BERTRAND RUSSELL- 6-
Çok felsefe tarihi var.
Ereğim, sadece onlara bir yenisini katmak olmayacak. Felsefeyi toplumsal ve
siyasal yaşantının bütünleyicisi olarak gözlet önüne sermek istiyorum. Onu
büyük adamların yalın düşünceleri olarak değil, içinde, değişik sistemlerin
geliştiği değişik toplumların karakterine ilişkin neden ve sonuç olarak ele
alacağım. Bu erek, felsefe tarihçilerinin verdiğinden daha çok bir genel tarih
bilgisi verilmesini gerektirir. Normal bir okuyucunun tanışık olduğu
varsayılamıyan dönemler için, özellikle gerekli buldum bunu. Skolâstik
felsefenin büyük çağı XI. yüzyıl reformlarının bir sonucuydu. O reformalarsa,
daha önceki bozuşmaya karşı bir tepkiden doğmuştu. Roma’nın düşünüşüyle Orta
Çağ Papalığının doğuşu konusunda bazı şeyler bilmeden XII. ve XIII. yüzyılların
atmosferi güç anlaşılır. Bu dönemi ele alırken, öbür dönemlerde olduğu gibi,
kendilerini biçimleyen ve kendilerinin biçimlenmesine yardımcı olduğu
zamanlarla ilgili olarak daha içten anlıyabilmek için gerekli bulduğum ölçüde
genel tarih bilgisi vermeyi erek edindim.
Bu görüş noktasının bir sonucu onun bir filozofa felsefî artamı (meziyeti)
açışından hak etmediği bir önem vermesidir. Söz gelimi, Spinoza’yı Locke’tan
büyük sayarım. Fakat, Spinoza daha az etki yapmıştır. Dolayısıyla ona, Lock’a
ayırdığımdan daha az bir yer ayırdım. Bazısı, söz gelişi, Rousseau ve Byron,
akademik anlamda philosophos değilse de, geçerli felsefe tutumunu büyük ölçüde
etkilemiştir. Onlar bir yana bırakılırsa, felsefenin gelişimi kavranamaz. Salt
devini adamları da önemlidir bazen.
Çok az filozof felsefeyi Büyük Alexandros, Carolus Magnus (Charlemagne) ya
da Napoleon ölçüsünde etkilemiştir. Eğer yaşamışsa Lykurgos daha belirgin bir
örnek sayılabilir.
Böyle geniş bir zaman uzanımını kapsamaya girişirken, çok kısa
anlatımların, okuyucuya değerli bir şey sağlamadığını öğrenmiş bulunuyorum.
Böylece, bir kaçı dışında, uzun boylu ele almağa değer görmediğim kişilerden
sözetmedim. Tartıştığım kişilerin yaşantıları ve toplumsal çevreleriyle ilgili
ne varsa yazdım. Arada bir gerçekten önemli olmıyan ayrıntıları, kişiyi ya da
kişinin yaşadığı zamanı aydınlatacağını umduğum için görmezlikten gelemedim.
Sonunda, geniş konumun herhangi bir parçasına ilişkin olarak, uzmanlara,
bir açıklama ve bir savunma sözü borçluyum. Alanı daha dar olan bir kişi için
her filozof hakkında bilinebileceklerin tümünü bilmek açıkça imkânsızdır.
Leibniz dışında, sözünü ettiğim her filozofu çok kişinin benden daha iyi
bildiğinde kuşkum yok. Fakat, eğer bu, uzman kişilerin bilgisine karşı duyulan
saygıdan gelme bir susuş için yeterli neden olsaydı, hiç kimse dar bir tarih
şeridinden ötesini kaleme almağa çalışamazdı. Sporta’nın Rousseau’ya, Platon’un
XIII. yüzyıla değin Hristiyan felsefesine, Nestoriusçuların (Nasturilerin)
Araplara, sonra Aquino’lu Thomas’a; Saint Ambrose’un Lombardia kentlerinin
doğuşundan günümüze değin siyasal felsefeye yapmış olduğu etki, yalnız kuşatıcı
bir tarihin ele alacağı konular arasındadır. Dolayısıyla, konunun şu ya da bu
bölümünde bilgimi yetersiz bulan okuyucunun hoşgörüsünü dilerim. «Zaman kıratlı
bir arabadır» düşüncesini hatırlamak gerekmeseydi, daha doyurucu olurdu bilgim.
Kitap esas olarak Pennsylvania’daki Bames vakfında tasarlanıp yine orada
kısmen konferanslar biçiminde ortaya konduğundan, varlığını Dr. Albert C.
Barnes’e borçludur.
Son 13 yıllık çalışmalarımın çoğunda olduğu gibi burada da araştırmalarım
için ve daha pek çok nedenle; eşim Patricia Russell’in büyük yardımını gördüm.
Felsefe adını verdiğimiz yaşantı ve dünya görüşleri iki etkinin ürünüdür:
1. Miras kalmış dinsel ve sağ-töresel kavramlar. 2. Bilimsel diyebileceğimiz
araştırma türü. (Burada, en geniş anlamıyla kullanıyorum «bilimsel»
sözcüğünü.) Her filozof, bu iki etkenin, sistemine giriş orantısına göre, büyük
ölçüde ayrılık göstermiştir. Fakat felsefenin öz çizgisini bu iki etkenin bir
aşamaya değin varlığı biçimler.
Felsefe, bazısı geniş, bazısı dar, pek çok biçimde kullanılan bir
sözcüktür. Onu, imdi açıklıyacağım geniş anlamıyla ele almayı öneriyorum.
Felsefe sözcüğü, anladığım anlamda, Tanrıbilimle bilim arasındadır.
Tanrıbilim gibi, kesin bilginin sağlanamaz olduğu konulardaki kurgulardan
kuruludur; bilim gibi, gelenek ya da vahiy otoritesinden çok insanın yargı
gücüne baş vurur. Gönlümün istediği gibi konuşayım: Bütün kesin bilgi bilime,
kesin bilgiyi aşan doğmalar tanrıbilime ilişkindir. Fakat, tanrıbilimle bilim
arasında her iki bilimin de saldırısına açık bir tampon bölge bulunmaktadır,
işte bu tampon bölge felsefedir. Kurgusal kafalar için çok ilginç olan hemen
bütün sorunlar bilimin karşılık veremiyeceği sorulardır. Tanrıbilimcilerin iddialı
karşılıkları, önceki çağlarda olduğu gibi kandırıcı görünmüyor.
Dünya zihin ve
maddeye mi ayrılmıştır?
Eğer öyleyse, zihin
nedir, madde nedir?
Zihin maddeye mi
bağlıdır, yoksa bağımsız güçlere mi sahiptir?
Evrenin bir birliği
ya da ereği var mıdır?
Yoksa biz onlara,
içinizdeki düzen sevgisi dolayısıyla mı inanıyoruz?
Kişi, gökbilimcilere
göründüğü gibi, küçük ve önemsiz bir gezegende çaresizce sürünen, sudan ve
katkısız olmıyan karbondan yapılmış küçük bir parçacık mıdır?
Yoksa Hamlet’e göründüğü gibi midir, (1) Yoksa belkilikle (muhtemelen) her
ikisi midir? Yüce ve aşağılık diye iki ayrı yaşama yolu var mıdır?
Yoksa, bütün yaşama yolları boş mudur?
Yüce bir yaşama yolu varsa onu biçimliyen nedir, ona nasıl ulaşılır?
Değer verilmeye lâyık olması için iyi ilksiz ve sonsuz mu (etanal) olmalı?
Evren, amansızca ölüme gidiyorsa bile iyi, aranmağa değer mi?
Bilgelik diye bir şey var mıdır?
Yoksa o, aptallığının arınmış en son biçimi midir yalnız?
Bu tür sorulara, laboratuvarlarda karşılık bulunamaz. Tanrıbilimciler,
hepsi de kesin olan karşılıkları olduğunu ileri sürdüler. Fakat, modern
düşüncenin, onları kuşkuyla karşılamasına neden olan, bu kesinlik
iddialarıdır. Bu sorulara, karşılık vermese de inceleme alanı açmak felsefenin
işidir.
(1) İnsan ne tür bir yapıt! Yan gücü ne yüce onun!
Yetenekleri ne sonsuz.
Biçimi ve duygulanışı ne belirgin!
Ne hayranlık verici!
Davranışı ne kadar meleklere, düşüncesi ne kadar Tanrı’ya benziyor!
Dünyanın süsü, yaratıkların en ulusudur o!
(Hamlet, perde II, sahne II, çeviren).
«Neden?» diye sorabilirsiniz «böyle çözülmez sorunlar üzerinde zaman
yitiriyoruz?» Buna, bir tarihçi ya da evrensel yalnızlık korkusuyla başbaşa
kalmış bir birey olarak karşılık verilebilir.
Tarihçinin karşılığı, verebileceğim kadariyle kitapta ortaya çıkacaktır.
İnsanlar özgür kurguya yetenekli olalıberi, davranışları, sayısız önemli
bakımlardan, dünya ve insan yaşantısı, iyi ve kötü olan konusundaki
kuramlarına dayanmıştır. Eskiden olduğu ölçüde bugün de doğrudur bu. Bir çağı
ya da bir ulusu anlamak için onun felsefesini anlamalı, felsefesini anlamak
içinse bir aşamaya kadar filozof olmalıyız. Karşılıklı nedenleme söz konusu
burada. Kişioğlunun yaşantı koşulları onun felsefesini, felsefesi de yaşantı
koşullarını belirlemede çok iş görüyor. Çağlar boyu akıp gelen bu karşılıklı
etki, aşağıdaki sahifelerin konusu olacak.
Daha kişisel bir karşılık da bulunabilir yukardaki soruya. Bilim bize, neyi
bilebileceğimizi söyler. Fakat, bilebileceğimiz azdır. Bilemiyeceklerimizin ne
denli çok olduğunu unutursak, önemi çok olan pek çok nene karşı duygusuz
kalırız, öbür yandan tanrıbilim gerçekte bilisiz olduğumuz yerlerde bir nenler
bildiğimiz konusunda dogmatikos bir inanç aşılar bize. Böylece, evrene karşı,
sınırı aşar biçimde yersiz davranmamıza yol açar. Etkili umut ve korkuların
karşısındaki kesinsizlik acıdır. Fakat avutucu peri öykülerinin desteği
olmaksızın yaşamak istiyorsak katlanmalıyız buna. Philosophianın sorduğu
soruları unutmamız ya da onlara, üzerinde kuşku duyulmayan karşılıklar
bulduğumuz yolunda kendimizi kandırmamız iyi olmaz. Ortada bir kesinlik
olmaksızın, çekinmelerle (tereddütlerle) felce uğramaksızm nasıl
yaşıyacağımızı öğretmek, çağımızda kendisiyle uğraşanlara, philosophianın
yapacağı belki de en belli başlı yardımdır.
Tanrıbilimden ayrı olarak, Yunanistan’da D. ö. VI. yüzyılda başlamıştır
philosophia. Eski çağda kendi yolunu izlemiş. Roma düşüp, hıristiyanlık
doğunca, Tanrıbilim üste çıkmıştır. Philosophianın XI. yüzyıldan XIV. yüzyıla
değin uzanan ikinci büyük dönemi, imparator Friedrich'in (1195 1250) yol açtığı
türden birkaç baş kaldırma devinisi dışında katolik kilisesinin baskısıyla
geçmiştir. Bu dönem, reformasyona varan kargaşalıkla son bulur. XVII.
yüzyıldan günümüze değin uzanan üçüncü dönemde bilim önceki dönemlerdekinden
daha çok egemen olmuş ve geleneksel inançlar yine önemli kalmış; yalnız
onların yerinde olup olmadıklarını belgileme gereği duyulmuş ve bilimin
buyurur göründüğü yerde değişmeye uğramaları türünden bir durum çıkmıştır
ortaya. Katolik görüş açısından, philosophosların pek azı dindar kişilerdir.
Onların kurgularında, din dışı devlet, kiliseden daha önemlidir.
Toplumsal bağlaşma (cohesion) ve bireysel özgürlük, din ve bilim gibi,
bütün dönemlerde bir çatışma ve baysallı (huzurlu) olmayan bir uzlaşma
içindedir. Yunanistan’da toplumsal bağdaşma, kent devletine bağlılıkla
sağlanmıştı. Aristoteles bile, başka tür bir yönetimi değerli saymamıştır.
Halbuki o zamanlar Alexandros (İskender), kent devleti modasını tarihe
karıştırmak üzereydi. Birey özgürlüğünün kente karşı görevle kısıtlanma
aşaması büyük ölçüde değişiktir. Sparta’da birey, modem Almanya (Bu betik
yazıldığı sırada Almanya Nazilerin yönetimi altındaydı. (Çeviren).) ve
Rusya'daki gibi küçük çapta bir özgürlüğe sahipti. Athena'daysa, arada bir
görülen baskılara karşın (rağmen) yurttaşlar, en iyi dönemde, devletçe konulmuş
sınırların ötesinde olağan üstü bir özgürlüğe sahiptiler. Aristoteles’e değin,
Grek düşüncesini kente karşı dinsel ve yurtseverlik dolu bir bağlılık
yönetmiştir. Bu düşüncenin, büyük ölçüde siyasal öğeye sahip olan sağtöre
sistemleri kentlilerin yaşantısına uydurulmuştu. Grekler sırasıyla Makedonyalılara
ve Romalılara bağlanınca özgürlük günlerinin görüşleri görünmez oldu artık. Bu,
gelenekten kopma dolayısıyla bir canlılık yitimini ve öbür yandan daha
bireysel, daha az toplumsal bir sağtöreyi getirdi. Sundurmanlar (stoikoslar)
erdemli yaşantıyı yurttasın devletle olan ilintisinden çok tinin tanrıyla olan
bağlantısı biçiminde düşünmekteydiler. Böylece onlar, sundurmanlar gibi, kökçe
siyasal olmayan Hristiyanlığın yolunu hazırlamışlardır. Hristiyanlık kökçe
siyasal değildi, çünkü ilk 300 yılda Hristiyanlar yönetime etki etmekten
uzaktılar. Alexandros’tan Constantinus’a değin geçen 600 yılda, toplümsal
bağdaşma philosophiayla ve dine karşı başlangıçta görülen bağlılıkla değil,
önce orduların sonra da sivil yönetimin zoruyla sağlanmıştır. Roma orduları,
Roma yolları, Roma yasaları ve Romalı yöneticiler önce güçlü bir merkezsel
devlet kurmuşlar, sonra da onu sürdürmüşlerdir. Bu konuda Roma philosophiasına
yüklenebilecek bir nitelik yoktur. Çünkü Roma’nın philosophiası yoktur.
Bu uzun dönem boyunca, özgüllük çağından arda kalmış Grek düşünleri
(ideaları) yavaş yavaş değişti. Eski düşünlerden bazısı, en başta, özellikle
dinsel sayacağımız düşünler göreli bir önem kazandı. Daha usal olan başka
inançlarsa, artık çağın tinine uymadığı için atıldı. Daha sonraki paganuslar
(paganlar) Hristiyan öğretisine kaynaşma yeteneği kazanana değin Grek
geleneğini değiştirmişlerdir.
Hristiyanlık, sundurmacıların öğretisinde zaten içkin, fakat eski çağın
genel tinine yabancı olan önemli bir kanıyı yaymıştır. (Kişinin Tanrı’ya karşı
olan görevinin, devlete karşı olan görevinden daha buyurucu olduğu kanısından
söz etmek istiyorum. (ilk zamanlar bilinmiyordu bu kanı. Örnekleyin
Soplıokles’in Antigoııe’sinde söz edilir ondan. Fakat Sundurmacılardan önce
savunan azdı bunu.) Sokrates ve havarilerin dile getirdiği biçimiyle aktarırsak
«İnsandan daha çok baş Tanrı’ya eğmeliyiz» kanısı,. Constantinos'un
Hristiyanlığı kabullenmesinden sonra da yaşamıştır. Çünkü, ilk Hristiyan
imparatorlar ya Ariusçuydular ya da Ariusçuluğa yatkındılar. İmparatorlar koyu
dindar olduğunda askıda kaldı bu kanı. Bizans imparatorluğunda ve daha sonra
ortaya çıkan Hristiyanlığı İstanbul’dan alan daha sonraki Rus imparatorluğunda
gizli bir biçimde yaşadı. «Modern Rusun, aytışımcı özdekçiliğe (diyalektik
materyalizme) eğilmesinden daha çok baş eğilmesi gerektiğini neden düşünmediği
anlaşılıyor böylece.» Katolik imparatorların yerini Gallia’nın bazı bölümleri
dışında, hemen itizalcı barbar alganların (fatihlerin) aldığı batıda, dinsel
bağlılığın siyasal bağlılığa karşı olan üstünlüğü yaşamıştır ve bir ölçüde
yine de yaşamaktadır.
Barbar yayılımı 600 yıl için batı Avrupa uygarlığına son verdi. Bu
uygarlık, Danimarkalılar XIX. yüzyılda yıkana değin İrlanda’da belli belirsiz
yaşamış, ortadan kalkmasından önce de Scotus Erigena gibi ileri gelen bir
kişiyi yetiştirmiştir. Grek uygarlığı, doğu imparatorluğunda, İstanbul, 1453 yılında
düşene değin sönük olarak ve müzelik bir durumda süregelmiştir. İstanbul’dan
dünya için, sanatçı bir gelenek ve Justinianus’un Roma yasa dizileri dışında
önemli bir nen kalmamıştır.
V. Yüzyılın sonundan XI. yüzyılın ortasına değin süren karanlık dönem
sırasında, Batı Roma dünyası bazı ilginç değişmeler geçirmiştir.
Hristiyanlığın ortaya koyduğu, Tanrı’ya karşı görevle, devlete karşı görev
arasındaki çatışma, kilise ve kral arasındaki çatışma biçimini aldı. Papanın
dinsel yasama yetkisi, İtalya, Fransa, İspanya, Büyük Britania, İrlanda, Almama,
Skandinavia ve Polonia’ya uzamıştı. Italia ve Güney Fransa dışında Papanın
piskoposlar ve manastır yöneticileri üzerindeki denetimi, çok belli belirsizdi.
Fakat bu denetim, VII. Gregorius zamanından (XI. yüzyılın sonu) başlıyarak
gerçek
ve etkili olmuştur, Bu zamandan sonra, baştan başa batı Avrupa’da din
adamlara, zekice ve amansız olarak güç sağlamak yoluna düşmüştür, Roma’dan
yönetilen tek bir kurumun doğmasına yol açmışlar ve 1300 yılının sonrasına
değin, din dışı yöneticilere karşı giriştikleri çatışmalardan genellikle utkulu
(zaferli) çıkmışlardır. Kiliseyle devlet arasındaki çatışma yalnız, din
adamlarıyla din dışı güçlerin çatışması değil, Akdeniz dünyasıyla kuzeyli
barbarlar arasındaki çatışmanın yenilenmesiydi. Kilisenin birliği, Roma
imparatorluğunun birliğini yansıtmaktaydı. Kilisenin dili Lâtince, egemen
kişileriyse, çoğunlukla İtalyan, İspanyol ya da Güney Fransalıydı. Öğrenim
canlandığı sırada kilise adamları klâsik biçimde okuyup yazıyorlardı. Onların
yasa ve yönetim kavramlarını Marcus Aurelius olsaydı, zamanın tek
yöneticilerden (krallardan, imparatorlardan) daha iyi anlardı. Kilise, o dönem
için geçmiş olanla, o dönem için şimdisel olan arasındaki sürekliliği temsil
etmiştir.
Din dışı güçse tersine, Alman ormanlarından getirdikleri kurumlardan
koruyabildiklerini korumaya çalışan kralların ve teuton soyundan gelen
baronların elindeydi. Bağsız (mutlak) güç, bu kurumlara yabancıydı. Katı
alganlara (fatihlere) sıkıcı ve tinsiz bir kuralcılık gibi göründü o. Kral,
gücünü soylular sınıfıyla paylaşmak zorundaydı. Fakat hepsi de savaş, adam
öldürme, yağma, kız kaçırma biçiminde arada sırada görülen tutku
patlayışlarına izin verilmesini istiyordu. Tek-yöneticiler içdenlikle sofu
olduklarından yaptıkları kötü işler dolayısıyla pişmanlık duyabiliyorlardı.
Pişmanlığın kendisi de bir tutku biçimiydi. Fakat kilise, bu tek yöneticilerde
modernus bir iş verenin işçilerinden istediği ve çoğunlukla elde ettiği iyi
davranışla ilgili ağır başlı düzenliliği yaratamadı hiç içmedikten,
öldürmedikten, gönüllerinin çektiğince sevmedikten sonra neye yarardı dünyayı
ele geçirmek?
Onurlu şövalyelerinden kurulu ordulariyle, betiklerden baş kaldırmayan
kendini bekârlığa adamış, silâhlı güçten yoksun kişilerin buyruklarına neden
boyun eğsinlerdi?
Din adamlarının razı olmamasına karşın (rağmen) tekyöneticiler düello ve
sorunları savaşla çözümleme alışkanlıklarını sürdürmüşler, şövalyelerin
birbirlerini mızrakla attan düşürmeye çalışmasından ibaret olan oyunlarını ve
incelikler taşıyan sevgilerini geliştirmişlerdir. Arada bir kızgınlık anında
öfkelenip ileri gelen kilise adamlarını bile öldürdükleri olmuştur.
Bütün silâhlı güçler kraldan yanaydı ama, kilise yine utkuluydu. Utkuluydu
çünkü, eğitim tekelciliği kurmuştu; çünkü krallar sürekli olarak birbirleriyle
savaşıyorlardı, ve en önemlisi çünkü, çok azı dışında bütün yöneticiler ve
halk cennetin açkılarının (anahtarlarının) kilisede bulunduğuna yürekten
inanmışlardı. Bir kralın, bitimsiz (eternal) olarak uçmakta mı (cennette mi)
yoksa tamuda mı (cehennemde mi) kalacağına kilise karar verir; uyrukların
devlete bağlılık görevini ortadan kaldırıp, bir baş kaldırmayı
körükleyebilirlerdi. Ayrıca, anarchia’nın olduğu yerde düzeni temsil eden ve
sonunda, gelişen tüccar sınıfının desteğini kazanan kiliseydi, özellikle
italia’da çok belirgindi bu son durum.
Kiliseden hiç değilse bölümsel bir bağımsızlık koparmak konusundaki
teutoncu çaba kendisini yalnız siyasette değil, sanat, romans, şövalyelik ve
savaşta açığa vurmuştu. Bu çaba, eğitim din adamlarına özgü kaldığından, pek az
duyurabilmiştir kendini. Orta çağların gözle görünen philosophiası, zamanının
tam bir gözgüsü (aynası) değil, belirli bir zümrenin düşüncesidir. Din
adamları, özellikle Franciscus rahipleri arasında değişik nedenlerle Papaya
karşı olanlar bulunmaktaydı. Ayrıca italia'da ekin (kültür), din dışı güçlere,
Alplerin kuzeyine olduğundan daha çabuk geçmişti. Yeni bir din kurmağa çalışan
II. Friedrich, Papaya aşırı ölçüde karşı olan gücü biçimler. II. Friedrich’in
egemen olduğu Napoli krallığında doğan Aquin’lı Thomas, papalık
philosophiasının klâsik bir yayıcısı olarak tanınmıştır günümüze değin. Bundan
50 yıl sonra Dante bir bağdaşım (sentez) yapmayı başarmış ve bütün orta çağ
düşünce dünyasının dengeli bir açıklamasını sergilemiştir.
Dante’den sonra, siyasal ve anlıksal nedenlerle çökmüştür, orta çağın
philosophikos bağdaşması. Bu bağdaşma, sürdüğiince, bir düzenlilik niteliğine
ve minyatür bir bütünlüğe sahipti. Sistemin dikkate aldıkları, çok sınırlı
evreninin öbür içerikleriyle bağlantılı olarak kesinlikle yerleşmişti. Büyük
itizal, kurul (konsül) devinisi ve Rönesans papalığı, Hristiyan birliğini ve
Papa çevresinde merkezileşmiş bir yönetimi ön gören skolastikos kuramı yıkan
Reformasyona yol açmıştır. Rönesansta eski dönemler ve yeryüzü konusunda
edinilen yeni bilgiler, insanları ergisel (zihnî) tutuklaı evi izlenimini veren
sistemlerden bıktırdı. Coppernicus gökbilimi yeryüzüne ve insana onların
Ptolemaeos kuramında sahip olduklarından daha basit bir yer ayırmıştı. Rönesans
aydınları arasında, yeni olguların zevki, usavurma, çözümleme ve
sistemleştirme zevkinin yerini almıştır. Rönesans sanatta düzenden yanaysa da,
düşüncede geniş ve verimli bir düzensizliği yeğ tutar. Bu bakımdan Montaigne,
çağını en iyi biçimde dile getiren bir yazardır.
Siyaset kuramında, sanat dışındaki her şeyde olduğu gibi düzen yıkılmıştır.
Uygulamada orta çağlar çok kargaşalıdır. Fakat, yasaya uygunluk tutkusuyla ve
siyasal güçle ilgili çok belirgin bir kuramla yönetilmişlerdir. Bütün güç
Tanrı’dan gelir en sonunda Tanrı kutsal konularda, gücünü papaya, din dışı
işlerde imparatora vermiştir. Fakat, Papa olsun, imparator olsun, XV. yüzyılda
önemlerini yitirmişler; papa yalnızca, İtalya prenslerinden biri olmuş, İtalya
erk (power) siyasetinin inanılmaz ölçüde karmaşık ve katı oyunlarına
karışmıştır. Fransa, İspania ve İngiltere’deki yeni ulusal tek adam yönetimleri
(monarchiaiar), kendi bölgelerinde papanın da imparatorun da karışamayacağı
bir güce sahip olmuşlardır. Ulusal devlet, barut aracılığıyla, İnsanların
düşünce duyguları üstüne büyük ölçüde ve daha önce yapamadığı ölçüde etki
yapmış ve bu etki, uygarlık birliği konusundaki Roma inancından kalanları
gitgide silip süpürmüştür.
Sözünü ettiğimiz siyasal düzensizlik, Machiavelli’nin, Kağan (Hükümdar)
adlı yapıtında anlatımını bulmuştur. Yönetici bir ilkenin yokluğunda, siyaset,
erk elde etme uğruna girişilen kavgadan başka bir nen olmamıştır. Kağan adlı
betik, bu oyunun nasıl başarıya ulaşacağı konusunda ustaca öğütler verir.
Yunanistan’ın büyük çağında olup bitenler, Rönesans İtalya’sında da görülmüştü.
Böylece, geleneksel ahlâk bağları, boş inanlarla çağrıştıkları sezildiği için
ortadan kalkmış; zencirlerden kurtulmak bireyleri daha enerjik, (energetikos)
daha yaratıcı yapmış, seyrek de olsa bir öke (dehâ) parıltısı ortaya
çıkarmıştır. Fakat kargaşalık (anarchla) ahlâk çöküşünün kaçınılmaz sonucu olan
bağlılık duygusunun kopması, İtalyaları toplu olarak kısırlaştırmış ve onlar
Grekler gibi, kendilerinden daha az uygar, fakat toplumsal bağlaşmadan yoksun
olmayan ulusların egemenliğine girmişlerdir.
Bu egemenliğin sonucu Grek örneğinde olduğundan daha az yıkımlıdır
(felâketlidir) yine de. Çünkü İspanya dışında, yeni güçlü uluslar, kendilerinin
de İtalyanların başarısını sağlamaya yetenekli olduklarını göstermişlerdir.
XVI. yüzyılın ardından, Avrupa düşüncesi Reformasyonun egemenliğine
girmiştir. Karmaşık ve çok yönlü bir deviniydi reform ve başarısını değişik
nedenlere borçluydu. Daha çok, kuzey uluslarının yeni Roma egemenliğine karşı
baş kaldırması demektir o. Din, kuzeye baş eğdiren bir erkti. Fakat, italia’da
çözüşmüş, papalık bir kurum olarak kalmıştı. Almania ve İngiltere’den büyük
ölçüde baç (haraç) alıyordu papalık. Fakat hâlâ sofu kalan bu uluslar, lüks ve
ahlâksızlık yolunda kullandıkları para karşılığı tinleri araftan kurtaracaklarını
iddia eden Borgia ve Medici ailelerine saygı duymuyorlardı. Ulusal, oikonomikos
(ekonomik), ahlâksal itkiler Roma’ya karşı baş kaldırmayı güçlendirmiştir.
Ayrıca kağanlar, bölgelerindeki kilisenin ulusallaşmasıyla ona üstün geleceklerini
ve böylece yurt içinde, egemenliği papayla bölüşmeleri durumunda
sağladıklarından daha çok bir güce sahip olabileceklerini ayırt
edebilmişlerdir hemen. Luther’in tanrıbilimsel yenilikleri bütün bu nedenlerle,
kuzey Avrupa’nın büyük bir bölümünde, yöneticiler ve halk yönünden hoşnutlukla
karşılanmıştır.
Üç kaynaktan türer katolik kilisesi. Onun kutsal tarihi İbranilere,
tanrıbilimi Greklere, yönetim ve yasası da hiç değilse dolaylı olarak
Romalılara ilişkindir. Reformasyona Roma öğelerini hayırlamış (reddetmiş) Grek
öğelerini yumuşatmış ve İbrani öğelerini güçlendirmiş; böylece, önce Roma imparatorluğu,
sonra da Roma kilisesinin etkisindeki toplumsal bağdaşmayı sona erdiren ulusçu
güçlerle işbirliği yapmıştır. Katolik öğretisine göre, kutsal vahiy, yazıtlarla
(scriptures) bitmiş değildir; kilisenin aracılığıyla çağdan çağa sürüp gider.
Böylece, birey için, kendi özel kanılarını kiliseye uydurmak bir görev olmuştur.
Protestanlarsa, tersine, kilisenin bir vahiy aracı olduğunu hayırlamışlar,
gerçeğin, herkesin kendince yorumlayabileceği İncil’de aranması gerektiğini
kabul etmişlerdi
Eğer insanlar yorumlarında ayrılıyorlarsa, anlaşmazlığı çözümlemek işini
gören Tanrı yönünden belirlenmiş bir orun (makam) bulamayacaklardır. Uygulamada
devlet, daha önce kiliseye ilişkin olan hakkın kendinde olduğunu ileri sürmüştür.
Fakat, hakkın zor yoluyla alınması demekti bu. Protestan kuramına göre, tinle
Tanrı arasında dünya kişileri bulunamazdı.
Bu değişimin sonuçları büyük olmuştur. Doğruluk artık danışma orunuyla
(makamıyla) değil içe dönük derin düşünceyle (teemmülle) sağlanmağa
başlanmıştır. Siyasette kargaşalığa, dinde koyu katoliklik çerçevesine daima
güçlükle uymuş olan bir gizemciliğe (mystikosluğa) doğru çabuk gelişen bir
yönelim vardı. Yalnız Protestanlık değil, çok sayıda tarikatlar;
skolastikosluğa karşıt olarak tek bir philosophia değil philosophos sayısınca
philosophia XIII. yüzyılda olduğu gibi, papaya karşı duran bir imparator değil,
çok sayıda itizalcı krallar çıktı ortaya. Bunun sonucu, gökçe yazındakine
(edebiyattakine) benzer biçimde düşüncede de sürekli olarak derinleşen ve
önceleri tinsel kölelikten sağlıklı bir kurtuluş olarak iş gören, fakat yavaş
yavaş toplumsal sağlığa zararlı kişisel bir yalıtkanlığa doğru ilerleyen
öznelcikti.
Modernus philosophia, temel kesinliği, kendisinin ve düşüncelerinin
varlığında gören Descartes’le başlamıştır. Ona göre dış dünya bu varlıklarla
çıkarımlanabilir. Descartes’in bu adımı, Berkeley ve Kant aracılığıyla her neni
yalnızca ben’in ortaya çıkışı (emanation’u) sayan Fichte’ye bağlıyabileceğimiz
çelişimin ilk sahnesini biçimler. Çılgınlıktı böyle bir durum. Philosophia o
zamandan beri, bu aşırı uçtan gündelik sağduyu dünyasına kaçmaya
çabalamaktadır.
Philosophiadaki öznelcilikle, siyasetteki kargaşalık el ele yürür. Daha
Luther yaşarken, onun hoş karşılanmıyan ve onam (tasvib) görmeyen bazı
ardılları, bir ara Münster kendine de egemen olmuş olan anabaptiklik
öğretisini geliştirmişlerdir. Anabaptikler, iyi insanın her zaman, formüllere
bağlanmıyan kutsal Tin’le yönetildiğini ileri sürdüklerinden bütün yasaları
kınamışlar; bu öncülden komünizme ve cinsel aldırmazlığa düşmüşler ve yiğitçe
bir karşı koyuştan sonra ortadan kaldırılmışlardır. .Fakat öğretileri
yumuşatılmış olarak, Holanda, İngiltere ve Amerika’da yaşadı. Tarihsel olarak
Quakerciliğin kaynağı odur. Kargaşalığın dinle ilgisi bulunmıyan daha sert bir
biçimi XIX. yüzyılda doğmuş, Rusya'da, ispaniada ve daha küçük aşamada
Italia’da büyük ölçüde bağları sağlamlamıştır. Amerikan göç orunlarının
(muhaceret makamlarının) umucasıdır hâlâ. Bu modernus biçim, dine karşıysa da
Protestanlık dininin pek çok özelliğini taşır. Daha çok Luther’in papalara
karşı giriştiği yağılık (düşmanlık) siyasetini din dışı kurumlara uygulamakla Protestanlıktan
ayrılır.
Öznellik bir kez, raya girince, varacağı yere varmadan durdurulamadı. Ahlâk
alanında, bireysel bulunç (vicdan) üzerindeki protestant vurgu kökçe
kargaşalıkçıydı (anarchikostu). Alışkanlık ve görenek çok güçlüydü. Bu
bakımdan, Münster’deki gibi seyrek görülen aksamalar dışında, sağ töre için bireyciliği
dayanç (temel) sayanların ardılları, uzlaşımsal açıdan erdemli olan bir tutumla
davranmayı sürdürmüşlerdir. .Fakat bu tutumun sağladığı denge güvenilmez bir
dengeydi. Nitekim XIX. yüzyılın «duyarlık» kültü sarstı onu. Bir davranış iyi
sonuçlar verdiğinden yada anlak yasalarına uyduğu için değil, esin verdiği
heyecan dolayısıyla hayranlık uyandırır oldu. Bu anlayıştan Cariyle ve
Nietzsche’nin dile getirdiği kahramanlık kültü ve şiddetli tutkuyu ön gören
Byron kültü doğmuştur.
Sanatta gökçe yazında (edebiyatta), siyasette romantik devini, insanlar
topluluğun bir üyesi olarak değil estetik zevk veren düşünce nesneleri olarak
ele alıp değerlendiren bu öznel yolla sınırlanmıştır. Kaplanlar koyunlardan
daha güzeldir. Fakat biz, onların demir parmaklıklar arasında kalmasını yeğ tutarız.
Tipik bir romantikse parmaklıkları kaldırır ve kaplanın koyunu parçalamak için
giriştiği görkemli sıçrayışları zevkle izler; insanların, kendilerini kaplan
olarak imgelemelerini ister. Bu isteğinde başarıya ulaştığı an doğan sonuçlar
bütünüyle hoş değildir.
Özneciliğin daha çılgın tiplerine karşı modernus zamanlarda değişik
tepkiler gösterilmiştir. Bu tepkiler önce, yarı yarıya taviz vererek uzlaşmaya
gitmek ve yönetimle bireyin kendi sınırlarını çizmek istiyen philosophiadan
liberalcilik öğretisinden gelir. Bu, modernus biçimiyle, bağsız (mutlak)
otoriteye ve geleneğe körü körüne baş eğmeye iyice karşı çıkan Locke’la başlar.
Daha dört başı ongun (mamur) bir baş kaldırma, katolikliğin kiliseye ve dahası
bazen Tanrı’ya verdiği yeri devlete veren, bir devlete tapınma öğretisine
varmıştır. Hobbes, Rousseau ve Hegel, bu kuramın ayrı görünüşlerini temsil
eder. Adı geçen kişilerin öğretileri, Cron\vell, Napoleon ve modern Almania’da
edimsel olarak gözlenebilmiştir. Komünistlik, kuram olarak bu tür
philosophilardan çok uzaktır. Fakat uygulamada devlete tapınma sonucu olan
topluluk türüne çok benzer bir topluluk türüne doğru itilmiştir.,
D. Ö. 600’den günümüze değin varan uzun gelişme boyunca philosophoslar,
toplumsal bağlan sıkmak istiyenler ve gevşetmek istiyenler diye ikiye
ayrılabilir. Geri kalanlar bu ayrılımla çağrışımlıdır. Disiplinciler, eski ya
da yeni bir doğma sistemini savunmuşlar, doğmaları görümsel (emperikos) olarak
belgilenemediğinden az çok, bilime yağı (düşman) olmaya zorlanmışlardır.
Bunlar, bıkmadan usanmadan, mutluluğun iyi olmadığını «soyluluk» ve «yiğitlik»
in yeğlenmesi gerektiğini söylemişler, usun toplumsal bağlaşmaya zararlı
olduğunu sandıklarından, insan yapısının us dışı yanlarına duygudaş olmuşlardır.
öbür yanda, bağımsızlıktan yana olanlarsa, aşın kargaşalıkçılar dışında,
bilimsel, yararcı (utilitarian), aşın tutkuya yağı (düşman), daha derin din
biçimlerine karşı olmaya yöneldiler. Yunanistan’da bu çatışma, bizim
philosophia olarak tanıdığımız düşünceden önce doğmuştur ve en eski Grek
düşüncesinde apaçıktır. Değişen biçimlerle, günümüze değin yaşamıştır. Gelecek
uzun çağlarda da süreceği kuşkusuzdur.
Çağlar boyu süren bu anlaşmazlıkta her iki yanında kısmen haklı, kısmen
haksız olduğu açıktır. Bir zorunluktur toplumsal bağlaşma. İnsanlık, salt usal
kanıtlarla bağlaşmayı güçlendirmiştir. Henüz her topluluk iki karşıt sakıncaya
açıktır:
1. Aşırı disiplin ve gelenek saygısı dolayısıyla katılaşma sakıncası,
2. Bireyciliğin ya da iş birliğini olanaksız kılan kişisel bağımsızlığın
gelişmesiyle çözüşme ya da yabancı alganlığına (fatihliğine) baş eğme
sakıncası. Önemli uygarlıklar, genellikle sert ve boşinansal bir sistemle
girişir işe, sonra yavaş yavaş gevşer bu sistem ve belirli bir aşamada parlak
bir öke (deha) dönemine varır. Eski geleneğin iyi yanı yaşamaktadır o sırada,
geleneğin çözüşmesinde içkin olan kötü yanı henüz gelişmemiştir. Fakat kötü yan
kendini bir kez belli etti mi, kargaşalığa ve oradan da kaçınılmazlıkla, yeni
bir doğma sistemiyle sağlanan yeni bir bağlaşım ortaya koyarak yeni bir tir
anlığa yol açar. Liberalcılık öğretisi bu sonsuz gidiş gelişten kaçıştır.
Liberalciliğin özü, us dışı, bir dogmaya dayamayan ve topluluğun sürmesi için
zorunlu olanlar dışında sınırlamalar içermeyen bir durağanlığa sahip toplum
düzeni kurma çabasıdır. Bu çabanın başarı kazanıp kazanmayacağını gelecek
zamanlar belirleyecektir.
Kaynak: Batı felsefesi tarihi: Antik Çağ
/ Bertrand Russell; trc: Muammer Sencer, 1969, İstanbul , s:56-70
Türkçesi: Akşit Göktürk
Accursed be he that first invented war. [Savaşı icad eden ilk
melun olmak]
Christopher Marlowe (1564-1593)
Christopher Marlowe (1564-1593)
«İnsanoğlu, ya da
biraz böbürlenerek kendi kendine verdiği adla, homo sapiens, ‘Yer’
gezegenindeki canlı türlerinin hem en ilginci hem de en sinire dokunanıdır.»
Bu söz, felsefeyle ilgili bir
Merih’li biyoloji bilgininin yerküremizin bitki hayvan örtüsü üzerine
bildirisinin son bölümünün ilk tümcesi olabilirdik Bizler, topumuz birden,
gerek duygusal gerekse içgüdüsel etkilerle, içinde bulunduğumuz durumun iyice
derinlerine saplanmış olduğumuzdan, başka bir dünyadan gelecek bir yabancının
bakışındaki yantutmazlığa, genişliğe kolay kolay ulaşamayız. Ama, arasıra bizim
düşsel Merih’li türünden düşüncelere girişmek, bu düşünceler ışığında
soydaşlarımızın geçmişini, şimdisini, geleceğini (varsa), ayrıca, insanın
yeryüzündeki yaşam için şimdiye dek yaptığı, yapmakta olduğu, belki de
gelecekte başka bir yerdeki yaşam için yapabileceği iyi ya da kötü şeylerin
değerini belirlememiz konusunda yararlı olur. Bu nitelikte bir incelemede,
geçici tutkular, bir uçaktan bakılınca dümdüz görünen küçük tepeler gibi,
önemlerini yitirirler, öte yandan, hiç bir zaman önemden düşmeyecek şeyler de
sınırlı bir görüştekinden çok daha seçik olarak öne çıkarlar.
Ta başlangıçta insanın genel
varoluş kavgasındaki durumu hiç de parlak görünmüyordu. Seyrek rastlanan
türlerden biriydi daha, yırtıcı hayvanlardan kaçmak için ağaçlara tırmanmakta
maymundan daha az çevik, kürkü olmadığından soğuğa karşı doğal bir korunmadan
hemen hemen yoksun, uzun süreli çocukluk döneminden, öbür canlılarla yaşayarak
besisini elde etmekte çektiği güçlükten dolayı eli kolu bağlı bir yaratıktı.
Tek üstün yanı kafasıydı. Bu biricik üstünlük gitgide daha çok önem kazanarak
insanı ürkek bir kaçkın durumundan yeryüzünün Efendisi durumuna yükseltti. Bu
sürecin tarihten önceki çağlarda aşılan ilk basamaklarının niteliğini
varsayımlarla kestirebiliriz. Ateşten yararlanmayı öğrendi sözgelişi. Ama
ateşin de, günümüzde atom enerjisinin ortaya çıkışıyla beliren sakıncalar
yanında hiç kalmakla birlikte, birtakım sakıncaları vardı. Ateş, yalnız
yiyeceklerini daha iyi bir duruma getirmekle kalmadı, mağarasının ağzında
sürekli yanarak, uyuduğu zamanlarda güvenliğini de sağladı. Mızraklar, yaylar,
oklar yapmayı öğrendi insan. Kazdığı tuzaklara düşen öfkeden kudurmuş mamutlar
umutsuzca çabaladılar. Hayvanları evcilleştirdi, tarihin tanı ağarırken de
tarımın yararlarını bulguladı.
Ama kazançlarından biri bütün
öbürlerini gölgede bırakacak önemdeydi: dil. Konuşma dilinin düpedüz hayvan
bağırtılarından yavaş yavaş gelişmiş olduğu ileri sürülebilir.
Başlangıçta konuşmayı yansıtır nitelikte olmayan yazı dili ise, gitgide daha
çok kalıplaşan bilgi verici resimlerden ortaya çıkmıştır. Dilin büyük değeri,
yaşantının aktarılması olanağını sağlamasıdır. Bir kuşağın öğrendiği şeylerin
topu birden sonraki kuşağa kalabilecekti artık. Öğrenim, kesinlikle, kişisel
yaşantının yerine geçiyordu. Yazı, bir bilgi yığınının yaratılması olanağını
hazırlamakla, belleği birtakım belgelerle donatmakla, konuşmadan daha etkili
bile oldu. Bireylerin buluşlarını belgelerle koruma kolaylığı, insanın
ilerlemesini hazırlamakta her şeyden daha büyük bir yer tutmuştur. Bir zamanlar, insan kafasının yeterliğinde doğal
gelişmeler, ayrıca, kalıtımla geçmiş yeterliklerde de ilerlemeler görülmüştü.
Ama aşağı-yukarı beş yüz bin yıl önceydi bu. O zamandan beri doğal düşünce
yetisinde pek az bir gelişme olmuş —bir gelişmeden söz edilebilirse eğer-
insanın ilerlemesi, gelenekle, eğitimle kuşaktan kuşağa geçen sonradan
kazanılmış ustalıklara dayanmıştır. Temeller, belki de bilinçli bir amaç
olmadan, tarihten önceki çağlarda atılmıştı, ama bu temellerin bir kez atılmış
olması gerek bilgide gerek ustalıkta gitgide hızlanacak sürekli bir gelişmeyi
hazırlamıştı. Son beş yüzyıldaki gelişme, tarihin belgelerle tanıdığımız önceki
bütün çağlardakinden daha büyük olmuştur. Çağımızın büyük güçlüklerinden biri,
düşünce alışkanlıklarının tekniklerdeki hızlı değişmelere ayak uyduramaması
dolayısıyla, ustalığın gitgide artmasına karşılık bilgeliğin gerilemesidir.
Binlerce yıllık sonu belirsiz
ölüm-kalım savaşından insan, gösterdiği çabalardan yoğrulmuş yararlı
ustalıklar, içgüdüler, alışkanlıklara çıktı. Ama, kıtlıklar, sel baskınları,
yanardağ patlamaları gibi dıştan gelecek tehlikelerle savaşmak zorundaydı daha.
O ilk günlerde bir kıtlık karşısında nelerin yapılabileceği Tevrat’ın ‘Oluş’
kitabı’nda anlatılmaktadır. Sel baskınlarına ise iki yöntemle karşı konuyordu:
Çinliler tarihlerinin başlangıcında Sarı Irmak’ın yakalan boyunca setler
kurmuşlardı, Batı Asya da Nuh’un öyküsünde görüldüğü gibi, en iyi korunma
yolunun erdemli yaşamak olduğunu düşünmüştü. Yanardağ patlamaları karşısında da
etkili olacağına inanılan bu ilke, edebî anlatımını Sodom ile Gomorra’nın
yıkımı öyküsünde bulmuştur. Çinlilerle Batı Asyalıların bu iki ayrı kuramı,
birbirleriyle çekişe çekişe günümüze dek süregelmiş, ama Çinli görüş gitgide
artan bir geçerlik kazanmıştır. Bununla birlikte, son yeni gelişmeler, erdemli
yaşamanın da (gelenekçi anlamda değilse bile) korunmamız için en az setler
ölçüsünde önemli olduğunu göstermiştir.
İnsan, dış çevresinin
tehlikelerinden sıyrılarak ortaya çıkarken, önceki çağlar boyunca varlığını
sürdürmesine yaramış içgüdüsel, duygusal temeli de yenidünyasına birlikte
getirdi. Kendini ne pahasına olursa olsun kurtarmak için, zaman zaman büyük
ölçüde sertliğe, tutkulu bir direnmeye başvurmak zorunda kalmıştı. Uyanık bir
sakınırlık, tetikte bir kuşku, çıkmaz durumlardaki tehlikeler karşısında
gözüpeklik, gereksindiği şeyler olmuştu hep. Eski güçlükler altedildikten
sonra, bu alışkanlıklar tutkular aygıtını nerde kullanacaktı insan? Buna da bir
çözüm yolu bulundu ama ne yazık ki pek de mutlu sayılamayacak bir yoldu bu.
Şimdiye dek hep aslanlarla kaplanlara yöneltegeldiği düşmanlığı, kuşkuyu insan
soydaşlarına yöneltti —hepsine değil tabiî, varlığını sürdürmesine yaramış
ustalıkların çoğu toplumsal bir elbirliğini gerektirdiği için, elbirliği
düzeninin dışındakilere yüklendi var gücüyle. Böylece, ilkel birbirine
tutkunluğun, örgütlü savaşın yardımıyle, yüzyıllar boyunca toplumsal elbirliği
gereksinmesini, geçmiş kavgaların kendi içinde yaratmış olduğu içgüdüsel
azgınlıkla kuşkuyu birleştirdi. Tarihimizin ta başlangıcından bugüne değin,
kafanın yarattığı ustalıklar çevreyi sürekli olarak değiştirmiş, içgüdü ile
duygu ise, çoğunlukla daha yırtıcı, daha ilkel bir dünyaya uygun düşecek
nitelikteki yoğruluşlarıyle, oldukları gibi süregelmişlerdir.
Korku ile kuşkunun insandışı
dünyadan karşıt insan kümelerine çevrilmesiyle, sürü yaşayışının yeni bir
örneği doğdu. İnsanın toplum yaşayışına yatkınlığı, görünüşe göre hiç bir zaman
toplum törelerine aykırı bir davranışa kalkışmayan arılarınki ya da
karıncalarınki ölçüsünde değildir. İnsanların krallarını öldürmeleri az
görülmüş bir iş değildir, oysa arılar arı beyini hiç de öldürmezler. [Petek yasalarının gerektirdiği durumlar dışında, arı beyinin
öldürüldüğüne hiç rastlanmaz.] Yabancı bir yuvaya giren dışarılı bir karınca hemen
ölüm yargısına çarptırılır, ama bu duruma karşı duran bir ‘barışseverlik’
gösterisi hiç görülmez. Karşıt azınlıklar diye bir şey yoktur, toplumsal
dayanışma hiç bir ayrı gayrı gözetmeden her bireyin davranışını belirler.
İnsanlarda ise durum başkadır. İlkel insan belki de aileden daha geniş bir
toplumsal küme tanımıyordu.
Düşman kimselerden gelebilecek
tehlikeler karşısında —böyle saymak zorundayız bunu— aile genişledi, ortak
atadan gelenlerden, ya da böyle bilinenlerden kurulu boylar çıktı ortaya.
Savaş, ilkin boyların sonra ulusların imparatorlukların birleşmesine, güç
bağlaşmalarına yol açtı. Gerekli toplumsal dayanışma çoğunlukla çöküntüye
uğradı, ama böyle olunca iş yenilgiyle sonuçlandı hep. Sonunda, biraz ulusal
seçmeyle, biraz da kendi çıkarlarını gözeterek insanlar, geniş kümeler arası
işbirlikleri kurmaya, atalarınınkini bile gölgede bırakacak bir sürüce yaşayış
gütmeye gitgide daha çok artan bir yeterlik kazandılar.
İçinde yaşadığımız dünya aşağı
yukarı altı bin yıllık örgütlü savaşın sonucudur. Bir kural olarak, yenilgiye
uğrayan topluluklar ortadan silinmişler ya da sayıca geniş ölçüde
azalmışlardır. Savaşlarda başarı değişik etkenlere dayanmıştır; bunlardan en
önemlileri daha büyük bir nüfus, daha üstün teknik ustalık, daha eksiksiz bir
toplumsal dayanışma, bir de alınteridir. Bütünüyle biyolojik bir açıdan, belli
bir bölgede yaşayabilen insanların sayısını arttıracak her olayı bir gelişme
sayabiliriz. Bu oldukça dar görüş açısından birçok savaşlar yararlı
sayılabilir. Romalılar Batı Roma imparatorluğunun çoğu bölgelerindeki nüfusu
büyük ölçüde arttırmışlardır. Columbus ile izleyicileri Batı yarımküresini,
Columbus’tan önce orada yaşayan kızılderililerden kat kat daha çok sayıda
insana yurt ettiler. Çin’de, Hint’te, ancak çağlar boyu savaştan sonra
kurulabilen merkez hükümetler nüfusta büyük bir artma sağlayabildiler. Ama savaşlar hep böyle sonuçlanmadı tabiî. Moğollar
İran’ı hiç onarılamayacak ölçüde zarara uğrattılar, Halifelik saltanatı
döneminde Türkler de öyle. Kuzey Afrika’da şimdi iyice ıssızlaşmış bölgelerdeki
yıkıntılar Roma’nın çöküşüyle verilen zararların apaçık tanıklarıdır. Taiping
ayaklanmasının Birinci Dünya Savaşı’ndan daha çok sayıda ölüme yol açtığı
söyleniyor. Bu durumların hepsinde, daha
az uygar olan yan, utku kazanmıştır. Gene de, bu karşıt örnekler varken bile,
geçmişteki savaşların, gezegenimizdeki insan nüfusunun azalmasına değil
çoğalmasına yaramış olduğu söylenebilir.
Bununla birlikte, biyolojininkinden ayrı bir görüş de vardır.
Yalnız sayıyı gözönünde tutarsak, karıncaların insanlardan yüzlerce kat daha
başarılı sayılmaları gerekir. Avustralya’da tek insanın bile
yaşamadığı ama sayısız ak-karıncanın kaynaştığı uçsuz bucaksız bölgeler gördüm.
Bu böyle diye, tutup da ak-karıncaların kendimizden daha üstün olduğunu
söyleyemeyiz. İnsanın, kendisini büyük memelilerin en kalabalığı yapan
değerlerinden başka değerleri de vardır. Bütünüyle kendine özgü olan bu
değerleri topu birden kültürel diye tanımlanabilir. Bunlar toplumlardan daha
çok bireylerin özellikleridir, toplumsal dayanışmadan, savaşlarda utkuya erişme
yeterliğinden bambaşka sorunlarla ilgilidirler.
İnsanlığın, birbiriyle yarışan,
çoğunlukla da birbirine düşman uluslara bölünmesinin, kimin onurlandırılacağı
konusundaki ulusal yargılara korkunç ölçüde çarpıtıcı bir etkisi olmuştur. Biz
Britanya’da en gözde anıtlarımızı, yabancıları öldürmekteki ustalıklarından
dolayı onurlandırdığımız Nelson’a, Wellington’a dikmişizdir. İşin garibi,
yabancılar, bu türden bir yararlık göstermiş olan bu Britonlara bizim
duyduğumuz hayranlığı duymazlar. Okumuş bir yabancıya Britanya’nın başlıca
utkularının neler olduğunu sorarsanız, Nelson’la Wellington’dan değil, büyük
bir olasılıkla Shakespeare’den, Newton’dan, Darwin’den söz edecektir.
Yabancıların öldürülmesi, kimi durumlarda bütün insan soyunun yararı bakımından
gerekli olmuştur belki, ama haklı gösterilmeye çalışılınca, polis etkinliğinden
başka bir şey olmadığı, çoğunlukla, ancak ulusal üstünlük kuruntularını,
zorbalık eğilimlerini yansıttığı ortaya çıkmıştır. İnsan soyunun
saygıdeğerliği, insan soydaşlarını öldürmekteki ustalığından gelmez. Mısır’ın
eski Ölüler Kitabı’ndaki gibi, insanların sonuncusu Yeraltı Dünyasının Yargıcı
karşısına çıksa, soydaşlarının ortadan kaldırılmasının çok acı bir iş olacağını
söyleyerek bağış dilese, hangi kanıtlarla doğrulayacak bu söylediğini? Gönül
isterdi ki, insan yaşamının genellikle mutlu olduğunu söyleyebilsin. Ama insan
soyunun çoğunluğu, tarımın, toplumsal eşitsizliğin, örgütlü savaşın
bulgulanışından beri, çetin, terletici, zaman zaman da yürekler acısı
yıkımlarla dolu bir yaşam sürmüştür, denebilir. Gelecekte bunların hiç biri
görülmeyebilir belki de, birazcık bilgelik şimdiki insan yaşamının bütününü
sevinçle doldurabilir; evet ama bu birazcık bilgeliğin bir gün
gösterilebileceğini kim söyleyebilir? Bu arada, bizim sonuncu insan, Osiris’in
yargısına, hiç de genel bir mutluluk tarihine benzemeyen bambaşka bir şey sunacaktır.
Osiris’e, insan soyunu
ortadan kaldırmaması için yalvarmaya ben gitmiş olsam, şöyle derdim: «Ey adaletli acımak bilmez yargıç, soydaşlarımın yeryüzünden
silinmesi pek yerindedir, özellikle günümüz için yerindeliği sugötürmez bu
yargının. Ama, biz hepimiz suçlu değiliz, aramızdan ancak birkaçı olayların
akışıyle içine sürüklendiğimiz bu durumdan gayrı bir durumun özlemini
duymayacak körlüktedir. İlkçağ bilgisizliğinin bataklığından, çağlar boyu
süregelen bir varoluş savaşından daha yeni çıktığımızı unutmayın.
Bildiklerimizin çoğunu son on iki kuşak zamanında bulguladık. Doğa üstünde
kurduğumuz yeni egemenlikten gözleri dönen bir-çoklarımız, başka insanlara da
egemen olmak gibi yanlış bir tutkuya saplandılar. Bu durum, bizi azçok
kurtulmuş olduğumuz bataklığa yeniden dönmeye ayartan bir ignis faatus'tur.
[ateşe çağıran şeytan] Ama bu gözü dönmüş çılgınlık, bütün gücümüzü tüketmiş
değil, içinde yaşadığımız dünya konusunda, nebulalarla atomlar, en büyük ile en
küçük konusunda şimdi bildiklerimiz, bizim günümüzden öncekilerin düşüncesine
sığmayacak genişliktedir. Burada, kendisini iyi yolda kullanmaya yeterli
bilgelikten yoksun ellerdeki bilginin hiç bir işe yaramayacağım ileri
sürebilirsiniz. Şimdi dağınık da olsa, olaylara yön verecek güçten yoksun da olsa,
bu gerekli bilgelik yok değil. Bilgelerle peygamberler kavga etmenin çılgınlık
olduğunu öğütlediler hep, onların sözlerine kulak versek yepyeni bir mutluluğa
varacağız.
«Büyük adamlar bize yalnız kaçınılması gereken şeyleri
göstermekle kalmadılar. Işıl ışıl güzellikte bir dünya yaratmanın insan gücü
ötesinde bir şey olmadığını da gösterdiler. İçlerindeki düşü soylu bir parıltı
saçan yapılarla gözümüzün önüne seren ozanlara, bestecilere, ressamlara bakın
bir yol. Bütün bu düşler ülkesi bizim olabilir. İnsanlar arası ilişkiler de
sevi şiirlerinin güzelliğine erişebilir. Kadın ile erkek sevişmesinde birçok
kimselerce arasıra tadılır bu olanak. Böyle dar sınırlar içinde kalmasına da
hiç bir neden yoktur: Koral [Dinî ezgi veya kaynağı dinî ezgi olan orkestra parçası.
] senfonideki gibi bütün evreni kucaklayabilir. Bu, insan gücü dışında bir şey
değildir, birazcık zamanla, gelecek çağlarda gerçekleşecektir belki de. Bütün
bunlardan dolayı, Büyük Osiris, bizlere belli bir süre daha tanımanı, eski
çılgınlığımızdan silkinerek bir ışık, sevgi, güzellik dünyasına varmamız için
bir şans daha bağışlamanı dileriz senden.»
Olur da bir etkisi görülür bu
yalvarımızın belki. Benim bildiğim, eninde sonunda bizim soyumuz, yalnız
insanoğlu için varolan böyle olanaklardan dolayı sürekliliğe hak kazanır ancak.
Sh:9-19
Patrick Henry, Bağımsızlık Savaşı
sıralarında ün kazanmış bir Amerikan yurtseveri, şimdi yalnız şu sözleriyle
anılıyor: «Ya
özgürlük verin bana ya ölüm.» Aşırı
Komünist-karşıtlarının ağzında bu söz bir bayrak olmuş, insansız bir dünya
Komünist bir dünyadan yeğdir anlamına alınmıştır. Patriek Henry bu sözü
bambaşka bir anlamda kullanmıştı oysa. O haklı bir amacı savunuyordu.
İngilizlerle düşmanlık yüzünden bu amaç ancak Amerikalı canların yitirilmesiyle
gerçekleşebilirdi. Böylece, kendi ölümü de özgürlüğe bir adım olmuştu belki.
Buna benzer durumlarda yukarıdaki sözün önemle anılması doğrudur, yerindedir.
Ama aynı söz bir atom savaşını
haklı göstermek için kullanılırsa bambaşka bir durum çıkar ortaya. Bir atom
savaşının ne sonuçlar doğuracağını bilmiyoruz. Belki de insan soyunun sonu
olacaktır böyle bir savaş. Belki de bütün toplumsal tutarlığını yitirmiş bir
dünyanın şurasında burasında türeyecek birkaç bozguncu, yağmacı çeteden başka
hiç kimse kurtulamayacaktır. Düşünebileceğimiz en iyi koşullar altında bile
sonuç, bütün yaşama gereksinmelerini iyice kısıtlayan, gözaçtırmaz bir hükümet
zorbalığı olur ancak. Belli koşullar içinde atom savaşının yerinde bir şey
olacağını açıklamaya uğraşan Herman Kahn, en olumlu sonuçlardan birinin, kendi
deyimiyle ‘karagün sosyalizmi’ olacağını söyler. Ama atom savaşının hiç
gerçekleştiremeyeceği tek sonuç varsa o da Patrick Henry’nin istediği, çağdaş
hayranlarının da sözde istedikleri, düzenli özgürlüktür. Bir amaç uğruna ölmek, ancak amaç iyiyse,
ölümümüz de o amaca yarıyorsa, soylu bir davranıştır. Ölümünüzün o amaca bir
şey kazandırmayacağı apaçık kesinlikteyse, davranışınız softalıktan başka bir
şey değildir. Bu özellikle, insan soyunun yokolmasını Komünistlerin üstünlük
kazanmasına yeğ tutanların ya da tam tersine, Komünist-karşıtlarının üstünlük
kazanmasına yeğ tutanların durumunda açıkça göze çarpar. Diyelim ki Komünizm,
en azılı düşmanlarının söylediği ölçüde kötüdür, ama hiç değilse, gelecek
kuşakların gününde gerçekleşecek bir ilerleme uğruna seçilebilir. Diyelim,
Komünist-karşıtlığı en aşırı Stalincilerin söylediği ölçüde kötüdür, aynı
düşünce bu duruma da uygulanabilir. Geçmiş tarihte birçok zorbalıklar
görülmüştür, ama zamanla hepsi değiştirilmiş ya da ortadan silinmiştir.
İnsanlar varolduğu sürece gelişme olanağı da vardır; ama ne Komünizm, ne de
Komünizm-karşıtlığı bir ölü gövdeler dünyası üzerine kurulamaz.
‘Özgür bir Dünya’dan söz ederek
Komünizm düşmanlığı körüklemekte büyük etkinlik gösterenler, birçok
bakımlardan, savundukları politikaya gönülden bağlı olmadıklarını
gösteriyorlar. İngiliz Hükümeti son zamanlarda Portekiz’e dostluk göstermek
için değişik bir yol tuttu; hem de Portekiz’ in Angola’daki karaderilileri
insanlığa sığmaz yöntemlerle ezmekte olduğuna hiç aldırmadan. İspanya,
Franko’nun yönetimi altında, tıpkı değilse bile, Kruşçef Rusya’sı ölçüsünde az
özgür, ama Batılılar İspanya’yla dostluk için her yola başvuruyorlar. Süveyş’le
ilgili İngiliz Fransız işbirliği, amacı bakımından Rusya’nın Macar
ayaklanmasını bastırmasından hiç de geri kalmazdı, daha az zararlı olduysa,
başarıya ulaşamadığı içindir. Küba’da, Guatemala’da, İngiliz Ginesi’nde Batılı
güçler yerlilerin isteklerini çiğneyip geçmekte kararlılıklarını gösterdiler,
hem de onları Batı’nın yanında tutabilmek için böyle davranmanın gerekli
olduğuna inanarak. Son zamanlarda Birleşik Devletler’de, Komünist Partisi’ne
üye yazılmanın yasalara aykırı sayılacağı, ancak Komünizmin kötülüğünü bilmeden
yazıldıklarını tanıtlayabilecek kimselerin hoşgörülebileceği açıklandı.
Bunların hepsi özgürlüğe karşı işlenen suçlardır. Durum gerginleştikçe bu
suçların da özgürlük uğruna haklı görülebileceği sanılacak.
Batıda genellikle bilindiğinden çok
daha fazla kümeleşme, çok daha fazla örgütlü propaganda vardır. Bütün bu
kısıtlamaların Doğu ile Batı arasındaki ayrımı hiçe indirdiği, Batı’nın ‘Özgür
Dünya’ olma savını gülünçleştirdiği hiç kabul edilmez ama.
İngiltere’deki Amerikan üsleri sorununu alalım sözgelişi. Bu
üslerin her birinde, verilecek bir uyarıyı bekleyen, bir iki dakika içinde
havalanabilecek ölçüde titizlikle eğitilmiş havacılardan kurulu bir iç-üs
bulunduğunu kaç kişi biliyor?
Bu iç-üs, üssün bütününden kesinlikle ayrılmıştır, buraya girmek
üssün bütün öbür üyelerine yasaktır. İçinde kendi yemekleri, yemek salonları,
yatakhaneleri, kitaplıkları, sineması vb. vardır. Silâhlı gözcüler üs’teki öbür
Amerikalıların buraya girmesini önlemekle görevlidir. Her ay ya da her iki ayda
bir, iç-üs’teki bütün üyeler komutanlarıyla birlikte Amerika’ya gönderilir,
yerlerine yenileri gelir. Bu üyelerin üs’teki öbür Amerikalılarla ilgi
kurmaları hemen hemen, çevrede yaşayanlarla ilgi kurmaları ise kesinlikle
yasaktır.
Açıkça görülüyor ki bütün sorun,
İngilizlerden durumu gizlemek, iç-üssün üyelerinin buyruklara, propagandaya,
eğitildikleri üzere bütünüyle mekanik bir tepki gösterme yetisini korumaktır.
Üstelik, bunlara verilecek buyruk da belli bir komutandan değil, düpedüz
Washington’dan gelir. Bir karışıklık sırasında İngiliz Hükümeti’nin
Washington’dan gönderilen buyrukları denetleyebileceğini düşünmek, düş kurmak
olur ancak. Washington’dan gönderilecek buyruklar ise her an için Sovyet
güçlerini karşı bir tepkiye geçirebilir, İngiltere’nin bütün nüfusunun da bir
saat içinde yeryüzünden silinmesine yol açabilir.
Propaganda örgütünün
gücünü, Amerika’daki gücünü, gözönüne seren son derece ilgi çekici bir durum,
Hiroşima’da bombanın atılması için işaret veren Claude Eatherly’nin durumudur.
Ayrıca, çağımızda insanın bir yasayı çiğneyerek nice korkunç suçlar işlemekten
kurtulabileceğine de örnektir Eatherly’nin durumu. Bombanın neler yapabileceği
ona söylenmemişti, verdiği işaretin sonuçlarını öğrendiği zaman büyük bir
sarsıntı geçirdi. Yıllar boyu, görevine türlü aykırı davranışlarla, kendini
Atom silâhlarının korkunçluğunu açıklamaya, yoksa yıkımı olacak o suçluluk
duygusunu gidermeye adadı. Yetkililer, deli sayılmasına karar verdiler,
şaşılacak uysallıkta bir ruhbilimciler kurulu da bu resmî görüşü doğruladı.
Eatherly’e, pişmanlık duyduğu için deli belgesi verildi; pişmanlık duymayan
Truman’a ise belge verilmedi. Ben Eatherly’ nin, amacını açıklayan birçok
konuşmalarını okudum. Dediklerinin usa aykırı tek bir yanı yoktu. Ama yalancı
propagandanın etkisi öyle büyüktü ki, hemen hemen herkes, bu arada ben de onun
delirmiş olduğuna inandık.
Yakınlarda, Eatherly olayıyla
ilgili söylentilerin etkisiyle Washington Başsavcısı araya girdi, Eatherly altı
aydır kilitlenmiş olduğu sıkı göz hapsi koğuşundan alınarak hastanenin başka
bir bölümüne yerleştirildi. Görülmemiş ayrıcalıklar tanınmıştı şimdi kendisine,
yeni bir soruşturmaya başvurulmaksızın pek yakında özgürlüğüne kavuşacağı
söylenmişti. Bu doğru çıkmadı, ama Eatherly kaçtı şimdilik.
Bkz:
http://www.oguztopoglu.com/2012/08/binbas-claude-eatherly-hirosima-pilotu.html
Bir de Amerikan-karşıtı
Etkinliklerle Savaş Komitesi’nde olup bitenlere göz atalım. Bu Komite’ nin
hoşlanmadığı, orta yaşlı bir adamın sorgusunda şöyle bir konuşma geçebilir:
Soru: «Otuz yıl önce öğrenciyken
tanıdığın Komünistler oldu mu?»
Yanıt: «Evet.»
Soru: «Adlarını verir misin?»
Yanıt: «Hayır.»
Sorguya çekilen bu karayazgılı
adam, düşünüp taşındıktan sonra Komitenin saygısını kazanmayı kararlaştırır da
arkadaşlarını ele verirse, daha da iyisi, arkadaşlarına uydurma suçlamalar
yöneltirse kendini kurtarabilecektir, yoksa Komite’nin öfkesiyle hapishaneyi
boylayacaktır. Özgürlüğün kutsal adı uğruna bu işlemin de haklı görülmesi
umulur.
Bütün
bu sözlerimle S. S. C. B.’ni savunduğum sanılmasın. S. S. C. B. özellikle
Macaristan ile Doğu Almanya’da, baskısı altındaki insanları korkunç bir kinle,
korkunç zorbalıklarla inletmiştir. İkiyüzlülük bakımından da Batı’dan hiç geri
kalmamıştır: Doğu Almanya’daki yalnız Rusya’nın askerî gücüyle
ortaya çıkarılmış hükümet, ‘Alman Demokrat Cumhuriyeti’ diye anılıyor. Ama
Doğu’nun da suçlandırılabileceği gerçeği, Batı’nın suçsuzluğunu kanıtlamaz ki.
Yanlardan hiç biri kendini haklı sanmakta ötekinden geri kalmaz, ikisi de eşit
ölçüde iğrençtir.
Atom silâhlarının en korkunç
yönlerinden biri, geniş ölçüde kullanıldıkları zaman, yalnız savaşan ülkelere
değil, yantutmazlara da sonsuz zarar verecekleridir. Yantutmaz ülkeler, bu
bakımdan, her şeyden önce kendilerini korumak için, Atom savaşını önlemeğe
çalışmakta haklıdırlar. Bir ülkenin kendi hükümet
biçimini dışardan gelecek karşıtlıklardan korumaya hakkı olsa da, kavganın
dışında kalmak isteyen ülkelerdeki milyonlarca kişiyi, durup dururken
yeryüzünden silmeye hiç kimsenin hakkı yoktur.
Birçoğumuz
Komünizmden hoşlanmıyoruz diye, bağımsız "kalmaktan başka hiç bir şey
istemeyen sayısız Hintliyi, Afrikalıyı ölüme atmaya ne var?
Demokrasinin
bu olduğunu kim ileri sürebilir?
Demokrasi,
yantutmaz ulusların, kendileri istemedikçe hiç bir şeye karıştırılmamalarını
gerektirmez mi ?
Berlin sorununu düşünün örneğin.
Benim umutsuzlukla gördüğüm, gerek A.B.D.’nin gerekse S.S.C.B.’nin,
hoşlanmayacağı bir çözüm yolunu benimsemektense Atom savaşma hazır olduğudur.
İki yanın da bu yoldaki, bütün dünyayı usa sığmaz korkunçlukta sonuçlara
sürükleyecek sözleri, hoşgörülecek gibi değildir. Böyle sözler ancak karşılıklı
bir melodramın sonucunda doğarlarsa haklıdırlar. Kremlin’in ya da Wall Street’in iğrençliği, her ikisinin de
temel bir dogmaya körükörüne tapan, böylece iki yanın ortak yararını göremeyen
softalarla dolu oluşundadır. Doğu ile Batı, aralarındaki
tartışmalarda kafalarını kullansalar, birbirlerini düşman görmekten çok
Hidrojen bombasını ortak düşmanları olarak görürlerdi. Hem Doğu’yu hem de
Batı’yı ilgilendirecek tek ortak "sorun, modern silâhlardan doğabilecek
yokoluştan kaçınmaktır. Ama iki yandan hiç biri, bir uzlaşmaya varmayı
gerçekten istemiyor. İstedikleri, karşı yanın herhangi bir diplomatik başarı
sağlamasını ne yapıp yapıp önlemektir.
Bu karşılıklı düşmanlığın ardında,
başlıcaları gurur, kuşku, güçlülük özlemi, korku olan birtakım insanca tutkular
yatar. Görüşmelere katılan sözcüler karşı yandan gelecek en yerinde önerileri
bile terslemekten, bir gurur payı çıkarıyorlar kendilerine. Ülkelerinin genel
eğilimi de onların bu duygusunu destekliyor. İki yanın şimdiki sinirliliği
sürdükçe hiç de nedensiz diye nitelenemeyecek bir kuşku, yanlardan her birinin,
ötekinin söylediklerini kendi sözcülerini faka bastırmak için düzenlenmiş bir
dolap olarak görmesine yol açıyor. Gene şimdiki koşullar altında hiç de yersiz
sayılamayacak bir korku, bütün korkularda olduğu gibi, korkulan sakıncayı
abartacak usdışı tepkilere yol açmaktadır. Bu, özel yaşamda sık sık rastlanan,
ruhbilimcilerce çok iyi bilinen bir olaydır. Büyük bir korku etkisinde, birçok
kimseler kafalarını kullanamaz, hayvanlar gibi içgüdüsel bir tepki gösterirler.
Bir zamanlar benim bir eşeğim vardı.
Evimin biraz ötesinde küçük bir kulübe, onun ahırıydı. Bir gün kulübe ateş
aldı, birkaç iriyarı adam eşeği dışarıya sürükleyene değin akla karayı
seçtiler. Yoksa eşek korkudan hiç kımıldamayacak, yanıp kül olacaktı. Büyük Güçler’ in
bugünkü durumu da tıpkı buna benzer. Özellikle silâhsızlanma için biçilmiş
kaftandır bu benzetme. Her iki yan da ötekinin Atom silâhlarından korkarak,
güvenliği kendi Atom silâhlarını arttırmakta arıyor. Öteki yan baskın çıkmak
için bir daha arttırıyor silâhlarını. Böylece, Atom tehlikesini azaltmak için
atılan her adım, tehlikeyi daha çok büyütüyor.
Güçlü olma tutkusu, ulusları hiç
umulmadık yollara sürüklemekte daha da baskın bir öğedir. Kişilerin yüksekten
atıp tutması görgüsüzlük sayılırsa da ulusal atıp tutmalar hayranlıkla
karşılanır — atıp tutanların yurttaşlarınca tabiî. Tarih boyunca büyük uluslar,
güçlerinin bir sınırı olabileceğini kabul etmedikleri an yıkılmaya
başlamışlardır. Bütün dünyaya egemen olma isteği, nice ulusları birbiri
ardından yıkıntıya sürükleyen aldatıcı düş olagelmiştir. Bunun en son örneği
Hitler Almanyasıdır. Tarihte, başta Napolyon, Cengiz Han, Attilâ gibi ünlü
adların yanısıra daha birçok örnekler bulabiliriz. Kutsal Kitap’ı tarih sayanlar
Kabil’i ilk örnek diye gösterebilirler: Kabil, Hâbîl’i ortadan kaldırmakla
bütün gelecek kuşaklara egemen olabileceğini düşünmüştü belki de. Kruşçef
'Batı’yı ortadan sileceğini söylerken, Dulles’ın da «silâhlı savaşı
kazanabiliriz» demesi, geçmişteki benzer çılgınlıkları anımsatıyor bana hep.
Bu, kendi çıkarını en çok
gözetenlerin açısından bile düpedüz çılgınlıktır. Düşman ülkesine olduğu gibi
kendi ülkesine de bir uçtan bir uca yıkım, yoksulluk, ölüm saçmak delilere
yaraşır ancak. Doğu’yla Batı, aralarındaki düşmanlığa bir son verseler, bütün
bilimsel olanaklarını kendi mutluluklarına, budalaca davranışlarından türeyen
korkulardan apayrı bir yaşama biçimine adayabilirler. Kötülük denen şey insanın
yüreğinde yatar çünkü. Ortaya çıkarılmış olan sayısız vılgı aracı, kendi
kötülük tutkularımızın dışımızda dinelen anıtlarıdır. İnsanca dünya dışında hiç bir şey, ortadaki düşmanlıkların nedeni
olamaz. Bütün kötülük insanın kafasından doğmaktadır, çıkar yol da insanın
kafasının aydınlatılmasında aranmalıdır.
«Savaş insanın yaradılışındadır, insan yaradılışı ise
değiştirilemez. Savaş, insanın sonu olacaksa, üzülerek boyun eğmeliyiz bu
yazgıya.» diyen kimseler vardır. Bu söz,
üzüntülerinde bile ikiyüzlü olan kimselerce hep söylene gelmiştir. Gözü
kararmış ulusların, kişilerin var olduğu sugötürmez bir gerçektir; ama bu,
insan yaradılışının böyle kişilerle böyle ulusların dizginlenmesine engel
olacağı anlamına gelmez. Adam öldürmekten hoşlanan bireyler ceza yasalarıyla
dizginlenmişlerdir, birçoğumuz da, adam öldürmemize izin verilmiyor diye
yaşamayı hiç de çekilmez bulmuyoruz. Savaş çığırtkanları kabul etmeseler bile,
uluslar için de durum aynıdır. İsveç 1814 yılından beri hiç bir savaşa girmedi.
Tanıdığım İsveçlilerden hiç biri, savaşsızlıktan doğma bir içgüdü tutukluğuyla
kıvranır görünmüyor. Hiç de küçümsenemeyecek birçok barışçı yarışma yolları
vardır. Bunlar, insanın kavga içgüdüsünü doyurmaya yeter de artar bile. Uygar
bir ülkede politik yarışma, çoğunlukla, ayrı uluslar arasında olsa hemen savaşa
yol açacak durumlar çıkarır ortaya. Demokratik politikacılar, yasaların koyduğu
sınırlara alışırlar. Uluslararası çatışmaları bir çözüme bağlayacak politik bir
kuruluş olsa, insanlar da bu kuruluşa saygı göstermeyi öğrenseler, aynı durum
uluslararası ilgiler için de gerçekleşebilir. Yakın zamana değin özel
çatışmalar çoğunlukla düello ile sonuca bağlanıyor, düellodan yana olanlar da
bu çözüm yolunun yasaklanmasının insan yaradılışına aykırı düşeceğini ileri
sürüyorlardı. Günümüzde
savaştan yana olan kimseler gibi onlar da ‘insan yaradılışı’ dedikleri şeyin
her şeyden önce törelerin, geleneğin, eğitimin bir sonucu olduğunu, ilkel
içgüdülerle pek az ilgisi bulunduğunu unutuyorlardı. İnsanlık birkaç kuşak
boyunca savaşsız yaşayabilse, savaş bize düello gibi gülünç gelmeye başlayacaktır.
Şüphesiz, birtakım öldürme delisi sapıklar gene eksik olmayacaktır ama hiç
olmazsa hükümetlerin başına geçemeyeceklerdir. Sh:48-58
Kaynak: BERTRAND RUSSELL, İnsanlığın Yarını, (1961. Has Man a
Future? London: George Allen & Unwin.) Türkçesi: Akşit Göktürk, Bilgi
Yayınevi, 1972, İstanbul
Türkçesi: Mete ERGİN
[1932’de yazılmıştır.]Benimle aynı
kuşaktan olanların çoğu gibi, “Şeytan hep aylaklara yaptıracak bir kötülük bulur,” atasözünü dinleyerek
yetiştim. Epeyce terbiyeli bir çocuk olduğum için bana söylenen her şeye
inanırdım; böylelikle, içinde bulunduğum ana kadar beni çok çalışmaktan geri
bırakmayan bir vicdan sahibi oldum. Ne var ki, EYLEMLERİM vicdanımın
denetimi altında olduğu halde, GÖRÜŞLERİM bir devrim geçirmiş bulunuyor.
Dünyada gerektiğinden çok çalışıldığını, çalışmanın erdem olduğu inancının
büyük zararlar doğurduğunu, modern endüstri ülkelerinde vaazedilmesi gereken
şeylerin öteden beri vaaz edilegelmekte olanlardan çok değişik olduğunu
sanıyorum. Napoli’de dolaşan bir gezginin öyküsünü herkes bilir: Yattıkları yerde güneşlenen on iki dilenci gören bu gezgin (olay Mussolini
zamanından önce geçer), bunlardan en tembel olduğunu kanıtlayana bir lira
vereceğini söyler. Dilencilerden on bir tanesi yerlerinden fırlayıp, liranın
kendi hakları olduğunu iddia ederler, bunun üzerine gezgin de parayı yerinden
kıpırdamayan on İkinciye verir. O gezgin tam yerine düşmüş. Ne var ki, Akdeniz güneşinden nasibi olmayan ülkelerde aylaklık daha
zordur ve insanlara aylaklık aşılamak için yoğun bir propagandaya ihtiyaç
vardır. ileriki sayfalan okuduktan sonra, Y.M.C.A. liderleri umarım ki,
gençlere hiç bir iş yapmamayı aşılamak için bir kampanyaya girişirler. Eğer
umduğum çıkarsa, ömrümü boşa harcamamış olacağım.
Tembellikten yana kendi savlarımı öne
sürmeden önce, kabul edemediğim bir savı gidermeliyim. Geçimini yeteri kadar
sağlamış bir kimse günlük işlerden herhangi birine el attığı zaman kendisine,
böyle yapmakla başka birinin nafakasını elinden aldığı, dolayısiyle bunun kötülük
olduğu söylenir. Eğer bu sav doğru olsaydı, nafakamızın bol bol sağlanması
için, hepimizin sadece aylak olmamız yeterdi. Böyle lâf edenlerin unuttukları
şey, bir insanın genellikle kazandığını harcadığı ve harcarken de başkalarına
iş sağlamış olduğudur. Bir insan kazandığını harcadığı sürece,
kazanırken başkalarının ağzından aldığı lokmaları en aşağı katıyla, kazandığını
harcarken yine başkalarına veriyor demektir. Bu görüş açısından bakıldığında asıl kötü insan, biriktiren
insandır. Eğer insan, atasözüne
geçen o Fransız köylüsü gibi kazandıklarını bir çorabın içine tıkıp
biriktirmekle yetiniyorsa, bu biriktirilen kazançların kimseye bir iş
sağlamadığı açıktır. Eğer biriktirdiklerini bir yatırımda kullanıyorsa, o zaman
durum o kadar açık değildir ve bu durumdan değişik sorunlar ortaya çıkar.
İnsanların tasarruflarıyla en çok
yaptıkları şeylerden biri, tasarruflarını hükümetin birine ödünç vermektir. Çoğu uygar hükümetlerin kamu harcamalarının geçmiş savaşlar için yapılan
ödemelerle, gelecekteki savaşlara hazırlıktan ibaret olduğu göz önüne
alındıkta, parasını hükümete borç veren adam, Shakespeare’deki katil kiralayan
kötü adamla aynı durumdadır, insanoğlunun tasarruf alışkanlığının net sonucu,
parasını ödünç verdiği Devlet’in silahlı kuvvetler gücünü artırmaktan
ibarettir. Böyle yapacağına, parasını
içkiye ya da kumara bile harcasaydı, kuşkusuz çok daha iyi ederdi.
Ama bana diyecekler ki, tasarruflar sınaî
girişimlere yatırılınca durum başkadır. Bu gibi girişimler başarı kazanıp da
yararlı bir şey ürettiği zaman, bu sav haklı görülebilir. Bununla birlikte,
bugünlerde çoğu girişimlerin başarısızlığa uğradığını da kimse inkâr edemez. Bu
da şu demek oluyor ki, yararlı bir şey üretme uğrunda kullanabilecek büyük bir
insan emeği, üretildikleri zaman boş yatan ve hiç kimseye hiç bir hayrı
dokunmayan makineler üretme uğrunda harcanmıştır. Bundan ötürü,
tasarruflarını ilerde iflâs eden bir girişime yatıran adamın, kendi kadar
başkalarına da zararı dokunuyor demektir. Eğer o adam parasını, meselâ
dostları için eğlenti düzenlemekte harcamış olsaydı, (umarız ki) dostları ve
onlar kadar kasap, fırıncı ve içki kaçakçısı gibi, harcanan bu parayı ellerine
geçirenler de hoşnut kalırdı. Ama eğer o adam parasını, meselâ tramvaya
ihtiyaç olmayan bir yerde tramvay rayları döşemeye harcarsa, büyük bir emek
yığınını, bu emeklerin kimseyi hoşnut edemediği kanallara aktarmış olur.
Gelgelelim, yatırımın başarısızlığa uğraması yüzünden bu adam yoksul düşerse,
ona haketmediği bir talihsizliğin kurbanı olmuş gözüyle bakılır, parasını
insan severlik yolunda harcayan hovarda ise, budala diye, hafifmeşrep diye hor
görülür.
Bütün bunlar sadece bir girişten ibaret.
Gayet ciddî olarak şunu söylemek isterim ki, modern dünyada ÇALIŞMANIN erdem
olduğuna inanma yüzünden çok büyük zararlar doğmaktadır ve mutluluğa giden
yol, refaha giden yol, çalışmanın örgütlü bir düzen içinde azaltılmasından
geçer. önce : ÇALIŞMA NEDİR?
Çalışma iki çeşittir
: birincisi, yeryüzünde veya yeryüzüne yakın bulunan maddenin durumunu, böyle
başka bir maddeye göre değiştirmek;
İkincisi de, başkalarına, yeryüzünde veya yeryüzüne yakın bulunan bir maddenin
durumunu, böyle başka bir maddeye göre değiştirmelerini söylemektir.
Birinci cins çalışma tatsızdır ve az para
getirir; ikinci cins çalışma ise tatlıdır ve çok para getirir, ikinci cins
çalışma çok çeşitlidir: emir verenler yanısıra, ne gibi emirler verileceği
konusunda akıl verenler de vardır. Genellikle, iki insan grubu tarafından aynı
anda, birbiriyle taban tabana zıt iki cins akıl verilir; buna da siyaset denir.
Bu cins çalışma için gerekli marifet akü verilecek konu üzerinde değil, meselâ
reklâmcılık gibi, inandırıcı konuşma ve yazma sanatı üzerinde bilgi sahibi
olmaktır.
Amerika’da değilse bile, bütün Avrupa’da,
bu her iki cins işçi sınıfından çok daha fazla saygı gören üçüncü bir sınıfa
mensup insanlar vardır. Bunlar, toprak mülkiyetini ellerinde bulundurmak
yoluyla, yaşama ve çalışma hakkını kendilerine bir imtiyaz diye verdikleri
başka insanlardan bu imtiyazlara karşılık para alanlardır. Bu toprak sahipleri
aylaktırlar, bu bakımdan, benim onlara övgü düzeceğim sanılabilir. Ne yazık
ki, bunların aylaklığı ancak başkalarının emeği sayesinde mümkün
olabilmektedir; gerçekten de, bunların rahat aylaklığa duydukları arzu,
çalışmayı öğütleyen tüm kutsal vaazların tarihsel kaynağıdır. Bunların en
istemeyecekleri şey, başkalarının da onlar gibi aylak kalmasıdır.
Uygarlığın başlangıcından Endüstri
Devrimine kadar insan, bir kural olarak, çok çalışmak suretiyle kendisinin ve
ailesinin geçimi için gerekli olandan ancak biraz daha fazlasını
üretebiliyordu, hem de karısı da en aşağı onun kadar çok çalıştığı ve çocukları
yetişir yetişmez emeklerini anne ve babalarınınkine kattıkları halde. Zorunlu
ihtiyaçları karşıladıktan sonra artan az miktardaki üretim fazlası ise, onu
üretenlere kalmıyor, savaşçılar ve papazlar tarafından iç ediliyordu. Kıtlık
zamanlarında üretim fazlası olmuyordu; ama savaşçılarla papazlar yine de,
başka zamanlarda olduğu kadar kazanç sağlıyorlar ve bunun sonucu olarak da
birçok işçi açlıktan ölüyordu. Bu sistem Rusya’da 1917’ye kadar sürdü, Doğu’da
hâlâ sürmektedir; İngiltere’de ise, Endüstri Devrimine rağmen, Napolyon
savaşları süresince ve yeni fabrikatörler sınıfının güçlendiği yüz yıl
öncesine kadar bütün şiddetiyle süregeldi. Amerika’da bu sistem, Güney hariç,
devrimle birlikte sona erdi. Bu kadar uzun zaman süren ve ancak yakın
zamanlarda sona eren bir sistem doğallıkla, insanların düşünce ve görüşlerinde
derin izler bırakmıştır. Çalışmanın istenilir bir şey olduğunu doğal
karşılamamız, çoğunlukla bu sistemden bize kalan bir alışkanlıktır ve
alışkanlıktan doğma bu inanç endüstri dönemi öncesine ait olduğu için de modern
dünyaya uydurulmamıştır. Modern teknik, aylaklığın sadece imtiyazlı sınıflara
ait bir imtiyaz değil, bütün toplum içinde eşit dağılan bir hak olabilmesini,
birtakım sınırlar içinde mümkün kılmıştır. Çalışma ahlakı, köle ahlakıdır, modern dünyada ise köleye ihtiyaç
yoktur.
İlkel toplumlarda köylüler, kendilerine
kalsa, savaşçılarla papazların iç ettikleri o bir parçacık üretim artıklarından
yine kendileri yararlanırlardı; bu apaçıktır, ama şurası da aynı derecede
açıktır ki, köylüler kendi başlarına kalsalardı ya daha fazla tüketir, ya da
daha az üretirlerdi. Başlangıçta köylülerin üretimde bulunmaları ve üretim
artıklarının başkaları tarafından iç edilmesine göz yummaları, kaba kuvvet
zoruyla oluyordu. Ne var ki, yavaş yavaş bu köylülerin bir çoğuna, üretim
artıklarının bir bölümü bazı aylakların geçimini sağlamaya gitse bile, çok
çalışmanın kendileri için görev olduğunu aşılayan bir ahlak anlayışını kabul
ettirmenin mümkün olduğu anlaşıldı. Bu sayede, köylüleri çalıştırmak için
başvurulması gerekli zorlamanın dozu, bununla birlikte de hükümetin harcamaları
azaldı. Bugün eğer İngiltere’de kralın
bir işçiden fazla geliri olmaması önerilse, İngiliz işçilerinin yüzde doksan
dokuzunun bu öneriden dolayı tüyleri diken diken olurdu. Tarihsel bakımdan
konuşursak, görev kavramı, iktidar sahipleri tarafından başkalarına kendi
çıkarlarından çok efendilerinin çıkan için yaşamaları gerektiği düşüncesini
aşılamakta bir araç olarak kullanılmıştır. Doğallıkla, iktidar sahipleri kendi
çıkarlarının, insanlığın daha geniş çaptaki çıkarlarıyla özdeş olduğuna kendi
kendilerini inandırarak, bu olguyu yine kendi kendilerinden saklamaktadırlar. Bazı
hallerde bu doğrudur; meselâ Atina’lı köle sahipleri boş zamanlarının bir
bölümünü, uygarlığa sürekli bir katkıda bulunma yolunda harcarlardı ki, böyle
bir şey âdil bir İktisadî sistemde mümkün olamazdı. Uygarlık için boş
vakit şarttır, eski zamanlarda ise bir azınlığın boş vakte sahip olabilmesi,
büyük bir çoğunluğun emeği sayesinde gerçekleşebiliyordu. Şu var ki, bu
insanların harcadığı emeğin bir değeri vardı — çalışmak iyi olduğu için değil,
boş vakit iyi olduğu için.
Modern teknik sayesinde de uygarlığa zarar
vermeksizin boş vakti insanlar arasında pay etmek mümkün olabilirdi.
Modern teknik, yaşamak için herkesin
ihtiyaç duyduğu şeyleri elde etmekte harcanan emek miktarını büyük çapta
azaltmıştır. Savaş içinde bunun böyle olduğu açıkça görüldü. Savaş sırasında,
silâh altındaki bütün erkekler, casusluk işinde, propaganda işinde, mühimmat
imalâtında, ya da savaşla ilgili devlet dairelerinde çalışan bütün erkek ve
kadınlar üretim faaliyetlerinden çekilip alınmış bulunuyorlardı. Buna rağmen,
müttefikler safındaki kalifiye olmayan işçiler arasındaki fiziksel refah
düzeyi, savaş öncesi veya savaş başlarındakine oranla çok daha iyi idi. Bu
olgunun önem ve anlamını maliye gizlemekteydi: ödünç alma, insanda âdeta
geleceğin şimdiki zamanı beslediği izlenimini uyandırıyordu. Ama kuşkusuz,
gerçekte böyle bir şey mümkün değildi. İnsan içinde yaşadığı anda var olmayan
bir ekmeği yiyemez. Üretimin bilimsel bir biçimde örgütlenmesi sayesinde,
modern dünyanın çalışma kapasitesinin sadece bir bölümünü kullanmakla modern
insan yığınlarına oldukça rahat bir hayat sağlanabileceğini, savaş, tartışmaya
yer bırakmayacak kadar kesinlikle göstermiş bulunuyor. Savaştırmak ve savaş
sanayiinde çalıştırmak için erkekleri serbest bırakmak amacıyla yaratılan
bilimsel örgüt, eğer savaştan sonra da korunsa ve çalışma saatleri dörde
indirilseydi, herkesin refahı yerinde olurdu. Halbuki böyle yapılacağına, o
eski karmaşık sisteme dönüldü, emeklerine ihtiyaç duyulan insanlar uzun
saatler çalıştırıldı, emeklerine ihtiyaç duyulmayanlar ise işsizlik yüzünden aç
kalmaya bırakıldı. Neden? Çünkü çalışma görevdi de ondan; çünkü insanın,
ürettiği oranda değil, ölçüsü çalışkanlık olan erdemi oranında ücret alması
gerekiyordu da ondan.
Bu, içinde doğduğu koşullarla zerrece
benzerliği bulunmayan bambaşka koşullara uygulanan Köle Devleti ahlakıdır.
Bunun felaketli sonuçlar doğurmasına hiç şaşmamalı. Bir örnek alalım. Belirli bir zaman içinde bir takım insanların
çamaşır mandalı yapımında çalıştıklarını varsayalım. Bunlar günde (diyelim ki)
sekiz saat çalışarak, dünyanın bütün mandal ihtiyacını karşılayacak kadar
üretim yapmaktadırlar. Birisi çıkar, aynı sayıda işçinin aynı çalışma süresi
içinde öncekinin iki katı mandal yapmasını sağlayan bir buluş kor ortaya. Ama
dünyanın iki kat fazla mandala ihtiyacı yoktur; mandallar zaten o kadar ucuzdur
ki, daha ucuza satılsa bile, daha fazla satın alan olmayacaktır. Aklı başında
bir dünyada olsa, bu durumda, mandal yapımıyla uğraşan herkes sekiz yerine dört
saat çalışır, ama bunun dışında her şey yine eskisi gibi yürürdü. Gelgelelim,
içinde yaşadığımız dünyada böyle bir şey ahlak bozucu sayılır, içinde
yaşadığımız dünyada insanlar hâlâ sekiz saat çalışmakta, gerektiğinden çok
sayıda mandal yapılmakta, birtakım insanlar iflas etmekte ve mandal yapımında
çalışan işçilerin yarısı işten atılmaktadır. Bunun sonunda yine öteki planda
olduğu kadar boş vakit kalır insanlara, ama bu sefer insanların yarısı çok
fazla çalışırken, öbür yarısı tüm aylaktır. İşte, nasıl olsa kalacak boş vakit
bütün insanlık için bir mutluluk kaynağı haline getirileceğine, bu şekilde ne
yapılıp edilip evrensel bir sefalet kaynağı haline getirilmektedir. Bundan
daha büyük bir delilik düşünülebilir mi?
Yoksul insanların
boş vakitleri olması fikrini zenginler öteden beri nefretle karşılamışlardır.
On dokuzuncu yüzyılda İngiltere’de erkekler için günlük normal çalışma süresi
on beş saatti; çocuklar genellikle on iki saat, ama çok kere de yetişkin
erkekler kadar çalışırlardı. Ukalâ işgüzarlar bu çalışma saatlerinin çok fazla
olduğu fikrini ileri sürdükleri zaman onlara, çalışmanın yetişkin erkekleri
içkiden, çocukları da yaramazlıktan alıkoyduğu söyleniyordu. Çocukluğumda,
şehirli erkek işçilerin oy hakkını kazanmasından az sonra resmî tatil günleri
yasalaşınca, üst sınıflar çok kızdılar. Yaşlı bir Düşesin şöyle dediğini
hatırlıyorum : “Tatil yoksulların nesine gerek? Onlar ÇALIŞMAK zorundadır.”
Gerçi zamanımızın insanları bu Düşes kadar açık yürekli değiller; ama aynı
duygu onlarda da güçlüdür ve bu duygu, içinde bulunduğumuz İktisadî keşmekeşin
esas kaynağıdır.
Çalışma ahlakı anlayışını bir an için açık
yüreklilikle, kör inançlara bağlı olmaksızın düşünelim. Her insan hayatında
ister istemez belirli miktarda bir insan emeği ürünü tüketir. Çalışmanın
genellikle tatsız bir şey olduğunu kabul edersek, insanın kendi ürettiğinden
fazlasını tüketmesi adaletsizliktir. İnsan doğallıkla, meselâ hekimlikte
olduğu gibi, mal yerine hizmet sağlayabilir; ama ne olursa olsun, yediğine ve
başını bir çatı altına sokmasına karşılık bir şey sağlamalıdır. Çalışmanın
ancak bu kadarı bir görev sayılmalıdır; ama ancak bu kadarı.
S.S.C.B. dışındaki
bütün modern toplumlarda pek çok kimsenin, daha doğrusu, mirasa konan veya
zenginle evlenenlerin hepsinin bu asgari çalışmadan bile kaçtıkları gerçeği
üzerinde uzun uzadıya durmayacağım. Bu gibilerin aylak kalmalarına izin
verilmesi olgusunun, işçilerin ya gerektiğinden çok çalıştırıldıkları ya da aç
bırakıldıkları olgusu kadar zararlı olmadığı kanısındayım.
Sıradan işçiler günde dört saat çalışsalardı hem her şeyden
herkese yetecek kadar bulunurdu, hem de ortada işsizlik kalmazdı — tabii, ufak
çapta da olsa, aklı başında bir örgütün bulunduğu varsayarak. Bu fikir, hali vakti yerinde olanların
hiç hoşuna gitmez, zira onlar, yoksulların boş vakitlerini nasıl
kullanacaklarını bilmedikleri inancındadırlar. Amerika’da erkekler çoğunlukla,
halleri vakitleri yerindeyken bile uzun saatler çalışırlar; bu gibiler,
işsizlik denen o gaddarca ceza dışında, işçilerin boş vakitleri olması fikrini
öfkeyle karşılarlar. Gerçekten de bunlar boş vakti kendi oğullarına bile çok
görürler. Ne gariptir ki, oğullarının çok çalışmasını isterlerken ve bu
yüzden oğulları, uygarlık öğrenmelerine yetecek kadar bile boş vakit
bulamazken, bu adamlar karılarıyla kızlarının hiç çalışmamasına aldırış
etmezler. Hiçbir iş yapmayanlara duyulan ve aristokratik toplumlarda her iki
cinsi de kapsamı içine alan züppece hayranlık, plütokrasilerde yalnız kadınlara
duyulabilir; ama böylesi bile, bu hayranlığın sağduyuya sığdırılabilmesine yetmez.
Kabul etmek gerektir ki, boş vaktin
akıllıca kullanılması bir uygarlık ve eğitim sonucudur. Bütün ömrünce çok
çalışmış bir adam birdenbire boş kalsa sıkılır. Ama önemli miktarda boş vakti
olmayan insan da en iyi şeylerin birçoğundan yoksun kalır. Halk yığınlarının bu
yoksunluğu çekmesi için artık hiçbir neden kalmamıştır; artık hiç gereği
kalmadığı halde aşırı derecede çalışmakta ısrara bizi ancak budalaca ve çoğunlukla
başkası hesabına katlanılan bir çilekeşlik devam ettirebilir.
Rusya’da yönetime
egemen olan yeni inançta Batının geleneksel öğretilerinden çok değişik bir sürü
şey bulunurken, hiç değişmeden kalmış bazı şeyler de vardır. Yönetici
sınıfın, özellikle de eğitim propagandasını yürütenlerin emeğin erdemi
konusundaki tutumları, dünyada egemen sınıfların “namuslu yoksullar” dediğimiz
insanlara öteden beri aşılaya geldikleri tutumun tıpatıp aynıdır. Çalışkanlık,
uyanıklık, uzak çıkarlar uğruna uzun saatler, çalışmaya razı olma, hattâ
yetkeye boyun eğme, bütün bunlar S.S.C.B.’de yeniden ortaya çıkmaktadır;
üstelik S.S.C.B.’de yetke hâlâ Evrenin Hâkiminin İradesini temsil etmektedir,
yalnız şimdi buna yeni bir ad verilmiştir: Diyalektik
Materyalizm. '
Rusya’da proletaryanın kazandığı
zaferle, başka ülkelerde feministlerin kazandığı zafer arasında bazı ortak
noktalar bulunmaktadır. Yüzyıllardan beri
erkekler, kadınların manevi üstünlüğünü kabul etmiş ve iktidar konusunda
kendilerinden aşağı durumda bulunmaları yönünden de onları, manevî üstünlüğün
iktidardan daha değerli olduğu savıyla avutmuşlardır. Feministlerin öncüleri,
erkeklerin erdemin değeri konusunda kadınlara söylediklerinin hepsine
inandıkları, ama siyasal iktidarın değersizliği konusunda söylediklerine
inanmadıkları için, en sonunda feministler kadınların her ikisine de sahip
olması gerektiğine karar verdiler. Fiziksel çalışma bakımından buna benzer bir
şey Rusya’da gerçekleşmiştir. Yüzyıllarca,
zenginler ve zenginlerin çanak yalayıcıları ‘mamuslu emek” üzerine övgüler
düzmüşler, basit yaşayışı övmüşler, yoksulların cennete gitme olasılığının
zenglnlerinkinden çok olduğunu aşılayan bir dini öğretmişler ve genellikle,
tıpkı kadınların cinsel köleliklerinden özce bir soyluluk kazandıkları fikrine,
erkeklerin onları inandırmaya çalışmaları gibi, bedenleriyle çalışan işçileri,
maddenin uzaydaki durumunu değiştirmenin onlara özel bir soyluluk kazandıracağı
fikrine inandırmaya çalışmışlardır. Rusya’da, bedenle çalışmanın üstünlüğü konusundaki bütün bu öğretiler
ciddiye alınmış, bunun bir sonucu olarak da bedenle çalışanlar başka herkesten
fazla yüceltilmişlerdir. Bu durumu canlandırma yolundaki girişimler ruh
bakımından aynı olmakla birlikte, amaç bakımından değişiktir : bu girişimlerin amacı,
özel işlerde çalıştırılacak fedaî işçiler yetiştirmektir. Şimdi gençlerin
önüne konulan ülkü bedensel çalışmadır ve bu ülkü bütün ahlâk öğretilerinin
temelini meydana getirmektedir.
Şimdilik, bütün bunlar belki de yararlı
olabilir. Doğal kaynakları zengin koskoca bir ülke gelişmeye hazırlanmaktadır
ve borç almadan gelişmesini tamamlamak zorundadır. Bu koşullar içinde çok
çalışmak zorunluğu vardır ve bu çok çalışmanın ödülü de büyük bir olasılıkla,
görülecektir. Ama uzun saatler
çalışmak zorunda kalınmadan herkesin rahat edebileceği noktaya ulaşınca ne
olacaktır?
Batı’da, bu problemle uğraşmak için
çeşitli yollar vardır bizim elimizde. Biz İktisadî adaleti gerçekleştirmeye
kalkışmadığımız için tüm ulusal gelirin büyük yüzdesi, nüfus içinde büyük bir
bölümü hiç çalışmayan küçük bir azınlığa gider. Üretim hiçbir şekilde bir merkezden yönetilmediği için, sürüyle
gereksiz şey üretiriz. Nüfusun bir bölümünü gerektiğinden çok çalıştırmak
suretiyle geri kalanların emeğinden vazgeçebildiğimiz için, çalışan nüfusun
büyük yüzdesini aylak bırakırız. Bu yöntemler
yetersiz kalınca da savaş çıkarırız: havaî fişekleri ömründe ilk kez görmüş
çocuklar gibi, bir kısım insanlara yüksek güçte patlayıcı maddeler yaptırır,
bir kısmına da bunları patlattırırız. Bütün bu düzenleri bir araya getirerek, sıradan insanların kaderinin çetin
bir bedensel çalışma olduğu fikrini, güç de olsa yaşatmayı beceririz.
İktisadî adalet ve üretimin merkezden
yönetilişi dolayısıyla, Rusya’da bu problem ister istemez değişik bir biçimde
çözülecektir. Zorunlu ihtiyaç maddeleri ve temel rahatlıklar herkese sağlanır
sağlanmaz bu problemi çözmek için başvurulacak akıllıca yol, daha fazla boş
vaktin mi, yoksa daha fazla mal üretiminin mi tercih edileceği konusunda her
aşamada halkoyuna danışılarak, çalışma saatlerini derece derece azaltmak
olurdu. Ama çok çalışmanın erdem olduğu bir kere aşılanmış bulunduğuna göre,
içinde boş vaktin çok, çalışmanın ise az olduğu bir cennet hedefine
yetkililerin nasıl ulaşabileceklerini kestirmek zordur. Yetkililerin
durmadan yeni planlar ortaya atarak, böylece, kazanılmış boş vakti gelecekteki
verimliliğe feda edecekleri daha büyük bir olasılık gibi gözüküyor.
Geçenlerde Rus mühendislerinin hazırladıkları ustalıklı bir plânla ilgili
yazılar okumuştum; bu plân, Kara Deniz’in ortasına bir baraj oturtarak Beyaz
Denizle Sibirya’nın Kuzey kıyılarının iklimini ılımanlaştırmak amacını
güdüyordu. Hayranlıkla karşılanacak bir plân gerçi, ama aynı zamanda
emekçilerin en soyluları 'Kuzey Buz Denizi’nin buzlu alanlarıyla tipileri
arasında çalıştırılırken, proletaryanın rahatını daha bir kuşak geciktirecek
bir plân. Böyle bir şey, eğer gerçekleşirse, bu, çok çalışma kavramına, artık
çok çalışmaya ihtiyaç duyulmayan bir tembellik düzeyine ulaştıracak araçtan çok,
kendi başına bir amaç gözüyle bakmanın sonucu olacaktır.
Gerçek odur ki, maddenin bir bölümü
varlığımız için zorunlu olduğu halde, maddeye durmadan biçim ve yer değiştirmek
hiç de insan hayatının amaçlarından biri değildir. Eğer öyle olsaydı, kanal
açma işinde çalışan her ameleyi Shakespeare’den üstün tutmamız gerekirdi. Bu
hususta bizi yanlış yöne sevkeden iki neden vardır. Birincisi, yoksulların
hallerinden hoşnut olmalarını sağlama zorunluluğudur ki, bu zorunluk binlerce
yıldan beri zenginleri, çalışmanın erdem olduğu konusunda vaaz vermeye —
kendileri bu hususta erdemsiz kalmak için ne gerekirse yaptıkları halde —
sevketmiştir. İkincisi de, yeryüzünde meydana getirebileceğimiz hayret edilecek
değişikliklerden haz duymamıza sebep olan, yeni, makineleşme zevkidir. Bu iki güdünün hiçbiri, bedeniyle çalışan işçi üzerinde bir etki
uyandırmaz. Bedeniyle çalışan işçiye, hayatının en iyi bölümü üzerine ne
düşündüğünü soracak olsanız, size şöyle söylemesi olasılığı pek yoktur : “Bedensel
çalışmadan zevk duyuyorum, çünkü bedensel çalışma bana, insanoğlunun
yapabileceği en soylu işi yaptığım duygusunu veriyor, ayrıca insanoğlunun
üzerinde yaşadığı gezegeni ne kadar değiştirebildiğini düşünmek de hoşuma
gidiyor. Gerçi bedenimin belirli süreler içinde dinlenmeye ihtiyacı var ve ben
bu ihtiyacı elimden geldiği kadar gidermek zorundayım, ama yine de en mutlu
anlarım, sabah olup da çalışmaya başladığım anlardır, zira ruhumu doyuran
kaynak çalışmadır.” Bedenleriyle çalışan
işçilerin böyle bir şey söylediklerini hiç duymadım. Onlar çalışmaya hangi gözle bakılması gerekiyorsa o gözle, yani,
geçimlerini sağlamanın zorunlu bir koşulu gözüyle bakarlar ve duyabilecekleri
mutluluğu da serbest saatleri içinde bulurlar.
Denilecektir ki,
aylaklığın azı iyidir, ama insanlar yirmi dört saatte topu topu dört saat
çalışsalardı, günlerini nasıl geçireceklerini bilemezlerdi. Bu görüş modern
dünyada geçerli olduğu oranda, uygarlığımız için bir yüz karasıdır; bu görüş
daha önceki dönemlerin hiçbirinde geçerli olamazdı. Eskiden kaygısızlığa, oyuna bir yer vardı; verimlik fikrine bir dine
sarılır gibi bağlanılması, insanlar arasında kaygısızlığın da, oyunun da
yerini bir dereceye kadar daraltılmış bulunuyor. Modern insan her şeyin, o
şeyin kendisi için değil de, başka bir şey uğruna yapılması gerektiğine
inanıyor. Meselâ ciddiliği hayatlarında hiçbir vakit elden bırakmayan
yaradılışta olan insanlar, durmadan, sinemaya gitmeyi kötülemekte ve bize,
sinemanın gençleri suç işlemeye yönelttiğini söylemektedirler. Ama buna karşılık
film yapımıyla ilgili her türlü çalışma saygıyla karşılanmaktadır, çünkü bu çalışmalar
para getirmektedir, istenilir eylemin, kâr getiren eylem olduğu anlayışı her
şeyi tepetaklak etmiştir. Size et sağlayan kasap, size ekmek sağlayan fırıncı
övgüye değer kişilerdir, çünkü bunlar bu işlerden para kazanırlar; ama bunların
size sağladığı besinleri siz sadece çalışmak için güç kazanmak amacıyla değil
de, bunun yanısıra sırf yemek zevki için de yiyorsanız, hafifmeşrebin
birisiniz demektir. Daha genel söylersek, para kazanmak iyi, para harcamak kötü
sayılmaktadır. Para kazanmakla, para harcamanın bir alışverişin iki yönü olduğunu
düşündüğümüz zaman, birinin iyi, ötekinin de kötü sayılması çok saçmadır; o
zaman insan, anahtarların iyi, anahtar deliklerinin kötü olduğunu da
savunabilir. Mal
üretiminde eğer bir erdem varsa, bu erdem, o malın tüketilmesinin sağlayacağı
üstünlükten gelmelidir. Toplumumuzda birey, kâr için çalışır; ama onun çalışmasının toplumsal
amacı, ürettiği şeyin tüketilmesi olmak gerektir. Çalışkanlığı artırıcı
etkenin kâr sağlamak olduğu bir dünyada insanların duru bir biçimde
düşünebilmelerini zorlaştıran şey, bireyle toplumsal üretimin amacı arasındaki
bu ayrılıktır işte. Bizler üretimi gerektiğinden değerli, tüketimi de
gerektiğinden değersiz tutarız. Bunun bir sonucu olarak da, eğlencenin ve basit
mutluluğun önemini çok küçümser, üretimin değerini tüketiciye verdiği hazla
ölçmeyiz.
Çalışma saatlerinin dörde indirilmesini
önerirken, geri kalan bütün vakit ille de saçma sapan şeylerle harcanmalıdır
demiyorum. Dört saatlik çalışmanın bir insana, yaşamak için gerekli ihtiyaç
maddeleriyle rahatlıkları sağlayabilmesi ve insanın geri kalan zamanını
dilediği gibi kullanabilmesi gerektiğini söylemek istiyorum. Böyle herhangi
bir toplumsal sistemde eğitimin şimdikinden daha ileriye götürülmesi ve
eğitimin kısmen, boş vakitlerini akıllıca kullanabilmelerini mümkün kılacak
zevk inceliklerini insanlara kazandırmayı hedef alması esastır. Zevk
inceliklerinden söz ederken de sadece “alimâne” sayılan şeyleri anlatmak
istemiyorum. Kuş uçmaz kervan geçmez uzak köşeler dışında köylü dansları
ölmüştür, ama bu dansların işlenmesini, mükemmelleştirilmesini sağlayan
güdüler insan doğasında hâlâ var olmalıdır. Şehir insanlarının zevkleri
nitelik bakımından çoğunlukla pasif hale gelmiş bulunuyor: sinema seyretmek,
futbol maçlarını izlemek, radyo dinlemek v.b. Bunun nedeni de, şehirlilerin
bütün enerjilerini çalışmada tüketmeleridir; eğer daha çok boş vakitleri
olsaydı, şehirliler yine eskiden olduğu gibi, bizzat kendilerinin eylemli rol
oynadıkları eğlencelerin tadını çıkarırlardı.
Geçmişte ufak bir aylak sınıf, büyük bir
çalışan sınıf vardı. Aylak sınıf, toplumsal adalet açısından hiç de hak
etmediği imtiyazlardan yararlanıyordu; dolayısıyla bu sınıf ister istemez
baskıya yöneliyor, nefret uyandırıyor ve imtiyazlarını haklı gösterecek
kuramlar icat etmek zorunda kalıyordu. Bu olgular aylak sınıfın mükemmelliğini
büyük çapta azaltmış, ama bu gerilemeye rağmen, bizim uygarlık dediğimiz şeyin
hemen hemen tümünü bu sınıf yaratmıştır. Sanatı geliştiren, bilimleri bulan bu
sınıftır; bu sınıf kitaplar yazmış, bu sınıf felsefeler ortaya atmış ve
toplumsal ilişkileri bu sınıf inceltmiştir. Hattâ baskı altındakilerin
kurtuluşu bile genellikle yukarıdan aşağı doğru gelişmiştir. Aylak sınıf olmasa, insanlık
barbarlıktan hiç kurtulamazdı.
Bununla birlikte
hiçbir görev taşımayan aylak sınıfta, aylaklığın babadan oğula geçmesi yöntemi
olağanüstü denecek kadar zararlı olmuştur. Bu sınıfa mensup olanların hiçbirine
çalışkanlık öğretilmediği gibi, bu sınıf tan olanlar bütünüyle olağanüstü bir
zekâya da sahip değildiler. Bu sınıftan bir Darwin çıkmış olabilir, ama Darvin’in
karşısına da tilki avından ve yasak yerde avlananları cezalandırmaktan daha
zekice hiçbir şey düşünemeyen on binlerce eşrafı koymak gerektir. Aylak
sınnıfın rastgele ve bir yan ürün olarak sağladığı şeyleri zamanımızda
üniversiteler sözümona sistemli bir yoldan sağlamaktadır. Bu büyük bir
ilerlemedir, ama bunun da kendine göre bazı geriletici yanları vardır.
Üniversite hayatı genel olarak dünyada yaşanılan hayattan o kadar değişiktir
ki, akademik bir ortamda yaşayan kimseler sıradan erkeklerle kadınların düşünce
sorunlarının farkında olamamaktadırlar; üstelik, akademik ortamda yaşayanların
kendilerini anlatış tarzları, niteliği dolayısıyla, genel halk yığını üzerinde
fikirlerinin gerektiği gibi etkili olabilmesini sağlayamamaktadır.
Üniversitelerin noksanlarından biri de, burada araştırmaların örgütlü oluşu
dolayısıyla, özgün bir araştırmada bulunmak isteyecek bir insanın cesaretinin
kırılması ihtimalinin büyük oluşudur. Bundan ötürü akademik kuruluşları,
yararlı olmakla birlikte, kendi duvarları dışında kalan, herkesin yararlılıktan
uzak amaçlar peşinde koştuğu bir dünyadaki uygarlığın çıkar bekçiliğini yapmaya
yetersizdirler.
Hiç kimsenin günde
dört saatten çok çalışmak zorunda kalmayacağı bir dünyada bilime meraklı olan
herkes aç kalmadan bilimle uğraşabilecek, her ressam, tabloları ne kadar
mükemmel olursa olsun, aç kalmadan resim yapabilecektir. Genç yazarlar,
anıtsal eserlerini verebilmek için İktisadî bağımsızlıklarını kazanmak
kaygusuyla önce geçim sağlayacak ıvır zıvır eserler vererek dikkati çekmek,
neden sonra anıtsal eserlerini verme zamanı gelince de hem böyle büyük eserler
verme iştahını, hem de yeteneğini kaybetmiş bulunmak zorunda kalmayacaklardır. Meslek çalışmaları sırasında iktisat ya da
yönetimin herhangi bir evresine ilgi duyanlar, üniversiteden olan
iktisatçüarın eserlerini çoğunlukla gerçek yönünden noksan bırakan akademik
çalışma yönteminin bağlayıcılığı bulunmaksızın, kendi fikirlerini
geliştirebileceklerdir. Tıp adamlarının, tıbbî gelişmeleri öğrenecek kadar zamanlan
olacak, öğretmenler kendi gençliklerinde öğrendikleri ve aradan geçen zaman
içinde gerçeğe uymadıkları meydana çıkmış olabilecek şeyleri alışılagelmiş yöntemlerle
öğretebilmek için kendilerini parçalarcasına çabalamak zorunda
kalmayacaklardır.
Hepsinden önemlisi, sinir bozukluğu
yerine, yorgunluk, bıkkınlık, hazımsızlık yerine mutluluk olacak, yaşama
sevinci bulunacaktır. Zorunlu çalışma, boş zamanları zevkli kılmaya yetecek
kadar olacak, ama bitkinlik yaratacak kadar olmayacaktır, insanlar boş
zamanlarında yorgun olmayacaklarından, sadece pasif ve yavan eğlenceler
istemeyeceklerdir, insanların hiç değilse yüzde biri, meslek çalışımdan
dışındaki vakitlerini şu ya da bu cins bir kamu yararını hedef tutan
çalışmalara ayırabilecekler ve bu çalışmalar geçim sağlamak kaygusuyla
yapılmadığı için de, özgünlüklerinin karşısına çıkacak hiçbir engelle
karşılaşmayacakları gibi, yaşlı üstatların koyduğu ölçülere uymak zorunda da
kalmayacaklardır. Ama aylaklığın üstünlükleri sadece bu gibi özel durumlarda
ortaya çıkmakla kalmayacaktır. Sıradan erkeklerle kadınlar, mutlu yaşama fırsatı elde edeceklerinden daha
şefkatli olacaklar, kendi görüşlerine uymayanlara daha hoşgörüyle ve daha az
kuşkuyla bakacaklardır. Kısmen bu nedenle, kısmen de savaş uzun ve zorlu
çalışmaları gerektireceğinden, savaş isteği ortadan kalkacaktır. iyi huyluluk,
bütün törel nitelikler içinde, dünyanın en çok ihtiyaç duyduğu bir niteliktir
ve iyi huy, çetin çabalarla dolu bir hayatın değil, rahatın, güvenlik
duygusunun bir ürünüdür. Modern üretim yöntemleri hepimize rahat etme ve kendimizi
güvenlik içinde duyma olanağını verdiği halde, bizler bunun yerine, bazı
insanların aşırı derecede çalışması, bazılarının da açlıktan kıvranması
yöntemini seçmişizdir. Şimdiye kadar
hep, tıpkı makinelerin bulunmadığı zamanlarda olduğu gibi bütün enerjimizi
ortaya koymayı sürdürdük, yaptığımız budalalıktı, ama sonuna kadar da
budalalıkta diretme için hiçbir neden yok ortada.
Sh:9-26
Türkçesi: Mete ERGİN
[1929’da yazılmıştır.]
Batı dünyası üniversitelerini ziyaret eden herhangi bir
kişi, zamanımızın akıllı gençlerinin, eski zaman gençliğinden çok daha fazla
kinik oluşu karşısında şaşırıp kalabilir. Rusya’da, Hindistan’da, Çin’de veya
Japonya’da durum böyle değildir; Çekoslovakya’da, Yugoslavya’da, Polonya’da,
hele yaygın bir biçimde Almanya’da böyle olacağını sanmıyorum. Ne var ki,
kinizm, İngiltere’de, Fransa’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde hiç kuşkusuz
akıllı gençlerin dikkati çeken bir belirgin özelliğidir. Batıda gençliğin neden
kinik olduğunu anlayabilmeniz için, Doğu’da gençliğin neden kinik olmadığını
anlamanız lazımdır.
Rusya’da gençlik kinik değildir, çünkü orada gençlik
bütün olarak Komünist felsefesini kabul ettiği gibi, aklın yardımıyla
sömürülmeye hazır doğal kaynaklarla dolu koskocaman bir ülkeye de sahiptir.
Dolayısıyla orada gençliğin önünde, işe yarayacağına
inandıkları bir meslek hayatı vardır. Ütopya yaratma süreci
içinde boru döşerken, demiryolu kurarken ya da köylülere dört millik bir cephe
üzerinde Ford markalı traktörleri aynı anda kullanmayı öğretirken hayatın amaçlarını
düşünmek zorunda değilsiniz. İşte bunun bir sonucu olarak Rus gençliği
zindedir, ateşli inançlarla doludur.
Hindistan’da en ağırbaşlı gençlerin inancı,
İngiltere’nin kötü olduğudur : Descartes’in varoluşu gibi, *bu öncülden yola
çıkıp sonuç olarak bütün bir felsefeyi meydana getirmek mümkündür.
* Russell burada Descartes’m, «Düşünüyorum, o
halde varım.» önermesini kastediyor. B. Russell, Deseartes’ın bu önermesinin,
dolayısıyla bu önermeye dayanarak çıkardığı bir çok sonuçların da yanlış
olduğunu iddia etmektedir. Bak. Aynı yazarın, «Portraits from Memory» adlı
eserinde, «Mind and Matter» başlıklı deneme, s. 137-139. (Ç. Notu).
İngiltere’nin Hıristiyan oluşu gerçeğinden hareket edilerek,
duruma göre, Hinduizmin ya da Müslümanlığın biricik hak dini olduğu sonucu çıkarılabilir.
İngiltere’nin kapitalist bir ülke, bir endüstri ülkesi olduğu gerçeğinden
hareket edilerek, mantığı yürütenin meşrebine göre, İngiliz kapitalizm ve
endüstriyalizmiyle savaşabilmek için biricik silah olarak yerli endüstriyi,
yerli kapitalizmi geliştirmek üzere ya herkesin eline bir öreke alıp yün
eğirmesi, ya da ağır gümrük vergileri konulması gerektiği sonucu çıkarabilir.
İngiltere’nin Hindistan’ı fiziksel güce başvurarak elinde tuttuğu gerçeğinden
hareket edilerek, beğenilecek biricik kuvvetin ahlâk kuvveti olduğu
çıkarılabilir. Hindistan’da milliyetçilik hareketlerinin kovuşturmaya
uğraması, bu milliyetçilik hareketlerinin kahramanlık sayılmasına yetmekte,
ama ziyan olmuş çabalar sayılmasına yetmemektedir. Anglo-İndianlar işte bu
şekilde, Hindistan’ın akıllı gençlerini kinizm kırgınından korumaktadırlar.
Çin’de İngilizlere duyulan nefret de kendine düşen rolü
oynamıştır, ama İngiltere bu ülkeyi hiçbir zaman fethetmediği için,
Hindistan’dakine oranla çok ufak bir rol olarak kalmıştır bu. Çin gençliği
yurtseverliği gerçek bir Batıcılık hevesiyle, tıpkı bundan elli yıl önce Japonya’da
görüldüğü biçimde birleştirmiştir. Çin gençliği Çin halkının aydınlanmasını,
özgür ve müreffeh olmasını isterler; bu sonuca ulaşılması için de önlerinde
tam onlara göre iş vardır. Çin gençliğinin ülküleri, Çin’de henüz eskimeye
başlamadığı anlaşılan on dokuzuncu yüzyıldan kalmadır. Çin’de kinizm,
imparatorluk rejimi memurları arasında vardı ve 1911 yılından beri ülkenin
aklını başından alan birbirine düşman militaristler arasında da sürdü, ama
artık modern entellektüellerin düşüncelerinde kinizmin yeri yoktur.
Japonya’da genç entellektüellerin düşünceleri ile, Avrupa
Kıtasında 1815-1848 yıllarında geçerli olan düşünce arasında oldukça benzerlik
vardır. Liberalizmin parolaları hâlâ güçlüdür; parlamenter hükümet, konu,
düşünce ve söz özgürlüğü. Geleneksel derebeyliğe ve baskıya karşı yürütülen
mücadele, gençleri uğraştırmaya ve hep istim üstünde tutmaya yetmektedir.
Batının ukalâ gençliğine bütün bu gayret, bu ateş bir parça kaba
gelmektedir. Batı gençliği, her şeyi tarafsız olarak incelemiş, her şeyin
asimi esasını iyice anlamış ve “gezgin ayın altında dikkate değer hiçbir şey
kalmadığını” görmüş olduğuna kesinlikle inanmıştır. Bunun nedenlerinin
birçoğunu eskilerin öğretilerinde aramak gerektir. Bu nedenlerin meselenin
köküne indiğini sanmıyorum, zira başka koşullarda gençler eskilerin
öğretilerine tepki göstermekte ve kendilerine özgü bir İncil ortaya
koymaktadırlar. Eğer zamanımızın Batılı genci sadece kinizmle tepki
gösteriyorsa, bunun özel bir nedeni olsa gerektir. Gençler sadece kendilerine
söylenene inanamamakla kalmıyorlar, aynı zamanda başka bir şeye de inanamıyorlar.
Bu, üzerinde durulması gereken garip bir durumdur. Önce, eski ülküleri teker
teker ele alalım ve neden bu ülkülerin zamanımız gençlerine, eskiden olduğu gibi
bağlılık ilham etmediğini araştıralım. Bu gibi ülküler arasında şunları
sayabiliriz: din, yurt, ilerleme, güzellik, gerçek. Gençlerin gözünde bunların
kusuru nedir?
DİN. — Burada mesele kısmen entellektüel, kısmen
de toplumsaldır. Entellektüel nedenler dolayısıyla bugün pek az yetişkin
insanın dinsel inanışında, meselâ St Thomas Aquinas için mümkün olan ifrat
derecesini görebiliriz. Modern insanların çoğunun tanrısı biraz müphemdir ve
bozularak ya Hayat Gücü, ya da "... doğruluğun yardımcısı olan kudret,”
halini almak eğilimindedir. Hattâ müminler bile, dinin, inandıklarını ikrar
ettikleri öbür dünyadaki etkilerinden çok, bu dünyadaki etkileriyle ilgilenmektedirler;
onlar, bu dünyanın Tanrının izzeti için yaratıldığından da pek o kadar emin
değildirler, hatta Tanrının bu dünyanın ıslahı için faydalı bir varsayım olduğuna
inançları daha kuvvetlidir. Onlar, Tanrıyı bu dünyevî hayatın ihtiyaçlarının
giderilmesine memur ederek, imanlarının gerçekliğine gölge düşürmektedirler.
Onlar Tanrıya tıpkı Sebt [Sebt günü : Yahudilerin kutsal günü,
Cumartesi; Hıristiyanların dinlenme günü, Pazar] gibi, adeta insanlar için yaratılmış diye
düşünmektedirler. Kiliseleri modern ülkücülüğün esası olarak kabul etmemek
için, toplumsal nedenler de vardır. Kiliseler, topladıkları bağışlarla, ister
istemez mülkiyetin savunucuları haline gelmişlerdir. Kiliseler ayrıca,
gençlerin gözüne tamamıyla zararsız görünen birçok zevkleri yasaklayan ve
şüphecilerin gözüne gereksiz derecede zalimce görünen birçok işkenceleri ceza
olarak veren, ezici törel kurallarla da ilişkilidirler. Mesih’in öğretilerini
yürekten kabul eden ciddi gençler tanıdım; onlar kendilerini resmî Hıristiyanlıkla
muhalefet halinde ve sanki militan tanrısızlarmışçasına, dinsel kovuşturmaların,
dinsel cezaların kurbanı birer kovulmuş olarak bulmuşlardır.
YURT — Birçok zamanlarda ve
birçok yerlerde yurtseverlik tutkulu bir inanç olagelmiş ve en iyi kafalar bu
inancı tamamıyla onaylamışlardır.
Bu, Shakespeare zamanında İngiltere’de de böyleydi, Fichte
zamanında Almanya’da da böyleydi, Mazzini zamanında İtalya’da da böyleydi. Daha
hâlâ Polonya’da, Çin’de, Dış Moğolistan’da böyledir. Bu inanç, Batı ulusları
arasında hâlâ son derece güçlüdür: bu inanç, siyaseti, kamu harcamalarını,
askeri hazırlıkları vb. kontrolünde tutmaktadır. Ne var ki, aydın gençlik bunu
elverişli bir ülkü olarak kabul edememektedir; gençlik bu inancın, baskı
altındaki uluslar için uygun olduğunu, ama baskı altındaki uluslar baskıdan
kurtulur kurtulmaz, daha önce kahramanca olan milliyetçiliğin hemen baskıcı
hale geldiğini anlamış bulunuyor.
‘Ağlayan, ama alan’
Maria Teresa’dan beri ülkücülerin sempatisini kazanmış olan Polonyalılar,
özgürlüklerini Ukrayna’da baskı kurma yolunda kullanmışlardır. İngilizlerin
sekiz yüzyıldan beridir uygarlığı zorla öğrettiği İrlandalılar özgürlüklerini birçok iyi
kitabın yayınlanmasını önleyecek yasalar çıkarma yolunda kullanmışlardır. Polonyalıların, Ukraynalıları, İrlandalıların
da edebiyatı katledişleri karşısında milliyetçilik, ufak bir ulus için bile
biraz uygunsuz bir ülkü olarak görünmektedir. Ama iş güçlü bir ulusa
geldi mi, delil daha da güçlenir. Versailles Andlaşması, hükümdarlarının
ihanet ettiği ülküleri savunurken ölmemek talihine erenler için hiç de cesaret
verici değildir. Savaş sırasında militarizme karşı
savaştıklarını bas bas bağırarak ilan edenlerin her biri, savaşın sonunda,
kendi memleketlerinin en önde gelen militaristleri kesilmişlerdir. Bu gibi
gerçekler, yurtseverliğin çağımızın başlıca belası olduğunu ve eğer
yumuşatılamazsa uygarlığı sona erdireceğini, bütün aydın gençler için apaçık
kılmaktadır.
İLERLEME
— Bu, aydın gençleririn, çevresinde fazla
gürültü koparılan, on dokuzuncu yüzyıldan kalma bir ülküdür. Üretilen otomobil
sayısı gibi, tüketilen yer fıstığı sayısı gibi önemsiz şeylerde ölçülebilir
ilerleme zaten zorunludur. Gerçekten de önemli olan şeyler ise ölçülemez,
dolayısıyla da propagandacının yöntemlerine uygun değildir. Ayrıca, birçok
modern icatlar insanları şaşkına çevirmektedir. Radyoyu, telsizleri ve zehirli
gazı örnek gösterebilirim. Shakespeare bir çağın mükemmelliğini o çağın şiir uslûbuyla
ölçerdi (bak. Sonnet XXXII),
ama bu ölçü tarzının modasının geçtiği anlaşılıyor.
GÜZELLİK— Gerçi nedendir
bilinmez, ama güzellikte insana eski moda gibi gelen bir şey var. Modern bir
ressamı, güzelliği aramakla suçlayacak olsalar, adam öfkesinden küplere
binerdi. Şimdi sanatçıların çoğunun, dünyaya karşı duyulan şiddetli bir
öfkeden ilham aldıkları, dolayısıyla da her türlü tasadan uzak bir doymuşluk
sağlama yerine, anlamlı bir acı verme isteğini taşıdıkları görülüyor. Bundan
başka, çeşitli güzellikler, insanın kendini, modern aydınların yapabileceğinden
daha çok ciddiye almasını gerektirir. Atina gibi, Floransa gibi küçük bir site
Devletinin ileri gelen bir vatandaşının kendini önemli bir kişi gibi hissetmesi
o kadar zor olmazdı. O zamanlarda dünya Evrenin merkezi, insanoğlu da
yaratılışın amacıydı; o devirdeki insan ise kendi sitesinin en mükemmel insanları
barındırdığını, kendisinin ise, kendi sitesinin en mükemmel insanları arasında
olduğunu düşünebiliyordu. Bu durumda Aeskilos ya da Dante, kendi sevinç veya
üzüntülerini ciddiye alabilirdi. Aeskilos da, Dante de, tek tek insanların
duygularının önem taşıdığı ve trajik olayların ölümsüz nazımla yüceltilmeye
layık olduğu inancını besleyebilirdi. Halbuki modern insan, bahtsızlığa
uğradığı zaman, kendini istatistik toplamın bir parçası gibi hisseder; geçmiş
ve gelecek onun önünde, saçma ve önemsiz yenilgilerin meydana getirdiği
ürkütücü alaylar halinde uzar. İnsanoğlunun kendi de, sonsuz sessizlikler
arasında kısa bir süre için bağırıp çağıran, yaygaralar koparan az çok saçma,
çalımlı bir hayvan gibi görünür. Kral Lear, ‘Gerekli ihtiyaçları sağlanmamış insan,
zavallı, çıplak, oklanmış bir hayvandan farksızdır’, [Kral Lear : Perde III;
Sahne IV. ]der ve bu fikir alışılmamış bir şey
olduğundan onu deliliğe sürükler. Ne var ki, bu fikir modern insan için
alışılmış bir şeydir ve onu sadece saçmalığa sürükler.
GERÇEK
— Eskiden gerçek mutlaktı, ebediydi ve
insanüstüydü. Ben de gençliğimde bu görüşü kabul etmiş, gençlik yıllarımı
gerçeğin araştırılmasına adayarak bu yılları yanlış yolda harcamıştım. Halbuki
gerçeği boğazlamak isteyen sürüyle düşman ortaya çıkmış bulunuyor : pragmatizm, behaviyorizm, psikolojizm ve
bağıllık fiziği. Galileo ile Engizisyon,
güneşin mi dünya çevresinde döndüğü, yoksa dünyanın mü güneşin çevresinde döndüğü
konusunda ayrılıyorlardı. Ama gerek Galileo, gerek Engizisyon, bu her iki görüş
arasında dağlar kadar fark bulunduğu düşüncesinde birleşiyorlardı. Her ikisinin
de üzerinde birleştikleri nokta, her ikisinin de yanıldıkları noktaydı: aradaki
fark sadece kelimeler arasındaki bir farktan ibarettir. Eskiden gerçeğe
tapınmak mümkündü; gerçekten de, bu tapınıştaki samimiliği, insan kurban etme
alışkanlığı göstermekteydi. Ne var ki, sadece insanoğluna ait ve bağıllı olan bir gerçeğe
tapınmak zordur. Eddington’a göre
yerçekimi yasası, ölçme konusunda alınmış kullanışlı bir karardan ibarettir.
Metrik sistem nasıl kadem ve yarda sisteminden daha doğru değilse, yerçekimi
yasası da öteki görüşlerden daha doğru değildir.
Doğa ve Doğa’nın yasası gece karanlığında gizliydi;
Tanrı, ‘Newton olsun’, dedi ve ölçme kolaylaştı.
Bu düşünce yücelikten yoksun görünüyor.
Spinoza bir şeye inandığı zaman, entellektüel Tanrı sevgisinin tadına
vardığını düşünürdü. Modern insan ya da Marx’la birlikte, kendisini iktisadi
güdülerin yönettiği, ya da Freud’la birlikte, rakamların cebrik kuvvetleri
teoremi veya Kızıl Deniz’deki direy (fauna) dağılışı hakkındaki inancının
temelinde herhangi bir cinsel güdünün yattığı kanısındadır.
Şu ana kadar modern kinizmi, beyinden gelen nedenleri bulunan bir
şey gibi, ussal bir yoldan ele aldık. Ne var ki, inanç, modern psikologların
bize anlatmaktan hiç usanmadıkları gibi, ussal güdüler tarafından nadiren belirlenir
ve aynı şey, şüphecilerin bu olguyu sık sık görmezlikten gelmelerine rağmen,
inançsızlık için de doğrudur. Yaygın bir şüpheciliğin nedenleri ansal olmaktan
çok toplumsaldır. Yaygın şüpheciliğin başlıca nedeni her zaman, iktidarsız
rahatlıktır. İktidar sahipleri kinik değillerdir, zira onlar kendi fikirlerini
başkalarına zorla kabul ettirebilirler. Baskı kurbanları kinik değillerdir,
çünkü onların yürekleri nefretle doludur ve nefret, herhangi başka bir güçlü
tutku gibi, kendiyle birlikte bir sürü yan inanç getirir. Eğitimin, demokrasinin
ve toplu üretimin ortaya çıkışma kadar her yerde, entellektüellerin islerin
gidişi üzerinde önemli etkileri vardı ve bu etki, o entellektüellerin kafaları
kesilse de yine azalmazdı. Modern entellektüel kendini tamamiyle farklı bir
durumda bulmaktadır. ister bir pronagandist, ister bir Saray soytarısı olarak
hizmetini budala zenginlere satmaya razı olduğu sürece, modern entellektüelin
yağlı bir kuyruk bulması, bol gelir sağlaması hiç de zor değildir. Toplu
üretimin verdiği sonuç, budalalığın, uygarlığın gelişmesinden bu yana her hangi
bir dönemdekine oranla çok daha sağlam bir temele oturmasını sağlamak olmuştur.
Çarlık Hükümeti Lenin’in kardeşini
öldürdüğü zaman, bu olay Lenin’i bir kinik yapmadı, zira o, kendisine hayat
boyu sürecek ve en sonunda başarıya ulaşacağı bir uğraş ilham eden nefretle
doluydu. Ama Batı’nın daha sağlam ülkelerinde ne böylesine güçlü nefret
yaratacak bir neden vardır, ne de böylesine gösterişli bir öç alabilme
olanağı. Entellektüellerin yapacağı işi, amaşlan bu entellektüellere —
tehlikeli değilse bile — saçma görünebilen Hükümetler ya da zenginler emreder
ve ücretlerini de yine onlar öder. Ne var ki, kinizm bu entellektüellerin
vicdanlarını duruma uydurabilmelerini sağlar. Gerçi iktidar sahiplerinin her
bakımdan hayranlık duyulacak cinsten bir uğraş istediği zamanlar da olduğu
doğrudur; bu uğraş türleri içinde en önemlisi bilim, İkincisi de, Amerika’da,
kamu mimarisidir. Ama bir adamın eğitimi sadece kitap sınırları içinde
kalmışsa— ki çoğunlukla böyle olmaktadır — o adam yirmi iki yaşına geldiğinde,
epeyce bilgili olduğu halde, bilgisini kendince önemli bir yolda
uygulayamadığını görür. Bilim adamları Batı’da bile kinik değillerdir, zira
bunlar akıl, zekâ ve bilgilerinin en değerli yanlarını toplumun tam onayı üe
uygulayabilmektedir; ne var ki, onlar bu anlamda, modern entellektüeller
arasında olağanüstü denecek kadar talihli sayılırlar.
Eğer bu teşhis doğruysa, modern kinizm
sadece vaaz vermekle ya da gençlerin önüne, bu gençlerin vaizleriyle
hocalarının fersude kör inançlar deposu içinden seçtikleri daha iyi ülküler
koymakla tedavi edilemez. Tedavi ancak entellektüellerin
yaratıcı dürtülerini cisimlendirecek bir meslek bulabilmeleriyle
gerçekleşecektir. Bunun için de, Disraeli’nin savunduğu şu eski reçeteden başka
bir reçete göremiyorum : ‘Hocalarımızı eğitiniz’. Ama yine de bu, günümüzde
proleterlere de plütokratlara da genellikle verilmekte olandan daha tam bir
eğitim, aynı zamanda da, hiç kimsenin yararlanabilmek için yeterli zaman
bulamayacağı kadar çok mal üretmeye yönelmiş yararcı istekle yetinmeyen, gerçek
kültürel değerleri de hesaba katan bir eğitim olmak zorundadır. Bir insan insan
bedeni hakkında belirli birtakım bilgilere sahip olmadıkça o insana hekimlik
yaptırmazlar, halbuki bir finansiyer, çalışmalarının banka hesabı üzerindeki
etkisi dışında kalan çok yönlü etkilerden tamamıyla habersiz olmasına rağmen,
serbeste çalışabilir. İktisat ve Yunan şiirinden sınava girip, bu sınavda
başarı kazanmadıkça kimsenin Borsa Oyunları oynamasına izin verilemeyen bir
dünya; politikacıların tarih ve modern romanlar üzerine tam bir bilgi sahibi
olmak zorunda bulunacakları bir dünya, ne tatlı bir dünya olurdu! Bir para
babasının şöyle bir soruyla karşılaştığını aklınıza getirin : “Buğday
piyasasını tekelinize alacak olsaydınız, bunun Alman şiiri üzerindeki etkisi
ne olurdu?” Büyük örgütlerin artışı dolayısıyla, zamanımızda nedensellik eski
zamanlardakinden çok daha karmaşıktır, hele nedenselliğin sonuçlarla birlikte
düşünülmesi çok az rastlanan bir şeydir; ama bu örgütleri kontrolleri altında
bulunduranlar, eylemlerinin doğuracağı sonuçların yüzde birini bile bilmeyen
cahil insanlardır. Rabelais, üniversitedeki yerini kaybetmek korkusuyla
kitabını imzasız yayımlatmıştı. Modern bir Rabelais ise o kitabı hiçbir zaman
yayınlatmazdı, zira imzasını atmasa bile, mükemmelleştirilmiş haber alma
yöntemleri sayesinde kimliğinin nasıl olsa öğrenileceğini bilirdi. Dünyaya
hükmedenler öteden beri hep budalalar olagelmiştir, ne var ki, bu budalalar,
eski zamanlarda şimdiki kadar güçlü değillerdi. Bu bakımdan, bu gibi
insanların akıllı olabilmesini sağlamak için bir yol bulunması zorunluğu,
eskisine oranla çok daha fazladır. Bu sorun çözülemez mi? İmkânsız olduğunu
sanmıyorum, ama bunun kolay olduğunu da asla iddia edemem.
Sh: 151-160
Türkçesi: Mete
ERGİN
[1930’da yazılmıştır.] Amerika’da dolaşan
AvrupalI gezgin —hiç değilse kendimden pay biçebilirim — iki tuhaflık
karşısında şaşırır : birincisi, Amerika Birleşik Devletleri’nin her tarafında
(eski Güney hariç) dikkati çeken aşırı derecedeki düşünüş benzerliği, İkincisi
de, oranın cinsi kendine özgü bir yer ve başka her taraftan farklı olduğunu
ispatlamak için her yerde görülen şiddetli arzu. Bu tuhaflıklardan
İkincisinin nedeni hiç kuşkusuz, birinci tuhaflıktır. Her yerde, yerel bir
gurur nedenine sahip olma arzusu vardır, dolayısıyla da her yer, coğrafya,
tarih ya da gelenek yönünden seçkin neyi varsa ona çok büyük değer verir.
Gerçekte var olan bir örneklik ne kadar büyük olursa, bu bir örnekliği
yumuşatacak ayrılıkların peşinde koşmaya Amerikan insanı o derece hevesli görünmektedir.
Gerçekte eski Güney, Amerika’nın geri kalan taraflarından çok ayrıdır, o kadar
ayrıdır ki, insan kendini adeta başka ülkede sanır. Eski Güney tarımsaldır,
aristokratiktir ve geçmişe dönüktür, buna karşılık Amerika’nın öbür bölgeleri
endüstriyel, demokratik ve ileriye dönüktür. Eski Güney dışındaki Amerika
endüstriyeldir derken, tamamıyla tarımla uğraşılan bölgeleri bile bu kavram
içinde düşünüyorum, zira Amerika’da tarımla uğraşan insanların bile düşünüş
biçimi endüstriyeldir. Amerikalı tarımcı pek çok modern makina kullanır;
demiryolu ve telefonla sıkı sıkıya bağlıdır; ürünlerinin gönderildiği uzak pazarlarla
çok ilgilenir; aslında o, herhangi başka bir işte de görebileceğiniz bir
kapitalisttir. Avrupa ve Asya’da bilinen köylü tipini Amerikalı hiç bilmez. Bu,
Amerika için eşsiz bir nimettir ve belki de Amerika’nın eski Dünya’ya olan
üstünlüklerinin en önemlisidir, zira köylü her yerde zalim, açgözlü, tutucu ve
yetersizdir. Ben Sicilya' da da portakal bahçeleri gördüm, Kaliforniya’da da; aradaki
zıtlık aşağı yukarı iki bin yıllık bir zaman bölümünü temsil etmektedir.
Sicilya’daki portakal bahçeleri trenlerden, gemilerden uzaktır; orada ağaçlar
yaşlı, budaklı ve güzeldir; orada kullanılan yöntemler klâsik antikiteden
kalmadır. Orada Romalı kölelerle Arap istilâcıların cahil ve yarı vahşi soyu
yaşar; bu insanlar noksanlarını, hayvanları kullanışlarındaki zalimlikleriyle
kapatırlar. İnsana sürekli olarak Teokritos’u ya da Hesperides’in Bahçesi
efsanesini hatırlatan içgüdüsel bir güzellik anlayışı orada törel alçalış ve
iktisadi yeteneksizlikle atbaşı gider. Kaliforniya’daki bir portakal bahçesinde
ise Hesperides’ in Bahçesi çok uzaklarda kalır. Burada, son derece bakımlı,
birbirinden eşit uzaklıklarla dikilmiş bütün ağaçlar birbirinin tıpatıp
aynıdır. Gerçi portakalların hepsi aynı irilikte değildir, ama hassas
makinalar bunları iriliklerine göre öyle ayırır ki, aynı kutuya giren bütün
portakallar tıpatıp aynı olur. Bu portakallar, uygun noktalarda kendilerine
uygun makinalar tarafından uygun işlemler uygulanarak, uygun bir frigorifik
kamyona girinceye kadar oradan oraya dolaşır, sonunda da uygun pazara gider.
Makinalar bu portakalların üzerine, ‘Güneş öpmüş’ damgasını basarlar, ama bu
portakalların üretilmesinde güneşin öpüşü dışında doğanın başkaca bir rolü
bulunduğunu hatırlatacak hiçbir şey yoktur. İklim bile yapaydır, zira don olacağı
zaman portakal bahçesi baştan başa dumandan bir örtü altına alınarak yapay
olarak sıcak tutulur. Bu tip tarımla uğraşan kişiler, eski zamanlardaki
çiftçilerin aksine kendilerini doğa güçlerinin sabırlı uşakları gibi hissetmezler;
onlar kendilerini, doğa güçlerinin efendileri hissederler. Bundan dolayı
Amerika’da endüstricilerle tarımcılar arasında, Eski Dünya’daki gibi bir
düşünüş ve anlayış farkı yoktur. Amerika’da çevrenin önemli bölümünü insan
meydana getirir; buna oranla, insan dışındaki bölüm hemen hemen hiçtir. Güney
Kaliforniya’da bulunduğum sırada bana sık sık, iklimin bura insanlarını uyuşuk
hale getirdiğini söyleyip durdular, ama itiraf ederim ki, buna dair en ufak
bir delil görmedim ben. Her ne kadar Kaliforniya ile Minneapolis ya da
Winnipeg arasında iklim, manzara ve doğal koşullar bakımından dağlar kadar
fark varsa da, Kaliforniyalılar da bana tıpkı Minneapolisliler ya da Winnipegliler
gibi göründü, insan bir Norveçli ile bir Sicilyalı arasındaki farkı düşünüp de
bu farkı (mesela) Kuzey Dakotalı bir adamla Güney Kaliforniyalı bir adam
arasındaki farksızlıkla ölçüştürdüğü zaman insanoğlunun içinde bulunduğu
fiziksel ortamın kölesi olacağına o ortamın efendisi oluşunun yine
insanoğlunun işlerinde meydana getirdiği muazzam devrimi algılıyor. Norveç’in
de, Sicilya’nın da çok eski zamanlardan kalma gelenekleri vardır; her iki
ülkede de, insanların iklime gösterdikleri tepkileri yansıtan Hıristiyanlık —
öncesi dinler vardı ve Hıristiyanlık geldiği zaman bu iki ülkede ister istemez
birbirinden çok başka biçimler aldı. Norveçliler buzdan ve kardan korkarlardı;
Sicilyalıların korkuları ise lavlardan ve depremlerden idi. Cehennem güney ülkelerinde
icat edilmişti; eğer Norveç’te icat edilmiş olsaydı, bu cehennem soğuk olurdu.
Halbuki Kuzey Dakota’da da, Güney Kaliforniya’da da Cehennem bir iklim koşulu
değildir : her iki yerde de Cehennem, piyasadaki para darlığıdır. Modern
hayatta iklimin önemsizliğini göstermeye bu yeter.
Amerika insan yapısı bir dünyadır; daha da önemlisi, Amerika,
insanların makinalarla yaptıkları bir dünyadır. Bunu söylerken sadece fiziksel
çevreyi değil, aynı zamanda ve en aşağı fiziksel çevre kadar düşünceleri, duyguları
da hesaba katıyorum. Heyecan verici bir cinayeti düşününüz: gerçi cinayeti
işleyenin kullandığı yöntem çok ilkel olabilir, ama o cinayeti işleyenin bunu
nasıl yaptığıyla ilgili haberi yayanlar, bu yayma işini fennin en son
yeniliklerinden, olanaklarından yararlanarak yaparlar. Yalnız büyük şehirlerde
değil, aynı zamanda en ıssız çiftliklerde, dağ başlarındaki madenci kamplarını
da bile radyo en son haberlerin hepsini yayar, bu yüzden de falan ya da filan
gün bütün ülke yüzeyindeki her evdeki konuşma konuları aynıdır. Bir trenle
Kaliforniya ovalarını geçerken bir sabun reklamının hoparlörden yükselen
gürültüsünü duymamaya çalışıyordum; o sırada yaşlı bir çiftçi güleç bir yüzle
yanıma yaklaşarak, ‘Bu zamanda nereye gidersen git, uygarlıktan yakanı
kurtaramazsın’, dedi. Heyhat! Ne kadar doğru! Virginia
Woolf’u okumaya çalışıyordum ama sabun reklamı galip geldi ve günümü yedi.
Hayatın fiziksel aparatında bir örneklik pek vahim bir mesele
olmayabilir, ama düşünce ve fikir meselelerinde bir örneklik çok daha
tehlikelidir. Bununla birlikte, düşünce ve fikir bir örnekliği, modern
icatların hemen hemen kaçınılmaz bir sonucudur. Üretim, birleşmiş ve büyük
ölçüde olduğu zaman, ufak ünitelere bölünmüş durumdakinden daha ucuzdur. Bu
kural toplu iğne üretimi için ne derece geçerliyse, fikir üretiminde de aynı
derece de geçerlidir. Bu cihazdan gittikçe daha çok yararlanıldığı için, ilk
okullardaki öğretim de ister istemez gitgide daha çok Standart hale getirilmek
zorunda kalıyor. Öyle sanıyorum ki, gerek sinemanın, gerek radyonun yakın gelecekte
okul eğitiminde oynadığı rolün hızla artacağı düşünülebilir. Bu demektir ki,
dersler bir merkezde hazırlanacak ve bu merkezde hazırlanan malzemelerin kullanıldığı
bütün okullarda tamamıyla aynı olacaktır. Bana söylediklerine göre, bazı
Kiliseler, az eğitim görmüş bütün papazlarına her hafta bir vaaz örneği
yolluyorlarmış; eh, eğer doğanın bilinen yasaları bu papazlar için de geçerliyse,
bunların, kendilerini vaaz kaleme alma derdinden kurtaran bu vaaz örneği için
müteşekkir kaldıklarına hiç kuşku yoktur. Bu model vaaz, pek tabii, günün en
can alıcı konularına eğilmekte ve bir ucundan öteki ucuna kadar bütün ülkede
belirli bir yığın heyecanı yaratmayı hedef tutmaktadır. Aynı şey daha da
fazlasıyla basında olmaktadır; basın her yerde aynı telgraf haberlerini almakta
olup, geniş çapta sendikalaşmıştır. Kitaplarımla ilgili eleştirme yazılarının,
kaymak tabakadan gazeteler dışında New York’tan San Francisco’ya ve Maine’den
Texas’a kelimesi kelimesine birbirinin aynı olduğunu gördüm, yalnız şu farkla
ki, kuzey-doğu’dan güney-batı’ya doğru gidildikçe yazıların boyu kısalıyordu.
Modern dünyada bir örnekliği meydana getiren bütün güçler içinde
belki de en büyüğü sinemadır, zira sinemanın etkileyiciliği sadece Amerika
sınırları içinde kalmayıp, dünyanın dört bir yanma girebilmektedir; gerçi
Amerikan sinemasının etkileyiciliği dışında kalan bir ülke vardır ve o ülke
Sovyetler Birliği’dir, ama Sovyetler Birliği’nin de kendine göre başka türlü bir örnekliği bulunmaktadır. Geniş
anlamda sinema, Orta Doğu’da halkların nelerden hoşlandığı konusunda
Hollywood’un fikrini temsil eder. Aşk ve evlilikle ilgili duygularımız hep bu
reçeteye göre standartlaştırılmaktadır. Hollywood, gerek zenginlerin
zevklerini, gerek zengin olmak için benimsenmesi gereken yöntemleri
gösterişiyle, gençlerin gözünde modernliğin son sözünü temsil etmektedir. Öyle
sanıyorum ki, sesli sinemalar çok geçmeden evrensel bir dilin benimsenmesine
yol açacak ve bu evrensel dil Hollywood dili olacaktır.
Amerika’da bir örneklik sadece az çok
cahil kişiler arasında değildir. Aynı şey, bir parçacık daha az da olsa,
kültür alanında da görülmektedir. Ülkenin her yanında kitapçı dükkânlarını
dolaştım ve her tarafta aynı bestsellerlerin göze batacak biçimle vitrine
konduğunu gördüm. Kanımca, Amerikalı kültürlü hanımlar her yıl bir düzine
kitap satın almaktadırlar ve her yerde aynı düzine satılmaktadır. Bir yazar
için doğrusu hoşa gidecek bir durumdur bu, yeter ki, kitabı o düzinenin içinde
bulunsun. Ne var ki, bu durum hiç kuşkusuz Avrupa ile Amerika arasındaki bir
farkı ortaya koymaktadır. Avrupa’da çok satışlı birkaç kitap yerine, az satışlı
pek çok kitap vardır.
Bir örneklik eğiliminin tamamıyla kötü ya
da tamamıyla iyi bir şey olduğu varsayılmamalıdır. Bir örnekliğin birçok
avantajları bulunduğu gibi, bir sürü de dezavantajları vardır; bellibaşlı
avantajı, hiç kuşkusuz, barış içinde işbirliği yapabilen bir ulus meydana
getirmesindedir;, büyük dezavantajı ise, azınlıktakilerin suçlamaları karşısında
boynu bükük bir ulus meydana getirmesidir. Bu kusur muhtemelen geçicidir, zira
kısa bir süre sonra azınlık diye bir şeyin kalmayacağı düşünülebilir. Pek
tabu, bir ömekliğin nasıl elde edildiği büyük bir önem taşır. Mesela,
okulların güney İtalya’dan gelen göçmenlere ne yaptığını ele alalım. Bütün
tarih boyunca güney İtalyalılar cinayet, soygunculuk ve estetik duyarlıklarıyla
ün kazanmışlardır. Ücretsiz Okullar, güney İtalyalıların üçüncü niteliğini,
yani estetik duyarlığını yok etme konusunda tam anlamıyla etkili olmakta ve
onları bu ölçüde yerli Amerikan nüfusu içinde eritmektedir, ama öbür iki
belirgin niteliklerine gelince, anladığım kadarıyla okulların bu konudaki
başarıları o kadar etkili olmamaktadır. Bu örnek, bir amaç olarak düşünüldüğü
zaman, bir örnekliğin tehlikelerinden birini gösterir : iyi nitelikleri
yoketmek, kötü nitelikleri yoketmekten kolaydır, bundan ötürü de bir örneklik,
bütün ölçüleri düşürmek suretiyle daha kolay sağlanır. Geniş çapta yabancı
nüfus barındıran bir ülkenin, okulları yoluyla, göçmenlerin çocuklarını kendi
potası içinde eritmeye çalışmak zorunda olduğu, pek tabii, apaçık bir
gerçektir, bundan dolayı da bir dereceye kadar Amerikanlaştırma, kaçınılmaz bir
şeydir. Bununla birlikte bu sürecin böylesine büyük bir bölümünün az çok kaba
bir milliyetçilikle gerçekleştirilmesi üzülünecek bir durumdur. Amerika
şimdiden dünyanın en güçlü ülkesidir ve üstünlüğü sürekli olarak artmaktadır.
Bu olgu, pek tabii, Avrupa’nın gözünü korkutmakta ve militan milliyetçilik
yönündeki her belirti bu korkuyu daha da artırmaktadır. Amerika’nın alnında
Avrupa’ya politik sağduyu dersi vermek yazılı olabilir, ama korkarım ki, öğrenci
büyük ihtimalle inatçı çıkacaktır.
Amerika’da bir örneklik eğilimiyle
birlikte, buna paralel, kanımca yalnış bir demokrasi anlayışı vardır. Öyle
görünüyor ki, Amerika’da genellikle, demokrasinin, bütün insanların aynı
olmasını gerektirdiği ve eğer birisi ötekilerden şu ya da bu şekilde farklıysa,
farklı olan kişinin ötekilere “üstünlük tasladığı” kabul edilmektedir. Fransada en aşağı Amerika kadar
demokratiktir, ama bu anlayış orada yoktur. Fransa’da doktor, avukat, papaz,
memur hep ayrı ayrı tiplerdir; her mesleğin kendine özgü gelenekleri, ölçüleri
vardır, ama bu, o mesleklerin ötekilere üstünlük tasladıkları anlamını taşımaz.
Amerika’da bütün meslek adamları tipi, bir tip içinde, iş adamı tipi içinde
toplanmıştır. Bu adeta, bir
orkestranın sadece kemanlardan ibaret olmasını emretmeye benzemektedir.
Amerika’da, toplumun bir organizmaya benzediği, bu organizmada çeşitli
organların çeşitli roller oynadıkları gerçeği yeteri kadar algılanmamış
görünüyor. Göz ile kulağın, görmenin mi, yoksa işitmenin mi daha iyi olduğu
konusunda tartıştıklarını ve hiçbiri her iki işi birden yapamayacağına göre,
her ikisinin de hiçbirini yapmamaya karar verdiklerini tasavvur ediniz. Bana
öyle geliyor ki, Amerika’da demokrasiden bu anlaşılmaktadır. Aristokrasinin
hâlâ büyük bir hevesle el üstünde tutulduğu atletizm ve spor alanları dışında,
bir kişinin başkalarına oranla, hangi bakımdan olursa olsun, bir mükemmellik
kazanmasına karşı garip bir kıskançlık duyulmaktadır Amerika’ da. öyle
anlaşılıyor ki, ortalama Amerikan insanı, kafa alanından çok kasları alanında
alçakgönüllü olabilmek yetkinliğine sahiptir; bunun nedeni de belki, Amerikan
insanının kafadan çok kasa hayranlık duymasıdır. Amerika’da popüler bilimsel
kitapların büyük tirajlara ulaşmasının nedeni, tamamıyla değilse bile kısmen,
Amerikalıların, bilim alanında uzmanlardan başkasının anlayamayacağı herhangi
bir şey bulunduğunu kabul etmek istemeyişleridir. Mesela bağıllık kuramını
anlayabilmek için özel bir eğitimin gerekebileceği fikri ortalama Amerikan
insanını adeta sinirlendirdiği halde, birinci sınıf bir rugby [Amerikan
futbolu] oyuncusu olabilmek için özel eğitimin gerektiği fikri hiç kimseyi
sinirlendirmemektedir.
Bir başarıyla ulaşılmış seçkinliğe
Amerika’da belki de bütün öbür ülkelerde olduğundan daha çok hayranlık
duyulmaktadır, ama bazı seçkinliklere giden yollar gençler için çok
zorlaştırılmıştır, zira insanlar, falanın ya da filanın veya herhangi bir
şeyin, “Başkalarına üstünlük taslamak”la nitelendirilebilecek her türlü
tuhaflığını hoşgörüsüzlükle karşılamaktadır; bunun dışında kalan biricik
durum, söz konusu kişiye ‘seçkin’ etiketinin daha önceden yapıştırılmış
bulunması durumudur. Bunun bir sonucu olarak, en çok hayranlık duyulan parlak
kişilerin birçoğu Amerika’da yetiştirilemeyip, bunları Avrupa’dan ithal etmek
zorunda kalınmaktadır. Bu olgu, standartlaştırma ve bir örneklik ile sıkı
sıkıya bağlıdır. Herkesten, başarılı bir yapıcının ortaya attığı herhangi bir
örneğe uyması beklenildiği sürece, özellikle artistik alanlarda olağanüstü
yetenekler, gençlik döneminde ister istemez büyük engellerle karşılaşacaktır.
Standardlaştırmanın olağanüstü bireyler için
belki bazı dezavantajları vardır, ama bu ortam içinde ortalama Amerikan insanı
düşüncelerini, karşısındakinin düşünceleriyle aynı olacağından emin bulunarak
ifade edebileceği için, standardlaştırma ortalama Amerikan insanını mutlu
edebilir. Daha önemlisi, standardlaştırma ulusal bağdaşımı pekiştirdiği gibi,
politikayı da, daha belirgin ayrılıkların bulunduğu yerlerdekine oranla
yumuşaktır. Bu konuda bir kâr zarar bilançosu çıkarmanın mümkün olabileceğini
sanmıyorum, ama bence şimdi Amerika’da var olan standartlaştırma, dünya
mekanize hale geldikçe aynen Avrupa’da da yer alacaktır. Bundan dolayı, bu
konuda Amerika’ya kusur bulan Avrupalılar, gelecekteki kendi ülkelerine kusur
bulmakta ve uygarlık alanında kaçınılmaz, evrensel bir akıma karşı çıkmakta
olduklarını anlamalıdırlar. Uluslararasındaki ayrılıklar azaldıkça
enternasyonalizmin kolaylaşacağı kuşkusuzdur ve enternasyonalizm bir kere
yerleştikten sonra, iç barışın korunması bakımından toplumsal bağdaşım muazzam
bir önem kazanacaktır. Burada inkâr edilmemesi gereken muhtemel bir tehlike
vardır ki, bu da, Roma İmparatorluğu’nunkini hatırlatan bir hareketsizliktir.
Ne var ki, buna karşılık biz de, modern bilim ve modern tekniğin devrimci
güçlerini ileri sürebiliriz. Tümel entellektüel bozulmadan uzak olan ve modern
dünyada yeni bir geleceği temsil eden bu güçler, hareketsizlik olanağını
ortadan kaldıracak ve geçmişte birçok imparatorlukları mahva sürüklemiş
bulunan çürümeyi önleyecektir. Bilimin doğurduğu büyük değişimler karşısında,
tarihten deliller getirip, bunları şimdiki zamana ve geleceğe uygulamak
tehlikelidir. Bu bakımdan ben gereksiz bir karamsarlık için hiçbir neden
görmüyorum, bununla birlikte standardlaştırma, buna alışık olmayanların ince
zevklerine aykırı düşebilir.
Sh: 161-170
Türkçesi: Mete
ERGİN
Bilimde son ilerlemelerin en acı yanı, bu
ilerlemelerin her birinin bize, sandığımızdan daha az şey bildiğimizi
öğretmesidir. Benim gençliğimde, insanın ruhtan ve bedenden meydana geldiğini;
bedenin uzay ve zamanda, ama ruhun sadece zamanda bulunduğunu hepimiz bilirdik,
ya da bildiğimizi sanırdık. Ölümden sonra ruhun yaşayıp yaşamadığı konusunda
fikir ayrılıkları bulunabilirdi, ama ruhun varlığı tartışma götürmez bir gerçek
sayılırdı. Bedene gelince, sıradan insanlar bedenin varlığını apaçıklığı
kendinde bulunan bir gerçek sayarlar; bilim adamları da böyle düşünürdü, ama
filozoflar bedenin varlığını şu ya da bu modaya göre çözümlemek, onu çoğunlukla
bedenin sahibi olan adamın veya o adama dikkat etmiş her hangi birinin
zihnindeki fikirler haline indirgemek eğilimindeydiler. Bununla birlikte,
filozofları pek ciddiye alan olmadığı için, bilim oldukça ortodoks bilim
adamlarının elinde bile, hiç rahatı bozulmadan maddeci kaldı.
Eskiden herşeyi böyle güzel güzel basite
indirgeyiveren anlayış bugün kalmamıştır: fizik uzmanları bize kesinlikle,
madde diye bir şey olmadığını, fizyologlar ise aynı kesinlikle, zihin diye bir
şey bulunmadığını söylüyorlar. Bu, eşi benzeri görülmemiş bir olaydır. Şimdiye
kadar kim bir kunduracının çıkıp da kundura diye bir şey bulunmadığını, ya da
bir terzinin çıkıp da bütün insanların gerçekte çırılçıplak olduklarını iddia
ettiğini duymuştur? Ama eğer böyle bir iddiada bulunan çıksaydı bile, bu
iddia, fizik uzmanlarıyla bazı fizyologların ileri sürmekte bulundukları
iddialardan daha acayip kaçmazdı. Önce fizyologları ele alacak olursak,
bunların bir kısmı, bize zihin faaliyeti olduğunu iddiaya kalkışmaktadırlar.
Ancak, zihin faaliyetlerini fiziksel faaliyetlere indirgemede çeşitli
zorluklarla karşılaşılmaktadır. Bu zorlukların yenilebilir ya da yenilemez
olduklarını henüz kesinlikle söyleyebileceğimizi sanmıyorum. Doğrudan doğruya
fizik bilimiyle ilgili olarak söyleyebileceğimiz şey, şimdiye kadar bedenimiz
dediğimiz nesnenin, aslında, hiçbir fiziksel gerçeğe tekabül etmeyen incelikle
işlenmiş bilimsel bir yapı olduğudur. Böylece modern, sözde maddeci, kendini
tuhaf bir durum içinde bulmaktadır, zira sözde maddeci zihin faaliyetlerini
bir dereceye kadar başarıyla beden faaliyetleri haline indirgeyebildiği halde,
bedenin kendisinin zihin tarafından icat edilmiş kullanışlı bir kavram olduğu
gerçeğini tevil edememektedir. Böylece, bir kısır döngü içinde dolaşıp
durduğumuzu görüyoruz: zihin, bedenin bir türümüdür, beden ise zihnin bir
icadıdır. Bunun doğru olamayacağı apaçıktır, dolayısıyla ne zihin, ne de beden olan,
ama her ikisinin de kendisinden çıkabileceği başka bir şey aramamız gerekiyor.
Bedenden başlayalım. Sıradan adam, maddî
nesnelerin mutlaka var olduğunu, zira bunların varlığını beş duyumuzun apaçık
ortaya koyduğunu düşünür. Başka her şeyin varlığından kuşku duyabilse bile,
insanın kafasını toslayabileceği herhangi bir şeyin gerçek olması gerekmektedir;
bu, sıradan adamın metafiziğidir. Buraya kadar her şey güzel, ne var ki, bu
noktada fizikçi ortaya çıkar ve insanın hiçbir şeye toslamadığını gösterir:
kafanızı taştan bir duvara çarptığınız zaman bile, aslında duvara
dokunmazsınız. Siz bir şeye dokunduğunuzu sandığınız zaman, bedeninizin
çarptığınızı sandığınız bölümünü meydana getiren bazı elektron ve protonları,
dokunduğunuzu sandığınız cismin bazı elektron ve protonları tarafından
çekilir, ya da itilir, ama fiilî bir temas yoktur. Başka elektron ve protonlara
yaklaşmaktan dolayı bedeninizdeki elektron ve protonlar rahatsız olur ve bu
rahatsızlığı sinirler yoluyla beyne iletirler; beyinde meydana gelen etki,
dokunma duygunuz için gerekli olan etkidir ve uygun deneylerle bu duygu
aldatıcı kılınabilir. Halbuki elektronlarla protonlar ise sadece kabataslak bir
ilk yaklaşmadan (takarrüp) ayrı ayrı, çeşit çeşit cinsten olayların
istatistikî ihtimallerini ya da dalga sıralarını deste haline getirme yolundan
ibarettir. Böylece madde, zihni dövmek için kullanılacak elverişli bir değnek
olamayacak kadar hayalî bir nitelik almış bulunuyor. Evvelce göze o derece su
götürmez bir gerçek olarak görünen hareket halindeki maddenin, fiziğin
ihtiyaçlarına cevap vermekte tamamıyla elverişsiz bir kavram olduğu ortaya
çıkıyor.
Bununla birlikte modern bilim ruh ya da
maddenin varolduğuna dair herhangi bir işaret vermiyor; gerçekten de buna
inanmamak için varolan nedenler, maddeye inanmamak için varolan nedenlerin
hemen hemen aynıdır. Madde ile zihni, tahtı ele geçirmek için savaşan arslan
ile masal ejderhasına benzetmek mümkündür; savaşın sonu ikisinden birinin
zaferini değil, her ikisinin de hanedan armaları alanında yapılmış birer
keşiften ibaret olduğunu ortaya koymuştur. Dünya uzun zaman dayanabilen nesnelerden
değil, olaylardan meydana gelmiştir ve değişen özelliklere sahiptir. Olaylar,
aralarındaki nedensel ilişkilere göre gruplar halinde toplanabilir. Eğer
nedensel ilişkiler bir sınıftansa, bunların sonucu olan olaylar grubuna
fiziksel bir nesne denebilir, eğer nedensel ilişkiler başka bir sınıftansa,
bunların sonucu olan gruba da zihin denebilir. Bir insanın kafası içinde geçen
her olay, her iki gruba da aittir; olay, bir cins gruba ait olarak düşünüldüğü
zaman o adamın beyninin meydana getiricilerindendir; başka cinsten bir gruba
ait olarak düşünüldüğü zaman da, zihninin meydana getiricilerinden.
Bundan dolayı gerek madde, gerek zillin,
sadece olayları örgütlemek için elverişli birer yoldan barettir. Zihnin ya da
maddenin bir parçasının ölümsüz olduğunu varsaymak için hiçbir neden yoktur.
Güneşin, dakikada milyonlarca ton madde kaybetmekte olduğu kabul ediliyor.
Zihnin en temelli belirgin özelliği bellektir, ancak belirli bir kişiyle ilgili
belleğin, o kişinin ölümünden sonra da canlı kalacağını varsaymak için bir
neden yoktur. Aslında, bunun tam tersini düşünmek için her türlü neden vardır,
zira bellek açıkça, belirli bir beyin yapısıyla bağıntılıdır ve yapı ölümle
birlikte çürüdüğüne göre, bu çürümeyle belleğin de varolmaktan çıkacağını
kabul etmek gerektir. Her ne kadar metafizikal maddecilik doğru kabul
edilemezse de, maddeciler haklı olsaydı dünyamız ne olurdu ise, duygusal
bakımdan dünyamız hemen hemen yine odur. Öyle sanıyorum ki, maddecilerin
karşısında olanlar öteden beri iki istekten hareket etmişlerdir: birincisi,
zihnin ölümsüz olduğunu ispat etmek, İkincisi de nihaî gücün fiziksel değil de
zihinsel olduğunu ispatlamak. Her iki bakımdan da, ben, maddecilerin haklı
oldukları inancındayım. Gerçi isteklerimiz, dünya yüzünde büyük bir güce
sahiptir; eğer insanlar dünya üzerindeki karalan, yiyecek ve servet çıkarmakta
kullanmasalardı, bu gezegnin üstündeki karaların büyük bir bölümünün görünüşü
bambaşka olurdu. Ne var ki, gücümüz son derece sınırlıdır. Şimdilik güneşe,
aya, hattâ dünyanın iç taraflarına ulaşamıyoruz ve gücümüzün ulaşamadığı bölgelerde
olan şeylerin zihinsel nedenleri bulunduğunu varsaymak için en ufak bir neden
yoktur. Meseleyi daha basitleştirirsek, yani dünyanın yüzü hariç, her olan
şeyin, birisi olmasını istediği için olduğunu varsayamayız. Yeryüzündeki gücümüz
tamamıyla, dünyanın güneşten aldığı enerjiye bağımlı bulunduğuna göre de, biz
ister istemez güneşe bağımlı durumdayız; güneş soğuyacak olursa isteklerimizin
hiçbirini gerçekleştiremeyiz. Hiç kuşkusuz, bilimin gelecekte
gerçekleştirebileceği şeyler konusunda dogmatizme kaçmak ukalâlık olur. İnsan
varlığını, şimdi bize mümkün görünenden çok daha fazla uzatmayı öğrenebiliriz,
ama modern fizik biliminde, özellikle de termodinamiğin ikinci yasasında eğer
bir parçacık gerçek varsa, insan ırkının sonsuza dek sürüp gideceği umudunu
besleyemeyiz. Bazıları bu sonucu iç sıkıcı bulabilirler, ama eğer kendi kendimize
karşı dürüst isek, bundan milyonlarca yıl sonra olacak şeyin, duygusal yönden
bizim için şimdi ve burada pek de fazla bir şey ifade etmeyeceğini kabul
etmemiz gerektir. Bilim, kosmos üzerindeki iddialarımızı azaltmakla birlikte,
öte yandan da yeryüzündeki rahatımızı büyük çapta artırmaktadır. Teologların
bilimden dehşet duymalarına rağmen, genellikle bilimin hoşgörüyle karşılanması
işte bundandır.
Sh: 196-200
Kaynak: BERTRAND RUSSEL, AYLAKLIĞA ÖVGÜ
(1935. In Praise of Idleness. London: George Allen & Unwin) Türkçesi: Mete
ERGİN, 1983, İstanbul
-
Türkçesi: Mehmet HARMANCI
KARANLIK ÇAĞLARDA insanların duru
bir inanç ile güçlü nedenlere dayanan bir umuda ve bunun sonucu olarak da,
güçlükleri önemsemeyen sabırlı bir cesarete ihtiyaçları vardı. Geçirdiğimiz
günler, pek çoğumuzun inançlarının pekiştirilmesini gerçekleştirmiştir. Kötü olduğunu
sandığımız şeylerin gerçekten kötü olduklarını görmekteyiz. Şimdi son hızla yıkımına gitmekte olan dünyanın
yıkıntıları arasından daha iyi bir dünya yükselecekse, insanların buna
kavuşacakları yolları artık eskisinden çok daha kesin olarak biliyoruz.
İnsanların birbirleri ile olan siyasal ilişkilerinin bütünüyle yanlış idealler
üzerine kurulduğunu ve bu ilişkilerin ancak acı, yıkım ve günah kaynakları
olmakta devam eden ideallerden çok değişik idealler ile kurtulacağını
görüyoruz.
Siyasal idealler, kişisel hayat idealleri üzerine kurulmalıdır. Siyasetin amacı kişilerin
hayatlarını olabildiği kadar iyiye götürmek olmalıdır. Politikacıların, dünyayı
oluşturan çeşitli erkek, kadın ve çocuklar dışında ve üstünde düşünecekleri
başka hiçbir şey yoktur.
Siyaset sorunu, insan ilişkilerini
herkesin hayatı süresince, mümkün olduğu kadar iyiye sahip olacak biçimde
düzenlemekten başka bir şey değildir. Bu sorun da, kişisel hayatta en iyinin ne
olduğunu düşünmeye zorlar bizi.
İlk olarak, bütün insanların benzer
olmalarını istemeyiz. Erkek ve kadınların aşağı yukarı birbirlerinin benzeri
olacağı bir örneği ortaya koymak istemeyiz. Bu, ancak, sabırsız bir yöneticinin
ideali olabilir. Kötü bir öğretmen kendi düşüncesini zorla kabul ettirmeyi ve
kesin olmayan bir konuda, hepsinin aynı kesin cevabı vereceği öğrencilerinin
olmasını ister. Bernard Shaw’un, Shakespeare’in en iyi eseri olarak ‘Troilus ve
Cressida’yı kabul ettiği söylenir. Ben bu konuda kendisiyle aynı fikirde
değilsem de, bunu, bir öğrencide ancak bir kişilik belirtisi olarak görebilirim.
Ancak pek çok öğretmen böylesine muhalif bir görüşe katlanamayacaktır. Değil yalnız
öğretmenler üstelik bir yetki sahibi olan bütün sıradan insanlar da, emirleri
altındakilerden olsun, bunların önceden kolayca tahmin edilebilecek ve hiçbir
zarar vermeyecek olan hareketlerinden olsun, bir tekdüzelik bir benzerlik
beklerler. Bunun sonucunda da, eğer olanak bulurlarsa, girişimciliği
ve kişiliği ezerler; bulamazlarsa da, bununla çatışırlar.
Oysa olanağı varsa, gerçekleşmesi
gereken, bütün insanlar için aynı ideal değil, fakat her insan için ayrı bir
idealdir. Herkeste iyiye ya da kötüye gelişecek bir öz vardır. İnsanın kendisi
açısından hem en iyi hem de en kötü bir olanak vardır. İyilik yeteneğinin mi
gelişeceğini ya da ezileceğini, yoksa kötü içgüdülerinin mi güçleneceğini ya da
iyi yollara yöneltileceğini, onun durumu belirler.
Ancak genel bir kabul görecek bir
karakter idealini bütün ayrıntılarıyla veremezsek de —örneğin bütün insanların
çalışkan, fedakâr ya da müziksever olmaları gerektiğini söyleyemeyiz— mümkün
olan ya da arzulanan konusunda düşüncelerimizi yöneltecek bazı yaygın ilkeler
vardır.
İki tür maldan ve buna uyan iki tür güdüden söz edebiliriz:
Kişisel mülkiyete konu olabilecek mallar ve herkesin ortaklaşa
paylaşabileceği mallar. Bir insanın yiyeceği ve giyeceği,
başka bir insanın yiyeceği ve giyeceği değildir. Eğer sağlanan miktar
yetersizse, bir insan diğerinin zararına olarak bunlara sahip olmuş demektir.
Bu, genellikle maddi mallar içindir. Bir insan bilimsel bilgiye sahipse, bu
bilgi, başkalarının onu bilmesine engel değildir. Aksine bu insan, diğerlerinin
bu bilgiyi edinmelerinde yararlı olacaktır. Bir insan büyük bir ressam ya da
şairse, bu, başkalarının resim yapmalarına ya da şiir yazmalarına engel bir
durum değildir. Hatta böyle şeylerin mümkün olacağı bir havayı yaratmak
yararlıdır da üstelik. Bir kimse diğerine iyi niyet besliyorsa, bu, diğerleri
arasında paylaşılacak daha az iyi niyet olduğu anlamına gelmez. Aksine, bir
insan ne kadar iyiniyetliyse, diğerlerinde de o kadar çok iyi niyet yaratır. Bu
tür konularda, paylaşılacak belirli bir miktar olmadığından, mülkiyet yoktur.
Herhangi bir yerdeki artış, her yanda bir artış doğurur.
İki mal türüne uyan iki tür de güdü
vardır: Paylaşılamayan özel malları elde etmeye ve elde tutmaya yönelik mülkiyetçi
güdüler; özelliğe ve mülkiyete konu olmayan malların yaratılması amacını
izleyen yaratıcı ya da yapıcı güdüler.
En iyi hayat, yaratıcı güdülerin en
büyük ve mülkiyet güdülerinin de en küçük rolü oynadıkları hayattır. Bu yeni
bir buluş değildir. Kutsal kitap şöyle der:
«Ne yiyeceğiz, ne içeceğiz ya da ne
giyeceğiz diye düşünme!»
Biz, bu konulara ayırdığımız
düşünceyi çok daha önemli konulardan çekip almaktayız. Bundan da beteri, bu
konuları düşünmekle girdiğimiz zihin alışkanlığının gayet kötü bir alışkanlık
haline dönüşmesidir. Bu alışkanlık, rekabete, kıskançlığa, zorbalığa,
zalimliğe, dünyada var olan ahlâk dışı kötülüklere ve özellikle yağmacılık
gücünün kullanılmasına yol açan bir alışkanlıktır. Maddi mallar soyguncu
tarafından zorbalıkla alınır ve kullanılırlar.
Ruhsal mallar bu yolla alınmaz. Bir
ressam ya da düşünürü öldürebilirsiniz, ancak onun sanatını ya da düşüncesini
elde edemezsiniz. Hemcinsini sevdiği için bir insanı ölüme mahkûm
edebilirsiniz. Fakat bu yolla, onu mutluluğa kavuşturan sevgiyi elde
edemezsiniz. Bu gibi durumlarda zorbalık güçsüz kalır. İşte bunun için de,
zorbalığa inanan insanlar, düşünceleri ve tutkuları maddi mallarla dolu
insanlardır.
Mülkiyet güdüleri kuvvetli
olduğunda, tümüyle yaratıcı olması gereken girişimlere zarar verirler. Değerli
bir buluşa sahip bir insan rakibine karşı kıskançlık duygularıyla dolu
olabilir. Bir insan kansere, bir diğeri vereme çare bulmuşsa, bunlardan biri
diğerinin buluşunun yanlış olduğu ortaya çıkınca sevinebilir. Oysa, hastaların
çektikleri acıları düşünerek üzülmesi gerekirdi.
Böyle bir şey bilgi ya da
yararlılık için arzulanacağı yerde, genellikle bir ün kazanmak için
arzulanmaktadır. Her yaratıcı güdü bir mülkiyet güdüsüyle gölgelenmektedir.
Azizlik yolunda olan biri bile daha başarılı bir azizi kıskanabilir. Sevgi
bile, çoğunlukla kıskançlık lekesinden yoksun değildir. Bunlar, mülkiyet
güdüsünün yaratıcı alana sataşmasıdır. En kötüsü de, dünyadaki değerli her şeyi
kaçırmış olanların başkalarını kendi kaçırdıkları şeylerden zevk almalarını
önlemeye çalışmak biçiminde beliren kıskançlıklarıdır. Yaşlıların gençlere
karşı tutumlarında bu genellikle göze çarpar.
Bitkiler ve hayvanlarda olduğu gibi
insanda da büyümek konusunda kesin bir doğal güdü vardır: bu, beden gelişmesi
için olduğu kadar, zihin gelişmesi için de geçerlidir. Bedensel gelişme hava,
beslenme ve idman yardımıyla olur. Hatta
bu Çinli kadınların ayaklarını küçük bırakan tutumları gibi bir davranışla da
engellenebilir.
Bunun gibi zihin gelişmesi de dış
etkilerle geliştirilebilir ya da engellenebilir. İnsana yardımcı olan dış
etkiler, cesaretlendirilen ya da zihinsel faaliyetleri uygulama fırsatı veren
etkilerdir. Engelleyici etkiler de herhangi bir zorlama ile büyümeye engel
olurlar. Bu zorlama da disiplin, otorite, kamuoyunun baskısı ya da bütünüyle
apayrı bir işle uğraşma zorunluluğudur. Bu etkenlerin içinde en kötüsü, insanın
temel güdüsünü bozan ya da altüst edenidir. İnsanın temel güdüsü, ahlâk
alanında vicdan olarak görünmektedir. Bu tür etkenler insana hiçbir zaman üstesinden
gelemeyeceği iç zararlar verirler.
Zor kullanılarak başkalarına zarar
verilebileceğini ve zorbalıkla alman eşyanın değersizliğini bilen insanlar,
başkalarının özgürlüğüne tam bir saygı duyacaklardır.
Onları bağlamaya, zincire vurmaya
çalışmayacak, yargılanmakta ağır ve acımakta çabuk davranacak olanlar bu
insanlardır. Kendi içlerindeki iyilik ilkesi hem çok duyarlı, hem çok değerli
olduğu için, insanlara özel bir sevecenlikle davranacaklardır. Kendileri gibi
olmayanları suçlamayacaklar, kişiliğin çeşitlilik getirdiğini, tek biçimliliğin
ise ölüm demek olduğunu bileceklerdir. Her insanın olduğu kadarınca canlı ve
olduğu kadarınca da az makinalaşmış olmasını isteyeceklerdir. Acımasız bir
dünyadaki sert alışkanlıkların yok edeceği her şeyi korumak isteyeceklerdir
bunlar. Kısacası, diğer insanlarla olan ilişkilerini derin bir saygı güdüsü
esinleyecektir.
Kişiler için istediklerimiz apaçık
ortadadır artık: Mülkiyet güdüsünü bastıran ve kendi içine alan güçlü yaratıcı
güdüler, başkalarına saygı ve kendi içimizdeki temel yaratıcı güdüye saygı.
İyi bir yaşam için belirli bir
kendine saygı, ya da bir ulusal gurur gereklidir. İnsan bir bütün olarak kalmak
isterse, o iç yenilgi duygusuna sahip olmamalı, fakat kendi içindeki en iyi ile
birlikte (iç ve dış engellerle ne kadar çok karşılaşırsa karşılaşsın)
yaşayabilecek cesaret, umut ve özlemi içinde duyabilmelidir. İnsan, kendi
elinde olduğu sürece, eğer hayatında şu üç şeye sahipse en iyi olanaklarını
gerçekleştirebilecektir: Mülkiyetten çok daha yaratıcı olan güdüler,
başkalarına duyulan saygı ve kendi içindeki temel güdüye gösterilen saygı.
Bunun böyle olması gibi, siyasal ve
toplumsal kuruluşlar da, kişilere yaptıkları iyilik ve kötülüklerle
yargılanırlar. Mülkiyetten daha çok mu yaratıcılığı teşvik etmektedirler? İnsanlar
arasında bir saygı ruhu yaratmakta mıdırlar? Kendine saygıyı korumakta
mıdırlar?
İçinde yaşadığımız kurumlar, bu
açıdan bakıldıklarında, olmaları gerekenden çok uzaktırlar henüz.
Kurumların ve özellikle ekonomik
düzenlerin. erkek olsun kadın olsun, insanların karakterlerini oluşturmada
büyük etkileri vardır. Serüven ve umut, ya da çekingenlik ve güvenlik
aranmasını teşvik edebilirler. İnsan zihnini büyük olanaklara açabildikleri
gibi, onu, karanlık talihsizlik tehlikesi dışında her şeye karşı kapatabilirler.
İnsanın mutluluğunu gerek dünyanın genel mülkiyetine yaptıkları katkıya,
gerekse de başkaları ile paylaşmadan yalnızca kendisinin sahip olacağı özel
malları elde etmeye dayandırabilirler. Çağımızın kapitalizmi, bu iki şıktaki
yanlış tercihleri, cesaretli ya da çok talihli olmayan insanların tümüne birden
zorlamaktadır.
İnsanın güdüleri, bir oranda kendi
doğal tutumları, bir oranda da fırsat ve ortamla yoğurulur. Doğrudan doğruya
öğüt vermek insanın güdülerini açıklamalarını engellemekten başka bir iş
yapamaz. Bunun sonucunda güdüler bir süre gizlenip kalır ve sonra da değişmiş,
ezilmiş ve çarpıtılmış bir biçimde tekrar yüze çıkarlar.
Arzuladığımız güdülerin türlerini
öğrendiğimiz zaman bunu yalnızca ortaya koymakla yetinmemeliyiz; güdünün,
hayatını istenilen yolda kendiliğinden değiştirmesi için, kurumları yeniden
düzenlememiz gerekir.
Günümüz kurumları iki temele dayanmaktadırlar: Mülkiyet ve
egemenlik. Bunların ikisi de çok adaletsiz bir biçimde
dağılmıştır. İkisi de gerçek dünyada kişinin mutluluğu için çok önemlidir.
İkisi de mülkiyete ilişkindir, ama yine de eğer bunlar olmasaydı, herkesin
paylaşabileceği malların elde edilebilmesi şimdiki gibi güç olurdu.
Şu anda, mülkiyet olmadan bir
insanın özgürlüğü ve katlanılabilecek bir hayatın gerekleri için güvenliği
yoktur. Egemenlik olmadan da, insanın, fırsatlardan yararlanma olanağı
olmayacaktır. İnsanların yaratıcı güdülerine özgür bir alan tanımak
isteniyorsa, insanlar belirli bir güvenlik ölçüsünde sıkıntılı zorunluluklardan
kurtarılmalı, hayatlarının yönü konusunda kişisel girişimlerini uygulayacak
yeterli bir egemenliğe sahip kılınmalıdırlar.
Malik olanın, olamayana karşı
adaletsizliğini temsil eden ve kutlayan bir dünyada; onur, egemenlik ve
saygının akıldan çok servete tanındığı bir dünyada; maddi malların
sağlanmasında dikkatsiz davranmaların büyük çoğunlukları tam bir sefalete
düşüreceği bir dünyada; tam rekabet üzerine kurulu bir dünyada, elbette ki,
yaratıcı olan pek az insan, mülkiyete düşkün olan başka insanlardan daha
başarılı olabilecektir.
Böyle
bir ortamda, doğanın büyük yaratıcılıklar bağışlayarak yarattığı insan bile
eninde sonunda rekabet zehrine bulaşır. İnsanlar, bir takım gruplar halinde
birleşerek maddi malların sağlanmasında daha çok güç toplamaya çalışırlar. Bu gruba bağlılık, temel
açgözlülük güdüsü üzerinde bir yarı ideal tacı biçiminde yerleşir. İşçi
Sendikaları da, İşçi Partisi de, diğer partiler ve toplum kesimlerinden daha az
arınmış değildir bu kötülükten. Kaldı ki, bunlar daha iyi bir dünya yaratma
umuduyla kurulmuşlardır. Ancak yine de, sık sık, maddi malların daha büyük bir
payını elde etme amacıyla yollarını şaşırdıkları olur. Bu amaçlarının adalet
ile uyumlu olduğunu inkâr olanaksızdır. Ancak yarının galiplerinin öteki günün
zalimleri olmamaları isteniyorsa daha büyük ve daha yapıcı bir siyasal ideal
gereklidir. Bir reform hareketinin esin kaynağı ve sonucu, gereksiz birtakım
sınırlamalar ve düzenlemeler değil, özgürlük ve cömert bir ruh olmalıdır.
Şimdiki ekonomik düzen, girişim
yeteneği çok zengin olan bir avuç insanın elinde toplanmıştır. Kapitalist
olmayanlar, bir meslek ya da iş yolu seçtikten sonra, artık hemen hemen her
zaman bir daha başka bir seçim hakkına sahip değillerdir. Bunlar, mekanizmayı
işleten gücün bir bölümü değil, ancak makinanın pasif bir parçasıdırlar.
Siyasal demokrasinin varlığına rağmen, hâlâ bir kapitalistle hayatını kazanmak
zorunda olan bir insanın, kendi yönünü seçme yetkisi arasında şaşılacak
derecede büyük bir fark vardır. İktisadi işler insanların hayatlarına
çoğunlukla siyasal sorunlardan daha yakın olarak girerler. Sermayesi olmayan
bir insan kendisini genellikle, örneğin bir fabrika gibi büyük bir örgüte
satmaktadır. Bu örgütün yönetiminde bir sesi, politikasında sendikasının kendisine
sağladığından başka bir özgürlüğü yoktur. Sendikanın önemsiz saydığı bir
özgürlüğü arzuladığı takdirde kudretsiz kalacaktır. Bu durum karşısında ya
boyun eğmeli ya da açlıktan ölmelidir.
Meslek sahibi olanların da
başlarına gelen bundan farklı değildir. Gazetecilerin çoğu siyasetlerini
beğenmedikleri gazetelere yazı yazmaktadırlar. Ancak zengin biri gazete sahibi
olabilir. Zengin olmayanların görüş noktalarına uyan ya da yararlarına olan
şeyler gazetelere ancak bir rastlantı sonucu girebilir.
Ülkenin en iyi çalışan beyinlerinin
büyük bir kısmı Devlet hizmetindedir. Burada çalışmanın bir koşulu da,
memurlardan saklanamayacak kötülükler karşısında, bunların seslerini
çıkarmamalarıdır.
Görüşleri cemaatinin hoşuna gitmiyorsa, yerleşmiş kurallara
uymayan bir rahip işinden olur. Kamu oyunun bütün girinti ve çıkıntılarını
paylaşamayacak ya da izleyemeyecek kadar esnek ve budala değilse, bir
milletvekili sandalyesini kaybedebilir. Her hayat yolunda, ekonomik örgütler
giderek büyüyüp katılaştıkça, düşünce bağımsızlığı da başarısızlıkla
cezalandırılır.
İnsanların giderek uysal, giderek
her şeye rıza gösteren ve kendileri için düşünme hakkını terke hazır bir
durumda olmaları şaşırtıcı bir şey midir? Ama işte bu yollarla bir uygarlık,
bir Bizans uyuşukluğuna düşebilir.
Yoksulluk korkusu, özgür yaratıcı
hayatın içinde gelişebileceği bir etken değildir. Değildir ama, yine de çoğu
emekçilerin günlük çalışmalarının başlıca etkenidir bu. Bir kimsenin
gerektiğinden daha çok servet ve yetkiye sahip olması umudu da (ki bu
zenginlerin yukardakine karşılık olan etkenidir), sonuçları açısından aynı
derecede kötüdür. Bu durum, insanların zihinlerini adalete kapatmalarına
zorlar, toplumsal sorunlar üzerinde dürüst düşünmekten alakoyar. Bu arada da,
yüreklerinin ta derinlerinde zevklerinin başkalarının yoksulluğu pahasına satın
alındığını düşünerek rahatsızlık duyarlar. İşte bunun için yoksulluğun da,
servetin de adaletsizliği olanaksız kılınmalıdır.
İşte ancak o zaman, çoğunluğun
hayatından büyük bir korku kalkacak ve azınlığın hayatında da umut daha iyi bir
biçim alacaktır,
Fakat güvenlik ve özgürlük, iyi
siyasal kurumlar için olumsuz koşullardır. Bunlar kazanıldığı zaman, bir de
olumlu koşula ihtiyacımız olacaktır: Yaratıcı kuvvetin teşvik edilmesi.
Tek başına güvenlilik, kendini
beğenmiş ve donmuş bir toplum yaratır. Hayatın serüven ve ilgisini canlı
tutmak, hareketi sürekli olarak daha iyi, daha yeni şeylere sürüklemek için
tamamlayıcı olarak yaratıcılığa ihtiyaç vardır. İnsanlık kurumlan için son bir
hedef olamaz: En iyi hedef daha iyilere doğru ilerlemeyi teşvik edendir. Çaba
ve değişiklik olmadan insan hayatı iyi kalamaz.
Bizim arzuladığımız tamamlanmamış
bir ütopya değil, hayalin ve umudun canlı ve hareketli olduğu bir dünyadır.
Cennetlerinin hiçbir şeyin
yapılmadığı ya da değiştirilmediği yerler olması karşısında insanların çok çalışmaktan
dolayı çektikleri yorgunluk gerçekten acıdır. Yorgunluk, mutluluk için yalnız
dinlenmenin yeterli olduğu hayâlini yaratır. Ancak insanlar bir süre
dinlendikten sonra, sıkıntıları onları yeniden bir takım faaliyetlere zorlar. Bu nedenle de,
mutlu bir hayat için faaliyet olmalıdır. Bu, aynı zamanda yararlı
bir hayat olacaksa, bu faaliyet olabildiği kadar yaratıcı olmalı, yağmacı ya da
savunucu olarak kalmamalıdır. Ancak yaratıcı faaliyet, hayâl gücünü ve
özgünlüğü gerekli kılar. Bunlar ise status quo'yu baltalayıcıdırlar. Şimdi
iktidarda bulunanlar, status quo’nun değiştirilmesinden korkarlar. Haksız
üstünlüklerinin ellerinden alınacağını bilirler.
Kurulu düzenden çıkarları olanlar,
insanın diğer toplu halde yaşayan hayvanlarla paylaştığı rahatlık güdüsüne ek
olarak, özgünlüğü cezalandıran ve zihni, ilkokul çağından ölüme kadar aç
bırakan bir düzen kurmuşlardır. Çocukların başkalarının düşünce ve duygularına
körükörüne uymamaları ve kendi başlarına düşünüp duymaları için, eğitimi
yöneten ruhun bütünüyle birden değiştirilmesi gereklidir. Girişim gücünü
yaratan, olaydan sonra verilecek ödüller değil, belirli bir düşünce havasıdır.
Böyle bir havanın varolduğu çağlar olmuştur: Eski Yunan ve Elizabeth
İngiltere’si örnekleri gibi. Ancak günümüzde, büyük makine tipli örgütlerin
baskıcılığı, kişiliği ve düşünce özgürlüğünü öldürmekte, insanları gittikçe
daha tek tip, tek örnek olmaya zorlamaktadır.
Geniş örgütler çağdaş hayatın
vazgeçilmez unsurları olup bunların kaldırılmalarını istemek yararsızdır.
Bunların kişiliğin korunmasını güçleştirdikleri doğru da olsa, gereken şey,
bunları kişisel girişim gücü bakımından en geniş bir alan haline
dönüştürebilmektir.
Bu yolda atılacak en önemli bir
adım örgüt yönetimlerinin demokratik yapıya kavuşması olacaktır. Fakat yönetimimiz
hâlâ bürokratik, ekonomik örgütlerimiz de ya monarşik ya da oligarşiktir. Her
bir ortaklık, kendi kendini o yere atamış az sayıda kimse tarafından
yönetilmektedir. Bir işte çalışan insanlar o işin yönetimini ele almadıkça
gerçek özgürlük ya da demokrasi söz konusu olamaz.
Özgürlüğü arttıracak başka bir adım
da, ister coğrafi ister ekonomik, ister de dinsel mezhepler gibi olsun, aynı
insanca bağa sahip gruplara kendi kendini yönetme konusunda tanınacak olan
genişliktir. Çağdaş Devlet öylesine büyük, mekanizması o kadar az anlaşılan bir
şeydir ki, oy hakkı olmasına rağmen bir insan kendini bu örgütün siyasetini
belirleyen gücün etken bir parçası olarak göremez. Çok güçlü bir grupla
birlikte hareket edilen anlar dışında kendisini iktidarsız görür. Hükümet, hava
gibi katlanılması gereken uzak ve kişiliksiz bir durum halini alır.
Oysa küçük kuramlarda bir pay
sahibi olan insan, Eski Yunan ya da Orta Çağ İtalyası’nda vatandaşlara ait olan
kişişel fırsat ve sorumluluk duygusunun bir bölümünü elinde tutabilir.
Bir grup insanın güçlü bir topluluk
bilinci varsa —örneğin bir millete, bir ticaret ortaklığına ya da dinsel bir
örgüte bağlı insanlar gibi— özgürlük, bu grubun dış dünya için önemli olmayan
konularda kendi kendisine karar vermesini sağlar. Ulusal bağımsızlığın evrensel
olarak istenme, sinin temelinde bu vardır. Fakat uluslar, iç işleri için kendi
kendilerini yönetmeye sahip olmaları gereken tek grup değillerdir. Uluslar da,
diğer gruplar gibi, yabancı ülkeler için eşit önemde olan işlerde tam bir hareket
özgürlüğüne sahip olmamalılardır.
Özgürlük
kendi kendini yönetmeyi öngörür, fakat başkalarının işlerine karışmayı asla!
En
yüksek özgürlük derecesi hiçbir zaman
anarşi ile elde edilen değildir. Özgürlüğü hükümet ile bağdaştırmak güç bir sorundur. Ancak hangi siyasal kuram
olursa olsun, karşılaşılması gereken bir konudur bu.
Yönetimin ruhu, yetkiyi elinde
tutanların, arzuladıkları sonuçları almak için yasalar çerçevesinde zor
kullanılmasında yatmaktadır. Bir kişiye ya da bir gruba zorla boyun eğdirmek
her zaman için zararlıdır. Ancak hükümet olmasaydı, insanların birbirleri ile
olan ilişkilerinde böyle bir zorlama ortadan kalkmayacaktı. Aksine, bu yağmacı
güdüye sahip olanların kuvvet gösterilerine yol açacak ve karşılığında ya
kölelik doğacak ya da güdüleri daha az güçlü kimselerin bu zorlamaya karşı
koyabilmek için sürekli olarak hazır durumda bulunmaları gerekecekti.
Uluslararası bir hükümet olmadığı
için, şu anda, uluslararası ilişkilerde bu durumu görmekteyiz.
Devletlerarasındaki anarşi, bizi dünyanın kötülüklerini ortadan kaldırmak için
anarşizmin yeterli bir çare olmadığına inandırmalıdır.
Hükümet tarafından kuvvet
kullanılmasının belki de tek bir amacı olabilir: Dünyada varolan bütün
zorlamaların sayısını azaltmak. Örneğin, adam öldürmenin yasalarca yasaklanması
dünyadaki şiddet eylemlerini azaltır. Hiç kimse ana babanın çocuklarına kötü
davranmak konusunda sınırsız bir özgürlüğe sahip olmasını istemez. Bir kısım
insanlar diğerlerine kötülük yapmak istedikleri sürece tam bir özgürlükten söz
edilemez. Çünkü ya kötülük yapma arzusu bastırılmalı, ya da kurbanlar acı
çekmeye bırakılmalıdır. İşte bu nedenle, kişilerin ve toplumların kendiişleri
konusunda sonsuz özgürlükleri olması gereği yanında, diğerleri ile olan
ilişkilerinde asla tam bir özgürlükleri olmamalıdır. Kuvvetliye zayıfı ezmesi
için özgürlük tanımak, dünyada en geniş bir özgürlüğü tanıma yolu değildir.
İşte laissez faire [hükümetin sanayi ve ticaret işlerine müdahale
etmemesi prensibi. ] iktisatçılarının savundukları özgürlüğe karşı sosyalist başkaldırmanın
temeli budur.
Demokrasi, hükümetlerin özgürlüğe
müdahelesini mümkün olduğu kadar azaltan bir yoldur. Toplum, her ikisinin de
dediğinin olmayacağı iki gruba ayrılmışsa, demokrasi, kuramsal bakımdan
bunların çoğunlukta olanının istediğinin olmasını öngörür. Fakat beraberinde
büyük bir hak intikalini de getirmiyorsa, demokrasi hiç de yeterli bir yol
değildir. Tek örneklilik sevgisi, yalnızca işe karışma zevki ya da çeşitli zevk
ve huylardan nefret, genellikle bir çoğunluğun, kendisini gerçekten ilgilendirmeyen
konularda azınlığı yönetmesi sonucunu doğurur. Biz hiçbirimiz, İngiltere’nin iç
işlerinin bir Dünya Parlamentosu tarafından çözümlenmesini istemeyiz. Ancak
buna karşılık, böyle bir kuruluşun şimdi varolan herhangi bir hükümet aracından
çok daha iyi düzenleyeceği konular da yok değildir.
Hükümetin var olduğu yerlerde,
insan ilişkilerinde, yasalara dayanan kuvvetin kullanılması kuramı çok açık ve
seçiktir. Kuvvet, başkalarına zor kullanmaya kalkan kimselere karşı ya da
azınlığın çoğunluğun hareketlerine karşı olduğu ve ortak bir karar gerektiği
durumlarda, yasalara boyun eğmeyen kimselere karşı kullanılmalıdır. Bunlar, zor
kullanmanın yasalara uygun yolları olarak görülmektedir.
Uluslararası bir hükümet var
olsaydı, uluslararası işlerde de bu durumları, yine bunlar meydana getirecekti.
Böyle bir hükümetin yokluğunda yasalara uygun zor kullanma sorunu başka bir
konu olup, şimdi bununla ilgilenmemekteyiz.
Bir hükümetin zor kullanabilmesi
için iktidara sahip olması gerekir. Bunu, sırası gelince, yasalara dayanarak
kullanabilirse de, yine de reformcuların amaçları, gerçek zorlama gereğini
azaltacak örgütler kurmaktır. Örneğin, pek çoğumuz hırsızlık yapmaktan
kaçınırız. Bu, hırsızlığın yasalara aykırı olduğundan değil, hırsızlık yapmak
için içimizde bir arzu bulunmamasındandır. İnsanlar mülkiyete sahip olmaktan
çok yaratıcı olarak yaşamayı öğrendikçe, duyguları onları, başkalarının zıddına
gitmekten ya da onların özgürlüklerine müdahaleden alıkoyacaktır.
İnsanları ya da örgütleri
tartışmaya sürükleyen bütün çıkar çatışmaları bir düş ürünüdür. İnsanlar
çatışmanın temeli olan özel mülkiyet yerine, herkesin paylaşabileceği bir
düzene yönelebilseler, bu daha açık ve seçik olarak görülebilecektir.
İnsanlar yaratıcı olarak
yaşadıkları sürece başkalarına zor kullanarak müdahaleleri de azalır. Şimdi
ortak eylemin vazgeçilemez olduğu sanılan pek çok durum kişisel kararlara
bırakılabilir o zaman. Eski zamanlarda, bir ülkenin bütün vatandaşlarının hep
aynı dine bağlı olmalarının kesinlikle gerekli olduğu sanılıyordu. Oysa artık
böyle bir gerekliliğin bulunmadığını biliyoruz. İnsanlar güdülerinde daha
hoşgörülü olsalar, şimdi üzerinde direnilen pek çok tek örnekliliğin yararsız
ve hatta aksine, zararlı oldukları kolayca görülebilir.
İyi siyasal kurumlar, zor kullanma ve egemenlik güdüsünü iki
yoldan zayıflatırlar: Birincisi, yaratıcı güdülerin fırsatlarını çoğaltarak ve
bu güdüleri kuvvetlendirecek eğitimi biçimleyerek; İkincisi de, mülkiyet
güdülerinin kaynaklarını azaltarak.
Siyasal alanda olsun, ekonomik
alanda olsun iktidarın resmi kişilerin ve sanayi önderlerinin elinde toplanması
yerine yayılması, zorbalık arzusunun doğurduğu emretme huylarını elde etme
fırsatlarını azaltır.
Hem bölgeler hem de örgütler
bakımından otonomi, hükümetlere, başka insanların sorunları konusunda, çok daha
az bir karışma fırsatı tanır. Kapitalizm ve ücret düzeninin de kaldırılması,
bütün özgürlük hayatını boğan o iki tutkuyu, korku ve açgözlülüğü ortadan
kaldıracaktır.
Çektiğimiz sıkıntıların bütünüyle
gereksiz olduğunu, ortak bir çabayla bunların birkaç yıl içinde yok
edilebileceğini pek az insan anlayabilmektedir. Uygar ülkeler halklarının
çoğunluğu isteyecek olsa, yirmi yıl içinde bütün yoksulluğu, dünyadaki
cehaletin yarısını, nüfusumuzun onda dokuzunu ezen iktisadi köleliği kaldırır,
dünyayı güzellik ve neşeyle doldururduk.
Bunun elde edilememesinin nedeni,
insanların duygusuz, hayâl gücünün kısır ve her zaman olanın, olması gereken
olduğunun sanılmasıdır.
Oysa iyi niyet, bol gönüllülük ve
akıl ile bütün bu değişiklikler elde edilebilir.
Sh:
9-32
Kaynak: BERTRAHD RUSSELL, SİYASAL İDEALLER, [Political Ideals.
New York: The Century Co. 1917. ] Türkçesi: Mehmet HARMANCI, Köprü yay,
Ağustos1974, İstanbul
Çeviren : Prof. Hâmit DERELİ
Russell’ın «Terbiyeye Dair,
bilhassa ilk çocukluk çağında» isimli denemesi ilk defa 1926 da, yani White
head'in aynı derecede meşhur «Terbiyenin Gayelerdi ilimli denemesinden altı yıl
önce yayımlandı. Bu iki kısa, fakat özlü araştırma birbirini tamamlar. Bunun
için terbiye teorisi üzerinde çalışanların ikisini birlikte incelemeleri doğru
olur. Russell esas itibariyle küçük çocukların terbiyesi, Whitehead ise zihnî
terbiye ile ilgilenmişlerdir, fakat her ikisi de temel mesele olan «çocuğu
yalnız yaşamağa uygun yapmak değil, beraber yaşanmağa uygun» yapmağa, medenî
memleketlerde genç yurttaşların ömürlerinin dörtte birini, kalan dörtte üçünü
en iyi şekilde yaşamağa uygun bir hale getirmek için, harcamalarının sebep ve
gayeleri hakkında fikirlerimizi aydınlatmağa çalışmışlardır.
Russell’ın eserinin hemen her
sahifesinde okuyucu hemen dikkati çeken bir fikrin tesiri altında duralar. Bu
fikir belki ilkte ona doğru gibi görünmezse de sonra meseleyi sükûnetle
düşündüğü zaman onda müellifin belki de haklı olabileceği kanaati uyanır.
Russell, eserini, birkaç yerinde ısrarla belirttiği gibi, öğretmenler veya
eğitim makamları için değil, anne ve babalar için yazmıştır ve ona şu dikkate
şayan cümleyle başlıyor: «Çocuklarına
mümkün olduğu kadar iyi bir terbiye vermek isteyen, fakat onları mevcut tahsil
müesseselerinden çoçunun fenalıklarına maraz bırakmak istemeyen, benim gibi,
dünyada pek çok kimseler vardır.» Bu, İngiltere’de o zamanki halk
eğitimine, bir nesil evvelkine nispetle hayli düzelmiş olmasına rağmen, daha
başlangıçta yöneltilmiş bir tenkittir. Şu da dikkate değer bir keyfiyettir ki
1944 Eğitim Kanunu ile yapılan ıslahat, yahut hiç olmayan değişiklikler, büyük
bir kısmı itibariyle Russell’ın ileri sürdüğü tenkid ve tekliflerin bir
neticesidir.
Ne yazık ki terbiye, diğer beşerî
faaliyetler gibi, iç bölümünün son asırdaki süratli gelişme ve genişlemesinden
müteessir olmuştur. Aile ile ev, beşerî ve sosyal mesuliyetleriyle birlikte,
anne, baba ve yetişkin çocukları. Eğer alıştıkları yaşama seviyesini idame
etmek veya yükseltmek istiyorlarsa, ücret mukabilinde çalışmağa zorlayan
İktisadî tazyik altında süratle dağılmaktadır. Anne-baba tesirinin
duyulabileceği aile toplantıları için daha az boş vakit ve imkân vardır.
Vaktiyle anne-baba, rahip ve öğretmen, gençlerin terbiyesinde elbirliği
ederlerdi. Şimdi anne ve babaların boş zamanları yoktur, rahipler gençlikle
temaslarını kesmişlerdir, sosyal, ahlakî ve zihnî terbiyeyi temin işi yalnız
öğretmenlere bırakılmıştır. Cemiyetimizdeki bu en mühim meslek en akıllı erkek
ve kadınları safları arasına alsaydı, onlar en iyi tarzda yetiştirilmiş
olsaydılar bile, bu üç taraflı iş yine onların kudretlerini aşan bir iş olurdu.
Çalışmalarının neticeleri ayrı ayrı fertlerden teşekkül eden ahenkli bir
cemiyet değil, deha ziyade bir insan sürüsü olurdu. Müvazenesini bulamamış,
halâ da muvazenesiz olan bugünkü sistemde mevcut tehlikelere karşı
terbiyecileri ikaz etmek gayreti iledir ki Russell «anne-babanın terbiyedeki ehemmiyetini» bilhassa belirtmiştir.
Kendisi bir aristokrat olan Russell
aristokratik imtiyaza ve bir kibar sınıf yetiştirilmesine muarızdır. Herkes
için eşit imkânlar mevcut olmasını ister. Diğer taraftan, bir kutupta zayıf
akıllılar, diğer bir kutupta dâhiler olmak üzere, insanlar arasında zekâ ve
kabiliyet bakımından bir eşitlik bulunmadığını da kabul eder. Bu iki tip için
hususi terbiye tarzları olmasına taraftardır. Kendisinin hissesi bulunmadığı şeylerin yok
olmasını isteyen zihniyete karşı hiç bir sempatisi yoktur, aşağı bir seviyede
değil, yüksek bir seviyede eşitlik olması fikrini müdafaa eder. «Her şeyden önce sert, dışına
çıkılamaz kaidelerden sakınmalıdır», «ilerleme mekanik bir eşitliğe feda
edilmemelidir.» der.
Gerek Russell’ın, gerekse
Whitehead'in eserleri İkinci Cihan Harbinden önce, totaliter idarelerin
tehlikeleri belirmeden ve dünyacın bir müddet için tahammül etmek zorunda
kaldığı şerrin hâkimiyetinden evvel, yazılmışlardı. Bununla beraber hiç
olmazsa, Russeli, H. G. Wells’in o kadar övdüğü terbiye «isteminin muhtemel
neticelerini, teorinin tatbikinden önce görmüştür. Islahatçılık ateşiyle yanan
Wells, cemiyette inkılâplar yapmak için, bu gün bizim «propaganda» olarak
bildirimiz, «terbiye» nin kudretini ileri sürmüştü. Russell vaktinde ikazlarda
bulunduysa da fayda vermedi; «Terbiyeyi
muayyen bazı inançları aşılama vasıtası sayanlarla onun müstakil düşünme
kudreti yaratması lâzım geldiğini düşünenler arasında bir uzlaşma olamaz.» demişti.
O zaman dünya, birinin fikirleri diğerine nüfuz edemeyen veya ettirilmeyen, iki
ideolojik bölgeye ayrılmamıştı, Russell, «vasat
bir adamın kanaatleri, o kendi başına düşünseydi, varacağı kanaatlerden çok
daha az budalacadır » diyor. Bugünkü çıkmazdan kurtulmak için Russell’ın ne
gibi çareler düşündüğünü bilmek enteresan olurdu. Önder değiştirmek,
zannederim, kâfi olamazdı. Unesco'cun bütün temel terbiye programını da
beğenmeyeceği anlaşılıyor, çünkü kısaca: «Cahil yetişkinlere bir şey öğretilemez» hükmünü veriyor.
Daha ziyade fen ve teknolojiye
dayanan bir yetiştirme zarureti, kültür derslerine hasredilen zamanın
azaltılması hakkında ileri sürdüğü fikirler ancak şimdi İngilterede büyük bir
halk kitlesi tarafından kabule şayan görülüyor. Russeli, teknik bilgi ve
araştırma insanı daha büyük maddi rahat ve konfora götürmekten başka bir işe
yaramayacaksa, ondan daha yüksek olan insanı mânevi kaderine ulaştırmak
gayesine takaddüm etmemesi lâzım geldiğini iyice biliyordu, fakat insanın
maddeten vok edilmesi veya son üçbin sene zarfında elde edilen kazancın
kaybedilmesi tehlikesi mevcut olduğu bir zamanda okullarımızda «modern» ve
«klâsik» taraflar arasırdaki nispetin birinci taraf lehine düzeltilmesi lâzım
geldiği kanaatindedir. Fakat o bilgi ile bilgelik arasındaki farkı asla gölden
kaçırmaz. Aklın ve muhakemenin kontrolünden kurtulmuş bilgi çok defa insan
hedefine doğru ilerlerken bir yardımcı değil, bir engel olur.
Bu eseri bir defa okunduktan sonra
bir yana atılacak bir kitap değildir. İyice tetkik edilmeğe, İçinde mebzul [Bol.
Çok sarf olunan. Ucuz ] olarak bulunan düşündürücü fikirler
anlaşılmağa ve tatbike lâyıktır. Eser asrımızın can ve hayat verici
tesirlerinden biri olmuştur ve ihtimal sosyal meselelerimizin halline doğru
ilerleyişimizde bir merhale olarak kalacaktır.
Prof. E. V. GATENBY
Çocuklarına mümkün olduğu kadar iyi
bir tahsil vermek isteyen, fakat onları mevcut tahsil müesseselerinden çoğunun
fenalıklarına maruz bırakmak istemeyen, benim gibi, dünyada pek fok kimseler
olmalıdır. Bu gibi kimselerin karşılaştıkları güçlükler, ayrı ayrı fertlerin
gayretleri ile yenilemezler. Tabiî olarak çocukları mürebbiyeler ve hususi öğretmenlerle
evde de yetiştirmek mümkündür, ama bu plân onları tabiatlerinin özlediği ve
olmazsa terbiyenin bazı esaslı unsurları eksik kalacak olan arkadaşlıktan
mahrum bırakır. Sonra, bir erkek veya kız çocuğunun kendisini «garip»
bulması, başka kız ve erkeklerden farklı bulunduğunu hissetmesi son derece
fenadır; bu duygunun sebebi anne-baba olduğu anlaşılınca mutlaka onlara karşı
bir kin uyandırır, onların en ziyade hoşlanmadıkları şeylere karşı bir
düşkünlük yaratır. Vazifesini anlamış bir baba hu düşüncelerle oğullarını ve
kızlarını büyük kusurlar bulduğu okullara gönderebilir, çünkü mevcut okullardan
hiçbiri onu tatmin etmez •yahut tatmin etse bile onun oturduğu yere yakın
değildir. Bu suretle vazifesini anlamış anne- baba, yalnız cemiyetin iyiliği için
terbiyede reform istemek zorunda kalırlar. Anne, babanın hal ve vakti yerinde
ise kendi hususi meselelerinin halli için bütün okulların iyi olmasına lüzum
yoktur, çocuklarını gönderebilecekleri iyi bir okulun bulunması kâfidir. Fakat ücretle çalışan anne-babalar için ilk
okulların ıslahını istemekten başka çare yoktur. Herhangi bir anne veya
babanın istediği reformlara başka bir anne baba itiraz edeceği için kuvvetli
bir terbiye propagandasından başka hiçbir şey faydalı olmayacaktır. Bu da belki
ıslahatı yaptıranın çocukları büyüyüp yetişinceye kadar tesirini
gösteremeyecektir. Böylece kendi çocuklarımıza karşı duyduğumuz sevgi bizi,
adım adım, daha geniş politika ve felsefe sahasına götürür.
Bu daha geniş sahalardan,
kitabımda, mümkün olduğu kadar uzak kalmak isterim. Söyleyeceğim şeylerin büyük
bir kısmı devrimizin muazzam meseleleri üzerinde müdafaa etmekte olduğum
görüşlerle ilgili değildir. Fakat bu bakımdan tam bir ilgisizlik imkânsızdır.
Çocuklarımız için istediğimiz terbiye insan karakteri hakkındaki ideallerimize
ve onların cemiyette oynayacakları role bağlıdır. Bir pasifist çocuklarına
bir militariste iyi görünen terbiyeyi vermek istemez; bir komünistin terbiye
hakkında fikirleri bir ferdiyetçinin fikirlerinin aynı olamaz. Daha esaslı
bir ayrılık var: terbiyeyi muayyen birtakım inançları ruhlara aşılamak vasıtası
sayanlarla onun müstakil muhakeme kabiliyeti yaratması lâzım geldiğini
düşünenler arasında hiçbir anlaşma olamaz. Böyle meseleler ortaya çıkınca
onlardan bahsetmekten kaçınmak boş bir şey olur. Aynı zamanda psikolojide',
pedegojide ve bu nihai meselelerle ilgisi olmayan fakat terbiye ile sıkı
alâkası bulunan oldukça ehemmiyetli yeni bilgiler birikmiştir. Bunlar şimdiden
pek mühim neticeler hasıl ediyorlar, fakat onlardan öğrendiklerimiz iyice
hazmedilinceye kadar yapılacak pek çok şey vardır. Bu, bilhassa hayatın ilk beş
yılı hakkında doğrudur; bu yılların, şimdiye kadar sanıldığından, çok daha
önemli oldukları anlaşılmıştır. Bu da anne-babanın terbiye bakımından
ehemmiyetini artırmıştır. Benim gayem ve maksadım, mümkün olduğu kadar,
ihtilaflı mevzulardan sakınmaktır. Tartışmak yazılar bazı sahalarda lüzumludur,
fakat anne-babalara hitabederken, onların evlâtlarının iyiliği için samimi bir
arzu gösterilebilir ve yalnız bu, yeni bilgilerle birlikte, terbiye
problemlerinin büyük bir kısmını çözmeğe yeter. Söyleyeceğim şeylerin çoğu
kendi çocuklarım hakkında duyduğum şaşkınlıkların bir neticesidir. Bunun için
de yersiz yahut nazari değildirler. Umarım ki onlar buna benzer bir şaşkınlığa
uğramış diğer anne-babaların düşüncelerini aydınlatacak, benim vardığım
neticeleri kabul etmeğe veya aksine onları sevk edecektir. Anne-babanın
fikirleri son derece önemlidir, çünkü, doğru bilgi eksikliği yüzünden, anne
baba çocuklarına iyi bir terbiye vermek istiyorlarsa, ben eminim ki, onu
vermeğe hazır ve muktedir öğretmen bulmakta güçlük çekmeyeceklerdir.
Bu sahifelerde, ilkin terbiyenin
gayelerini araştırmak istiyorum: bugünkü ham maddeye tatbik edilecek terbiyeyi
ve yaratılmış görmeği makul olarak umabileceğimiz fert ve cemiyeti arıyacağım.
Öjenikle [Fizik ve moral bakımlardan ileri nesiller
yetiştirme bilimi.] yahut başka herhangi, tabiî veya
sun’î, usulle insan soyunu ıslak meselesine dokunmayacağım, çünkü bu esas
itibariyle terbiyenin problemleri dışında kalır. Fakat ben bizden önce gelen en
heyecanlı terbiyecilerin düşündüklerinden çok daha büyük nispette karakterin
ilk terbiye ile kararlaştığım gösteren yeni psikolojik keşiflere büyük önem
veriyorum Karakter terbiyesi ile, dar mânada öğretim diyebileceğimiz, bilgi ile
terbiye arasında bir fark gözettim. Bu fark, nihaî olmamakla beraber,
faydalıdır' bilgi verilmek istenen bir öğrenci de bazı faziletler aranır,
birçok önemli faziletlerin başarılı olarak tatbik edilebilmesi için de çok
bilgiye ihtiyaç vardır. Bununla beraber araştırma maksatları için öğretim,
karakter terbiyesinden ayrı tutulabilir, tikin karakter terbiyesinden
başlayacağım, çünkü ilk yıllarda bilhassa önemlidir; fakat onu yetişkinliğe
kadar götürerek, bu başlık altında da, önemli cinsî terbiyeden bahsedeceğim.
Nihayet, zihnî terbiye, gayeleri, programı, imkânları, —ilk okuma yazma
derslerinden üniversite yıllarının sonuna kadar— münakaşa mevzuumuz olacaktır.
Erkek ve kadınların hayat ve dünyadan aldıkları daha sonraki terbiyeyi sahamın
dışında sayıyorum; fakat kadın ve erkeği tecrübeden faydalanmağa kabiliyetli
bir hale getirmek erken çağlarda terbiyenin en ziyade göz önünde tutması
gereken gayelerden biridir . sh:1-5
İnsan terbiye üzerine eski
devirlerde yazılmış en iyi kitapları bile okurken, terbiye teoririsinde
birtakım değişiklikler olduğunun farkına varıyor. On dokuzuncu asırdan önce
terbiye teorisinin iki büyük ıslahatçısı Locke ile Rousseau idi. ikisi de haklı
olarak şöhret kazanmışlardı, çünkü kitaplarını yazdıkları zaman yaygın olan
birçok yanlışların düzeltilmesini istemişler, fakat hiçbiri kendi yönünde bugün
hemen bütün terbiyecilerin gittikleri kadar ileri gitmemişlerdi. Meselâ, her
ikisi de liberalizm ve demokrasiye götüren temayüle taraftar oldukları halde,
ancak bir adamın bütün zamanını alacak olan, aristokrat bir çocuğun terbiyesini
ele almışlardır. Böyle bir sistemin neticeleri ne kadar iyi olursa olsun,
modern görüşlü bir kimse tarafından ciddî olarak düşünülmez, çünkü her çocuğun
yetişkin bir öğretmenin bütün zamanını alması riyazî olarak imkânsızdır. Bunun
için sistem ancak imtiyazlı bir sınıf tarafından kullanılabilecek bir
sistemdir; adaletin hâkim olduğu bir dünyada ise mevcudiyeti imkansızdır.
Modern insan, pratik olarak kendi çocukları için hususi faydalar arayabilirse
de herkese (yahut hiç olmazsa terbiyeden faydalanabilecek kabiliyette olan
herkese) açık olabilecek bir terbiyelerinden daha iyi yetişmişler veya doğuştan
daha kabiliyetlidirler, fakat herkesin, sayısı az olan en iyi öğretmenlerden
ders alması imkânsızdır. Yüksek tahsil herkes için arzu edilse bile ki bundan
şüpheliyim bugün bu maddeten imkânsızdır. Bunun için demokratik prensiplerin
kaba bir şekilde tatbiki bunu kimsenin yapmaması lâzım geldiği neticesine
vardırabilir. Böyle bir fikir, kabul edildiği takdirde, ilmi ilerlemeyi
durdurur ve gelecek yüzyıl zarfında umumi terbiye seviyesini lüzumsuz yere
düşürür. Bugünkü durumda ilerlemeyi
mekanik bir eşitliğe feda etmemeliyiz; terbiyede demokrasiyi büyük bir dikkatle
ele almalıyız ve bunu yaparken de sosyal haksızlıkla tesadüfen birleşmiş olan
kıymetli mahsulleri mümkün olduğu kadar az tahrip etmeliyiz.
Fakat biz umuma şâmil olması
imkânsız bir terbiye metodunu tatmin edici sayamayız. Zenginlerin çocukları
çok defa, annelerinden başka, bir dadıya, bir çocuk hizmetçisine ve diğer ev
hizmetçilerinden birkaçına maliktir; bu kadar çok bakım ve itina hiçbir zaman,
hiçbir sosyal sistemde, bütün çocuklara gösterilemez. İtina ile bakılmış
çocukların, lüzumsuz yere tufeyli bir hale getirilmekle, bir kazanç temin edip
edemedikleri de şüphelidir, fakat herhalde bitaraf hiçbir şahıs, aklî zayıflık
veya dâhilik gibi hususi sebepler müstesna, birkaç kişi için hususi imtiyazlar
tavsiye edemez. Akıllı bir baba, bugün, elinde olursa, belki çocukları için
gerçekten evrensel olmayan bir terbiye usulü seçebilir ve sırf tecrübe için
anne, babanın yeni usulleri deneme fırsatlarına malik olmaları da arzuya
şayandır. Fakat bunlar, iyi neticeler verdikleri takdirde, evrensel olacak
mahiyette olmalıdırlar, mahiyetleri itibariyle birkaç imtiyazlı şahsa münhasır
kalmamalıdırlar. Bereket versin ki, modern terbiye teori ve pratiğinin en iyi
unsurlarının menşei demokratik olmuştur; meselâ, Madam Montessori işine fakir
mahallelerdeki ana mekteplerinde başladı. Yüksek öğretimde müstesna kabiliyetlere müstesna imkânlar
vermek elzemdir, ama, aksi takdirde, bir çocuğun, herkesin kabul edebileceği
sistemleri kabulünden zarar görmesi için bir sebep yoktur.
Terbiyede başka bir modern temayül
var. Bu da demokrasi ile ilgili ise de belki üzerinde biraz daha fazla münakaşa
edilebilir. Bundan terbiyeyi bir süs olmaktan çıkarıp faydalı yapmak isteyen
temayülü kasdediyorum. Süs için terbiyenin aristokrasi ile münasebetini Veblen
«Zengin Sınıfın Teorisi» inde uzun uzadıya izah etmiştir. (Veblen, Theory of
the Leisure Class, London; George Ailen and Unwin, Ltd.) fakat bizi bu
münasebetin ancak terbiye cephesi alâkadar eder. Erkeklerin terbiyesinde,
mesele «klâsik» terbiye ile «modern» terbiye arasındaki tartışmaya bağlıdır; kızların
terbiyesinde ise «kibar hanımefendi» ideali ile hayatlarını kazanacak kızlar
yetiştirmek arzusu arasındaki ihtilâfın bir kısmını teşkil eder. Fakat bütün
terbiye sistemi, kadınlarla ilgili hallerde, cinslerin eşitliği için duyulan
arzu yüzünden, çığırından çıkmıştır; kendiliğinden hiçbir suretle iyi olmadığı
zaman bile, erkek çocuklara verilen terbiyeyi elde etmek için teşebbüsler
yapılmıştır. Bu yüzden kadın terbiyeciler kızlara aynı sınıftan erkek çocuklara
verilen aynı faydasız bilgiyi vermeyi gaye edinmişler ve annelik için
yetiştirmenin kadın terbiyesinin bir kısmını teşkil etmesi gerektiği hususunda
ileri sürülen fikirlere şiddetle mukavemet etmişlerdir. Bu birbirine zıt
cereyanlar bahsetmekte olduğumuz temayülü bazı bakımlardan, kadınlarla ilgili
olduğu hallerde, daha az muayyen yapıyor, fakat «kibar hanımefendi» idealinin
zevale yüz tutmuş olması, b» temayülün en dikkate değer örneklerinden biridir.
Meseleyi karıştırmamak için şimdilik yalnız erkeklerin terbiyesini ele
alacağım.
Ayrı ayrı birçok münakaşalar, — ki
bütün bunların içinden başka meseleler de çıkar — kısmen bizim şimdiki
meselemize bağlıdır. Erkek çocuklara
esas olarak klâsikler mi, yoksa esas olarak fen mi öğretilmelidir?
Birçok
mülâhazalar arasında bir tanesi şudur ki klâsik terbiye süs mahiyetindedir, fen
ise faydalıdır. O halde terbiye mümkün olduğu kadar çabuk bir sanat veya meslek
için teknik öğretim mi olmalıdır?
Faydalı
ile süs arasındaki münakaşanın lüzumu bariz olmakla beraber henüz kararlaşmış
bir şey yoktur. Çocuklara doğru telâffuz etmek, hoşa gidecek tavırlar öğretmek
lâzım mıdır?
Yoksa
bunlar sadece aristokrasiden kalmış yadigârlar mıdır?
Sanatı
takdir etmek sanatçıdan başkası için değerli midir?
İmlâ
fonetik mi olmalıdır?
Bütün bunlar ve daha birçok ihtilâflar kısmen
faydalı ile süs arasındaki ihtilâfa has dille münakaşa edilmektedir.
Bununla beraber, ben bütün bu
münakaşanın gerçeklere uymadığına inanıyorum. Terimlerin mâna sınırları belli
olur olmaz münakaşa suya düşmektedir. Biz «faydalıyı» geniş, «süsü» dar mânada
alacak olursak bir taraf kazanır; aksi mânaya alırsak diğer taraf kazanır. Kelimenin en geniş ve en doğru mânasiyle,
bir faaliyet iyi neticeler verdiği zaman «faydalı» dır. Bu aeticeler sadece
«faydalı» olmaktan daha başka bir mânada iyi olmalıdırlar, yoksa hakiki bir
tarif yapmış olmıyız Faydalı faaliyetin faydalı neticeler veren faaliyet
olduğunu söyleyemeyiz. «Faydalı» olanın esası şuradadır ki o sadece faydalı
olmayan bir neticeye götürmeğe yarar. Basitçe «iyi» denilen son neticeye
varmadan önce bazen uzun bir neticeler zincirine lüzum vardır. Sapan
faydalıdır, çünkü toprağı sürmeğe yarar. Fakat toprağı sürmek başlı başına iyi
bir şey değildir: o da sadece faydalıdır, çünkü tohumun ekilmesini mümkün
kılar. Tohumun ekilmesi faydalıdır, çünkü buğday yetişmesine yarar, buğdayın
yetişmesi faydalıdır, çünkü ekmek yapılır, ekmek faydalıdır, çünkü hayatın
idamesine yarar. Fakat hayatın gerçek bir değeri olmalıdır: eğer hayat sırf
başka bir hayata vasıta olarak faydalı olsaydı katiyen faydalı olmazdı. Hayat hal
re şartlara göre iyi veya fena olabilir; bunun için, iyi yaşamanın vasıtası
olduğu zaman, faydalı da olabilir. Birbiri ardı
sıra gelen faydalılar zincirinin ötesine erişip, zinciri aşabileceğimiz bir
aşkı bulmalıyız; aksi halde zincirin her hangi bir halkasında hakiki bir
faydalılık yoktur. «Faydalı» bu şekilde tarif edildiği zaman, terbiyenin
faydalı olması gerekip gerekmediği sorulamaz. Elbette faydalı olması
gereklidir, çünkü terbiye ameliyesi kendiliğinden bir gaye değil, bir gaye için
vasıtadır. Fakat terbiyede faydayı müdafaa edenlerin akıllarında olan bu
değildir. Onlar istiyorlar ki terbiyenin neticesi faydalı olsun: kısaca ifade
edersek, onlara göre tahsil görmüş bir adam makine yapmasını bilen adamdır.
Makinelerin ne faydası olduğunu sorarsak cevap neticede aynı olacaktır: onlar
vücudumuzun ihtiyaçları ve rahatı için gerekli yiyecek, giyecek, ev v. s. gibi
şeyleri imale yararlar. Bu suretle anlarız ki faydayı müdafaa eden bir kimse,
görüşü hakkında sualler sorulduğu mânada, yalnız fizik hazla ra gerçek değer
veren kimsedir: onun için «faydalı», vücudunun ihtiyaç ve arzularını tatmin
eden şeydir. Sahiden kasdedilen mâna bu ise, faydanın müdafii, eğer nihai bir
felsefe ileri sürüyorsa, mutlaka hatâ etmektedir, fakat birçok kimselerin
açlıktan öldüğü bir dünyada o politikacı olarak haklı olabilir, çünkü fizik
ihtiyaçların giderilmesi o anda her şeyden âcil bir iş olabilir.
Bu münakaşanın diğer tarafını
düşünürken de aynı şekilde bir teşrih lâzımdır. Öteki tarafa «süs» demek,
elbette ki, faydayı müdafaa edene bir noktada hak vermek demektir, çünkü «süs»
ün az çok önemsiz olduğu anlaşılmıştır. «Süs» kelimesi ananevi bir «gentleman»
yahut «lady» anlamına tatbik edilirse tamamıyla haklıdır. On sekizinci asır
«gentleman» i güzel bir şive ile konuşuyor, sözleri arasına gerekli yerlerde
klâsiklerden iktibaslar karıştırıyor, modaya uygun giyiniyor, teşrifattan
anlıyor, bir düellonun ne zaman şöhretini artıracağını biliyordu. «Zülfün Çalınması» [The R»pe of the
Lock. Alexander Pope’an eseri, 1711 de yayımlanmıştı.] nda bir adam vardı ki:
«Amber enfiye
kutusundan ve renkli bastonunun güzel hareketlerinden haklı olarak gurur
duyuyordu».
Adamın terbiyesi onun için en dar
mânasiyle bir «süs» olmuştu, devrimizde ise pek azımız onun marifetleri ile
yetinecek kadar zenginiz. Eski mânada «süs» terbiyenin gayesi aristokratiktir:
onun için bol paralı ve çalışmaya ihtiyacı olmayan bir sınıfın mevcut olması
tarihte seyretmek büyük bir zevktir; onların hâtıratı ve villâları bize artık
bizden sonra geleceklere temin etmediğimiz bir haz verir. Fakat onların
mükemmellikleri, hakiki oldukları zaman bile, tam üstünlük değildiler, onlar
inanılmıyacak kadar pahalı birer mahsuldüler: Hogarth’ın Gin Lane’i onlara
ödenen fiyat hakkında bize pek canlı bir fikir verir. Bugün hiç kimse bu dar
mânada «süs» terbiyeyi savunamaz.
Fakat asıl mesele bu değildir. Asıl
mesele şudur: terbiyede zihni doğrudan doğruya pratik faydası olan bilgi ile
soldurmayı mı gaye edineceğiz, yoksa öğrencilerimize, bizatihi iyi olan zihnî
varlıklar mı vermeğe çalışacağız?
Bir kademde on iki pus, bir yardada üç kadem
olduğunu bilmek faydalıdır, ama bu bilginin başlı başına bir değeri yoktur;
metre sisteminin kullanıldığı yerlerde yaşayanlar için gayet faydasızdır. Diğer
taraftan, Hamlet’i takdir etmenin pratik hayatta büyük bir faydası olamaz,
belki insan amcasını öldürmek falan isterse bir faydası dokunabilir ama
tabiatiyle böyle bir ihtiyaç nadiren duyulur. Bununla beraber o insana mahrum
kalmaktan büyük bir teessür duyacağı ve bizi bir bakıma daha mükemmel bir adam yapan
zihnî bir varlık kazandırır. İşte faydanın terbiyenin yegâne gayesi olmadığını
iddia eden adamın tercih ettiği bilgi bu ikinci çeşit bilgidir.
Faydayı gaye edinen terbiyenin
müdafileri ile muhalifleri arasındaki münakaşada üç ayrı ana meselenin bulunduğu
görülüyor. İlkin aristoklarla
demokratlar arasında münakaşa şekli var. Aristokratlar imtiyazlı sınıfa, boş
vakitlerini kendilerine hoş gelen şekilde kullanmayı öğretmek lâzım geldiği
fikrindedirler. Demokratların bu görüşe karşı fikirleri oldukça karışıktır:
onlar aristokrata faydasız olanı öğretmek istemiyorlar, aynı zamanda elinin
emeğiyle geçinenlerin terbiyelerinin de faydalı olana münhasır kalmasını doğru
bulmuyorlar, işte bunun içi» «public school» [devlet
okulu. 2. Ing. özel okul ] larda eski usul klâsik terbiyeye
karşı demokratik bir muhalefet olduğu, işçilere de Lâtince ve Grekçe öğrenme
imkânı verilmesi hakkında bir demokratik istek vardır. Bu vaziyet, nazari
bakımdan aydınlık değilse bile, ameli olarak esas itibariyle doğrudur.
Demokrat, cemiyeti, biri «faydalı», diğeri «süs» olmak üzere, iki kısma ayırmak
istemez; bunun için şimdiye kadar sadece «süs» olan sınıflara sadece daha
faydalı bilgi, şimdiye kadar sadece faydalı olan sınıflara daha hoş bilgi
verecektir. Fakat demokrasi, kendiliğinden, bu unsurların ne nispetlerde
karıştırılacağını tesbit etmemiştir
İkinci tartışma yalnız maddi
şeyleri gaye edinenlerle zihnî hazlara değer verenler arasındadır. Bugün geçimi
yolunda İngilizlerle Amerikalıların çoğu, bir sihirle Elizabeth devrine
nakledilselerdi, kendilerinin modern dünyaya götürülmelerini isterlerdi
Shakespeare’in, Raieigh’in, Sir Philip Sydney’in arkadaşlığı, güzel müzik,
güzel mimari eserleri onlara banyo odalarının, çay ve kahvenin, otomobillerin,
o devirde bilinmeyen diğer maddi konforların yokluğunu unutturamazdı. Bu gibi
kimseler muhafazakâr geleneğin tesiri altında kaldıkları zamanlar müstesna,
terbiyenin başlıca gayesi istihsal edilen malların miktar ve çeşidini
artırmaktır sanıyorlar. Onlar terbiye programları içine tıp ve sağlık korumayı
alabilirler, ama edebiyat yahut sanat yahut felsefe için bir heves duymazlar.
Hiç şüphe yoktur ki bu gibi kimseler Rönesans’ta kurulan klâsik dersler
sistemine hücum edenlerin büyük bir kısmını teşkil ediyorlar.
Bu görüşü zihnî şeylerin sırf maddi
olanlardan daha değerli. olduğunu iddia etmekle karşılamanın haklı olacağını
sanmıyorum. Bana kalırsa bu iddia doğrudur, fakat tam değildir. Çünkü maddi
şeyler pek fazla değerli olmamak la beraber, maddi kötülükler o kadar fena
olabilirler ki birçok zihnî meziyetlerden daha ağır basabilirler. Açlık,
hastalık ve onların her zaman mevcut korkusu ileriyi görmek mümkün olduğu
günden beri insanların büyük bir çoğunluğunun hayatları üzerine gölgesini
atmıştır. Kuşların çoğu açlıktan ölürler, fakat yiyecek bol olduğu zaman sevinç
içindedirler, çünkü geleceği hiç düşünmezler. Bir kıtlıktan sağ çıkmış olan
köylüler daima onun hatıra ve korkusundan kurtulamazlar.
İnsanlar ölmektense biraz yiyecek mukabili her gün uzun saatler
çalışmağa razıdırlar, fakat, hayvanlar, cezası ölüm bile olsa, ellerine imkân
geçtiği zaman hazdan faydalanmayı tercih ederler. Bu yüzden çok kimseler hazdan
büsbütün mahrum bir hayat sürmeğe katlanıyorlar, çünkü diğer bir şart altında
hayat kısa sürecektir. Tarihte ilk defa olarak bugün, sanayi inkılâbı ve onun
fer’î mahsulleri dolasıyla, herkesin mâkul derecede mesut olabilmesi mümkündür.
Maddi fenalık, istersek, pek küçük nispetlere düşürülebilir. Teşkilât ve
ilimle, dünyanın bütün nüfusunu, lüks olarak değil, fakat büyük ıztırapları
önlemeye yetecek şekilde iaşe ve iskân etmek imkânı vardır. Hastalıkla
savaşmak, ve müzmin rahatsızlıkları pek nadir hale getirmek mümkündür. Yiyecek
tedariki hususunda elde edilen terakkileri aşan nüfus artışlarını önlemek de
mümkün olurdu. İnsanlığın şuuraltı zihnini karartan, beraberinde zulüm, baskı
ve harp getiren büyük korkular artık önemli olmayacak derecede
azaltılabilirler. Bütün bunlar beşer hayatı için öyle değerlidirler ki onları
tatbik mevkiine koymaya yarayacak terbiye şekline itiraz etmeğe cesaret edemeyiz.
Böyle bir terbiyede tatbikî ilim başlıca unsur olmak zorundadır. Fizik,
fizyoloji ve psikolojisiz yeni dünyayı kuramayız. Lâtince, Grekçe olmadan,
Dante, Shakespeare olmadan, Bach ve Mozart olmadan kurabiliriz. Bu faydayı gaye
sayan terbiyenin lehinde büyük bir sebeptir. Bunu kuvvetle ifade ettim, çünkü
bu hususta kuvvetli kanaatlerim var. Bununla beraber meselenin diğer bir tarafı
daha göze çarpıyor. Boş vakit ve sağlık kazanmamızın, kimse onları nasıl
kullanacağını bilmezse, bize ne faydası olur?
Fizik fenalığa karşı savaş, diğer her savaş
gibi, insanları barış sanatlarına kabiliyetsiz hale koyacak şiddetle
yapılmamalıdır. Nihaî «iyi» ye ait dünyada ne varsa fenalığa karşı mücadelede
kaybolmasına müsaade edilmemelidir.
Bu beni münakaşamıza karışan üçüncü
meseleye getiriyor. Yalnız faydasız bilginin kendiliğinden değerli olduğu doğru
mudur?
Kendiliğinden değerli bilginin faydasız olduğu
doğru mudur?
Ben gençliğimde zamanımın büyük bir kısmını
Lâtince ve Grekçe öğrenmekle geçirdim. Şimdi bu zamanı hemen hemen tamamıyla
heder olmuş sayıyorum. Klâsik bilgi daha sonraki hayatımda karşılaştığım her
hangi bir meselede bana yardım etmedi. Klâsikleri öğrenenlerin yüzde 99 u gibi
ben de hiçbir zaman onları zevk için okuyacak kadar iyi öğrenemedim. Meselâ, «supellex»in genitivi
[mobilya , ev mobilyaları; iş için gerekli eşyaları, makale; ]gibi bazı şeyler
öğrendim ki bütün hayatımda unutamadım. Bu bilginin bir yardada üç kadem
bulunduğu hakkındaki bilgiden daha fazla gerçek değeri yoktur, ve bana buradaki
misali vermekten başka bir faydası dokunmadı. Diğer
yandan matematik ve fen hakkında öğrendiklerimin büyük bir faydası dokunmakla
kalmadı, aynı zamanda gerçekten büyük değeri oldu; onlar bana düşünme ve
muhakeme mevzuları verdiler, aldatıcı bir dünyada hakikatin mihek taşları
oldular. Tabiatıyla, bu, kısmen şahsıma ait bir hususîliktir; fakat ben
eminim ki klâsiklerden faydalanma kabiliyeti de modern insanlar arasında daha
da nadir bir hususîliktir. Fransa ile Almanya’nın da değerli edebiyatları
vardır: dilleri kolay öğrenilir ve pratik bakımdan pek faydalıdırlar. Bu yüzden
Fransızca ile Almanca, Lâtince ve Grekçe karşısında bin defa daha
kuvvetlidirler. Hemen pratik faydası olmayacak bilginin önemini
küçümsemeksizin, zannederim, şunu isteyebiliriz: uzman yetiştirilmesini istisna
edersek, böyle bilgiler meselâ gramer gibi teknik mevzular üzerinde pek fazla
zaman ve gayret sarfını gerektirmeyecek şekillerde verilmelidir. Beşer
bilgisinin toplamı ve beşer problemlerinin karışıklığı her gün daha ziyade
artmaktadır; bunun için her nesil kendi terbiye usullerini, yeni olanlar için
vakit bulunabilirse, yeniden gözden geçirmelidir. Uzlaşmalarla muvazeneyi
muhafaza etmeliyiz. Terbiyede «hümanist» unsurlar kalmalı, fakat bunlar diğer
unsurlara yer bırakacak şekilde basitleştirilmelidir, çünkü fennin mümkün
kıldığı yeni dünya bu unsurlar olmadan asla yaratılamaz. Terbiyede «hümanist»
unsurların faydalı unsurlardan daha az önemli olduğunu söylemek istemiyorum.
Büyük edebiyat, cihan tarihi, müzik, resim, ve mimari hakkında bir şeyler
bilmek, zihnin yaratıcılığı tamamıyla geliştirilmek isteniyorsa, elzemdir.
Ancak zihnin yaratıcı melekesi vasıtasıyladır ki insanlar dünyanın ne
olabileceğinden haberdar olabilirler; onsuz «ilerleme» mekanik ve önemsiz olur.
Fakat fen de, zihnin yaratıcı melekesini kamçılayabilir. Ben çocukken astronomi
ve jeoloji bu bakımdan bana, şaheserleri hiçbir alâka duymadan zorla
okutturulan İngiliz, Fransız ve Alman edebiyatlarından daha müessir oldu. Bu
şahsî bir meseledir: bir kız veya çocuk bir kaynaktan hız alır, başka biri
başka bir kaynaktan. Teklif etmek istediğim şey şudur: bir konuya hâkim olmak
için güç bir teknik elzem olduğu zaman, uzmanların yetiştirilmesinde müstesna,
konunun faydalı olması daha iyidir. Renaissance devrinde yaşayan dillerin pek büyük
edebiyatları yoktu, şimdi vardır. Grek geleneğinin değerinin çoğu Grekçe
bilmeyenlere anlatılabilir; Lâtin geleneğine gelince, onun değeri zaten pek
büyük değildir. Bunun için ben, büyük istidat sahibi olmayan çocuklar için,
terbiyede «hümanist» unsuru büyük öğrenme güçlükleri arz etmeyen yollardan
temin etmeğe taraftarım; terbiyenin zor kısmı, daha sonraki yıllarda, kaide
olarak, matematik ve fenne münhasır kalmalıdır. Fakat her ne zaman kuvvetli bir
temayül veya hususi bir kaabiliyet diğer yöne dönerse, onun için istisna
yapmalıyız. Her şeyden önce dışına çıkılmayan sim sıkı kaidelerden
sakınmalıyız.
Bu vakte kadar, ne çeşit bilgi
verilmesi gerektiğini araştırdık. Şimdi kısmen öğretim metodlarıyla, kısmen
ahlâk terbiyesi ve karakter terbiyesi ile ilgili bir takım meselelere
geliyorum. Burada artık politika ile değil, psikoloji ve ahlâk ile ilgiliyiz.
Psikoloji, son zamanlara kadar, sadece akademik bir mevzu idi. Pratik işlere
pek az tatbik ediliyordu. Şimdi bunun hepsi değişti. Meselâ bugün, sınai psikoloji,
klinik psikolojisi, terbiye psikolojisi var ki hepsi pratik bakımdan en büyük
önemdedirler. Psikolojinin yakın gelecekte müesseselerimiz üzerindeki tesirinin
süratle artmasını umar ve bekleyebiliriz. Terbiyede şimdiye kadar tesiri hem
büyük, hem de faydalı olmuştur.
İlkin «disiplin»
meselesini ele alalım. Eski disiplin fikri basitti. Bir çocuğa sevmediği bir
şeyi yapması veya sevdiği bir şeyi yapmaması emrolunurdu. itaat etmezse bedenî
cezaya çarpılır veya bazı hallerde, yalnız başına su ve ekmekten başka bir şey
verilmeyerek hapsedilirdi. Meselâ, Fairchild ailesinde küçük Henry’ye nasıl
Lâtince öğretildiğini anlatan sahifeleri okuyunuz. Kendisine bu dili öğrenmezse
katiyen papaz olamayacağı söylenmişti, buna rağmen çocuk babasının arzu ettiği
şekilde kitabına sarılmıyor, derslerine çalışmıyordu. Bunun üzerine tavan
arasında bir odaya kapatılıp kendine yalnız ekmekle su verildi, kız kardeşleri
ile konuşması yasak edildi. Onlara Henry'nin gözden düştüğü ve ona küsmeleri
söylendi. Bununla beraber onlardan biri ona yiyecek götürdü. Uşak bunu haber
verdiği için kızın başı da belâya girdi. Hapiste bir müddet kaldıktan sonra
çocuk, bize söylendiğine göre, Lâtinceyi sevmeğe başladı ve ondan sonra hiç
durmadan çalıştı. Bununla Çehov’un bir kedi yavrusuna fare yakalamayı öğretmeğe
uğraşan amcası hakkındaki hikâyesini karşılaştıralım. Çehov’un amcası kedi
yavrusunun bulunduğu odaya bir fare getirir, fakat yavrunun avcılık insiyakı
henüz gelişmediği için fareye aldırış bile etmez. Bunun üzerine yavruyu döver.
Ertesi gün aynı ameliye tekrar edilir, ertesi gün yine, daha ertesi gün yine
dövülür. Nihayet profesör yavrunun beyinsiz ve öğrenmeye kabiliyetsiz olduğuna
inanır. Büyüdüğü zaman bu kedi yavrusu diğer bakımlardan gayet normal olduğu
halde bir fare gördü mü korkudan terler içinde kalır, kaçacak yer ararmış.
Çehov «Kedi yavrusu gibi ben de amcamdan Lâtince öğrenmek şerefine nail oldum»
diye sözlerini bitirmektedir. Bu iki hikâye eski disiplinle ona karşı modern
isyanı gayet iyi belirtmektedir.
Fakat modern terbiyeci de
disiplinsiz yapamaz, ama onu yeni usullerle temin eder. Bu mevzuda, yeni
usulleri tetkik etmeyenler yanlış fikirlere saplanabilirler. Ben daima Madam
Montessoti’nin disiplini ortadan kaldırdığını sanırdım ve bir oda dolusu çocuğu
nasıl idare edebileceğine şaşardım. Usullerini anlattığı kitabını okuyunca,
disiplinin okulda bâlâ önemli bir yer işgal ettiğini ve onu ortadan kaldırmağa
teşebbüs edilmediğini gördüm. Üç yaşındaki oğlumu sabahları bir Montessori
okuluna gönderdiğim zaman onun çok geçmeden daha disiplinli bir insan
oluverdiğini ve okul nizamlarına severek itaat ettiğini gördüm. Fakat dışarıdan
bir zorlama olduğu hakkında en küçük bir duygusu yoktu: nizamlara tıpkı bir
oyunun kaideleri göziyle bakıyor, eğlenme vasıtası olarak riayet ediyordu. Eski kanaat
şuydu: çocuklar katiyen öğrenmek istemezler, ancak korku ile öğrenmeğe
zorlanabilirler. Bunun pedagojide
beceriksizlikten ileri geldiği anlaşılmıştır. Öğrenilecek şeyleri — meselâ,
okuma yazmayı — münasip merhalelere ayırmakla, her merhale orta zekâda bir
çocuğa hoş gelecek şekle sokulabilir. Çocuklar istedikleri şeyleri yaparlarken
ise, tabı atiyle, dış disipline hiç ihtiyaç yoktur. «Hiçbir çocuk diğer bir çocuğun işine
karışmamalı» gibi birkaç basit
kaide kolayca anlaşılır ve mâkul oldukları görülür, bu sebeple bunlara riayet
ettirmekte hiçbir güçlük çekilmez. Bu suretle çocuk kısmen iyi itiyatların,
kısmen sonunda kazançlı çıkacağı için, bazen ilk içtepiye (ilca) mukavemet
etmenin faydalı olduğunu anlamaktan ibaret olan nefis disiplinini elde eder.
Herkes bu nefis disiplinin daima oyunlarla kolayca elde edildiğini bilir, fakat
bilgi elde etmenin aynı saikleri harekete getirerek yeter derecede alâkalı
yapılabileceğini kimse bilmezdi. Buradaki pedagojik keşifleri yapmak için
dehaya lüzum vardı, ama onları tatbik edecek öğretmenlerin dâhi olmalarına
lüzum yoktur. Onlara yalnız iyi yetişme ve bir de pek nadir olmayan derecelerde
sabır ve sempati lâzımdır. Esas fikir basittir: doğru disiplin, dışarıdan
zorlamakla değil, arzu edilmeyen faaliyetlerden ziyade arzu edilen faaliyetlere
kendiliğinden götüren zihin ihtiyatları demektir. Hayret veren şey bu fikri
terbiyede tatbik için teknik usuller bulmakta gösterilen büyük başarıdır. Bunun
için, Madame Monetessori övülmeye değer.
İnsanların esas itibariyle günah
işlemeğe meyilli oldukları hakkındaki inancın zayıflaması terbiye
metotlarındaki değişikliğe çok tesir etmiştir. Eski ve şimdi kaybolmaya yüz
tutmuş kanaate göre biz Tanrının gazabına uğramaya mahkûm ve fenalıklarla dolu
olarak dünyaya gelmişiz; iyi insanlar olabilmemiz için Tanrının sevgili kulları
olmak zorundayız, bu da sık sık cezaya uğramakla hızlandırılır. Yenilerin çoğu
bu teorinin babalarımızın ve büyük babalarımızın terbiyesine ne kadar tesir
ettiğine güç inanırlar. Dean Stanley’nin yazdığı cDr. Arnold'un Hayatı»ndan iki
parça onların yanıldığını gösterecektir. Stanley, Dr. Arnold’un en sevdiği
talebesiydi. «Tom Brown’ın Okul Günleri» adlı romanda uslu çocuk Arthur onun
portresidir. O elinizdeki bu kitabı yazanın kuzeni oluyordu ve çocukken ona
Westminster kilisesini gezdirmişti. Dr. Arnold İngiltere’nin dikleri zaman
Hindistan yerlilerini kamçılamaktan çekinmeyeceklerdir.
Diğer bir parça daha var ki
«Victoria Devrinin Meşhur Adamları» adlı eserde Mr. Strachey tarafından kısmen
iktibas edilmiş olmakla beraber, ben burada uygunluğu yüzünden, tekrar etmekten
kendimi alamıyorum. Dr. Arnold bir tatil esnasında Como gölünün güzelliklerini
seyrediyormuş. Bunların karşısında neler düşündüğünü karısına yazdığı bir
mektupda şöyle anlatıyor:
«Etrafımdaki harikulade
güzelliğe bakıp sonra da ahlakî fenalık hakkında düşünmek hemen hemen korkunç
bir şey. Bana öyle geliyor ki sanki cennet ile cehennem, büyük bir uçurumla
birbirinden ayrılacağı yerde, mutlak surette birbirinin sınırlarına değiyor ve
gerçekten de her birimizden pek uzak değil. Keşke ben de ahlakî fenalık
duygusu, dış güzelliklerden aldığım zevk kadar kuvvetli olsaydı! Çünkü ahlakî
fenalığı derin bir şekilde duyuş, bize belki her şeyden fazla, Tanrı hakkında
bizi kurtaracak bilgiyi verir! Ahlakî iyiliğe hayran olmak büyük bir şey
değildir; ona hayran olduğumuz halde riayet etmeye biliriz; fakat kötülükten,
içinde kötülük olanlardan değil, fakat onların içinde çöreklenmiş kötülükten,
çok daha açık ve kesin şekilde kendi bilgimizle nefret edersek —işte bu Tanrı
ve İsa’yı anlamak, Tanrının Ruhuyla ruhlarımızı ahenge getirmektir. Heyhat!
bunu görüp söylemek ne kolay ama yapmak ve duymak ne kadar güç; bunlara kimin
gücü yeter?
Hiç kimsenin, ancak kendi gücünün yetmediğini
duyan ve ıstırap çeken adamın. Tanrı sizleri takdis etsin, sevgili karıcığım ve
çocuklarım.»
Bu
fıtraten şefkatli adamın kendisini pişmanlık duymadan küçük çocukları
kamçılıyabibilecek sadist bir hale zorla getirmesini ve bütün bunları da esası
sevgi olan dine riayet kaygusuyle yapmasını görmek acıklı bir şeydir. Ferdin
aldandığım görmek acıdır, ama onun «ahlakî kötülükten» nefret havası yaratmakla
dünyanın başına belâ ettiği zalim nesilleri düşündüğümüz zaman iş fecidir.
Unutmayalım ki «ahlakî kötülüğün» içinde çocukların itiyadî tembelliği de
vardır. Doğru kimselerin «ahlakî kö tülüğü» haklı olarak cezalandırmak vehmiyle
çıkardıkları harpler, yaptıkları işkenceler ve zulümler aklıma geldikçe
tüylerim ürperiyor. Tanrıya şükürler olsun ki artık terbiyeciler küçük
çocukları «şeytanın kolları» saymıyorlar. Yetişkinlere karşı harekette,
bilhassa suçları cezalandırmada, bu fikir hâlâ hâkimdir; fakat çocuk odalarında
ve okulda hemen hemen yok olmuştur.
Dr. Arnold’un düştüğü hatanın aksi
bir hata var. Çok daha zararsız olmakla beraber yine de ilim bakımından bir
hatadır. Bu da çocukların doğuştan iyi oldukları ve ancak büyüklerin
kusurlarını görerek bozuldukları hakkındaki kanaattir. Bu görüş eskiden beri
Rousseau'ya atfediliyor; ihtimal o soyut olarak buna inanıyordu, fakat Emile’i
okuduğumuz zaman, sistemin yetiştireceği mükemmel kimse olmadan önce,
öğrencinin ahlâk terbiyesi görmeye ihtiyacı olduğunu görüyoruz. Gerçek şudur ki
çocuklar doğuştan ne «iyi» ne de «kötü» dürler. Onlar yalnız refleksler
(tepkiler) ve birkaç insiyakla doğarlar; bunlardan, muhitin tesiriyle itiyatlar
teşekkül eder. Bu itiyatlar ya
sağlam, ya marazi olabilirler. Hangisinin olacağı esas itibariyle anneler veya
dadıların iz’anına bağlıdır, çünkü çocuk tabiatı, ilkte, hemen hemen
inanılmayacak kadar istenilen şekli almağa müsaittir. Çocukların pek büyük bir
kısmında iyi bir yurttaş olmak için gerekli ham madde, aynı zamanda bir canî
olmak için de gerekli ham madde vardır. İlmî psikoloji gösteriyor ki hafta
günlerinde dayak, pazar günlerinde vaiz, çocukları faziletli yapmak için ideal
teknik değildir. Fakat bundan, böyle bir gaye için hiçbir teknik yoktur mânası
çıkarılmamalıdır. Eski terbiyecilerin çocuklara işkence etmekten zevk aldıkları
hususunda Samuel Butler’in ifade ettiği kanaate mukavemet güçtür; aksi halde
faydasız ıstırap çektirmekte bu kadar uzun zaman ısrar edebildiklerini
anlayamayız. Sıhhatli bir çocuğu mesut etmek güç değildir, çocukların çoğu
zihin ve bedenlerine iyi bakıldığı takdirde sıhhatli olurlar. Çocuklukta saadet
en iyi tip insan yaratmak için mutlaka lâzımdır. Dr. Arnold’un bir nevi «ahlakî
kötülük» saydığı itiyat haline gelmiş tembellik, çocuğa terbiyenin kendisine
bilmeğe değer bir şey öğrettiği hissettirilirse, ortadan kalkar. *
* İhtimal Dr. Arnold’un öğrencileri
adenoid’den muztariptiler. Bu hastalık itiyadi olarak tembellik tevlit etmekle
beraber hiçbir doktor bunun için kamçılamayı ilave olarak tavsiye etmez.
Fakat verilen bilgi kıymetsizse ve
onu verenler de gaddar ve zalim görünürlerse çocuk elbette Çehov’un kedi
yavrusu gibi hareket edecektir. Her çocukta bulunan öğrenmek hevesi ki bu onun
yürüme ve konuşma için sarf ettiği cehdden de anlaşılır terbiyede muharrik
kuvvet olmalıdır. Bu muharrik kuvvetin, dayağın yerine konması devrimizin en
büyük ilerlemelerinden biridir.
Bu beni modern temayüllerin bu ilk
gözden geçirilişinde göstermek istediğim son noktaya getiriyor — bebekliğe
verilen daha büyük önemi kasdediyorum. Bu karakter terbiyesi hakkındaki
fikirlerimizde husule gelen değişikliklerle sıkı sıkıya ilgilidir. Eski kanaate
göre fazilet esas itibariyle iradeye bağlıdır: biz fena arzularla doluyuz ve
bunları sırf irade melekesiyle kontrol ederiz. Anlaşıldığına göre fena arzuları
köklerinden söküp atmak imkânsız sayılıyordu: yapabileceğimiz tek şey onları
kontrol etmekti. Durum tıpkı cani ile polisin durumuna benziyordu. Hiç kimse
canisiz bir cemiyetin mümkün olabileceğini sanmıyordu; yapılabilecek yegâne
şeyin iyi bir polis kuvveti bulundurmak ve bu suretle halkın çoğunu korkutarak
suç işlemelerini önlemekti, suç işleyen birkaç kişi de yakalanıp cezalacacaktı.
Modern psikolojik kriminolojisi bu fikirle kanaat
etmez; o suç işleme içtepisinin, çok hallerde, uygun bir terbiye ile,
gelişmesine mâni olunabileceğine inanır. Cemiyet için doğru olan bu şey fert
için de doğrudur. Çocuklar, bilhassa, büyükleri ve arkadaşları tarafından
beğenilmek isterler; kaide olarak, onların iyi veya fena yönlerde, içinde
bulundukları vaziyetlere göre, geliştirilebilecek içtepileri vardır. Üstelik,
onlar yeni itiyatların teşekkülü kolay olan bir çağdadırlar; iyi itiyatlar ise
fazilete büyük bir kısmını hemen hemen otomatik bir hale koyabilirler. Diğer
taraftan, fena arzuları şahlanmış olarak bırakan ve tezahürlerini önlemek için
yalnız irade kudretini kullanan eski tip faziletin, fena hareketleri gemlemek
hususunda tatmin edici bir usul sağlamadığı görülmüştür. Fena arzular, tıpkı
önü tıkanmış bir nehir gibi, iradenin gözetleyici gözünden kaçmış diğer bir
çıkış yeri bulurlar. Delikanlılığında babasını öldürmeği tasarlamış olan bir
kimse, sonradan çocuğuna dayak atmaktan zevk alır, ve bunu «ahlakî kötülüğü»
cezalandırıyorum sanarak yapar. Zulmü haklı göstermeğe uğraşan teorilerin
menşei hemen daima irade tarafından tabiî mecrasından çıkarılmış ve yer altına
sürülmüş bir arzudur. Bu arzu en sonunda günahtan nefret veya buna benzer güzel
bir şey gibi tanınmayacak bir kılıkla ortaya çıkar. Bunun için fena arzuların
irade ile kontrolü, bazı defa lüzumlu olmakla beraber, bir fazilet tekniği
olarak kifayetsizdir.
Bu düşünceler bizi psiko analiz
sahasına getirir. Psiko analiz’in teferruatında pek çok şeyler var ki ben
hayalî ve yeter delillerle desteklenmemiş buluyorum, Fakat umumi metod bana pek
önemli, ve ahlâk terbiyesinde doğru usuller yaratılmasına elzem görünüyor.
Birçok pisikoanalizcilerin ilk çocukluk çağına verdikleri önem bana mübalâğalı
gözüküyor; bazan sanki karakter çocuk üç yaşına gelinceye kadar değişmeyecek
şekilde tesbit edilirmiş gibi konuşuyorlar. Ben eminim ki bu doğru değildir.
Fakat bu hatâ zararlı da değildir, çünkü ilk çocukluk pisikolojısi mazide ihmal
edilmiştir; gerçekten moda olan zihniyeci metodlar bunun hemen hemen imkânsız
yapıyordu. Meselâ uyku gibi bir meseleyi ele alalım. Bütün anneler çocuklarının
uyumalarını isterler, çünkü hem çocuklarının sıhhatleri için iyidir, hem de
anneler için kolaylıktır. Bunun için bir teknik bulmuşlardır: beşik sallarlar,
ninniler söylerler. Bu tekniğin esas itibariyle yanlış olduğunu keşfetmek,
meseleyi ilmi bakımdan inceleyen erkeklere düşmüştür, çünkü her hangi belirli
bir günde başarı ile neticelenmekle beraber, bu teknik fena itiyatlar yaratır.
Her çocuk kendi hakkında telâş, heyecan gösterilmesine bayılır, çünkü bu
suretle kendi önemi hakkındaki anlayışı tatmin edilmiş olur. Eğer uyumamakla üzerine dikkati çektiğini sezerse, çok
geçmeden bu usulü kabul edecektir. Netice hem sıhhate hem karaktere aynı
derecede zararlıdır. Burada en önemli iş itiyat teşkilidir: zihinde beşiğin
uyku ile birleştirilmesi lâzımdır. Bu tedai yeter şekilde sağlanırsa ve çocuk
hasta değilse ve bir yeri ağrımıyorsa, uyanık yatmaz. Fakat bu tedai işinin
başarılması epeyce disiplin gerektirir; sırf müsamaha ve tahammülle
başarılamaz, çünkü bu, uyanık yatma ile zevkli tedailer yaratır. Buna benzer
düşünceler diğer iyi veya kötü itiyatların teşkiline tatbik edilebilir. Bütün
bu tetkikler henüz derinleşip olgunlaşmamıştır, fakat önemi şimdiden pek
büyüktür ve daha da büyük olacaktır. Açıkça görülüyor ki karakter
terbiyesi doğuştan başlamalıdır ve dadılarla cahil annelerin yaptıklarından
çoğunun değişmesi lâzımdır. Yine açıkça anlaşılıyor ki kesin öğretime evvelce
düşünüldüğünden çok daha erken başlanabilir, çünkü öğretim hoş bir hale
getirilebilir ve çocuğun dikkatini yormaz. Bu iki bakımdan terbiye teorisi son
yıllarda kökünden değişmiştir. Bu değişmenin faydalı tesirleri, ihtimal yıllar
geçtikçe daha aşikâr olacaktır. Bunun için müteakip sahifelerde, ilk çocukluk
çağında karakter terbiyesi üzerinde oldukça teferruatlı bir şekilde düşündükten
sonra daha ileri yaşlarda verilecek öğretimi ele alacağız. Sh:7-33
Nasıl terbiye edeceğimizi düşünmeden
önce, nasıl bir netice elde etmek istediğimizi açıkça bilmemiz lâzımdır. Dr.
Arnold «alçak gönüllülük» istiyordu, Aristo’nun «yüksek ruhlu adanmada bu vasıf
yoktur. Nietzsche’nin ideali Hıristiyanlığın ideali değildir. Ne de Kant’ınki:
çünkü İsa herkesten sevgi isterken, Kant saiki sevgi olan hiçbir hareketin
gerçekten iyi olamayacağını öğretir. İyi bir karakterin ne gibi unsurlardan
ibaret olacağı üzerine anlaşan kimseler bile onların birbirine nisbetle
önemleri hakkında farklı fikirlere sahib olabilirler. Biri cesareti, diğeri
bilgiyi, diğer biri şefkati, bir başkası da doğruluğu önemli bulur. Bir adam, büyük Brutus gibi, devlete karşı
vazifeyi aile sevgisinden daha üstün tutar; diğer bir kimse ise Konfuçyus gibi,
aile sevgisini en başa alır. Bütün bu ayrılıklar terbiyede de farklar hasıl
edecektir. En iyi saydığımız terbiye hakkında her hangi kesin bir
kanaatimiz olmadan önce ne çeşit bir insan yetiştirmek istediğimiz hakkında bir
fikrimiz olmalıdır.
Tabiî olarak, bir terbiyeci budala
olur ve hedef tuttuğu neticelerden bambaşka neticelere varabilir. Uriah Heep *
öksüzler okulunda verilen alçakgönüllülük derslerinin bir neticesiydi. Bu
dersler gayelerinden tamamıyla farklı bir tesir yaratmışlardı.
*
Uriah Heep, İngiliz romancısı Charles Dickens’in Davidi
Copperfield adlı romanında tasvir ettiği riyakâr bir tiptir.
Fakat esas itibarile en değerli
terbiyeciler oldukça büyük başarı göstermişlerdir. Misal olarak Çin
aydınlarını, modern Japonları, Jesuitleri, Dr. Arnold’u, ve Amerikan
okullarının siyasetini idare eden kimseleri ele alalım. Bütün bunlar, kendi
sahalarında, büyük başarılar elde etmişlerdir. Her birinin hedef tuttukları
neticeler tamamıyla farklı oldukları halde esaslı neticeler elde edilmiştir.
Terbiyenin göz önünde tutması gereken gayelerin neler oldukları hakkında
kendimiz bir karara varmadan önce bu farklı sistemler üzerinde biraz durmak
faydalı olabilir.
Ananevi Çin terbiyesi bazı
bakımlardan Atina’nın en iyi günlerindeki terbiyeye pek benziyordu. Atinalı
erkek çocuklara Homeros başından sonuna kadar ezberletiliyordu; Çinli erkek
çocuklar da Konfuçyus klâsiklerini aynı şekilde öğreniyorlardı. Atinalılar
tanrılara karşı dış âyinlerden ibaret ve serbest zihnî araştırmalara engel
teşkil etmeyen bir nevi saygı öğretiyorlardı. Aynı şekilde, Çinlilere de
cetlere tapışla ilgili birtakım âyinler
öğretiliyor, fakat onlar bu âyinlerde mündemiç görünen itikatlara inanmaya
mecbur tutulmuyorlardı. Aydın bir yetişkinden ancak sakia ve zarif bir
şüphecilik beklenirdi: her şey münakaşa edilebilir, fakat pek müsbet neticelere
varmak biraz bayağılık sayılırdı. Fikirler yemekte hoş bir şekilde
konuşulabilecek cinsten olmalı, fakat uğurlarında dövüşülecek cinsten
olmamalıydı. Cariyle, Eflâtun için «Zionda pek rahat olan Atinalı bir
centilmen» diyor. [Zion, eski Kudüs’de bir
dağın adıdır. Burada. «Tanrılar
arasında» demektir.] Bu «zion’da pek
rahat» olmak vasfı Çin hakimlerinde de görülür ve, umumi olarak, Hıristiyan
medeniyetlerin yetiştirdiği hakimlerde bulunmaz. Yalnız meselâ Goethe gibi,
Helenizm ruhunu benliğinde temsil etmiş olanlar bundan müstesnadır. Atinalılar
gibi Çinliler de hayatın zevkini çıkarmak istiyorlardı ve onların zevk anlayışı
ince bir güzellik hissiyle zarafet kazanmıştı..
Bununla beraber, iki medeniyet
arasında, umumi konuşursak, Greklerin enerjik, Çinlilerin tembel olmalarından
dolayı, büyük farklar vardı. Grekler enerjilerini sanat, ilim ve birbirlerini
imhaya hasrettiler ve bunların hepsinde o zamana kadar görülmemiş başarılar
elde ettiler. Politika ve yurtseverlikte
Grekler enerjileri için pratik saha buldular: bir politikacı kovuldu mu
sürgünlerden müteşekkil bir çetenin başına geçer, doğduğu şehre saldırırdı.
Bir Çin
memuru azledildiği zaman, dağlara çekilir, kır hayatının zevkleri üzerinde
şiirler yazardı. Bu yüzden Grek medeniyeti kendi kendini yıktı, fakat Çin
medeniyeti ancak dışarıdan yıkılabildi. Ama bu farklar yalnız terbiyeye
atfedilemezler, çünkü Konfuçyanizm Japonyada hiçbir zaman Çin aydınlarının
vasfı olan uyuşuk kültürlü şüpheciliği yaratmadı. Bir nevi Faubourg Saint
Germain teşkil eden Kyoto asilzadelerini bundan müstesna tutmalıyız.
Çin terbiyesi istikrar ve sanat
yarattı; terakki ve fen yaratamadı. Belki bu şüphecilikten ne bekleneceği
hakkında bize bir fikir verebilir. Kuvvetli inançlar ya terakki, ya
felâket tevlid ederler, fakat istikrar değil. İlim ananevi itikatlara hücüm
ettiği zaman bile, kendine mahsus inançlara maliktir ve ebedî şüphecilik
havasında güç gelişebilir. Modern icatların birleştirdiği kavgacı bir dünyada,
millî varlığı muhafaza için enerjiye lüzum vardır. İlim ve fen olmadan
demokrasi olamaz: Çin medeniyeti tahsil görmüş küçük bir azınlığa münhasır
kalmıştı, Grek medeniyeti ise köleliğe dayanıyordu. Bu sebeplerden dolayı,
Çin’in eski terbiyesi modern dünyaya uygun değildir ve bizzat Çinliler
tarafından terk edilmiştir. Bazı bakımlardan Çin aydınlarına benzeyen kültürlü
on sekizinci asır centilmenleri aynı sebeplerden dolayı ortadan
kaybolmuşlardır.
Bugünkü Japonya bize bütün büyük
devletlerarasında hâkim olan bir temayülü en açık şekilde gösteren bir örnektir
—yani millî büyüklüğü terbiyenin en yüksek gayesi sayan temayülü. Japon
terbiyesinin gayesi ferdin ihtiraslarını terbiye ederek devlete bağlı ve elde
ettikleri bilgi ile ona faydalı yurttaşlar yetiştirmektir. Bu iki gayeye
erişmek için gösterilen meharet ne kadar övülse azdır. Komodor Perry’nin filosu
geldiği günden itibaren Japonlar kendilerini gayet güç koruyabilecek bir duruma
düşmüşlerdi; başarıları usullerinin doğru olduğunu ispat eder, meğerki biz
nefis müdafaasını fena bir şey sayalım. Fakat yalnız ümitsiz bir durum onların
terbiye usullerini haklı gösterebilir, yakın bir tehlikenin tehdid etmediği bir
millet için bu usul bir suç teşkil eder Üniversite profesörlerinin bile
hakkında sual soramadığı Şinto dininde İncilin Tekvin babında olduğu kadar
şüpheli tarih vardır; Japonya’daki teolojik istibdadın yanında Dayton
muhakemesi solda sıfır kalır. Aynı şekilde bir ahlaki istibdat vardır:
milliyet, Mikadoya ibadet, v.s. hakkında sual sorulamaz ve bu yüzden birçok
bakımlardan ilerleme hemen hemen mümkün değildir. Bu çeşit dar çerçeveli bir
sistemin büyük tehlikesi ilerlemenin yegâne usulü olarak ihtilâli teşvik
etmesidir. Bu tehlike, yakın olmamakla beraber, gerçekten vardır ve sebep çok
defa terbiye sistemidir. Bu suretle modern Japon ya da eski Çin’dekinin tam
aksi bir kusur göze çarpıyor. Çin aydınları çok fazla şüpheci ve tembel
oldukları halde, Japon terbiye sisteminin mahsulleri de aşırı derecede dogmatik
ve enerjik olabilirler. Terbiye ne şüpheciliğe, ne de «dogma» ya sessizce
muvafakat yaratmamalı. Onun yaratacağı şey bilginin bir dereceye kadar, güç
olmakla beraber, elde edilebileceği; belirli bir zamanda bilgi sandığımız
şeylerden çoğunun az çok yanlı; olabileceği; fakat yanlışların dikkat ve
çalışma ile düzeltilebileceği hakkında bir inanıştır. İnanışlarımıza göre
hareket ederken küçük bir hatanın felâket demek olacağı yerde pek ihtiyatlı
olmalıyız; buna rağmen inanışlarımıza göre hareket etmeliyiz. Bu ruh haleti
oldukça zordur: za’fa uğramamış bir duygu ile yüksek bir zihnî kültür ister.
Güç olmakla beraber, imkânsız değildir; gerçekte bu İlmî mizaçtır. Bilgi, diğer
iyi şeyler gibi, güç fakat imkânsız değildir. Dogmatist güçlüğü unutur, şüpheci
imkânı inkâr eder. Her ikisi de yanılıyorlar ve hataları umumileşirse, sosyal
bir felâket olur.
Jesuitlar, [cizvitler]
tıpkı bugünkü Japonlar gibi, terbiyeyi bir
müessesenin—yani Katolik Kilisesinin— gelişmesini temin için kullanmak hatasına
düştüler. Onlar esas itibariyle öğrencinin kendi iyiliği ile ilgilenmediler,
fakat onu Kilisenin iyiliği için bir alet yapmağa uğraştılar. Teolojilerini
kabul edersek, onları tenkid edemeyiz: insanları cehennemden kurtarmak her
hangi bir dünya işinden daha mühimdir ve ancak Katolik Kilisesi bunu
başarabilir. Fakat bu «dogma» yı kabul etmeyenler Jesuit terbiyesi hakkında
hükümlerini onun neticelerine göre vermelidirler. Bu neticeler, açık söylemek
lâzım gelirse, bazen Uriah Heep kadar istenilmez nevidendirler: Voltaire,
Jesuit usullerine göre yetişmişti. Fakat esas itibarile ve uzun müddet,
istenilen neticeler elde edildi: Fransada reformasyoa'a karşı isyan ve
Protestanlığın çökmesi esas itibarile Jesuitlerin gayretlerine affedilmelidir.
Bu neticelere varmak için onlar sanatı hissi, düşünceyi sathi ve ahlâkı gevşek
bir hale getirdiler; neticede, yaptıkları zararı ortadan kaldırmak için Fransız
İhtilâline lüzum hâsıl oldu. Terbiyede suçları, talebelerine karşı sevgi ile
değil fakat daha başka maksatlarla hareket etmelerinde idi.
Ingiliz «public» okullarında bugüne
kadar devam eden Dr. Arnold’un sisteminde diğer bir kusur vardı: bu sistem
aristokratikti. Gaye, yurtta veya imparatorluğun uzak yerlerinde, selâhiyet ve
kudret mevkileri için insan yetiştirmekti. Bir aristokrasi, yaşıyacaksa, bazı
faziletlere malik olmalıdır: bunlar okulda verilecekti. Yetiştirilen enerjik,
stoik, bedenen sağlam, bazı değişmeyen inançları olan, yüksek bir doğruluk
seviyesine ulaşmış ve dünyada önemli bir vazifesi olduğuna inanmış olacaktı.
Şaşılacak derecede, bu neticeler elde edildi. Zekâ bunlara feda edildi, çünkü
zekâ şüphe doğurabilirdi. Merhamet duyguları feda edildi, çünkü «aşağı»
kavimleri yahut sınıfları idarede zararlı olabilirdi. Şefkat sertlik hatırı
için, muhayyile metinlik hatırı için feda edildi. Değişmeyen bir dünyada,
netice İspartalıların meziyet ve kusurlarını haiz daimi bir aristokrasi
olabilirdi. Fakat aristokrasinin modası geçmiştir, bugün tâbi halklar en akıllı
ve en faziletli hükümdarlara bile boyun eğiniyorlar. Hükümdarlar zulme
sürükleniyor, zulümde daha büyük isyanlara yol açıyor. Modern dünyanın
muğlâk ve karışık oluşu her gün daha fazla zekâya ihtiyaç duyurmaktadır ve Dr.
Arnold zekâyı «fazilete» feda etmiştir. Waterloo savaşı Eton kolejinin oyun
sahalarında kazanılmış olabilir, ama Britanya İmparatorluğu o sahalarda
kaybedilmektedir. Modern dünyanın daha fazla muhayyile kudreti, daha fazla
zihin inceliği olan, bulldog cesaretine daha az, fakat teknik bilgiye daha
ziyade inanı olan başka bir tipe ihtiyacı vardır, istikbalin idare âmiri hür
yurttaşların hizmetkârı olmalıdır, hayran tebaasının hayırhah bir hükümdarı
değil. İngiliz yüksek terbiyesi içine iyice yerleşmiş olan aristokratik anane
onun felâketine sebeb olacaktır. İhtimal bu anane tedricen ortadan
kaldırılabilir; belki de eski terbiye müesseseleri kendilerini yeni şartlara
uyduramayacaklardır. Bunun hakkında bir fikir ileri sürmeğe cesaret edemem.
Amerikan okulları şimdiye kadar
büyük ölçüde girişilmeyen bir işi muvaffakiyetle başarmışlardır: birbirinden
farklı birçok insanları mütecanis bir millet haline getirmek işini. Bu o kadar
büyük bir iktidarla yapılıyor ve öyle faydalı bir iştir ki neticede bunu
başaranları dilimizin döndüğü, gücümüzün yettiği kadar övmeliyiz. Ama Amerika
Japonya gibi, özel bir durumdadır, özel hallerin haklı gösterdiği şey her yerde
re her zaman ardından koşulacak bir ideal olamaz. Amerika’nın bazı üstünlükleri
ve bazı güçlükleri vardı. Üstünlükleri şunlardır: daha yüksek bir refah
seviyesi; harpte yenilmek tehlikesinden korkusuzluk; Orta Çağdan kalma serbest
harekete engeller koyan ananelerin nisbeten az oluşu. Göçmenler Amerika’da
genel olarak yaygın bir demokrasi duygusu ile gelişmiş bir sanayi tekniği
buldular. Sanırım ki bunlar onların Amerika’ya kendi doğdukları memleketlerden
ziyade hayran olmalarının başlıca iki sebebidir. Fakat, kaide olarak, asıl
göçmenler iki taraflı bir yurtseverlik muhafaza ediyorlar; Avrupa harplerinde
esas itibariyle ait oldukları milletin tarafını hararetle tutmaya devam
ediyorlar. Çocukları ise, aksine, babalarının geldiği memlekete karşı her türlü
bağlılığı kaybederek sadece Amerikalı oluyorlar. Anne babanın takındığı tavır
Amerika’nın umumi meziyetlerine atfedilebilir; çocuklarınki ise pek büyük bir
kısmı itibarile okuldaki terbiye ile tâyin edilir. Bizi ilgilendiren yalnız
okulun yaptığı tesirdir.
Okul, Amerikanın gerçek
meziyetlerine güvenebildiği takdirde, Amerikan yurtseverliği öğretilmesini,
yanlış ölçüler verildiği fikriyle birleştirmeğe lüzum yoktur. Fakat eski
dünyanın yenidünyaya üstün olduğu hallerde gerçek mükemmelliklere karşı bir
istihkar öğretmek gerekli olur. Batı Avrupa’da fikir hayatı seviyesi, Doğu
Avrupa’da sanat seviyesi, genel olarak, Amerika’dan daha yüksektir. İspanya
ve Portekiz hariç, bütün batı Avrupa’da dine dair bâtıl idkadlar Amerika’dan
daha azdır. Hemen bütün Avrupa memleketlerinde fert, Amerika’da olduğundan daha
az sürü tahakkümüne tâbidir: onun siyasi hürriyeti az olduğu yerlerde bile iç
hürriyeti daha büyüktür. Bu bakımlardan, Amerikan okulları
zararlıdırlar. Diğer
bütün şeyleri atarak yalnız Amerikan yurtseverliği öğretmek esas itibarile
zararlıdır. Zarar, Japonlar ve Jesuitlerde [cizvitler]
olduğu gibi, öğrencileri kendiliklerinden bir gaye
değil, bir gayeye vasıta saymaktan ileri gelmektedir. Öğretmen çocuklarını
devletinden veya dininden daha çok sevmelidir; yoksa o ideal bir öğretmen
olamaz.
«Öğrenciler birer vasıta değil, birer gaye sayılmalı» dediğim vakit belki bana «nihayet herkes
bir vasıta olarak gaye olmaktan daha önemlidir» diye cevap verenler
bulunabilir. Bir gaye olarak bir insan ne ise ölünce yok olur, vasıta olarak ne
istihsal ettiyse ebediyete kadar yaşar. Bunu inkâr edemeyiz, fakat ondan
çıkarılan neticeleri inkâr edebiliriz. Bir insanın vasıta olarak önemi fenalık
veya iyilik için olabilir; insan hareketlerinin uzak tesirleri o kadar
belirsizdir ki akıllı bir adam onları hesaplarına katmamaya meyleder. Umumi olarak,
iyi kimselerin iyi tesirleri, fena kimselerin fena tesirleri olur: Bu, tabiî,
değişmez bir tabiat kanunu değildir. Fena bir adam bir müstebidi öldürebilir,
çünkü müstebit onun işlediği cinayetleri cezalandırmak isteyebilir; kendisi ve
hareketi fena olmakla beraber, hareketinin tesirleri iyi olabilir. Bununla
beraber, umumi bir kaide olarak diyebiliriz ki gerçekten iyi kadın ve
erkeklerden ibaret bir topluluk, cahil ve fena kimselerden katışık bir
topluluktan daha iyi tesirler yapar. Bu gibi düşüncelerden başka, çocuklar ve
gençler insiyaki olarak kendilerinin hakikaten iyiliğini isteyenlere onları
sırf bazı plânlar için hammadde sayanlar arasındaki farkı anlarlar. Öğretmende
sevgi olmazsa ne karakter, ne de zekâ iyi ve serbestçe gelişemez ve bu çeşit sevgi
esas itibariyle çocuğu bir gaye saymakla duyulur. Hepimizde kendilerimiz
hakkında bu duygu vardır: kendilerimiz için iyi şeyler isteriz, ama ilkin
bunları elde etmekle büyük bir maksadın hasıl olacağına ispat ve delil
istemeksizin. Tabiî olarak her şefkatli ana-baba çocukları için aynı şeyi
hisseder. Ana-baba çocuklarının büyümesini, kuvvetli ve sıhhatli olmasını,
okulda başarı göstermesini v. s., tıpkı kendileri için birtakım şeyler
istedikleri gibi isterler; böyle meseleler hakkında zahmete katlanmak hiçbir
feragati, cehdi ve hiçbir soyut adalet prensipini istilzam ettirmez. Bu ana
babalık insiyakı daima yalnız insanın kendi çocuklarına münhasır değildir.
Yayılmış şekliyle, küçük kız ve erkek çocuklara iyi bir öğretmen olacak
herhangi bir kimsede bulunabilir. Öğrenciler yaşlandıkça o önemini yavaş yavaş
kaybeder. Fakat yalnız buna malik olanlara terbiye plân çizdirilebilir. Boş
sebeplerle öldürecek veya öldürülecek insanlar yetiştirmeyi erkek terbiyesinin
gayelerinden biri sayanlar açıkça, yayılmış şekliyle, ana baba duygusu
olmayanlardır; buna rağmen Danimarka ve Çin müstesna, onlar bütün medeni
memleketlerde terbiyeyi kontrol etmektedirler.
Fakat terbiyecinin çocukları
sevmesi kâfi değildir; onun insan fazileti hakkında doğru bir anlayışı olması
da lâzımdır. Kediler yavrularına fare
tutmayı ve onlarla oynamayı öğretirler; militaristler de aynı şeyi insan
yavrularıyla yapıyorlar. Kedi yavrusunu sever, ama fareyi sevmez; militarist
kendi oğlunu sevebilir, ama memleketin düşmanlarının oğullarını sevmez.
Bütün insanlığı sevenler bile iyi bir hayat hakkında doğru fikirleri
olmadıkları için hataya düşebilirler. Bunun için, iyice ilerlemeden önce, erkek
ve kadında fazilet saydığım şeyler hakkında bir fikir vermeğe çalışacağım, ve
bunda tatbik edilebilir veya edilemez olduğunu, yahut ne gibi terbiye metodları
ile meydana getirilebileceğini hesaba katmayacağım. Terbiyenin teferruatını
düşündüğümüz zaman böyle bir manzara bize sonradan faydalı olacaktır; gitmek
istediğimiz yönü bilmiş olacağız.
İlkin iki şeyi ayırt etmeliyiz:
bazı vasıflar insanlığın bir kısmı için arzuya değer, bazıları umum için
istenir. Sanatkârlar isteriz, fakat aynı zamanda fen adamlarına da ihtiyacımız
vardır.
Büyük idareciler isteriz, fakat aynı zamanda saban sürenler,
değirmenciler ve ekmekçilere de ihtiyacımız vardır. Herhangi bir sahada büyük bir adam
yaratan vasıflar çok defa umuma şamil olsalar arzuya değmeyecek cinstendirler.
Shelley bir şairin günlük işini şu sözlerle tasvir ediyor:
Şafaktan karanlığa kadar
Göle akseden güneşin aydınlattığı
Sarmaşık çiçeklerindeki sarı arıları seyreder
Onların ne olduğunu ne düşünür ne de görür.
Göle akseden güneşin aydınlattığı
Sarmaşık çiçeklerindeki sarı arıları seyreder
Onların ne olduğunu ne düşünür ne de görür.
Bu itiyatlar bir şairde övülmeğe
değer, fakat meselâ, bir posta müvezziinde hiç de öyle değildir. Bunun için
terbiyeyi herkese bir şair mizacı verecek şekilde ayarlayamayız. Fakat bazı
vasıflar umumi olarak arzuya şayandır, ve işte ben bu safhada yalnız bunları
ele alacağım.
Ben kadın ve erkek meziyetleri
arasında hiçbir fark gözetmeyeceğim. Bebeklere bakmak zorunda olan bir kadın
için biraz meslek terbiyesi arzu edilir, fakat bu çeşit fark bir çiftçi ile bir
değirmenci arasındaki fark gibidir. Hiçbir derecede esaslı değildir ve bizim
şimdiki durumumuzda düşünmeğe değmez.
Ben ideal bir karakterin temelini teşkil ettiğini sandığım dört
vasfı alacağım:
hayatiyet, cesaret, hassaslık ve zekâ.
Bu listenin tam olduğunu söylemek
istemem, fakat bizi oldukça ileriye götürür sanırım. Üstelik, ben şuna kuvvetle
inanıyorum ki gençler beden, heyecan ve zihin bakımlarından doğru bir ihtimam
görürlerse, bu vasıfların hepsi pek yaygın bir hale getirilebilir. Bunların
herbirini sıra ile ele alacağım.
Hayatiyet zihnî bir vasıf olmaktan
ziyade fizyolojik bir vasıftır; sıhhatleri mükemmel olan kimselerde daima
mevcut olduğu sanılır, fakat yaş ilerledikçe azalmaya yüz tutar. Mevcut olduğu
kimselerde, herhangi belirli hoş bir halden tamamile ayrı, canlı olmaktan
duyulan bir haz vardır. Hazların derecesini yükseltir, acıları azaltır.
Hâdiselere karşı alâka duymayı kolaylaştırır ve bu suretle aklî selâmet için
lâzım olan afakîliği teşvik eder. İnsanlarda gördükleri ve işittikleri ile veya
kendi derileri dışında bir şeyle ilgilenmeyerek, sırf kendileriyle meşgul
olmaya karşı bir meyil vardır. Bu kendileri için büyük bir talihsizliktir,
çünkü en iyi şeklinde can sıkıntısı, en kötü şeklinde melânkoli yaratır; pek
müstesna haller bir yana bırakılırsa, o aynı zamanda faydalı olabilmeğe engel
olur. Hayatiyet dış dünya ile alâkayı artırır; çalışma kudretini de
ziyadeleştirir. Üstelik, hasede karşı bir koruyucudur, çünkü insanın kendi
hayatını hoşça yaşanılır bir hale getirir. Haset, insana hayati zehir eden
büyük kaynaklardan biri olduğu için, bu hayatiyetin pek önemli meziyetidir.
Birçok fena vasıflar tabiîdir ki hayatiyetle beraber gider. .Meselâ sıhhatli
bir kaplanın vasıfları. Ve en iyi vasıfların çoğu da onun yokluğu ile
uzlaşılabilir: meselâ Newton ve Locke’ta pek az hayatiyet vardı. Bununla
beraber bu adamların her ikisinde de asabîlikler ve hasetler vardı ki daha iyi
bir sıhhat onları bunlardan kurtarabilirdi. İhtimal Newton’un İngiliz matematiğini yüz yıldan fazla bir müddet
kötürümleştiren Leibniz ile bütün tartışması, eğer Newton gürbüz ve alelâde
zevklerden faydalanmağa muktedir olsaydı, hiç ortaya çıkmazdı. Bunun için
kusurlarına rağmen, ben hayatiyeti bütün insanların sahip olması gerekli
vasıflar arasında sayıyorum.
Listemizde
ikinci gelen vasfın, yani cesaretin, birçok şekilleri vardır, ve
hepsi de karmaşıktır. Korkunun mevcut olmayışı başka bir şeydir, korkuyu
kontrol etmek kudreti başka bir şey. Korkunun mevcut olmayışı da, mâkul olduğu
zaman başka bir şey, mâkul olmadığı zaman başka bir şeydir. Vehmin olmayışı
açıkça iyidir: korkuyu kontrol etme kudreti de öyle. Ama mâkul korkunun yokluğu
tartışılabilecek bir meseledir. Fakat bu meseleyi cesaretin diğer şekilleri
hakkında birkaç şey söyledikten sonra ele alacağım.
Mâkul olmayan korku birçok
kimselerin insiyaki heyecan hayatında olağanüstü büyük bir rol oynar. Patolojik
şekillerde, meselâ zulüm manisi, üzüntü kompleksi, v. s. gibi hallerde, deli
doktorları tarafından tedavi olunur. Fakat hafif şekillerinde akıllı sayılanlar
arasında yaygındır. Etrafta tehlikeler olduğuna dair umumi bir duygu, daha
doğru bir tabirle «endişe» olabilir, yahut da fare veya örümcek gibi tehlikeli
olmayan şeylerden hususi bir korku olabilir {
Çocuklukta korku ve endişe hakkında bk,, meselâ William
Stern, İlk Çocukluk Psikolojisi, Bölüm XXXV.}. Eskiden birçok korkuların
insiyaki olduğu sanılırdı, fakat şimdi birçok araştırıcılar bundan şüphe
ediyorlar. Görünüşe göre birkaç insiyaki korku vardır. meselâ, büyük gürültülerden korku gibi fakat
bunların çoğu ya tecrübeden yahut telkinden ileri geliyor. Meselâ
karanlıktan korku tamamıyla telkinden ileri geliyor gibi görünüyor.
Belkemikliler, birçoklarına göre, genel olarak tabii düşmanlarına karşı
insiyakı bir korku duymazlar, fakat bu heyecan onlara büyüklerden geçer.
İnsanlar onları ellerinde yetiştirdikleri zaman, o çeşit hayvanlar arasında
umumiyetle görülen korkunun olmadığı görülür. Fakat korku son derecede
bulaşıcıdır: çocuklar onu büyüklerden alırlar, hattâ büyükler onu
gösterdiklerinden haberdar olmasalar bile. Anne ve dadılardaki korkaklık telkin
yoluyla pek çabuk çocuklar tarafından taklidedilir. Şimdiye kadar erkekler
kadınların mâkul olmayan korkularla dolu olmasından hoşlandılar, çünkü bu
erkeklere, hakiki bir tehlikeye düşmeksizin, koruyucu görünmek fırsatını
veriyordu. Fakat bu adamların oğulları annelerini taklid ederek birer korkak
oldular, bu çocuklar eğer babaları annelerini hor görmek istememiş olsaydılar,
hiçbir zaman kaybetmeyecekleri cesareti sonradan yeniden kazanmağa çalışmak
zorunda kalmayacaklardı. Kadının aşağı bir varlık sayılması hesapsız zararlara
sebeb olmuştur; bu korku meselesi ancak rastgele alınmış bir tek misaldir.
Ben burada korku ve endişenin
asgari hadde indirilmesi yollarını arıyor değilim; bu meseleyi daha sonra ele
alacağım. Bununla beraber bu safhada ortaya çıkan bir mesele var: korkuya karşı
baskı ile mukabele etmekle yetinelim mi, yoksa daha cezri bir çare mi bulalım?
Geleneğe bakarsak, aristokrasiler korku
göstermeyecek şekilde yetiştirilmişler, tâbi milletler, sınıflar ve cinsler
korkak kalmaya teşvik edilmişlerdir. Cesaretin mihengi kabaca «behaviouristic»
olmuştur: bir adam savaşta kaçmamalı; «erkekçe spor» larda mahir olmalı;
yangınlarda, deniz kazalarında, zelzelelerde, v. s. soğukkanlılığını muhafaza
etmeli. Doğru olan şeyi yapmakla kalmamalı, aynı zamanda benzi solmamalı, yahut
titrememeli, yahut soluğu kesil memeli, yahut herhangi diğer kolayca göze
çarpan korku alâmetleri göstermemeli .Bütün bunları ben son derece önemli
sayıyorum. Bütün milletlerin, bütün sınıfların ve bütün kadın ve erkeklerin
cesaretli yetiştirildiğini görmek isterim. Fakat kabul edilen metod baskı
olursa, o bu usul ile genel olarak ilgili fenalıkları gerektirir. Utanma ve
ayıp daima cesaret görünüşü hasıl etmek hususunda kudretli silâhlar
olmuşlardır. Fakat bunlar gerçekte ancak korkular arasında bir çarpışmaya sebep
olurlar ki bunda halk efkârının vereceği hükme karşı duyulan korkunun daha
kuvvetli olması temenni olunur. «Seni
bir şey korkuttuğu zamandan gayri zamanlarda hep doğru söyle», çocukluğumda
bana bu vecize öğretildi. Korku yalnız harekette değil, duyguda; yalnız şuurlu
duyguda değil, fakat şuur altında da
yenilmelidir. Korkuyu yalnız haricen yenmek aristokratları tatmin ediyor, fakat
bu, ilcayı şuur altında bırakır ve korkudan olduğu sezilemeyen fena, eğri büğrü
tepkilere sebep olur. Ben harpte «mermi şok» unu düşünmüyorum, onun korku ile
münasebeti aşikârdır. Ben daha ziyade hâkim sınıfların üstünlüklerini idame
için kullandıkları bütün baskı ve zulüm sistemini düşünüyorum. Son
zamanlarda Şanghayda bir İngiliz subayı birkaç silâhsız Çin öğrencisinin haber
verilmeden arkadan kurşunla öldürülmesini emretttiği zaman, açıkça kendisi de
askerden kaçan her hangi bir asker gibi korkuyla hareket ediyordu. Fakat
askeri aristokrasiler bu gibi hareketleri psikolojik kaynaklarına irca edecek
kadar zeki değildirler; bunları azim ve hakiki cesaret göstermek telakki
ederler.
Psikoloji ve fizyoloji bakımından
korku ve şiddetli öfke birbirine çok benzer heyecanlardır, şiddetli öfke duyan
kimse en yüksek neviden cesareti olan biri değildir. Zenci ayaklanmalarını,
komünist isyanlarını ve diğer aristokrasiye karşı tehditleri bastırmakta hemen
her zaman gösterilen gaddarlık, korkaklığın bir neticesidir ve bu kusurun diğer
daha açık şekillerine karşı gösterilen istihkara lâyıktır. Ben alelâde kadın ye
erkeklerin korkusuz yaşayabilecek tarzda terbiye edilmelerinin mümkün olduğuna
inanıyorum. Şimdiye kadar yalnız birkaç kahraman ve aziz böyle bir hayat
sürmeğe muvaffak oldular; fakat onların yaptığını, yol gösterilecek olursa,
başkaları da yapabilir.
Baskıya dayanmayan cesarette birkaç
âmil birleşmiş olmalıdır. En önemsizinden başlarsak, sıhhat ve hayatiyet, elzem
olmamakla beraber, pek faydalıdırlar. Tehlikeli durumlarda tâlim ve meharet çok
arzuya değer. Fakat şu ve bu bakımdan cesareti değil, fakat evrensel cesareti
düşünmeğe başladığımız zaman, daha esaslı bir şey istenir, istenen şey izzeti
nefis duygusuyla birlikte hayata gayrişahsi bir bakıştır. İzzeti nefisle işe
başlayalım. Bazı kimseler içlerinden yaşarlar, bazıları ise ancak komşuları
tarafından düşünülen ve söylenilenlerin aynasıdırlar. İkinci çeşit insanlar
hiçbir zaman hakiki cesarete sahib olamazlar: onlar hayranlık isterler ve bunu
kaybetmekten son derece korkarlar. Eskiden arzuya değer sayılan
«alçakgönüllülük», bu aynı kusurun tam aksini hasıl etmek için bir vasıtaydı.
«Alçakgönüllülük» izzeti nefsi öldürüyor, fakat başkalarının
saygısına karşı arzuyu öldürmüyordu, o sırf itibari olarak nefsi alçaltmayı,
itibar kazanmak için bir vasıta yapıyordu. Bu suretle o riyakârlığa ve
insiyakın yanlış yollara sapmasına sebeb oluyordu. Çocuklara düşünmeden itaat
öğretiliyordu, onlar da büyüdükleri zaman aynı şeyi başkalarından istiyorlardı.
Söylendiğine göre yalnız itaat etmesini öğrenmiş olanlar kumanda etmesini
bilirlerdi. Ben
şunu teklif ediyorum: kimse itaat etmeyi öğrenmemeli, kimse de emir vermeğe
kalkışmamalı. Bundan elbette elbirliğiyle
yapılması gereken işlerde önderler olmaması lâzım geldiğini söylemek istemiyorum;
fakat onların otoritesi tıpkı bir futbol takımındaki kaptanın otoritesi gibi
olmalıdır: müşterek bir gayeyi elde etmek için ona gönül rizasiyle tahammül
edilmelidir. Gayelerimiz, dış otoritenin neticesi değil, kendimizin olmalı ve
gayelerimiz hiçbir zaman zorla başkalarına kabul ettirilmemelidir. «Kimse emir
vermemeli, kimse de itaat etmemeli», dediğim
zaman ben bunu anlıyorum.
En yüksek cesaret için bir şey daha
gerekir ki ben buna demin «hayata gayrişahsi bir bakış» demiştim. Bütün
ümitleri ve korkuları kendi nefsi üzerine toplanmış bir kimse ölüme
soğukkanlılıkla bakamaz, çünkü onun bütün heyecan dünyasını yokeder. Yine,
burada, bizi kolay ve değersiz baskı usulüne sevkeden bir gelenekle
karşılaşıyoruz: velî veya aziz nefis feragatini öğrenmeli, vücuduna eziyet
etmeli ve insiyakı hazlardan vaz geçmeli. Bu yapılabilir, ama neticeleri
fenadır. Kendisi
hazlardan feragat etmiş olan aziz veya velî başkalarının da onları terk
etmelerini ister. Bu da kolaydır.
Haset şuuraltında kalmakta devam eder ve onu ıztırabın asalet verdiği, bunun
için de diğerlerine haklı olarak çektirilebileceği fikrine saptırır. Bu yüzden
kıymetler tam manasıyla ters bir şekil alır: iyi olan kötü, kötü olan iyi
sanılır. Bütün zararın kaynağı şudur ki iyi yaşama, tabii arzuları ve
insiyakları genişletip geliştirmekle değil, menfi bir emre itaatte aranıyor.
Beşer tabiatinde bazı şeyler vardır ki bizi hiç bir cehd sarf etmeksizin
Nefsimizin ötesine götürür. Bunların en çok görüleni sevgidir, daha özeli ana
baba sevgisidir, bazı kimselerde bu bütün insanları kavrayacak kadar genel bir
şekil alabilir. Bir diğeri de bilgidir. Galile’nin
bilhassa iyiliksever bir adam olduğunu düşünmek için bir sebep yoktur, bununla
beraber o ölümü ile yok olmayan bir gaye için yaşadı.
Diğer bir tanesi de sanattır. Fakat gerçekte insanın kendi
varlığı dışında her hangi bir şeye karşı duyduğu her alâka onun hayatını o
derece gayri şahsi yapar. Bu sebepten, paradoksal görünmekle beraber, geniş ve
canlı alâkaları olan bir kimse, hayatı terk etmekte, alâkaları kendi
hastalıkları ile sınırlanmış olan zavallı bir evhamlıdan daha az güçlük çeker.
Bundan dolayı en mükemmel cesaret, benliğinin, dünyanın ancak küçük bir parçası
olduğunu duyan ve bunu kendini hakir görerek değil, fakat kendinden olmayana
çok değer vererek hisseden, alâkaları çok olan bir kimsede bulunur. Bu,
insiyakın serbest ve zekânın faal olmadığı kimselerde olamaz. İkisinin
birleşmesinden gerek zevk düşkünlerinin, gerekse zâhitlerin bilmediği bir görüş
genişliği hasıl olur; böyle bir görüş sahibine ölüm ehemmiyetsiz görünür. Böyle
bir cesaret müsbet ve insiyakidir, menfi ve zecrî değildir. İşte bu müsbet
mânadaki cesareti ben mükemmel bir karakterin başlıca unsurlarından biri
sayıyorum.
Listemizdeki üçüncü vasıf hassaslık, bir bakıma alelâde cesareti
tashih edici bir mahiyet taşır. Tehlikeleri
anlayamayan bir kimse için cesaretli hareket daha kolaydır, fakat böyle bir
cesaret çok defa budalalık olabilir. Bilgisizlik ve unutkanlığa dayanan her
hangi bir hareket tarzını biz tatmin edici saymayız: mümkün olan en tam bilgi
ve düşünme arzuya değer olanın en esaslı kısmıdır. Bununla beraber, bilme ve
anlama cephesi zekâ başlığı altında gelir, benim kullandığım mânada hassaslık
heyecanlara aittir. Sırf nazari bir tarif şu olurdu ki bir şahıs, birçok münebbihler
onda heyecanlar hasıl ettiği zaman, heyecanlı ve duyguludur; fakat böyle geniş
bir şekilde anlaşıldığı vakit bu vasıf mutlaka iyi bir vasıf değildir. Eğer
hassaslık iyi olacaksa, heyecan tepkisi bir bakıma ona uygun olmalıdır:
istenilen şey sırf şiddet değildir. Benim anlatmak istediğim vasıf, birçok
şeylerden ve doğru şeylerden zevk veya aksini duymaktır. Doğru şeylerin ne
olduğunu izaha çalışacağım. Aşağı yukarı beş yaşındaki çocukların attıkları ilk
adım, yiyecek ve sıcaklık gibi, sırf duyum hazlarından, sosyal beğenilme
hazlarına geçmektir. Bu haz, meydana çıkar çıkmaz, pek çabuk gelişir: her çocuk
övülmeği sever ve kabahatli sayılmaktan nefret eder. Genel olarak herkes
tarafından iyi sayılmak arzusu ömür boyunca üstün saiklerden biri olarak kalır,
iyi harekete teşvik olması bakımından ve açgözlülük içtepi sine gem vurmak
bakımından şüphesiz ki pek değerlidir. Hayranlıklarımızda daha akıllı
davransaydık, çok daha da değerli olabilirdi. Fakat en hayran olduğumuz
kahramanlar en çok insan öldüren kimseler olmakta devam ettiği müddetçe,
hayranlık sevgisi yalnız başına iyi bir hayat için yeter görülemez.
Arzuya değer bir hassaslık şeklinin
gelişmesinde ikinci merhale sempatidir. Sırf fizik bir sempati vardır: pek
küçük bir çocuk bir kardeşi ağladığı için, ağlar. Bana kalırsa bu, daha ileri
gelişmeler için bir esas verir. Gerekli olan gelişmeler şunlardır: ilkin
ıstırap çekene karşı hususi bir sevgi beslenmese bile yine sempati duymak;
ikinci olarak, ıstırap duyulur derecede mevcut iken değil, sırf vaki olduğunu
bilirken onu duymak. Bu genişlemelerin İkincisi büyük bir nispette zekâya
bağlıdır. O yalnız iyi bir romanda olduğu gibi canlı ve dokunaklı bir şekilde
anlatılan ıstıraba karşı sempati olabilir; diğer taraftan, bir adamı
istatistiklerle heyecana getirebilecek kadar ileri gidebilir. Bu soyut sempati
kaabiliyeti nadir olduğu kadar önemlidir de. Hemen herkes sevdiği bir kimsenin
kanserden ıstırap çektiğini görmekten derin bir keder duyar. Çok kimseler
hastanelerde bilmedikleri hastaların ıstırap çektiklerini gördükleri zaman
müteessir olurlar. Buna rağmen kanserden ölümün şu ve şu nisbetlere çıktığını
okudukları zaman, kaide olarak ancak kendilerinin veya sevdikleri kimselerin
hastalığa tutulmalarına karşı geçici bir korku duyarlar. Aynı şey harp için de doğrudur:
kendi oğulları veya kardeşleri sakatlandığı zaman onu herkes korkunç sayar,
fakat bir milyon kişinin sakatlanmasını milyon kere korkunç saymazlar. Bütün sahsi işlerinde şefkatli olan bir kimse bütün
gelirini harbe teşvikten, yahut «geri» memleketlerdeki çocuklara işkenceden
kazanabilir. Bütün bu alışık olduğumuz hadiseler sempatinin, çok
kimselerde, sadece soyut bir tenbihle uyandırılmamasından ileri gelir, Modern
dünyadaki fenalıkların büyük bir kısmı, buna bir çare bulunsa, ortadan
kalkardı. Fen uzak diyarlardaki kimselerin hayatlarına tesir etme kudretimizi,
onlar için duyduğumuz sevgiyi artırmaksızın, son derece artırmıştır. Farz
ediniz ki siz Şanghay’da pamuklu imal eden bir kumpanyanın hissedarısınız.
İşiniz çok olabilir ve paranızı bu işe yatırırken yalnız bir malî mütehassısın
tavsiyesini tutmuş olabilirsiniz; ne Şanghay, ne de pamuklu sizi alâkadar
etmiştir, siz yalnız temettü düşünmüş olabilirsiniz. Ama siz masum insanların
öldürülmesine saik olan bir kudretin ortağı olmuşsunuzdur, küçük çocuklar tabiî
olmayan tehlikeli işlerde çalıştırıl masalar size temettü verilmeyecekti. Siz
aldırış etmezsiniz, çünkü siz bu çocukları hiç görmediniz, ve mücerret bir
tenbih de sizi harekete getiremez. işte büyük ölçüde sanayiciliğin bu kadar
zalim olmasına, tabi ırkların baskıya maruz kalmasına müsamaha edilmesinin
sebebi budur. Soyut tenbihlere karşı hassasiyet yaratan bir terbiye bunları
imkânsız yapar.
Buna dâhil edilmesi gereken anlayış
hassaslığı ise hemen hemen bir müşahede itiyadıdır. Bu daha tabii olarak zekâ
ile birlikte mütalâa edilir. Estetik hassasiyet ise ortaya birçok meseleler
çıkarır ki ben bunları bu merhalede ele almak istemiyorum. Bunun için şimdi
saydığımız dört vasıftan sonuncusuna geçeceğim. Bu son vasıf zekâ (intelligence) dır.
Geleneksel ahlâkın büyük
kusurlarından biri zekâya büyük bir değer vermemesidir. Grekler bu bakımdan hiç
yanılmadılar, fakat Kilise faziletten başka hiçbir şeyin önemi olmadığına ve
faziletin de indî olarak «günah» diye yaftalanmış olan birtakım hareketlerden sakınmaktan
ibaret olduğuna insanları inandırmıştı. Bu inanış devam ettiği müddetçe,
insanlara zekânın sunî bir teamüle dayanan «fazilet» ten daha faydalı olacağını
anlatmak imkânsızdır. Zekâdan bahsederken ben ona hem mevcut bilgiyi, hem de
bilgi edinme kabiliyetini dahil ediyorum. Gerçekten iki şey birbiriyle
sıkısıkıya bağlıdır. Cahil yetişkinlere bir şey öğretilemez; meselâ sağlığı
koruma, perhiz gibi meselelerde onlar ilmin buluşlarına inanmak kabiliyetinden
tamamıyla mahrumdurlar. Bir adam ne kadar bilgili ise onun için bilgi edinmek o
kadar kolaydır tabiî dogmatizm ruhile yetiştirilmemiş olmak şartiyle. Cahil
insanlar hiçbir zaman zihnî itiyatlarını değiştirmek zorunda bırakılmadıkları
için katılaşıp davranışları değişmez bir hale gelmiştir. Onlar yalnız şüphe
etmeleri gereken şeylere inanmakla kalmazlar, inanmaları gereken şeylere karşı
da o derece itimatsızlık gösterirler. Hiç şüphesiz ki «zekâ» (intelligence)
kelimesi edinilmiş bilgiden ziyade esas itibariyle bilgi edinme kabiliyetini
ifade eder, fakat ben bu kabiliyetin idmandan başka bir yolla edinilebileceğini
zannetmiyorum, tıpkı bir piyanistin veya canbazın kabiliyeti gibi. Tabiî zekâyı
işletmeden malûmat vermek de mümkündür, bu yalnız mümkün değil, kolaydır ve sık
sık da yapılmaktadır. Fakat malûmat vermeksizin veya hiç olmazsa bilgi
edinilmesine sebep olmaksızın zekâyı terbiye etmenin mümkün olmadığına
inanıyorum. Zekâsız karmakarışık modern dünyamız idame edilemeyeceği gibi
terakki de edemez. Bunun için zekânın işlenmesini eğitimin başlıca maksatlarından
biri sayıyorum. Bu malûm bir şey gibi görünürse de hakikatte böyle değildir.
Doğru sayılan inançları öğretmek arzusu çok defa terbiyecileri zekâ terbiyesine
karşı kayıdsız bırakmıştır. Bunu aydınlatmak için zekâyı biraz daha vazıh bir
şekilde tarif etmek lâzımdır, bu suretle onun gerektirdiği zihnî iti yadları
keşfedebiliriz. Bu maksatla ben, haklı olarak zekânın tarifi içine girebilecek
mevcut bilgi hâzinesini değil, yalnız bilgi edinme kabiliyetini mütalâa
edeceğim.
Zihnî hayatın insiyaki temeli tecessüstür. Tecessüs iptidai şekillerinde
hayvanlar arasında bulunur. Zekâ uyanık bir tecessüs ister, fakat bu muayyen
bir cinsten olmalıdır. Köy komşularını ortalık karardıktan sonra perdeler
arasından birbirlerini gözetlemeğe sevk eden cinsten bir tecessüsün pek büyük
bir kıymeti yoktur. Dedikoduya karşı duyulan yaygın alâka, bilgi sevgisinden
değil, fena niyettendir: hiç kimse başkalarının gizli faziletleri hakkında
dedikodu yapmaz, yalnız gizli suçları hakkında yapar. Bunun neticesi olarak
dedikoducun çoğu yalandır, ama kimse doğruluğunu tetkik etmeğe lüzum görmez.
Komşularımızın günahları, dinin tesellileri gibi, bize o kadar hoş gelir ki
durup delilleri yakından tetkik etmeyiz. Asıl tecessüs dediğimiz şeyi, bize gerçek bir bilgi
sevgisi ilham eder. Bu iç-tepiyi biz oldukça saf bir şekilde hiç bilmediği bir
odaya getirilip her köşeyi, her koltuk ve masayı koklamağa başlayan bir kedinin
hareketinde görebiliriz. Bunu daima kapalı bulunan bir dolap ve çekmece
açıldığı zaman şiddetli bir alâka duyan çocukların yüzlerinde de görebiliriz. Hayvanlar,
makinalar, gökgürültüleri, elle yapılan şeylerin her türlüsü çocukların
tecessüsünü uyandırır, onların bilgiye karşı susuzluğu en zeki yetişkini bile
mahcup edecek kadar şiddetlidir. Yaş ilerledikçe bu içtepi zayıflar, nihayet'
alışılmadık şey insana yalnız tiksinti vermeğe başlar, onunla daha sıkı temas
arzususu kalmaz. İşte bu merhalede insanlar memleketin mahva süküklendiğini
söylemeğe ve «ben gençken böyle değildi»
demeğe başlarlar. O uzak zamandakinin aynı olmayan şey konuşanın tecessüsüdür. Tecessüsün
ölmesiyle de faal zekâyı ölmüş sayabiliriz.
Çocukluk çağından sonra tecessüs
şiddet ve şümul bakımından zayıflamakla beraber, vasfı bakımından uzun müddet
iyileşmekte devam edebilir. Umumi meselelere karşı tecessüs hususi olaylara
karşı tecessüsden daha yüksek bir zekâ seviyesi gösterir; umumilik derecesi ne
kadar yüksekse zekâ da o kadar büyüktür. (Bununla beraber, bu kaide çok dar
mânada anlaşılmamalıdır.) Şahsi menfaatle ilgisi olmayan tecessüs, meselâ,
yiyecek bulma isteğile ilgili tecessüsten daha yüksek bir inkişaf seviyesi
gösterir. Hiç bilmediği biodaya girip etrafını koklayan bir kedi hiçbir
menfaat beklemeyen bir ilim araştırıcısı değildir, belki de o etrafta fare
bulunup bulunmadığını anlamak istemektedir. Hiçbir menfaat kaygısı
taşımayan tecessüsün en iyi tecessüs olduğunu söylemek belki pek doğru olmaz,
fakat tecessüs, başka menfaatlerle doğrudan doğruya ve aşikâr surette ilgili
olmadığı, ama ilgisi ancak bir derece zekâ ile anlaşılabildiği zaman en iyi bir
tecessüstür. Mamafih bu mesele hakkında karar vermeğe mecbur değiliz.
Tecessüs semereli olacaksa, bilgi
edinme tekniğiyle müterafik olması gerektir. Müşahede itiyadı, bilgi edinmek
imkânına inanma, sabır ve çalışkanlık da olmalıdır. Esas sermaye olan tecessüs
ile dürüst bir zihni terbiye olduktan sonra bunlar kendiliklerinden doğup
gelişirler. Fakat, mademki zihnî hayatımız faaliyetimizin ancak bir kısmıdır ve
tecessüs daimî surette diğer ihtiraslarla mücadele halindedir, o halde birtakım
meziyetlere, meselâ, yeni bilgiye karşı açık zihinli olmaya ihtiyaç vardır. Biz
hem itiyat, hem de arzu tesiriyle yeni hakikatler öğrenmeğe karşı
hassasiyetimizi kaybederiz; yıllarca kuvvetle inandığımız, aynı zamanda
izzetinefsimizi veya herhangi diğer esaslı ihtiraslarımızdan birini tatmin eden
şeylere karşı inançlarımızı kolayca değiştiremez hale geliriz. Bunun için yeni
bilgilere karşı açık zihinli olmak terbiyenin yaratmaya uğraşacağı vasıflardan
biridir. Bugün bu pek mahdut bir ölçüde yapılıyor. 31 temmuz 1925 tarihli The Daily Herald gazetesindeki şu parça bunu
pek iyi gösteriyor:
«Bootle okulunda öğretmenler tarafından çocuklara zihinlerini
ifsadettiği yolundaki iddiatarım doğru olup olmadığını tahkik için seçilen özel
komisyon, tahkikatın neticelerini Bootle Kaza İdare Meclisine arz etmiştir.
Komisyon iddiaların hakikat olduğu kanaatine varmakla beraber Meclis «hakikat»
kelimesini silmiş, «iddiaların tahkikatı haklı gösterecek mahiyette» olduğunu
beyan etmiştir. Komisyonun tavsiye ve Meclisin kabul ettiği bir karara göre
bundan böyle yapılacak öğretmen tâyinlerinde adaylar öğrencileri Tanrıya, dine
karşı hürmet, memleketin sivil ve dinî müesseselerine saygı gösterecek bir
tarzda yetiştirmeği taahhüdedeceklerdir».
Görülüyor ki başka yerlerde ne
olursa olsun Bootle’da yeni bilgilere açık bir zihin istenmiyor. Kaza idare
Meclisinin yakından programını tatbik için en iyi usuller bulmak üzere Dayton’a
(Tennessee) bir heyet göndermesi de beklenebilir. Fakat bu belki lüzumsuzdur.
Kararın kaleme alınışından anlaşılıyor ki Bootle’ın aydınlık düşmanlığı
üzerinde ders almaya ihtiyacı yoktur.
Cesaret hem zihnî namuskârlık, hem
de fizik kahramanlık için elzemdir. Hakiki dünyayı biz zannettiğimizden daha az
biliyoruz Hayatımızın ilk gününden itibaren birtakım meşkûk istikralarda bulunuyor,
zihnî itiyatlarımızı haricî tabiatın kanunlarıyla karıştırıyoruz. Türlü zihnî
sistemler Hıristiyanlık, Sosyalizm, Yurtseverlik, v. s., öksüz yurtları gibi,
kölelik mukabilinde bizlere emniyet vermeğe hazırdırlar, Serbest bir zihnî
hayat, bir inanca bağlı bir hayat kadar sıcak, rahat ve munis olamaz: ancak bir
inanış, dışarıda kış ve fırtına hüküm sürerken, rahat bir ocak başı hissini
verebilir.
Bu bizi biraz güç bir meseleye
getiriyor: iyi bir hayat ne dereceye kadar sürüden ayrılmalıdır?
«Sürü insiyakı» tâbirini kullanmakta tereddüd
ediyorum, çünkü doğruluğu münakaşa mevzuudur. Fakat nasıl tefsir edilirse
edilsin, onun tasvir ettiği fenomenler herkesin bildiği şeylerdir, işbirliği
yapmak istediğimizi sandığımız gruptan olanlarla ailemiz, komşularımız,
meslektaşlarımız, siyasi partimiz yahut milletimiz aramızın iyi olmasından
hoşlanırız Bu tabiîdir, çünkü iş birliği yapmadan hayatın zevklerinden
hiçbirini tadamayız. Bundan başka, heyecanlar, bilhassa bir anda birçok
kimseler ta rafından duyuldukları zaman, sarıdırlar. Çok az kimse heyecanlı bir
toplantıda heyecanlanmadan durabilir Muhalif tarafta iseler muhalefetleri
kabarır. Çok kimseler için böyle bir muhalefet, tasvibini kazanacaklarını
umdukları bir başka kalabalık mevcut olduğunu bildikleri takdirde, mümkün olur.
İşte bunun içindir ki Azizlerle Birleşme fikri din yüzünden zulüm görenlere o
kadar büyük bir teselli vermiştir. Kalabalıkla iş birliği yapmak arzusunu
tatmin mi etmeliyiz, yoksa terbiye ederken onu zayıflatmayamı uğraşmalıyız?
Her iki tarafı destekliyecek iddialar ileri
sürülmüştür, fakat doğru olan iş, katı bir hükme varmadan önce, ikisi arasında
haklı bir nispet bulmak olmalıdır.
Benim kanaatime göre hoşa gitmek ve
iş birliği yapmak arzusu kuvvetli ve normal olmalı, fakat bazı mühim zamanlarda
diğer arzular onu yenebilmelidir. Başkalarını memnun etmek isteğinin arzuya
şayan olduğunu evvelce hassasiyet bahsinde ele almıştık. Bu olmazsa hepimiz
birer kaba insan oluruz ve aileden yukarıya doğru, bütün sosyal grupların
mevcudiyeti imkânsızlaşır. Çocuklarda baba ve analarının gözlerine girmek
arzusu olmasaydı, onları terbiye etmek çok güç olurdu. Heyecanların sarî
olmasının da faydaları vardır. Sirayet akıllı bir kimseden budala bir insana olduğu
takdirde. Fakat toplu korku ve toplu çılgınlık tabiatiyle faydalının tam
zıddıdır. Bundan dolayı heyecanlanma meselesi hiç de basit değildir.
Büyük kâşifler sürüye karşı gelmek zorunda kalmışlar, bağımsızlıklarından
dolayı düşmanlıklara uğramışlardır. Fakat vasat bir adamın kanaatleri, tek
başına düşünüp varacağı kanaatlerden daha az budalaca olur: hiç olmazsa ilimde
otoriteye saygı umumiyetle faydalı olmuştur.
Bana kalırsa hal ve vaziyeti normal bir kimsenin hayatında sürü
insiyakının hâkim olduğu geniş bir sahanın yanıbaşında bu insiyakın nüfuz edemediği
küçük bir saha bulunmalıdır. Bu
küçük saha onun özel yetkisi olduğu bölgeyi ihtiva etmelidir. Herkesin
hayranlık duymadiği bir kadına hayran olamayan bir insana karşı iyi bir fikir
beslemeyiz: bir erkeğin karısını seçerken etrafındakilerin duygularına göre
değil, müstakil olarak kendi hislerine göre hareket etmesi gerektiğine
inanırız. Umumi olarak insanlar hakkındaki hükümleri komşularının hükümlerine
uygunsa bunun ehemmiyeti yoktur, ama aşkta müstakil, kendi duygularına göre
hareket etmesi lâzımdır. Diğer yönlerde de bu böyledir. Bir çiftçi kendi
ekip biçtiği tarlalarda nelerin yetişip yetişemeyeceği hakkında kendi fikrine
uymalıdır. Yalnız bu hükme İlmî ziraat bilgisini edindikten sonra varmış olması
şarttır. Bir iktisatçının para tedavülü meselelerinde müstakil bir kanaati
olması gerekir, ama vasat bir insanın bu hususta yetkili bir kimseye inanması
daha iyi olur. Nerede bir hususî yetki varsa orada kendi başına hareket de
olmalıdır. Fakat
insan kendini, herkesi uzakta tutacak dikenlerle dolu bir kirpi haline
getirmemelidir. Alelâde
faaliyetlerimizin çoğu iş birliğine dayanmalı, iş birliğinin de insiyaki bir
temeli olmalıdır. Bununla beraber, hepimizin iyice bildiğimiz işlerde kendi
başımıza düşünmeyi öğrenmemiz, ve ehemmiyetli olduğuna inandığımız fikirleri
hoşa gitmeyeceklerini bilsek dahi, açıkça söylemek cesaretini elde etmemiz
lâzımdır. Bu umumi prensiplerin hususi hallere tatbiki, şüphesiz, güç olabilir.
Ama insanların burada bahsettiğimiz meziyetlere umumiyetle sahib oldukları bir
dünyada şimdi olduğundan daha az güç olacaktır. Meselâ, böyle bir dünyada zulüm ve
işkenceye uğrayan bir velî mevcut olmayacaktır, iyi insan kendini dikenlerle
kaplamayacak, daima kendi varlığını hissetmeyecek, onun iyiliği kendi içinden
gelen bir hızdan doğacak ve insiyakî bir saadetle karışık olacaktır. Komşuları
ondan nefret etmeyecek, çünkü ondan korkmayacaklardır. Öncülerden (pioneers)
nefret edilmesinin sebebi ilham ettikleri korkudur. Bu korku cesaret kazanmış
insanlar arasında mevcut olmayacaktır. Yalnız korku duyan insanlar Ku Klux
Klan’a, yahut Faşitlere iltihak ederler, cesur insanlarla dolu bir dünyada
böyle zulüm ve itisaf için kurulmuş cemiyetler olamaz ve iyi hayat insiyaka
bugün olduğundan çok daha az mukavemeti istilzam ettirecektir. İyi dünyada ancak
korkusuz insanlar tarafından yaratılabilir ve devam ettirilebilir; onlar
işlerinde ne kadar muvaffak olurlarsa cesaretlerini kullanmak için o kadar az
fırsat olacaktır.
Terbiyenin verebileceği en yüksek
hayatiyet, cesaret ve hassasiyete sahip olan kadın ve erkeklerden kurulmuş bir
cemiyet şimdiye kadar görülmüş olan cemiyetlerden çok farklı olacaktır. Böyle
bir cemiyette pek az bedbaht bulunacaktır. Bugün bedbahtlığın başlıca sebepleri
şunlardır: hastalık, yoksulluk ve tatmin etmeyen bir cinsiyet hayatı. Bütün
bunlar gayet azalacak, sağlık hemen hemen umumi olacak,, ihtiyarlık bile
geciktirilebilecektir. Yoksulluk, Sanayi inkılâbından beri, sadece İçtimaî
budalalık mahsulüdür. Hassasiyet insanlara bunu ortadan kaldırmayı arzu
ettirecek, zekâ onlara bunun yolunu gösterecek, cesaret onları bu yola
götürecektir. (Korkak
insan mûtat olmayan bir işi yapmaktansa sefil kalmayı tercih eder.) Bugün,
ekseri insanların cinsiyet hayatları tatmin edici değildir. Bu kısmen fena
terbiye, kısmen de resmî makamların takibatından ve taassuptan ileri geliyor.
Mâkul olmayan (irrational) cinsiyet korkularından uzak yetiştirilen bir kadın
nesli buna derhal son verecektir. Kadınları «faziletli yapmanın yegâne yolu
korkudur sanılıyor ve onlar kasden beden ve zihince korkak yetiştiriliyor.
Ruhlarında sevgi taşımayan kadınlar kocalarını kabalığa ve riyakârlığa
sürüklerler, çocuklarının insiyaklarını yanlış yollara saptırırlar. Korkusuz
bir kadın nesli, korku nedir bilmeyen, gayritabii şekillere sokulmamış, fakat
doğru, açık, cömert, sevmeğe hazır ve serbest bir çocuk nesli yetiştirerek
dünyayı değiştirebilir. Onların ateşli gayretleri tembel, korkak, katı
yürekli, ve şaşkın olduğumuz için katlandığımız zulüm ve ıztırabı süpürüp yok
edebilir. Bize bu fena vasıfları veren
terbiyedir ve terbiye bunların zıtları olan meziyetleri de bize vermelidir.
Terbiye yenidünyanın anahtarıdır. Fakat artık bu umumi mütalâaları bırakıp
ideallerimizi hakikat yapacak müşahhas teferruata geçmenin zamanı gelmiştir.
Kaynak: BERTRAND RUSSELL, TERBİYEYE DAİR,(On Education), Çeviren
: Prof. Hâmit DERELİ, Maarif Basımevi, 1954, Ankara, 34-68
Ben Mortlake’de otururum, işe
gitmek için her gün trenle şehre inerim. Bir akşam eve dönerken her gün önünden
geçtiğim bir villanın kapısında pirinç bir tabela gördüm. Tabelada doktorlar
çevresinde mutad olanın aksine şu kelimelerin bulunduğunu hayretle gördüm :
DR. MURDOCH MALLAKO
Horrors
Manufactured here
(Burada dehşet imal edilir.)
Horrors
Manufactured here
(Burada dehşet imal edilir.)
Burada yaratılan dehşetin ne
olduğunu merak ediyordum. Eve gelir gelmez Dr. Mallako’ya danışmaya karar
vererek detaylı bilgi istediğimi belirten bir mektup yazdım. Şu cevabı aldım
Çok sayın bay,
Tabelamdan ötürü bazı bilgiler edinmek
istediğinizi anlamak kolay.. Son zamanlarda merkezimizin banliyölerindeki
(varoşlardaki) tekdüze hayattan şikâyetlerin geniş ölçüde arttığı sizin de
dikkatinizi çekmiştir. Görüşlerine değer verilecek bazı şahıslar bu
yeknesaklığın kurbanının hayatı, tehlikeli de olsa bazı olaylarla dayanılır
hale getirilebileceğini ifade ettiler. Bu ihtiyacı gözönüne alarak şimdiye dek
tamamen yabancı olan meslekî görevi kabul ettim. Müşterilerime hareketli ve
heyecanlı olaylar yaşatacağıma inanıyorum. Önceden alacağınız randevu ile
yapacağınız kişisel ziyarette daha etraflı bilgiler vereceğim. Ücretim saatte
yirmi liradır.»
Bu cevapla, Dr. Mallako'da
insanları sevmenin değişik şeklini gördüğümü kabul ediyorum. Etraflı bilgiyi
yirmi liraya satın mı alayım, yoksa bu miktarı başka eğlencelere mi saklayayım,
diye düşünüyorum.
Bu sorunun cevabını kendi kendime
henüz vermemiştim ki, bir pazartesi gecesi komşum Mr. Abercrombie’nin doktorun
evinden çıktığını gördüm. Solgun yüz, delice bakışlar ve sendeleyen adımlarla
mütereddit, bahçe kapısının kilidini açtı ve dışarı çıktı.
«Tanrım, size ne yaptılar?»
diye bağırdım.
Sakin görünmeye gayret ederek:
«Önemli değil, havalardan sözettik» dedi.
«Boşuna zahmet etmeyin, beni
kandıramazsınız» dedim.
«Sizi böylesine korkutan, havadan
başka şey.»
«Korku mu?
Saçma. Sadece viskisi çok kuvvetliydi.»
Başka sorularla rahatsız edilmek
istemediğinden yalnız başına evine gitmesi için müsaade ettim ve bir kaç gün
kendisinden hiç haber alamadım. Ertesi akşam aynı saatte eve dönerken başka
bir komşumu, Mr. Beauchamp’ı aynı ifadelerle doktorun evinden çıkarken gördüm.
.Ona seslendiğimde işaretle reddetti. Daha ertesi gün aynı durumda Mr.
Cartwright’i gördüm. Perşembe akşamı çok iyi dostum olan evli, kırk yaşlarında
Mrs. Ellerker kapıdan çıktı ve kaldırımda bayıldı. Kendine gelmesine
yardımcı oldum. Ayıldığında ağzından tek kelime çıktı: «Bir daha asla!» Evi, ne
kadar eşlik etmeme rağmen başka hiç bir şey söylemedi.
Cuma akşamı bir olayla
karşılaşmadım. Cumartesi ve pazar işe gitmediğimden Dr. Mallako'nun kapısından
geçmedim. İyi bir iş adamı olan komşum Mr. Gosling bana gevezelik etmeye geldi.
Kendisine içki ikram edip rahat koltuğuma oturttuktan sonra her zamanki
alışkanlığı olan çevredeki komşularımız hakkında konuşmaya başladı.
«Caddemizdeki
dikkati çeken gidişatı gördünüz mü?
Mr. Abercrombie, Mr. Beauchamp ve Mr. Cartwringht
hastalandılar ve büro işlerinden uzaklaştılar. Mrs. Ellerker karanlık odasında
inleyerek yatıyor.»
Mr. Gosling, Dr. Mallako’dan ve
dikkati çeken pirinç tabelasından haberdar değildi anlaşılan. Ben de ona bundan
hiç sözetmeyip araştırmalarımı tek başıma yürütmeyi kararlaştırdım. Sırasıyla
Mr. Abercrombie, Mr. Beauchamp ve Mr. Cartwright’i ziyaret ettim, fakat bunlar
bana tek kelime bile söylemediler. Mrs. Ellerker’i görmem mümkün olmadı.
Çünkü inzivaya çekildiği hasta odasından dışarı çıkmıyordu. Ortada çok ilginç
olayların döndüğü ve bunun da nedeninin Dr. Mallako olduğu gün gibi aşikârdı.
Bunun üzerine onu ziyaret etmeye karar verdim. Fakat müşahede için değil, bu
gidişatın nedenini sormak için gidecektim.
Güleryüzle içeri girdiğinde: «Size
ne gibi bir yardımım dokunabilir?» diye sordu. Müşfik görünmesine rağmen
tebessümü çok manidardı. İnsanı etkileyen soğuk bakışları vardı. Tebessümünün
bu bakışlara etkisi olmuyordu.
«Dr. Mallako cumartesi ve
pazar hariç her gece kapınızın önünden geçerken sizin hesabınıza rahatsız edici
bulduğum olaylarla karşılaştım. Mektubunuz da dikkate alınacak olursa
tabelanızın ne ifade ettiğini hâlâ anlayamadım. Gördüklerim karşısında beni
inandırmaya çalıştığınız gibi, gerçekten de insanlık uğruna mı çalıştığınızı,
kendi kendime soruyorum. Yanılmış olmam da mümkündür. Şayet öyle ise beni
teskin etmek sizin için çok kolay olmalı. Fakat muayenehanenizi terk
ettiklerinde düşündürücü durumda olan Dr. Abercrombie, Mr. Beauchamp, Mr.
Cartwringht ve Mrs. Ellerker hakkında sağlam bir açıklama yaparsanız memnun
olacağımı itiraf ederim.»
Ben konuşurken Dr. Mallako’nun
yüzündeki tebessüm kayboldu ve sert, cezalandırıcı bir tavır takındı.
«Beyefendi, siz beni ahlâksızca ve
alçaltıcı bir iş yapmaya zorluyorsunuz. Bir hastanın doktoruna anlattığı
sırların tıpkı günah çıkarma gibi açıklanmıyacağını bilmez misiniz?
Sizin merakınızı giderirken namussuzluk
edeceğimi bilmiyor musunuz?
Doktorun susmasına değer vermeyi bu yaşınızda
öğrenemediniz mi?
Hayır beyim sizin utanmaz sorularınızı cevaplandırmayıp
hemen evimi terk etmenizi isteyeceğim. Kapı orada.»
Caddeye çıktığımda mahcup olduğumu
hissediyordum. Şayet gerçekten inançlarına bağlı bir doktorsa sorularıma
verdiği cevaplar doğruydu. Acaba yanılmış olabilir miydim?
Doktor olarak dördünde de şimdiye dek
bilmedikleri kötü bir vücut arazı mı bulmuştu?
Mümkün olmasa da, ihtimal dâhilindeydi. Bundan
sonra ne yapabilirdim?
Ertesi hafta sabah ve akşam doktorun
bahçesinin önünden geçerken gözetlemelerimi devam ettirdim, fakat dikkati çeken
bir durumla karşılaşmadım. Geceleri kâbuslar içinde göğsünde zırh gibi taşıdığı
tabelası, pençesi ve kuyruğu ile düşlerime giriyor, sabit bakan gözleri
karanlıkta bana çevrilmiş hemen hiç hareket etmeyen dudaklarının arasından şu
sözleri fısıldıyordu: «Tekrar geleceksin!» Her geçen gün kapısının önünden daha
yavaş geçiyordum. Her seferinde içeri girmek için daha büyük bir istek
duyuyordum, fakat bu kez araştırma için değil, muayene olmak için. Bunun delice
bir saplantı olduğunu anladığım halde karşı koymuyordum. Fevkalâde çekici bir
kuvvet çalışmamı aksatıyordu. Nihayet şefime baş vurdum ve Dr. Mallako'dan hiç
söz etmeden onu çok yorgun olduğuma ikna ederek izin istedim. Benden daha yaşlı
olan takdir ettiğim şefim kederli yüzüme bakarak ricamı kabul etti.
Uçakla Korfu’ya gittim. Güneş ve
deniz sayesinde hepsini unutacağımı sanıyordum. Ne yazık ki, burada da gece ve
gündüz rahat değildim. O gözler her gece düşlerimde daha da büyüyerek
bakıyorlardı. Geceleri ter içinde uyanıyor ve bana «Gel» diyen sesi duyuyordum.
Şayet durumumdaki düzelme mümkünse bunun tatilde olmayacağını anladım ve
umutsuzluk içinde geri döndüm. Beni kendisine bağlamış olan, başladığım
araştırma işinin zihnimi açacağım sanıyordum. Hararetli bilimsel bir araştırma
yaptım ve Dr. Mallako’nun kapısından geçmeyen tren istasyonuna gidebileceğim
bir yol buldum.
2
Mr. Gosling beni ziyaret edene dek
bu zorlu düşüncelerden yavaş yavaş kurtulduğuma inanıyordum. Bu adam kırmızı
yanaklı, sağlıklı ve canlıydı. Benim görüşümle ruh sükûnetimi bozarak hastalık
halini alan düşüncelerimi dağıtacak tipti. Fakat henüz içkisini vermiştim ki
ilk cümleleri bende daha şimdiden korku yarattı.
«Mr. Abercrombie’nin tutuklandığını
duydunuz mu? »
«Aman Allahım! Mr. Abercrombie
tutuklandı mı?
Ne suç işlemiş olabilir?»
«Bildiğiniz gibi Mr. Abercrombie
bankalarımızdan birinin saygı değer müdürüydü. Babası gibi o da iş ve özel
hayatında kusursuzdu. Kralın gelecek yaş gününde şeref payesi verileceği, hatta
seçim çevremizden parlamento adayı gösterilmesi kesinleşmişti. Fakat uzun, şerefli
bir geçmişe önem vermeksizin çok miktarda para çalmış ve suçu kalleşçe yanında
çalışan bir memura yüklemeyi denemiş.»
Mr. Abercrombie'yi daima bir
arkadaş olarak gördüğümden bu habere çok üzülmüştüm. Bin bir güçlükle tutuklu
bulunduğu hapishanede onu ziyaret etme müsaadesini aldım. Mr. Abercrombie’yi
ilgisiz zayıf, solgun ve ümitsiz buldum. Önceleri bana bir yabancıya bakar gibi
baktı, fakat karşısındakinin eski bir dostu olduğunu sonradan anladı. Deva
bulmaz durumunu Dr. Mallako’ya yaptığı ziyaretle bağdaştırmaktan kendimi
alamıyor, ani değişikliğindeki sırrı sezeceğime inanıyordum.
«Mr. Abercrombie, hatırlayacağınız
gibi önceden] farklı tutumunuzu anlamağa çalıştım, fakat o zaman bana bilgi
vermekten kaçındınız. Tanrı aşkına bu kez beni reddetmeyiniz. O zamanki tutuk
davranışınızın sonucunu görüyorsunuz. Yalvarırım, bana gerçeği söyleyiniz,
belki henüz vakit geçmemiştir!»
«Maalesef iyilik vaad eden
çalışmalarınız için vakit çoktan geçmiştir. Bana ölüm, zavallı karım ve
talihsiz çocuklarıma da sefalet ve utançtan başka şey kalmıyor. Allah’ın belâsı
kapıdan içeri girdiğim güne lânet olsun! Şeytan zekâlı habise gittiğim eve
lânet olsun!»
«Bundan korkuyordum zaten. Lütfen
bana hepsini anlatınız.»
Mr. Abercrombie: «Dr. Mallako’yu
merakım üzerine ziyaret ettim» diye itirafa başladı. «Dr. Mallako'nun sipariş üzerine
verdiği tüyler ürpertici şey ne olabilirdi?
Bir kaç kişinin romantik ideallerine
verecekleri ile nasıl geçinebileceğine inanıyordu?
Benim gibi boşuna para verecek çok kişinin
olduğunu sanmıyordum. Ama Dr. Mallako yaptığı işten emin görünüyordu. Bana
Mortlake’lilerden alıştığım şekilde muamele etmiyordu. Bana itibar
göstermiyordu, hatta buna biraz da horgörü diyebilirim. İlk konuşmamdan sonra
en gizli düşüncelerimi okuyabileceği hissini duydum. Önceleri bunu budalaca bir
düşünce olarak kabul etmiş ve kurtulmaya çalışmıştım. Fakat sesini
değiştirmeden ve hissiyatını belirtmeden konuşmasına devam edince bu cazibeye
daha çok kapıldım. Arzularım uyanmıştı. Sadece kâbuslarda tanıdığım düşünceler
tıpkı balina avcılarım korkutmak için derinlerden yukarı çıkan deniz
canavarları gibi beliriyordu. Ümitsiz, çaresiz fakat bağlanmış gibi, güney
denizinin ıssız sularındaki gemi enkazı gibi onun tarafından hazırlanan
fırtınada yalpa vuruyordum.»
«Peki bütün bu süre içinde Dr.
Mallako size neler söyledi?
Böylesine müphem düşüncelerinizi anlatırsanız
size nasıl yardım edebilirim?
Şayet avukatın size yardımcı olması
gerekiyorsa somut bilgilere ihtiyacım var.» diyerek sözünü kestim.
Zorla nefes alarak konuşmasına devam
etti: «Önceleri sadece gereksiz olaylardan sözettik. Sonra mesleklerinde
mahvolan bazı dostlarımdan söz ettim. Bana dostça davrandığından, kendisine
aynı durumdan korktuğumu itiraf ettim. 'Yıkılmanın önüne geçecek bir yol
biliyorum! Yalnız bunu bertaraf etmeye hazırlıklı olmalı. Bir zamanlar bir
dostum sizin bulunduğunuz güç durumdaydı. O da banka müdürüydü’ dedi. 'Herkes
tarafından seviliyordu, fakat spekülasyon yaptı ve iflasla karşılaştı.
Tembellik edecek adam değildi. Sade yaşantısı, mesleği ile ilgili işleri
memnunluk verecek tarzda ifa etmesi ve en önemlisi kendi adını ihmalkâra
çıkaran, bankada alt kademede görevli bir adamdan dolayı henüz çalışacağını
itiraf ediyordu. Başkalarının paralarının emanet edildiği işinde her zaman
kusursuz ve sakin değildi. Ayrıca zaman zaman içki içiyor ve üstelik de
devrimci politik görüşlerini açıklıyordu.’
«Dr. Mallako viskisini yudumladığı
küçük aradan sonra konuşmasına devam etti:
'Dostum bankanın hesap raporlarında
her hangi bir zimmet anlaşılacak olursa suçu, bu sorumsuz genç adama yüklemenin
güç olmayacağını belirtiyordu. Dostum durumu dikkatle hazırlıyordu. Genç adamın
haberi olmadan evine bankadan çalınmış bir paket banknot gizledi. Bir bahsi
müşterek bürosuna genç adamın adına telefonla kazanmayacak atlara çok miktarda
para yatırıyordu. Açık hesaplardan dolayı muhasebecinin göndereceği ihtar
mektubunun geleceği günü dikkatle hesaplıyordu. En uygun zamanda banka
kasasındaki büyük bir açığı tespit ettirdi. Derhal polisle temas kurdu ve
muhtemelen polisin zorlamaları üzerine tek suçlu görünen genç adamın adını
verdi. Polis derhal adamın evine giderek para destesini buldu ve büyük bir
dikkatle muhasebecinin öfkeli haberini okudu. Genç adamın hapishaneye
gittiğini, müdürün her zamankinden daha fazla güvene lâyık görüldüğünü
söylemeye gerek yoktur. O andan itibaren borsada daha dikkatli spekülâsyon
yapmaya başladı. Büyük bir mirasa konarak baron oldu ve milletvekili seçildi.
Kabine üyesi ve bakanlık görevleri üzerine konuşmayacağım. Bu gerçek hikâye sayesinde, biraz teşebbüs
ruhu ve keskin zekâ ile alçaltıcı durumun zafer olabileceğini anlarsınız. İnsan
tüm yurttaşlarının saygısını kazanır. »
Mr. Abercrombie «O bunları
söylerken ben bir isyanla karşı karşıyaydım» diyerek sözlerine devam etti. «Ben
de dikkatsiz bir spekülâsyon sonucu güç duruma düşmüştüm. Benim de Dr.
Mallako’nun belirttiği karakterde bir memurum vardı. Baron olmayı düşünmedimse
bile ben de soyluluk ünvanı ve parlamentoda bir yer elde etme umudundaydım. O
zamanlar iyi okullarda okuyan, spordaki başarıları ikisine de mesuliyetli işler
ve şerefli bir kariyer vaad eden iki oğlumu düşünüyordum. Oğullarımın birden
bire bu cennetten koparılarak bir devlet okulunda okumak mecburiyetinde
kalacaklarını, henüz on sekiz yaşına gelmeden basit bir işte çalışarak ekmek parası
kazanmak zorunda kalacaklarını düşünüyordum, Mortlake’deki komşularımın bana
sevinçle selâm vermeyip başlarını çevireceklerini, içki içmeyeceklerini ya da
Çin anlaşmazlığı hakkındaki görüşlerimi dinlemeyeceklerini düşünüyordum. Dr.
Mallako sakin ve tekdüze sesle konuşmasına devam ederken bu hayaller gözümün
önüne geliyordu. Bunlara nasıl dayanabilirim? diye kendi kendime soruyordum.
Bir çıkış yolu olmadığı sürece asla tahammül edemezdim. Acaba şimdiye dek
kusursuz hayat sürmüş, komşularının severek selâm verdikleri bu yaşımda ben
suçlu olarak yaşamak için bütün bu güveni feda edebilir miyim?
Foyamı meydana çıkaracak, gece ve gündüz
başımın üzerinde sallanan Demokles’in kılıcına tahammül edebilecek miydim?
Evdeki mutluluğun bağlı olduğu egemenliği karımın
üzerinde devam ettirebilecek miydim?
Oğullarım okuldan döndüklerinde gerçek bir
babanın yaptığı gibi onları parlak kelimelerle karşılayabilir miydim?
Polislerin başarısızlıklarından, soygunları
ile ekonomimizi kökünden sarsan hırsızların takibini reddedişlerinden söz
edebilir miydim?
Dr. Mallako'nun dostunu örnek alsam bile bu
noktalarda hata yapacağımı anladım. Her hangi biri: 'Mr. Abrecrombie'ye ne oldu
acaba?
Eskiden kanaatlerini öylesine açık ve yüksek
sesle söylerdi ki, her mücrim ondan korkardı. Gerçi şimdi de öz olarak aynını
söylüyor fakat konuşurken fısıldıyor ve duraklıyor. Hatta sanki polisin
beceriksizliğinden söz edermiş gibi omuzunun üzerinden geriye baktığını fark
ettim. Sanırım Mr. Abercrombie bizden bazı esrarengiz durumları gizliyor,
diyebilirdi...
«Bu utandırıcı tasavvurlar ıstırap
veren hayallerimde her seferinde daha canlı olarak meydana çıkıyordu.
Mortlake'deki komşularımın şehirde arkadaşlarımla paraları karşılaştırdıkları
ve farklı tutumumun bankadaki güçlüklerle bağdaştığı kanaatine vardıklarını
görüyordum. Bunu keşfettikten sonra tek bir adımın beni yıkacağından
korkuyordum. Asla bu karanlık işler çeviren adamın sesine kulak vermeyeceğim
diye kendi kendime düşünüyordum. Asla doğru yoldan ayrılmıyacağım... Fakat...
Fakat...
Bu zaferin kusursuz gidişatını
anlatırken her şey ne kadar da kolay görünüyordu. Dünyadaki kötülüklerin rizikoya
katlanmamızdan ileri geldiğini bir yerde okumamış mıydım?
Ünlü bir filozof ’insan tehlike
içinde yaşamalıdır’ tezini ileri
sürmemiş miydi?
Acaba şartların karşıma çıkardığı
bu örneği tasvip etmek görevim değil miydi?
Umutların, korkuların,
alışkanlıkların ve arzuların nedenleri tartışılırken şaşkınlık ve iç
huzursuzluğu içindeydim. Nihayet tahammülüm kalmadı ve bağırmaya başladım: ’Dr.
Mallako, sizin şeytan mı, yoksa melek mi olduğunuzu bilmiyorum. Tanrıdan sizi
asla görmemiş olmayı dilerim!'. Bunları söyledikten sonra koşarak evden
çıktım ve bahçe kapısında size rastladım. «O meşum ziyaretten sonra bir an bile
ruhum sükûnet bulmadı. Gündüzleri yolda rastladığım insanlara bakıyor ve şöyle
düşünüyordum: Ne yaparlardı acaba, şayet... Geceleri uyumadan önce mahvolma ve
hapishane arasında bocalıyordum. Huzursuzluğumdan şikâyete başlayan karım
nihayet, benim giyinme odasında yatmamı istedi. Lâkin özlediğim uyku orada
uykusuz geçen saatlerden daha ıstırap vericiydi. Korkulu rüyalarda düşkünler
evi ile ağır ceza hapishanesi arasında dar yolda gidip geliyordum. Nöbet
esnasında kendimi oradan oraya atıyor, nihayet korkunç binalardan birine
giriyordum. Daha sonra bir polis görüyor, elini omuzuma koymasıyla korkudan
bağırarak uyanıyordum. Bu şartlar altında mesleğimin zarar görmesi hiç de
hayret verici değildi. Her seferinde daha dikkatsizce spekülâsyon yapıyor ve
daha çok borçlanıyordum. Nihayet Dr. Mallako’nun dostunun yaptığını
yapmaktan başka çarem kalmadı. Fakat şaşkınlıktan onun sakındığı hatayı
işledim. Akılsız memurumun evine gizlediğim banknotların üzerinde benim parmak
izlerim görüldü. Polis, muhasebeciye telefonla verilen siparişin benim evimden
yapıldığını tespit etti. Benim kanaatime göre kaybedecek olan at bütün
yarışları kazandı. Bunun üzerine şimdiye dek müşterek bahis oynamadığını
söyleyen memuruma polis inandı. İşlerimin ümitsiz karışıklığını Scotland Yard
açığa çıkardı. Değersiz biri olarak kabul ettiğim memurumun bir bakanın yeğeni
olduğu anlaşıldı.
«Bu rastlantıların Dr. Mallako’yu
hayrete düşürmediğinden eminim. Başlangıcından korkunç sona dek bütün gidişatı
önceden bildiğine hiç şüphem yok. Suçu kabul etmekten başka çarem yoktu. Kanuna
göre Dr. Mallako suçsuzdu. Bana verdiği acının onda birini ona verebilirseniz
kraliçenin hapishanesinde talihsiz bir kalbin size müteşekkir kalacağından emin
olabilirsiniz.»
3
Mr. Abercrombie’nin son kelimeleri
Dr. Mallako’ ya duyduğum nefretin artmasına sebep oldu, fakat bununla
şahsiyetinin çekici kuvvetinin arttığını da hissettim. Müthiş doktoru
unutamıyordum. Istırap çekmeliydi, ama benim yüzümden. Aramızda gözlerindeki
gibi derin, karanlık ve korkunç uçurum olmasını istiyordum. Bu isteklerimi
yerine getirecek bir yol bulamadığımdan bir süre araştırmalarıma devam etmeye
çalıştım. Kurtulmaya çalıştığım felâketler dünyasına, Mr. Beauchamp’ın
kaderiyle ilgili olarak yeniden düşmem, çabalarımın ilk zayıf belirtisiydi.
Otuzbeş yaşlarındaki Mr. Beauchamp’ı yıllardır Mortlake’de fazilet örneği
olarak bilirdim. İncillerin satışını yürüten bir derneğin sekreteriydi ve
ayrıca da moralistti. Bir zamanlar yeni olduğu anlaşılan siyah etek ve çizgili
pantolon giyerdi. Papyonu siyah, davranışı ciddi ve ölçülüydü. Trende dahi
Incil’den kısımlar zikretmeyi severdi. Her alkollü içkiyi tahrik edici mayi
olarak nitelendirdiğinden bir damlasını bile dudaklarına değdirmezdi. Bir
fincan sıcak kahveyi elbisesine döktüğünde sadece : «Ne kadar kötü!» diye
bağırmıştı. Etrafında ciddi insanların bulunduğuna inandığı erkekler
toplantısında hemen cinsel ilişkiden dert yanardı. Geç vakitler yenilen akşam
yemeğinden nefret ederdi. Çay saatinde harpten kalma bir alışkanlık olarak
soğuk et, salatalık turşusu ve haşlanmış patatesten ibaret bir yemek yerdi.
Tabii bayramlarda etyemezdi. Mortlake’de hiç kimse kötü bir hareketini
hatırlayamazdı.
Fakat Dr. Mallako'nun kapısında ona
rastladıktan kısa bir süre sonra değişiklik olduğunun farkına varıldı. Siyah
etek ve çizgili pantolon yerini bacakları saran gri bir kostüme bıraktı. Siyah
kravat yerine lâcivert takıyordu. İncil’e daha az değiniyordu ve geceleri
erkeklerin içki içmelerini, oruç tutmanın yararlarından sözetmeden
seyrediyordu. Bir kez onu yakasına kırmızı bir karanfil takmış gara giderken caddede
görmüşlerdi. Mortlake'lilerin merakını uyandıran bu hareket bir daha
tekrarlanmadı. Fakat kırmızı karanfilden bir kaç gün sonraki olay yeni
dedikodulara sebep oldu. Mr. Beauchamp genç güzel bir hanımla güzel bir
otomobilde görüldü. Bir kaç gün bu şahsın kim olabileceği araştırıldı. Her
zamanki gibi bu merakı gideren Mr. Gosling oldu. Herkes gibi Mr. Beauchamp'daki
değişiklik beni de huzursuz etti. Mr. Gosling’in beni ziyaret ettiği bir gece
bana şunları sordu.
«Fazilet peygamberimiz üzerinde
dikkati çeken tesiri yaratan hanımın kim olduğunu duydunuz mu?»
«Hayır» diye cevap verdim.
«Ben öğrendim» diye konuşmasına
devam etti. «Yolanda Molyneux. Cangıllardaki ölümü son harbin sayılı
trajedilerinden biri sayılan Kaptan Molyneux’in dul eşi. Güzel Yolanda acısını
oldukça kolay unuttu. Hatırlayacaksınız, Kaptan Molyneux tanınmış sabun
fabrikatörünün tek oğluydu ve mirasçısı olarak, daha onun sağlığında mutlâka
veraset vergisinden düşmek için hatırı sayılır bir servete sahipti. Bu muazzam
servet, tükenmek bilmeyen bir merakla çeşitli erkek tipleri üzerinde etüdler
yapan dul eşine aitti. Bu şekilde milyonerler, sahtekârlar, Karadağlı maden
işçileri ve Hintli fakirlerle tanıştı. Mübalağalı şekilde orijinal olanı tercih
eder. Mr. Beauchamp’ın kişiliğinde ilginç etüd olanağı bulana dek yaptığı dünya
seyahatlerinde sadece Low Church uğruna kendini feda eden bir ondan
kurtulabilmişti. Bu adamı daha ne hallere sokacağını düşündükçe tüylerim diken
diken oluyor, çünkü o bunları ciddiye alırken kadın onu kolleksiyonunun bir
devamı olarak görüyor.»
Durum Mr. Beauchamp’ın lehine
değildi, fakat Dr. Mallako’nun etkisini o zamanlar bilmediğimden kaderi
hakkında peşin hüküm vermek istemiyordum. Mr. Abercrombie’nin öyküsünü
dinledikten sonra Dr. Mallako’nun bunları yapabilecek yetenekte biri olduğunu
anladım. Adamla görüşmek mümkün olmadığından Ham Common’da eskiden kalma bir
evde oturan güzel Yolande ile tanışmaya çalıştım. Hayret etmeme sebep, onun Dr.
Mallako’yu bilmemesiydi. Çünkü Mr. Beauchamp ondan hiç sözetmemişti. Mr. Beauchamp’tan
neşeyle, biraz da horgörüyle sözediyor ve onun zevkine uymak için büyük bir
çaba göstermesine üzülüyordu.
«Onun İncil'den kısımlar okumasını
zevkle dinliyor, çizgili pantolonundan hoşlanıyordum. 'Tahrik edici mayi'
içmeyi reddetmesi, mel’un gibi ifadeleri tasvip etmemesi beni eğlendiriyordu.
Beni ilgilendiren sadece bunlardı, ama normal insanlara benzemeye çalışması onu
her seferinde sevinçle karşılamamı zorlaştırıyor. İyi adama bütün bunların
psikolojik anlamın çok üstünde olduğunu anlatmak boşuna zahmet olur!» dedi.
Mrs. Molyneux’e zavallı adama karşı
daha hoşgörülü olmasını rica etmem benim görüşümle faydasızdı.
«Saçma» diye cevap verecekti.
Kutsal dinin diğer tarafına; his dünyasına küçük bir bakış ona sadece iyi
gelir. Başlıca merakı olan günahkârlara karşı, şimdiye dek olduğundan daha iyi
davranır. Ben insanları severim ve kendimi onun işinde yardımcı görüyorum. Ben
onunla ilişkimi kesmeden yüz misli daha büyük bir başarıyla günahkâr ruhları
kurtarmayı bilecektir. Vicdan azapları ateşli uzdilliliğe dönüşecek ve melun
olmama ümidi şimdiye dek kaybolmuş gözü ile baktıklarına uhrevi saadet kapısını
açma imkânını verecektir. Mr. Beauchamp'tan yeterince bahsettik’ diye gülerek
konuşmasına devam edecekti. 'Bu kuru konuşmadan sonra özel kokteylim bunları
yutmanıza yarıyacaktır.’
Mrs. Molyneux’le yapacağım bu tarz
bir konuşmanın anlamsızlığını anlıyordum. Ayrıca Dr. Mallako uzakta ve
erişilmezdi. Mr. Beauchamp'la ne zaman konuşmak istedimse yerine getirmeye
mecbur olduğu işlerle meşgul değilse, Ham Common’a gitmek üzereydi. Bu
görevlerin onu gittikçe daha az meşgul ettiği ve dönmeyi adet edindiği akşam
trenindeki her zamanki yerinin boş kaldığı dikkati çekiyordu. Daima iyi
düşünmeme rağmen kötü bir durumun ortaya çıkmasından korkuyordum.
Maalesef korkularım gerçekleşti.
Bir gece evinin önünden geçerken ihtiyar hizmetçinin ağlayarak kapıda toplanan
halka yollarına devam etmelerini rica ettiğini gördüm. Mr. Beauchamp’a yaptığım
sık ziyaretlerden tanıdığım iyi kadına ne olduğunu sordum.
«Zavallı efendim, zavallı efendim»
diye bağırdı.
«Zavallı efendinize ne oldu?»
diye sordum.
«Ah beyefendi çalışma odasının
kapısını açtığım andaki korkunç dakikayı asla unutamayacağım. Bu odanın uzun
zaman önce, kiler olarak kullanıldığını ve tavanında varlık günlerinde tütsülenmiş
domuz budu ile koyun budu asılan çengeller olduğunu belki bilirsiniz. Kapıyı
açtığımda bu çengellerden birinde Mr. Beauchamp’ı boynundan iple asılmış
gördüm. Efendimin hemen altında düşmüş bir iskemle vardı. Onu bu ümitsiz
sona sevkedenin bir ıstırap olduğunu sanıyorum. Bunun ne olduğunu bilmiyorum
ama, efendimi yoldan çıkaran günahkâr ve tanrısız kadının bunlara sebep
olduğunu düşünüyorum.»
Daha fazla dinlemek istemiyordum,
fakat düşüncelerinin mümkün olabileceğini kabul ediyordum. Belki sadakatsiz Yolande
trajediyi açıklayabilirdi. Hemen evine gittim ve onu postacının henüz getirdiği
bir mektubun başında buldum.
«Mrs. Molyneux» dedim, «şimdiye
kadarki bağımız tamamen dostaneydi, fakat artık ciddi olarak konuşmamız
gerektiğini sanıyorum. Mr. Beauchamp benim dostumdu ama sizin için, dosttan da
ileri olduğunu ümit ediyordu. Bu yüzden evindeki korkunç olayla ilgili bir
açıklama yapabilirsiniz.»
Her zamankinin aksine gayet ciddi:
«yapabilirim» dedi. «Derin hislerine değer vermediğim bu talihsiz adamın son kelimelerini
biraz önce okudum. Kendimin de suçlu olduğunu itiraf ediyorum, fakat asıl suçlu
ben değilim. Bu rolü tehlikeli bir şahıs oynadı. Dr. Mallako'dan sözediyorum.
Biraz önceki mektup onun iştirakinden bahsediyor. Mr. Beauchamp’ın dostu ve
bildiğim kadarıyla Dr. Mallako’nun düşmanı olduğunuzdan size bu mektubu
okutmakta haklıyım.»
Bunları söyledikten sonra yazıyı
elime verdi. Kendi dört duvarımın arasına gelmeden mektubu okuyamadım ve orada
bile birçok sayfaları ellerim titreyerek açtım. Sayfaları dizlerimin üzerine
yayarken doktorun şeytanî atmosferinin etrafımı sardığını hissediyordum. Deva
bulmaz bakışlarının hayali ile kamaşan gözlerimi kapamayı güçlükle
başarabiliyordum. Okumakla görevli olduğum korkunç kelimeleri güçlükle
tanıyabiliyordum. Nihayet Mr. Beauchamp’ı bu yola iten ruhsal savaşı
anlayabilmek için kendimi toparladım. Mr. Beauchamp şunları yazıyordu :
«Kalpten sevdiğim Yolande.
«Bu mektubun içindekilerin sana
üzüntü mü vereceğini yoksa bunda dahil olmanın verdiği ıstıraptan kurtuluşu mu göreceğini
bilmiyorum. Nasıl olursa olsun dünyadaki son kelimelerimin seni hedef tuttuğunu
biliyorum ki, bunlar gerçekten de son kelimelerim. Bu mektup bittiği anda ben
artık var olmayacağım. Sana rastlamadan önce hayatım renksizdi, bunu
biliyorsun. Seni tanıdıktan sonra insan varlığının yoksunluk ve yasakları aşan
değerleri olduğunu anladım. Her şey böylesine deva bulmaz bir şekilde son
bulmasına rağmen memnun göründüğün tatlı saatlerden pişmanlık duymuyorum. Fakat
artık burada hislerden söz edilmemeli. Merakına rağmen şimdiye dek Dr. Mallako
ile ilk karşılaşmamızı açıklamadım. O zamanlar seni etkileyecek parlak görünüşe
sahip olmak istiyordum. Bana değer verdiğin takdirde yeni bir hayata
başlayabileceğime inanıyordum. Kötülük
ve şeytanın insan kılığına girdiği şahsı ziyaret edene dek en küçük bir imkân
bulamadım. O öğleden sonra onu ziyaret ettiğimde beni gülerek karşıladı ve
konuşma odasına götürdü.
«Mr. Beauchamp sizi yanımda görmek
benim için büyük bir sevinç’ dedi. 'Yaptığınız iyi işlerden söz edildiğini
duydum ve asil amaçlarınızdan dolayı hayran kaldım. Size nasıl yararlı
olabileceğimi tahmin edemediğimi itiraf ederim. Fakat konuşmadan önce
alacağımız bir serinleticinin bize zararı olmaz. Şarap ve birayı
reddedeceğinizi bildiğimden bunlardan ikram edip sizi kırmak istemem. Belki bir
fincan tatlı kakao içersiniz?
Dostane davranışı ve dikkatinden
dolayı teşekkür ettim ve hizmetçisi kakaoyu getirdikten sonra ciddi konuşmamıza
başladık. Hemen hemen manyetik kuvvetle düşüncelerimi dikkatsizlikle
açıklatıyordu. Ona güvenle senden, ümit ve korkularımdan, yeni istek ve
gayretlerimden, kanaatlerimin değiştiğinden, mutluluğun sarhoş edici
dakikalarından, uğruna bana soğuk davrandığın uzun günlerden söz ettim. Ona
seni kazanmak için sadece dünya iyiliklerine değil, zenginliğe, karaktere ve
konuşma yeteneğine sahip olmam gerektiğini bildiğimi söyledim. Bütün bunlarda
bana yardımcı olabilirse bütün hayatım boyunca ona müteşekkir olacağımı,
konsültasyona ödeyeceğim mundar 20 liranın bir faninin ödeyeceği en iyi sermaye
olacağını söyledim. Dr. Mallako bir an düşündü ve düşünceli bir sesle konuşmaya
başladı :
«Söyleyeceklerimin size faydası
olur mu, emin değilim. Fakat ne olursa olsun sizin durumunuza benzer küçük bir
hikâye anlatacağım.
«Meslek hayatında rastlamış olmanız
gereken çok tanınmış bir arkadaşım var. O da gençlik yıllarını sizinki ile eş
şartlar altında geçirmiş. Sonra tıpkı sizin gibi güzel bir hanıma aşık olmuş.
Kısa zamanda onu kazanmak için büyük bir servete sahip olması gerektiğini
anlamış. O da sizin gibi birçok memleket ve dildeki İncil’lerin satışı ile
uğraşırdı. Bir gün trende şüpheli üne sahip bir yayıncıyla karşılaşmış. Eskiden
böyle bir adamla asla konuşmazdı, fakat aşk umudundan dolayı önceleri sefih
olarak adlandırdığı insanlara karşı daha ılımlıydı ve ön yargıda bulundu mu?
«Yayıncı ona edepsiz lektürlerden
(okunacak şeyler) hoşlananların ellerinde manidar literatürün nasıl değiştiğini
anlatmış. Yayıncı 'Güç olan, bu tip kitaplar için
ilân vermektir. Gizli satılması problem değil, gizli alınması ihtilaftır.’ demiş.
Bu noktada yayıncı göz kırparak kabaca gülümsemiş: 'Sizin gibi bir şahıs bize
yardım ederse ilân problemi çözülmüş olur. Sattığınız İncil’lerin içine uygun
bir işaret koyabilirsiniz. Örneğin, 8.
Jeremias'ın insan kalbinin kötülük ve hilekârlıkla dolu olduğunu belirten 9.
mısraındaki bahse not koyarak insan kalbinin şeytanlıkları hakkında filanca
firmadan bilgi alınabileceğine dikkati çekebilirsiniz. Şayet peygamber
kullarına şehir kapılarındaki fahişeleri arama görevini verirse kenarda birçok
kutsal kitabın okuyucularının şüphesiz bu mânayı anlamadıklarını, falanca
firmanın sorulan suale cevap vereceğini belirtirsiniz. Ve eğer tanrı erkeğin
şikâyete değer tutumundan söz ederse bir işaretle bize başvurulabilir.’ Başka
türlü kazancın imkânsız olduğunu anlatan yayıncı arkadaşımın bu işle meşgul
olacağından emindi.
«Arkadaşım uzun zaman tereddüt
etmeden karar verdi. Londra’ya gelir gelmez gardan doğru yayıncının kulübüne
giderek bir kaç bardak viskiden sonra karşılıklı anlaşmalarının esasları üzerinde
karara varmışlar. Arkadaşım İncil satmaya devam ediyor, İnciller her
zamankinden fazla aranıyordu. Yayıncının geliri artmıştı ve arkadaşım da güzel
bir ev ve araba alacak kadar çok para kazanıyordu. Not eklediği kısımlar hariç
arkadaşım Incil'den parçalar okumaya devam ediyordu. Önceleri onunla alay eden
kadın ondan çok memnundu. Evlendiler ve hâlâ mutlu memnun yaşıyorlar. Bu öykü
sizi ilgilendirir ya da etmez ama güç durumunuza ekleyebileceğim tek çıkar yol
budur.’
«Dr. Mallako’nun öğüdündeki kötülükten
korkmuştum. Hayatı boyunca ahlakî yasaklara sıkısıkıya bağlı kalmış benim için
bütün dünyanın tiksindiği yazıları satmakla görev almak inanılmaz gibi
görünüyordu. Bunu anlaşılmaz kelimelerle Dr. Mallako'ya söylediğimde sadece
manidar gülümsedi.
«'Dostum Mrs. Molyneux'ü tanıma
bahtiyarlığına eriştiğinizden beri şimdiye kadarki yaşama anlayışınızın dar bir
hudut içinde olduğuna kanaat getirmediniz mi?
Süleyman’ın şarkısını kuşkusuz okumuşsunuzdur.
[1]Bunun neden kutsal kitaba alındığını kendi kendinize sorduğunuza da eminim.
Bu sualler günah ve dinsizliktir. Arkadaşımın yayıncısının piyasaya çıkardığı
kitap esere değiniyor, fakat kadına çok düşkün krala benziyorsa nefsini
düşündüğünden alicenaplık gösterememesi, rezilliğe tahammül edememesindendir.
Kutsal kitabın iyi örnekler verdiği, vaz geçmek istediğiniz o alanda biraz
serbestlik, güneş ışığı ve temiz havanın zararı olmaz.’
«Bu eserlerin okunmasının gençleri,
kadın ve erkekleri günaha sürükleme tehlikesi yok mudur? diye cevap verdim. 'Para
kazanacağım işten dolayı bir kaç kişi kendini tehlikeli saadete atarsa, bunu
bilerek beraber yaşadığım insanların gözlerine bakabilir miyim?
«Dr. Mallako 'Kutsal dininizde şimdiye dek iyice
öğrenemediğiniz birçok şeyler vardır mutlaka’ dedi. 'Yobazla ilgili kısmı iyice
okumadınız mı?
Masaya otururken efendiyi
suçlayan yobazın neden azarlamaya müstahak olduğunu kendinize hiç sordunuz mu?
Tövbekar kalbin durmadan methedilmesinde hiç bir şey
dikkatinizi çekmedi mi?
Mrs. Molyneux’le
tanışmadan önce tövbekâr bir kalbe sahip olduğunuzu cidden iddia edebilir
misiniz?
İnsan önceden günah
işlediği takdirde tövbekâr olacağım anlamadınız mı?
Protestanlığın kuralı da budur. Şayet
insanları tanrıya itaat eder duruma getirmek istiyorsanız önce günah
işlemelerine müsaade etmelisiniz. Arkadaşımın
yayıncısının çıkardığı kitapları şüphesiz birçokları alacak, daha sonra da
pişmanlık duyacaklar ve şayet kutsal dinimizin esaslarına inanıyorsak güzide
bir müdafii olduğunuz sarsılmaz haklardan dolayı yaratıcı daha çok memnun
kalacaktır.'
«Bu mantık karşısında hayretten
dilim tutulmuştu. Tereddüte düştüğüm bir nokta daha vardı. ’Böyle bir rizikoda
meydana çıkarılma tehlikesi yok mudur?
diye sordum. 'Büyük gelir sağlayan
hileli işi polisin keşfetmesi mümkün değil midir?
Yasaya karşı işler çeviren insanlara hapishane
kapısı açık değil midir?
«Dr. Mallako 'Evet' dedi, 'sizin ve
meslektaşlarınızın gözünden toplum düzenimizin çapraşık yolları kaçmıştır. Çok
yüksek paraların söz edildiği böyle bir işte belli bir yüzde karşısında resmi
makamların bu teşebbüse katılacaklarına ya da hiç değilse göz yumacaklarına
cidden inanmıyor musunuz?
Emin olunuz, böyle insanlar var ve arkadaşımın
yayıncısına onların beraber çalışmaları destek oluyor. Eğer arkadaşımın
yolundan gitmeye karar verirseniz resmi makam yönünden de bunu emniyete
almalısınız.
«Tek kelime söyleyecek durumda
değildim. Kararsızlık içinde Dr. Mallako’nun evinden ayrıldım. Sadece bundan
sonraki tutumumdan değil, ahlâk esasları ve tanrıya hizmet eden hayatı
düşünerek kararsızdım.
«Önceleri kararsızlıktan çalışamaz
hale geldim; Büroya gitmiyor, ne yapacağımı, bundan sonra nasıl yaşayacağımı
düşünüyordum. Dr. Mallako’nun delilleri bana yavaş yavaş daha fazla yol
gösterir oldu. 'İçimde uyanan ahlâki problemleri çözemem’ diye
düşünüyordum. Neyin kötü, neyin iyi olduğunu artık bilmiyorum. Bildiğim hangi
yolun beni sevgili Yolande’min kalbine götüreceğidir.’ Nihayet bir rastlantı,
atacağım son adımı belli etti. Bunun gerçekten rastlantı mı olduğunu
bilmiyorum, fakat öyle kabul ediyorum. Dünyayı dolaşmış, şüpheli yerleri bilen
bir adamla tanıştım. Polisler hakkında bilgisi olduğunu da bana açıkladı. Hangi
polislerin elde edilip hangilerinin edilemeyeceğini bildiğini iddia ediyor ve
cezaevi adayları ile yumuşak huylu polisler arasında bir nevi aracılık yaparak
yaşıyordu.
«'Tabii siz böyle şeylerle
ilgilenmezsiniz’ dedi. 'Sizin hayatınız açık bir kitap gibi meydandadır. Kıl
payı doğru yoldan ayrılmayı denememişsinizdir şüphesiz.’
«'Çok doğru’ diye cevap verdim,
fakat tecrübelerimi genişletmeyi görev bildiğimden tanıdığınız bu tip bir
polisle beni tanıştırırsanız memnun olurum.' Onun sayesinde gizli polis
müfettişi Mr. Jenkins'le tanıştım. Birçok şerefli polislerimiz gibi kurallara
bağlı olmadığı belirtildi. Dostça ilgiyle Mr. Jenkins’e yaklaşarak sözü, dikkatle
müstehcen eserlere getirdim.
«'Beraberce iyi işler yaptığım bir
yayıncıyla sizi tanıştırabilirim.’ dedi.
«Sözünü ettiğim tarz bir yayıncı
dediği Mr. Mutton’la beni tanıştırdı. Daha önce firması hakkında hiç bir bilgim
yoktu, fakat tanımadığım bir dünyaya girdiğimden hiç de şaşırtıcı değildi.
Biraz konuştuktan sonra Mr. Mutton'a Dr. Mallako’nun arkadaşının yaptığı
şekilde yardımcı olabileceğimi belirttim. Mr. Mutton kendi güveni için teklifle
ilgili bir yazının elinde olması gerektiğini belirtti. Hoşlanmamakla birlikte
razı oldum.
«Bunların hepsi parlak umutların
beni kötülüklerin derinliğine ittiği gün olmuştu. Sana tüm korkunç gerçeği
nasıl açıklayabilirdim?
Bu, gerçekten sadece, akılsızlığımı değil,
alçaklığımı da ispat ediyor. Bugün evimin önünde bir polis belirdi. Onu kabul
ettiğimde Mr. Mutton’un isteği üzerine verdiğim yazıyı gösterdi.
«’Bu sizin imzanız mı?' diye sordu.
«Şaşkınlığıma rağmen ’Bunu
ispatlamak sizin göreviniz’ demek cesaretini gösterdim.
«Bu o kadar zor olmasa gerek,
ayrıca ne durumda olduğunuzu hemen belirtmek isterim.' diye izahta bulundu.
'Mr. Jenkins sır tutan bir memur değildir. Aksine halkımızın toplum hayatını
her türlü kötü ve pis unsurlardan uzak tutmaya kendini adamıştır. Adını para
ile satın alınabilire çıkarmasının sebebi hilekârları ağına çekmek içindir. Mr.
Mutton sadece bir kukladır. Zaman zaman gizli polisin görevini üzerine alarak
kötü karakteri canlandırır. Mr. Beauchamp, kurtulma imkânınızın olmadığını
kabul etmelisiniz.' Tahammül edilir bir hayat sürme ümidi ve imkânımın
kalmadığını hemen anladım. Hapse girmesem bile şimdiye dek para kazandığım işle
ilgili kâğıdın altına attığım imza bu göreve bir son verecekti. Duyacağım utanç
seninle karşılaşmamı imkânsız kılacak ve ha yat benim için cazibesini
kaybedecekti. Şu halde bana ölümden başka tercih kalmıyordu. Haklı bir öfkeyle
beni cehennem azabına mahkûm edecek olan yaratıcımın yanına dönüyorum. Onunla
karşılaşmadan önce bir tek söz söylememe mutlaka müsaade edecektir: Yeryüzünde
yaşamış kötü insanların en kötüsü, en tehlikelisi Dr. Mallako’dur. Benim de
yerim olacak cehennemde ona da yer vermen için sana yalvarırım.
«Yaratıcıma söyleyeceklerim
bunlardır. Düştüğüm şaşkınlık uçurumu içinde sana mutluluk ve sevgiler dilerim,
sevgilim.»
4
Mr. Beauchamp’ın feci âkıbetinden bir
süre son ra Mr. Cartwright’e olanları öğrendim. Neyse ki onun kaderinin o kadar
kötü olmadığım memnunlukla söyleyebilirim. Öyküsünün bir kısmını kendisinden,
bir kısmını da biricik piskopos dostumdan öğrendim.
Herkesin bildiği gibi Mr.
Cartwright artistler ve politikacılar tarafından tercih edilen tanınmış bir
fotoğrafçıydı. Özelliği belli bir ifadeye bağlı kalarak, seyredenlerde asıl
olduğu etkisini yaratmasındandı. Asistanı Lalage Scraggs adlı dikkati çekecek
kadar güzel genç bir hanımdı. İkisini çok iyi tanıyanlar onun. Mr. Cartwright’e
karşı daha mültefit davrandığını, çiftin birbirlerini yasal bağ olmaksızın daha
ziyade hırslı bir aşkla sevdiğini iddia ederlerdi.
Ne yazık ki Mr. Cartwright'ın bir
üzüntüsü vardı. Sabah, öğle ve akşam eksilmeyen sanat anlayışıyla çalışmasına
rağmen mâliyenin haydutça talepleri kendisinin ve Lalage'nin pahalı isteklerini
yerine getiremiyordu.
«Moiybden, Wolfram ya da beni
ilgilendirmeyen başka bir maddeyi satın almak için gelirimin onda dokuzu
hükümet tarafından cebren alınırsa bütün bu ağır işin bana ne yararı var.»
diyordu.
Bu hoşnutsuzluk hayatını
güçleştiriyor ve Monaco Prensliğine yerleşme plânları yapıyordu. Dr. Mallako’nun tabelasını gördüğünde haykırmıştı :
«Bu iyi adam arttırılan vergilerden
daha kötüsünü keşfetmiş olabilir mi?
Şayet böyle ise fevkalâde hayal gücüne
sahip olmalı. Onu ziyaret ederek bilgilerimi artıracağıma inanıyorum.»
Önceden randevu alarak her hangi
bir artist, politikacı ya da yabancı diplomatın resmini çekmekle görevli
olmadığı bir öğleden sonra Dr. Mallako'yu ziyaret etti.
Malum kibar konuşmalardan sonra Dr.
Mallako asıl konuya değinerek Mr. Cartwright'e nasıl yardımcı olabileceğini
sordu :
«Çok çeşitlerimle tüm müşterilerimi
memnun edebilirim» dedi.
Mr. Cartwright: «Güzel» diye cevap
verdi. Benim arzuladığım dehşet bir takım yöntemlere bağlıdır: Mâliyenin
dikkatini çekmeden para kazanmak. Tabelanızın vaad ettiği gibi bu işe de bir
çare bulabilir misiniz bilmiyorum, şayet bulabilirseniz çok memnun olurum.»
«İstediğinizi yapabileceğimi
sanıyorum. Öyle ki meslek hırsımı uyandırdınız, sizi reddedersem bu benim için
utandırıcı olur. Önce sizi cesaretlendirecek küçük bir öykü anlatayım.’ diye
konuşmaya başladı, Dr. Mallako:
«Paris'te bir
arkadaşım var. O da sizin gibi yaratıcı bir fotoğrafçı. Onun da sizin gibi
harikulâde güzel, Paris eğlencelerine kayıtsız kalmayan bir asistanı var. İşini
kanuni işlemlerle sınırlandırdığı sürece o da vergiler altında eziliyordu.
İlerlettiği yöntemler sayesinde bugün bile fotoğrafçılıktan para kazanıyor.
Hangi ünlü kişinin dünyaca tanınmış Paris'te hangi otelde kalacağını önceden
tesbit ediyor. Güzel asistanı büyük adamın geleceği saatte otelde bulunuyor.
Adam müracaatta zorunlu kayıtlarla meşgulken o birden derin nefes almaya,
sendelemeye başlıyor. Bayılacağı sanısını uyandırıyor. Yakınında bulunan tek
kişi olduğundan ünlü adam onu tutmak için hemen öne atılıyor. Kadın kollarında
olduğu an bir flaş patlıyor. Ertesi gün arkadaşım banyo ettiği filmle karşısına
çıkarak negatif ve bazı kopyalara kaç para ödemeye hazır olduğunu soruyor.
Şayet kurban, yüksek bir şahsiyet ya da Amerikalı politikacıysa tabii oldukça
yüksek ücret ödeniyordu. Bu şekilde arkadaşım gelirini haftada kırk saat
çalıştığının çok üstüne çıkardı. Asistanı şimdi haftada sadece bir gün
çalışıyor, o ise iki gün. Bir günü resim çekmek için, ikinci günü kurbanını
ziyaret etmek için. Haftanın diğer beş günü bu çift, mutluluk içinde yaşıyor.
Belki bu öyküde işinize yarayacak bir nokta bulabilirsiniz» diyerek
Dr. Mallako sözlerine son verdi. Bu öğütte Mr. Cartwright’i korkutan iki nokta
vardı. Birincisi keşfedilmek, İkincisi güzel Lalage'nin aşk serüvenine
hiddetti. Korkudan polisle çatıştığını hayal ediyordu. Fakat belki de en
önemlisi kıskançlıktı ki, onu, meşhurların kuvvetli kollarını Lalage'nin
onunkilere tercih etmesine karşı uyarıyordu. O bu meseleleri düşünürken
mâliyeden gelir ve muamele vergisi olarak 12.000 liralık bir talep geldi.
Tasarruf nedir bilmeyen Mr. Cartwright’in her hangi bir yerde parası yoktu.
Uykusuz geçirdiği bir kaç geceden sonra Dr. Mallaka’onun arkadaşı gibi
davranmaktan başka yolu olmadığını anladı. Her şey dikkatlice hazırlanıp
meşhurların listesi kontrol edildikten sonra Mr. Cartwright Boriaboolaga
psikoposunu tercih etti. Anglikan
konferansı için Londra’ya
gelecek olan piskopos ilk kurbandı. Her şey yağdan kıl çekercesine
kolay oldu. Sözde baygınlık geçiren güzel kadın piskoposun uzanan kollarına
düştü. Perdenin arkasına gizlenmiş olan Mr. Carthwright görevini yerine
getirerek ertesi gün piskoposa ikna edici bir fotoğrafla gitti.
«Muhterem piskopos bu fotoğrafın
bir sanat eseri olduğunda bana hak vereceksiniz. Buna sahip olmak
isteyeceğinizden eminim. Arap kültürüne meraklı olduğunuz herkesçe
bilinmektedir. Amirlerim ve üstün niteliklere sahip asistanıma ödemek zorunda
olduğum ücret gözönüne alınırsa negatif ve bir kaç kopyayı bin liradan aşağı
veremem. Koloni piskoposlarımızın maddi güçlükler içinde bulunduğu herkesçe
bilindiğinden fiatı hayli düşürdüm.»
«Çok kötü bu. Her halde bin lirayı
hemen çantamdan çıkaracağımı ummazsınız. Fakat avucunuzun içinde olduğumdan
size bir borç senedi ve piskoposluk gelirimi rehin vereceğim.»
Mr. Cartwright piskoposun ne kadar
akıllı olduğunu memnunlukla tesbit etti ve birbirinden dostça ayrıldılar.
Bu piskopos diğer meslektaşlarından
oldukça farklıydı. Üniversitede arkadaşımdı ve şakacı olarak tanınırdı. Bazı
şakalarının pek zevkli olmadığı gerçekti. Takdisleri üzerine almaya karar
verdiğinde herkes hayret etmişti, fakat daha da hayret uyandıran, onun binlerce
kişiyi dinsel heyecana sürüklemesine rağmen arkadaşlarının bildikleri
hallerinden vaz geçmemesiydi. Kilise yüksek makamları yanlış adımlarıyla
şiddetle mücadele etmelerine rağmen son anda gülümsemesine karşı
duramıyorlardı. Uygun görülen cezanın çok sert olmamasına karar vererek onun
Boria-boola-ga piskoposu olmasına, Canterbury ve York başpiskoposlarının açık
müsaadeleriyle piskoposluk dairesinden çıkmasına izin verdiler. Bir
antropologun Afrika merkezinde yaptığı dinsel tören araştırmalarını okuduktan
sonra müzakerenin sonunda oldukça sade bir izahat veren piskoposa rastladım.
Onunla beraber olmaktan daima memnunluk duyduğumdan.; oturumdan sonra kulübüme
gelmesini rica ettim.
«Sanırım kısa bir süre önce oldukça
garip bir şekilde tanıştığım Mr. Cartwright'ın komşususunuz.»; diyerek olayı en
küçük detayına kadar anlattı. Sözlerini şu esrarengiz sözlerle bitirdi :
«Korkarım arkadaşınız Mr.
Cartwringht onu bekleyen âkibetten pek haberdar değil.»
Piskopos Mr. Cartwringht’ın
tekniğinin etkisi altında kalmış, cemaatindeki kötü çocuklarının ne şekilde
düzeltilebileceğini düşünmüştü. Nihayet bir yol buldu. Sovyet diplomatını iyice
tetkik edip alışkanlık ve jestlerini öğrendikten sonra diplomata çok benzeyen
işsiz aktörlerden birini buldu. Adamı, kendini Sovyet Sefaretine davet
ettirmesi için harekete geçirdi. Daha sonra diplomatın yazdığı bir mektupla Mr.
Cartwright’e kendisini filanca otelde aramasını bildirdi. Teklifi kabul eden
Mr. Cartwright'e sözde diplomatın bir zarfı eline verdiği an çok iyi tanıdığı
bir kamera sesi duyuldu. Zarfa baktığında üzerinde sadece kendi ismi olmayıp
büyük harflerle «On milyon Ruble» yazılı olduğunu gördü.
Tabii ertesi gün piskopos kendisini
ziyaret ederek şunları söylemişti:
«Sevgili dostum, biliyorsunuz
taklit en namuslu iltifattır. Buraya size iltifat etmeye geldim. Şurada en az
sizinki kadar güzel bir fotoğraf var. Fakat bu daha da tehlikeli. Cazip genç
bir hanımı kucakladığım için Boria-boola-ga halkının gözünden düşeceğime pek
inanmıyorum, fakat eğer buradaki resmî makamlar bu fotoğrafı görürlerse sizin
hakkınızda pek iyi şeyler düşünmeyecekler. İşinizi güçleştirecek değilim, çünkü
bir noktaya kadar yaratma gücünüze hayran kaldım. Şartlarım gayet basit. Borç
senedimi ve piskoposluk gelirimin rehin hakkını vereceksiniz. Mesleğinize devam
ettiğiniz sürece bazı şartlara tabi olacaksınız. Şantaj yapmayı düşündüğünüz
erkekler dinsiz olacaklardır. Bu yolda elde ettiğiniz paraların yüzde doksanını
bana vereceksiniz. Boria- boola-ga’da çok dinsiz olduğunu Nyam Nyam piskoposu
ile iddiaya tutuştuğumu bilmelisiniz. Kim onları daha çabuk ve çok sayıda dine
bağlıyabilirse o kazanacak, Şayet kabile reisi kabul ederse bir köyün vaftiz
olmaya karar verdiğini öğrendim. Reisin kendini üç domuz karşılığı vaftiz
ettirdiğini biliyorum. Bu, Afrika merkezinde ortalama 15 liraya mümkündür. Bin
reisin dine dönmesine ihtiyacım var. Demek istediğim, görevimi sona erdirmek
için on beş bin liraya ihtiyacım var. Bu miktarı elde ettiğim an konuşmamıza
devam edebiliriz. Bu arada hem benim, hem de polis yönünden tüm kötü olaylardan
uzak durumdasınız.»
Mr. Cartwrght’in piskoposun
talimatına uymaktan başka çaresi yoktu. İlk kurbanları Hıristiyanlığa inanmanın
yardımı olmaksızın da ebedi sükûnetin bulunabileceğini iddia eden ahlâk
hareketlerini devam ettirenlerin başlarıydı. Diğer kurbanlar Amerika,
Avustralya ve dünyanın diğer ülkelerinden bir konferansa katılmak üzere
Londra’ya gelen komünist liderlerdi. Çok uzun zaman geçmeden, piskopos parayı
memnunlukla alarak, bunun dinsizleri imhâ etmeyi kolaylaştıracağını belirtti.
Mr. Chartwright: «Artık göz altında
bulunmamayı hak ettiğimi her halde itiraf edersiniz» dedi.
Piskopos: «Sakin olunuz» dedi,
«henüz elimde orijinalleri mevcut. Bununla bana verdiğiniz on beş bin lirayı
nasıl kazandığınızı polise kolayca ispatlıyabilirim. Fakat sizinle birlik
olduğumu belirten bir belgeye sahip değilsiniz. Taleplerimi ispatlıyacak
durumunuz yok. Ben merhametli bir adamım, benim kölem olsanız bile sizden
tahammül edemiyeceğiniz bir iş istemem. Fakat Boria-booia-ga da eksik iki şey
daha var. Birincisi, asıl reis babasının inançlarına bağlı; İkincisi, nüfus,
Nyam Nyam’dan daha az. Siz ve güzel asistanınızın bu iki sakıncayı ortadan
kalkacaktır.
Bunun ömür boyu sürecek bir ceza
olduğunu istemiyorum. Yetmiş yaşına geldiğinizde siz ve çekici güzelliğe sahip
Lalage belki o zaman bu kadar güzel olmayacak İngiltere’ye dönüp geçim paranızı
vesikalık fotoğraf çekerek kazanabilirsiniz. Kanuni olmayan bir kurtuluş yolu
bulursanız dikkati çekecek bir tarzda öldüğüm takdirde hemen açılmak kaydıyla
bankada mühürlü bir mektup olduğuna dikkatinizi çekerim. Bu mektuba bir bakış
mahvolmanıza sebep olur, Topluluğunuza müşterek sürgünümüze hoş geldin derim.
Günaydın.»
Mr. Cartwright bu ıstıraplı durumda
hiç bir kurtuluş yolu bulamıyordu. Onu son defa Afrika’ya giden bir gemide
limanda gördüm. Piskoposun başka bir gemi ile gitmesi için ısrar ettiği Miss
Scraggs’la vedalaşıyordu. Üzülmekten kendimi alıkoyamıyordum, fakat
Protestanlığın yayılmasındaki tartışılmaz yararı düşünerek teselli buluyordum.
5
Mr. Abercrombie, Mr. Beauchamp ve
Mr. Cartwright’la ilgili heyecana rağmen Mrs. Ellerker’i gözden kaçırmamıştım.
Beni huzursuz eden onunla da ilgili olaylar cereyan etmişti.
Mr. Ellerker uçak inşa mühendisiydi
ve bakanlıkta bu alanda en yetenekli kişiydi. Biricik rakibi Mr. Ouantox da
tesadüfen Mortlake’de oturuyordu. Bazı resmî makam temsilcileri Mr. Ellerker'i
daha çalışkan buluyor, diğerleri Mr. Quantox'un çalışmasını tercih ediyorlardı.
Kat'i olan şuydu ki, tüm İngiltere'de mesleklerinde ellerine kimse su
dökemezdi. Her iki erkek meslekleri hariç dış görünüşte pek farklıydılar. Mr.
Ellerker önemli bir akademi öğrenimi olan, edebiyat ve güzel sanatlara karşı
kayıtsız, konuşurken övünen, kaba hareketler yapan bir adamdı. Ona karşılık Mr.
Quantox zeki ve nüktedan, geniş bilgisi olan, kültürlü, her topluluğu kritikleriyle
oyalamasını bilen bir adamdı. Mr. Ellerker kendininki hariç şimdiye dek asla
bir kadına bakmamıştı. Mr. Quantox aksine etrafına bakmaktan memnun olurdu.
Mrs. Ellerker bazı bakımlardan
kocasından çok Mr. Quantox’a benzerdi. Babası eski üniversitelerimizden birinde
antropoloji doçentiydi. Gençliğini İngiltere'nin en kibar çevrelerinde
geçirmişti. Zekâ ile nükteyi bağdaştırabildiği söylenirdi. Mortlake’deki
komşularının bir kısmı ateşli konuşmasından memnun, diğerleri ise uçarı
konuşmasıyle dürüst ahlâkın birleşmesinde tereddüte düşüyorlardı. Ciddi ve
yaşlı dostları büyük bir ustalıkla gizlediği aşklarından şüpheleniyor ve
kaçamak yapan karısından dolayı Mr. Ellerker’in dertlerine ilgi
gösteriyorlardı. Diğerleri kahvaltıda kocasının 'Times’deki başmakale yorumunu
düşünerek Mrs. Ellerker’e acıyorlardı.
Mrs. Ellerker’in Dr. Mallako'nun
evinden dramatik bir tarzda çıkışından sonra onunla özellikle dost olmaya
çalışıyordum. Dr. Mallako'nun Mr. Abercrombie’nin kaderinde oynadığı rolü
bildiğimden onu uyarmayı görev sayıyordum. Doktorla ilgili tüm fikirleri
reddettiğinden bunun gereksiz olduğu meydana çıktı. Fakat kısa zamanda onun
namına üzüleceğim bir sebep doğdu. Sık sık Mr. Quantox'la buluştuğu açıklandı.
Mr. Ellerker'le aralarındaki rekabete bakılacak olursa akıllıca bir hareketti.
Mr. Quantox’un güzel konuşma yeteneğine rağmen doktor Mallako'nun ruhsal
dengesizliğe düşürdüğü bir kadın için bu dostluğu tehlikeli görüyordum. Konuşma
esnasında bu noktaya temas ettim, fakat doktor Mallako'yu anmam üzerine çok
farkı bir tepki gösterdi. Öfkeyle bundan sözetmenin hoş olmadığını, Mr.
Quantox’a söz getirmek istemediğini anlattı. O kadar hiddetlenmişti ki
ziyaretlerime son verdim ve nihayet bütün ilgimi kestim.
Bir sabah gazeteyi açıp korkunç
haberi okuduğumda olaylar bu durumdaydı. Mr. Ellerker projesini çizdiği uçak
deneme uçuşunda yanarak düşmüştü. Pilot yanmış ve tahkikat açılmıştı. Polis Mr.
Ellerker'in kâğıtlarını kontrol ettiğinde onun yabancı bir devletle temasta
bulunduğunu, uçak projesindeki hatanın ihanetini ispata yarayacak deliller
bulmuştu. Belgeler açığa çıkarıldığında da Mr. Ellerker intihar etti.
Dr. Mallako’yu düşünerek
gösterilmek istenen durumun gerçek mi olduğundan şüpheleniyordum. Mrs.
Ellerker’i ziyaret ettiğimde onu yaslıdan çok huzursuz ve şaşkın buldum. Bana
acıdan ziyade o zamanlar henüz bilmediğim bir korkunun altında ezilir göründü.
Konuşmanın yarısında durarak, bir şey duymak mümkün olmamakla beraber fısıldar
görünüyordu. Sonra birden kendini toplayarak: «Evet evet neden bahsediyorduk?»
diye soruyordu. Fikren dağınık
olduğu halde yarım bıraktığı konuşmaya devam ediyordu. Onun namına çok
huzursuzdum, fakat bana güvenmeyi reddettiğinden çaresizdim.
Bu arada Mr. Quantox yeni başarılar
elde ediyordu. Biricik rakibi yenilmişti. Hükümet onda yeni ümitler buluyordu.
Kralın doğum gününde adı şeref listesine geçti, gazeteler durmadan övüyorlardı.
Mr. Gosling’den Mrs. Ellerker'in
kıyafet değiştirerek hava bakanlığına gittiğini, bakanla görüşmek istediğini
öğrenene dek bir iki ay olaysız geçti. Bakanın yanına çıktığında anlattığı
öyküyü bakan, ıstırabı ile ilgili deliliğe hükmetti. Bakan anlattıklarının
hepsini anlamamış, kelimelerinden Mr. Quantox’un ve kendisinin suçlu olduğu
anlamını çıkarmıştı. Çağırılan tanınmış bir sinir mütehassısı Mrs. Ellerker’in
aklını oynattığını söylemişti Mr. Quantox gibi değerli bir memur isterik bir
kadının şımarıklıkları yüzünden tehlikeye atılamazdı. Mrs. Ellerker’e hemen bir
doktor raporu hazırlanarak akıl hastanesine sevkedildi.,
Bu hastanenin başhekimi tesadüfen
arkadaşımdı. Kendisini ziyaret ederek bana Mrs. Ellerker’in durumunun ne
olacağını anlatmasını söyledim. Susması gerektiği noktalar hariç her şeyi
anlattıktan sonra şu açıklamayı yaptım:
«Mr. Prendergast, Mrs. Ellerker’in
geçimini, dostları ile ilgisini oldukça iyi bilirim. Bizi yalnız bırakarak
onunla konuşmama müsaade ederseniz iyileşmesi için bir yol bulabilir,
hastalığının nedenini açığa çıkarabilirim. Mrs. Ellerker’in hastalığı ile
ilgili olayların nedenini pek az kimse bilir. İstediğim olanağı bana verirseniz
müteşekkir kalırım.»
Dr. Prendergast mütereddit, razı
oldu. Zavallı kadını terkedilmiş, yıkılmış ve etrafında olanlara tamamen
ilgisiz bir köşede oturur buldum. Odaya girdiğimde hemen hemen hiç bakmadı ve
beni tanıdığını belirten bir harekette bile bulunmadı.
«Mrs. Ellerker» dedim, «aklınızı
oynattığınıza hiç inanmıyorum. Doktor Mallako'yu, Mr. Quantox u ve ölen
kocanızı tanırım. Mr. Ellerker’e isnat edilen kusurla kendisinin suçlu
kılınması bana inanılmaz görünüyor. Fakat doktor Mallako ve Mr. Quantox’un bu
iyi insanın ölümü ve mahvolmasında tesirli olduklarına hükmediyorum. Şayet
şüphelerim yerindeyse bana anlatacaklarınıza akıl hastasının hayalleri gözü ile
bakmayacağıma emin olabilirsiniz.»
«Bu sözlerinizden dolayı tanrı
sizden razı olsun. Gerçeğe hâlâ inanıldığından tekrar ümitlenebilirim. Eğer
öykümü dinlemeye hazırsanız tüm acı tarafları ile bütün teferruatı
anlatabilirim. Bunları anlatırken kendimi korumayacağım, çünkü oynadığım rol
uğruna en ağır hakaretlere hak kazandım. Beni çukura iten şeytanî tesirlerin
altında kaldığıma, kocamın hatırasına hürmeten onu suç ve utançtan kurtarmak
için cezamı çekmeye razı olduğuma inanınız.»
Bu kelimelerle öyküsünü anlatmaya
başladı. Talihsiz sonucun ilk zinciri tahmin ettiğim gibi doktor Mallako
tarafından yönetilmişti. Mr. Ellerker yeni taşınan Dr. Mallako’nun son derece
bilgili olduğunu duymuş ve dostluğunun zarar vermeyeceğine kanaat getirmişti.
Bahçe kapısının önünden geçerken bayılıp yere düştüğünü gördüğüm gün öğleden
sonra Mr. Ellerker karısı ile bu şerefli adamı ziyarete gitmişti.
Bir kaç dakika önemsiz şeylerden
sözettikten sonra Mr. Ellerker telefona çağrılmıştı. Önemli bir adam olduğundan
bakanlığa nerede bulunduğuna dair haber bırakmıştı. Böylece elinde bulunan
dokümanları bir ulak vasıtasiyle hemen bakanlığa göndermesi telefonla
bildirilmişti. Dokümanlar çantasındaydı. Bir ulak bulup onları vermek için bir
kaç dakika izin rica etti. Karısına dönerek: «Sevgilim, yokluğumda şüphesiz Dr.
Mallako’ya arkadaşlık edersin. İşimi bitirir bitirmez seni alırım.»
Mrs. Ellerker Mortlake'li
sakinlerle konuşmaktansa doktor Mallako ile sohbet etmekten daha çok memnun
olacağı için bu fırsattan yararlanmak istedi. Dr. Mallako’nun kocasının
teferruatlı konuşmasından ne kadar sıkıldığını keskin bir zekâyla anlamasına
darılmamıştı. O zamanlar pek şüphelenmemesine rağmen dikkatini çeken, Dr.
Mallako’nun kendisiyle aynı durumda olan şahıslarla ahbap olmasıydı. Önemli ya
da önemsiz daha birçok uçak mühendisleri tanıdığını anlatıyordu. Önemsiz
olanların ilginç eşleri oluşunun hayret uyandırdığını anlatıyordu.
«Beni yanlış anlamayınız sayın
bayan, ben sadece yaşamım boyunca rastladığım çeşitli insanlardan söz ediyorum.
Anladığım kadarıyla onların burada oturanlarla en ufak bir benzerlikleri yok.
«Sizinle bir kaç dakika arkadaşlık
etmek zevkine varmış olmama rağmen insan kaderiyle ilgilendiğinizi anladım.
Belki küçük bir öykü anlatmama müsaade edersiniz.»
«Bir zamanlar iki
rakip tanırdım olay yabancı bir ülkede geçti birinin diğerinin başarısını
kıskandığını maalesef itiraf edeceğim. Kıskanç olan şakacı, diğeri ise hantal
ve işinden başka şey düşünmezdi. Kıskanç olan meslektaşının karısının
teveccühünü kazanmayı bilmişti. Belki inanmayacaksınız fakat bunun böyle
olduğuna sizi temin ederim. Kadın adama âşık olmuştu fakat onun kendisini aynı
şekilde sevmemesinden korkuyordu. Adamın sevgisinin başına getireceklerinden
korkmadığını ona itiraf edecek kadar ileri gitmişti. Biraz tereddütten sonra
adama kendisi için yapabileceği küçük bir iş olduğunu fakat böyle küçük
detayları gereksiz sayacağını bildiğini anlattı.
Aynı vazifeyle
görevli olan önemli şahsiyetler gibi onun da kocası muhakkak yarım kalmış
projeleri akşam elden geçirmek üzere eve getiriyordu. Bu projeler adam uyurken
şüphesiz açık olarak yazı masasının üzerinde duruyordu. Acaba kocasını
horlarken rahatsız etmeden sevgilisinin zaman zaman söyleyeceği şekilde
projeler üzerinde değişiklikler yapabilir miydi?
Kadın bunu başarabilirdi ve yapmayı da
istiyordu. Durumdan habersiz olan kocası kendi projesine uygun olduğuna
inandığı, fakat, gerçek rakibinin değişiklikleriyle inşa edilen yeni bir uçağın
çalışmalarıyla uğraşıyordu. Uçak tamamlandı ve başarısından çok memnun olan
koca deneme uçuşuna kendi çıktı. Uçak yanarak düştü ve kocası öldü. Belli bir
süre geçtikten sonra da sevgilisiyle evlendi. Belki mutluluklarının bir parça
gölgelendiğini düşünebilirsiniz sayın bayan, hayır öyle olmadı. Sevgilisi
öylesine ateşli, öyle müşfikti ki uğruna kurban ettiği can sıkıcı kocası için
bir an bile yas tutmadı. Beraberce ahenkli bir hayat sürdüler ve belki bugün
bile tanıdığım sayılı mutlu çiftlerden biridir,» diyerek sözlerine son verdi.
Birden Mrs. Ellerker: «Bir kadın asla
bu kadar kötü olamaz!» diye
bağırmıştı. Bunun üzerine Dr. Mallako gülerek cevap verdi :
«Yer
yüzünde hayli çok kötü kadın, bunlardan daha da fazla can sıkıcı erkek vardır.»
Dr. Mallako konuşurken erdemli
yaşamayı güçlükle başaran Mrs. Ellerker’in gözünde boşuna kovmaya çalıştığı
bazı resimler canlanıyordu. Mrs. Quantox’a çeşitli toplantılarda raslamış, adam
da ona okşayıcı bir ihtimam göstermişti. Onun sadece cazip olmayıp yüksek bir
ruha sahip olduğunu da mutlaka anlamıştı. Toplantıda bulunan diğer şahıslarla
konuşmaktansa onunla konuşmayı tercih edeceğini söylemişti. Ancak Dr. Mallako
öyküyü anlatırken zavallı kocası Henry’nin yerinde Mr. Quantox olsaydı hayatın
ne kadar değişik olacağını düşündüğü aklına geldi. Fakat bu çabuk
bastırılabilen, geçici bir düşünceydi. Asla Dr. Mallako’nun belirttiği gibi
kuvvetli ve ıstırap verici olmamıştı. Ama artık zihinden çıkarılacak gibi değildi.
Artık Mr. Quantox onu kollarına alıp öpmek istese neler hissedeceğini tahayyül
ediyordu. Bu düşünceyle titriyor fakat karşı koyamıyordu.
«Zihnim hayatın uyuşturucu
tekdüzeliği ve Henry'nin kırıcı bayağılığı altında ezilmiş» diye düşünüyordu.
«Kahvaltıda sabah gazetesini yorumlarken bağırabilirim. Yemekten sonra onun
deyimiyle mutlu saatlerimizde uyuyor, fakat ben bir şeyle meşgul olduğumda
hemen farkına varıyordu. Beni gençken okuduğu ve hâlâ takılıp kaldığı Victorya
stili romanlardaki güzel aptal kadına benzetmesine daha ne kadar tahammül
edebilirdim?
Rüyalarımda Eustace diye adlandırdığım sevgili
Mr. Quantox'umun yanında hayat ne kadar farklı olurdu. Birbirimizi nasıl
heyecanlandırıyor, toplantılarda ne kadar dikkati çekiyorduk. Ya aşkta?
Müşfik, ateşli, un çuvalı gibi hantal olmayıp
kibar davranırdı mutlaka.»
Dr. Mallako konuşurken bu düşünce
ve resimleri aklından geçiriyordu. Aynı anda daha yavaş fakat etkili bir ses
Mr. Ellerker’in iyi bir adam olduğunu, görevlerini yerine getirdiğini, önemli
bir işi başardığını ve herkes tarafından takdir edildiğini söylüyordu.
Gerçekten Dr. Mallako’nun öyküsündeki kötü kadın gibi böyle bir adamı ıstıraplı
bir ölüme mahkûm edebilir miydi?
Aşkla ıstırap arzuyla görev arasında
bocalıyordu. Dr. Ellerker’in geri döneceğini tamamen unutarak evden kaçarcasına
çıkıp bahçe kapısında rastladığım gibi bayıldı. Karışık hisler içinde Mrs.
Ellerker Mr. Quantox’a bir daha rastlamamaya ya da hiç değilse şu ya da bu
şekilde karar verdikten sonra karşılaşmayı arzuluyordu. Bir kaç gün hastalık
bahane edip yatağından çıkmadı ama bu bir çare değildi. Henüz ayağa kalkmıştı
ki, Mr. Ellerker şunları söyledi :
«Amanda sevgilim, küçük kuşum
iyileştiği için Mr. Quantox'u çaya davet edeceğim. Küçük kafanda benim
mesleğimle ilgili düşünceler yoktur. Belli bir anlayışla ben ve Mr. Quantox
rakibiz, fakat yirminci yüz yıl ve insanlık anlayışı ile dostluğuna değer
veriyorum. Bu yüzden Mr. Quantox’u davet etmeyi uygun buluyor, ona karşı kibar
davranacağını ümit ediyorum. Sen kibar olduğun zaman seninle kimse boy
ölçüşemez sevgilim!»
Hiç bir kaçma imkânı yoktu. Mr.
Quantox geldi. Mr. Ellerker fırsat bulur bulmaz kabalık olacağına değer
vermeden yazı masasının, projelerinin başına geçti, giderken şunları söyledi
«Umuma karşı görevim beni bir kaç
dakika sizlerden ayırmaya mecbur ettiği için üzgünüm Mr. Quantox. Fakat sizi
emin ellere bırakıyorum. Gerçi karım güç mesleğinizle ilgili konularda sizi
izleyemeyecektir, fakat eminim hayatta bizim için önemli olan konulara
değinmediğiniz sürece yarım saat güzelce arkadaşlık etmeyi başaracaktır.»
Kocası gidince Mrs. Ellerker bir an
kendini şaşkınlıktan felç geçirmiş gibi hissetti, fakat Mr. Ouantox bunu
çabucak geçiştirdi.
«Amanda» dedi, «Müsaade ediniz size
böyle kitap edeyim varlığınızla tahammül edilir hale gelen can sıkıcı
toplulukta sizi ilk gördüğümden beri hep bu anı bekledim. Bu tenha banliyöde
bizden başka akıllıca konuşacak insan var mı?
Tıpkı benim gibi, sizin de beni, ikimiz için
yaratılmış dili konuşan terbiyeli insan olarak gördüğünüzü ümit ediyorum.»
Bundan sonra şahısları
ilgilendirmeyen konulardan bahsetti. Mr. Ellerker’in değer vermediği,
Mortlake'nin duymadığı konularda, kitap, müzik ve resim hakkında konuşuyordu.
Mrs. Ellerker’in endişeleri yok olmuştu. Vedalaşmak üzere ayağa kalktığında Amanda’nın
gözleri parlıyordu.
«Amanda» dedi, «geçen yarım saat
hayatımın en mutlu anıydı. Yakın zamanda kolleksiyonumun ilk tablarını görmek
isteyeceğinizi ümid edebilir miyim?
Bunları, değer veren bir şahsın görmesinden
memnun olurum.»
Önce tereddüt etti, fakat sonra Mr.
Ellerker’in mutlaka büroda olması gerektiği bir tarih tespit edildi. Mr.
Quantox’un kapısını çaldığında sinirliydi. Kapıyı kendisi açtı. Mrs. Ellerker
evde yalnız olduklarını hemen fark etti. Amanda'yı kütüpanesine götürdü. Kapı
henüz kapanmıştı ki kadını kollarına aldı...
Henry’nin «Küçük kuşumuz kocası
yokken neler yaptı?»
diye selâmlayarak eve gelmesi her
an mümkün olduğundan kollarının arasından kurtulduğunda sevgili Eustace ile
arasında geçici bir aşk macerası, boş bir heves yerine kuvvetli, devamlı bir
bağ kurmanın gerektiğini anladı. «Eustace» dedi, «seni seviyorum, mutluluğun
için her şeyi ama her şeyi yapmaya hazırım.»
«Sana üzüntülerimle yük olamam
sevgilim. Sen benim güneşimsin. Tekdüze çalışmalarımın eziyetine ortak
olabileceğini duymak istemiyorum.»
«Eustace beni bu kadar önemsiz
görme. Ben uçarı bir kelebek değilim. Henry’nin söylediği gibi küçük bir kuş da
değilim. Senin gibi önemli bir adamın güç hayatına tahammül edebilecek akıllı
ve çalışkan bir kadınım. Evde oyuncak yerine konmaktan bıktım. Sen sevgilim,
sen bana farklı davranmalısın.»
Mr. Quantox olduğu yerde
sallandığını sanıyordu. Nihayet cesaretini topladı. Dr. Mallako’nun küçük
öyküsündeki cümleleri tekrarladığını duyunca önce korktu.
«Benim için yapabileceğin küçük bir
iş var, fakat böyle küçük teferruatları gereksiz, çocuksu biliyorum.»
«Eustace bunun ne olduğunu söyler
misin?»
diye bağırdı.
«Kocan muhakkak yeni uçakların
tamamlanmamış projelerini eve getiriyordur. Sana göstereceğim şekilde küçük
anlamsız değişiklikler yapmamı mümkün kılarsan bana ve kendine büyük bir iyilik
yapmış olacaksın.»
«İsteğini yerine getireceğim. Bana
sadece talimat vermen kâfi» dedikten sonra çabucak evden ayrıldı.
Mr. Quantox'un sözleri ve Dr.
Mallako’nun küçük öyküsü zihninde tıpkı kötü bir ses gibi yankılanıyordu.
Nihayet bir gün kocası yeni uçağının bittiğini, ertesi gün deneme uçuşuna
çıkacağını söyledi. Bundan sonra her şey Dr. Mallako’nun hikâyesindeki gibi
oldu. Mr. Ellerker’in yerine deneme uçuşuna bir pilot çıktı ve uçak ateş aldığında
yandı. Mr. Ellerker üzgün ve çökük eve gelmişti. Polis tahkikatında yabancı
devletle yaptığı yazışma, ihanetinin deliliydi. Sözde ispat delilini sevgili
Eustace'nin gönderdiğini anladığı halde kocası kendini zehirlediği zaman bile
kimseye bundan söz etmedi.
Rakipsiz kalan Mr. Quantox gittikçe
yükseliyordu. Kralın yaş gününde görevlerini başarmanın teşekkürü olarak
kendisine şeref payesi verildi. Fakat Mrs. Ellerker’e kapısı kapalıydı. Tren ya
da tramvayda birbirlerine Tasladıklarında uzaktan kısa bir selâm alıyordu.
Yakıcı utanç karşısında aşkı sönmüştü, ölen Henry’nin hayattayken tahammül
edemediği basitliklerini duyduğunu her tarafta anlatıyordu. Bütün gazeteler
İran'daki huzursuzluktan sözederken kocasının: «Sefil Asyalılara terbiye dersi
vermek için neden bir kaç alay göndermiyorlar?
Tavşanların İngiliz üniformasını görünce
kaçacaklarına seni temin ederim» dediğini duyduğunu sanıyordu. Geceleri deva
bulmaz gezintilerinden dönüp düşüncelerine başka bir yön vermeyi boş yere
denediğinde, kocasının sesini duyduğunu söylüyordu. «Mübalağa etme Amanda! Bu
sisli geceler sana göre değil. Çok solgunsun. Senin gibi zarif kadınlar bu
kadar üzülmemeli. Sert hayat erkeklerin işidir, fakat küçük hâzinemi tüm
şiddetlerden koruyacağım.» Dostları ile konuşurken, alış verişte, trende basit
fakat iyi düşüncelerini belirten konuşmasını yanında hissedecek kadar yakından
duyuyordu. Sonra birden etrafına bakınıyor, yanındakiler: «Birden ne oldunuz
Mrs. Ellerker?
Şaşkın görünüyorsunuz!» diyorlardı. Daha sonra
müthiş bir korkuya kapılıyordu. Her geçen gün daha etkili fısıldıyor, her geçen
gün basit cümleleri uzuyor ve dostça endişesi tahammül edilmez oluyordu.
Nihayet dayanamaz hale geldi.
Kralın doğum gününde Mr. Quantox’un adını şeref listesinde görmek damlayı
taşırdı. Gerçeği açıklamak için aceleyle evden çıktı, fakat sadece akıl
hastanesinin dilsiz duvarları onu dinleyebilirdi.
Korkunç öyküyü dinledikten sonra
Dr. Prendergast'la konuştum. Mr. Ellerker’in bakanlıktaki şefiyle konuştum.
Zavallı Mrs. Ellerker’e yardım edebilecek herkesle konuştum fakat kimse
anlattıklarımı dinlemek istemiyordu.
Hepsi de : «Hayır» diye cevap
veriyorlardı, «Sir Eustace çok değerli bir memurdur. Adına gölge
düşürülmemelidir. O olmadan Amerikan mühendisleriyle rekabet edemeyiz. O
olmazsa Rus uçakları hemen tepemize binerler. Anlattığınız öykü gerçek
olabilir, fakat bunun açıklanmamasını, hatta tek kelime bile sarf edilmemesini
size emrediyoruz.»
Böylece Mrs. Ellerker eriyip
gidiyor ve Mr. Quantox başarı sağlıyordu.
6
Mrs. Ellerker’e yardım etme başarısızlığım
beni sadece başarısız bir darbeden dolayı değil, politika yönünden de huzursuz
ve şüpheci yapıyordu. «Hitap ettiğim doktor, devlet adamları, bu tüm önemli
şahsiyetler katil şereflendirilirken, zavallı bir kadının hak etmediği bir
ıztırap altında ezilmesine gerçekten razı olabilirler miydi?
Bu alçaklıkla neyi amaç edinebilirdi?»
Daha sonra kontrol edemediğim
düşünceler arasında kendimi kaybediyordum. Bu arada bir tek şey
düşünebilirlerdi: aksi halde yaşıyacak olan Rus’ları yok olmuş görmek. Ruhsal kargaşalık
içinde bunu Mrs. Ellerker’in maruz kaldığı haksız davranışa göre kâfi bir
uzlaşma olarak görmüyordum. İnsanları gittikçe daha çok hor görüyordum.
Aklımdan sınava tabi tuttuğum dostlarım kötü ve değersiz görünüyorlardı. Mr.
Abercrombie kendini ve karısını karşı konulamayan basit bir şöhretin zevkine
vardırmak için bir günahsıza zillet, namussuzluk ve hapis cezasını çektirmeye
hevesliydi. Mr. Beauchamp kalpsiz, hafifmeşrep bir şahsın teveccühünü kazanmak
için okul çocuklarının ahlâkını bozmaya razı olmuştu. Dünyanın şımarttığı
meşhurlardan hatırı sayılır bir kazanç temin edeceğine inanmış olan Mr.
Cartwright kendi pahalı arzularını tatmin için onları utanç, bedbahtlık ve
maddî imkânsızlıklara itmişti. Mrs. Ellerker’in de Mr. Abercrombie, Mr. Beauchamp
ve Mr. Cartwright gibi somut bir iş yaptığını itiraf etmem gerek. Fakat şu
anda, çökmesini, tezat bakımından ahlaken sorumsuzluk sayıyorum. Onu birlikte
tesir etmeleriyle Dr. Mallako ve Mr. Quantox’un talihsiz bir kurbanı olarak
görüyorum. Sodom’u mahvetmeye karar veren adam gibi ben de bir istisna hariç,
insanlık için hiç bir hafifletici sebep göremiyorum.
O karanlık korkun günlerde Dr. Mallako’nun bu dünyanın hükümdarı
olduğunu düşünüyordum. Kötü düşünceleri, ayırıcı zekâsında, tüm alçaklık,
merhametsizlik, zayıfların hükmetme ve Titan olma arzusu birleşiyordu. Dr.
Mallako kötü bir insandır doğru, fakat yaptığı bu kötülüklerle nasıl başarıya
ulaşabiliyor?
Bir çok saygıdeğer insanlarda parlak günah,
hükmetme ve yok etme arzusu olduğundan. Bu gizli ihtiraslar Dr. Mallako’ya
hitap ediyordu. O
da insanlar üzerindeki korkunç nüfuzunu bunlara borçluydu. İnsanlığın,
yaratıcının yanlış yapımı olduğunu düşünüyordum. O tüm evreni kirletiyor ve
çirkinleştiriyordu. Eylül güneşi altında
çiğler pırlanta gibi parlarken tüm ot sapları temizlik ve güzelliği belirtir,
fakat bu güzelliğin onu kirli, korkunç emellerle yok eden cani gözü ile tetkik
edildiğini bilmek dehşet verici bir düşünceydi. Tüm güzellikleri gören, buna önem vermeden insanların alçaklığına
tahammül eden tanrıyı artık anlayamıyorum. Nuh’un günlerinde kısa
zaman için tahakkuk eden tanrının maksadını yerine getirmenin belki şimdiden
sonra tamamen bana kısmet olacağını düşünüyordum. Bilimsel araştırmalarım
insanlığın yok edilmesinin çeşitli yollarını göstermişti bana. Bunlardan bir
tanesini tamamlamayı görev biliyordum. Bulduğum imkânlardan en rahatı,
zincirleme tepkinin yardımıyla, denizlerin kaynatılmasıydı. Vaktin geldiğini
anladığımda kanaatimce bu amaca hizmet edecek bir alet istiyordum. Bana engel
olan bir tek düşünce vardı; gerçi insanlar susuzluktan öleceklerdi, fakat
balıklar acıklı bir tarzda pişeceklerdi. Balıkları sevmez değildim. Bildiğim ve
akvaryumlarda gördüğüm kadarıyla dertsiz, sevimli, çoğu kez oldukça güzel
yaratıklardı ve çarpışmaları, kavgaları geçiştirmekte insanlardan daha
ustaydılar.
Zoolog bir arkadaşıma denizi
kaynatma olanağından şaka olarak söz ettim. Gülerek bunun balıklara karşı basit
bir sertlik olacağını anlattım. Arkadaşım da şakama esprisiyle karşılık verdi.
«Sizin yerinizde olsam balıkları
dert edinmem» dedi. «Balıkların korkulacak kadar kötü
huylu olduklarına sizi temin ederim. Birbirlerini yerler, yavrularını ihmal
ederler. Şayet onların seksüel alışkanlıkları insanlarda da olsaydı din
adamları bunu öldürücü bir günah olarak nitelendirirlerdi. Hayır, hayır köpek
balıklarını yok etmek hiç bir şekilde sizin zihninizi meşgul etmemeli.»
Bu iyi adam şakacı konuşmasıyla
bilmeden kararımı kesinleştirmişti. Kendi kendime düşünüyordum: «Demek ki yırtıcı ve zalim olan sadece insan değil. Yaşamın
gerçek unsuru, hiç değilse diğerinin ölmesiyle hayatta kalmanın mümkün olduğu
hayvanlar yaşamında. Kötü olan yaşamın kendisidir. Şayet evrende de ay gibi
yaşam olmasaydı o da bu gezegen kadar güzel ve günahlardan yoksun olurdu.»
Büyük bir gizlilik içinde çalışıyordum. Bazı başarısız denemelerden
sonra kanaatimce önce Themse nehrini, daha sonra Kuzey Denizi’ni, Atlantiği,
Pasifik Okyanusunu ve hatta Kutup denizindeki buzları kaynatıp buharlaştıracak
aleti hazırladım. Kontrol edemediğim düşüncelerimde, başarı kazanırsam evrenin
gittikçe daha fazla ısınacağını, insanların susuzluk çekeceğini ve nihayet
delirerek yok olacağını canlandırıyordum. Ve ondan sonra evrende günah
kalmayacaktı. Bu muazzam yok etme hayalinde Dr. Mallako’nun rolü olduğunu yadsıyamam.
Hileli plânları ile dünyanın efendisi olmak istediğini, ıstırapların zevk
verdiğini, alçaltıcı durumların bunu daha da tatlılaştırdığını hayal ediyordum.
Bu şeytan ruhlu insana karşı kazanacağım zaferi hayal ediyordum. Bir zafer ki
birçokları, kendi yaptıkları tüyler ürpertici hareketlerden daha kötü
bulacaklar. Düşüncelerim tıpkı denizlerin kaynadığını görmeyi arzuladığım gibi
zihnimde gelişirken aleti tamamlayıp bir saatle birleştirdim. Bir sabah saat
onda saati kurdum. Saat on ikide denizler kaynamaya başlayacaktı. Ve daha sonra da Dr. Mallako’yu son
kez ziyaret ettim.
Kendisine dost olmadığımı bilen Dr.
Mallako, beni gördüğüne hayret etmişti.
«Ziyaretinizin bahşettiği şerefi neye borçluyum?»
diye sordu.
«Doktor» dedim, «haklısınız bu bir nezaket ziyareti değil. Bana
viski ve rahat bir koltuk vermeniz gereksiz. Sizinle rahatça konuşmak için
gelmedim. İstibdadınızın sona erdiğini, sizinle konuşmak bahtsızlığına uğrayan
insanların kalpleri ve ruhlarında artık şeytanî tesirinizi gösteremeyeceğinizi
söylemeye geldim. Sizin kadar akıllı ve cesur olan, fakat bunları soylu
düşünceler uğruna sarfeden bir adam tarafından hareketlerinize son verilecek.
Tıpkı arzuladığınız gibi sebep olduğunuz trajedileri meydana çıkarma çabaları
boşa giden, önem vermediğiniz zavallı, değersiz doğal bilimler bilgini ben,
nihayet kötü çalışmalarınıza engel olunabileceğini anladım. Laboratuvarımda bir
saat çalışıyor. Akreple yelkovan öğleyi gösterdiğinde bir mekanizma harekete
geçerek bir kaç gün içinde dünyadaki tüm hayatı mahvedecek, tabii sizinkini de
Dr. Mallako!»
«Tanrım ne kadar dramatik! Sabahın
erken saatinde içmiş olabileceğinize ihtimal vermediğimden ciddi bir ruhsal
rahatsızlıktan korkarım. Şayet zahmete değer buluyorsanız bu çok vahim sonu
hangi plânla gerçekleştirmeyi umduğunuzu anlatırsanız memnun olurum.»
«Tabii gülüyorsunuz, fakat belki de
yapacak başka şeyiniz kalmadı. Yakında alaylarınız sona erecek ve ölürken
mağlup olanın acılığı ile son ve iyi güldüğümü kabul edeceksiniz.»
Dr. Mallako sabırsızlıkla:
«Neyse neyse büyük lafları
bırakalım.» dedi, «Gerçekten yaşayacak çok az vaktimiz varsa bu anı akıllıca
konuşmaktan daha iyi nasıl geçirebiliriz?
Bana sisteminizi açıklayınız, kanaatimi
söyleyeyim. Buraya dek heyecanlanmadığımı itiraf ederim. Siz eskiden beri
geleneksiz bir adamsınız. Mr. Abercrombie, Mr. Beauchamp yada Mr. Cartwright,
Mrs. Ellerker’in susmalarından başka ne elde ettiniz?
Himayeniz sayesinde içlerinden biri, daha mı
iyi vaziyette?
Haydi artık plânınızı anlatınız. Bu birçok
alandaki başarısızlığınız zekânızı kuvvetlendirmiş olabilir. Bundan şüphe
ediyorum ya neyse.»
Bu isteğe karşı duramadım. Buluşu
anlattım. Bu utanmaz doktor karşısında başarı kazanmaya karar vermiştim. Aleti
inşa ediş tarzım çok basitti ve doktor fevkalâde kavrama yeteneğine sahipti.
Kısa zamanda plânımın kuramını ve çalışmasını öğrenmişti. Ne yazıkki başarı,
arzularımı yerine getirmeyecekti.
«Zavallı adam» dedi, «her şey
düşündüğüm gibi. Küçük bir noktayı unuttunuz. Bu küçük noktadan ötürü aletiniz
çalışamaz. On ikide saatiniz havaya uçacak.»
Kısa, acele ve sarih kelimelerle
delilini ispatladı. Yıkılmış ve perişan, gitmek üzere döndüm.
«Bir dakika» dedi, «henüz her şey
kaybedilmiş değildir, inanın bana. Şimdiye dek birbirimize karşı çalıştık,
şayet size yardım etmeme müsaade ederseniz belki sizi bu komik ümitlerinizden
kurtarabilirim. Siz konuşurken sadece yapımınızdaki bir hatayı değil, onu yok
etme olanağını da buldum. Şimdi zahmetsizce sizin düşündüğünüz şekilde hareket
eden bir makina inşa edebilirim. Dünyayı yıkmakla beni bedbaht kılacağınızı
hayal etmiştiniz. Siz beni tanımıyorsunuz. Siz benim dış etkilerim hariç
ruh dünyama giremediniz. Garip rabıtamızı dikkate alarak size itimat şerefini
bahşedeceğim.
Şahsıma zenginlik, nüfuz ve zafer kazanmak
istediğimi düşünerek kuruntu içinde yaşıyorsunuz. Hayır, hiç de öyle değil.
Asla egoist, kendi çıkarlarını düşünen bir kimse olmamış, daha ziyade insanüstü
soyut hedefleri izlemişim. İnsanlardan nefret ettiğinizi sanıyorsunuz. Size
şunu söyleyeyim benim küçük parmağımda sizin tüm şahsiyetinizde bulunandan daha
fazla kin var. İçimdeki nefret sizi bir anda kül edecek niteliktedir. Sizde
böyle bir nefretle yaşayacak güç, sebat ve irade yoktur. Açıklamanıza
müteşekkir olduğum evreni yok edecek aleti daha önce keşfetmiş olsaydım
tereddüt eder miydim sanıyorsunuz?
Ölüm eskiden beri hedefimdi. Gözlerimin önünde
daima büyük meseleler vardı. Neden Mr. Quantox’a başarısında yardım ettiğimi
kendinize sordunuz mu— Onun ve arkadaşlarının yerine geçecek imha makineleri
inşa eden rakibine de aynı yardımda bulunacağımı şüphesiz ki hayır biliyor
muydunuz?
İntikamın hayatımın bir parçası olduğunu, şu
ya da bu insana değil, maalesef kendimin de dahil olduğu değersiz nesle karşı
olduğunu anlamadınız mı?
Henüz gençlik yıllarımda sadece bu hedefi
görüyordum. Babam bir Rus prensi, annem Londra otelinde hizmetçiydi. Babam
annemi ben doğmadan terk ederek New York restoranlarından birine garson olmuş.
Onun o zamanlar Sing-Sing’e memnunlukla kabul edildiğine inanıyorum. Beni pek
ilgilendirmediğinden sıhhati hakkında araştırma yapmadım. Kendisini terk
ettikten sonra annem teselliyi alkolde aradı. Çocukluğumda daima açtım.
Emeklemeye başlar başlamaz çöplüklerde ekmek kırıntıları, patates kabukları ya
da bana besleyici görünen her hangi bir şeyi araştırmayı öğrendim. Bunlara çok
kızan annem meyhaneye gitmeden önce beni kitlerdi. Sarhoş geri döndüğünde
kanlar içinde sesim çıkmayıp bayılana kadar döverdi. Altı yaşımdayken bir gün
sarhoş olduğu halde döverek caddede sürüklüyordu. Kaçtım. Dengesini kaybetti ve
üzerinden geçen bir kamyon hayatına son verdi. O an yoldan geçmekte olan
insanları seven bir hanım beni yalnız ve çaresiz görerek acıdı Beni evine
götürdü, yıkadı ve yemek yedirdi. Talihsizlik zihnimi çok geliştirmişti ve ben
onun her zaman yardıma hazır oluşundan mümkün olduğu kadar yararlanmaya
çalışıyordum. Bunda başarılı da oluyordum. Benim küçük, iyi bir erkek çocuk
olduğumdan emindi. Beni evlat edinerek ders verdi. Bu menfaatlerin uğruna
dayanılmaz dualara, kiliseye gitmeye, ahlâki hislere tahammül ediyordum. Onu memnun
etmek için benim gibi bir mahlûktan niçin memnun olacağını bilmediğim halde diz
çöküp yaratıcıma dua ediyordum. Onu memnun etmek için 'iyi' den kastettiği gibi
görünüyordum. Yirmibir yaşıma geldiğimde vasiyetini hazırlayarak tüm servetini
bana bıraktı. Tahmin edeceğiniz gibi çok uzun zaman yaşamadı.
«Onun ölümünden beri varlık içende
yaşıyorum, fakat asla bir an bile çocukluğumu unutamadım. Annemin
merhametsizliği, komşuların kalpsizliği, yalnızlık, boğucu ümitsizlik bütün
bunlar daha sonraki sahte mutluluğumu dikkate almadan kararıma tesir etti.
Hayır, nefret etmediğim bir tek insan yok. Istırap çektiğini görmek istemediğim
bir tek insan yok. Siz benim gözlerimin önünde bir resim canlandırdınız:
Dünyanın tüm insanları çıldırtan susuzluktan ölüm savaşında yok oluyor.
Harikulade bir manzara! Şayet teşekkür edebilecek durumda olsaydım, bunu yapar
ve sizi bir arkadaş olarak görürdüm. Fakat bu duygular ben henüz altı yaşıma
gelmeden öldürüldü. Sizden memnunum, daha büyük bir itirafta bulunamam. Şimdi
eve gideceksiniz ve pis makinanızın havaya uçtuğunu göreceksiniz. Zafer
kazanmayı düşündüğünüz, kendinizden daha kötü bildiğiniz benim muzaffer
olacağımı öğreneceksiniz. Maksadımı önleyecek yerde mükemmel zaferime yardımcı
oldunuz. Susuzluk çektiğinizde benim de aynı ıstırabı çekeceğim ümidine
kapılmayın. Gerçekten kusursuz bir makinayı harekete geçirdiğimde ızdırap
çekmeden öleceğim. Fakat sizin için bu şerefsiz ölüm savaşından kurtulmak için
bir kaç saat, belki de bir kaç gün var. Son anlarımda bu manzarayı zevkle
seyredeceğim!»
O konuşurken birden iç
huzursuzluğuna kapıldım. Onun kötü olduğundan kesinlikle emindim. Fakat dünyayı
yok etmek istiyorsa bu kötü bir niyet olmalıydı. Bu düşüncelere son verdiğimde
gözlerimin önünde temizleme usulü canlandı. Zafer kazanmasına müsaade
etmemeliydim. Onun benliğini saran insanlara duyduğu kin bende geçici bir
durumdu. Sözlerinden dolayı öldürülmesi gerektiğine karar verdim. Pencereden
bakıyor ve bağırıyordu :
«Buradan görünen güzel evlerden bir
kaç gün içinde yerde sürünen deliler çıkacak. Ben bunu göremeyeceğim fakat
öldüğümde bu harikulade resim gözlerimin önünde olacak.» Sırtı bana dönüktü.
Tehlikeye karşı kullanmak üzere getirdiğim tabancayı çıkardım.
«Hayır» diye bağırdım, «bu
söylediğiniz olmayacak! »
Gülerek isteksizce bana döndü ve onu öldürdüm. Önce tabancayı
temizledim, sonra eldiven giyerek silahı yanma bırakmak üzere kabzasını eline
verdim.
Aceleyle intiharının sebebini
makinasında yazıverdim. «Ümit ettiğim gibi iradesi kuvvetli bir adam
olmadığımı anladım. Hatamı anladığımdan pişmanlık duygusu beni helâk ediyordu.
Son teşebbüsüm muvaffak olamayacağından beni lekeleyecek ve harap edecekti.
Buna tahammül edemezdim. Bu yüzden hayatıma kendi elimle son veriyorum.»
Daha sonra eve giderek şikâyet konusu olabilecek patlamayı önlemek için
makineyi tam vaktinde parçaladım.
7
Dr. Mallako’nun çalışmalarına son
verdikten sonra bir süre kendimi mutlu ve tüm üzüntülerden arınmış hissettim.
Onu, etrafına cinayet ve delilik bulaştıran zehirli bir atmosfer gibi
görüyordum. Artık o yok olduğuna göre memnun ve mutlu yaşayacak, başarıyla
çalışacak, dostluklar kuracaktım. Dr. Mallako’nun pirinç tabelasını gördüğümden
beri sanki hiç gözümü kırpmamışçasına aylarca uzun, derin ve rahatça uyudum.
Zaman zaman deli gibi yaşamaya mecbur bırakılan zavallı Mrs. Ellerker’in hayali
gözlerimde canlanıyordu. Sonuçta ben gücümün yettiğini yapmıştım, artık
düşünmenin yararı yoktu. Onunla ilgili her düşünceyi aklımdan çıkarmaya karar
verdim.
Psikiatri alanındaki fevkalâde
bilgisi ile dikkatimi çeken genç, cazip, akıllı bir hanımla tanıştım. Onda
içinde bir süre kaybolduğum kötülerin çılgınlık yollarını açıklayabilecek bir
insan bulduğuma inanıyordum. Kısa bir süre sonra bu genç hanımla evlendim.
Kendimi mutlu hissediyordum. Bununla beraber beni huzursuz kılan düşüncelere
kapılıyor, tam konuşmamın ortasında korkuyla etrafıma bakınıyordum.
Karım «neyin var?
Hayalet mi görüyorsun?
Bana anlatmak istemez misin?»
diye soruyordu.
«Hayır,» diye cevap veriyordum,
«sadece aklımdan geçirdiğim kötü hatıralar.»
Fakat bu düşüncelerin gittikçe daha
sık ve etkileyici biçimde beni yokladıklarını hissediyordum. Hayallerimde Dr.
Mallako ile karşılıklı oturduğumuzu, onun son andaki konuşmasına devam ettiğini
görüyordum. Sonra bir an için utanmaz yüzü canlanıyor ve şunları söylediğine
inanıyordum: 'Beni yendiğinizi zannediyorsunuz öyle mi?
’ Çalışma odamda yalnız olduğum bir
an dayanamayıp şöyle bağırdım: 'Evet Allahın cezası öyle!’ Bunun üzerine karım
içeri girdi ve hayretle yüzüme baktı.
Dr. Mallako’nun yakınlığını
gittikçe daha çok hissettiğime inanıyordum. ’Mrs. Ellerker'e çok güzel yardım
ettiğiniz değil mi?
’ dediğini duyuyordum. 'Ruhen
normal olduğunuza inanıyor musunuz?
’ diye sanki fısıldıyordu. Yalnız
olduğum her an onu düşünmekten kendimi kurtaramadığım için bu durum işime de
tesir ediyordu. Şunları söylediğini her an duyuyordum: 'Nasıl da parlak
fikirleriniz vardı! Dünyayı yok etmek istiyordunuz, daha neler neler. Küçük bir
tabancanın yardımı ile benim tesirimden kurtulabileceğinizi mi tahayyül
ettiniz?
Bunun ruhsal bir güç olduğunu bilmiyor
musunuz?
Son görüşmemizdeki adamın rolüne bürününüz, o
zaman ne yaptığınızı itiraf edeceksiniz. İtiraf etmek mi?
Hayır bununla iftihar edeceksiniz. Dünyayı
nasıl bir canavardan kurtardığınızı herkese duyuracaksınız. Kendinizi bir
kahraman olarak kutlayacak, melun şahsiyetimde birleşen tüm kötü kuvvetleri
yendiğiniz için övüneceksiniz. Siz böyle bir iş yapmadınız. Geride sahte,
gereksiz bir itiraf bırakarak benim gibi zayıflığı asla tanımamış bir adama
bunu isnat ettiniz! Bu affedilir mi?
Yaptığınız işlerle övünseydiniz belki sizi
şerefli bir rakip olarak görmezdim. Fakat önemsiz koca rolünüzle benim öylesine
horgörümü kazandınız ki size, ölü olmama rağmen sizi mahvedeceğimi
ispatlıyacağım!’
Bütün bunları Dr. Mallako’dan
duyduğumu sanıyordum. Başlangıçta bunu sadece tahayyül ettiğimi biliyordum,
fakat zamanla bu hayaletin gerçekten var olduğu hissine kapıldım. Bir keresinde
deli gibi hayallerin arasından geçip bunun bir rüya olduğunu ispata çalıştım,
fakat hayalin etrafımı sardığı bir an soğuk bir nefes hissettim ve bağırarak
bayıldım. Beni solgun ve titreş bulan karım sorguya çekti. Sisten şiddetli
titremeye kapıldığımı söyledim ama bunun gerçek olmadığını biliyordu. Ölümüne
sebep olduğumu söylemediğim hayalet benimle alay ettiğinden, itiraf edersem
beni rahat bırakacağına inanıyordum. Rüyalarımda farklı bir sonuçla onu
tabancayla vurduğumu görüyordum. Ceset yere düşer düşmez bağırmak için
pencereyi açıyordum: «Yukarı gelin ve kahramanca öldürdüğüm canavara bakın!» Rüyalarımdaki sahne böyle sona eriyordu.
Uyanırken hayaletin alayla güldüğünü duyuyordum:’ 'Ha ha ha! Böyle olmamıştı
değil mi?
' Istırabım daha büyüyor, hayaller
aralıksız görünüyordu. Heyecanlı bir rüyadan sonra bağırarak uyandım: «Ben,
benim o!»
«Ne oluyor?»
diye benim bağırmamla uyanan karım
sordu.
«Dr. Mallako'yu öldürdüm» dedim.
«Belki cansıkıcı bir bilginle evlendiğini düşünüyorsun, fakat yanıldın. Sen bu
banliyödeki sakinlerin sahip olmadığı keskin bir zekâ ve cesarete merhametsiz
bir canavarı öldürmüş adamla evlendin. Dr. Mallako’yu öldürdüm ve bundan dolayı
gurur duyuyorum!»
Karım: «Tamam tamam» dedi, «Acaba
arkanı döner misin?»
Bağırdım, tepindim fakat heyecanım
boşunaydı. Korkunun ondaki bütün duyguları nasıl yok ettiğini gördüm. Sabah
olmak üzereyken telefonda konuştuğunu duydum. Şimdi pencereden iki polisin ve
uzun zamandır tanıdığım meşhur bir psikiatrisin eve geldiğini görüyorum. Mrs.
Ellerker’i korumaya çalıştığım âkıbetin aynı beni bekliyor. Anlaşılamayacağım
uzun, tesellisiz, yalnızlık günleri var önümde. Karanlık kaderime küçük,
küçücük bir ışık düşüyor. İyi hareket etmiş olan kadın ve erkek deliler yılda
bir gün hastanedeki danslı eğlenceye katılabilirlerdi. Demek ki yılda bir kez
sevgili Mrs. Ellerker’imi görebileceğim. Ve sonra birbirimize gülerek soracağız,
yeryüzünde herhangi bir vakit deli olmayan ikiden fazla insan olacak mı? diye.
Kaynak: BERTRAND RUSSELL, Hikayeler,
[Satan in the Suburbs and Other Stories. London: George Allen & Unwin.
1953.] trc: Hârika Aktel. Tel Yay. 1972, İstanbul, sh.34-50
Banliyö: isim (ba'nliyö) Fransızca banlieue
Genellikle oturma alanı niteliğinde olan, şehir merkezinden uzakta veya sınırlarına yakın yerlerde bulunan şehir yöresi, çevre, dolay.
Genellikle oturma alanı niteliğinde olan, şehir merkezinden uzakta veya sınırlarına yakın yerlerde bulunan şehir yöresi, çevre, dolay.
[1]
Süleymanın Ezgiler Ezgisi.
Beni dudaklarıyla öptükçe öpsün!
Çünkü aşkın şaraptan daha tatlı.
Ne güzel kokuyor sürdüğün esans,
Dökülmüş esans sanki adın,Kızlar bu yüzden seviyor
seni.
Al götür beni, haydi koşalım! Kral beni odasına
götürsün.
Seninle coşup seviniriz, Aşkını şaraptan çok överiz.
Ne kadar haklılar seni sevmekte!
Esmerim ben, ama güzelim, Ey Yeruşalim kızları!
Kedarın çadırları gibi, Süleymanın çadır bezleri gibi
kara.
Bakmayın esmer olduğuma, Güneş kararttı beni.
Çünkü kızdılar bana erkek kardeşlerim,
Bağlara bakmakla görevlendirdiler.
Ama kendi bağıma bakmadım.
Ey sevgilim, söyle bana, sürünü nerede otlatıyorsun,
Öğleyin nerede yatırıyorsun?
Neden arkadaşlarının sürüleri yanında
Yüzünü örten bir kadın durumuna düşeyim? gösterirdi.
Ey güzeller güzeli, Bilmiyorsan, Sürünün izine çık,
Çobanların çadırları yanında Oğlaklarını otlat.
Firavunun arabalarına koşulu kısrağa benzetiyorum
seni, aşkım benim!
Yanakların süslerle, Boynun gerdanlıklarla ne güzel!
Sana gümüş düğmelerle altın süsler yapacağız.
Kral divandayken, Hint sümbülümün güzel kokusu
yayıldı.
Memelerim arasında yatan Mür dolu bir kesedir benim
için sevgilim;
Eyn-Gedi bağlarında Bir demet kına çiçeğidir benim
için sevgilim.
Ah, ne güzelsin, aşkım, ah, ne güzel! Gözlerin tıpkı
birer güvercin!
Ne yakışıklısın, sevgilim, ah, ne çekici! Yeşilliktir yatağımız.
Sedir ağaçlarıdır evimizin kirişleri, Tavanımızın
tahtaları ardıçlar.
Penelope Colquhoun ağır ağır merdivenleri
çıktı, kendini küçük evinin rahatsız koltuğuna bıraktı. «Bıktım, bıktım, bıktım!» diye bağırarak içini çekti. Doğrusunu
söylemek gerekirse bu iç çekişlerin hepsinin bir nedeni vardı. Babası
Suffolk’daki Ouycombe Magna köyünün papazıydı. Köy, bir kilise, bir papaz evi,
bir postane, bir misafirhane, on köy evi ve eski güzel lüks bir villadan
müteşekkildi. O zamanlar, tahminen elli yıl önce dış dünya ile teması haftada
bir kez tren garı olan Ouycombe Parva köyüne giden bir otobüs sağlar, oldukça
uzun ömürlü olan insanları, belki de Liverpool Street Garı’na ulaşabilecekleri
iddia edilirdi.
Beş yıldır dul olan Penelope’nin
babası Churchu’n bugün nesli tükenmiş sofu taraftarları ve o her eğlencenin
amansız düşmanıydı. Karısı da görüşüyle bir kadının olması gerektiği gibiydi;
Alçak gönüllü, uysal, sabırlı ve cemiyet çalışmalarında yorulmadan çalışan bir
insandı. Penelope'nin kayıtsız şartsız annesinin izinden gitmesini doğal
karşılıyordu. Kızına da başka tercih hakkı kalmadığından o da elinden geleni
yapıyordu. Noel yortusu ve ekin ihsan edene şükran bayramı için kiliseyi
süslüyor, anneler derneğinin toplantısına başkanlık ediyor, yaşlı kadınları
ziyaret edip sıhhatlerini soruyor, görevini unuttuğunda kilise hizmetçisine yol
gösteriyordu. Fakat en küçük bir sohbet dahi tekdüze iş gününü
renklendirmiyordu. Papaz, kadın kısmının süslenmesinden hoşlanmıyordu. Bu
yüzden Penelope yün çorap, manto ve bir zamanlar yeni olan fakat şimdi eskimiş
kapalı elbiseler giyiyordu. Saçlar alından geriye doğru sımsıkı taranıyordu.
Babası onlarda mutlaka cehennem hayalini göreceğinden her hangi bir ziynet
eşyası katiyen düşünülemezdi. Sabahları iki saat gelen temizleyici kadından başka
ev işine yardım edecek kimsesi olmadığından ve normal olarak papaz hanımlarının
görevi olan cemiyet işlerine ilâveten ev ve mutfak işlerini de başarmak
zorunluluğundaydı. Kendine daha fazla boş vakit ayırmak için tesadüfen zayıf
denemelere girişmişti; ama boşuna. Babası daima bir İncil metnine dayanarak
dinsiz ve imansız birşey üzerinde ısrar ettiğini ispat etmeye hazırdı. Teorik
öğretimden çok ahlâk duyguları için elverişli bulduğu İsa Sirach’ın kitabına
herşeyden çok önem veriyordu. [Joshua ben Sira (sirach) - Erdemli Bilgelik
Kitabı , yaygın Sirach veya basitçe Sirach Bilgeliğini adlandırılan ve aynı
zamanda Ecclesiasticus veya Siracides birKitap olarak bilinen veya Ben Sira (
Ecclus . Kısaltılır) , yaklaşık etik öğretilerin bir eseridir . Yahudi kâtip
Kudüs Şimon ben Yeshua ben Eliezer ben Sira tarafından yazılmış.]
Annesinin ölümünden kısa bir süre sonra
Ouycombe Magna’ya kez gezici bir panayır gelmiş ve o da orayı ziyaret edebilmek
için izin rica etmişti. Babası da cevap verdi: «Kim isteklerine uyarsa Allah
belâsını versin kim isteklerine karşı durursa hayatını taçlandırsın :" Bir
başka kez Ipswich yolunu soran geçici bir bisikletliyle bile birkaç kelime
konuştuğu meydana çıkmamıştı. Babası çok kızmış ve: «Utanmaz bir kız babasını ve kocasını rezil eder ve ikisi tarafından da
hor görülür.» demişti. Penelope görüşmenin tamamen iyi niyetle yapıldığını
söylediğinde babası şayet düzelmezse refakatiz köye gidemeyeceğini bildirmiş ve
tehdidini İncil'den bir parçayla belirtmişti: «Hoppa kız evlâdını seni rezil etmemesi için sıkı muhafaza altında
bulundur.» Penelope müzik seviyor ve bir piyanosu olsun istiyordu ama
babası bunu gereksiz buluyor ve şöyle diyordu. «Şarap ve şarkı kalbi sevindirir. Fakat her ikisinden de iyisi gerçek
sevgidir.» Onun için ne kadar endişelendiğini ifade etmekten asla
yorulmazdı. Şunları söylemeyi alışkanlık haline getirmişti: «Kız evlât baba için gizli bir derttir,
kızını düşünmek uykularını kaçırır... Çünkü elbiseden güve, kadından kötülük
çıkar.»
Annesinin
ölümünü izleyen son beş yıldaki olaylar Penelope için çekilmezliğin hemen hemen
hududunu teşkil ediyordu. Yirmi yaşına geldiğinde hapishanesine nihayet küçücük
bir ışık düştü. Yıllarca boş kalmış olan lüks villâ, sahibesi varlıklı bir
Amerikalı olan Mrs. Menteith tarafından tekrar işgal ediliyordu. Doğu
İngiltere'de budalaca hayata tahammül edemeyen kocası Seylan’a yerleşmişti.
Hanım, oğullarına uygun bir okul bulmak ve evin kiralanmasıyla meşgul olmak
için dönüyordu. Neşeli, modern giyimli ve onun görüşüyle dünyevî olduğundan, papaz
kadını mutlaka tanımak isteğinde değildi. Fakat lüks villâ kilise kasasına en
büyük bağışı yaptığından, İsa Sirach’ın kitabında
zenginleri gücendirmenin akılsızlık olduğunu belirten bir izahat aradı ve
buldu. Bu yüzden kızına bu hayat dolu hanımla ilişkileri doğrudan
doğruya yasaklamadı.
Penelope
yaşantısının tekdüzeliğinden şikâyet etmekten henüz vazgeçmişti ki demode
tokmağın kapıyı dövdüğünü duydu ve aşağıya indiğinde Mrs. Menteith'in eşikte
durduğunu gördü. Samimi bir kaç kelime Penelope'de Mrs. Menteith’i kalben üzen
galeyana sebep olmuştu. Tecrübeli bir bakışla genç kızda ne kendisinin ne de
köy halkının akıllarına gelmeyecek yetenekleri keşfetmişti. Mrs. Menteith:
«Şekerim», dedi, «şayet size birşeyler yapmanıza izin verselerdi harikûlâde
güzel olabileceğinizi biliyor muydunuz?» Genç kız: «Ah, Mrs. Menteith, alay
ediyorsunuz muhakkak» diye cevap verdi. «Hayır, gayet ciddiyim», diye
açıklamaya koyuldu hanım: «Şayet babanızı kandırmayı başarırsak bunu size ispat
edeceğim.» Konuyu birlikte görüştüler ve bir plân hazırladılar. O anda Mr.
Colquhoun geldi ve Mrs. Menteith: «Sevgili
peder bir gün kızınız olmadan yaşayıp onu bana teslim edemez misiniz?
İpswich'te halledilmesi gereken bir hayli işim var ve benim için tek başıma
oraya gitmek gerçekten sıkıcı olabilir. Kızınıza bana arabada eşlik etmesi için
izin verirseniz gerçekten büyük bir lütufta bulunmuş olursunuz» dedi. Biraz
direnişe rağmen nihayet daha fazla rica karşısında papaz gerekli izni verdi.
Büyük
gün gelmişti ve Penelope heyecandan hemen hemen kendinden geçiyordu. Mrs.
Menteith: «Babanız iğrenç bir herif. Ben
sizi onun zulmünden kısa bir süre sonra kurtarmayı düşünmekle meşgulüm. Sizi
İpswich’te orada mümkün olduğu ölçüde tepeden tırnağa güzelce giydireceğim.
Nihayet siz de size yakışan şekilde saçlarınızı yaptırmalısınız. Ve sanırım
sonuca siz de hayret edeceksiniz» dedi. Kuşkusuz bu doğruydu da. Penelope
Mrs. Menteith’i memnun etmek için giyindikten sonra kendisini büyük bir aynada
tetkik ediyor ve artan bir gurur, hayret ve sevinçle düşünüyordu: Gerçekten bu
ben miyim? Yabancısı olduğu duyguların amansız hücumuna uğramıştı. Yeni umutlar
ve umulmadık olanakların karşısında köle hayatını sona erdirmeye karar verdi.
Fakat özgürlüğe giden yolun nasıl olacağı hâlâ çözülmemiş bir problemdi. O bunları
inceden inceye düşünürken Mrs. Menteith saçlarının taranması için onu bir
güzellik salonuna götürdü. Biraz beklemek zorundaydı. Birden bakışları bir
evlilik dergisine takıldı. «Mrs. Menteith» dedi, «benim için o kadar çok şey yapıyorsunuz ki, sizden bir şey daha
istemeye cesaret edemiyorum. Beni hiç bir insan görmeyecek olduktan sonra bu
güzelleşmenin bana ne yararı olabilir?
Ayrıca
yıllar geçse de hiç bir genç delikanlı yolunu şaşırıp Ouycombe Magna’ya gelmez.
Evlilik dergisine bir evlenme ilânı vermeme ve benim için önemli olacak
istekliyi orada kabul etmek üzere ev adresinizi benim adresim olarak vermeme
müsaade eder misiniz?» Eğlenceden hoşlanmaya başlayan Mrs. Menteith razı oldu.
Penelope onun da yardımı ile şu ilânı verdi :
«Eşsiz bir kazada
yalnız yaşayan genç, güzel, namuslu, erdemli bir kız ilerde evlenmek üzere genç
bir erkekle tanışmak istiyor. İsteklilerin bir fotoğraf göndermeleri rica
olunur. Şayet hoşlanırsa genç hanım da bir fotoğraf gönderecektir. Adres Miss.
P., Ouycombe Magna Villâsı. Not: Ruhani beylerin istekleri dikkate
alınmıyacaktır.»
Bu
ilânın müsveddesinden sonra güzellik salonunda bakımı yapılarak tüm güzellik ve
görkemi ile fotoğrafı çekildi. O an için de mutlu düş sona erdi, Güzel eşyaları
tekrar çıkartıp saçlarını eskisi gibi alnından geriye doğru sımsıkı taramak
zorundaydı. Fakat Mrs. Menteith güzel giysileri evine götürmek üzere aldı ve
bunları isteklerini karşılamak üzere tekrar giyebileceğine dair söz verdi.
Eve
döndüğünde yorgun göründü ve babasına avukat ve emlâk komisyoncularının bekleme
salonlarında oturmanın ne kadar can sıkıcı birşey olduğunu anlattı. Babası:
«Peneolpe,» dedi, «sen Mrs. Menteith’e bir lûtufta bulundun. Erdemli insanlar
iyilik yaparken sıkılmazlar.» Bu izahatı lâyık olduğu biçimde ses çıkarmadan
dinledi ve ilânına gelecek cevapları büyük bir sabırla beklemeye karar verdi.
Penelope'nin
ilânına çok sayıda değişik özlü mektuplar geldi. Bazıları çok ciddiydi,
bazıları alaycı; bir kaçında zengin oldukları ya da yakın zamanda zenginleşecek
kadar kendilerini akıllı buldukları anlamı çıkıyor; bazıları da iyi
kalpliliklerini; diğerleri amir tabiatlarını ifade ediyorlardı. Penelope fırsat
buldukça mektuplarım almak için lüks villâya gidiyordu. Bununla birlikte
cevaplardan sadece bir tanesini kendisi için çok vaadkâr bulmuştu :
«Sevgili Miss P.»
«İlânınız beni
şaşırttı ve ilgilendirdi. Ne kadar az kadın kendini çok güzel diye tanımlamak
cesaretini gösterir ve ne kadar az bir kısmı erdemli olduğunu iddia edebilir?
Ruhanilere karşı duyduğunuz nefreti boşuna bağdaştırmaya çalışıyorum, ama
bundan genç bir hanımın ifade ettiği gibi kusursuz, erdemli olmadığınız umuduna
kapılıyorum. Meraktan çatlıyorum ve şayet bu merakımı tatmin etme fırsatını
bana verirseniz dünyanın en mutlu insanı olurum.»
Hürmetkârınız Philipp Arlington.
Not; Fotoğrafımı da
ekliyorum.»
Bu
mektup onu çok ilgilendirmişti. Mektubu yazanın kendi meziyetleri karşısında
susmasından onların izah edilmeyecek kadar çok olduklarına inanmıştı.
Fotoğraftan canlı, kibar ve şakacı olduğu görülüyordu. Herkese gösterdiği,
fotoğrafını gönderdiği, cevap verdiği ve Mrs. Menteith’in evinde bir öğle
yemeği yemeyi teklif ettiği biricik taliplisiydi bu. O da teklifi kabul etti.
Ve nihayet beklenen gün geldi.
Villâdaki
yemekte Mrs. Menteith’in varlığı, Penelope’nin saygıdeğer oluşu ve toplum
içindeki durumu, hakkında önemli etki yaratmakta yararlı olmuştu. Yemekten
sonra birbirlerini daha yakından tanımaları için onları yalnız bıraktılar.
Philipp önce Penelope’nin ilânındaki güzellikle ilgili kısma temas ederek bunun
gerçek olduğunu açıkladı ve böyle bir çareye başvurmakla çabucak bir koca
bulabileceğini memnunlukla anlattı. Bunun açıklanması Penelope’nın ailevî
durumunu ve nihayet dinsel düşüncelerini anlatmasına vesile oldu. Her geçen
dakika ilgisini sempatik buluyor ve onun karısı olmanın, babasının kızı olmakla
çelişkili bir durum yaratacağı anlaşılıyordu.
İki
saatlik bir sohbetten sonra ona âşık olmuş ve onun da kendisine kayıtsız
olmadığı hükmüne varmıştı. Daha sonra kendisini huzursuz yapan bir problemi
açıkladı. «Ben
henüz yirmi yaşımdayım. Sadece babamın izniyle evlenebilirim. Fakat dindar
olmayan biriyle evlenmeme asla müsaade etmez. Sizi ona takdim ettiğimde onu
inandıracak şekilde papaz rolü yapabilir misiniz?» Bu sorunun hemen arkasında gözlerinde
Penelope'nin tanımadığı bir ışık parladı, fakat o sükunetle cevap verdi: «Evet,
yapabilirim.» Onda bir ortak yan bulmak Penelope’yi hayran bırakmıştı ve
kendisini her zamankinden daha fazla onunla birleşmiş hissediyordu. Babasına
ondan evinde tesadüfen tanıştığı Mrs. Menteith’in bir arkadaşı olarak söz etti.
Allah rızası için böylesine ağır işte çalışan bir yardımcıyı kaybedeceği
düşüncesi kolayca anlaşılacağı gibi babasını müthiş öfkelendirmişti. Fakat Mrs.
Menteith, Penelope'nin durumunu kuvvetlendirdi ve genç erkeğin dindarlığını,
piskopos hamilerine müteşekkir olduğu istikbal görüşlerini parlak kelimelerle
anlattı. Nihayet ihtiyar adam bu örnek insanı görmek ve şayet sınavdan memnun
kalırsa nişan tarihini görüşmek üzere çağrılmasına razı oldu. Penelope bin bir
korku içindeydi, çünkü sevgili Philipp’i bir hata yapabilir ve babasına
hilekârlığı meydana çıkarma fırsatı verebilirdi. Fakat her şey tereyağından kıl
çeker gibi kolay oldu. Genç adam ikinci papazı olduğu cemaatten bahsediyor;
âmirlerini anlatıyor, papazlık makamının şimdiki sahibi doksan yaşında
olduğundan dinsel törenleri üzerine aldığını belirtiyor ve hayatını adamayı
umduğu kutsal eserin anlamını heyecanlı bir İlâhiyle bitiriyordu. Penelope
belli etmeden derin bir nefes aldı, fakat genç erkek İsa Sirach'ın kitabını
zikretmeye başladığında Philipp’in bir daha silinmeyecek şekilde babasının
saygısını kazandığını memnunlukla anladı.
Bütün güçlükler ortadan kalktıktan
bir hafta sonra düğün yapıldı. Penelope’nin
köy hayatının yeterince tadını çıkardığını, sohbet etmek istediğinde neşeli
insanlar arasında olup keyifli dakikalar geçirmek isteğinde olduğunu belirtmesi
üzerine balaylarını Paris’te geçirdiler. Balayı günleri onun için bir hayal
gibi geçiverdi. Kocası hâlâ cazipti ve senelerce frenlemek zorunda kaldığı
delice fikirlerine karşı gelmiyordu. Sadece küçük bir bulut mutluluğunu
gölgeliyordu. Masraf bakımından cimri davranıyor ve maddî nedenlerden ötürü
Somerset’deki Poppleton köyünde yaşamak mecburiyetinde olduğunu anlatıyordu.
Fakat onun anlattıklarından Sir Rostrevor ve Lady Kenyon’un oturdukları komşu
sarayda görevli olduğu anlamını çıkarıyordu. Zaman zaman onun kendi durumunu
açığa vurmadığına hayret ediyordu, fakat balayı öylesine mutluluk ve neşeyle
doluydu ki, bunun üzerinde kafasını yormaya cesaret bile edemiyordu. Belli bir
pazar gecesi yine Poppleton’da olmak zorunda bulunduğunu açıkladı. Gece geç
vakit yaşadığı Rye House’a geldiler. Hava kararmıştı ve Penelope yatıp
uyumaktan başka istek duymayacak kadar yorgundu. Kocası onu merdivenlerden
çıkardı ve Penelope yatar yatmaz uyudu.
Ertesi
sabah kilise çanının sesiyle uyandı ve kocasını cübbe giyerken gördü. Gözleri
açılmıştı. «Neden bunu giyiyorsun anlamıyorum?» diye bağırdı. Kocası
gülümseyerek: «Evet sevgilim, sana küçük bir itirafta bulunmamın zamanı
geldi. İlânını okuduğumda önce meraklandım ve karşılaşmayı teklif ettim. Fakat
seni görür görmez sevdim. Ve bu duygu villâya geldikten sonra daha da
derinleşti. Seni kazanmaya karar vermiştim. Bu, doğrulukla mümkün
görülmediğinden hileye başvurdum. Buranın papazı olduğumu senden daha fazla
gizleyemem. Seni çok çirkin bir şekilde aldattığım doğrudur. Biricik özürüm
büyük aşkımdır ki, başka şekilde seni elde edemezdim» dedi.
Penelope,
bu kelimelerden sonra yataktan çıktı ve bağırmaya başladı: «Seni asla affetmeyeceğim, asla, asla!
Cezanı çekmelisin. Zavallı bir kızı alçakça aldattığın için pişman olacaksın.
Senin bana yaptığın gibi ben de seni ruhani meslektaşlarına alay konusu
yapacağım.»
Bu
arada kocası da giyinmişti. Penelope onu odadan çıkardı ve bütün bir gün öfkeyle
başbaşa kaldı. Akşam yemeğine kadar kocası ne göründü ne de haberi geldi; gece
elinde bir çay tepsisiyle göründü ve şöyle konuştu: «Şayet beni cezalandırmak istiyorsan hayatta kalmalısın, hayatta kalmak
için de bir şeyler yemelisin. Onun için çay tepsisini buraya bırakıyorum, fakat
benimle konuşmak zorunda değilsin. Tepsiyi buraya koyup tekrar gideceğim.
Afiyet olsun!»
Önceleri
azametli davranmak istiyordu, fakat ne kahvaltı etmiş, ne öğle yemeği yemiş ne
de çay içmişti. Nihayet açlık galip geldi ve çay tepsisinde bulunanları tamamen
yedi. Bununla beraber intikam plânından vaz geçmemişti.
Akşam
yemeği ile tekrar canlanarak gecenin yarısını gelecek günler için geçici bir
anlaşmayı saptayan vakarlı bir mektup yazmakla geçirdi. Büyük gayret sarfederek
çeşitli fikirler ortaya attı. Nihayet rahatlamıştı. Kısaca şöyle yazmıştı :
Beyefendi,
Alçakça tutumunuzdan dolayı sizinle bir daha asla
konuşmayacağımı şüphesiz tahmin edersiniz. Bana yaptığınızı dünyaya
duyurmayacağım, zira bu kendi akılsızlığımı açığa çıkarmak olur, bununla
birlikte herkese sizi sevmediğimi, sizin aldatıcı ve kör olduğunuzu
hatırlatacağım. İtibarınız üzerinde etkisiz olmayacağından skandal yaratmaktan
zevk duyacağım. Şayet bununla tüm ruhanileri gözden düşürürsem bu beni daha çok
sevindirecek.
Hayatta tek hedefim sadece sizin beni alçalttığınız gibi
benim de sizi mahcup etmem olacak.
Gelecekte sadece ismen tanıyacağınız karınız Penelope.»
Mektubu
dışarıya bıraktığı çay tepsisinin üzerine koydu. Ertesi sabah üzerinde yalnız
kahvaltı olmayan mektuplu bir çay tepsisi kapının önünde duruyordu. Önce onu
küçük küçük yırtıp pencereden atması gerektiğine inanıyordu. Fakat daha sonra
onun böyle durumlarda olduğu gibi utanç ve endişeyle dolu olduğunu, özür
dilediğini ümit etmek galip geldi. Zarfı yırttı ve okumaya başladı :
«Bravo sevgili Penelope! Mektubun
bir şaheser, eşi olmayan değerli bir suçlama. Şayet bana akıl danışsaydın daha
iyi bir sonuç vereceğini sanmıyorum. Fakat intikamla ilgili noktada beklemek
zorundayız. Senin sandığın gibi etkilemeyebilir de.
Daimi ruhani hürmetkârın Philipp.
Not: Garden • Party'i unutma!»
Balayında
Philipp’in anlatmış olduğu sözkonusu garden party bugün Lord Rostrevor ve Lady
Kenyon’un daveti üzerine Elizabeth stilindeki Mendip Palas’ta yapılacaktı ve
daha çok genç kadının çevre sosyetesine tanıtılması için düşünülmüştü. Bir süre
gidip gitmemesi hakkında tereddüte düştü, çünkü kocasının notu Penelope’yi
çelişkiye düşürüyordu. Kendi kendine karar verdikten sonra partinin intikam
savaşını sürdürmesi için fırsat olacağını anladı. Böylece binbir özenle
giyindi. Öfkeyle parlayan gözleri her zamankinden daha karşı konulmazdı.
Hedefin çıkarı gereği kocasıyla arasındaki anlaşmazlığı belli etmemeye karar
verdi ve birlikte kurallara uygun bir şekilde ortaya çıktılar. Öylesine şaşırtıcı
bir güzelliğe sahipti ki erkekler onun görünmesiyle etraftakilerini unuttular.
Fakat o kendisiyle tanışmak isteyen asil beylere dikkat etmeyerek gayet sade ve
vakarlı davranıyordu. Nihayet bütün dikkatini Vikar üzerinde topladı. Vikar,
yani Mr. Reverdy henüz gençti ve Penelope onun tutkusunun köyün arkeolojik
durumu olduğunu bir kaç dakika sonra keşfetti. Vikar yakınlarda dev mezar
olduğunu -mutlaka prehistorik değerinden olmalı-, fakat merakıyla baş başa
kaldığını, kimseyi bu hâzineleri kaldırmak için harekete geçiremeyeceğini
ciddiyetle anlatıyordu. Gözlerini açarak hayretle: «Rezalet, Mr. Reverdy!»
dedi. Etkisi altında kalan Vikar Papazı hayat arkadaşından dolayı tebrik etti.
Vikar,
ertesi gün arabayla Peppleton’dan onbeş kilometre uzaktaki ilginç arkeoloji
kalıntılarını seyretmeye gitmek için Penelope'yi elde etti. Herkes izahatlarda
bulunan Vikar’la, onu dikkatle dinleyen Penelope’nin köyden arabayla
geçtiklerini gördü. Tabii bu, kimsenin gözünden kaçmadı. Özellikle dedikodu
yapmayı görev edinmiş olan Mrs. Ouigley adında yaşlı bir hanımın Mrs.
Ouigley’in aziz Mr. Arlington’a vermeyi düşündüğü bir kızı vardı ve sözü geçen
bakireye önem vermemekle pek akıllıca davranmadığını söylemeye başladı. Vikar
Penelope'yle önünden geçerken «Vay!» diye bağırdı. Bunu duyan herkes ne anlama
geldiğini biliyordu. Ertesi gün Vikar’ın, papazın cemaat işleriyle görevli
olduğu, evde bulunmadığı herkesçe bilinen bir saatte kolunun altında
Somerset'in Arkeoloji’si adlı bir kitapla Rye House’a yürüdüğü görüldü.
Vikar'ın kitabı teslim etmek için gerektiğinden fazla kaldığı tesbit edildi.
Bundan başka Mrs. Ouigley’in -onun sayesinde bütün köye- arka merdivendeki
konuşması ile, genç evlilerin ayrı odalarda yattığı açıklanıyordu.
Mrs.
Ouigley’in işgüzarlığını bilmeyen zavallı Vikar, papazın eşinin ne kadar güzel,
akıllı ve erdemli olduğunu anlatıyordu. Her kelimeyle hem kendisine hem de
Penelope'ye isnat edilen suç, yükünü ağırlaştırıyordu. Sonunda Mrs. Ouigley
daha fazla dayanamıyarak sevgili Vikar’ın selâmeti için kilise cemaat başkanı
Mr. Glasshouse’a yazmanın görevi olduğunu belirterek papazın başka yere
nakledilmesini tavsiye etti. Mrs. Ouigley’i tanıyan Mr. Glasshouse durumu feci
olarak kabul etmeye niyetli değildi ve Vikar’a isabetli bir konuşmanın kâfi
geleceğine inanıyordu. Kendisine Mrs. Arlington’la görüşmenin dünyanın en temiz
şeyi olduğunu temin eden Vikar'ı ziyaret etti. Bununla birlikte Penelope’nin
suçsuzluğunu başkanın uygun gördüğünden daha hararetli övmüştü. Bu yüzden Mr.
Glasshouse hanımla bizzat görüşmeye karar verdi. Çay saatinde Aye House’a
gelerek arkeoloji ile Vikar hakkında biraz abartmalı konuşan Penelope
tarafından karşılandı. Gerçi Penelope, Mr. Glasshouse'un Mrs. Ouigley'in
kendisine bildirdiğini söylediği dedikodu yaratacak fısıltıları incelikle söylemesine
rağmen inkâr etmişti, ama bunu öyle bir ifadeyle söylemişti ki, başkanın
Vikar’ın düşüncesizce hareket ettiğine kanaat getirdiğini itiraf etmek
gerekirdi. O anda Mr. Glasshouse arkeolojinin onun zevkine göre ölü geçmişle
çok fazla ilgilendiğini, Vikar’ın yerinde olsa canlı hayatı mezar taşlarına
tercih edeceğini itiraf etti.
Penelope,
«Alı Mr. Glasshouse ne kadar haklısınız» dedi, «size tamamen hak veriyorum.
Sayın başkan lütfen bana hayatın hangi yönüyle ilgilendiğinizi anlatınız.»
«Ender
kuşlarla» diye cevap verdi kilise cemaat başkanı. «Özellikle sadece emircik
kuşlarının değil sabırlı gözlemcilerin sarıkanatlarla taltif edildiği Sedgemoor
Bataklığı’nı ziyaret eden kuşlarla,»
Ellerini
birbirine vurarak hayranlıkla başkana baktı ve Norfolk Bataklığı yakınında
yaşadığını, keşif denemelerinde bulunmasına rağmen şimdiye dek sarı kanat
görmediğini, bunun en büyük isteği olduğunu anlattı. Başkanın işini, ruhanî
idareye karşı olan görevini unutarak Penelope'yi bu ürkek kuşun en severek
sığındığı yer olan ıssız bir mevkide beraberce gözetlemeye davet ettiği acı
olmakla beraber bir gerçekti. Penelope «Ah Başkan bey Mrs. Ouigley ne der
buna?» diye sordu.
Başkan,
kendini mümkün olduğu kadar hayat adamı gibi göstermeye çalışarak bir el
hareketiyle yaşlı kadını değersizleştirdi. Başkan ikinci fincan çayı içmeye
karar vermeden önce Penelope onun zorlamalarına dayanamıyarak ilk güzel günde
küçük bir sefere katılmaya razı oldu. Ve gitti de. Fakat yer ne kadar ıssız
olursa olsun Mrs. Ouigley'in ajanları görevlerini yapıyorlardı. Kaşla göz
arasında gerekenden fazlasını öğrenmişti bile. Kilisenin anlayış göstermediğini
sanarak Lady Kenyon’dan nezaket çerçevesinde yardım istedi ve aldığı haberlere
göre başkanın dikkatini sadece kuşlara vermediğini açıkladı. «Daha fazla konuşmak istemiyorum»
diyerek ilâve etti, «çünkü hepsi de
birbirine çok yakın şeyler. Sayın Lady, erdem yolunda olan bükülmez ve muhterem
rahiplerimizi bile cezbeden bu kızı defedemez misiniz?» Lady Kenyon ne
yapılması gerektiğini düşüneceği cevabını verdi. Mrs. Ouigley’i tanıdığından
Penelope'yi ziyaret ederek etrafta dolaşan konuşmaların kendisiyle ne ilgisi
olduğunu sormayı uygun buldu.
Biraz
sevimlilik ve güler yüzlülükle Penelope'den bütün hikâyeyi öğrendi. Lady Kenyon
durumu feci bulacağına, gülmeye başladı. «Sevgili
çocuğum, siz işi kolaylaştırıyorsunuz. Bu örümceklenmiş ihtiyar adamların size
karşı durmasını mı bekliyordunuz? Hayır, hayır onların gözleri size rastlamadan
önce hayatlarında asla güzel bir kadın görmemişlerdir...» «Siz hariç» diye
atıldı Penelope. Fakat Lady Kenvon bu itirazı duymadı ve devam etti: «Hayır
sevgilim, şayet intikamınız bir şeye yarayacaksa hazırlığınızı değerlendirecek
biri üzerinde denemelisiniz. Ruhanilerini doğru yoldan ayırdığınız Glastonbury
piskoposu bu duruma uygundur. Onda kendinize uygun bir eş bulursanız hiç
şaşmam. Sizler için bir turnuva hazırlayacağım ve piskoposa hayran olmama
rağmen tamamen tarafsız bir hakem olacağım. Ayrıca girişken ruhlu olmanıza
sevindim.»
Glastonbury
Piskoposu dinsel meslekte büyük kariyer yapacak kadar çok bilgili, bazı
kimselerin akılsız diye tanımlayacağı kadar dikkati çekmeyen bir adamdı. Ona
geçek bir skandal mal edilememesine! rağmen, güzel hanımların bulunduğu
topluluğa değer verdiği ve onlarla sohbet ederken beklenilen ciddiyeti muhafaza
etmediği herkesçe biliniyordu. Onunla çok iyi dost olan Lady Kenyon, Penelope
ve felâketi hakkında bildiği her şeyi anlattı. «Kız aslında kötü değil fakat çok öfkeli», dedi, «bunun bir nedeni olduğunu da itiraf
etmeli. Eleştirmeyi beceremediğimden ve hikâyesi de beni çok eğlendirdiğinden
onu etkileyemedim. Fakat sayın piskopos, sizin benim yapamadığımı yapacağınıza
eminim. Şayet razı olursanız onu size göndereceğim ve sonrasını göreceğiz.»
Piskopos
buna razı oldu ve Penelope onunla görüşmek üzere Mendip Palas’a uygun bir
şekilde davet edildi. Yeni deneyimleri, kendine olan güveni kuvvetlendirmişti
ve piskoposu parmağında oynatacağına hiç kuşkusu yoktu. Penelope hikâyesini
anlatıyordu. Fakat o en dramatik yerlerde gülümsediğinden itidalini kaybediyordu.
Nihayet Vikar ya da başkanın karşı koyamayacağı şekilde baygın baygın
baktığında piskoposun gözlerini oynatması Penelope’yi korkuttu. Bunun üzerine
tavrım değiştirerek, sade ve samimi davrandı. Piskopos onun öfke ve hırsına
rağmen Philipp'ini hâlâ sevdiğini fakat gururun bunu itiraf etmeye engel
olduğunu söyletmeye çalışıyordu. Ona iyi davranan fakat ciddiye almayan
Piskopos:
«Sevgili yavrum» diye söze başladı, «aksi tutumunuzun size sükûnet
temin etmeyeceğine inanıyorum. Yeryüzünde size âşık olabilecek bir sürü akılsız
adam dolaşmaktadır, fakat siz akılsız bir adamı sevemezsiniz. Ve sadece akılsız
bir adam sizin hâlâ kocanızı sevdiğinizi fark edemez. Pek tabii size
affedilmeyecek bir oyun oynamış, size hiç bir şey olmamış gibi davranmanızı
öğütleyemem. Şayet başka şekilde mutlu olmak istiyorsanız budala papazların
başını döndürmekten daha iyi bir yol bulmanız gerektiğine inanıyorum. Bunun ne
olacağı sizin kararınıza kalmıştır, fakat bu her halükârda sonuçsuz
intikamınızdan daha olumlu ve rahatlatıcı olmalıdır.»
Yavaşça
elini okşadı ve sözlerine şöyle son verdi: «Sevgili yavrum, önce bunları bir
kez düşünün ve kararınızı bana da bildirin.»
Penelope,
biraz üzgün eve gitti ve haklı öfkenin bile zamanla hoşa gitmeyen bir tad
verdiğini ilk kez anladı. Şayet hayatını değiştirmek istiyorsa karar vermek
zorundaydı. Asla vaz geçmek istemiyordu. Bir köy papazının itaatkâr karısı
olmaktansa babasının evine dönmeye razıydı. Bu yüzden geçimini sağlamak için
bir imkân bulmalıydı.
Uzun
bir mektupla Mrs. Menteith’e düğünden piskoposun ihtarına kadar olup bitenlerin
hepsini anlattı.
Sonunda:
«Sizden o kadar iyilik gördüm ki, daha fazlasını istemeye cesaret edemiyorum.
Fakat belki de ayakta kalmama yardım edebilirsiniz. Bana bir iyilikte bulunup
bunları konuşmak için Londra’da benimle buluşabilir misiniz?» diye ekledi.
Londra’da buluştular ve neticede Mrs. Menteith terzisini Penelope’yi manken
olarak alması için harekete geçirdi. Londra’ya yerleştiğinde kocası ile olan
bütün ilgisini kesmişti.
Poppleton
halkı onu tamamen unutmuştu. Mrs. Ouigley ve hiç söz etmemesine rağmen
kocasından başka kimse onun yokluğunu hissetmiyordu. GüzelIiği terziyi etkiledi
ve yavaş yavaş moda desinatörlüğüne yeteneği olduğu ortaya çıktı. Çabucak
kariyer yapıp üç yıl sonra da hatırı sayılır bir servet sahibi oldu. Babasından
hasta olduğunu ve öleceğini belirten bir mektup aldığında firmaya ortak olmak
üzereydi.
Babası
mektubunda: «Hem bana hem de muhterem
eşine karşı çok kötü davrandın» diye yazıyordu. «Ölmeden önce sükûnet bulmak istiyorum. Şayet kısa zaman için de olsa
eski evine dönersen memnun olurum.
En derin sevgilerimle baban»
Kalbi
sızlıyarak Liverpool Street Garı’na gitti. Kendine yer ararken ruhani kıyafet
giymemiş olan kocasını gördü, mümkün müydü bu? Çok varlıklı görünüyordu ve
birinci mevkie binmek üzereydi. Bir an birbirlerine baktılar. Nihayet kadın
«Philipp!» diye bağırdı ve aynı anda da kocası «Penelope, daha güzelleşmişsin
sevgilim» diye karşılık verdi.
Penelope:
«Philipp anlaşmazlığımızı yaratan cübbeyi ne yaptın?» diye sordu.
«Güve
yedi,» dedi. «Mucit olarak yetenekli olduğumu anladım ve kiliseye elveda
dedim. Gelirim hayli yüksek ve İlmî bir aletin yeni patenti için bir kaç
fabrikayı dolaşmak amacıyla Cambridge’deyim. Sen nasılsın? Hiç de yoksul ve
zavallı görünmüyorsun!»
«Hayır,
ben de ilerledim.» Kocasına başarılı kariyerini anlattı.
«Senin
ne kadar akıllı olduğunu biliyordum» diye cevap verdi kocası.
«Ben
de seni daima bir hilekâr olarak gördüm, fakat şimdiden sonra benim için fark
etmez» diye Penelope bir açıklama yaptı. Trenin basamağında birbirlerine
sarıldılar. Kondüktör, «binelim beyler» diye bağırdı.
Ve
şayet ölmedilerse bugün de yaşıyorlardır.
Kaynak: BERTRAND RUSSELL, Hikayeler, trc: Hârika Aktel. Tel Yay.
1972, İstanbul, sh.34-50
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder