vardır; bir futbol kulübünde veya siyasi partide yarışma oyununa doğru bir içtepi vardır; ama kuruluş­ların en büyük ikisi, -yani, Kilise ile Devlet psikolojik sâiklerinde, daha karmaşıklık gösterir. Devletin başlı­ca amacı açıkça, hem içteki suç işleyenlere, hem dış düş­manlara karşı güveni sağlamaktır. Korktukları zaman, çocuklar, birbirine sokulur, onlara bir güven duygusu verecek olan bir büyük ararlar. Kilisenin daha karmaşık başlangıcı vardır. Dinin en önemli kaynağının korku olduğundan şüphe yoktur; bu bugün görülebilir, çünkü tehlike yaratan her şey insanların düşüncelerini Tanrı­ya çevirebilir. Savaş, salgın hastalık, gemi batması gibi şeyler insanları dindar yapabilir. Bununla birlikte, di­nin korkudan başka çekici yanları da vardır; özellikle insanın kendi kendine karşı olan beğenisini okşar. Hı­ristiyanlık doğruysa, insanlar göründüğü kadar acınacak solucanlar değildir, evrenin yaratanı için ilginçtir, o ki insanlar iyi hareketler yapınca memnun kalmak, kötü davranırsa canı sıkılmak lûtfunda bulunur. Bu, büyük bir iltifattır. Karınca yuvasına bakıp da, karıncaların hangisinin karınca görevini yaptığını, hangisinin yap­madığını inceleyip, görevlerini yapmayanları birer birer tutup ateşe atmağı düşünmeyiz. Tanrı bunu bizim için yapıyorsa, bizim önemimizi gösteren bir iltifatta bulunu­yor; aramızda iyi olanları cennette ağırlayacaksa, bu daha büyük bir lütuf olacaktır. Sonra oldukça yeni bir düşünce var, buna göre kozmik evrim, bizim iyi dediği­miz sonuçları meydana getirmek amacıyla kurulmuştur, yani bize zevk veren sonuçları. Bu arada evrenin, bi­zim zevklerimizi ve önyargılarımızı paylaşan bir Varlık tarafından yönetilmesini, farz etmemiz gönlümüzü okşa­maktadır.
Dindeki üçüncü psikolojik içtepi, adalet kavramına götüren içtepidir. Çoğu Özgür düşünenlerin bu kavramı büyük bir saygıyla karşıladıklarım ve dogmatikliğin çökmesine rağmen, bunun elden bırakılmaması gerektiği­ni ileri sürdüklerini pek iyi biliyorum. Bu konuda on­larla aynı fikirde değilim. Adalet fikrinin psikolojik in­celemesi, bunun istenmeyen tutkularda kök nalmış oldu­ğunu ve aklın buyruğuyla kuvvetlendirilmesi gerekmedi­ğini gösteriyor gibi. Adalet ilo haksızlık birlikte c'e alın­malıdır; birini ötekinin üstünde durmadan inceleyeceğiz. Tatbikatta “haksızlık” dediğimiz şey nedir? Bu, tatbikatta sürü tarafından beğenilmeyen bir davranıştır. Buna haksızlık diyerek, ve bu kavram çevresinde etraf­lı bir ahlâk düzeni kurarak, sürü, kendini, beğenmedi­ği nesnelerden öç almada doğruluyor, aynı zamanda, türü, tanım bakımından âdil olduğu için, içtepisini zulüm yapmaya bıraktığı anda kendi onurunu yükseltmiş olu­yor. Bu linç etmenin ve suçluların cezalandırıldığı baş­ka yolların psikolojisidir. Adalet kavramının özü, bu ba­kımdan zalimliği adalet kılığına bürüyerek, sadizm için bir çıkış yolu sağlamaktır.
Ama, denecektir, adalet konusunda anlattıklarınız, İbrani peygamberlere hiç de uygulanamaz, onlar ne de olsa, sizin gösterdiğinize göre, bu fikri ortaya çıkaran­lardır. Bunun doğru yanı vardır; İbrani peygamberlerinin ağzında adalet, kendilerinin ve Yahve'nin onayladığı şey­leri ifade ediyordu. Aynı şey, Resullerin İşleri’nde de vardır, şöyle denir: “Çünkü Ruh-ül Kudüs’e ve bize iyi göründü.” (Resullerin İşleri XV. 28). Tanrının zevkleri ve fikirleri konusundaki bu çeşit bireysel güven, frene de herhangi bir kuruluşun temeli yapılamaz. Bu, Protes­tanlığın çarpışması gereken bir güçlük olmuştur hep: ye­ni bir peygamber, kendi vâhiyinin ondan öncekilerden daha sahih olduğunu ileri sürebilirdi, bunun geçerli olma­dığını gösterecek hiçbir şey yoktu Protestanlığın genel görüşünde. Bu bakımdan, Protestanlık sayısız mezhep­lere bölünmüştür, bunlar ise birbirlerini zayıflatmışlar­dır; ve bundan yüzyıl sonra, Katolikliğin Hristiyan inan­cını gösterecek biricik temsilci olarak kalacağı düşünüle­bilir. Katolik Kilisesinde peygamberlere gelen vâhiylerin kendine özel yerleri vardır; ama gerçek Tanrısal vahiy gibi görünen olguların, Şeytan tarafından vahyedilebileceği, tıpkı usta birinin sahici bir Leonardo tablosunu sah­tesinden ayırdığı gibi, Kilisenin bunu ayırabileceği, bu­nun Kilisenin işi olduğu kabul edilmektedir. Bu şekil­de, vahiy, aynı zamanda kuruluş haline gelmektedir. Ada­leti Kilise kabul ediyor, haksızlığı kabul etmiyor. Böylece adalet kavramının etkin bölümü, bir sürü antipatisinin doğrulanması oluyor.
Bu bakımdan, dindeki üç insan içtepisi, korku, ken­dini beğenmişlik ve nefrettir. Dinin amacının, belli ka­nallarda aktığı süre, bu tutkulara bir saygıdeğerlik ha­vası verdiği söylenebilir. Bu tutkular, insanın mutsuzlu­ğuna sebep olduğu için, din kötülüğe yönelmiş bir güç­tür, çünkü insanlara, müeyyidesi olsaydı bir bakıma kon­trol edebilecekleri bu tutkulara, set çekmeksizin kendile­rini bırakmalarını öğütlemektedir.
Kovu dindarlar tarafından ileri sürüleceğini tahmin etmediğim, ama gene de İncelenmeğe değer bir itiraz dü­şünebiliyorum bu noktada. Kin ve nefret, insana özel niteliklerdir; insanlık bu duyguları daima duymuştur, duyacaktır da. Bu konuda en iyi yapılabilecek şeyin, bun­ları daha az zararlı birtakım kanallara yöneltmek ola­cağı söylenebilir. Bir Hristiyan ilâhiyatçısı, bunların Ki­lise tarafından ele ahnmasını, esefle karşıladığı cinsel içtepinın ele almışına benzetebilir. Şehvet düşkünlüğünü, evlilik bağlarıyla sımsıkı bağlayarak, zararsız hale getirmeye çalışabilir. İnsanlık nefret duyacaksa, bu nef­reti gerçekten zararlı olan şeylere yöneltmenin iyi olacağını düşünür, Kilise, adalet kavramı konusunda işte bu şekilde hareket etmektedir.
Buna karşı iki cevap verilebilir, biri, oldukça üstünkörüdür; öteki, işin köküne inmektedir, üstünkörü cevap, Kilisenin adalet kavramının on iyisi olmadığıdır; esas cevap ise, nefret ile korkunun, bugünkü psikolojik bilgimizle ve sanayi tekniğimizle insan hayatından tamamıyla kaldırılabileceğidir.
İlk olarak birinci noktayı alalım ele. Kilisenin ada­let kavramı türlü sebeplerden toplumsal bakımdan, istenmeyecek bir şeydir her şeyden önce de zekâ ve bilimi baltaladığı için. Bu kusur, İncillerden gelmektedir. İsâ bize küçük çocuklar gibi olmamızı söylüyor, ama küçük çocuklar yüksek matematiği anlayamazlar, paranın ilke­lerini ya da hastalıkla çarpışma yollarını bilemezler. Ki­liseye göre, bu gibi bilgi edinmek, görevlerimizden de­ğildir. Kilise, eskisi gibi, bilimin kendi başına günah ol­duğunu ileri sürmüyor artık; ama günah değilse bile, tehlikelidir, çünkü zekânın kibire yol açması dolayısıyla Hristiyan dogmasından şüphelenmeğe başlanabilir, ör­neğin iki adam alın ele, bunlardan biri geniş bir tropikal bölgede sarı hummayı yenebilmiş, ama bu arada evli ol­madığı kadınlarla bazı ilişkilerde bulunmuş; öteki, tem­bel tembel oturmuş, karısı bitkinlikten ölünceye kadar her yıl bir çocuk yapmış, çocuklarına bakmamış, yarası önlenebilecek hastalıklardan ölmüş, ama hiçbir zaman zinada bulunmamış. Her iyi Hristiyan, bu adamlardan İkincisinin birincisine göre daha erdemli olduğunu ileri sürecektir. Bu gibi bir davranış Tabii tamamıyla boş inan­ca dayanmakta ve akla aykırı olmaktadır. Günahın ön­lenmesi, olumlu meziyetten daha önemli görüldüğü süre, bilimin yardımının önemi tanınmadıkça, bu gibi saç­malıklar ister istemez yaşayacaktır.
Kilisenin tatbik ettiği şekilde korku ve nefretin kul­lanılmasına karşı ikinci, daha temel olan itiraz, bu duy­guların bugün eğitim, İktisadi ve siyasi devrimler saye­sinde insanın yaradılışından hemen hemen tamamıyla de­nebileceğidir. Eğitim devrimi, temeli teşkil etmelidir, çünkü nefret ve korku duyan kimseler bu duygulara ay­nı zamanda hayran kalacaklar ve tekrarlamak isteyecek­lerdir, bu hayranlık ve dilek vasat Hristiyan’daki gibi bilinçdışı da olabilir. Korkuyu ortadan kaldırmayı amaç güden bir eğitimin kurulması hiç de güç değildir. Çocu­ğa iyilikle davranmak, onu feci sonuçlar doğurmayacak teşebbüslerini mümkün kılacak bir ortama koymak, akıl­dışı korkuları olan büyüklerle temasa getirmemek, karan­lıktan farelerden veya toplumsal devrimlerden korkma­yan kimseler arasına koymak gerekir. Çocuk ağır ceza da görmemelidir, tehdide, aşırı derecede azara maruz kalmamalıdır. Bir çocuğu, nefret etmesinden kurtarmak daha güç iştir. Kıskançlık doğuran durumlar, türlü ço­cuklar arasında inceden inceye âdil bir şekilde önlenme­lidir. Çocuk, hiç olmazsa ilişkisi olduğu bazı büyükler tarafından sevildiğini duymalıdır, hayata ve sağlığa teh­like teşkil eden durumlar dışta kalmak üzere, Tabii, faa­liyet ve meraklarından alıkonmamalıdır. özellikle cinsiyet konusunda yasak konmamalıdır, ya da geleneksel kafalı kimselerin uygunsuz gördüğü konularda konuş­maktan alıkonmamalıdır. Bu basit ilkeler baştan dikkat edilirse, çocuk korkusuz ve dostluk içinde büyür.
Bununla birlikte, ergin hayatına başladığı zaman, böyle yetişmiş bir genç, kendinin bir haksızlık, salimlik, sefillik dünyasına daldığını fark eder. Çağdaş dünyamız­da varolan adaletsizlik, zulüm ve sefalet geçmişten bize kalan mirastır, en son kaynağı da iktisada dayanmakta­dır, çünkü yaşama vasıtaları için, ölüm-kalım yarışması eskiden kaçınılmaz bir şeydi. Çağımızda kaçınılmaz de­ğildir. Bugünkü sanayi tekniğimizle, istersek, herkesi geçindirebilecek kadar malzeme sağlayabiliriz. Savaşı, salgın hastalıkları ve açlığı, gebeliği önlemeye tercih eden Kiliselerin siyasi etkisi tarafından önlenmese, dünya nü­fusunun belli bir seviyede donup kalmasını da sağlayabi­liriz. Evrensel mutluluğu sağlayabilecek bilgi vardır; bu amaç için kullanılmasının biricik engeli dinin söyle­dikleridir. Din, çocuklarımızın rasyonel bir eğitim görme­sine engel olmaktadır; din savaşın esas sebeplerini orta­dan kaldırmamızı önlemektedir; din, günah ve ceza ko­nusundaki eski vahşi öğretilerin yerine, bilimsel işbirliği ahlâkını öğretmemize engel oluyor. Olmasa, insanlığın bir altın çağın eşiğinde olması mümkündür.
Sh: 22-44

****

[Bu deneme, bir kitapçık halinde 1925 te basılmıştır.]
İnsan, Tabiatın bir bölümüdür, Tabiata karşıt bir şey değildir. Düşünceleri ve vücut hareketleri, yıldızları ve atomları yöneten aynı kanunlara tâbidir. Fiziksel dün­ya, insanla karşılaştırıldığında büyüktür Dante’nin sa­manında sanıldığından daha büyüktür, ama yüzyıl kadar önce sanıldığı kadar da büyük değildir. Yukarıya, aşa­ğıya doğru, büyükte, küçükte, bilim sınırlarına varıyor gibi. Evrenin uzayda sınırlı olduğu, ışığın, çevresinde bir­kaç milyon yılda dolaşabileceği düşünülmektedir. Mad­denin, belirli büyüklükte ve dünyada belirli bir sayıda var olan elektron ve protonlardan meydana geldiği dü­şünülmektedir. Eskiden düşünüldüğü gibi, belki değişme­leri sürekli olmayabilir, belli asgari bir sıçramadan daha küçük olmayan sıçramalarla yol alması muhtemeldir. Bu değişikliklerin kanunu, pek az sayıda, pek genel ilkeler topluluğu ile özetlenebilir, bu ilkeler tarihinin herhangi küçük bir bölümü bilindiğinde, dünyanın geçmişini ve geleceğini tayin etmektedir.
Fizik bilimi öyle bir safhaya erişmek üzere ki, yer­deyse tamam olacak, dolayısıyla da ilginçliğini kaybede­cektir. Elektron ve protonların hareketlerini yöneten ka­nunlar bilindi mi, geri kalan sadece coğrafyadan İbaret­tir dünyanın tarihinin bir bölümü boyunca dağılışını anlatan bazı belli olaylar topluluğudur. Dünyanın tari­hini tayin etmek için gereken coğrafya olaylarının tuta­rı muhtemelen sonludur; kuramsal bakımdan hepsi bü­yük bir kitabın içine girebilir ve bir hesap makinesiyle, bir kol çevirmeyle, araştırıcının yazılı olanlardan başka zamanlardaki olayları da bilmesini sağlayabilir. Eksik buluşun tutkulu zevkinden daha az ilginç ve daha çok ayrı herhangi bir şey tahayyül etmek güçtür. Bu uzun bir dağa tırmanıp da tepesinde sis’e çevrili, ama telsiz­le donatılmış, bira satan bir lokantadan başka bir şey bulamamağa benzer. Ahmes’in zamanında kerrat cetveli heyecan verici bir şey olmuş olabilir.
Kendi başına ilginç olmayan bu fiziksel dünyada, İnsan, bir bölümü teşkil etmektedir. Vücudu, başka mad­deler gibi elektron ve protonlardan meydana gelmiştir  ki bildiğimizce, hayvan ve bitkiler gibi aynı kanunlara tâbidir. Bazıları fizyolojinin fiziğe indirilemeyeceğini dü­şünüyorlar, ama bunların yanıldığını düşünmek tedbirli­ce bir şey olur. Yolculuklar nasıl yollara ve demiryol­larına bağlıysa, aynı şekilde “Düşüncelerimiz”, dediği­miz şeyler, de beyindeki kıvrıntılara dayanmaktadır. Dü­şünürken kullanılan enerjinin kimyasal bir başlangıcı olduğu sanılıyor; örneğin iyot eksikliği, zeki bir adamı budala yapıveriyor. Zihin olguları, maddi yapılarla ilgili gibi görünüyor. Bu böyle olursa, tek bir elektronun ve­ya protonun “düşünebileceğini” hayal edemeyiz; yoksa bu tek bir kimsenin kendi başına futbol oynaması gibi bir şey olur. Bireyin düşüncesinin de ölümden sonra yaşayabileceğini düşünemeyiz, çünkü ölüm, beyinin düzeni­ni bozmakta ve beyin kıvrıntılarını kullanan enerji boşa gitmektedir.
Hristiyan dininin merkez dogmaları olan Tanrı ve ruhun öldükten sonra yaşaması, bilimde destek bulamı­yor. Bu öğretilerin her biri, din için elzem denemez, çün­kü Budizmde bunların hiçbiri yoktur. (Ölümsüzlük ko­nusunda, kayıtsız şartsız bu gibi bir beyan yanıltıcı ola­bilir, ama incelemenin sonunda doğru olduğu görülür). Ama biz, Batıda, bunları ilâhiyatın daha küçültülemeyecek asgarisi olarak düşünmeğe başladık. Bu inançlara bağlı kalacak kimseler olacaktır Tabii, çünkü kendimizi erdemli, düşmanlarımızı kötü görmek bize nasıl hoş geliyorsa, bu da bize hoş gelmektedir. Ama bence, hiçbiri için sebep yok. Tanrının var olmadığını ispat edebilece­ğimi iddia etmiyorum. Şeytanın da bir hayal olduğunu ispat edemem. Hristiyan Tanrısı var olabileceği gibi, Olimpos'un, eski Mısır’ın, Babil’in Tanrıları da var olmuş olabilir. Ama bu varsayımlardan hiçbiri, bir ötekinden daha muhtemel değildir: bu muhtemel, bilgi alanının öte­sindedir, bu bakımdan, herhangi birini ele almak gerek­mez. Bu soru üstünde fazla duracak değilim, çünkü Leibniz üstüne yazdığım kitapta bundan bahsettim.
Bireyin ölümsüzlüğü sorunu oldukça başka bir te­mele dayanıyor. Burada her iki bakımdan da kanıt müm­kündür. İnsanlar, bilimin uğraştığı her günkü dünyanın bölümüdür, varlıklarını tayin eden şartlar da ortaya çı­karılabilir. Bir su damlası, ölümsüz değildir, oksijen ve hidrojene çevrilebilir. Bu bakımdan, bir su damlası kay­bolduktan sonra, sululuk niteliğini muhafaza edeceği söylenseydi şüpheyle karşılardık bunu. Aynı şekilde beynin ölümsüz olmadığını biliyoruz, canlı bir vücudun teşkilât­lı enerjisi sanki ölümde terhis oluyor, bu bakımdan kollektif eylem için uygun olmuyor. Zihin hayatımız diye baktığımız şeyin, beyin yapısına ve teşkilâtlı vücut ener­jisine bağlı olduğunu gösteriyor bütün kanıtlar. Bu ba­kımdan, vücut hayatı bitince, zihin hayatının da bitme­si rasyonel oluyor. Bu muhakeme, imkânlardan biridir sadece, ama çoğu bilimsel sonuçların dayandığı ihtimal­ler kadar kuvvetlidir.
Bu sonuca saldırılabilecek türlü sebepler var. Psi­şik araştırma, ruhun ölümden sonra yaşadığını gösteren gerçek bilimsel kanıtlar olduğunu söylüyor, şüphesiz ki, tatbik ettiği usuller de bilimsel bakımdan doğrudur. Bu çeşit kanıt, bilimsel yaradılışı olan kimsenin reddedemiyeceği derecede insanı etkileyebilir. Bununla birlikte, kanıta verilecek değerin, ruhun ölümden sonra yaşama­sı varsayımının önceki ihtimaline dayanması gerekir. Her­hangi bir olgu serisini anlatmak için, türlü yollar var­dır, bunlardan önceden en az muhtemel olanını tercih edeceğiz, ölümden sonra yaşamamızı muhtemel gören­ler, bu görüşü psişik gerçeklerin en iyi açıklaması ola­rak görecektir. Bu kurama başka sebeplere dayanarak imkânsız olarak bakanlar, başka açıklamalar arayacaklardır. Ben, ruhun ölümden sonra yaşadığından yana olan psişik araştırma tarafından şimdiye dek ileri sürülen ka­nıtları, öte taraftaki fizyolojik kanıtlardan çok daha zayıf görüyorum. Ama her an, daha kuvvetlenebileceğini kabul ediyorum, o zaman ruhun ölümden sonra yaşama­dığına inanmak bilime aykırı olur.
Bununla birlikte, bedenin ölümden sonra yaşaması ölümsüzlükten ayrı bir şeydir: sadece psişik ölümün bir gecikmesi olabilir. İnsanların inanmak istediği ölümsüz­lüktür. Ölümsüzlüğe inananlar, benim burada kullandı­ğım fizyolojik kanıtlara karşı çıkacaklardır, bedenle ruhun tamamıyla ayrı şeyler olduğunu, ruhun bedenimiz içindeki organlar aracılığıyla meydana gelen ampirik be­lirtilerden apayrı şey olduğunu ileri süreceklerdir. Bunun bir metafizik boş inanç olduğunu sanıyorum. Zihin ve madde, en son gerçekler olmayıp, bazı amaçlar için kullanılan uygun terimlerdir. Ruh gibi, elektron ve pro­tonlar da mantıki birtakım hayallerdir; aslında herbiri, bir tarih, tek bir sürekli varlık değil, bir olaylar dizisi­dir. Ruh konusunda, bu gelişmenin ortaya koyduğu ger­çekler yüzünden apaçık bir şeydir. Gebe kalmak, hamile­lik, ve bebeklik üstünde düşünen herkes, ruhun bölün­mez bir şey olduğunu, bu süreç boyunca mükemmel ve tam olduğuna inanmaktadır. Beden gibi geliştiği apa­çıktır, hem sperma, hem de yumurtalıktan çıkmaktadır, bu bakımdan bölünemez. Bu, maddecilik değildir: sadece, her ilginç olan şeyin, ilk madde meselesi değil, bir teşkilât meselesi olduğunun kabulüdür.
Metafizikçiler ruhun ölümsüz olması gerektiği konu­sunda sayısız muhakemeler yürütmüşlerdir. Bütün bu muhakemeleri yıkabilecek basit bir deney vardır. Hepsi de aynı zamanda ruhun bütün uzaya yayılması gerekti­ği üstünde durmaktadırlar. Ama uzun yaşamak için şiş­manlama kaygısında olmadığımızdan, sözü geçen metafizikçilerin hiçbiri muhakemelerinin bu tatbikatına dikkat etmemişlerdir. Pek kabiliyetli adamları bile körleştirebilecek, onların yanlış yapmalarına sebep olacak, is­teğin şaşırtıcı gücünün bir örneğidir. Ölümden korkmasaydık, ölümsüzlük fikrinin ortaya çıkmış olacağını san­mıyorum.
Korku, hayatta daha birçok şeyin olduğu gibi, din dogmasının da temelidir. Birey ya da toplu halde insan varlıklarından korkma, toplum hayatımızı çok etkilemek­tedir, ama tabiattan korkma, dini doğurmaktadır. Zihin ve madde antitezi, görmüş olduğumuz gibi, oldukça haya­lidir; ama daha önemli olan bir antitez daha vardır bu, isteklerimizle değiştirebileceğimiz ve değiştiremeyeceğimiz şeyler arasındaki antitezdir, ikisi arasındaki çizgi, ne ke­sindir, ne değişmez cinstendir bilim ilerledikçe, birçok şey daha bir kontrol altına alınabilmektedir. Gene de kesin olarak öte yanda bazı şeyler kalmaktadır. Bun­lar arasında dünyamızın büyük olayları vardır, astrono­minin uğraştığı olaylar cinsindendir bunlar. Ancak yer­yüzünün üstündeki, ya da yakınındaki şeyleri isteğimize göre bir derece kalıba sokabiliyoruz. Yeryüzünün üstün­de bile iktidarımız sınırlıdır. Her şeyden önce ölümü önleyemiyoruz, her ne kadar çoğu zaman geciktirebiliyorsak da.
Din bu antitezi yenmek için bir teşebbüstür. Dünya Tanrı tarafından kontrol ediliyorsa, Tanrı da dua ile harekete gelebilirse, Kâdiri Mutlaklıktan kendimize bir pay almış oluyoruz. Eskiden dualara mucizeler cevap verirdi, Katolik Kilisede durum hâlâ böyledir, ama Protestanlar bu gücü kaybetmişlerdir. Bununla birlikte, mu­cize olmadan da olur, çünkü Takdiri İlâhi, mümkün en iyi neticeleri verecek şekilde tabiat kanunlarını düzenle­miştir. Böylece Tanrıya inanma hâlâ tabiat dünyasını insanlaştırmağa yardım etmektedir ve fizik kuvvetlerini gerçekten kendi müttefikleri gibiymiş gibi görmelerini sağlamaktadır. Aynı şekilde ölümsüzlük de ölüm korku­sunu ortadan kaldırmaktadır, öldüklerinde sonsuz mut­luluğa erişeceklerine inanan kimselerin ölüme dehşetle bakmamaları gerekir, bununla birlikte ki bu doktorlar için iyidir, daima böyle olmamaktadır. Bununla birlik­te, tamamıyla ortadan kaldıramasa da, insanların korku­sunu oldukça yatıştırmaktadır.
Temeli korku olduğu için, din, bazı korkulara kötü olarak bakılmamasını sağlamıştır. Bunda, insanlığa çok kötü bir hizmette bulunmuştur: bütün korkular kötüdür, öldüğüm zaman çürüyeceğime, ben’imden hiçbir şeyin ya­şamaya devam etmiyeceğine inanıyorum. Genç değilim, ve hayatı seviyorum. Ama yok olma düşüncesi karşısın­da korkuyla titremeyle alay ederim. Mutluluk sona erse de, gene mutluluktur, sonsuz olmadıklarından, düşünce ve aşk değerlerinden kaybetmezler. Giyotine gururundan bir şey kaybetmeden giden çok insan vardır; aynı gu­rurun, bize, insanın dünyadaki yerini öğretmesi için, yardımı gerektiği açıktır. Geleneksel insansı mitosların içerdeki sıcaklığından sonra, bilimin açık pencereleri il­kin bizi biraz titretse bile, sonunda taze hava insana güç verir, ve büyük mekânların kendilerine özel bir görkemi vardır.
Tabiat felsefesi başka, değer felsefesi başka şeydir. Bunları karıştırırsak, sadece zarara uğramış oluruz. İyi diye düşündüğümüz şeyin, olmasını istediğimiz şey ile hiçbir ilgisi yoktur; bu, tabiat felsefesinin sorunudur, öte yandan, insan-olmayan dünya bunu değerlendirmiyor diye, şunu bunu değerlendirmemiz yasaklanamaz bize, “ta­biat kanunu” diye de ille de bir şeye hayran kalmamız gerekmez. İsteklerimizi, ümitlerimizi, korkularımızı, fi­zikçinin bulmağa başladığı kanunlara göre meydana ge­tirmiş olan tabiatın parçası olduğumuza şüphe yok. Bu anlamda tabiatın bir parçasıyız, tabiata tâbiyiz, sonun­da da tabiat kanunlarının sonucunun kurbanı olacağız.
Tabiat felsefesi ille de yeryüzüne inhisar etmemeli­dir; çünkü yeryüzü Saman Yolu’nun küçük yıldızlarının küçük gezegenlerinin sadece bir tanesidir, önemsiz ge­zegenimizin minik parazitlerinin hoşuna gidecek birta­kım sonuçlar elde etmek için tabiat felsefesini bozmak gülünç olur. Vitalizm, [İlke olarak hem ruhtan hem de organizmadan ayrı bir hayatı kabul eden fizyolojik öğreti. Bu görüş, bütün uzvi aksiyonları kapsar. ] bir felsefe olarak ve evrimcilik, bu bakımdan bir nisbet duygusu ve mantık yokluğu göster­mektedir. Bizim kendimiz için ilginç olan hayatın gerçek­lerine, kozmik bir önemi varmış gibi, yeryüzüne inhisar eden bir şey değilmiş gibi bakıyorlar. İyimserlik ve kö­tümserlik de, kozmik felsefeler olarak, aynı safdil hüma­nizmi göstermektedir; tabiat felsefesinden tanıdığımız kadar, büyük dünya, ne iyidir, ne kötü ve bizi mutlu veya mutsuz kılmak için kaygılanmamaktadır. Bütün bu felsefeler insanın kendi kendine önem vermesinden doğ­maktadır ve az bir astronomiyle düzeltilebilmektedir.
Ama değer felsefesinde durum tersine çevrilmekte­dir. Tabiat, bizim hayal edebildiğimizin ancak bir parça­sıdır; gerçek veya hayali her şey bizce takdir edilebilir, bizim verdiğimiz değerin yanlış olduğunu gösterecek dış­ta bir standart yoktur. Biz kendimiz değerin en son ve reddedilemeyecek hakemleriyiz, değer dünyasında da Ta­biat, sadece bir bölümdür. Böylece bu dünyada bizler, Tabiattan daha büyük oluyoruz. Değerler dünyasında, Tabiatın kendi nötrdür, ne iyidir, ne kötü, ne hayranlık, ne de yargılanmak ihtiyacındadır. Değeri yaratan bizleriz, değer veren isteklerimizi de yaratan bizleriz. Bu alanda krallarız, Tabiatın karşısında eğilirsek, krallığımı­zı küçük düşürmüş oluruz. İyi hayatı sağlayacak bizle­riz, Tabiat değildir Tanrı olarak kişileştirilmiş Tabiat bile değil.
Türlü zamanlarda ve türlü topluluklarda iyi hayat konusunda türlü kavramlar ortaya çıkmıştır. Bir dere­ceye kadar bu ayrılıklar muhakeme yoluyla açıklanabili­yordu; bu, insanlar belli bir sonuca varmak için başvu­rulacak yollar konusunda ayrıldıkları zamanlardaydı. .Ba­zıları hapis etmenin suçu önlemek için iyi bir yol oldu­ğunu düşünmektedir; bazılarıysa eğitimin daha iyi ola­cağı üstünde durmaktadır. Bu çeşit bir ayrılık, yeterli kanıt göstererek bir sonuca vardırılabilir. Ama öyle ayrılıklar vardır ki, bu şekilde denenemez. Tolstoy her türlü savaşı mahkûm ediyordu; bazıları hak uğruna sa­vaşan bir askerin asilce davrandığını söylemektedir. Bu­rada sez konusu olan muhtemelen amaçlardaki gerçek ayrılıktı. Askeri övenler, günahkârların cezalandırılmala­rını başlı başına iyi bir şey olarak görürler; Tolstoy böy­le düşünmüyordu. Bu gibi bir konuda herhangi bir mu­hakeme yürütülemez; bu bakımdan iyi hayat konusun­daki görüşüm ispatlanamaz, sadece görüşümü açıklaya­bilir, mümkün olduğu kadar çok sayıda kimsenin be­nimle hemfikir olmasını ümit edebilirim. Şudur benim görüşüm: İyi hayat, sevgiden ilham alan ve bilgiyle yö­netilen bir hayattır
Bilgi olsun, sevgi olsun, ikisi de sonsuzca genişletilebilir, bu bakımdan iyi bir hayat ne denli iyi olursa olsun, daha iyi bir hayat düşünülebilir. Bilgisiz sevgi, ya da sevgisiz bir bilgi iyi bir hayat doğuramaz. Ortaçağ­larda salgın hastalık bir ülkede patlak verdi mi, rahip­ler halkın kiliselerde toplanmasını ve kurtuluş için dua etmesini sağlarlardı; bunun sonucu hastalık dua edenler yığını arasında olağanüstü derecede çabuk yayılırdı. Bu, bilgisiz sevginin bir örneğidir. Son savaş sevginin yer almadığı bir bilgi örneğiydi. Her iki durumda da sonuç büyük çapta ölüme sebep olmuştur.
Her ne kadar hem sevgi, hem de bilgi gerekse de, sevgi bir bakıma daha temeldir, çünkü zeki kimselerin bil­gi peşinde koşmasını sağlar, sevdiklerine nasıl fayda sağlayacağını arar. Ama insanlar zeki değilse, kendileri­ne ne söylenirse ona inanırlar, en gerçek iyilik severliklerine rağmen kötülük etmiş olurlar. Demek istediğimi en iyi Tıp sağlıyor sanıyorum. İyi bir doktor, bir has­taya dostundan daha büyük iyilik eder, tıp biliminde iler­leme de, bilgisiz bir insancıllıktan, bir topluluğun sağlı­ğına daha çok yardım eder. Gene de bilimin buluşların­dan sadece zenginler faydalanacaksa, burada bile bir iyi­likseverlik unsurunun bulunması gerekir.
Sevgi türlü duyguları içine alan bir kelimedir; bü­tün bu anlamları ifade etmek istediğimden bu kelimeyi bile bile kullandım. Sevgi bir hareket olarak bu anlam­da alacağım çünkü sevgi “prensip” bakımından bana gerçek gibi gelmiyor iki kutup arasında hareket eder: bir yandan istiğraktan büyük zevk duyma, öte yandan büyük bir iyilikseverlik. Cansız nesneler söz konusu ol­duğunda sadece zevk giriyor işin içine; bir manzaraya veya sanata karşı iyilikseverlik duymayız. Bu çeşit zevk alma herhalde sanatın kaynağıdır. Bu küçük çocuklar­da erginlerden daha güdüdür genellikle, büyükler nes­nelere daha çok faydası nispetinde değer verirler. Sa­dece estetik, istiğrak konusu olarak baktığımızda insan varlıklarına karşı duyduğumuz duygulardan büyük rol oynar, kimilerini güzel, kimilerini çirkin buluruz.
Sevginin karşı kutbu saf iyilikseverliktir. İnsanlar cüzzamlılara yardım etmek için hayatlarını feda etmiş­lerdir; bu anlamda duydukları sevginin herhangi bir estetik zevkle ilgisi yoktur. Anne-baba sevgisi, genel ola­rak çocuğun görünüşünden zevk duyar, ama çocuk uzak­tayken de bu duygu güdü olarak devam eder. Bir an­nenin hasta çocuğuna karşı gösterdiği ilgiye “iyilikse­verlik” demek saçma olur, çünkü bu kelimeyi büyük ya­nı yalan olan bir duygu için kul1 anmaktayız. Ama baş­ka bir kelime bulmak güçtür. Bu çeşit bir istek, anne-baba duygusu söz konusu olduğunda her türlü kuvvet derecesine çıkabilir. Başka durumlarda çok daha az şid­detlidir; başkalarına karşı duyulan duyguların hepsi, bir çeşit anne-baba sevgisi, ya da bazen onun bir başka şeye yönelmesidir. Daha iyi bir kelime bulamadığım için bu duyguya “iyilikseverlik” diyorum. Ama bir ilkeden söz etmediğimin bir duygudan bahsettiğimin kesinlikle bilinmesini istiyorum; bu kelimeye, bazen atfolunduğu gi­bi, herhangi bir üstünlük duygusu da katmıyorum. “Sem­pati” (duygudaşlık) kelimesi demek istediğimi bir bakı­ma açıklarsa da. içine sokmak istediğim hareket unsuru­nu ihtiva etmemektedir.
Sevgi tam anlamında zevk ile iyilik-dileme gibi iki etkenin birbirinden ayrılamayacak bir karışımından mey­dana gelir. Bir anne-babanın güzel başarılı bir çocuğu için duyduğu sevgi iki etkeni de içine alır; cinsiyet sev­gisinde de durum böyledir. Ama cinsiyet sevgisinde emin bir şekilde mülkiyet olduğunda iyilikseverlik vardır, yok­sa, her ne kadar zihindeki zevk daha büyük çapta artarsa da, kıskançlık onu yıkar. İyilik duygusu olmayan zevk, zalim olabilir; zevk almaksızın iyilik duygusu duymak soğukluk, biraz da üstünlük doğurur. Sevilmek isteyen bir kimse, her iki etkeni de içinde bulunduran bir sev­ginin nesnesi olmayı ister, ancak bebeklik çağındaki gibi veya hastayken son derece zayıf olunduğunda durum de­ğişebilir. Tersine olarak, son derece kuvvetli olundu­ğu zamanlarda da, iyilikten çok hayran kalınmak iste­nir: zorbaların ve ünlü güzellerin zihin durumu böyle­dir. İnsanlardan iyilik, ancak onlardan, yardım, tehlike sezdiğimiz nispette isteriz. Bu hiç olmazsa biyolojik mantık bakımından böyledir, hayat için gerçek değildir pek. Yalnızlık duygusundan kurtulmak için, dediğimiz gibi “anlaşılmak” için sevgi isteriz. Bu sadece iyiliksever­lik değil, aynı zamanda bir sempati, yani duygudaşlık meselesidir de; sevgisi hoşumuza giden kimse sadece iyi­liğimizi istemekle kalmamalı, aynı zamanda nasıl mutlu olacağımızı da bilmelidir. Ama bu iyi hayatın öteki et­kenine, yani bilgiye aittir.
Mükemmel bir dünyada her duygulu varlık, her bir başkası için, zevk, iyilikseverlik ve anlayışlılık'ın bölün­mez bir şekilde meydana getirdiği sevgi nesnesi olur. Bundan, günümüzün dünyasında karşılaştığımız bütün duygulu kimselere karşı böyle davranmamız gerektiği çı­karılmamalıdır. Tiksinç geldiği için hoşumuza gitmeyecek çok kimse vardır. Onlarda güzel arayarak yaradılışı­mıza karşı şiddet kullanacak olursak, Tabii olarak güzel bulduğumuz şeylere karşı olan algılılığımızı körleştiririz. İnsanlar bir yana, dünyada daha pire, tahta kurusu ve bit gibi şeyler de vardır Tabii. Bazı azizlerin bitlere “Tanrı­nın incileri” dediği olmuştur, ama bu adamların bitten zevk almaları sadece kutsallıklarını teşhir içindi.
İyilikseverlik daha da genişletilmeye elverişlidir, ama iyilikseverliğin de sınırları vardır. Bir hanımla ev­lenmek istiyorsak, sonradan onunla evlenmek isteyen bi­ri olduğunu anlarsak, hanımı bırakıp o alsın diyerek iyi­lik etmek istemeyiz, buna haklı olarak bir yarış alanı gö­züyle bakabiliriz. Yine de rakibimize karşı duygularımız tamamıyla iyi olmaz. Yeryüzündeki iyi hayat tariflerinin hepsinde bir hayvan canlılığı ve içgüdüsü temeli olduğu­nu farz etmemiz gerekiyor sanıyorum. Onsuz hayat pek ehli olur, ilginçliği kalmaz. Uygarlık buna eklenecek bir şeydir, yerini alacak bir şey değil; riyazetçi aziz ile yalnız yaşayan bilge tam insan varlığı olamamaktadır bu bakımdan. Bunların pek azı bir topluluğu bencileştire­bilir; ama hep onlardan meydana gelen bir dünya (sıkın­tıdan patlar.
Bu düşünceler, en iyi sevgide bir zevk etkeni üstün­de durmağa götürüyor. Bu gerçek dünyada, zevk, kaçı­nılmaz bir şekilde seçmeyle ilgili, bu yüzden, bütün in­sanlık için aynı duyguyu duymamızı önlüyor. Zevkle iyi­likseverlik arasında çatışma doğunca, genellikle bir uz­laşma yoluna gitmeleri gerektir, hiç biri ötekisine tamamıyla teslim olmamalıdır. İçgüdülerin kendi haklan var­dır, ve bir noktadan öte, onlara karşı şiddet kullanacak olursak, sonra bizden ince yollardan öcünü alır. Bu ba­kımdan, iyi bir hayat düşünürken, insan imkânının sı­nırlarını da göz önüne getirmek gerektir. Bununla bir­likte, burada da, yine bilgi gerekliliğine gelmiş oluyoruz.
Bilgiden, iyi hayatın bir etkeni olduğundan söz eder­ken, ahlâk bilgisini düşünmüyorum, bilimsel bilgiden, bel­li bazı olayların bilgisinden sez ediyorum. Ahlâk bilgisi diye bir şey olabileceğini sanmıyorum. Belli bir amaca erişmek istiyorsak, bilgi bize yolu gösterir, bu bilgiyse bir bakıma ahlâk bilgisi diye geçer. Muhtemel sonuçlarına atıfta bulunmadan, hangi davranışın doğru, hangisi­nin yanlış olduğu üstünde karar verebileceğimizi sanmı­yorum. Erişilecek bir amaç olduğunda, onu nasıl gerçek­leştirmek meselesi bilime kalmış bir iştir. Bütün ahlâk kurallarını, istediğimiz sonuçları gerçekleştirmeğe eğilim­li olup olmadığını inceleyerek, denememiz gerekir, iste­diğimiz amaçlar diyorum, istemek zorunda olduğumuz amaçlardan söz etmiyorum. İstemek zorunda olmak, baş­ka birinin bizim için filân şeyi istemesi demektir. Ge­nellikle makamlar bizlerden birtakım şeyler ister -annebaba, okul öğretmenleri, polis, yargıçlar- Bana “filân falan şeyi yapman gerekiyor” derseniz, sözünüzün hareke­te getirici gücü, benim, sizin tasvip etmeniz isteğimdedir muhtemelen aynı zamanda tasvibiniz veya tasvip etme­menizle ilgili mükâfat veya ceza da olacaktır. Her türlü davranış istekten doğduğu için, ahlâk kavramları da, is­teği etkilediği süre, ancak önem kazanabilir. Bunu tas­vip olunmamaktan korktuğu için yapar. Bunlar güçlü toplumsal kuvvetlerdir, herhangi toplumsal bir amaç ger­çekleştirmek istiyorsak, ister istemez onları kendi tara­fımıza geçirmeğe çalışacağız. Davranışın, ahlâkın muh­temel sonuçlarıyla yargılanabileceğim söylerken, diledi­ğimiz toplumsal amaçları gerçekleştirmesi muhtemel davranışın tasvibini, karşı davranışın ise tasvip olunma­masını istiyorum demektir. Bugün böyle davranılmamaktadır; bazı geleneksel kurallar vardır, bunlara göre tas­vip veya ret, sonuçlar göz önüne getirilmeden yapılmak­tadır. Ama bu gelecek bölümde ele alacağımız bir ko­nudur.
Kuramsal ahlâkın boşluğu, basit durumlarda apaçık görünür. Örneğin, farz edin çocuğunuz hasta. Sevginiz onun iyi olmasını istiyor, bilim de nasıl iyi olacağını söy­lüyor size. Kuramsal ahlâkda çocuğunuzun iyileşmesinin daha iyi olacağını söyleyen bir ara safha yoktur. Hareketiniz, bir amaç gerçekleştirmek isteği ile çare bilgisin­den doğmaktadır. İyi olsun kötü olsun, bu, aynı zamanda bütün hareketler için böyledir. Durumlara göre amaçlar değişebilir, bilgi de bazı durumlarda başkalarına nazaran daha yeterli olabilir. Ama insanlara yapmak istemedik­leri şeyi yaptırma yolları yoktur. Mümkün olan bir mü­kâfat veya ceza sistemiyle -bu arada toplumsal tasvip ve­ya reddin de büyük rolü vardır- isteklerini değiştirmek­tedir. Kanun koyucu ahlâkçı için, mesele şu oluyor böylece: kanun koyucu makam tarafından istenenin azamisi­ni sağlamak için bu mükâfat ve ceza sistemini nasıl dü­zenlemek gerekir? Kanun koyucu makamın kötü istek­leri olduğunu söyleyecek olursam, isteklerinin, kendimin ait olduğu topluluğun bir bölümünün istekleriyle çatıştığını demek istiyorumdur sadece. İnsan isteklerinin dı­şında ahlâk ölçüsü yoktur.
Böylece ahlâkı bilimden ayıran şey, herhangi özel bir bilgi değildir, sadece istektir. Ahlâkta gereken bilgi, başka yerdeki bilgiye benzer tamamıyla; özel olan şey, bazı amaçların ve onlara götürecek doğru davranışın is­tenmesidir. Doğru davranışın tanımı çoğunluğa hitap edecekse, amaçların, insanlığın büyük bir kısmının istediği amaçlar olması gerekecektir. Doğru davranışın kendi ge­lirimi arttıracak bir şey olduğunu söyleyecek olsaydım, okuyucularım benimle aynı fikirde olmazlardı. Herhan­gi bir ahlâk muhakemesinin bütün etkinliği bilimsel ya­tımdadır; yani, başka değil de, belli bir çeşit davranışın genellikle istenen bir amaca götüren yol olmasındadır. Bununla birlikte, ahlâk muhakemesi ile ahlâk eğitimi arasında bir ayrılık yapmam gerekir. Ahlâk eğitimi bazı istekleri kuvvetlendirmek, bazılarını zayıflatmaktan iba­rettir. Bu, daha sonra ele alınacak olan apayrı bir süreçtir.
Bu bölümün başlangıcındaki iyi hayat tanımının de­mek istediğini, daha dakik olarak açıklayabiliriz şimdi.
İyi hayatın, bilgi tarafından yönetilen sevgiden mey­dana geldiğini söylediğim zaman beni harekete getiren istek mümkün olduğu kadar böyle bir hayat yaşamak, başkalarının da böyle yaşamasını görmek isteğiydi: be­yanın mantıki muhtevası, bu şekilde yaşayan insanların bulunduğu bir toplulukta, daha az sevgi ve bilgi olan bir topluluktan, isteklerin daha çok gerçekleştirileceğidir. Bu hayatın “erdemli”, ya da karşıtının “günah” olduğunu söylemiyorum, çünkü bunlar, bana bilimsel bakımdan doğrulanamayacak gibi gelen kavramlardır.
http://www.philvaz.com/apologetics/p20.htm
BERTRAND RUSSELL İLE RAHİP F. C. COPLESTON, S. J. ARASINDA BİR TARTIŞMA
[Fr. Copleston vs. Bertrand Russell:The Famous 1948
BBC Radio Debate on the Existence of God]
 [Bu tartışma ilkin B.B.C. nin üçüncü programında 1948 sonbaharında yayınlanmıştır.]
COPLESTON — Tanrının varlığı üstünde tartışaca­ğımızdan, önce “Tanrı” teriminden ne anladığımız konu­sunda bir anlaşmaya varmamız doğru olur inanıyorum. Ben, dünyadan ve dünyayı yaratandan ayrı, ulu bir var­lık düşünüyorum. Hiç olmazsa geçici olarak, “Tanrı” teriminin bu anlamını kabul ediyor musunuz?
RUSSELL — Evet, bu tanımı kabul ediyorum.
COPLESTON — Bence böyle bir varlık gerçekten vardır ve varlığı felsefi bakımdan doğrulanabilir. Siz tutumunuzun agnostik mi, ateist mi olduğunu açıklaya­bilir misiniz? Yani, Tanrının yokluğu sizce ispat edilebi­lir mi?
RUSSELL — Hayır, ispat edilebilir demiyorum, tu­tumum agnostiktir.
COPLESTON — Tanrı sorununun büyük önemi olan bir sorun olduğunu kabul eder misiniz? örneğin. Tan­rı yoksa, insan varlıkları ve insanlık tarihinin, kendi is­tedikleri gibi kendileri için tayin edecekleri amaçtan baş­ka amacı olamayacağı konusunda benimle hemfikir misi­niz, ki –tatbikatta- bu amaç, zorla kabul ettirme iktidarları olan kimselerin zorla kabul ettireceği amaç demek­tir.
RUSSELL — Genellikle evet, bununla birlikte, son cümlenizi bazı bakımlardan sınırlandırmak isterdim.
COPLESTON — Tanrı yoksa -mutlak bir varlık yoksa-mutlak değer denen şeyin olamayacağı konusunda da benimle aynı fikirde misiniz? Yani mutlak bir iyi yok­sa, bundan değerlerin izafiliği ortaya çıkacağı konusun­da demek istiyorum.
RUSSELL — Hayır, bence bu sorular mantık bakı­mından birbirinden ayrı şeyler, iyi ile kötü arasında bir ayrılık olduğunu, bunların her ikisinin de kesin kavram­lar olduğunu ileri süren G. E. Moore’un Principia, E'thica adlı kitabını alalım ele. Orada Moore, ileri sürdüğü bu fikri desteklemek için Tanrı fikrini işin içine sokmamak­tadır.
COPLESTON — Ahlâkî muhakemeye gelinceye dek “iyi” konusunu bir yana bıraksak da, ben ilkin metafizik bir muhakeme ileri sürsem. Leibniz’in “İhtimaliyet” muhakemesine dayanan metafizik muhakeme üstüne ver­mek istiyorum bütün ağırlığı, daha sonra ahlâkî muha­kemeyi ele alabiliriz, önce size metafizik muhakeme üs­tünde kısa bir beyanda bulunsam, sonra üstünde tartış­sak olur mu?
RUSSELL — Bence çok iyi olur.
"İHTİMALİYET"E  DAYANAN MUHAKEME
COPLESTON — Açık bir şekilde anlatabilmem için, muhakemeyi birbirinden kesinlikle ayrı iki safhaya ayı­racağım. İlkin, dünyâda, kendi özlerinde Var olmalarının nedenlerini bulundurmayan, hiç değilse bazı varlıklar ol­duğunu biliyoruz, örneğin, anne ve babama bağlıyım, derken havaya, besiye, filân, ikinci olarak, dünya sadece tek tek nesnelerin gerçek veya hayali bütünü ya da topluluğudur, ki bunlardan hiçbiri yalnızca kendi İçle­rinde varlıklarının nedenlerini bulundurmamaktadır. Ken­disini teşkil eden nesnelerden ayrı bir dünya yoktur, na­sıl ki insan ırkı, üyelerinden ayrı bir şey değilse. Bu bakımdan, nesneler ve olaylar var olduğuna göre ve hiç­bir tecrübe nesnenin kendi içinde, kendi varlığının nede­nini bulundurmadığına göre, bu sebebin, nesnelerin bü­tününün kendi dışında bir nedeni olması gerekir. Bu ne­denin varolan bir varlık olması gerekir. Bu varlık, ken­dinin nedeni olabileceği gibi, olmayabilir de. Öyleyse, ta­mamdır, değilse, daha ileri gitmemiz gerekir. Ama bu anlamda sonsuza kadar gidecek olursak, varlığın bir açık­lanması yapılmış olmaz. Bu bakımdan varlığı açıklamak için, kendi içinde kendi varlığının nedenini bulundurma­sı gereken, yani var olmadan yapamayacak olan bir var­lığa varmamız gerekir.
RUSSELL — Bu, türlü noktalar çıkarıyor ortaya, nereden başlanması gerektiği de kolay değil, ama düşün­cenize cevap vermek için başlanacak en iyi nokta bence, gerekli varlık sorunudur. “Gerekli” kelimesinin, sadece önermelere anlamlı olarak uygulanabileceğini ileri süre­bilirim. Sadece analitik olanlara yani inkâr etmesi ken­dini çelişmeye düşürecek olanlara. Gerekli bir varlığı, ancak varlığını inkâr etmek kendi kendiyle çatışan bir şey olsaydı kabul edebilirdim. Leibniz’in, önermeleri, ak­lın doğruluklarıyla, gerçeğin doğrulukları diye ikiye ayır­masını kabul edip etmediğinizi bilmek isterdim. Aklın doğrulukları gereklidir.
COPLESTON — Leibniz’in aklın doğrulukları ile gerçeğin doğrulukları fikrine elbette ki katılmıyorum, çün­kü onca, eninde sonunda sadece analitik birtakım önermeler vardır. Leibniz’e göre gerçeğin doğrulukları, so­nunda aklın doğruluklarına irca olunabilir. Yani hiç ol­mazsa her şeyi bilen bir zihin için analitik önermelere irca olunabilir. Bu hususta hemfikir değilim. Bir ke­re, özgürlük yaşantısının ihtiyaçlarını karşılayamaz. Leibniz’in bütün felsefesine katılmıyorum. Muhtemel varlık­tan, gerekli varlığa giden muhakemesini kullandım, ve muhakemeyi yeterli akıl ilkesi üzerine dayadım, buna sebep sırf, bence Tanrının varlığının temel metafizik ka­nıtı olan şeyin kısa ve açık bir ifadesi gibi görünmesi­dir.
RUSSELL — Ama bence “gerekli bir önerme”nin analitik olması şarttır. Başka ne ifade edebileceğini anlamıyorum. Analitik önermelerse, daima karmaşıktır ve mantıki bakımdan oldukça geç kalmaktadır. “Akıldışı hayvanlar, hayvandırlar” analitik bir önermedir; ama “Bu bir hayvandır” önermesi hiçbir zaman analitik ola­maz. Nitekim analitik [ Çözümlemeli. ] olabilecek bütün önermeler, öner­melerin yapısında oldukça geç kalmaktadır.
Analitik felsefe: Yirminci yüzyılın geleneksel felsefi bakış açılarını redderek kurulmuş bir felsefe okulu. Analitik felsefe dışında Analiz, Lingüistik Analiz, Mantıkçı Analiz, Felsefi Analiz, Sıradan Dil Felsefesi, Cambridge Analiz Okulu ve Oxford Felsefesi gibi adlarla anılır. Analitik felsefe İngilizce konuşan ve Kuzey İskandinav ülkelerindeki yaygın bir felsefi anlayıştır. Kıta felsefesi ise daha çok ana dili İngilizce olmayan ülkelerdeki felsefi akımdır.
COPLESTON — “Muhtemel bir varlık varsa, o hal­de gerekli bir varlık vardır” önermesini alın ele. Ben varsayım olarak ifade olunan bu önermenin gerekli bir önerme olduğunu düşünüyorum. Her önermeye gerekli analitik önerme diyecek olursanız, o zaman terminolojide bir anlaşmazlığa mahal vermemek için-, her ne kadar bir deyimi gereksiz yere tekrarlamak diye görmüyorsam da, ona ben de analitik derim. Ama bir önermenin ge­rekli bir önerme olması için ancak muhtemel bir varlı­ğın olması gerekir. Gerçekten var olan bir muhtemel var­lığın olması, tecrübeyle açığa çıkarılması gerektiği ve muhtemel bir varlığın olmasını söyleyen önerme analitik bir önerme değildir, muhtemel bir varlığın var olduğunu bildiniz mi bir kere, ister istemez gerekli bir varlık ola­caktır.
RUSSELL — Bu muhakemenin çetin tarafı, gerekli bir varlığın var olduğunu, ve başka varlıklara “muhtemel” demede özel bir anlam olduğu fikrini kabul etmemede­dir. Bu sözlerin, kabul etmediğim bir mantık dışında ben­ce hiçbir anlamı yoktur.
COPLESTON — Bu terimleri, “modern mantık” de­nen şeye uymadığı için mi reddediyorsunuz
RUSSELL — Herhangi bir anlamı olabileceğini gör­müyorum. Bana öyle geliyor ki “gerekli” kelimesi, geylere değil de, analitik önermelere uygulandığı durum dışta kalmak üzere, anlamsız bir kelimedir.
COPLESTON — Bir kere, “modern mantık”tan ne anlıyorsunuz? Benim bildiğime göre, birbirinden ayrı­lan birtakım sistemler var. Sonra, bütün modern mantık­çıların metafiziğin anlamsızlığını kabul edeceğini sanmı­yorum. Hiç değilse ikimizin de bildiği ünlü bir düşünür var, kendisinin modern mantık konusundaki bilgisi ile­rindi, ama metafiziğin anlamsız veya, özellikle Tanrı so­rununun anlamsız olduğunu kesinlikle düşünmüyordu. Ayrıca, bütün modern mantıkçılar metafizik terimlerinin anlamsız olduğunu ileri sürse bile, bu haklı olduklarını göstermez. Metafizik terimlerinin anlamsız olduğunu söyleyen önerme, bana, farazi bir felsefe üstüne dayatılan bir önerme gibi geliyor. Ardındaki dogmatik tutum şöyle gibi: makineme girmeyen şey yoktur, ya da anlamsızdır; heyecanın ifadesidir. Modern mantığın belli bir sisteminin anlam için biricik ölçü olduğunu söyleyen kimsenin aşı­rı derecede dogmatik bir şey dediğini göstermeğe çalı­şıyorum sadece; felsefenin bir kısmının felsefenin bütünü olduğuna dogmatik olarak inat etmekte olduğunu söylüyorum. Ne de olsa bir “muhtemel” varlık, kendi için­de var olması için tam bir nedeni olmayan bir varlıktır, muhtemel varlıktan anladığım budur. Ben bildiğim gibi siz de bilirsiniz ki, hiçbirimizin varlığı, kendi dışımızda­ki bir şeye veya birine, anne-babalarımıza atıfta bulun­madan açıklanamaz. Oysa “gerekli” bir varlık, var olma­sı gereken, ama var olamayan bir varlık demektir. Siz böyle bir varlık olmadığını söyleyebilirsiniz, ama kullan­makta olduğum ifadeleri anlamadığınıza beni pek ikna edemezsiniz. Anlamıyorsanız, o halde, böyle bir varlığın var olmadığını nasıl söyleyebilirsiniz, eğer böyle demek istiyorsanız?
RUSSELL — Burada üstünde uzun uzadıya durmayacağım noktalar var. Metafiziğin herkes için anlam­sız olduğunu söylemiyorum. Bazı belli ifadelerin anlam­sızlığını ileri sürüyorum bunu genellemiyorum, sadece bu belli ifadelerin yorumunu anlayamadığımı söylüyorum, Genel bir dogma değildir bu, özel bir şeydir. Ama bu noktaları şimdilik bir yana bırakıyorum. Söylemekte olduğunuz şeyler, bana öyle geliyor ki, özü var olmasını gerektiren, böylece varlığı analitik olan bir varlık oldu­ğunu söyleyen ontolojik muhakemeye getiriyor bizi. Bu bana imkânsız gibi geliyor, Tabii bu da insanın varoluştan ne anladığı sorununu ortaya çıkarıyor ki, bence adlandı­rılan bir nesne, anlamlı bir şekilde vardır denemez, sa­dece tanımlanan bir özne olur kanısındayım.
COPLESTON — Öyle sanıyorum ki, örneğin “T. S. Eliot vardır” demenin kötü bir gramer veya sözdizimi olduğunu söylüyorsunuz; örneğin şöyle demek gerekti: “Murder in the Cathedral’ın yazarı vardır.” “Dünyanın nedeni vardır” önermesinin anlamsız olduğunu mu söylemeyeceksiniz? Dünyanın nedeni yoktur diyebilirsiniz; ama "dünyanın nedeni vardır” önermesinin anlamsız olduğu­nu nasıl söyleyebileceğinizi aklım almıyor. Bunu bir soru şekline koyun: “Dünyanın bir nedeni var mıdır?” Çoğu kimse, cevabı konusunda hemfikir olmasa da soru­yu anlayacaktır elbette.
RUSSELL — “Dünyanın bir nedeni var mıdır?” so­rusunun Tabii anlamı vardır. Ama derseniz ki “Evet, Tanrı dünyanın nedenidir” burada Tanrıyı bir öznel isim olarak kullanıyorsunuzdur; böylece “Tanrı vardır” anla­mı olan bir beyan olmayacaktır; benim tutumum bu. Bu yüzden Tabii, şu veya bu var demek, analitik bir önerme olamaz hiçbir zaman. Örneğin konu olarak “varolan yu­varlak kare”yi alın, “varolan yuvarlak kare vardır” öner­mesi bir analik önerme gibi görünecektir, ama var de­ğildir.
COPLESTON — Tabii var değildir, varlığın ne oldu­ğu üstünde bir kavramınız yoksa var değildir diyemezsi­niz Tabii. “Varolan yuvarlak kare”nin de hiç bir anlamı yoktur bana göre.
RUSSELL — Tamam. O halde başka bir metinde “gerekli varlık” konusunda da aynı şeyi söyleyeceğim.
COPLESTON — Öyle geliyor ki bana, bir çıkmaza geldik. Gerekli varlık var olması gereken ama var olamayan bir varlıktır demenin bence kesin bir anlamı vardır. Sizce hiç bir anlamı yok.
RUSSELL — Bunu biraz ileri götürelim. Var olması gereken ama var olamayan bir varlık, sizce Tabii, özü var olmasını gerektiren bir varlıktır.
COPLESTON — Evet, özü var olmak olan bir var­lıktır. Ama Tanrının varlığını, sırf özü fikrinden çı­karak tartışmak istemem, çünkü şimdilik Tanrının özü konusunda açık bir sezgimiz yok. Yaşantı dünyasından Tanrıya doğru muhakeme yürütmemiz gerek sanıyorum.
RUSSELL — Evet, ayrılığı anlıyorum. Ama aynı za­manda, yeterli bilgisi olan bir varlık için, “özü var olma­sını gerektiren varlık işte” demek doğru olur.
COPLESTON — Evet, Tabii biri Tanrıyı görmüş olay­dı, Tanrının var olması gerektiğini görürdü.
RUSSELL — Ben de diyorum ki, özü var olmasını gerektiren -bu özü bilmiyorsak da- bir varlık olduğunu söylüyorum. Böyle bir varlık olduğunu sadece biliyoruz.
COPLESTON — Evet, özü a priori  [deneyden önce] olarak bilmedi­ğimizi de ilâve etmek isterim. Ancak o posteriori  [nedenini etkileyen, doğmasına neden... ] olarak, dünya yaşantımız yoluyla o varlığın varoluşu konusunda bir bilgimiz oluyor. Sonra özle varoluşun aynı şeyler ol­duğu ileri sürülüyor. Çünkü Tanrının özüyle varoluşu ay­nı olmasaydı, o zaman bu varoluş için yeterli bir nedenin Tanrının ötesinde aranıp bulunması gerekirdi.
RUSSELL — Her şey dönüp dolaşıyor şu yeterli ne­den sorununa geliyor, “yeterli nedeni” anlayabileceğim şekilde tanımlamadığınızı söyleyebilirim yeterli neden­den ne anlıyorsunuz? Sebebi mi ifade etmek istiyorsunuz?
COPLESTON — Şart değil, sebep bir çeşit yeterli nedendir. Ancak muhtemel varlığın bir sebebi olabilir. Tanrı kendi kendinin yeterli nedenidir; kendi kendinin sebebi değildir. Tam anlamında yeterli nedenden anladı­ğım, belli bir varlığın varoluşu için yeterli bir açıkla­madır.
RUSSELL — Ama bir açıklama ne zaman yeterlidir? Farz edin, bir kibritle alev meydana getirmek üzereyim. Bunun tam açıklamasının kibriti kutuya sürtmem oldu­ğunu söyleyebilirsiniz.
COPLESTON — Pratik olarak tamam ama kuram­sal bakımdan bu sadece kısmi bir açıklama. Tam bir açık­lama, başka hiçbir şeyin ilâve edilemeyeceği açıklamanın bütünü olmalıdır en sonunda.
RUSSELL — O zaman elde edilemeyecek, insanın elde etmeyi beklememesi gereken bir şey arıyorsunuz di­yebilirim ancak.
COPLESTON — insanın bunu bulmamış olması bir şey, insanın onu aramaması gerektiğini söylemek başka bir şey olup, bana oldukça dogmatik gelmektedir.
RUSSELL — Bilmem. Bir şeyin açıklanması başka bir şeydir ki bu başka şey öteki şeyi, yine başka bir şeye bağımlı yapar, istediğinizi yapmak için bu nesnele­rin bozuk plânını kavramanız gerekir ki bu elimizden gelmemektedir.
COPLESTON — Ama siz, bu bozuk nesnelerin plânı­nı, bütün evrenin plânının varlığı sorusunu soramayız, ya da sormamamız gerekir diyeceksiniz değil mi?
RUSSELL — Öyle. Hiç bir anlamı olmadığını sanı­yorum. “Evren kelimesi bazı durumlarda elverişli bir kelimedir, ama anlamı olan herhangi bir şeyin yerini tut­tuğunu sanmıyorum.
COPLESTON — Kelimenin anlamı yoksa, pek elve­rişli olmasa gerek. Hem ben evrenin, onu meydana geti­ren nesnelerinden ayrı bir şey olduğunu söylemiyorum (bunu ispat konusundaki kısa özetimde söyledim), yap­tığım gerçek veya hayali bütününün evren dediğimiz şeyi teşkil ettiği nedeni. Bu durumda nesnelerin sebebini ara­maktır. Evren isterseniz benim varoluşum, ya da her türlü başka varoluş anlaşılmaz diyorsunuz sanıyorum.
RUSSELL — Bir kelimenin anlamı yoksa, elverişli olamaz meselesini ele alayım müsaade ederseniz. Doğru gibi görünüyorsa da aslında değildir. Örneğin İngiliz­cenin harfi tarifi olan “The” veya karşılaştırmada kullanılan “nazaran” anlamına gelen “than” kelimesini alın ele. Bu kelimelerin ifade ettiği nesneleri göstere­mezsiniz, ama pek elverişli kelimelerdir; aynı şey “evren” için de varittir. Ama bu noktayı bir yana bıra­kırsak, bana evrenin anlaşılmaz olup olmadığını soruyor­sunuz. Anlaşılamaz diyemem açıklanması olmaz sadece. Anlaşılabilirlik bence ayrı şeydir. Anlaşılırlık nesnenin kendisinin içinde olan bir şeyle ilgilidir, bağıntılarıyla değil.
COPLESTON— Ben diyorum ki dünya dediğimiz şey, Tanrının varlığı dışında kendi içinde anlaşılamaz. Olaylar serilerinin sonsuzluğunun söz gelişi yatay seri­ler diyebiliriz buna böyle bir sonsuzluk ispatlanabilseydi, durumla herhangi bir ilgisi olabileceğine inanmıyorum. Çikolatalara çikolata ilâve edecek olursanız elde edece­ğiniz koyun değil yine çikolatadır. Çikolataları sonsuza ilâve edecek olursanız, belki sayısız çikolata elde etmiş olursunuz. Böylece muhtemel varlıkları sonsuzluğa ilâve edecek olursanız, gerekli bir varlık değil, yine muhtemel varlık elde etmiş olursunuz, Benim düşünceme göre son­suz bir varlıklar serisi, tek bir muhtemel varlık gibi, ken­di kendinin sebebi olamaz. Bununla birlikte, herhangi belli bir nesnenin varlığını neyin açıklayacağı sorusunu sormanın kanuna uymayacağını söylüyorsunuz yanılmı­yorsam?
RUSSELL — Açıklamaktan amacınız sadece onun için bir sebep bulmaksa diyeceğim bir şey yok.
COPLESTON — Belli bir nesne üstünde durmanın gereği yok. İnsan niçin tek tek bütün nesnelerin varolu­şunun sebebi sorusunu sormasın?
RUSSELL — Çünkü herhangi birinin olması için bir neden göremiyorum da ondan. Bütün sebep kavramı belli şeylerin gözleminden çıkardığımız bir kavramdır; bütü­nün herhangi bir sebebi olması için herhangi bir neden göremiyorum.
COPLESTON — Herhangi bir sebep yok demek, bir sebep aramamamız gerek demekle aynı şey değildir. Her­hangi bir sebep yoktur beyanı bir araştırmanın başında değil sonunda olabilir ancak, o da sebep yok olduğunu farz edersek. Her neyse, bütünün sebebi yoksa, benim dü­şünceme göre kendi kendinin sebebi olması gerekir ki, bu da bana imkânsız gibi görünüyor. Bir soruya karşı dün­ya işte var demek, sorunun önceden bir anlamı olduğu­nu gösterir.
RUSSELL — Hayır, kendi kendinin sebebi olması şart değildir, benim demek istediğim sebep kavramının bütüne uygulanamayacağıdır.
COPLESTON — O halde evrenin sebepsiz olduğunu söyleyen Sartre ile aynı fikirdesiniz?
RUSSELL —“Sebepsiz” kelimesi başka bir şey ola­bileceği fikrini verebilir; ben evrenin sadece var olduğu­nu söylüyorum o kadar.
COPLESTON — Bütünün veya herhangi bir şeyin nasıl karşımızda olduğunu sorma hakkını ortadan nasıl kaldırıyorsunuz anlamıyorum. Hiçbir şey değil de, ni­çin bir şey var’da mesele? Nedensellik bilgimizi özel se­beplerden ampirik olarak elde etmemiz, serinin sebebinin ne olduğunu sorma imkânını ortadan kaldırmamaktadır. “Sebep” kelimesinin anlamı yok idiyse, ya da Kant’ın mad­de hakkında görüşünün doğru olduğu ispat edilebilseydi sorunun gayrimeşru olduğu konusunda sizinle hemfikir olurdum, ama “sebep” kelimesinin anlamsız olduğunu ile­ri sürdüğünüzü sanmıyorum, zannımca Kantçı da değil­diniz.
RUSSELL — Bana yanlışlık gibi gelen şeyi şöyle an­latayım. Var olan her insanın bir annesi vardır, bence siz bundan insan ırkının bir annesi olması gerektiğini çı­karıyorsunuz, ama insan ırkının annesinin olmadığı açıktır bu ayrı bir mantık alanıdır.

COPLESTON — Herhangi bir benzerlik göremiyo­rum. “Her nesnenin fenomenal bir sebebi olduğundan, bü­tün serinin fenomenal bir sebebi vardır” diyecek olsaydım o zaman bir benzerlik olabilirdi; ama ben böyle demiyo­rum ki; serilerin sonsuzluğu üstünde ısrar ediyorsanız, her nesnenin fenomenal bir sebebi olduğunu söylüyorum ama fenomenal sebepler serisi, serinin yetersiz bir açık­lamasıdır. Bu bakımdan serinin sebebi fenomenal değil, deneyüstü bir sebeptir.
RUSSELL — Dünyadaki sadece tek tek şeylerin de­ğil, bütün olarak dünyanın bir sebebi olduğunu farz edersek tabi. Bu faraziyeye mahal göremiyorum. Bana bir sebep gösterecek olursanız söyleyin.
COPLESTON — Olaylar serisinin ya bir sebebi var­dır, ya da yoktur. Varsa, seriler dışında bir sebebin ol­ması şarttır. Sebebi yoksa, kendi kendiyle yetiniyor de­mektir, kendi kendiyle yetiniyorsa da, gerekli dediğim şey olmaktadır. Ama her üye muhtemel olduğundan ge­rekli olamaz, ve bütünün üyelerinin dışında gerçek olmadığı üstünde anlaşmıştık, bu yüzden gerekli olamaz. Böylece sebep olunmuş olamaz sebepsizdir bu yüzden bir sebebi olması gerekir. Bu arada şunu da söylemek isterim, “dünya sadece vardır ve açıklanamaz” sözü man­tık analizi ile çıkarılamaz.
RUSSELL — Küstahlık gibi olmasın ama, ben sizin insan zihni kavrayamaz dediğiniz şeyleri kavrayabiliyorum. Sebebi olmayan şeylere gelince, fizikçiler atom-ardaki tek tek quantum geçişinin sebebi olmadığını temin ediyorlar.
COPLESTON — Bunun sadece geçici bir yargı olup olmadığını merak ediyorum.
RUSSELL — Olabilir, ama bu fizikçilerin zihinleri­nin kavrayabileceğini göstermektedir,
COPLESTON — Evet kabul ediyorum, bazı bilimci­ler fizikçi'er sınırlı bir alan içinde kesinliğin olmadı­ğına inanmağa gönüllüler. Ama bilimcilerin çoğu böyle değil. Yanılmıyorsam, Londra Üniversitesinden Profesör Dingle’in ileri sürdüğüne göre, Heisenberg belirsizliği il­kesi, ortak bağıntıları olan gözlemlerde şimdiki atom ku­ramının başarısı (ya da başarısızlığı) konusunda bir şeyler söylüyor, ama tabiatın kendi başına niteliği konu­sunda değil, çoğu fizikçiler de bu görüşü kabul ediyor­lar. Hem, fizikçilerin kuramda olmasa bile tatbikatta ku­ramı nasıl kabul etmediklerini anlayamıyorum. Bilim, tabiatta düzen ve anlaşırlık faraziyesinden başka her­hangi bir faraziye üstünde nasıl iş görebilir anlayamıyorum. Fizikçi hiç olmazsa zımnen, tabiatı araştırmakta ve olayların sebeplerini araştırmakta bir anlam olduğunu önceden farz etmektedir, tıpkı detektifin cinayetin işlen­mesindeki sebebi araştırması gibi. Metafizikçi fenomen'n nedeni veya sebebini araştırmakta bir anlam oldu­ğunu önceden farz eder, Kantçı olmadığım için de, bence metafizikçi, fizikçi kadar faraziyesinde haklıdır. Sartre dünyanın sebepsiz olduğunu söylediği zaman örneğin, “sebepsiz” kelimesiyle neler imâ edildiğini yeterince in­celemediğini sanıyorum.
RUSSEL — Bana öyle geliyor ki, burada caiz olmayan bir genişletme var; fizikçi sebepler arar; bu her yerde sebep olduğunu ifade etmez. Bir insan altın arayabilir, ama her yerde altın bulacağını düşünmez; altını bu­lursa ne âlâ, bulamazsa, talihi yoktur dönektir. Fizik­çilerin sebep aramasında da aynı şey varittir. Sartre’a gelince, ne demek istediğini anladığımı iddia etmiyorum, onu yorumlayacağımı da sanmıyorum, ama bence dün­yanın açıklaması olacağı kavramı yanlıştır. Niye açık­lanmasının gerekeceğini anlamıyorum, ve bilimcinin neyi farz ettiği konusunda söylediğiniz de aşırı bir beyandır.
COPLESTON — Bence bilimcinin böyle bir faraziyede bulunduğu doğrudur. Belli bir gerçeği ararken bir de­nemede bulunduğu zaman, bu deneyin ardında, evrenin sadece devamsız olmadığı faraziyesi vardır. Bir gerçeği deneyle bulma imkânı vardır. Deney kötü olabilir, her hangi bir sonuç vermeyebilir, ya da istediği sonucu vermeyebilir, ama ne olursa olsun farz ettiği gerçeği, deneyle bulma imkânı vardır. Bu da bana düzenli ve anlaşılabi­lir bir evrenin farz edilmesini gerektiriyor gibime geliyor.
RUSSELL — Bence gereğinden fazla genelleştiriyormuşsunuz gibime geliyor. Bilimcinin böyle bir şeyin bu­lunma ihtimali olduğunu çoğu zaman bulunacağını farz ettiğine şüphe yoktur. Ama bulunacağını farz etmemektedir, buysa modern fizikte pek önemli bir konudur.
COPLESTON — Bence farz ediyor, ya da tatbikatta farz etmek zorundadır. Profesör Haldane’in sözünü bura­da yazarsak, “Çaydanlığın altındaki havagazını yaktığım zaman, su moleküllerinin bazıları buhar olarak uçup gi­decektir, hangisinin uçup gideceğini bilmenin imkânı yok­tur” ama bizim bilgimize bağlı olmadıkça buraya ihtimaliyet fikrinin sokulmasının anlamı yoktur.
RUSSELL — Yoktur Tabii dediğine inanırsam Tabii. Birçok şey ortaya çıkarmakta bilimci dünyada olup bi­tenden birçok şeyi ortaya çıkarıyor, bunlar ilk nedensel­lik zincirinin başlangıçlarıdır kendilerinin bir sebebi ol­mayan ilk sebeplerdir bunlar. Her şeyin bir sebebi ola­cağını farz ettiği yoktur.
COPLESTON — Seçilmiş belli bir alanda bu elbet­te ki ilk sebeptir. Nisbî olarak ilk sebeptir.
RUSSELL — Öyle düşündüğünü sanmam. İçinde hepsi değil de çoğu olayların sebepleri olduğu bir dünya varsa, ilginizi çeken o belli olayın muhtemel bir sebebi olacağım farz ederek ihtimalleri ve belirsizlikleri açığa çıkarabilir. İhtimalden başka bir şey elde edemeyeceğinizden de bu yeter size.
COPLESTON — Bilimci ihtimalden fazla şey elde et­meyi düşünmeyebilir de, ama soruyu ortaya atarken, açıklama meselesinin bir anlamı olduğunu farz etmektedir. O halde, Lord Russell sizce dünyanın sebebini sormak da doğru olmuyor, öyle mi?
RUSSELL — Öyle.
COPLESTON — Sizin için anlamı olmayan bir ço­ruysa bu, üstünde tartışmak Tabii çok güç olur değil mi?
RUSSELL — Evet çok güç olur. Şey başka bir ko­nuya geçsek?
DİNSEL YAŞANTI
COPLESTON — Geçelim. Önce dinsel yaşantı konu­sunda birkaç söz söylemek istiyorum, sonra ahlâkî ya­şantıya geçebiliriz. Ben, dinsel yaşantıya Tanrının var­lığını gösteren dolaysız bir kanıt diye bakmıyorum, bu bakımdan tartışmanın özü biraz değişmektedir, ama en iyi açıklamasının da Tanrının varoluşu olduğunu söyle­mek doğru olur sanıyorum. Dinsel yaşantı derken sadece insanın kendini iyi duymasını ifade etmek istemiyorum. Kişiye ben’i aşan, bütün normal yaşantı nesnelerinin üs­tünde, insanın gözünde canlandıramayacağı, kavrayamayacağı ama gerçeğinden şüphe edilemeyecek -hiç olmazsa ya­şantı süresince bir şeymiş gibi kaçınılmayacak bir şe­kilde görünen bir nesnenin hoş, ama belirsiz bir farkında oluşu ifade etmek istiyorum. Bunun tamamıyla sadece öznel olarak anlatılamayacağını, bir şeyin yine kalacağı­nı söylemek isterim. Nasıl olursa olsun gerçek temel yaşantı, o yaşantının belli bir nesnel sebebi olduğu varsa­yımları üstüne dayanılarak pek kolayca açıklanabilir.
RUSSELL — Kendi zihin durumlarımızdan, bizim dı­şımızda olan bir şeye giden muhakemenin pek nazik bir mesele olduğunu sanıyorum. Hepimiz bunun geçerliliğini kabul edecek bile olsak, insanlığın bu konudaki hemfikir olması yüzünden ancak böyle davranırken kendimizi haklı bulabiliriz. Bir odada kalabalık varsa, odada da bir saat varsa, hepsi de saati görebilir. Hepsinin saati görebilmesi onların bir hayal görmediklerini düşünmelerine götürür: oysa bu dinsel yaşantılar pek kişisel olmağa eğilimlidir.
COPLESTON — Evet öyledir. Ancak ben yalnız sa­dece mistik yaşantıdan söz ediyorum, araya vizyon de­dikleri görüşleri sokmuyorum. Sadece yaşantıyı ifade et­mek istiyorum, ve bunun tanımlanamayacağını kabul ediyorum deneyüstü nesne gibi görünen şeyin yaşantısını. Verdiği bir konferansta Julian Huxley’in dinsel ya da mistik yaşantının, âşık olmak ya da bir şiir veya sanat eserinin karşısında yaşantı duymak gibi bir şey, o kadar gerçek, olduğunu söylediğini hatırlıyorum. Şiir ve sa­natı beğendiğimizde belli şiir ve sanat eserini beğeniyoruzdur. Âşık olursak, filan kimseye âşık oluruz, hiçe değil.
RUSSELL — Bir dakika sözünüzü kesebilir miyim? Her zaman böyle değildir. Japon romancıları, gerçek bir sürü insan, hayali kahraman aşkı uğruna intihar etme­dikçe kendilerini büyük bir başarı elde etmiş saymazlar.
COPLESTON — Japonya’da olanları sizden duyuyo­rum. Ben kendim, isabet, intihar etmiş değilim, ama iki biyografinin hayatımda attığım önemli iki adımda büyük etkisi olduğunu söyleyebilirim. Bununla birlikte, bu ki­tapların benim üstümdeki gerçek etkisiyle esas mistik ya­şantı arasında yani bu yaşantı konusunda dıştaki biri­nin edinebileceği fikir çerçevesi içinde pek az benzerlik olduğunu söylemem gerek.
RUSSELL — Demek istiyorum ki, Tanrıya, bir ro­manın kahramanları seviyesinde bakamayız. Burada bir ayrılık olduğunu kabul edersiniz?
COPLESTON — Ederim Tabii. Demek istediğim en iyi açıklamanın tamamıyla öznel bir açıklama olmadığıdır. Birsam veya hayal görenlerde dış hayatla iç hayat arasında fark olmayan kimselerde öznel bir açıklama Tabii mümkündür. Ama St. François d Assise gibi katıksız bir tip olunca, dinamik bir yaratıcı aşka çevrilen bir ya­şantı olduğu zaman, bunun en iyi açıklaması bana göre yaşantının nesnel sebebinin gerçek varoluşudur.
RUSSELL — Dogmatik bir şekilde Tanrının olmadı­ğını söylemiyorum. Söylemek istediğim şey, var olduğunu bilmediğimizdir. Başka yazılı olan şeyler gibi sadece ya­zılı olan şeyleri elime alabilirim, bu durumda birçok ne­yin söylenmiş olduğunu görüyorum. Cinler, şeytanlar fi­lân hakkındaki şeyleri kabul etmeyeceğinizden eminim bunlar da aynı ses ve kanı havası içinde anlatılmakta­dır. Vizyonu gerçekse mistiğin cinler periler olduğunu bilmesi gerekir. Ama ben olduklarını bilmiyorum.
COPLESTON — Tabii, cin konusunda insanlar ge­nellikle bir takım hayallerden meleklerden filân bahset­miştir. Gözle görünen şeyleri dışta bırakıyorum, çünkü bunların göründüğü farz olunan bir nesnenin varlığı dı­şında açıklanabileceğini sanıyorum.
RUSSELL — Mistiklerin Tanrı’nın varlığını iddia ettikleri gibi, Şeytanın kalplerine fısıldadığını duyduğu­na inanan bir sürü insan yok mu dış bir hayalden bah­setmiyorum, tamamıyla bir zihin yaşantısından söz edi­yorum. Bu, mistiklerin Tanrı yaşantısına benzeyen bir yaşantı gibi görünüyor, mistiklerin bize söylediklerinden ise aynı zamanda Şeytan için geçerli olmayan her türlü muhakeme çıkartabilmektedir.
COPLESTON — İnsanların Şeytanı duyduğu veya gördüğünü sandıklarını inkâr etmiyorum. Bu arada, Şeytanın varlığını da inkâr etmek istemiyorum. Mistikle­rin Tanrıyı yaşadıkları şekilde, insanların Şeytanı ya­şadıkları iddiasını kabul etmiyorum. Hristiyan bir kim­se olmayan Plotinus’u alın ele. Yaşantının anlatılmayacak bir şey olduğunu, objenin bir aşk objesi olduğunu, bu yüzden dehşet ve tiksinti uyandıracak bir obje olmadığı­nı kabul ediyor. Bu yaşantının sonucunun, yani yaşan­tının geçerliliği Plotinus’un hayatının kayıtlarında ta­nıtlanmaktadır. Plotinus’un genel iyi yürekliliği ve iyilik­severliği konusunda Porphyry’nin sözüne inanacak olur­sak bu yaşantıyı duymuş olduğunu düşünmek daha akla yatkındır.         
RUSSELL — İnancın bir insanüstünde iyi bir ahlâkî etkisi olması, onun doğruluğunun kanıtı olamaz.
COPLESTON — Hayır, ama inancın bir insanın ha­yatı üstünde iyi etkisi olduğu gerçekten ispatlanacak ol­saydı, bir gerçeğin lehine bir tahmin sayardım, hiç ol­mazsa inancın baştanbaşa geçerliliği için değil, olumlu yanı için. Ama nasıl olsa hayatın karakterini inançlarının gerçekliğinin ispatı gibi değil, mistiğin gerçekliği ve aklının yerinde oluşu lehine kullanmaktayım.
RUSSELL — Ama bunun bile kanıt olabileceğini sanmıyorum. Ben kendim türlü yaşantılar yaşadım, ama karakterimi büyük çapta değiştirdim. Hiç olmazsa, o sıralarda iyiye doğru bir değişiklik olduğunu sanıyordum. O yaşantılar önemliydi, ama benim dışımda bir şeyin varlığını gerektirmiyordu, gerektirdiğini düşünseydim bi­le iyi bir etkisi olmasının bana haklı olduğumu göstere­ceğini sanmıyorum.
COPLESTON — Ama iyi etki yaşantınızı anlatma­nızdaki gerçekliğinizi ispat ederdi. Bir mistiğin şefaati ya da yaşantısının yorumu tartışma ve tenkidden muaftır demediğimi hatırlamanızı isterim.
RUSSELL — Elbette ki bir delikanlının karakteri, tarihteki büyük bir adamın hikâyesiyle son derece etki­lenebilir çoğu zaman etkilenmektedir de, o büyük adam bir efsane de olabilir, var olmamış da olabilir, ama deli­kanlı o adam sanki varmış gibi etkilenmiştir yine de. Bu gibi insanlar yok değildir. Plutarkhos’un “HAYATLAR”ı Lycurgus’u örnek olarak almaktadır ki, yaşamamış ol­duğu bellidir, ama sanki önceden yaşamış gibi Lycurgus’u okuyarak etkisi altında kalabilirsiniz. O zaman sevmiş ol­duğunuz bir objenin etkisi altında kalmış olabilirsiniz, ama o obje var olmamış olabilir.
COPLESTON — Tabii bu konuda sizinle hemfikirim, bv insan bir roman kahramanının etkisi altında kalabilir. Onu etkileyen aslında nedir sorusuna girmeden (gerçek bir değerin olması gerektir) o adamla mistiğin durumu aynı değildir. Ne de olsa Lycurgus’un etkisi altında kalmış olanın, bir yolla en son gerçeği yaşamış gibi karşı durulamayacak bir izlenimi olmamıştır.
RUSSELL — Bu tarihi kahramanlar konusunda ga­liba demek istediğimi pek anlamadınız bu tarihsel ol­mayan kahramanlar tarihin ta kendisidir. Akıl üstüne etki dediğiniz şeyi farz etmiyorum. Bu adam hakkında okuyan ve onun doğru olduğuna inanan delikanlının onu sevdiğini farz ediyorum -ki bu kolaylıkla olabilir, ama yine de bir hayaleti sevmektedir.
COPLESTON — Bir bakıma tamamıyla gerçek bir hayaleti sevmektedir, yani var olmayan bir X veya Y’yi sevdiği gibi. Ama öte yandan delikanlının hayaleti sırf hayaletin kendi için sevdiğini sanmıyorum; gerçek bir değer, nesnel olarak geçerli olarak tanıdığı bir fikir sez­mektedir ki, bu da aşkını tahrik etmektedir.
RUSSELL — Roman kahramanları konusundaki an­lamda Tabii.
COPLESTON — Evet, bir bakıma adam bir hayalet sevmektedir tamamıyla doğru. Ama başka bir bakıma da değer gibi gördüğü şeyi sevmektedir.
AHLAKSAL MUHAKEME
RUSSELL — Dediğiniz, bütün iyi ya da iyi olan şe­yin bütünü Tanrıdan gelir, değil mi: iyi olanın sistemi; bu yüzden bir delikanlı iyi bir şeyi sevdi mi, Tanrıyı se­viyor demektir. Bu mudur demek istediğiniz, buysa, bi­raz ‘tartışmak gerektirir.
COPLESTON — Tabii, Tanrının “panteist anlar”ında iyi olanın sistemi ya da bütünü olduğunu söylemiyorum, ama bütün iyiliğin Tanrıyı şöyle böyle bir şekilde yan­sıttığını ve Tanrıdan çıktığını düşünüyorum, bu bakım­dan gerçekten iyi olanı seven bir adam Tanrıyı ima öt­mese bile, Tanrıyı seviyor demektir. Ama yine de bir insanın davranşının bu gibi yorumunun geçerliliği, Tabii Tanrının varlığının tanınmasına dayanmakta olduğunu kabul ediyorum.
RUSSELL — Evet, ispat edilmesi gereken bir nok­tadır bu.
COPLESTON — Ben metafizik muhakemeyi kanıt gibi görüyorum, işte orada ayrılıyoruz.
RUSSELL — Bakın, ben bazı şeylerin iyi, bazılarınınsa kötü olduğunu duyuyorum. İyi olan şeyleri, iyi sandığım şeyleri seviyorum, kötü olduğunu sandığım şeylerdense nefret ediyorum. Şunun bunun iyi olması Tanrı­sal iyiliğin bir parçası olduğu için değildir.
COPLESTON — Peki, iyi ile kötüyü nasıl ayırıyorsunuz?
RUSSELL — Mavi ile sarıyı birbirinden nasıl ayırı­yorsam öyle. Sadece ayrı olduklarını söyleyebilirim.
COPLESTON — Kabul, mavi ile sarıyı gözle göre­rek ayırabiliyorsunuz, peki iyi ile kötüyü hangi meleke­nizi kullanarak ayırıyorsunuz?
RUSSELL — Duygularımla.
COPLESTON — Duygularınızla. Benim de sordu­ğum buydu. İyi ve kötünün ilgisi sadece duyguyla demek Bizce?
RUSSELL — Niye filân nesne sarı da, falan nesne mavi? Fizikçiler sayesinde bir cevap verebilirim, niye fi­lân şeyin iyi, falan şeyin kötü olduğu konusunda da ben­zer bir cevap vardır belki, ama aynı şekilde incelenmemiştir, bu yüzden nedenini söyleyemem.
COPLESTON — Belsen Toplama Kampı Kumanda­nının davranışını ele alalım. Bana da, size de kötü görün­mektedir. Adolf Hitler’e ise iyi, ve istenecek bir şey gi­bi gelmiştir. O zaman hu davranışın Hitler için iyi sizin için kötü olduğunu söyleyeceksiniz.
RUSSELL — O kadar ileri gitmek gerekmez. İnsanlar her şeyde olduğu gibi, bu konuda da yanılabilirler. Sarı­lık hastalığına tutuldunuz mu, aslında sarı olmayan şey­leri de sarı görmeğe başlarsınız. Bir yanlış yapıyorsunuzdur.
COPLESTON — Tabii insan yanılabilir, ama sadece duygu ve heyecanı ilgilendiren bir şeyse yanılabilir mi­siniz? Tabii duygusuna hitap eden şeyin biricik mümkün yargıcı Hitler’in kendisiydi.
RUSSELL — Duygusunun hoşuna gitmiş olması doğru, ama başka şeyler de söyleyebilirsiniz, böyle bir şey Hitler’in hoşuna gidiyorsa, Hitler benim duygularıma bambaşka türlü hitap etmektedir.
COPLESTON — Tamam. O halde sizce Belsen Ku­mandanının davranışını mahkûm etmek için duygu dışın­da herhangi nesnel bir ölçü yok?
RUSSELL — Renk körlüğü çeken bir adam için na­sıl yoksa. Zihince niçin renk körünü mahkûm ediyoruz, azınlıkta olduğundan değil mi?
COPLESTON — Normal olarak insanın yaradılışın­da olan bir şeyi eksik diye.
RUSSELL — Ama çoğunlukta olsaydı aynı şeyi dü­şünmezdik, değil mi?
COPLESTON — O halde, Belsen Kumandanının dav­ranışıyla, örneğin Sir Stafford Cripps, ya da Canterbury Başpiskoposunun davranışı arasındaki ayrılığı görmek için duygu dışında bir ölçü yok öyle mi?
RUSSELL — Duygu burada fazla basitleştirilmiş du­rumda. Eylemlerin sonuçlarını ve bu sonuçlara karşı si­zin duygularınızı da hesaba katmanız gerekir. Bazı olayların hoşunuza gidecek cinsten, bazılarınınsa gitmeyecek cinsten olduğunu söyleyerek bir muhakemede buluna­bilirsiniz. Sonra eylemlerin sonuçlarını hesaba katma­nız gerekir. Belsen Kumandanının eylemlerinin sonuç­larının acı verici ve nahoş olduğunu pekâlâ söyleyebilir­siniz.
COPLESTON — Kamptaki herkes için acı verici ve nahoş olduğu belli.
RUSSELL — Öyle ama sadece kamptakilere değil, onları seyreden kampın dışındakilere de.
COPLESTON — Evet, hayalde tamamıyla doğru. Ey­lemlerini tasvip etmiyorum, sizin etmediğinizi de biliyorsam, ama niçin tasvip etmediğinizi anlamıyorum, çünkü ne de olsa Belsen Kumandanı için eylemleri hoştu.
RUSSELL — Öyle ama renk algısında nasıl “niçin” gerekmiyorsa, burada da gerekmiyor. Bazı kimseler her şeyin sarı olduğunu sanıyorlar, sarılık hastalığına tutul­muş kimseler bunlar, onlarla aynı fikirde değilim. Nes­nelerin sarı olmadığını ispat edemiyorum, ispatı yok, ama çoğu kimse nesnenin sarı olmadığı konusunda be­nimle hem fikir, ve Belsen Kumandanının da yanlış hare­kette bulunduğu konusunda çoğu kimse hemfikir.
COPLESTON — Herhangi ahlâkî bir zorunluluk kabul ediyor musunuz?
RUSSELL — Buna cevap vermek epey uzun sürer. Tatbikatta evet. Kuramsal bakımdan ahlâkî zorunlulu­ğu daha dikkatle anlatmam gerekir.
COPLESTON — “Meli, malı” takısı sizce duygusal bir anlam taşıyor mu?
RUSSELL — Hayır, çünkü, bakın, demin de dediğim gibi, insanın sonuçları hesaba katması gerekir, doğru davranış bence filân şartlar içinde mümkün olan bütün eylemlerin asli değerinde mümkün olan en büyük dengeyi sağlayacak davranıştır, doğru olanı incelerken eylemini­zin muhtemel sonuçlarını da hesaba katmanız gerekir.
COPLESTON — Tanrının varlığına bu şekilde varı­labileceğinden ahlâkî zorunluluk sorununu ortaya koy­dum. İnsan ırkının büyük çoğunluğu doğru ile yanlış arasında hep ayrılık yapmıştır. Büyük çoğunluğun ahlâk­sa! alanda belli bir çapta bilinçliliği vardır. Değerlerin algısı, ahlâkî yasanın ve zorunluluğun bilinçliliği, de­ğerin deneyüstü bir zemini ve ahlâkî yasanın bir koyucusunun varsayımı yoluyla en iyi şekilde açıklanabile­ceğini sanıyorum. “Ahlâkî yasanın koyucusu” derken herhangi bir ahlâkî yasa koyucusu demek istiyorum. “Tanrı yoktur, dolayısıyla da mutlak değer ve yasa yok­tur” diye tersinden muhakeme yürüten şu modern ateist­lerin tamamıyla mantıki olduğunu sanıyorum.
RUSSELL — “Mutlak” kelimesi hoşuma gitmiyor. Herhangi bir şeyin mutlak olduğunu sanmıyorum, örne­ğin ahlâkî yasa durmadan değişmektedir. İnsan ırkı­nın gelişiminin bir ânında hemen hemen herkes yamyam­lığın bir ödev olduğunu düşünmüştü.
COPLESTON — Özel ahlâkî yargılardaki ayrılık­ların ahlâkî yasanın evrenselliğine karşı ikna edici bir muhakeme olduğunu sanmıyorum. Bir an için, mutlak ahlâkî değerler olduğunu kabul edelim, bu varsayıma dayanarak bile ayrı ayrı kimselerle ayrı ayrı toplulukların bu değerlere türlü derecelerde nüfuz edecekleri beklenir sadece.
RUSSELL —“Meli, malı” takısı, bu takı hakkındaki kişilerdeki duygular, bence bir kimsenin annebabası veya mürebbiyesi tarafından söylenen şeylerin bir yan­kısıdır.
COPLESTON — “Meli malı” takısındaki fikri sadece anne-baba veya mürebbiye ile açıklayabileceğinizi sanmıyo­rum. Bunların herhangi bir kimseye kendinden başka herhangi bir vasıtaya aktarılabileceğini sanmıyorum. Ba­na öyle geliyor ki, insan vicdanını etkileyen bir ahlâk dü­zeni varsa, Tanrının varlığı olmaksızın bu ahlâk düzeni açıklanamaz.
RUSSELL — O zaman iki şeyden birini kabul etmek zorundasınız. Ya Tanrı insanlığın pek az sayıdaki bir yüzdesine hitap ediyor ki bunun içine siz de giriyorsu­nuz ya da vahşilerin vicdanına hitap ederken, bile bile doğra olmayan şeyler söylüyor.
COPLESTON — Bakın, Tanrının doğrudan doğruya ahlâkî vicdana ilkeler buyurduğunu söylemiyorum. İn­san varlığının ahlâk yasasının içindekileri konusundaki fikirleri büyük çapta, elbette ki eğitime ve ortama bağlı­dır, bir insanın, kendi toplumsal gurubunun gerçek ahlâkî fikirlerinin geçerliliğini hesaplarken aklını kullanma­sı gerekir. Ama kabul edilmiş ahlâkî kuralları tenkit edebilme imkânı nesnel bir ölçü olduğunu, kendi kendini kabul ettiren (Yani zorunlu niteliğinin belirttiği) ideal bir ahlâk düzeni olduğunu önceden farz eder. Bu ideal ahlâk düzeninin tanınması, bence muhtemelliğinin  tanın­masının bir kısmıdır. Tanrının gerçek temelinin varlığını ima etmiş olur.
RUSSELL — Ama kanun koyucu bence daima insa­nın anne babası ya da onlar gibi biri olmuştur. Bunu gös­terecek birçok dünyalı kanun koyucular vardır, bu aynı zamanda insanların vicdanının türlü yerlere ve türlü za­manlara kadar nasıl değiştiğini açıklar.
COPLESTON — Başka türlü açıklanamayacak olan belli ahlâkî değerlerin algısındaki ayrılıkları açıklama­ğa yarar. Ahlâk yasası konusunda filân falan ulus ve­ya filân falan kimse tarafından kabul edilen düsturların muhtevasındaki değişiklikleri açıklamağa yarar. Ama Kant’ın “categorical imperative” dediği biçimin “meli, malı”nın mürebbiye veya anne-baba tarafından nasıl başkası­na aktarılabileceğini anlamıyorum, çünkü bunu açıklaya­bilecek herhangi mümkün bir ifade yoktur. Kendinden başka şeyle tanımlanamaz, çünkü kendinden başka bir ifadeyle tanımladınız mı açıklamış olursunuz. Bu artık ahlâkî bir “meli, malı” değildir. Başka bir şeydir.
RUSSELL — Bence, “meli, malı” nın anlamı biri­nin hayali bir tasvip etmeyişinin, bu Tanrının da ola-

bilir sonucudur. Bence “meli, malı” dan anlaşılan budur.
COPLESTON — Sadece ortam ve eğitim ile en kolay bir şekilde açıklanabilecek olan şeyler, dış töreler, yasak­lar gibi şeylerdir, ama bütün bunlar yasanın konusu için­dekiler dediğim şeye aittir gibime geliyor. Başlı başına “meli, malı” fikri bir oymak başkanı ya da başka bir başkan tarafından bir kimseye aktarılamaz, çünkü ak­tarılabileceği başka ifade biçimi yoktur. Bana tamamıyla (Russell sözünü keser).
RUSSELL — Ama bunu söylemenin anlamını anla­mıyorum hepimiz şartlı refleksleri biliyoruz. Yaptığı belli bir hareket için cezalandırılan hayvanın o hareket­ten bir süre çekineceğini biliyoruz. Hayvan bunu şu mu­hakemeyi yürüterek yapmamaktadır: “Filân şeyi ya­parsam efendim kızar” dememektedir. Sadece yapılmama­sı gereken bir şey olduğunu duyar. Biz kendimiz başka durumda değiliz.
COPLESTON — Bir hayvanın ahlâkî zorunluluk bilinci olduğunu farz etmenin anlamı yok; hayvanlara da ahlâksızca davranmış diye bakmıyoruz. Ama insanın bir zorunluluk ve ahlâk bilinci vardır. İnsanın hayvan şartlandırıldığı şekilde şartlanabileceğim sanmıyorum, öyle olsa bile, bunu gerçekten istemezsiniz herhalde. “Biheyviyorizm” gerçek olsaydı, İmparator Neron ile St. François d’Assise arasında nesnel bir ahlâkî ayrılık olamazdı. Lord Russell, Belsen Kumandanının ahlâk ba­kımından iyi davranmadığını kabul ediyorsunuz, siz ken­diniz de o şartlar altında aynı şekilde davranmazdınız, in­san ırkının mutluluğunun dengesi, bazı kimselerin bu denli korkunç şekilde muamele görmesiyle bile düzeleceği­ni düşünmüş olsaydınız veya düşünmenize mahal olmuş olsaydı bile.
RUSSELL Hayır. Kuduz bir köpeğin davranışım örnek almam. Ama böyle davranmamamın tartışmakta ol­duğumuz konuyla gerçekten ilgisi yok.
COPLESTON — Yok ama, sonuçlan bakımından doğ­ru ile yanlış’ın fayda bakımından bir açıklamasını yap­saydınız, her ne kadar bu şekilde davranmak esef edile­cek bir şey idiyse de, dengenin sonunda daha büyük bir mutluluğa yol açacağını Nazilerin insaflıları düşünebilir­di. Böyle demek istemiyorsunuz herhalde? Sadece o cins­ten bir hareketin doğru olmadığını söyleyeceksiniz üste­lik genel mutluluk ister artmış olsun ister eksilmiş olsun, bunun yarım bir şey olduğunu ileri süreceksinizdir. Böyleyse, demek ki doğru ve yanlış için bir ölçünüz olması gerekir, buysa nasıl olursa olsun duygu ölçüsünün dışın­dadır. Bence bunu kabul etmek Tanrıdaki en son bir de­ğer temelini kabul etmeğe götürür eninde sonunda.
RUSSELL — İşleri karıştırdık galiba. Yargılarken başvuracağım hareket, hakkında doğrudan doğruya du­yulan duygu değildir, sonuç bakımından olan duygudur. Tartışmakta olduğunuz davranış gibi bazı davranış şe­killerinin iyilik yapacağı hiç bir şart kabul edemem. Bun­ların iyi etkisi olabileceği şartlar düşünemem. Böyle dü­şünen insanların kendini aldattığını sanıyorum. Ama iyi­lik yapabilecekleri şartlar olaydı, istemiye istemiye de olsa, o zaman “Ne yapayım, bu gibi şeyleri sevmememe rağmen boynumu eğmem gerek” diyebilirdim, her ne ka­dar cezadan son derece nefret ediyorsam da, Ceza Huku­kuna boyun eğdiğim gibi.
COPLESTON — Galiba tutumu özetlememin zamanı geldi. İki muhakeme yürüttüm. Birincisi Tanrının varlığının metafizik ile doğrulanabileceği; öteki insanın ahlâkî ve dinsel yaşantısına ancak Tanrının varlığının bir anlam kazandıracağı. Bence sizin insanın ahlâkî yargılarını anlatışınız ister istemez kuramınızın gerektir­diği ile kendi kendiliğinden meydana gelen yargılarınız arasında bir çelişme çıkarıyor ortaya. Üstelik kuramı­nız ahlâkî zorunluluğu tevil ediyor, tevil ise bir açık­lama değildir. Metafizik muhakemeye gelince, dünya de­diğimiz şeyin sadece muhtemel varlıklardan meydana gelmiş olduğu konusunda anlaştık gibi. Yani hiç birinin kendi varlığını kendine borçlu olmadığı varlıklardan. Olaylar serisinin açıklanma gerektirmediğini söylüyorsu­nuz: ben diyorum ki, gerekli varlık olmasaydı, var olması gereken ama olamayan hiç bir varlık olmasaydı, hiçbir şey var olmazdı. İspat edilse bile, muhtemel varlıklar se­risinin sonsuzluğu yersiz olurdu. Var olan bir şey var­dır; bu bakımdan bunun bir sebebi olması gerekir, muh­temel varlıklar serisinin dışında biri. Bunu kabul etmiş olsaydınız o varlığın şahıs mı olduğu, iyi mi olduğu v.s. üstünde tartışırdık. Gerekli bir varlığın olup olmadığı konusunda ben büyük klâsik filozofların çoğuyla hemfikirim.
Yanılmıyorsam, ileri sürdüğünüze göre, var olan varlıklar sadece vardır ve bunların varoluşunun nedeni­ni açıklamak için herhangi bir soru sormağa hakkım yok. Ama bunun mantık analiziyle de destek bulamayacağını göstermek isterim; kendi ispatlanması gereken bir fel­sefe ifade etmektedir. Felsefe konusundaki fikirlerimiz kökten ayrı olduğu için, galiba bir çıkmaza geldik; öyle geliyor ki bana, benim felsefenin bir kısmı dediğim şe­ye  siz, felsefe rasyonel olduğu kadar, bütün diyorsunuz. Kusura bakmayın ama eskimiş (maksatlı bir sıfattır bu) mantığa karşılık “modern” dediğiniz kendi mantık sis­teminizden başka mantık analiziyle doğrulanamayacak bir felsefe ileri sürüyorsunuz. Ne de olsa Tanrının var­lığı bir varoluşçu sorunudur, mantık analiziyse varoluş so­runlarıyla doğrudan doğruya ilgilenmez. Böylece bana öyle geliyor ki bir sorun gurubundaki ifadelerin saçma olduğunu ilân etmek, başka bir sorun gurubu incelerken gereksiz diye, felsefenin niteliğini ve çapını sınırlamak demektir, bu da doğrulanması gereken bir felsefi eylem­dir.
RUSSELL — Ben de özet olarak birkaç söz söyleye­yim. İlkin metafizik muhakemesi konusunda. “Muhtemel” gibi bir terimin ifade ettiği anlamları, ya da Copleston’un anlamında açıklanma imkânı olduğunu kabul etmiyorum. “Muhtemel” kelimesi ister istemez sadece var olmanın te­sadüfi niteliği diyebileceğiniz şeyi olmayacak bir şeyin imkânını ima etmektedir, bunun tamamıyla nedensellik anlamı dışında doğru olmadığını sanıyorum. Bazen bir şeyin başka bir şeyin sonucu olduğunu söyleyerek neden­sellikle bir açıklamada bulunabilirsiniz, ama bu sadece bir şeyi başka bir şeye atfetmeden başka bir anlam taşı­maz bence Copleston’un hiçbir şeyin açıklaması yok­tur, bunlara “muhtemel” demenin de anlamı yoktur, çün­kü olabilecekleri başka şey yoktur. Bu konuda söyleye­ceğim bu, ama Copleston’un, beni mantığa bütün felse­fe olarak bakmakla suçlaması üstünde birkaç sözüm var. Mantığa felsefenin bütünü olarak hiç de bakmıyorum. Mantığın felsefenin gerekli bir kısmı olduğunu, felsefede kullanılması gerektiği kanısındayım, bu bakımdan ikimi­zin fikirleri de uyuşuyor. Kullanmış olduğu mantık yeni iken yani Aristo zamanında epey yaygaraya verildi ortalık. Bugün artık eskidi ve saygıdeğer bir ihtiyar ha­lini aldı, bu bakımdan, artık fazla yaygarada bulunmanın anlamı yok. Benim inandığım mantık oldukça yenidir, bu bakımdan yaygara koparmada Aristo’yu örnek almam gerek; ama bunun bütün felsefeyi teşkil ettiğini ileri sürdüğüm yok. Felsefenin önemli bir bölümüdür, filân kelime için bir anlam bulamıyorum dersem de bu sadece üstünde düşünerek o kelime hakkında bulduğum şeye da­yanan bir teferruat meselesidir. Metafizikte kullanılan bütün kelimeler anlamsızdır diye genelleme yaptığım yok, bunu ileri sürdüğüm yok.
Ahlâkî muhakemeye gelince, insan antropolojiyi ve tarihi inceledikçe, iğrenç bulduğum hareketleri yap­manın ödev gibi göründüğü topluluklar buluyor, Coples­ton’un benden istemediği gibi ahlâkî zorunluluk ko­nusunda Tanrısal bir çıkış noktası atfedemiyorum; babanızı filân yemenizi şart koşan bir hale gelen ahlâkî zo­runluluk biçimi bile bana güzel ve asil gibi gelmiyor; bu bakımdan, ahlâkî zorunluluğun bu anlamına Tanrı­sal bir çıkış noktası atfedemem, her ne kadar bambaşka yollardan anlatılmağa çalışılıyorsa da.
Sh: 173-202
[Bu denemenin her iki bölümü ilkin Stokholm’de çıkan Dagens Nyheter gazetesinin 9 ve 11 Kasım 1954 sayılarında çıkmıştır.]
İnsanlık ölüm tehlikesi içindedir, geçmişte olduğu gibi şimdi de insanları Tanrıya sığınmaya yöneltmektedir. Batıda dinin genel bir canlanışı görülmektedir. Nazilerle Komünistler, Hıristiyanlıktan ayrılıp, iğrendiğimiz ha­reketlerde bulundular. Hitler’le Sovyet Hükümetinin Hı­ristiyanlığa karşı davranışlarının hiç değilse kısmen dert­lerimizin sebebi olduğu gerekçesiyle dünya Hıristiyanlı­ğa dönerse, uluslararası meselelerin çözümlenebileceği düşüncesine varmak kolaydır. Ben buna korkudan doğan bir aldanma diye bakıyorum. Üstelik tehlikeli bir aldan­madır da, çünkü düşüncesi faydalı olabilecek kimseleri yanlış yola götürür, böylece geçerli bir çözümü engelle­miş olur.
Burada söz konusu olan sorun, sadece dünyanın şim­diki durumuyla ilgili değil. Pek genel olan sorun ve yüz­yıllardır üstünde tartışılan bir konu. “Toplumlar, dog­matik din olmaksızın yeterli bir ahlâk düzeni kurabilir mi?” sorunudur bu. Ben, dindar kişilerin düşündüğü gi­bi, ahlâkın dine büyük çapta bağlı olduğunu sanmıyorum. Hattâ din dogmalarını kabul etmeyenler arasında bazı önemli erdemlerin belki de daha çok bulunduğunu düşünüyorum. Bunun özellikle doğru sözlülük veya zihin bü­tünlüğü erdemine tatbik edilmekte olduğunu düşünüyo­rum. Zihin bütünlüğü derken, kaygı verici sorunlar üstün­de kanıta dayanarak karar verme alışkanlığını kastediyo­rum, ya da yeterli kanıt yoksa herhangi bir karar al­mamayı. Gerçi herhangi bir dogma sisteminin izleyicile­rinin çoğu tarafından hor görülürse de bu erdemin, ben­ce, toplumsal önemi pek büyüktür ve dünya için Hıristi­yanlıktan veya başka örgütlenmiş inançlar sisteminden çok daha faydalı olabileceğini düşünmekteyim.
Ahlâk kurallarının nasıl kabul edildiğini bir düşüne­lim. Ahlâk kuralları genellikle iki türlüdür: temeli sadece dine dayananlar ile toplumsal faydası açık olanlar. Yu­nan ortodoks kilisesinde aynı çocuğun vaftiz anasıyla vaftiz babası birbiriyle evlenemez. Bu kuralın temelinin tamamıyla teolojiye dayandığı açık; bu kuralı önemli görüyorsanız, kuralın bozulmasına meydan vereceğinden dinin çökmesinin iyi olmadığını söylemekte haklı olursu­nuz. Ama mesele bu çeşit ahlâk kuralında değil. Aslı ah­lâk kuralları, teolojiden ayrı olarak toplumsal bir doğ­rulaması olan kurallardır.
Örneğin hırsızlığı alalım ele. Herkesin çalacağı bir topluluk kimsenin hoşuna gitmez, hırsızlığın az olduğu bir toplulukta yaşayanlar istedikleri yaşama biçimini el­de etmekte daha çok imkân sahibi olurlar. Ama kanun, ahlâk ve dinin olmadığı yerde, bir zorluk çıkmaktadır ortaya: her birey için, ideal topluluk, kendisinden baş­ka herkesin namuslu olduğu, yalnız kendisinin hırsız ol­duğu bir toplum olacaktır. Böylece bireyin çıkarının topluluğunkiyle uzlaştırılması için toplumsal bir kuruluşun gerekli olduğu meydana çıkmaktadır. Bu oldukça başarıy­la ceza hukuku ve polis sayesinde gerçekleştirilmektedir.
Ama suçlular daima yakalanmazlar, polis ise kuvvetli karşısında pek uysal davranabilir. Polis iş görmese bile halk, hırsızlığı cezalandıracak bir Tanrı olduğuna inandırılırsa, bu inancın, namusluluğu arttırması muhtemel­dir. Zaten Tanrıya inanan bir toplulukta, Tanrının hırsız­lığı yasak ettiğine inanılacaktır. Dinin faydalılığı hır­sızın kral olduğu, yeryüzü adaletinin üstünde olduğu Babath’un bağı hikâyesinde iyi canlandırılmaktadır.
Geçmişteki yarı uygar topluluklarda, bu gibi düşün­celerin, toplumsal bakımdan istenecek davranışın ger­çekleşmesine yardım ettiğini inkâr etmiyorum. Ama gü­nümüzde, ahlâka teolojik bir çıkış noktası atfederek yapı­labilecek iyiliğin büyük tehlikeler doğurabileceği ve ya­pılmış olan iyiliğin karşılaştırınca bir hiç kalacağı söy­lenebilir. Uygarlık ilerledikçe, yeryüzü müeyyideleri da­ha bir güven kazanıyor, tanrısal müeyyidelere de aynı nisbette güven azalıyor. Halk gittikçe çalması halinde ya­kalanacağını görmeğe başlıyor, yakalanmazsa, Tanrının cezasına uğrayabileceğine gittikçe daha az inanmağa baş­lıyor. Koyu dindar kişiler bile bugün hırsızlık halinde Cehenneme gideceklerini sanmıyorlar. Zamanı gelince ne­damet göstereceklerini düşünüyorlar, sonra Cehennem de eskisi kadar kesin olmadığı gibi, o kadar sıcak da değil. Uygar topluluklarda çoğu kimse çalmıyor, bunun en bü­yük sebebi de yeryüzünde cezaya uğramalarının pek muh­temel oluşu. Bir altına hücum sırasında kampta ya da böylesine düzensiz bir toplulukta hemen herkes çalmak­tadır.
Hırsızlığın din bakımından yasaklanması artık pek gerekli olmasa da hepimiz insanların çalmamasını istedi­ğimizden bunun bir zararı yoktur denebilir. Bununla bir­likte, kötü olan şey, insanların şüphe etmeğe başlar baş­lamaz bu iğrenç ve zararlı vasıtalarla desteklenmesidir. Bir teolojinin erdem iğin gerekli olduğu düşünülürse ve safdil araştırıcılar teknolojinin doğru olması için bir se­bep göremezse, makamlar safdil araştırmayı önlemek için çalışmağa başlar. Eskiden araştırıcıları yakarlardı. Rusya’da hâlâ bundan biraz daha iyi olan metodlar vardır; ama Batıda makamlar oldukça daha ılımlı ikna usulleri kullanmaktadırlar. Bunların en önemlisi belki de okul­lardır; gençlerin, üst makamların sevmediği fikirleri duy­masından alıkonmaları gerektir, gene de araştırıcı bir tutumu olanlar toplumun hoşuna gitmez, elden gelirse ahlâka aykırı hareket ettiği söylenir. Böylece teolojik bir temeli olan herhangi bir ahlâk düzeni, iktidarı elde tutanların yetkilerini korudukları ve gençlerin zihin güç­lerini zedeledikleri âletlerden biri olmaktadır.
Günümüzde çok tehlikeli gördüğüm bir şey, gerçeğe karşı olan ilgisizliktir. Örneğin Hıristiyanlığın savunusu için yapılan bir tartışmada, St. Thomas d’Aquinas gibi, bir Tanrı olduğunu, iradesini Kitabı Mukaddeste göster­diğini farz etmek için sebep ileri sürmüyorlar, insanlar böyle düşünürlerse, düşünmedikleri durumdan daha iyi hareket edeceklerini sanıyorlar. Bu bakımdan bu kim­selere göre Tanrının var olup olmadığı üstünde spekülasyonda bulunmamamız gerektir. Beklenmedik bir an kafamızda şüphe uyanırsa, hemen kuvvet kullanarak bu­nu yok etmemiz gerekmektedir. Safdil düşünce şüpheye yol açarsa, bu gibi düşünceden kaçınmamız gerekir. Mu­hafazakârların resmi savunucuları ölmüş karınızın kız-kardeşiyle evlenmenizin kötü olduğunu söylüyorsa, ahlâk bozulmasın diye onlara inanmanız gerekmektedir. Size doğum kontrolünün günah olduğu söylendiği zaman, do­ğum kontrolü olmazsa, felâketin er geç geleceği ne kadar açık olursa olsun, sözlerini kabul etmeniz gerekmektedir. Bir inanç doğru olması sebebiyle değil de, herhangi bir başka sebepten, önemli görülürse birçok kötülüklerin baş göstermesi beklenir. Araştırmanın engellenmesi, demin de dediğim gibi, bunların birincisidir, başka kötülükler de ister istemez bunu izleyeceklerdir. Yetki makamı mu­hafazakâra açık olacaktır. Edinilmiş kanaatlerde şüphe uyandırıyorsa, tarih kayıtlarının yanlış olduğu ileri sü­rülecektir. Er geç, muhafazakâra karşı gelme bir suç gi­bi görülecek, yakma, tasfiye veya toplama kampı ile ica­bına bakılacaktır. Din doğrudur, bu yüzden inanılması gerekir diyen kimselere saygım var, ama dine faydalı olduğu için inanmak gerektiği, doğru veya yanlış olması üstünde tartışmanın sadece zaman kaybı olduğunu söy­leyen kimselerden tiksinirim.
Hıristiyanların savunucuları arasında, Komünizme Hıristiyanlıktan apayrı bir şey gibi bakmak ve kötülük­lerini, Hristiyan uluslarının faydalandığı farazi nimet­lerle karşılaştırmak âdet olmuştur. Bu bence büyük yan­lıştır. Komünizmin kötülükleri, inanç Çağındaki Hıristi­yanlıkta olan kötülüklerin aynıdır. Gepeu, Engizisyondan sadece nicelik bakımından ayrılmaktadır. Zalimlikleri aynı biçimdir, bunun Rusların zihin ve ahlâk hayatı 'üs­tünde yaptığı zarar, Engizisyoncuların meydan verdiği zararların aynıdır. Komünistler tarihi yanlış yansıtmak­tadırlar, Kilise de Rönesansa kadar aynı şekilde dav­ranmıştı. Kilise şimdi Sovyet Hükümeti kadar kötü değil­se de, bu Kiliseye karşı çıkmış olanların etkisi sayesin­dedir: Trent Kurulundan günümüze kadar bütün ilerle­melerini düşmanlarına borçludur. Komünist iktisat öğ­retisini beğenmediklerinden pek çok kimse Sovyet Hükûmetine karşı çıkmaktadır, oysa Kremlindeki bu tutum, ilk Hıristiyanlarda, Fransisken mezhebinde ve Ortaçağın Hristiyan mezheplerinin çoğunda vardı. Komünist öğ­reti, sadece Hristiyan mezheplerinde değildi, muhafaza­kâr Hristiyan şehidi olan Sir Thomas More, Hristiyan­lıktan Komünistlik diye söz etmekte ve hayalin ülkesi olan Utopia’daki sâkinlerine sadece Hristiyan dininin bu cephesinin öğütlenebileceğini söylemektedir. Bir tehlike olarak görülmesi gereken, Sovyet öğretisinin kendisi de­ğildir. Öğretinin nasıl uygulandığıdır. Kutsal ve bozulamayacak bir gerçek olarak görülmekte, şüphe etmenin gü­nah olduğu ve büyük zekâ gerektirdiği düşünülmektedir. Komünist, Hristiyan gibi, öğretisinin kurtuluş için ge­rekli olduğuna inanmaktadır, bu inançtır onun için kur­tuluşu sağlayacak olan. Hıristiyanlıkla Komünizm ara­sındaki benzerliklerdir onları birbirleriyle uyuşturmayan, iki bilim adamı anlaşamayınca, silâha sarılmaz: karar vermek için başka delil arar, çünkü bilim adamları ola­rak yanılabileceğim bilirler. Ama iki teolog anlaşamaz­sa, hiç birinin başvurabileceği bir ölçü olmadığından, an­cak birbirlerinden nefret ederler veya açıktan açığa ya da kapalı olarak kuvvete başvururlar. Hıristiyanlığın bugün eskisinden daha az zararı olduğunu kabul ediyo­rum; ama daha az inanıldığı içindir bu. Belki aynı de­ğişiklik zamanla Komünizmin başına da gelecektir; ge­lirse, şimdi onu çirkin gösteren şeylerin çoğunu bıraka­caktır. Ancak Batıda Hıristiyanlığın erdem ve toplum­sal denge için gerekli olduğu görüşü üste çıkarsa, Orta­çağdaki zararlarına yeniden dönmüş oluruz; Komünizmle gittikçe benzeştikçe de uzlaşmaları o kadar güçleşecek­tir. Bu yolda dünya felâketten kurtarılamaz.
Makalemde gerçekliğine değil, toplumsal faydasına dayanarak kabul edilmesi istenen her türlü dogma düze­ninin yol açtığı kötülükleri almıştım ele. Söylediklerim Hıristiyanlığa, Komünizme, Müslümanlığa, Hinduizme vs bütün teolojik sistemlere uygulanabilir, ancak bilim adamlarının tutumu gibi, evrensele hitap edecek temellere güvenirlerse başka. Bununla birlikte, ileri sürülen özel meziyetleri yüzünden Hıristiyanlığın lehine bazı özel ka­nıtlar vardır. Bu, Cambridge Üniversitesinden Modern tarih profesörü Herbert Butterfield tarafından, büyük bir belâgatle belirtilmiştir (Christianity and History (Londra, 1950).), kendisinin de katılmakta olduğu fikirlerin çoğunun sözcüsü olarak ona başvuraca­ğım.
Kendisi aslında olduğundan daha açık fikirli gibi görünen kabullerle bazı tartışmalı avantajlar sağlamak istemektedir. Hristiyan Kilisesinin insanlara eza cefa çektirmiş olduğunu ve dıştan uyguladığı baskının onun bugünkü durumuna düşmesine sebep olduğunu kabul et­mektedir. Rusya ile Batı arasındaki bugünkü gerginliğin, Rus Hükümeti Yunan Ortodoks Kilisesine bağlı olmağa devam etmiş olsaydı bile yine yer alması beklenecek bir iktidar siyasetinin sonucu olduğunu kabul etmektedir. Özellikle Hıristiyanlığa ait saydığı bazı erdemlerin bazı özgür düşünürler tarafından ileri sürüldüğünü ve birçok Hıristiyanların davranışında olmadığını kabul etmekte­dir. Ama bütün bu kabullere rağmen, dünyanın çektiği kötülüklerin Hıristiyanlık dogmasına bağlı kalarak dü­zeltilebileceğini ileri sürmekte, ve asgari Hristiyan dog­masına sadece Tanrı ve ölümden sonra yaşamaya olan inancı değil, aynı zamanda, hem İlahi hem de beşeri ta­biatların İsa’da birleşmesine olan inancın da dahil oldu­ğunu söylemektedir. Hıristiyanlığın bazı tarih olayla­rıyla olan bağı üstünde durmakta, bu olayları kanıta da­yanarak tarihsel olarak kabul etmekte, diniyle ilgisi ol­masaydı, kendisini ikna etmeyeceğinde şüphe olmayan Meryem’in bâkire olarak doğum yapmasının kanıtı, alış­mış olduğu teolojik inançların çevresinin dışında ortaya çıksaydı hiç bir tarafsız araştırıcıyı ikna etmiş olacağını sanmıyorum. Putperest mitolojide bu gibi hikâyeler bol­dur, ama kimse bunları ciddiye almamaktadır. Bununla birlikte, Profesör Butterfield, kendisinin bir tarihçi olmasına rağmen, Hıristiyanlığın çıkışı konusunda tarihle İlgili meselelere değinmemektedir. Nezaketten ve aldatıcı geniş fikirlilik havasından soyulunca, muhakemesi kaba­ca, ama doğru olarak şöyle özetlenebilir: “İsa’nın ger­çekten Bâkire Meryem’den doğmuş veya doğmamış olması, ruhul-kudüs sayesinde rahme düşmüş olup olma­ması konusunu araştırmak boşunadır, olsun olmasın böyle olduğuna inanma dünyanın dertlerinden kurtulmak için en iyi ümit yoludur.” Profesör Butterfield’in eserinin hiç bir yerinde herhangi bir Hristiyan dogmasının doğrulu­ğunu ispat için en küçük bir teşebbüs yoktur. Sadece Hristiyan dogmasında inancın faydalı olduğu pragmatik muhakemesi vardır. Profesör Butterfield’in eserinde gerektiği gibi açık ve dakik olmayan birçok taraflar var­dır, buna sebep de korkarım açıklık ve dakikliğin onları inanılmaz yapacağı korkusudur. İleri sürdüğü şey esa­sında şudur: insanlar komşularını severlerse iyi olur, ama pek öyle davranmağa eğilimli değillerdir; İsa onla­ra komşularını sevmeleri gerektiğini söyledi, İsa’nın Tan­rı olduğuna inanıyorlarsa, sözlerine daha çok dikkat et­meleri gerekir; bu yüzden insanların komşularını sevme­lerini isteyenler, onları İsâ’nın Tanrı olduğu konusunda iknaya çalışmalıdırlar.
Böylesine fikir yürütmeye karşı öyle itirazlarda bu­lunulabilir ki insan nereden başlayacağım şaşırıyor. Bir kere Profesör Butterfield ve bütün kendisi gibi düşünen­ler insanın komşusunu sevmesinin iyi bir şey olduğu ka­nısındalar, bu kanaatleri İsâ’nın sözlerinden ileri gelmi­yor. Tersine, kendileri bu görüşte olduklarından İsâ’nın sözlerine tanrısallığının kanıtı gibi bakıyorlar. Yani ideo­loji üstüne kurulu bir ahlâk düzenleri yoktur, ahlâk dü­zenlerine dayanan bir teolojileri vardır. Bununla birlik­te, görünüşe bakılacak olursa, komşuyu sevmenin iyi bir şey olduğunu onlara düşündüren teolojik olmayan teme­lin herkese hitap edeceği şüphelidir, bu yüzden daha et­kili gibi gördükleri başka muhakemeler yürütmeğe kalk­maktadırlar. Bu çok tehlikeli bir tutumdur. Birçok Pro­testan Şabat orucunu bozmanın cinayet işlemek kadar kötü bir şey olduğunu düşünüyordu. [Şabat veya Sebt, Yahudilerin dinlenme günü olan Cumartesi gününü ifade eder. Yahudiler için Yehova ile aralarındaki özel bir bağı temsil eder. İbranice "lişbot" (iş bırakma) kelimesinden gelir. ] Onlara Şabatı boz­manın kötü olmadığına inandırmış olsaydınız, cinayet iş­lemenin de kötü bir şey olmayacağına inanmış olurlardı. Her teolojik ahlâk düzeni kısmen rasyonel olarak savunu­labilecek, kısmen de boş inançlardan meydana gelen bir yasaklar yığınıdır. Rasyonel olarak savunulabilecek kıs­mının savunulması gerekir, yoksa öteki kısmın akla uy­madığım görenler hepsini birden inkâr edebilirler.
Ama Hıristiyanlık, rakiplerinin ve karşı duranlarının ahlâk düzeninden daha iyi bir ahlâk düzeni uğruna mı mücadele etmiştir? Namuslu hiç bir tarihçinin bunun böyle olduğunu söyleyeceğini sanmıyorum. Hıristiyanlık başka dinlere nazaran işkence, eza cefa çektirmeye daha çok önem vermiştir. Budizm hiç bir zaman böyle olma­mıştır. Halifeler İmparatorluğu, Yahudilerle Hristiyanlara karşı, Hıristiyanların Yahudilerle Müslümanlara dav­randığından çok daha merhametli davranmıştır. Vergi verdikleri süre Yahudilerle Hıristiyanlara dokunmamışlardır. Roma İmparatorluğu Hristiyan olur olmaz, Ya­hudi düşmanlığı başlamıştır. Haçlıların dinsel şevkleri Batı Avrupa’da katliamlara yol açmıştır. Dreyfus’un son­radan mahkûmiyetini kaldırtacak olan özgür düşünürleri suçlayan Hıristiyanlar olmuştur. Sadece Yahudilerin kur­ban olduğunda değil, başka durumlarda da yakın çağlar­daki menfur hareketler Hıristiyanlar tarafından savunul­muştur. Kral Leopold’un Kongo’daki iğrenç hareketleri Kilise tarafından önemsenmemiş, gizlenmiş, genellikle özgür düşünürlerin yönettiği başkaldırmalarla durdurulmuş­tur. Hıristiyanlığın insanı yükseltici bir ahlâkî etkisi olduğunun ileri sürülmesi ancak tarihİ kanıtları ve olay­ları toptan inkâr etmekle savunulabilir.
Buna verilen cevap genellikle, bizim iyi görmediğimiz şeyleri yapanların İsa’nın sözlerini izlememeleri bakımın­dan gerçek Hıristiyanlar olmadığıdır. Aynı şekilde Sov­yet Hükümetinin de gerçek Marksistlerden meydana gel­mediği ileri sürülebilir, çünkü Marx Slavların Almanlardan aşağı olduğunu söylüyordu, bu öğretiyse Kremlin tarafından kabul edilmemektedir. Bir öğretmeni izleyen­ler bazı bakımlardan öğretmenin öğretisinden daima ay­rılırlar. Bir Kilise kurmayı düşünenlerin bunu göz önüne getirmesi gerekir. Her Kilise kendisini koruma içgüdü­sü geliştirir, ve bu amaca yönelmeyen öğretmeninin öğ­retisinin kısımlarını önemsemez. Her neyse, modern savunucuların “gerçek” Hristiyan dediği pek seçici bir sürece bağlıdır. İncillerde olan şeylerin çoğunu görme­mezlikten gelir: örneğin koyunlarla keçiler kıssası; ve kötünün sonsuzca Cehennem ateşinde yanacağı öğre­tisi. Tatbikatta onu dahi bir yana bırakıyorsa da, Sina dağındaki Va’zın sadece bazı kısımlarını seçmektedir. Direnme öğretisini sadece, Gandhi gibi Hristiyan olma­yanlara bırakmaktadır. Özellikle el üstünde tuttuğu il­keler öyle yüksek bir ahlâk bulunduracaktır ki içinde, tanrısal bir kaynağı olması gerekecektir. Profesör Butterfield’in, bu ilkelerin İsa’nın gelişinden önce Yahudi­lerce söylenmiş olduğunu bilmesi gerekir. Örneğin Hill’in sözlerinde, ya da “On iki Havarinin vasiyetlerinde” var­dır, bu konuda ileri gelen bir yetkili, Dr. R. H. Charles şöyle demektedir: “Sina dağındaki va’z birçok yerde metinimizin ruhunu ifade ediyor, hattâ bazen aynı keli­meleri kullanıyor: İncillerde birçok yerde bu benzerlik görülebilir, St. Paul kitabı bir hatıra defteri gibi kullan­mağa benzer”. Dr. Charles, İsa’nın bu eseri tanımış ol­ması gerektiği fikrinde. Eğer, bazen söylendiği gibi ahlâkî öğretinin yüksekliği yazarının tanrısallığını ispat etse bu Ahidlerin bilinmeyen yazarının tanrısal bir var­lık olması gerekir.
Dünyanın kötüye gittiği inkâr olunamaz, ama Hıris­tiyanlığın buna bir çare bulacağını gösterecek en ufak bir iz bile yoktur tarihte. Dertlerimiz Yunan trajedisi­nin amansızlığıyla, Birinci Dünya Savaşıyla başladı, Ko­münistler ve Naziler bundan çıkmıştır. Birinci Dünya Savaşının çıkış noktası tamamıyla Hıristiyanlığa daya­nıyordu. Üç imparator da sofuydu, İngiliz Kabinesinin savaşçıları da sofuydular. Almanya ve Rusya’da savaşa karşı gelen, kendileri Hristiyan olmayan, Sosyalistler oldu; Fransa’da, ciddİ Hıristiyanlar tarafından alkışlanan Jaures oldu; İngiltere’de ünlü bir ateist olan John Morley. Komünizmin en tehlikeli tarafları Ortaçağ Kilisesi­ni andırmaktadır. Kutsal bir Kitapta bulunan öğretile­rin bağnazca kabulü, bu öğretileri tenkidi yasaklamak ve kabul etmeyenlere vahşice eziyet çektirmek. Mutlu bir sonuç için Batıda bir bağnazlığın canlanmasını arama­mız gerekir. Böyle bir canlanış Komünizmin nefret edile­cek taraflarının evrensel olması demektir. Dünyanın ge­rektirdiği şey, makûllük, hoşgörü, ve insan ailesinin bö­lümlerinin birbirine bağlı olduğunun farkına varılması­dır. Bu ortak bağlılık modern icatlarla daha da artmıştır, insanın komşusuna iyi davranması gibi tamamıyla dünyevi bir davranış, eskiden çok daha gerek günümüzde. Zihinlerimizi karartıcı efsanelere değil, böyle düşüncelere yöneltmeliyiz. Zekânın dertlerimizi doğurduğu söylenebilir; ama aptallığın iyi edeceği düşünülemez. Ancak daha büyük ve bilgece bir zekâ daha mutlu bir dünya yapabilir.
Tanrıya inanç olmadan bir insanın ne mutlu ne de erdemli olabileceğini söyleyen çoktur. Erdem konusun­da, sadece gözlemle yetineceğim, kendi edindiğim tecrü­bemle değil. Mutluluk bakımından, ne tecrübe, ne de göz­lem bakımından, inananların inanmayanlara nazaran ge­nellikle ne daha mutlu ne de daha mutsuz olduğunu gör­medim. Mutsuzluk için “büyük” sebepler bulmak âdettir, çünkü insanın mutsuzluğunu karaciğerinin bozukluğuna atfetmektense, inanç noksanlığına atfetmesinde daha bü­yük bir gurur payı vardır. Ahlâk konusuna gelince, bu, büyük çapta, kişinin bundan ne anladığına bakar. Ben önemli erdemlerin iyi kalplilikle zekâ olduğunu sanıyo­rum. Zekâ, her türlü inançla engellenir; iyi kalplilikse günah ve ceza duygusuyla körleşir (bu arada şunu da söyleyeyim ki Sovyet Hükümetinin ortodoks Hıristiyan­lıktan aldığı biricik inançtır bu).
Toplumsal bakımdan arzulanan bir şeyi önleyecek birçok pratik yol vardır geleneksel ahlâk düzeninde. Bun­lardan biri zührevİ hastalıkların önlenmesidir. Daha da önemlisi, nüfusun kontrolüdür. Tıptaki ilerlemeler bu meseleyi eskisinden çok daha önemli bir duruma getirmiştir. Hâlâ yüz yıl önceki kadar verimli olan millet ve ırklar bu bakımdan alışkanlıklarını değiştirmezlerse, in­sanlık için savaş ve yoksulluktan başka bir şey beklenemez. Her zeki insan bunu bilmektedir ama bunlar din dog­macıları tarafından benimsenmemektedir.
Dogmatik inancın çökmesinin iyilikten başka bir şey doğuracağını sanmıyorum. Nazi veya Komünistlerinki gi­bi yeni dogma sistemlerinin eskilerinden daha kötü oldu­ğunu kabul ediyorum, ama muhafazakâr dogmatik alış­kanlıklar gençlikte aşılanmamış olsaydı insanların zih­ninde yer etmiş olmazlardı. Stalin’in dili, eğitim görmüş olduğu din okulundaki hatıralarıyla doludur. Dünyamı­za gereken dogma değil, bilimsel araştırma davranışıdır, ister Stalin’den gelsin, ister inananın kendi gibi hayal ettiği bir Tanrısal varlık’tan gelsin, işkence altında mil­yonların eziyet çekmesinin hoş bir şey olmadığına inan­maktır.
Sh:203-216
Kaynak: NEDEN HRİSTİYAN DEĞİLİM  (Why I am Not a Christian an Examination of the God‐Idea and Christianity Bertrand Russell [March 6, 1927] )  Çeviren: ENDER GÜROL Varlık Yayınları, Eylül, 1966, İstanbul


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar