Print Friendly and PDF

BERTRAND RUSSELL- 6-


Çok felsefe tarihi var. Ereğim, sadece onlara bir yeni­sini katmak olmayacak. Felsefeyi toplumsal ve siyasal yaşantının bütünleyicisi olarak gözlet önüne sermek istiyorum. Onu büyük adamların yalın düşünceleri olarak değil, içinde, değişik sistemlerin geliştiği değişik toplumların karakterine ilişkin neden ve sonuç olarak ele alacağım. Bu erek, felsefe tarihçilerinin verdiğinden daha çok bir genel tarih bilgisi veril­mesini gerektirir. Normal bir okuyucunun tanışık olduğu varsayılamıyan dönemler için, özellikle gerekli buldum bunu. Sko­lâstik felsefenin büyük çağı XI. yüzyıl reformlarının bir sonu­cuydu. O reformalarsa, daha önceki bozuşmaya karşı bir tep­kiden doğmuştu. Roma’nın düşünüşüyle Orta Çağ Papalığının doğuşu konusunda bazı şeyler bilmeden XII. ve XIII. yüzyıl­ların atmosferi güç anlaşılır. Bu dönemi ele alırken, öbür dö­nemlerde olduğu gibi, kendilerini biçimleyen ve kendilerinin biçimlenmesine yardımcı olduğu zamanlarla ilgili olarak daha içten anlıyabilmek için gerekli bulduğum ölçüde genel tarih bilgisi vermeyi erek edindim.
Bu görüş noktasının bir sonucu onun bir filozofa felsefî artamı (meziyeti) açışından hak etmediği bir önem vermesi­dir. Söz gelimi, Spinoza’yı Locke’tan büyük sayarım. Fakat, Spinoza daha az etki yapmıştır. Dolayısıyla ona, Lock’a ayırdığımdan daha az bir yer ayırdım. Bazısı, söz gelişi, Rousseau ve Byron, akademik anlamda philosophos değilse de, geçerli felsefe tutumunu büyük ölçüde etkilemiştir. Onlar bir yana bırakılırsa, felsefenin gelişimi kavranamaz. Salt devini adamları da önemlidir bazen.
Çok az filozof felsefeyi Büyük Alexandros, Carolus Magnus (Charlemagne) ya da Napoleon ölçüsünde etkilemiştir. Eğer ya­şamışsa Lykurgos daha belirgin bir örnek sayılabilir.
Böyle geniş bir zaman uzanımını kapsamaya girişirken, çok kısa anlatımların, okuyucuya değerli bir şey sağlamadığı­nı öğrenmiş bulunuyorum. Böylece, bir kaçı dışında, uzun boy­lu ele almağa değer görmediğim kişilerden sözetmedim. Tar­tıştığım kişilerin yaşantıları ve toplumsal çevreleriyle ilgili ne varsa yazdım. Arada bir gerçekten önemli olmıyan ayrıntıları, kişiyi ya da kişinin yaşadığı zamanı aydınlatacağını umduğum için görmezlikten gelemedim.
Sonunda, geniş konumun herhangi bir parçasına ilişkin olarak, uzmanlara, bir açıklama ve bir savunma sözü borçlu­yum. Alanı daha dar olan bir kişi için her filozof hakkında bilinebileceklerin tümünü bilmek açıkça imkânsızdır. Leibniz dışında, sözünü ettiğim her filozofu çok kişinin benden daha iyi bildiğinde kuşkum yok. Fakat, eğer bu, uzman kişilerin bil­gisine karşı duyulan saygıdan gelme bir susuş için yeterli ne­den olsaydı, hiç kimse dar bir tarih şeridinden ötesini kaleme almağa çalışamazdı. Sporta’nın Rousseau’ya, Platon’un XIII. yüzyıla değin Hristiyan felsefesine, Nestoriusçuların (Nasturilerin) Araplara, sonra Aquino’lu Thomas’a; Saint Ambrose’un Lombardia kentlerinin doğuşundan günümüze değin siyasal felsefeye yapmış olduğu etki, yalnız kuşatıcı bir tarihin ele alacağı konular arasındadır. Dolayısıyla, konunun şu ya da bu bölümünde bilgimi yetersiz bulan okuyucunun hoşgörüsünü dilerim. «Zaman kıratlı bir arabadır» düşüncesini hatırlamak gerekmeseydi, daha doyurucu olurdu bilgim.
Kitap esas olarak Pennsylvania’daki Bames vakfında ta­sarlanıp yine orada kısmen konferanslar biçiminde ortaya konduğundan, varlığını Dr. Albert C. Barnes’e borçludur.
Son 13 yıllık çalışmalarımın çoğunda olduğu gibi burada da araştırmalarım için ve daha pek çok nedenle; eşim Patricia Russell’in büyük yardımını gördüm.
Felsefe adını verdiğimiz yaşantı ve dünya görüşleri iki etkinin ürünüdür: 1. Miras kalmış dinsel ve sağ-töresel kavramlar. 2. Bilimsel diyebileceğimiz araştırma türü. (Bura­da, en geniş anlamıyla kullanıyorum «bilimsel» sözcüğünü.) Her filozof, bu iki etkenin, sistemine giriş orantısına göre, bü­yük ölçüde ayrılık göstermiştir. Fakat felsefenin öz çizgisini bu iki etkenin bir aşamaya değin varlığı biçimler.
Felsefe, bazısı geniş, bazısı dar, pek çok biçimde kullanı­lan bir sözcüktür. Onu, imdi açıklıyacağım geniş anlamıyla ele almayı öneriyorum.
Felsefe sözcüğü, anladığım anlamda, Tanrıbilimle bilim ara­sındadır. Tanrıbilim gibi, kesin bilginin sağlanamaz olduğu konulardaki kurgulardan kuruludur; bilim gibi, gelenek ya da vahiy otoritesinden çok insanın yargı gücüne baş vurur. Gön­lümün istediği gibi konuşayım: Bütün kesin bilgi bilime, kesin bilgiyi aşan doğmalar tanrıbilime ilişkindir. Fakat, tanrıbilimle bilim arasında her iki bilimin de saldırısına açık bir tam­pon bölge bulunmaktadır, işte bu tampon bölge felsefedir. Kurgusal kafalar için çok ilginç olan hemen bütün sorunlar bilimin karşılık veremiyeceği sorulardır. Tanrıbilimcilerin id­dialı karşılıkları, önceki çağlarda olduğu gibi kandırıcı görün­müyor.
Dünya zihin ve maddeye mi ayrılmıştır?
Eğer öyleyse, zihin nedir, madde nedir?
Zihin maddeye mi bağlıdır, yoksa bağımsız güçlere mi sahiptir?
Evrenin bir birliği ya da ereği var mıdır?
Yoksa biz onlara, içinizdeki düzen sevgisi dolayısıyla mı inanıyoruz?
Kişi, gökbilimcilere göründüğü gibi, kü­çük ve önemsiz bir gezegende çaresizce sürünen, sudan ve katkısız olmıyan karbondan yapılmış küçük bir parçacık mı­dır?
Yoksa Hamlet’e göründüğü gibi midir, (1) Yoksa belkilikle (muhtemelen) her ikisi midir? Yüce ve aşağılık diye iki ayrı yaşama yolu var mıdır?
Yoksa, bütün yaşama yolları boş mu­dur?
Yüce bir yaşama yolu varsa onu biçimliyen nedir, ona nasıl ulaşılır?
Değer verilmeye lâyık olması için iyi ilksiz ve sonsuz mu (etanal) olmalı?
Evren, amansızca ölüme gidiyor­sa bile iyi, aranmağa değer mi?
Bilgelik diye bir şey var mı­dır?
Yoksa o, aptallığının arınmış en son biçimi midir yalnız?
Bu tür sorulara, laboratuvarlarda karşılık bulunamaz. Tanrıbilimciler, hepsi de kesin olan karşılıkları olduğunu ileri sür­düler. Fakat, modern düşüncenin, onları kuşkuyla karşılama­sına neden olan, bu kesinlik iddialarıdır. Bu sorulara, karşılık vermese de inceleme alanı açmak felsefenin işidir.
(1) İnsan ne tür bir yapıt! Yan gücü ne yüce onun!
Yetenekleri ne sonsuz.
Biçimi ve duygulanışı ne belirgin!
Ne hayranlık verici!
Davranışı ne kadar meleklere, düşüncesi ne kadar Tanrı’ya benziyor!
Dünyanın süsü, yaratıkların en ulusudur o!
(Hamlet, perde II, sahne II, çeviren).
«Neden?» diye sorabilirsiniz «böyle çözülmez sorunlar üze­rinde zaman yitiriyoruz?» Buna, bir tarihçi ya da evrensel yal­nızlık korkusuyla başbaşa kalmış bir birey olarak karşılık ve­rilebilir.
Tarihçinin karşılığı, verebileceğim kadariyle kitapta ortaya çıkacaktır. İnsanlar özgür kurguya yetenekli olalıberi, davranışları, sayısız önemli bakımlardan, dünya ve insan ya­şantısı, iyi ve kötü olan konusundaki kuramlarına dayanmış­tır. Eskiden olduğu ölçüde bugün de doğrudur bu. Bir çağı ya da bir ulusu anlamak için onun felsefesini anlamalı, felsefesi­ni anlamak içinse bir aşamaya kadar filozof olmalıyız. Karşı­lıklı nedenleme söz konusu burada. Kişioğlunun yaşantı ko­şulları onun felsefesini, felsefesi de yaşantı koşullarını belirle­mede çok iş görüyor. Çağlar boyu akıp gelen bu karşılıklı etki, aşağıdaki sahifelerin konusu olacak.
Daha kişisel bir karşılık da bulunabilir yukardaki soruya. Bilim bize, neyi bilebileceğimizi söyler. Fakat, bilebileceğimiz azdır. Bilemiyeceklerimizin ne denli çok olduğunu unutursak, önemi çok olan pek çok nene karşı duygusuz kalırız, öbür yandan tanrıbilim gerçekte bilisiz olduğumuz yerlerde bir nen­ler bildiğimiz konusunda dogmatikos bir inanç aşılar bize. Böylece, evrene karşı, sınırı aşar biçimde yersiz davranmamı­za yol açar. Etkili umut ve korkuların karşısındaki kesinsizlik acıdır. Fakat avutucu peri öykülerinin desteği olmaksızın ya­şamak istiyorsak katlanmalıyız buna. Philosophianın sorduğu soruları unutmamız ya da onlara, üzerinde kuşku duyulmayan karşılıklar bulduğumuz yolunda kendimizi kandırmamız iyi olmaz. Ortada bir kesinlik olmaksızın, çekinmelerle (tereddüt­lerle) felce uğramaksızm nasıl yaşıyacağımızı öğretmek, çağı­mızda kendisiyle uğraşanlara, philosophianın yapacağı belki de en belli başlı yardımdır.
Tanrıbilimden ayrı olarak, Yunanistan’da D. ö. VI. yüzyıl­da başlamıştır philosophia. Eski çağda kendi yolunu izlemiş. Roma düşüp, hıristiyanlık doğunca, Tanrıbilim üste çıkmıştır. Philosophianın XI. yüzyıldan XIV. yüzyıla değin uzanan ikin­ci büyük dönemi, imparator Friedrich'in (1195 1250) yol aç­tığı türden birkaç baş kaldırma devinisi dışında katolik kilisesinin baskısıyla geçmiştir. Bu dönem, reformasyona varan kar­gaşalıkla son bulur. XVII. yüzyıldan günümüze değin uzanan üçüncü dönemde bilim önceki dönemlerdekinden daha çok egemen olmuş ve geleneksel inançlar yine önemli kalmış; yal­nız onların yerinde olup olmadıklarını belgileme gereği duyul­muş ve bilimin buyurur göründüğü yerde değişmeye uğrama­ları türünden bir durum çıkmıştır ortaya. Katolik görüş açı­sından, philosophosların pek azı dindar kişilerdir. Onların kur­gularında, din dışı devlet, kiliseden daha önemlidir.
Toplumsal bağlaşma (cohesion) ve bireysel özgürlük, din ve bilim gibi, bütün dönemlerde bir çatışma ve baysallı (hu­zurlu) olmayan bir uzlaşma içindedir. Yunanistan’da toplum­sal bağdaşma, kent devletine bağlılıkla sağlanmıştı. Aristote­les bile, başka tür bir yönetimi değerli saymamıştır. Halbuki o zamanlar Alexandros (İskender), kent devleti modasını ta­rihe karıştırmak üzereydi. Birey özgürlüğünün kente karşı gö­revle kısıtlanma aşaması büyük ölçüde değişiktir. Sparta’da birey, modem Almanya (Bu betik yazıldığı sırada Almanya Nazilerin yönetimi altındaydı. (Çeviren).) ve Rusya'daki gibi küçük çapta bir özgürlüğe sahipti. Athena'daysa, arada bir görülen baskı­lara karşın (rağmen) yurttaşlar, en iyi dönemde, devletçe ko­nulmuş sınırların ötesinde olağan üstü bir özgürlüğe sahipti­ler. Aristoteles’e değin, Grek düşüncesini kente karşı din­sel ve yurtseverlik dolu bir bağlılık yönetmiştir. Bu düşünce­nin, büyük ölçüde siyasal öğeye sahip olan sağtöre sistemleri kentlilerin yaşantısına uydurulmuştu. Grekler sırasıyla Ma­kedonyalılara ve Romalılara bağlanınca özgürlük günlerinin görüşleri görünmez oldu artık. Bu, gelenekten kopma dola­yısıyla bir canlılık yitimini ve öbür yandan daha bireysel, da­ha az toplumsal bir sağtöreyi getirdi. Sundurmanlar (stoikoslar) erdemli yaşantıyı yurttasın devletle olan ilintisinden çok tinin tanrıyla olan bağlantısı biçiminde düşünmekteydiler. Böylece onlar, sundurmanlar gibi, kökçe siyasal olmayan Hristiyanlığın yolunu hazırlamışlardır. Hristiyanlık kökçe siyasal değildi, çünkü ilk 300 yılda Hristiyanlar yönetime etki etmek­ten uzaktılar. Alexandros’tan Constantinus’a değin geçen 600 yılda, toplümsal bağdaşma philosophiayla ve dine karşı baş­langıçta görülen bağlılıkla değil, önce orduların sonra da sivil yönetimin zoruyla sağlanmıştır. Roma orduları, Roma yolları, Roma yasaları ve Romalı yöneticiler önce güçlü bir merkezsel devlet kurmuşlar, sonra da onu sürdürmüşlerdir. Bu konuda Roma philosophiasına yüklenebilecek bir nitelik yoktur. Çün­kü Roma’nın philosophiası yoktur.
Bu uzun dönem boyunca, özgüllük çağından arda kalmış Grek düşünleri (ideaları) yavaş yavaş değişti. Eski düşün­lerden bazısı, en başta, özellikle dinsel sayacağımız düşünler göreli bir önem kazandı. Daha usal olan başka inançlarsa, ar­tık çağın tinine uymadığı için atıldı. Daha sonraki paganuslar (paganlar) Hristiyan öğretisine kaynaşma yeteneği kazanana değin Grek geleneğini değiştirmişlerdir.
Hristiyanlık, sundurmacıların öğretisinde zaten içkin, fa­kat eski çağın genel tinine yabancı olan önemli bir kanıyı yay­mıştır. (Kişinin Tanrı’ya karşı olan görevinin, devlete karşı olan görevinden daha buyurucu olduğu kanısından söz etmek istiyorum. (ilk zamanlar bilinmiyordu bu kanı. Örnekleyin Soplıokles’in Antigoııe’sinde söz edilir ondan. Fakat Sundurmacılardan önce savunan azdı bunu.) Sokrates ve havarilerin dile getirdiği biçimiyle aktarırsak «İnsandan daha çok baş Tanrı’ya eğmeliyiz» kanısı,. Constantinos'un Hristiyanlığı kabullenmesinden sonra da ya­şamıştır. Çünkü, ilk Hristiyan imparatorlar ya Ariusçuydular ya da Ariusçuluğa yatkındılar. İmparatorlar koyu dindar ol­duğunda askıda kaldı bu kanı. Bizans imparatorluğunda ve daha sonra ortaya çıkan Hristiyanlığı İstanbul’dan alan daha sonraki Rus imparatorluğunda gizli bir biçimde yaşadı. «Mo­dern Rusun, aytışımcı özdekçiliğe (diyalektik materyalizme) eğilmesinden daha çok baş eğilmesi gerektiğini neden düşünmediği anlaşılıyor böylece.» Katolik imparatorların yerini Gallia’nın bazı bölümleri dışında, hemen itizalcı barbar alganların (fatihlerin) aldığı batıda, dinsel bağlılığın siyasal bağlılı­ğa karşı olan üstünlüğü yaşamıştır ve bir ölçüde yine de yaşa­maktadır.
Barbar yayılımı 600 yıl için batı Avrupa uygarlığına son verdi. Bu uygarlık, Danimarkalılar XIX. yüzyılda yıkana de­ğin İrlanda’da belli belirsiz yaşamış, ortadan kalkmasından önce de Scotus Erigena gibi ileri gelen bir kişiyi yetiştirmiştir. Grek uygarlığı, doğu imparatorluğunda, İstanbul, 1453 yı­lında düşene değin sönük olarak ve müzelik bir durumda sü­regelmiştir. İstanbul’dan dünya için, sanatçı bir gelenek ve Justinianus’un Roma yasa dizileri dışında önemli bir nen kal­mamıştır.
V. Yüzyılın sonundan XI. yüzyılın ortasına değin süren karanlık dönem sırasında, Batı Roma dünyası bazı ilginç de­ğişmeler geçirmiştir. Hristiyanlığın ortaya koyduğu, Tanrı’ya karşı görevle, devlete karşı görev arasındaki çatışma, kilise ve kral arasındaki çatışma biçimini aldı. Papanın dinsel yasama yetkisi, İtalya, Fransa, İspanya, Büyük Britania, İrlanda, Al­mama, Skandinavia ve Polonia’ya uzamıştı. Italia ve Güney Fransa dışında Papanın piskoposlar ve manastır yöneticileri üzerindeki denetimi, çok belli belirsizdi. Fakat bu denetim, VII. Gregorius zamanından (XI. yüzyılın sonu) başlıyarak gerçek
ve etkili olmuştur, Bu zamandan sonra, baştan başa batı Av­rupa’da din adamlara, zekice ve amansız olarak güç sağlamak yoluna düşmüştür, Roma’dan yönetilen tek bir kurumun doğ­masına yol açmışlar ve 1300 yılının sonrasına değin, din dışı yöneticilere karşı giriştikleri çatışmalardan genellikle utkulu (zaferli) çıkmışlardır. Kiliseyle devlet arasındaki çatışma yalnız, din adamlarıyla din dışı güçlerin çatışması değil, Akdeniz dünyasıyla kuzeyli barbarlar arasındaki çatışmanın yenilenme­siydi. Kilisenin birliği, Roma imparatorluğunun birliğini yan­sıtmaktaydı. Kilisenin dili Lâtince, egemen kişileriyse, çoğun­lukla İtalyan, İspanyol ya da Güney Fransalıydı. Öğrenim canlandığı sırada kilise adamları klâsik biçimde okuyup yazı­yorlardı. Onların yasa ve yönetim kavramlarını Marcus Aurelius olsaydı, zamanın tek yöneticilerden (krallardan, impara­torlardan) daha iyi anlardı. Kilise, o dönem için geçmiş olan­la, o dönem için şimdisel olan arasındaki sürekliliği temsil et­miştir.
Din dışı güçse tersine, Alman ormanlarından getirdikleri kurumlardan koruyabildiklerini korumaya çalışan kralların ve teuton soyundan gelen baronların elindeydi. Bağsız (mutlak) güç, bu kurumlara yabancıydı. Katı alganlara (fatihlere) sıkı­cı ve tinsiz bir kuralcılık gibi göründü o. Kral, gücünü soylu­lar sınıfıyla paylaşmak zorundaydı. Fakat hepsi de savaş, adam öldürme, yağma, kız kaçırma biçiminde arada sırada gö­rülen tutku patlayışlarına izin verilmesini istiyordu. Tek-yöneticiler içdenlikle sofu olduklarından yaptıkları kötü işler dolayısıyla pişmanlık duyabiliyorlardı. Pişmanlığın kendisi de bir tutku biçimiydi. Fakat kilise, bu tek yöneticilerde modernus bir iş verenin işçilerinden istediği ve çoğunlukla elde et­tiği iyi davranışla ilgili ağır başlı düzenliliği yaratamadı hiç içmedikten, öldürmedikten, gönüllerinin çektiğince sevmedik­ten sonra neye yarardı dünyayı ele geçirmek?
Onurlu şöval­yelerinden kurulu ordulariyle, betiklerden baş kaldırmayan kendini bekârlığa adamış, silâhlı güçten yoksun kişilerin buy­ruklarına neden boyun eğsinlerdi?
Din adamlarının razı olma­masına karşın (rağmen) tekyöneticiler düello ve sorunları savaşla çözümleme alışkanlıklarını sürdürmüşler, şövalyelerin birbirlerini mızrakla attan düşürmeye çalışmasından ibaret olan oyunlarını ve incelikler taşıyan sevgilerini geliştirmişler­dir. Arada bir kızgınlık anında öfkelenip ileri gelen kilise adamlarını bile öldürdükleri olmuştur.          
Bütün silâhlı güçler kraldan yanaydı ama, kilise yine ut­kuluydu. Utkuluydu çünkü, eğitim tekelciliği kurmuştu; çünkü krallar sürekli olarak birbirleriyle savaşıyorlardı, ve en önem­lisi çünkü, çok azı dışında bütün yöneticiler ve halk cennetin açkılarının (anahtarlarının) kilisede bulunduğuna yürekten inanmışlardı. Bir kralın, bitimsiz (eternal) olarak uçmakta mı (cennette mi) yoksa tamuda mı (cehennemde mi) kalacağına kilise karar verir; uyrukların devlete bağlılık görevini ortadan kaldırıp, bir baş kaldırmayı körükleyebilirlerdi. Ayrıca, anarchia’nın olduğu yerde düzeni temsil eden ve sonunda, gelişen tüccar sınıfının desteğini kazanan kiliseydi, özellikle italia’da çok belirgindi bu son durum.
Kiliseden hiç değilse bölümsel bir bağımsızlık koparmak konusundaki teutoncu çaba kendisini yalnız siyasette değil, sanat, romans, şövalyelik ve savaşta açığa vurmuştu. Bu çaba, eğitim din adamlarına özgü kaldığından, pek az duyurabilmiştir kendini. Orta çağların gözle görünen philosophiası, zama­nının tam bir gözgüsü (aynası) değil, belirli bir zümrenin dü­şüncesidir. Din adamları, özellikle Franciscus rahipleri arasın­da değişik nedenlerle Papaya karşı olanlar bulunmaktaydı. Ay­rıca italia'da ekin (kültür), din dışı güçlere, Alplerin kuzeyine olduğundan daha çabuk geçmişti. Yeni bir din kurmağa çalı­şan II. Friedrich, Papaya aşırı ölçüde karşı olan gücü biçim­ler. II. Friedrich’in egemen olduğu Napoli krallığında doğan Aquin’lı Thomas, papalık philosophiasının klâsik bir yayıcısı olarak tanınmıştır günümüze değin. Bundan 50 yıl sonra Dante bir bağdaşım (sentez) yapmayı başarmış ve bütün orta çağ düşünce dünyasının dengeli bir açıklamasını sergilemiştir.
Dante’den sonra, siyasal ve anlıksal nedenlerle çökmüştür, orta çağın philosophikos bağdaşması. Bu bağdaşma, sürdüğiince, bir düzenlilik niteliğine ve minyatür bir bütünlüğe sa­hipti. Sistemin dikkate aldıkları, çok sınırlı evreninin öbür içerikleriyle bağlantılı olarak kesinlikle yerleşmişti. Büyük itizal, kurul (konsül) devinisi ve Rönesans papalığı, Hristiyan birliğini ve Papa çevresinde merkezileşmiş bir yönetimi ön gö­ren skolastikos kuramı yıkan Reformasyona yol açmıştır. Rönesansta eski dönemler ve yeryüzü konusunda edinilen yeni bilgiler, insanları ergisel (zihnî) tutuklaı evi izlenimini veren sistemlerden bıktırdı. Coppernicus gökbilimi yeryüzüne ve in­sana onların Ptolemaeos kuramında sahip olduklarından daha basit bir yer ayırmıştı. Rönesans aydınları arasında, yeni ol­guların zevki, usavurma, çözümleme ve sistemleştirme zevki­nin yerini almıştır. Rönesans sanatta düzenden yanaysa da, düşüncede geniş ve verimli bir düzensizliği yeğ tutar. Bu ba­kımdan Montaigne, çağını en iyi biçimde dile getiren bir ya­zardır.
Siyaset kuramında, sanat dışındaki her şeyde olduğu gibi düzen yıkılmıştır. Uygulamada orta çağlar çok kargaşalıdır. Fakat, yasaya uygunluk tutkusuyla ve siyasal güçle ilgili çok belirgin bir kuramla yönetilmişlerdir. Bütün güç Tanrı’dan gelir en sonunda Tanrı kutsal konularda, gücünü papaya, din dışı işlerde imparatora vermiştir. Fakat, Papa olsun, imparator olsun, XV. yüzyılda önemlerini yitirmişler; papa yalnızca, İtalya prenslerinden biri olmuş, İtalya erk (power) siyaseti­nin inanılmaz ölçüde karmaşık ve katı oyunlarına karışmıştır. Fransa, İspania ve İngiltere’deki yeni ulusal tek adam yöne­timleri (monarchiaiar), kendi bölgelerinde papanın da impa­ratorun da karışamayacağı bir güce sahip olmuşlardır. Ulusal devlet, barut aracılığıyla, İnsanların düşünce duyguları üstüne büyük ölçüde ve daha önce yapamadığı ölçüde etki yapmış ve bu etki, uygarlık birliği konusundaki Roma inancından kalan­ları gitgide silip süpürmüştür.
Sözünü ettiğimiz siyasal düzensizlik, Machiavelli’nin, Ka­ğan (Hükümdar) adlı yapıtında anlatımını bulmuştur. Yöne­tici bir ilkenin yokluğunda, siyaset, erk elde etme uğruna girişilen kavgadan başka bir nen olmamıştır. Kağan adlı betik, bu oyunun nasıl başarıya ulaşacağı konusunda ustaca öğütler verir. Yunanistan’ın büyük çağında olup bitenler, Rönesans İtalya’sında da görülmüştü. Böylece, geleneksel ahlâk bağları, boş inanlarla çağrıştıkları sezildiği için ortadan kalkmış; zencirlerden kurtulmak bireyleri daha enerjik, (energetikos) daha yaratıcı yapmış, seyrek de olsa bir öke (dehâ) parıltısı ortaya çıkarmıştır. Fakat kargaşalık (anarchla) ahlâk çöküşünün kaçınılmaz sonucu olan bağlılık duygusunun kopması, İtalyaları toplu olarak kısırlaştırmış ve onlar Grekler gibi, kendile­rinden daha az uygar, fakat toplumsal bağlaşmadan yoksun olmayan ulusların egemenliğine girmişlerdir.
Bu egemenliğin sonucu Grek örneğinde olduğundan daha az yıkımlıdır (felâketlidir) yine de. Çünkü İspanya dışın­da, yeni güçlü uluslar, kendilerinin de İtalyanların başarısını sağlamaya yetenekli olduklarını göstermişlerdir.
XVI. yüzyılın ardından, Avrupa düşüncesi Reformasyonun egemenliğine girmiştir. Karmaşık ve çok yönlü bir deviniydi reform ve başarısını değişik nedenlere borçluydu. Daha çok, kuzey uluslarının yeni Roma egemenliğine karşı baş kal­dırması demektir o. Din, kuzeye baş eğdiren bir erkti. Fakat, italia’da çözüşmüş, papalık bir kurum olarak kalmıştı. Almania ve İngiltere’den büyük ölçüde baç (haraç) alıyordu papa­lık. Fakat hâlâ sofu kalan bu uluslar, lüks ve ahlâksızlık yo­lunda kullandıkları para karşılığı tinleri araftan kurtaracakla­rını iddia eden Borgia ve Medici ailelerine saygı duymuyor­lardı. Ulusal, oikonomikos (ekonomik), ahlâksal itkiler Roma’ya karşı baş kaldırmayı güçlendirmiştir. Ayrıca kağanlar, bölgelerindeki kilisenin ulusallaşmasıyla ona üstün gelecekle­rini ve böylece yurt içinde, egemenliği papayla bölüşmeleri du­rumunda sağladıklarından daha çok bir güce sahip olabile­ceklerini ayırt edebilmişlerdir hemen. Luther’in tanrıbilimsel yenilikleri bütün bu nedenlerle, kuzey Avrupa’nın büyük bir bölümünde, yöneticiler ve halk yönünden hoşnutlukla karşı­lanmıştır.
Üç kaynaktan türer katolik kilisesi. Onun kutsal tarihi İbranilere, tanrıbilimi Greklere, yönetim ve yasası da hiç de­ğilse dolaylı olarak Romalılara ilişkindir. Reformasyona Roma öğelerini hayırlamış (reddetmiş) Grek öğelerini yumuşat­mış ve İbrani öğelerini güçlendirmiş; böylece, önce Roma im­paratorluğu, sonra da Roma kilisesinin etkisindeki toplumsal bağdaşmayı sona erdiren ulusçu güçlerle işbirliği yapmıştır. Katolik öğretisine göre, kutsal vahiy, yazıtlarla (scriptures) bitmiş değildir; kilisenin aracılığıyla çağdan çağa sürüp gider. Böylece, birey için, kendi özel kanılarını kiliseye uydurmak bir görev olmuştur. Protestanlarsa, tersine, kilisenin bir vahiy aracı olduğunu hayırlamışlar, gerçeğin, herkesin kendince yo­rumlayabileceği İncil’de aranması gerektiğini kabul etmişlerdi
Eğer insanlar yorumlarında ayrılıyorlarsa, anlaşmazlığı çö­zümlemek işini gören Tanrı yönünden belirlenmiş bir orun (makam) bulamayacaklardır. Uygulamada devlet, daha önce kiliseye ilişkin olan hakkın kendinde olduğunu ileri sürmüş­tür. Fakat, hakkın zor yoluyla alınması demekti bu. Protestan kuramına göre, tinle Tanrı arasında dünya kişileri bulunamaz­dı.
Bu değişimin sonuçları büyük olmuştur. Doğruluk artık danışma orunuyla (makamıyla) değil içe dönük derin düşün­ceyle (teemmülle) sağlanmağa başlanmıştır. Siyasette kargaşa­lığa, dinde koyu katoliklik çerçevesine daima güçlükle uymuş olan bir gizemciliğe (mystikosluğa) doğru çabuk gelişen bir yönelim vardı. Yalnız Protestanlık değil, çok sayıda tarikat­lar; skolastikosluğa karşıt olarak tek bir philosophia değil philosophos sayısınca philosophia XIII. yüzyılda olduğu gibi, papaya karşı duran bir imparator değil, çok sayıda itizalcı krallar çıktı ortaya. Bunun sonucu, gökçe yazındakine (edebiyattakine) benzer biçimde düşüncede de sürekli olarak de­rinleşen ve önceleri tinsel kölelikten sağlıklı bir kurtuluş ola­rak iş gören, fakat yavaş yavaş toplumsal sağlığa zararlı ki­şisel bir yalıtkanlığa doğru ilerleyen öznelcikti.
Modernus philosophia, temel kesinliği, kendisinin ve dü­şüncelerinin varlığında gören Descartes’le başlamıştır. Ona göre dış dünya bu varlıklarla çıkarımlanabilir. Descartes’in bu adımı, Berkeley ve Kant aracılığıyla her neni yalnızca ben’in ortaya çıkışı (emanation’u) sayan Fichte’ye bağlıyabileceğimiz çelişimin ilk sahnesini biçimler. Çılgınlıktı böyle bir durum. Philosophia o zamandan beri, bu aşırı uçtan gündelik sağduyu dünyasına kaçmaya çabalamaktadır.
Philosophiadaki öznelcilikle, siyasetteki kargaşalık el ele yürür. Daha Luther yaşarken, onun hoş karşılanmıyan ve onam (tasvib) görmeyen bazı ardılları, bir ara Münster kendi­ne de egemen olmuş olan anabaptiklik öğretisini geliştirmiş­lerdir. Anabaptikler, iyi insanın her zaman, formüllere bağlanmıyan kutsal Tin’le yönetildiğini ileri sürdüklerinden bütün yasaları kınamışlar; bu öncülden komünizme ve cinsel aldır­mazlığa düşmüşler ve yiğitçe bir karşı koyuştan sonra orta­dan kaldırılmışlardır. .Fakat öğretileri yumuşatılmış olarak, Holanda, İngiltere ve Amerika’da yaşadı. Tarihsel olarak Quakerciliğin kaynağı odur. Kargaşalığın dinle ilgisi bulunmıyan daha sert bir biçimi XIX. yüzyılda doğmuş, Rusya'da, ispaniada ve daha küçük aşamada Italia’da büyük ölçüde bağları sağlamlamıştır. Amerikan göç orunlarının (muhaceret makamla­rının) umucasıdır hâlâ. Bu modernus biçim, dine karşıysa da Protestanlık dininin pek çok özelliğini taşır. Daha çok Luther’in papalara karşı giriştiği yağılık (düşmanlık) siyasetini din dışı kurumlara uygulamakla Protestanlıktan ayrılır.
Öznellik bir kez, raya girince, varacağı yere varmadan durdurulamadı. Ahlâk alanında, bireysel bulunç (vicdan) üzerin­deki protestant vurgu kökçe kargaşalıkçıydı (anarchikostu). Alışkanlık ve görenek çok güçlüydü. Bu bakımdan, Münster’deki gibi seyrek görülen aksamalar dışında, sağ töre için bi­reyciliği dayanç (temel) sayanların ardılları, uzlaşımsal açıdan erdemli olan bir tutumla davranmayı sürdürmüşlerdir. .Fakat bu tutumun sağladığı denge güvenilmez bir dengeydi. Nitekim XIX. yüzyılın «duyarlık» kültü sarstı onu. Bir davranış iyi sonuçlar verdiğinden yada anlak yasalarına uyduğu için değil, esin verdiği heyecan dolayısıyla hayranlık uyandırır oldu. Bu anlayıştan Cariyle ve Nietzsche’nin dile getirdiği kahramanlık kültü ve şiddetli tutkuyu ön gören Byron kültü doğmuştur.
Sanatta gökçe yazında (edebiyatta), siyasette romantik devini, insanlar topluluğun bir üyesi olarak değil estetik zevk veren düşünce nesneleri olarak ele alıp değerlendiren bu öznel yolla sınırlanmıştır. Kaplanlar koyunlardan daha güzeldir. Fa­kat biz, onların demir parmaklıklar arasında kalmasını yeğ tu­tarız. Tipik bir romantikse parmaklıkları kaldırır ve kaplanın koyunu parçalamak için giriştiği görkemli sıçrayışları zevkle izler; insanların, kendilerini kaplan olarak imgelemelerini is­ter. Bu isteğinde başarıya ulaştığı an doğan sonuçlar bütünüy­le hoş değildir.
Özneciliğin daha çılgın tiplerine karşı modernus zamanlar­da değişik tepkiler gösterilmiştir. Bu tepkiler önce, yarı yarıya taviz vererek uzlaşmaya gitmek ve yönetimle bireyin kendi sı­nırlarını çizmek istiyen philosophiadan liberalcilik öğretisin­den gelir. Bu, modernus biçimiyle, bağsız (mutlak) otoriteye ve geleneğe körü körüne baş eğmeye iyice karşı çıkan Locke’la başlar. Daha dört başı ongun (mamur) bir baş kaldırma, katolikliğin kiliseye ve dahası bazen Tanrı’ya verdiği yeri dev­lete veren, bir devlete tapınma öğretisine varmıştır. Hobbes, Rousseau ve Hegel, bu kuramın ayrı görünüşlerini temsil eder. Adı geçen kişilerin öğretileri, Cron\vell, Napoleon ve modern Almania’da edimsel olarak gözlenebilmiştir. Komünistlik, ku­ram olarak bu tür philosophilardan çok uzaktır. Fakat uygu­lamada devlete tapınma sonucu olan topluluk türüne çok ben­zer bir topluluk türüne doğru itilmiştir.,
D. Ö. 600’den günümüze değin varan uzun gelişme boyun­ca philosophoslar, toplumsal bağlan sıkmak istiyenler ve gev­şetmek istiyenler diye ikiye ayrılabilir. Geri kalanlar bu ayrılımla çağrışımlıdır. Disiplinciler, eski ya da yeni bir doğma sistemini savunmuşlar, doğmaları görümsel (emperikos) ola­rak belgilenemediğinden az çok, bilime yağı (düşman) olmaya zorlanmışlardır. Bunlar, bıkmadan usanmadan, mutluluğun iyi olmadığını «soyluluk» ve «yiğitlik» in yeğlenmesi gerekti­ğini söylemişler, usun toplumsal bağlaşmaya zararlı olduğunu sandıklarından, insan yapısının us dışı yanlarına duygudaş ol­muşlardır. öbür yanda, bağımsızlıktan yana olanlarsa, aşın kargaşalıkçılar dışında, bilimsel, yararcı (utilitarian), aşın tutkuya yağı (düşman), daha derin din biçimlerine karşı ol­maya yöneldiler. Yunanistan’da bu çatışma, bizim philosophia olarak tanıdığımız düşünceden önce doğmuştur ve en eski Grek düşüncesinde apaçıktır. Değişen biçimlerle, günümüze değin yaşamıştır. Gelecek uzun çağlarda da süreceği kuşku­suzdur.
Çağlar boyu süren bu anlaşmazlıkta her iki yanında kıs­men haklı, kısmen haksız olduğu açıktır. Bir zorunluktur top­lumsal bağlaşma. İnsanlık, salt usal kanıtlarla bağlaşmayı güçlendirmiştir. Henüz her topluluk iki karşıt sakıncaya açık­tır:
1. Aşırı disiplin ve gelenek saygısı dolayısıyla katılaşma sakıncası,
2. Bireyciliğin ya da iş birliğini olanaksız kılan ki­şisel bağımsızlığın gelişmesiyle çözüşme ya da yabancı alganlığına (fatihliğine) baş eğme sakıncası. Önemli uygarlıklar, genellikle sert ve boşinansal bir sistemle girişir işe, sonra ya­vaş yavaş gevşer bu sistem ve belirli bir aşamada parlak bir öke (deha) dönemine varır. Eski geleneğin iyi yanı yaşamak­tadır o sırada, geleneğin çözüşmesinde içkin olan kötü yanı henüz gelişmemiştir. Fakat kötü yan kendini bir kez belli et­ti mi, kargaşalığa ve oradan da kaçınılmazlıkla, yeni bir doğ­ma sistemiyle sağlanan yeni bir bağlaşım ortaya koyarak ye­ni bir tir anlığa yol açar. Liberalcılık öğretisi bu sonsuz gidiş gelişten kaçıştır. Liberalciliğin özü, us dışı, bir dogmaya da­yamayan ve topluluğun sürmesi için zorunlu olanlar dışında sınırlamalar içermeyen bir durağanlığa sahip toplum düzeni kurma çabasıdır. Bu çabanın başarı kazanıp kazanmayacağını gelecek zamanlar belirleyecektir.
Kaynak: Batı felsefesi tarihi: Antik Çağ / Bertrand Russell; trc: Muammer Sencer, 1969, İstanbul , s:56-70


Türkçesi: Akşit Göktürk
Accursed be he that first invented war. [Savaşı icad eden ilk melun olmak]
Christopher Marlowe (1564-1593)
«İnsanoğlu, ya da biraz böbürlenerek kendi kendine verdiği adla, homo sapiens, ‘Yer’ gezegenindeki canlı türlerinin hem en ilginci hem de en sinire dokunanıdır.»
Bu söz, felsefeyle ilgili bir Merih’li biyoloji bilgininin yerküremizin bitki hayvan örtüsü üzerine bildirisinin son bölümünün ilk tümcesi olabilirdik Bizler, topumuz birden, gerek duygusal gerekse içgüdüsel etkilerle, içinde bulunduğumuz durumun iyice derinlerine saplanmış olduğumuzdan, başka bir dünyadan gelecek bir yabancının bakışındaki yantutmazlığa, genişliğe kolay kolay ulaşamayız. Ama, arasıra bizim düşsel Merih’li türünden düşüncelere girişmek, bu düşünceler ışığında soydaşlarımızın geçmişini, şimdisini, geleceğini (varsa), ayrıca, insanın yeryüzündeki yaşam için şimdiye dek yaptığı, yapmakta olduğu, belki de gelecekte başka bir yerdeki yaşam için yapabileceği iyi ya da kötü şeylerin değerini belirlememiz konusunda yararlı olur. Bu nitelikte bir incelemede, geçici tutkular, bir uçaktan bakılınca dümdüz görünen küçük tepeler gibi, önemlerini yitirirler, öte yandan, hiç bir zaman önemden düşmeyecek şeyler de sınırlı bir görüştekinden çok daha seçik olarak öne çıkarlar.
Ta başlangıçta insanın genel varoluş kavgasındaki durumu hiç de parlak görünmüyordu. Seyrek rastlanan türlerden biriydi daha, yırtıcı hayvanlardan kaçmak için ağaçlara tırmanmakta maymundan daha az çevik, kürkü olmadığından soğuğa karşı doğal bir korunmadan hemen hemen yoksun, uzun süreli çocukluk döneminden, öbür canlılarla yaşayarak besisini elde etmekte çektiği güçlükten dolayı eli kolu bağlı bir yaratıktı. Tek üstün yanı kafasıydı. Bu biricik üstünlük gitgide daha çok önem kazanarak insanı ürkek bir kaçkın durumundan yeryüzünün Efendisi durumuna yükseltti. Bu sürecin tarihten önceki çağlarda aşılan ilk basamaklarının niteliğini varsayımlarla kestirebiliriz. Ateşten yararlanmayı öğrendi sözgelişi. Ama ateşin de, günümüzde atom enerjisinin ortaya çıkışıyla beliren sakıncalar yanında hiç kalmakla birlikte, birtakım sakıncaları vardı. Ateş, yalnız yiyeceklerini daha iyi bir duruma getirmekle kalmadı, mağarasının ağzında sürekli yanarak, uyuduğu zamanlarda güvenliğini de sağladı. Mızraklar, yaylar, oklar yapmayı öğrendi insan. Kazdığı tuzaklara düşen öfkeden kudurmuş mamutlar umutsuzca çabaladılar. Hayvanları evcilleştirdi, tarihin tanı ağarırken de tarımın yararlarını bulguladı.
Ama kazançlarından biri bütün öbürlerini gölgede bırakacak önemdeydi: dil. Konuşma dilinin düpedüz hayvan bağırtılarından yavaş yavaş gelişmiş olduğu ileri sürülebilir. Başlangıçta konuşmayı yansıtır nitelikte olmayan yazı dili ise, gitgide daha çok kalıplaşan bilgi verici resimlerden ortaya çıkmıştır. Dilin büyük değeri, yaşantının aktarılması olanağını sağlamasıdır. Bir kuşağın öğrendiği şeylerin topu birden sonraki kuşağa kalabilecekti artık. Öğrenim, kesinlikle, kişisel yaşantının yerine geçiyordu. Yazı, bir bilgi yığınının yaratılması olanağını hazırlamakla, belleği birtakım belgelerle donatmakla, konuşmadan daha etkili bile oldu. Bireylerin buluşlarını belgelerle koruma kolaylığı, insanın ilerlemesini hazırlamakta her şeyden daha büyük bir yer tutmuştur. Bir zamanlar, insan kafasının yeterliğinde doğal gelişmeler, ayrıca, kalıtımla geçmiş yeterliklerde de ilerlemeler görülmüştü. Ama aşağı-yukarı beş yüz bin yıl önceydi bu. O zamandan beri doğal düşünce yetisinde pek az bir gelişme olmuş —bir gelişmeden söz edilebilirse eğer- insanın ilerlemesi, gelenekle, eğitimle kuşaktan kuşağa geçen sonradan kazanılmış ustalıklara dayanmıştır. Temeller, belki de bilinçli bir amaç olmadan, tarihten önceki çağlarda atılmıştı, ama bu temellerin bir kez atılmış olması gerek bilgide gerek ustalıkta gitgide hızlanacak sürekli bir gelişmeyi hazırlamıştı. Son beş yüzyıldaki gelişme, tarihin belgelerle tanıdığımız önceki bütün çağlardakinden daha büyük olmuştur. Çağımızın büyük güçlüklerinden biri, düşünce alışkanlıklarının tekniklerdeki hızlı değişmelere ayak uyduramaması dolayısıyla, ustalığın gitgide artmasına karşılık bilgeliğin gerilemesidir.
Binlerce yıllık sonu belirsiz ölüm-kalım savaşından insan, gösterdiği çabalardan yoğrulmuş yararlı ustalıklar, içgüdüler, alışkanlıklara çıktı. Ama, kıtlıklar, sel baskınları, yanardağ patlamaları gibi dıştan gelecek tehlikelerle savaşmak zorundaydı daha. O ilk günlerde bir kıtlık karşısında nelerin yapılabileceği Tevrat’ın ‘Oluş’ kitabı’nda anlatılmaktadır. Sel baskınlarına ise iki yöntemle karşı konuyordu: Çinliler tarihlerinin başlangıcında Sarı Irmak’ın yakalan boyunca setler kurmuşlardı, Batı Asya da Nuh’un öyküsünde görüldüğü gibi, en iyi korunma yolunun erdemli yaşamak olduğunu düşünmüştü. Yanardağ patlamaları karşısında da etkili olacağına inanılan bu ilke, edebî anlatımını Sodom ile Gomorra’nın yıkımı öyküsünde bulmuştur. Çinlilerle Batı Asyalıların bu iki ayrı kuramı, birbirleriyle çekişe çekişe günümüze dek süregelmiş, ama Çinli görüş gitgide artan bir geçerlik kazanmıştır. Bununla birlikte, son yeni gelişmeler, erdemli yaşamanın da (gelenekçi anlamda değilse bile) korunmamız için en az setler ölçüsünde önemli olduğunu göstermiştir.
İnsan, dış çevresinin tehlikelerinden sıyrılarak ortaya çıkarken, önceki çağlar boyunca varlığını sürdürmesine yaramış içgüdüsel, duygusal temeli de yenidünyasına birlikte getirdi. Kendini ne pahasına olursa olsun kurtarmak için, zaman zaman büyük ölçüde sertliğe, tutkulu bir direnmeye başvurmak zorunda kalmıştı. Uyanık bir sakınırlık, tetikte bir kuşku, çıkmaz durumlardaki tehlikeler karşısında gözüpeklik, gereksindiği şeyler olmuştu hep. Eski güçlükler altedildikten sonra, bu alışkanlıklar tutkular aygıtını nerde kullanacaktı insan? Buna da bir çözüm yolu bulundu ama ne yazık ki pek de mutlu sayılamayacak bir yoldu bu. Şimdiye dek hep aslanlarla kaplanlara yöneltegeldiği düşmanlığı, kuşkuyu insan soydaşlarına yöneltti —hepsine değil tabiî, varlığını sürdürmesine yaramış ustalıkların çoğu toplumsal bir elbirliğini gerektirdiği için, elbirliği düzeninin dışındakilere yüklendi var gücüyle. Böylece, ilkel birbirine tutkunluğun, örgütlü savaşın yardımıyle, yüzyıllar boyunca toplumsal elbirliği gereksinmesini, geçmiş kavgaların kendi içinde yaratmış olduğu içgüdüsel azgınlıkla kuşkuyu birleştirdi. Tarihimizin ta başlangıcından bugüne değin, kafanın yarattığı ustalıklar çevreyi sürekli olarak değiştirmiş, içgüdü ile duygu ise, çoğunlukla daha yırtıcı, daha ilkel bir dünyaya uygun düşecek nitelikteki yoğruluşlarıyle, oldukları gibi süregelmişlerdir.
Korku ile kuşkunun insandışı dünyadan karşıt insan kümelerine çevrilmesiyle, sürü yaşayışının yeni bir örneği doğdu. İnsanın toplum yaşayışına yatkınlığı, görünüşe göre hiç bir zaman toplum törelerine aykırı bir davranışa kalkışmayan arılarınki ya da karıncalarınki ölçüsünde değildir. İnsanların krallarını öldürmeleri az görülmüş bir iş değildir, oysa arılar arı beyini hiç de öldürmezler. [Petek yasalarının gerektirdiği durumlar dışında, arı be­yinin öldürüldüğüne hiç rastlanmaz.] Yabancı bir yuvaya giren dışarılı bir karınca hemen ölüm yargısına çarptırılır, ama bu duruma karşı duran bir ‘barışseverlik’ gösterisi hiç görülmez. Karşıt azınlıklar diye bir şey yoktur, toplumsal dayanışma hiç bir ayrı gayrı gözetmeden her bireyin davranışını belirler. İnsanlarda ise durum başkadır. İlkel insan belki de aileden daha geniş bir toplumsal küme tanımıyordu.
Düşman kimselerden gelebilecek tehlikeler karşısında —böyle saymak zorundayız bunu— aile genişledi, ortak atadan gelenlerden, ya da böyle bilinenlerden kurulu boylar çıktı ortaya. Savaş, ilkin boyların sonra ulusların imparatorlukların birleşmesine, güç bağlaşmalarına yol açtı. Gerekli toplumsal dayanışma çoğunlukla çöküntüye uğradı, ama böyle olunca iş yenilgiyle sonuçlandı hep. Sonunda, biraz ulusal seçmeyle, biraz da kendi çıkarlarını gözeterek insanlar, geniş kümeler arası işbirlikleri kurmaya, atalarınınkini bile gölgede bırakacak bir sürüce yaşayış gütmeye gitgide daha çok artan bir yeterlik kazandılar.
İçinde yaşadığımız dünya aşağı yukarı altı bin yıllık örgütlü savaşın sonucudur. Bir kural olarak, yenilgiye uğrayan topluluklar ortadan silinmişler ya da sayıca geniş ölçüde azalmışlardır. Savaşlarda başarı değişik etkenlere dayanmıştır; bunlardan en önemlileri daha büyük bir nüfus, daha üstün teknik ustalık, daha eksiksiz bir toplumsal dayanışma, bir de alınteridir. Bütünüyle biyolojik bir açıdan, belli bir bölgede yaşayabilen insanların sayısını arttıracak her olayı bir gelişme sayabiliriz. Bu oldukça dar görüş açısından birçok savaşlar yararlı sayılabilir. Romalılar Batı Roma imparatorluğunun çoğu bölgelerindeki nüfusu büyük ölçüde arttırmışlardır. Columbus ile izleyicileri Batı yarımküresini, Columbus’tan önce orada yaşayan kızılderililerden kat kat daha çok sayıda insana yurt ettiler. Çin’de, Hint’te, ancak çağlar boyu savaştan sonra kurulabilen merkez hükümetler nüfusta büyük bir artma sağlayabildiler. Ama savaşlar hep böyle sonuçlanmadı tabiî. Moğollar İran’ı hiç onarılamayacak ölçüde zarara uğrattılar, Halifelik saltanatı döneminde Türkler de öyle. Kuzey Afrika’da şimdi iyice ıssızlaşmış bölgelerdeki yıkıntılar Roma’nın çöküşüyle verilen zararların apaçık tanıklarıdır. Taiping ayaklanmasının Birinci Dünya Savaşı’ndan daha çok sayıda ölüme yol açtığı söyleniyor. Bu durumların hepsinde, daha az uygar olan yan, utku kazanmıştır. Gene de, bu karşıt örnekler varken bile, geçmişteki savaşların, gezegenimizdeki insan nüfusunun azalmasına değil çoğalmasına yaramış olduğu söylenebilir.
Bununla birlikte, biyolojininkinden ayrı bir görüş de vardır. Yalnız sayıyı gözönünde tutarsak, karıncaların insanlardan yüzlerce kat daha başarılı sayılmaları gerekir. Avustralya’da tek insanın bile yaşamadığı ama sayısız ak-karıncanın kaynaştığı uçsuz bucaksız bölgeler gördüm. Bu böyle diye, tutup da ak-karıncaların kendimizden daha üstün olduğunu söyleyemeyiz. İnsanın, kendisini büyük memelilerin en kalabalığı yapan değerlerinden başka değerleri de vardır. Bütünüyle kendine özgü olan bu değerleri topu birden kültürel diye tanımlanabilir. Bunlar toplumlardan daha çok bireylerin özellikleridir, toplumsal dayanışmadan, savaşlarda utkuya erişme yeterliğinden bambaşka sorunlarla ilgilidirler.
İnsanlığın, birbiriyle yarışan, çoğunlukla da birbirine düşman uluslara bölünmesinin, kimin onurlandırılacağı konusundaki ulusal yargılara korkunç ölçüde çarpıtıcı bir etkisi olmuştur. Biz Britanya’da en gözde anıtlarımızı, yabancıları öldürmekteki ustalıklarından dolayı onurlandırdığımız Nelson’a, Wellington’a dikmişizdir. İşin garibi, yabancılar, bu türden bir yararlık göstermiş olan bu Britonlara bizim duyduğumuz hayranlığı duymazlar. Okumuş bir yabancıya Britanya’nın başlıca utkularının neler olduğunu sorarsanız, Nelson’la Wellington’dan değil, büyük bir olasılıkla Shakespeare’den, Newton’dan, Darwin’den söz edecektir. Yabancıların öldürülmesi, kimi durumlarda bütün insan soyunun yararı bakımından gerekli olmuştur belki, ama haklı gösterilmeye çalışılınca, polis etkinliğinden başka bir şey olmadığı, çoğunlukla, ancak ulusal üstünlük kuruntularını, zorbalık eğilimlerini yansıttığı ortaya çıkmıştır. İnsan soyunun saygıdeğerliği, insan soydaşlarını öldürmekteki ustalığından gelmez. Mısır’ın eski Ölüler Kitabı’ndaki gibi, insanların sonuncusu Yeraltı Dünyasının Yargıcı karşısına çıksa, soydaşlarının ortadan kaldırılmasının çok acı bir iş olacağını söyleyerek bağış dilese, hangi kanıtlarla doğrulayacak bu söylediğini? Gönül isterdi ki, insan yaşamının genellikle mutlu olduğunu söyleyebilsin. Ama insan soyunun çoğunluğu, tarımın, toplumsal eşitsizliğin, örgütlü savaşın bulgulanışından beri, çetin, terletici, zaman zaman da yürekler acısı yıkımlarla dolu bir yaşam sürmüştür, denebilir. Gelecekte bunların hiç biri görülmeyebilir belki de, birazcık bilgelik şimdiki insan yaşamının bütününü sevinçle doldurabilir; evet ama bu birazcık bilgeliğin bir gün gösterilebileceğini kim söyleyebilir? Bu arada, bizim sonuncu insan, Osiris’in yargısına, hiç de genel bir mutluluk tarihine benzemeyen bambaşka bir şey sunacaktır.
Osiris’e, insan soyunu ortadan kaldırmaması için yalvarmaya ben gitmiş olsam, şöyle derdim: «Ey adaletli acımak bilmez yargıç, soydaşlarımın yeryüzünden silinmesi pek yerindedir, özellikle günümüz için yerindeliği sugötürmez bu yargının. Ama, biz hepimiz suçlu değiliz, aramızdan ancak birkaçı olayların akışıyle içine sürüklendiğimiz bu durumdan gayrı bir durumun özlemini duymayacak körlüktedir. İlkçağ bilgisizliğinin bataklığından, çağlar boyu süregelen bir varoluş savaşından daha yeni çıktığımızı unutmayın. Bildiklerimizin çoğunu son on iki kuşak zamanında bulguladık. Doğa üstünde kurduğumuz yeni egemenlikten gözleri dönen bir-çoklarımız, başka insanlara da egemen olmak gibi yanlış bir tutkuya saplandılar. Bu durum, bizi azçok kurtulmuş olduğumuz bataklığa yeniden dönmeye ayartan bir ignis faatus'tur. [ateşe çağıran şeytan] Ama bu gözü dönmüş çılgınlık, bütün gücümüzü tüketmiş değil, içinde yaşadığımız dünya konusunda, nebulalarla atomlar, en büyük ile en küçük konusunda şimdi bildiklerimiz, bizim günümüzden öncekilerin düşüncesine sığmayacak genişliktedir. Burada, kendisini iyi yolda kullanmaya yeterli bilgelikten yoksun ellerdeki bilginin hiç bir işe yaramayacağım ileri sürebilirsiniz. Şimdi dağınık da olsa, olaylara yön verecek güçten yoksun da olsa, bu gerekli bilgelik yok değil. Bilgelerle peygamberler kavga etmenin çılgınlık olduğunu öğütlediler hep, onların sözlerine kulak versek yepyeni bir mutluluğa varacağız.
«Büyük adamlar bize yalnız kaçınılması gereken şeyleri göstermekle kalmadılar. Işıl ışıl güzellikte bir dünya yaratmanın insan gücü ötesinde bir şey olmadığını da gösterdiler. İçlerindeki düşü soylu bir parıltı saçan yapılarla gözümüzün önüne seren ozanlara, bestecilere, ressamlara bakın bir yol. Bütün bu düşler ülkesi bizim olabilir. İnsanlar arası ilişkiler de sevi şiirlerinin güzelliğine erişebilir. Kadın ile erkek sevişmesinde birçok kimselerce arasıra tadılır bu olanak. Böyle dar sınırlar içinde kalmasına da hiç bir neden yoktur: Koral [Dinî ezgi veya kaynağı dinî ezgi olan orkestra parçası. ] senfonideki gibi bütün evreni kucaklayabilir. Bu, insan gücü dışında bir şey değildir, birazcık zamanla, gelecek çağlarda gerçekleşecektir belki de. Bütün bunlardan dolayı, Büyük Osiris, bizlere belli bir süre daha tanımanı, eski çılgınlığımızdan silkinerek bir ışık, sevgi, güzellik dünyasına varmamız için bir şans daha bağışlamanı dileriz senden.»
Olur da bir etkisi görülür bu yalvarımızın belki. Benim bildiğim, eninde sonunda bizim soyumuz, yalnız insanoğlu için varolan böyle olanaklardan dolayı sürekliliğe hak kazanır ancak. Sh:9-19

Patrick Henry, Bağımsızlık Savaşı sıralarında ün kazanmış bir Amerikan yurtseveri, şimdi yalnız şu sözleriyle anılıyor: «Ya özgürlük verin bana ya ölüm.» Aşırı Komünist-karşıtlarının ağzında bu söz bir bayrak olmuş, insansız bir dünya Komünist bir dünyadan yeğdir anlamına alınmıştır. Patriek Henry bu sözü bambaşka bir anlamda kullanmıştı oysa. O haklı bir amacı savunuyordu. İngilizlerle düşmanlık yüzünden bu amaç ancak Amerikalı canların yitirilmesiyle gerçekleşebilirdi. Böylece, kendi ölümü de özgürlüğe bir adım olmuştu belki. Buna benzer durumlarda yukarıdaki sözün önemle anılması doğrudur, yerindedir.
Ama aynı söz bir atom savaşını haklı göstermek için kullanılırsa bambaşka bir durum çıkar ortaya. Bir atom savaşının ne sonuçlar doğuracağını bilmiyoruz. Belki de insan soyunun sonu olacaktır böyle bir savaş. Belki de bütün toplumsal tutarlığını yitirmiş bir dünyanın şurasında burasında türeyecek birkaç bozguncu, yağmacı çeteden başka hiç kimse kurtulamayacaktır. Düşünebileceğimiz en iyi koşullar altında bile sonuç, bütün yaşama gereksinmelerini iyice kısıtlayan, gözaçtırmaz bir hükümet zorbalığı olur ancak. Belli koşullar içinde atom savaşının yerinde bir şey olacağını açıklamaya uğraşan Herman Kahn, en olumlu sonuçlardan birinin, kendi deyimiyle ‘karagün sosyalizmi’ olacağını söyler. Ama atom savaşının hiç gerçekleştiremeyeceği tek sonuç varsa o da Patrick Henry’nin istediği, çağdaş hayranlarının da sözde istedikleri, düzenli özgürlüktür.  Bir amaç uğruna ölmek, ancak amaç iyiyse, ölümümüz de o amaca yarıyorsa, soylu bir davranıştır. Ölümünüzün o amaca bir şey kazandırmayacağı apaçık kesinlikteyse, davranışınız softalıktan başka bir şey değildir. Bu özellikle, insan soyunun yokolmasını Komünistlerin üstünlük kazanmasına yeğ tutanların ya da tam tersine, Komünist-karşıtlarının üstünlük kazanmasına yeğ tutanların durumunda açıkça göze çarpar. Diyelim ki Komünizm, en azılı düşmanlarının söylediği ölçüde kötüdür, ama hiç değilse, gelecek kuşakların gününde gerçekleşecek bir ilerleme uğruna seçilebilir. Diyelim, Komünist-karşıtlığı en aşırı Stalincilerin söylediği ölçüde kötüdür, aynı düşünce bu duruma da uygulanabilir. Geçmiş tarihte birçok zorbalıklar görülmüştür, ama zamanla hepsi değiştirilmiş ya da ortadan silinmiştir. İnsanlar varolduğu sürece gelişme olanağı da vardır; ama ne Komünizm, ne de Komünizm-karşıtlığı bir ölü gövdeler dünyası üzerine kurulamaz.
‘Özgür bir Dünya’dan söz ederek Komünizm düşmanlığı körüklemekte büyük etkinlik gösterenler, birçok bakımlardan, savundukları politikaya gönülden bağlı olmadıklarını gösteriyorlar. İngiliz Hükümeti son zamanlarda Portekiz’e dostluk göstermek için değişik bir yol tuttu; hem de Portekiz’ in Angola’daki karaderilileri insanlığa sığmaz yöntemlerle ezmekte olduğuna hiç aldırmadan. İspanya, Franko’nun yönetimi altında, tıpkı değilse bile, Kruşçef Rusya’sı ölçüsünde az özgür, ama Batılılar İspanya’yla dostluk için her yola başvuruyorlar. Süveyş’le ilgili İngiliz Fransız işbirliği, amacı bakımından Rusya’nın Macar ayaklanmasını bastırmasından hiç de geri kalmazdı, daha az zararlı olduysa, başarıya ulaşamadığı içindir. Küba’da, Guatemala’da, İngiliz Ginesi’nde Batılı güçler yerlilerin isteklerini çiğneyip geçmekte kararlılıklarını gösterdiler, hem de onları Batı’nın yanında tutabilmek için böyle davranmanın gerekli olduğuna inanarak. Son zamanlarda Birleşik Devletler’de, Komünist Partisi’ne üye yazılmanın yasalara aykırı sayılacağı, ancak Komünizmin kötülüğünü bilmeden yazıldıklarını tanıtlayabilecek kimselerin hoşgörülebileceği açıklandı. Bunların hepsi özgürlüğe karşı işlenen suçlardır. Durum gerginleştikçe bu suçların da özgürlük uğruna haklı görülebileceği sanılacak.
Batıda genellikle bilindiğinden çok daha fazla kümeleşme, çok daha fazla örgütlü propaganda vardır. Bütün bu kısıtlamaların Doğu ile Batı arasındaki ayrımı hiçe indirdiği, Batı’nın ‘Özgür Dünya’ olma savını gülünçleştirdiği hiç kabul edilmez ama.
İngiltere’deki Amerikan üsleri sorununu alalım sözgelişi. Bu üslerin her birinde, verilecek bir uyarıyı bekleyen, bir iki dakika içinde havalanabilecek ölçüde titizlikle eğitilmiş havacılardan kurulu bir iç-üs bulunduğunu kaç kişi biliyor?
Bu iç-üs, üssün bütününden kesinlikle ayrılmıştır, buraya girmek üssün bütün öbür üyelerine yasaktır. İçinde kendi yemekleri, yemek salonları, yatakhaneleri, kitaplıkları, sineması vb. vardır. Silâhlı gözcüler üs’teki öbür Amerikalıların buraya girmesini önlemekle görevlidir. Her ay ya da her iki ayda bir, iç-üs’teki bütün üyeler komutanlarıyla birlikte Amerika’ya gönderilir, yerlerine yenileri gelir. Bu üyelerin üs’teki öbür Amerikalılarla ilgi kurmaları hemen hemen, çevrede yaşayanlarla ilgi kurmaları ise kesinlikle yasaktır.
Açıkça görülüyor ki bütün sorun, İngilizlerden durumu gizlemek, iç-üssün üyelerinin buyruklara, propagandaya, eğitildikleri üzere bütünüyle mekanik bir tepki gösterme yetisini korumaktır. Üstelik, bunlara verilecek buyruk da belli bir komutandan değil, düpedüz Washington’dan gelir. Bir karışıklık sırasında İngiliz Hükümeti’nin Washington’dan gönderilen buyrukları denetleyebileceğini düşünmek, düş kurmak olur ancak. Washington’dan gönderilecek buyruklar ise her an için Sovyet güçlerini karşı bir tepkiye geçirebilir, İngiltere’nin bütün nüfusunun da bir saat içinde yeryüzünden silinmesine yol açabilir.
Propaganda örgütünün gücünü, Amerika’daki gücünü, gözönüne seren son derece ilgi çekici bir durum, Hiroşima’da bombanın atılması için işaret veren Claude Eatherly’nin durumudur. Ayrıca, çağımızda insanın bir yasayı çiğneyerek nice korkunç suçlar işlemekten kurtulabileceğine de örnektir Eatherly’nin durumu. Bombanın neler yapabileceği ona söylenmemişti, verdiği işaretin sonuçlarını öğrendiği zaman büyük bir sarsıntı geçirdi. Yıllar boyu, görevine türlü aykırı davranışlarla, kendini Atom silâhlarının korkunçluğunu açıklamaya, yoksa yıkımı olacak o suçluluk duygusunu gidermeye adadı. Yetkililer, deli sayılmasına karar verdiler, şaşılacak uysallıkta bir ruhbilimciler kurulu da bu resmî görüşü doğruladı. Eatherly’e, pişmanlık duyduğu için deli belgesi verildi; pişmanlık duymayan Truman’a ise belge verilmedi. Ben Eatherly’ nin, amacını açıklayan birçok konuşmalarını okudum. Dediklerinin usa aykırı tek bir yanı yoktu. Ama yalancı propagandanın etkisi öyle büyüktü ki, hemen hemen herkes, bu arada ben de onun delirmiş olduğuna inandık.
Yakınlarda, Eatherly olayıyla ilgili söylentilerin etkisiyle Washington Başsavcısı araya girdi, Eatherly altı aydır kilitlenmiş olduğu sıkı göz hapsi koğuşundan alınarak hastanenin başka bir bölümüne yerleştirildi. Görülmemiş ayrıcalıklar tanınmıştı şimdi kendisine, yeni bir soruşturmaya başvurulmaksızın pek yakında özgürlüğüne kavuşacağı söylenmişti. Bu doğru çıkmadı, ama Eatherly kaçtı şimdilik.

Bkz: http://www.oguztopoglu.com/2012/08/binbas-claude-eatherly-hirosima-pilotu.html
Bir de Amerikan-karşıtı Etkinliklerle Savaş Komitesi’nde olup bitenlere göz atalım. Bu Komite’ nin hoşlanmadığı, orta yaşlı bir adamın sorgusunda şöyle bir konuşma geçebilir:
Soru: «Otuz yıl önce öğrenciyken tanıdığın Komünistler oldu mu?»
Yanıt: «Evet.»
Soru: «Adlarını verir misin?»
Yanıt: «Hayır.»
Sorguya çekilen bu karayazgılı adam, düşünüp taşındıktan sonra Komitenin saygısını kazanmayı kararlaştırır da arkadaşlarını ele verirse, daha da iyisi, arkadaşlarına uydurma suçlamalar yöneltirse kendini kurtarabilecektir, yoksa Komite’nin öfkesiyle hapishaneyi boylayacaktır. Özgürlüğün kutsal adı uğruna bu işlemin de haklı görülmesi umulur.
Bütün bu sözlerimle S. S. C. B.’ni savunduğum sanılmasın. S. S. C. B. özellikle Macaristan ile Doğu Almanya’da, baskısı altındaki insanları korkunç bir kinle, korkunç zorbalıklarla inletmiştir. İkiyüzlülük bakımından da Batı’dan hiç geri kalmamıştır: Doğu Almanya’daki yalnız Rusya’nın askerî gücüyle ortaya çıkarılmış hükümet, ‘Alman Demokrat Cumhuriyeti’ diye anılıyor. Ama Doğu’nun da suçlandırılabileceği gerçeği, Batı’nın suçsuzluğunu kanıtlamaz ki. Yanlardan hiç biri kendini haklı sanmakta ötekinden geri kalmaz, ikisi de eşit ölçüde iğrençtir.
Atom silâhlarının en korkunç yönlerinden biri, geniş ölçüde kullanıldıkları zaman, yalnız savaşan ülkelere değil, yantutmazlara da sonsuz zarar verecekleridir. Yantutmaz ülkeler, bu bakımdan, her şeyden önce kendilerini korumak için, Atom savaşını önlemeğe çalışmakta haklıdırlar. Bir ülkenin kendi hükümet biçimini dışardan gelecek karşıtlıklardan korumaya hakkı olsa da, kavganın dışında kalmak isteyen ülkelerdeki milyonlarca kişiyi, durup dururken yeryüzünden silmeye hiç kimsenin hakkı yoktur.
Birçoğumuz Komünizmden hoşlanmıyoruz diye, bağımsız "kalmaktan başka hiç bir şey istemeyen sayısız Hintliyi, Afrikalıyı ölüme atmaya ne var?
Demokrasinin bu olduğunu kim ileri sürebilir?
Demokrasi, yantutmaz ulusların, kendileri istemedikçe hiç bir şeye karıştırılmamalarını gerektirmez mi ?
Berlin sorununu düşünün örneğin. Benim umutsuzlukla gördüğüm, gerek A.B.D.’nin gerekse S.S.C.B.’nin, hoşlanmayacağı bir çözüm yolunu benimsemektense Atom savaşma hazır olduğudur. İki yanın da bu yoldaki, bütün dünyayı usa sığmaz korkunçlukta sonuçlara sürükleyecek sözleri, hoşgörülecek gibi değildir. Böyle sözler ancak karşılıklı bir melodramın sonucunda doğarlarsa haklıdırlar. Kremlin’in ya da Wall Street’in iğrençliği, her ikisinin de temel bir dogmaya körükörüne tapan, böylece iki yanın ortak yararını göremeyen softalarla dolu oluşundadır. Doğu ile Batı, aralarındaki tartışmalarda kafalarını kullansalar, birbirlerini düşman görmekten çok Hidrojen bombasını ortak düşmanları olarak görürlerdi. Hem Doğu’yu hem de Batı’yı ilgilendirecek tek ortak "sorun, modern silâhlardan doğabilecek yokoluştan kaçınmaktır. Ama iki yandan hiç biri, bir uzlaşmaya varmayı gerçekten istemiyor. İstedikleri, karşı yanın herhangi bir diplomatik başarı sağlamasını ne yapıp yapıp önlemektir.
Bu karşılıklı düşmanlığın ardında, başlıcaları gurur, kuşku, güçlülük özlemi, korku olan birtakım insanca tutkular yatar. Görüşmelere katılan sözcüler karşı yandan gelecek en yerinde önerileri bile terslemekten, bir gurur payı çıkarıyorlar kendilerine. Ülkelerinin genel eğilimi de onların bu duygusunu destekliyor. İki yanın şimdiki sinirliliği sürdükçe hiç de nedensiz diye nitelenemeyecek bir kuşku, yanlardan her birinin, ötekinin söylediklerini kendi sözcülerini faka bastırmak için düzenlenmiş bir dolap olarak görmesine yol açıyor. Gene şimdiki koşullar altında hiç de yersiz sayılamayacak bir korku, bütün korkularda olduğu gibi, korkulan sakıncayı abartacak usdışı tepkilere yol açmaktadır. Bu, özel yaşamda sık sık rastlanan, ruhbilimcilerce çok iyi bilinen bir olaydır. Büyük bir korku etkisinde, birçok kimseler kafalarını kullanamaz, hayvanlar gibi içgüdüsel bir tepki gösterirler. Bir zamanlar benim bir eşeğim vardı. Evimin biraz ötesinde küçük bir kulübe, onun ahırıydı. Bir gün kulübe ateş aldı, birkaç iriyarı adam eşeği dışarıya sürükleyene değin akla karayı seçtiler. Yoksa eşek korkudan hiç kımıldamayacak, yanıp kül olacaktı. Büyük Güçler’ in bugünkü durumu da tıpkı buna benzer. Özellikle silâhsızlanma için biçilmiş kaftandır bu benzetme. Her iki yan da ötekinin Atom silâhlarından korkarak, güvenliği kendi Atom silâhlarını arttırmakta arıyor. Öteki yan baskın çıkmak için bir daha arttırıyor silâhlarını. Böylece, Atom tehlikesini azaltmak için atılan her adım, tehlikeyi daha çok büyütüyor.
Güçlü olma tutkusu, ulusları hiç umulmadık yollara sürüklemekte daha da baskın bir öğedir. Kişilerin yüksekten atıp tutması görgüsüzlük sayılırsa da ulusal atıp tutmalar hayranlıkla karşılanır — atıp tutanların yurttaşlarınca tabiî. Tarih boyunca büyük uluslar, güçlerinin bir sınırı olabileceğini kabul etmedikleri an yıkılmaya başlamışlardır. Bütün dünyaya egemen olma isteği, nice ulusları birbiri ardından yıkıntıya sürükleyen aldatıcı düş olagelmiştir. Bunun en son örneği Hitler Almanyasıdır. Tarihte, başta Napolyon, Cengiz Han, Attilâ gibi ünlü adların yanısıra daha birçok örnekler bulabiliriz. Kutsal Kitap’ı tarih sayanlar Kabil’i ilk örnek diye gösterebilirler: Kabil, Hâbîl’i ortadan kaldırmakla bütün gelecek kuşaklara egemen olabileceğini düşünmüştü belki de. Kruşçef 'Batı’yı ortadan sileceğini söylerken, Dulles’ın da «silâhlı savaşı kazanabiliriz» demesi, geçmişteki benzer çılgınlıkları anımsatıyor bana hep.
Bu, kendi çıkarını en çok gözetenlerin açısından bile düpedüz çılgınlıktır. Düşman ülkesine olduğu gibi kendi ülkesine de bir uçtan bir uca yıkım, yoksulluk, ölüm saçmak delilere yaraşır ancak. Doğu’yla Batı, aralarındaki düşmanlığa bir son verseler, bütün bilimsel olanaklarını kendi mutluluklarına, budalaca davranışlarından türeyen korkulardan apayrı bir yaşama biçimine adayabilirler. Kötülük denen şey insanın yüreğinde yatar çünkü. Ortaya çıkarılmış olan sayısız vılgı aracı, kendi kötülük tutkularımızın dışımızda dinelen anıtlarıdır. İnsanca dünya dışında hiç bir şey, ortadaki düşmanlıkların nedeni olamaz. Bütün kötülük insanın kafasından doğmaktadır, çıkar yol da insanın kafasının aydınlatılmasında aranmalıdır.
«Savaş insanın yaradılışındadır, insan yaradılışı ise değiştirilemez. Savaş, insanın sonu olacaksa, üzülerek boyun eğmeliyiz bu yazgıya.» diyen kimseler vardır. Bu söz, üzüntülerinde bile ikiyüzlü olan kimselerce hep söylene gelmiştir. Gözü kararmış ulusların, kişilerin var olduğu sugötürmez bir gerçektir; ama bu, insan yaradılışının böyle kişilerle böyle ulusların dizginlenmesine engel olacağı anlamına gelmez. Adam öldürmekten hoşlanan bireyler ceza yasalarıyla dizginlenmişlerdir, birçoğumuz da, adam öldürmemize izin verilmiyor diye yaşamayı hiç de çekilmez bulmuyoruz. Savaş çığırtkanları kabul etmeseler bile, uluslar için de durum aynıdır. İsveç 1814 yılından beri hiç bir savaşa girmedi. Tanıdığım İsveçlilerden hiç biri, savaşsızlıktan doğma bir içgüdü tutukluğuyla kıvranır görünmüyor. Hiç de küçümsenemeyecek birçok barışçı yarışma yolları vardır. Bunlar, insanın kavga içgüdüsünü doyurmaya yeter de artar bile. Uygar bir ülkede politik yarışma, çoğunlukla, ayrı uluslar arasında olsa hemen savaşa yol açacak durumlar çıkarır ortaya. Demokratik politikacılar, yasaların koyduğu sınırlara alışırlar. Uluslararası çatışmaları bir çözüme bağlayacak politik bir kuruluş olsa, insanlar da bu kuruluşa saygı göstermeyi öğrenseler, aynı durum uluslararası ilgiler için de gerçekleşebilir. Yakın zamana değin özel çatışmalar çoğunlukla düello ile sonuca bağlanıyor, düellodan yana olanlar da bu çözüm yolunun yasaklanmasının insan yaradılışına aykırı düşeceğini ileri sürüyorlardı. Günümüzde savaştan yana olan kimseler gibi onlar da ‘insan yaradılışı’ dedikleri şeyin her şeyden önce törelerin, geleneğin, eğitimin bir sonucu olduğunu, ilkel içgüdülerle pek az ilgisi bulunduğunu unutuyorlardı. İnsanlık birkaç kuşak boyunca savaşsız yaşayabilse, savaş bize düello gibi gülünç gelmeye başlayacaktır. Şüphesiz, birtakım öldürme delisi sapıklar gene eksik olmayacaktır ama hiç olmazsa hükümetlerin başına geçemeyeceklerdir. Sh:48-58
Kaynak: BERTRAND RUSSELL, İnsanlığın Yarını, (1961. Has Man a Future? London: George Allen & Unwin.) Türkçesi: Akşit Göktürk, Bilgi Yayınevi, 1972, İstanbul 



AYLAKLIĞA ÖVGÜ / BERTRAND RUSSEL, ( In Praise of Idleness)
 Türkçesi: Mete ERGİN
[1932’de yazılmıştır.]Benimle aynı kuşaktan olanların çoğu gibi, “Şeytan hep aylaklara yaptıracak bir kötülük bulur,” atasözünü dinleyerek yetiştim. Epeyce terbiyeli bir çocuk olduğum için bana söylenen her şeye inanırdım; böylelikle, içinde bulunduğum ana kadar beni çok çalışmaktan geri bırak­mayan bir vicdan sahibi oldum. Ne var ki, EYLEMLE­RİM vicdanımın denetimi altında olduğu halde, GÖRÜŞ­LERİM bir devrim geçirmiş bulunuyor. Dünyada gerek­tiğinden çok çalışıldığını, çalışmanın erdem olduğu inan­cının büyük zararlar doğurduğunu, modern endüstri ül­kelerinde vaazedilmesi gereken şeylerin öteden beri vaaz edilegelmekte olanlardan çok değişik olduğunu sanıyorum. Napoli’de dolaşan bir gezginin öyküsünü herkes bilir: Yattıkları yerde güneşlenen on iki dilenci gören bu gezgin (olay Mussolini zamanından önce geçer), bunlardan en tembel olduğunu kanıtlayana bir lira vereceğini söyler. Dilencilerden on bir tanesi yerlerinden fırlayıp, liranın kendi hakları olduğunu iddia ederler, bunun üzerine gez­gin de parayı yerinden kıpırdamayan on İkinciye verir. O gezgin tam yerine düşmüş. Ne var ki, Akdeniz güneşin­den nasibi olmayan ülkelerde aylaklık daha zordur ve in­sanlara aylaklık aşılamak için yoğun bir propagandaya ihtiyaç vardır. ileriki sayfalan okuduktan sonra, Y.M.C.A. liderleri umarım ki, gençlere hiç bir iş yapmamayı aşılamak için bir kampanyaya girişirler. Eğer umduğum çı­karsa, ömrümü boşa harcamamış olacağım.
Tembellikten yana kendi savlarımı öne sürmeden ön­ce, kabul edemediğim bir savı gidermeliyim. Geçimini ye­teri kadar sağlamış bir kimse günlük işlerden herhangi birine el attığı zaman kendisine, böyle yapmakla başka birinin nafakasını elinden aldığı, dolayısiyle bunun kötü­lük olduğu söylenir. Eğer bu sav doğru olsaydı, nafaka­mızın bol bol sağlanması için, hepimizin sadece aylak ol­mamız yeterdi. Böyle lâf edenlerin unuttukları şey, bir in­sanın genellikle kazandığını harcadığı ve harcarken de başkalarına iş sağlamış olduğudur. Bir insan kazandığını harcadığı sürece, kazanırken başkalarının ağzından aldığı lokmaları en aşağı katıyla, kazandığını harcarken yine başkalarına veriyor demektir. Bu görüş açısından bakıldığında asıl kötü insan, biriktiren insandır. Eğer insan, ata­sözüne geçen o Fransız köylüsü gibi kazandıklarını bir çorabın içine tıkıp biriktirmekle yetiniyorsa, bu birikti­rilen kazançların kimseye bir iş sağlamadığı açıktır. Eğer biriktirdiklerini bir yatırımda kullanıyorsa, o zaman du­rum o kadar açık değildir ve bu durumdan değişik sorun­lar ortaya çıkar.
İnsanların tasarruflarıyla en çok yaptıkları şeylerden biri, tasarruflarını hükümetin birine ödünç vermektir. Ço­ğu uygar hükümetlerin kamu harcamalarının geçmiş sa­vaşlar için yapılan ödemelerle, gelecekteki savaşlara ha­zırlıktan ibaret olduğu göz önüne alındıkta, parasını hükü­mete borç veren adam, Shakespeare’deki katil kiralayan kötü adamla aynı durumdadır, insanoğlunun tasarruf alış­kanlığının net sonucu, parasını ödünç verdiği Devlet’in si­lahlı kuvvetler gücünü artırmaktan ibarettir. Böyle ya­pacağına, parasını içkiye ya da kumara bile harcasaydı, kuşkusuz çok daha iyi ederdi.
Ama bana diyecekler ki, tasarruflar sınaî girişimlere yatırılınca durum başkadır. Bu gibi girişimler başarı ka­zanıp da yararlı bir şey ürettiği zaman, bu sav haklı gö­rülebilir. Bununla birlikte, bugünlerde çoğu girişimlerin başarısızlığa uğradığını da kimse inkâr edemez. Bu da şu demek oluyor ki, yararlı bir şey üretme uğrunda kullanabilecek büyük bir insan emeği, üretildikleri zaman boş yatan ve hiç kimseye hiç bir hayrı dokunmayan makineler üretme uğrunda harcanmıştır. Bundan ötürü, tasarruflarını ilerde iflâs eden bir girişime yatıran adamın, kendi kadar başkalarına da zararı dokunuyor demektir. Eğer o adam parasını, meselâ dostları için eğlenti düzenlemekte harcamış olsaydı, (umarız ki) dostları ve onlar kadar ka­sap, fırıncı ve içki kaçakçısı gibi, harcanan bu parayı el­lerine geçirenler de hoşnut kalırdı. Ama eğer o adam pa­rasını, meselâ tramvaya ihtiyaç olmayan bir yerde tram­vay rayları döşemeye harcarsa, büyük bir emek yığınını, bu emeklerin kimseyi hoşnut edemediği kanallara aktar­mış olur. Gelgelelim, yatırımın başarısızlığa uğraması yü­zünden bu adam yoksul düşerse, ona haketmediği bir ta­lihsizliğin kurbanı olmuş gözüyle bakılır, parasını insan severlik yolunda harcayan hovarda ise, budala diye, hafif­meşrep diye hor görülür.
Bütün bunlar sadece bir girişten ibaret. Gayet ciddî olarak şunu söylemek isterim ki, modern dünyada ÇALIŞ­MANIN erdem olduğuna inanma yüzünden çok büyük za­rarlar doğmaktadır ve mutluluğa giden yol, refaha giden yol, çalışmanın örgütlü bir düzen içinde azaltılmasından geçer. önce : ÇALIŞMA NEDİR?
Çalışma iki çeşittir : birincisi, yeryüzünde veya yeryüzüne yakın bulunan maddenin durumunu, böyle başka bir maddeye göre değiştirmek; İkin­cisi de, başkalarına, yeryüzünde veya yeryüzüne yakın bulunan bir maddenin durumunu, böyle başka bir madde­ye göre değiştirmelerini söylemektir.
Birinci cins çalışma tatsızdır ve az para getirir; ikinci cins çalışma ise tatlı­dır ve çok para getirir, ikinci cins çalışma çok çeşitlidir: emir verenler yanısıra, ne gibi emirler verileceği konusun­da akıl verenler de vardır. Genellikle, iki insan grubu tarafından aynı anda, birbiriyle taban tabana zıt iki cins akıl verilir; buna da siyaset denir. Bu cins çalışma için gerekli marifet akü verilecek konu üzerinde değil, meselâ reklâmcılık gibi, inandırıcı konuşma ve yazma sanatı üze­rinde bilgi sahibi olmaktır.
Amerika’da değilse bile, bütün Avrupa’da, bu her iki cins işçi sınıfından çok daha fazla saygı gören üçüncü bir sınıfa mensup insanlar vardır. Bunlar, toprak mülkiyetini ellerinde bulundurmak yoluyla, yaşama ve çalışma hakkı­nı kendilerine bir imtiyaz diye verdikleri başka insanlar­dan bu imtiyazlara karşılık para alanlardır. Bu toprak sa­hipleri aylaktırlar, bu bakımdan, benim onlara övgü dü­zeceğim sanılabilir. Ne yazık ki, bunların aylaklığı ancak başkalarının emeği sayesinde mümkün olabilmektedir; gerçekten de, bunların rahat aylaklığa duydukları arzu, çalışmayı öğütleyen tüm kutsal vaazların tarihsel kay­nağıdır. Bunların en istemeyecekleri şey, başkalarının da onlar gibi aylak kalmasıdır.
Uygarlığın başlangıcından Endüstri Devrimine kadar insan, bir kural olarak, çok çalışmak suretiyle kendisinin ve ailesinin geçimi için gerekli olandan ancak biraz daha fazlasını üretebiliyordu, hem de karısı da en aşağı onun kadar çok çalıştığı ve çocukları yetişir yetişmez emek­lerini anne ve babalarınınkine kattıkları halde. Zorunlu ihtiyaçları karşıladıktan sonra artan az miktardaki üre­tim fazlası ise, onu üretenlere kalmıyor, savaşçılar ve pa­pazlar tarafından iç ediliyordu. Kıtlık zamanlarında üre­tim fazlası olmuyordu; ama savaşçılarla papazlar yine de, başka zamanlarda olduğu kadar kazanç sağlıyorlar ve bunun sonucu olarak da birçok işçi açlıktan ölüyordu. Bu sistem Rusya’da 1917’ye kadar sürdü, Doğu’da hâlâ sürmektedir; İngiltere’de ise, Endüstri Devrimine rağmen, Napolyon savaşları süresince ve yeni fabrikatörler sını­fının güçlendiği yüz yıl öncesine kadar bütün şiddetiyle süregeldi. Amerika’da bu sistem, Güney hariç, devrimle birlikte sona erdi. Bu kadar uzun zaman süren ve an­cak yakın zamanlarda sona eren bir sistem doğallıkla, insanların düşünce ve görüşlerinde derin izler bırakmış­tır. Çalışmanın istenilir bir şey olduğunu doğal karşılamamız, çoğunlukla bu sistemden bize kalan bir alışkan­lıktır ve alışkanlıktan doğma bu inanç endüstri dönemi öncesine ait olduğu için de modern dünyaya uydurulmamıştır. Modern teknik, aylaklığın sadece imtiyazlı sınıfla­ra ait bir imtiyaz değil, bütün toplum içinde eşit dağılan bir hak olabilmesini, birtakım sınırlar içinde mümkün kıl­mıştır. Çalışma ahlakı, köle ahlakıdır, modern dünyada ise köleye ihtiyaç yoktur.
İlkel toplumlarda köylüler, kendilerine kalsa, savaş­çılarla papazların iç ettikleri o bir parçacık üretim artık­larından yine kendileri yararlanırlardı; bu apaçıktır, ama şurası da aynı derecede açıktır ki, köylüler kendi başları­na kalsalardı ya daha fazla tüketir, ya da daha az üretir­lerdi. Başlangıçta köylülerin üretimde bulunmaları ve üre­tim artıklarının başkaları tarafından iç edilmesine göz yummaları, kaba kuvvet zoruyla oluyordu. Ne var ki, ya­vaş yavaş bu köylülerin bir çoğuna, üretim artıklarının bir bölümü bazı aylakların geçimini sağlamaya gitse bile, çok çalışmanın kendileri için görev olduğunu aşılayan bir ahlak anlayışını kabul ettirmenin mümkün olduğu anla­şıldı. Bu sayede, köylüleri çalıştırmak için başvurulması gerekli zorlamanın dozu, bununla birlikte de hükümetin harcamaları azaldı. Bugün eğer İngiltere’de kralın bir iş­çiden fazla geliri olmaması önerilse, İngiliz işçilerinin yüz­de doksan dokuzunun bu öneriden dolayı tüyleri diken di­ken olurdu. Tarihsel bakımdan konuşursak, görev kavra­mı, iktidar sahipleri tarafından başkalarına kendi çıkar­larından çok efendilerinin çıkan için yaşamaları gerektiği düşüncesini aşılamakta bir araç olarak kullanılmıştır. Doğallıkla, iktidar sahipleri kendi çıkarlarının, insanlığın daha geniş çaptaki çıkarlarıyla özdeş olduğuna kendi ken­dilerini inandırarak, bu olguyu yine kendi kendilerinden saklamaktadırlar. Bazı hallerde bu doğrudur; meselâ Atina’lı köle sahipleri boş zamanlarının bir bölümünü, uy­garlığa sürekli bir katkıda bulunma yolunda harcarlardı ki, böyle bir şey âdil bir İktisadî sistemde mümkün ola­mazdı. Uygarlık için boş vakit şarttır, eski zamanlarda ise bir azınlığın boş vakte sahip olabilmesi, büyük bir çoğunluğun emeği sayesinde gerçekleşebiliyordu. Şu var ki, bu insanların harcadığı emeğin bir değeri vardı — ça­lışmak iyi olduğu için değil, boş vakit iyi olduğu için.
Modern teknik sayesinde de uygarlığa zarar vermek­sizin boş vakti insanlar arasında pay etmek mümkün ola­bilirdi.
Modern teknik, yaşamak için herkesin ihtiyaç duy­duğu şeyleri elde etmekte harcanan emek miktarını bü­yük çapta azaltmıştır. Savaş içinde bunun böyle olduğu açıkça görüldü. Savaş sırasında, silâh altındaki bütün erkekler, casusluk işinde, propaganda işinde, mühimmat imalâtında, ya da savaşla ilgili devlet dairelerinde çalı­şan bütün erkek ve kadınlar üretim faaliyetlerinden çeki­lip alınmış bulunuyorlardı. Buna rağmen, müttefikler sa­fındaki kalifiye olmayan işçiler arasındaki fiziksel refah düzeyi, savaş öncesi veya savaş başlarındakine oranla çok daha iyi idi. Bu olgunun önem ve anlamını maliye gizlemekteydi: ödünç alma, insanda âdeta geleceğin şimdiki zamanı beslediği izlenimini uyandırıyordu. Ama kuşkusuz, gerçekte böyle bir şey mümkün değildi. İnsan içinde ya­şadığı anda var olmayan bir ekmeği yiyemez. Üretimin bilimsel bir biçimde örgütlenmesi sayesinde, modern dün­yanın çalışma kapasitesinin sadece bir bölümünü kullan­makla modern insan yığınlarına oldukça rahat bir hayat sağlanabileceğini, savaş, tartışmaya yer bırakmayacak ka­dar kesinlikle göstermiş bulunuyor. Savaştırmak ve sa­vaş sanayiinde çalıştırmak için erkekleri serbest bırak­mak amacıyla yaratılan bilimsel örgüt, eğer savaştan son­ra da korunsa ve çalışma saatleri dörde indirilseydi, her­kesin refahı yerinde olurdu. Halbuki böyle yapılacağına, o eski karmaşık sisteme dönüldü, emeklerine ihtiyaç du­yulan insanlar uzun saatler çalıştırıldı, emeklerine ihtiyaç duyulmayanlar ise işsizlik yüzünden aç kalmaya bırakıldı. Neden? Çünkü çalışma görevdi de ondan; çünkü insanın, ürettiği oranda değil, ölçüsü çalışkanlık olan erdemi oranında ücret alması gerekiyordu da ondan.
Bu, içinde doğduğu koşullarla zerrece benzerliği bu­lunmayan bambaşka koşullara uygulanan Köle Devleti ahlakıdır. Bunun felaketli sonuçlar doğurmasına hiç şaş­mamalı. Bir örnek alalım. Belirli bir zaman içinde bir takım insanların çamaşır mandalı yapımında çalıştıkla­rını varsayalım. Bunlar günde (diyelim ki) sekiz saat çalışarak, dünyanın bütün mandal ihtiyacını karşılaya­cak kadar üretim yapmaktadırlar. Birisi çıkar, aynı sayıda işçinin aynı çalışma süresi içinde öncekinin iki katı mandal yapmasını sağlayan bir buluş kor ortaya. Ama dünyanın iki kat fazla mandala ihtiyacı yoktur; mandallar zaten o kadar ucuzdur ki, daha ucuza satılsa bile, daha fazla satın alan olmayacaktır. Aklı başında bir dünyada olsa, bu durumda, mandal yapımıyla uğraşan herkes sekiz yerine dört saat çalışır, ama bunun dışında her şey yine eskisi gibi yürürdü. Gelgelelim, içinde yaşa­dığımız dünyada böyle bir şey ahlak bozucu sayılır, için­de yaşadığımız dünyada insanlar hâlâ sekiz saat çalış­makta, gerektiğinden çok sayıda mandal yapılmakta, bir­takım insanlar iflas etmekte ve mandal yapımında ça­lışan işçilerin yarısı işten atılmaktadır. Bunun sonunda yine öteki planda olduğu kadar boş vakit kalır insanlara, ama bu sefer insanların yarısı çok fazla çalışırken, öbür yarısı tüm aylaktır. İşte, nasıl olsa kalacak boş vakit bü­tün insanlık için bir mutluluk kaynağı haline getirilece­ğine, bu şekilde ne yapılıp edilip evrensel bir sefalet kay­nağı haline getirilmektedir. Bundan daha büyük bir de­lilik düşünülebilir mi?
Yoksul insanların boş vakitleri olması fikrini zen­ginler öteden beri nefretle karşılamışlardır. On dokuzun­cu yüzyılda İngiltere’de erkekler için günlük normal ça­lışma süresi on beş saatti; çocuklar genellikle on iki sa­at, ama çok kere de yetişkin erkekler kadar çalışırlar­dı. Ukalâ işgüzarlar bu çalışma saatlerinin çok fazla ol­duğu fikrini ileri sürdükleri zaman onlara, çalışmanın yetişkin erkekleri içkiden, çocukları da yaramazlıktan alıkoyduğu söyleniyordu. Çocukluğumda, şehirli erkek işçilerin oy hakkını kazanmasından az sonra resmî tatil günleri yasalaşınca, üst sınıflar çok kızdılar. Yaşlı bir Düşesin şöyle dediğini hatırlıyorum : “Tatil yoksulların nesine gerek? Onlar ÇALIŞMAK zorundadır.” Gerçi za­manımızın insanları bu Düşes kadar açık yürekli değiller; ama aynı duygu onlarda da güçlüdür ve bu duygu, için­de bulunduğumuz İktisadî keşmekeşin esas kaynağıdır.
Çalışma ahlakı anlayışını bir an için açık yüreklilik­le, kör inançlara bağlı olmaksızın düşünelim. Her insan hayatında ister istemez belirli miktarda bir insan emeği ürünü tüketir. Çalışmanın genellikle tatsız bir şey oldu­ğunu kabul edersek, insanın kendi ürettiğinden fazlasını tüketmesi adaletsizliktir. İnsan doğallıkla, meselâ hekim­likte olduğu gibi, mal yerine hizmet sağlayabilir; ama ne olursa olsun, yediğine ve başını bir çatı altına sokması­na karşılık bir şey sağlamalıdır. Çalışmanın ancak bu kadarı bir görev sayılmalıdır; ama ancak bu kadarı.
S.S.C.B. dışındaki bütün modern toplumlarda pek çok kimsenin, daha doğrusu, mirasa konan veya zengin­le evlenenlerin hepsinin bu asgari çalışmadan bile kaç­tıkları gerçeği üzerinde uzun uzadıya durmayacağım. Bu gibilerin aylak kalmalarına izin verilmesi olgusunun, işçilerin ya gerektiğinden çok çalıştırıldıkları ya da aç bı­rakıldıkları olgusu kadar zararlı olmadığı kanısındayım.
Sıradan işçiler günde dört saat çalışsalardı hem her şeyden herkese yetecek kadar bulunurdu, hem de ortada işsizlik kalmazdı — tabii, ufak çapta da olsa, aklı başın­da bir örgütün bulunduğu varsayarak. Bu fikir, hali vak­ti yerinde olanların hiç hoşuna gitmez, zira onlar, yok­sulların boş vakitlerini nasıl kullanacaklarını bilmedikle­ri inancındadırlar. Amerika’da erkekler çoğunlukla, hal­leri vakitleri yerindeyken bile uzun saatler çalışırlar; bu gibiler, işsizlik denen o gaddarca ceza dışında, işçilerin boş vakitleri olması fikrini öfkeyle karşılarlar. Gerçek­ten de bunlar boş vakti kendi oğullarına bile çok görür­ler. Ne gariptir ki, oğullarının çok çalışmasını isterler­ken ve bu yüzden oğulları, uygarlık öğrenmelerine yete­cek kadar bile boş vakit bulamazken, bu adamlar karıla­rıyla kızlarının hiç çalışmamasına aldırış etmezler. Hiç­bir iş yapmayanlara duyulan ve aristokratik toplumlarda her iki cinsi de kapsamı içine alan züppece hayranlık, plütokrasilerde yalnız kadınlara duyulabilir; ama böylesi bile, bu hayranlığın sağduyuya sığdırılabilmesine yet­mez.
Kabul etmek gerektir ki, boş vaktin akıllıca kulla­nılması bir uygarlık ve eğitim sonucudur. Bütün öm­rünce çok çalışmış bir adam birdenbire boş kalsa sıkılır. Ama önemli miktarda boş vakti olmayan insan da en iyi şeylerin birçoğundan yoksun kalır. Halk yığınlarının bu yoksunluğu çekmesi için artık hiçbir neden kalmamıştır; artık hiç gereği kalmadığı halde aşırı derecede çalışmakta ısrara bizi ancak budalaca ve çoğunlukla başkası he­sabına katlanılan bir çilekeşlik devam ettirebilir.
Rusya’da yönetime egemen olan yeni inançta Batının geleneksel öğretilerinden çok değişik bir sürü şey bulu­nurken, hiç değişmeden kalmış bazı şeyler de vardır. Yö­netici sınıfın, özellikle de eğitim propagandasını yürüten­lerin emeğin erdemi konusundaki tutumları, dünyada ege­men sınıfların “namuslu yoksullar” dediğimiz insanlara öteden beri aşılaya geldikleri tutumun tıpatıp aynıdır. Ça­lışkanlık, uyanıklık, uzak çıkarlar uğruna uzun saatler, çalışmaya razı olma, hattâ yetkeye boyun eğme, bütün bunlar S.S.C.B.’de yeniden ortaya çıkmaktadır; üstelik S.S.C.B.’de yetke hâlâ Evrenin Hâkiminin İradesini tem­sil etmektedir, yalnız şimdi buna yeni bir ad verilmiştir: Diyalektik Materyalizm.                                                           '
Rusya’da proletaryanın kazandığı zaferle, başka ül­kelerde feministlerin kazandığı zafer arasında bazı ortak noktalar bulunmaktadır. Yüzyıllardan beri erkekler, ka­dınların manevi üstünlüğünü kabul etmiş ve iktidar ko­nusunda kendilerinden aşağı durumda bulunmaları yö­nünden de onları, manevî üstünlüğün iktidardan daha de­ğerli olduğu savıyla avutmuşlardır. Feministlerin öncüle­ri, erkeklerin erdemin değeri konusunda kadınlara söylediklerinin hepsine inandıkları, ama siyasal iktidarın değersizliği konusunda söylediklerine inanmadıkları için, en sonunda feministler kadınların her ikisine de sahip olması gerektiğine karar verdiler. Fiziksel çalışma bakı­mından buna benzer bir şey Rusya’da gerçekleşmiştir. Yüzyıllarca, zenginler ve zenginlerin çanak yalayıcıları ‘mamuslu emek” üzerine övgüler düzmüşler, basit yaşa­yışı övmüşler, yoksulların cennete gitme olasılığının zenglnlerinkinden çok olduğunu aşılayan bir dini öğretmiş­ler ve genellikle, tıpkı kadınların cinsel köleliklerinden özce bir soyluluk kazandıkları fikrine, erkeklerin onları inandırmaya çalışmaları gibi, bedenleriyle çalışan işçile­ri, maddenin uzaydaki durumunu değiştirmenin onlara özel bir soyluluk kazandıracağı fikrine inandırmaya ça­lışmışlardır. Rusya’da, bedenle çalışmanın üstünlüğü ko­nusundaki bütün bu öğretiler ciddiye alınmış, bunun bir sonucu olarak da bedenle çalışanlar başka herkesten faz­la yüceltilmişlerdir. Bu durumu canlandırma yolundaki girişimler ruh bakımından aynı olmakla birlikte, amaç bakımından değişiktir : bu girişimlerin amacı, özel işler­de çalıştırılacak fedaî işçiler yetiştirmektir. Şimdi genç­lerin önüne konulan ülkü bedensel çalışmadır ve bu ülkü bütün ahlâk öğretilerinin temelini meydana getirmekte­dir.
Şimdilik, bütün bunlar belki de yararlı olabilir. Do­ğal kaynakları zengin koskoca bir ülke gelişmeye hazırlanmaktadır ve borç almadan gelişmesini tamamlamak zorundadır. Bu koşullar içinde çok çalışmak zorunluğu vardır ve bu çok çalışmanın ödülü de büyük bir olasılık­la, görülecektir. Ama uzun saatler çalışmak zorunda ka­lınmadan herkesin rahat edebileceği noktaya ulaşınca ne olacaktır?
Batı’da, bu problemle uğraşmak için çeşitli yollar vardır bizim elimizde. Biz İktisadî adaleti gerçekleştirmeye kalkışmadığımız için tüm ulusal gelirin büyük yüzdesi, nüfus içinde büyük bir bölümü hiç çalışmayan kü­çük bir azınlığa gider. Üretim hiçbir şekilde bir merkez­den yönetilmediği için, sürüyle gereksiz şey üretiriz. Nü­fusun bir bölümünü gerektiğinden çok çalıştırmak sure­tiyle geri kalanların emeğinden vazgeçebildiğimiz için, ça­lışan nüfusun büyük yüzdesini aylak bırakırız. Bu yön­temler yetersiz kalınca da savaş çıkarırız: havaî fişekle­ri ömründe ilk kez görmüş çocuklar gibi, bir kısım insan­lara yüksek güçte patlayıcı maddeler yaptırır, bir kısmı­na da bunları patlattırırız. Bütün bu düzenleri bir araya getirerek, sıradan insanların kaderinin çetin bir beden­sel çalışma olduğu fikrini, güç de olsa yaşatmayı beceri­riz.
İktisadî adalet ve üretimin merkezden yönetilişi do­layısıyla, Rusya’da bu problem ister istemez değişik bir biçimde çözülecektir. Zorunlu ihtiyaç maddeleri ve temel rahatlıklar herkese sağlanır sağlanmaz bu problemi çöz­mek için başvurulacak akıllıca yol, daha fazla boş vaktin mi, yoksa daha fazla mal üretiminin mi tercih edileceği konusunda her aşamada halkoyuna danışılarak, çalışma saatlerini derece derece azaltmak olurdu. Ama çok çalış­manın erdem olduğu bir kere aşılanmış bulunduğuna gö­re, içinde boş vaktin çok, çalışmanın ise az olduğu bir cen­net hedefine yetkililerin nasıl ulaşabileceklerini kestir­mek zordur. Yetkililerin durmadan yeni planlar ortaya atarak, böylece, kazanılmış boş vakti gelecekteki verim­liliğe feda edecekleri daha büyük bir olasılık gibi gözükü­yor. Geçenlerde Rus mühendislerinin hazırladıkları usta­lıklı bir plânla ilgili yazılar okumuştum; bu plân, Kara Deniz’in ortasına bir baraj oturtarak Beyaz Denizle Si­birya’nın Kuzey kıyılarının iklimini ılımanlaştırmak ama­cını güdüyordu. Hayranlıkla karşılanacak bir plân gerçi, ama aynı zamanda emekçilerin en soyluları 'Kuzey Buz Denizi’nin buzlu alanlarıyla tipileri arasında çalıştırılırken, proletaryanın rahatını daha bir kuşak geciktirecek bir plân. Böyle bir şey, eğer gerçekleşirse, bu, çok çalışma kavramına, artık çok çalışmaya ihtiyaç duyulmayan bir tembellik düzeyine ulaştıracak araçtan çok, kendi ba­şına bir amaç gözüyle bakmanın sonucu olacaktır.
Gerçek odur ki, maddenin bir bölümü varlığımız için zorunlu olduğu halde, maddeye durmadan biçim ve yer değiştirmek hiç de insan hayatının amaçlarından biri de­ğildir. Eğer öyle olsaydı, kanal açma işinde çalışan her ameleyi Shakespeare’den üstün tutmamız gerekirdi. Bu hususta bizi yanlış yöne sevkeden iki neden vardır. Bi­rincisi, yoksulların hallerinden hoşnut olmalarını sağla­ma zorunluluğudur ki, bu zorunluk binlerce yıldan beri zenginleri, çalışmanın erdem olduğu konusunda vaaz ver­meye — kendileri bu hususta erdemsiz kalmak için ne gerekirse yaptıkları halde — sevketmiştir. İkincisi de, yeryüzünde meydana getirebileceğimiz hayret edilecek değişikliklerden haz duymamıza sebep olan, yeni, makine­leşme zevkidir. Bu iki güdünün hiçbiri, bedeniyle çalışan işçi üzerinde bir etki uyandırmaz. Bedeniyle çalışan işçi­ye, hayatının en iyi bölümü üzerine ne düşündüğünü so­racak olsanız, size şöyle söylemesi olasılığı pek yoktur : “Bedensel çalışmadan zevk duyuyorum, çünkü bedensel çalışma bana, insanoğlunun yapabileceği en soylu işi yap­tığım duygusunu veriyor, ayrıca insanoğlunun üzerinde yaşadığı gezegeni ne kadar değiştirebildiğini düşünmek de hoşuma gidiyor. Gerçi bedenimin belirli süreler içinde dinlenmeye ihtiyacı var ve ben bu ihtiyacı elimden geldi­ği kadar gidermek zorundayım, ama yine de en mutlu anlarım, sabah olup da çalışmaya başladığım anlardır, zi­ra ruhumu doyuran kaynak çalışmadır.” Bedenleriyle ça­lışan işçilerin böyle bir şey söylediklerini hiç duymadım. Onlar çalışmaya hangi gözle bakılması gerekiyorsa o gözle, yani, geçimlerini sağlamanın zorunlu bir koşulu gö­züyle bakarlar ve duyabilecekleri mutluluğu da serbest saatleri içinde bulurlar.
Denilecektir ki, aylaklığın azı iyidir, ama insanlar yirmi dört saatte topu topu dört saat çalışsalardı, gün­lerini nasıl geçireceklerini bilemezlerdi. Bu görüş modern dünyada geçerli olduğu oranda, uygarlığımız için bir yüz karasıdır; bu görüş daha önceki dönemlerin hiçbirinde geçerli olamazdı. Eskiden kaygısızlığa, oyuna bir yer var­dı; verimlik fikrine bir dine sarılır gibi bağlanılması, in­sanlar arasında kaygısızlığın da, oyunun da yerini bir de­receye kadar daraltılmış bulunuyor. Modern insan her şe­yin, o şeyin kendisi için değil de, başka bir şey uğruna yapılması gerektiğine inanıyor. Meselâ ciddiliği hayatla­rında hiçbir vakit elden bırakmayan yaradılışta olan in­sanlar, durmadan, sinemaya gitmeyi kötülemekte ve bi­ze, sinemanın gençleri suç işlemeye yönelttiğini söyle­mektedirler. Ama buna karşılık film yapımıyla ilgili her türlü çalışma saygıyla karşılanmaktadır, çünkü bu ça­lışmalar para getirmektedir, istenilir eylemin, kâr ge­tiren eylem olduğu anlayışı her şeyi tepetaklak etmiştir. Size et sağlayan kasap, size ekmek sağlayan fı­rıncı övgüye değer kişilerdir, çünkü bunlar bu işlerden para kazanırlar; ama bunların size sağladığı besinleri siz sadece çalışmak için güç kazanmak amacıyla değil de, bunun yanısıra sırf yemek zevki için de yiyorsanız, hafif­meşrebin birisiniz demektir. Daha genel söylersek, para kazanmak iyi, para harcamak kötü sayılmaktadır. Para kazanmakla, para harcamanın bir alışverişin iki yönü ol­duğunu düşündüğümüz zaman, birinin iyi, ötekinin de kö­tü sayılması çok saçmadır; o zaman insan, anahtarların iyi, anahtar deliklerinin kötü olduğunu da savunabilir. Mal üretiminde eğer bir erdem varsa, bu erdem, o malın tüketilmesinin sağlayacağı üstünlükten gelmelidir. Toplumumuzda birey, kâr için çalışır; ama onun çalışmasının toplumsal amacı, ürettiği şeyin tüketilmesi olmak gerek­tir. Çalışkanlığı artırıcı etkenin kâr sağlamak olduğu bir dünyada insanların duru bir biçimde düşünebilmelerini zorlaştıran şey, bireyle toplumsal üretimin amacı arasın­daki bu ayrılıktır işte. Bizler üretimi gerektiğinden de­ğerli, tüketimi de gerektiğinden değersiz tutarız. Bunun bir sonucu olarak da, eğlencenin ve basit mutluluğun öne­mini çok küçümser, üretimin değerini tüketiciye verdiği hazla ölçmeyiz.
Çalışma saatlerinin dörde indirilmesini önerirken, ge­ri kalan bütün vakit ille de saçma sapan şeylerle harcan­malıdır demiyorum. Dört saatlik çalışmanın bir insana, yaşamak için gerekli ihtiyaç maddeleriyle rahatlıkları sağ­layabilmesi ve insanın geri kalan zamanını dilediği gibi kullanabilmesi gerektiğini söylemek istiyorum. Böyle her­hangi bir toplumsal sistemde eğitimin şimdikinden daha ileriye götürülmesi ve eğitimin kısmen, boş vakitlerini akıllıca kullanabilmelerini mümkün kılacak zevk incelik­lerini insanlara kazandırmayı hedef alması esastır. Zevk inceliklerinden söz ederken de sadece “alimâne” sayılan şeyleri anlatmak istemiyorum. Kuş uçmaz kervan geç­mez uzak köşeler dışında köylü dansları ölmüştür, ama bu dansların işlenmesini, mükemmelleştirilmesini sağla­yan güdüler insan doğasında hâlâ var olmalıdır. Şehir in­sanlarının zevkleri nitelik bakımından çoğunlukla pasif hale gelmiş bulunuyor: sinema seyretmek, futbol maçla­rını izlemek, radyo dinlemek v.b. Bunun nedeni de, şehirlilerin bütün enerjilerini çalışmada tüketmeleridir; eğer daha çok boş vakitleri olsaydı, şehirliler yine eskiden ol­duğu gibi, bizzat kendilerinin eylemli rol oynadıkları eğlencelerin tadını çıkarırlardı.
Geçmişte ufak bir aylak sınıf, büyük bir çalışan sı­nıf vardı. Aylak sınıf, toplumsal adalet açısından hiç de hak etmediği imtiyazlardan yararlanıyordu; dolayısıyla bu sınıf ister istemez baskıya yöneliyor, nefret uyandırı­yor ve imtiyazlarını haklı gösterecek kuramlar icat et­mek zorunda kalıyordu. Bu olgular aylak sınıfın mükem­melliğini büyük çapta azaltmış, ama bu gerilemeye rağ­men, bizim uygarlık dediğimiz şeyin hemen hemen tümü­nü bu sınıf yaratmıştır. Sanatı geliştiren, bilimleri bulan bu sınıftır; bu sınıf kitaplar yazmış, bu sınıf felsefeler ortaya atmış ve toplumsal ilişkileri bu sınıf inceltmiştir. Hattâ baskı altındakilerin kurtuluşu bile genellikle yuka­rıdan aşağı doğru gelişmiştir. Aylak sınıf olmasa, insan­lık barbarlıktan hiç kurtulamazdı.
Bununla birlikte hiçbir görev taşımayan aylak sınıf­ta, aylaklığın babadan oğula geçmesi yöntemi olağanüs­tü denecek kadar zararlı olmuştur. Bu sınıfa mensup olan­ların hiçbirine çalışkanlık öğretilmediği gibi, bu sınıf tan olanlar bütünüyle olağanüstü bir zekâya da sahip değildiler. Bu sınıftan bir Darwin çıkmış olabilir, ama Dar­vin’in karşısına da tilki avından ve yasak yerde avlanan­ları cezalandırmaktan daha zekice hiçbir şey düşünemeyen on binlerce eşrafı koymak gerektir. Aylak sınnıfın rastgele ve bir yan ürün olarak sağladığı şeyleri zamanı­mızda üniversiteler sözümona sistemli bir yoldan sağla­maktadır. Bu büyük bir ilerlemedir, ama bunun da ken­dine göre bazı geriletici yanları vardır. Üniversite hayatı genel olarak dünyada yaşanılan hayattan o kadar deği­şiktir ki, akademik bir ortamda yaşayan kimseler sıradan erkeklerle kadınların düşünce sorunlarının farkında ola­mamaktadırlar; üstelik, akademik ortamda yaşayanların kendilerini anlatış tarzları, niteliği dolayısıyla, genel halk yığını üzerinde fikirlerinin gerektiği gibi etkili olabilme­sini sağlayamamaktadır. Üniversitelerin noksanlarından biri de, burada araştırmaların örgütlü oluşu dolayısıyla, özgün bir araştırmada bulunmak isteyecek bir insanın ce­saretinin kırılması ihtimalinin büyük oluşudur. Bundan ötürü akademik kuruluşları, yararlı olmakla birlikte, kendi duvarları dışında kalan, herkesin yararlılıktan uzak amaçlar peşinde koştuğu bir dünyadaki uygarlığın çıkar bekçiliğini yapmaya yetersizdirler.
Hiç kimsenin günde dört saatten çok çalışmak zo­runda kalmayacağı bir dünyada bilime meraklı olan her­kes aç kalmadan bilimle uğraşabilecek, her ressam, tab­loları ne kadar mükemmel olursa olsun, aç kalmadan re­sim yapabilecektir. Genç yazarlar, anıtsal eserlerini verebilmek için İktisadî bağımsızlıklarını kazanmak kaygusuyla önce geçim sağlayacak ıvır zıvır eserler vererek dik­kati çekmek, neden sonra anıtsal eserlerini verme zama­nı gelince de hem böyle büyük eserler verme iştahını, hem de yeteneğini kaybetmiş bulunmak zorunda kalmayacak­lardır. Meslek çalışmaları sırasında iktisat ya da yöneti­min herhangi bir evresine ilgi duyanlar, üniversiteden olan iktisatçüarın eserlerini çoğunlukla gerçek yönünden noksan bırakan akademik çalışma yönteminin bağlayıcı­lığı bulunmaksızın, kendi fikirlerini geliştirebileceklerdir. Tıp adamlarının, tıbbî gelişmeleri öğrenecek kadar za­manlan olacak, öğretmenler kendi gençliklerinde öğren­dikleri ve aradan geçen zaman içinde gerçeğe uymadık­ları meydana çıkmış olabilecek şeyleri alışılagelmiş yön­temlerle öğretebilmek için kendilerini parçalarcasına ça­balamak zorunda kalmayacaklardır.
Hepsinden önemlisi, sinir bozukluğu yerine, yorgun­luk, bıkkınlık, hazımsızlık yerine mutluluk olacak, yaşa­ma sevinci bulunacaktır. Zorunlu çalışma, boş zamanları zevkli kılmaya yetecek kadar olacak, ama bitkinlik yara­tacak kadar olmayacaktır, insanlar boş zamanlarında yor­gun olmayacaklarından, sadece pasif ve yavan eğlenceler istemeyeceklerdir, insanların hiç değilse yüzde biri, mes­lek çalışımdan dışındaki vakitlerini şu ya da bu cins bir kamu yararını hedef tutan çalışmalara ayırabilecekler ve bu çalışmalar geçim sağlamak kaygusuyla yapılmadı­ğı için de, özgünlüklerinin karşısına çıkacak hiçbir engel­le karşılaşmayacakları gibi, yaşlı üstatların koyduğu öl­çülere uymak zorunda da kalmayacaklardır. Ama aylak­lığın üstünlükleri sadece bu gibi özel durumlarda ortaya çıkmakla kalmayacaktır. Sıradan erkeklerle kadınlar, mutlu yaşama fırsatı elde edeceklerinden daha şefkatli olacaklar, kendi görüşlerine uymayanlara daha hoşgörüy­le ve daha az kuşkuyla bakacaklardır. Kısmen bu neden­le, kısmen de savaş uzun ve zorlu çalışmaları gerektirece­ğinden, savaş isteği ortadan kalkacaktır. iyi huyluluk, bütün törel nitelikler içinde, dünyanın en çok ihtiyaç duy­duğu bir niteliktir ve iyi huy, çetin çabalarla dolu bir ha­yatın değil, rahatın, güvenlik duygusunun bir ürünüdür. Modern üretim yöntemleri hepimize rahat etme ve kendi­mizi güvenlik içinde duyma olanağını verdiği halde, bizler bunun yerine, bazı insanların aşırı derecede çalışması, bazılarının da açlıktan kıvranması yöntemini seçmişizdir. Şimdiye kadar hep, tıpkı makinelerin bulunmadığı zaman­larda olduğu gibi bütün enerjimizi ortaya koymayı sürdürdük, yaptığımız budalalıktı, ama sonuna kadar da budalalıkta diretme için hiçbir neden yok ortada.
Sh:9-26
 Türkçesi: Mete ERGİN
[1929’da yazılmıştır.]
Batı dünyası üniversitelerini ziyaret eden herhangi bir kişi, zamanımızın akıllı gençlerinin, eski zaman genç­liğinden çok daha fazla kinik oluşu karşısında şaşırıp ka­labilir. Rusya’da, Hindistan’da, Çin’de veya Japonya’da durum böyle değildir; Çekoslovakya’da, Yugoslavya’da, Polonya’da, hele yaygın bir biçimde Almanya’da böyle olacağını sanmıyorum. Ne var ki, kinizm, İngiltere’de, Fransa’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde hiç kuşku­suz akıllı gençlerin dikkati çeken bir belirgin özelliğidir. Batıda gençliğin neden kinik olduğunu anlayabilmeniz için, Doğu’da gençliğin neden kinik olmadığını anlamanız lazımdır.
Rusya’da gençlik kinik değildir, çünkü orada gençlik bütün olarak Komünist felsefesini kabul ettiği gibi, aklın yardımıyla sömürülmeye hazır doğal kaynaklarla dolu koskocaman bir ülkeye de sahiptir. Dolayısıyla orada gençliğin önünde, işe yarayacağına inandıkları bir mes­lek hayatı vardır. Ütopya yaratma süreci içinde boru dö­şerken, demiryolu kurarken ya da köylülere dört millik bir cephe üzerinde Ford markalı traktörleri aynı anda kullanmayı öğretirken hayatın amaçlarını düşünmek zo­runda değilsiniz. İşte bunun bir sonucu olarak Rus genç­liği zindedir, ateşli inançlarla doludur.
Hindistan’da en ağırbaşlı gençlerin inancı, İngiltere’nin kötü olduğudur : Descartes’in varoluşu gibi, *bu ön­cülden yola çıkıp sonuç olarak bütün bir felsefeyi meyda­na getirmek mümkündür.
* Russell burada Descartes’m, «Düşünüyorum, o halde varım.» önermesini kastediyor. B. Russell, Deseartes’ın bu önermesinin, dolayısıyla bu önermeye dayanarak çıkardığı bir çok sonuçların da yanlış olduğunu iddia etmektedir. Bak. Aynı yazarın, «Portraits from Memory» adlı eserinde, «Mind and Matter» başlıklı deneme, s. 137-139. (Ç. Notu).
İngiltere’nin Hıristiyan oluşu gerçeğinden hareket edilerek, duruma göre, Hinduizmin ya da Müslümanlığın biricik hak dini olduğu sonucu çı­karılabilir. İngiltere’nin kapitalist bir ülke, bir endüstri ülkesi olduğu gerçeğinden hareket edilerek, mantığı yürütenin meşrebine göre, İngiliz kapitalizm ve endüstriyalizmiyle savaşabilmek için biricik silah olarak yerli endüst­riyi, yerli kapitalizmi geliştirmek üzere ya herkesin eline bir öreke alıp yün eğirmesi, ya da ağır gümrük vergileri konulması gerektiği sonucu çıkarabilir. İngiltere’nin Hin­distan’ı fiziksel güce başvurarak elinde tuttuğu gerçeğin­den hareket edilerek, beğenilecek biricik kuvvetin ahlâk kuvveti olduğu çıkarılabilir. Hindistan’da milliyetçilik ha­reketlerinin kovuşturmaya uğraması, bu milliyetçilik ha­reketlerinin kahramanlık sayılmasına yetmekte, ama zi­yan olmuş çabalar sayılmasına yetmemektedir. Anglo-İndianlar işte bu şekilde, Hindistan’ın akıllı gençlerini ki­nizm kırgınından korumaktadırlar.
Çin’de İngilizlere duyulan nefret de kendine düşen rolü oynamıştır, ama İngiltere bu ülkeyi hiçbir zaman fethetmediği için, Hindistan’dakine oranla çok ufak bir rol olarak kalmıştır bu. Çin gençliği yurtseverliği gerçek bir Batıcılık hevesiyle, tıpkı bundan elli yıl önce Japon­ya’da görüldüğü biçimde birleştirmiştir. Çin gençliği Çin halkının aydınlanmasını, özgür ve müreffeh olmasını is­terler; bu sonuca ulaşılması için de önlerinde tam onlara göre iş vardır. Çin gençliğinin ülküleri, Çin’de henüz es­kimeye başlamadığı anlaşılan on dokuzuncu yüzyıldan kalmadır. Çin’de kinizm, imparatorluk rejimi memurları arasında vardı ve 1911 yılından beri ülkenin aklını başın­dan alan birbirine düşman militaristler arasında da sür­dü, ama artık modern entellektüellerin düşüncelerinde ki­nizmin yeri yoktur.
Japonya’da genç entellektüellerin düşünceleri ile, Av­rupa Kıtasında 1815-1848 yıllarında geçerli olan düşünce arasında oldukça benzerlik vardır. Liberalizmin parolala­rı hâlâ güçlüdür; parlamenter hükümet, konu, düşünce ve söz özgürlüğü. Geleneksel derebeyliğe ve baskıya kar­şı yürütülen mücadele, gençleri uğraştırmaya ve hep is­tim üstünde tutmaya yetmektedir.
Batının ukalâ gençliğine bütün bu gayret, bu ateş bir parça kaba gelmektedir. Batı gençliği, her şeyi taraf­sız olarak incelemiş, her şeyin asimi esasını iyice anla­mış ve “gezgin ayın altında dikkate değer hiçbir şey kal­madığını” görmüş olduğuna kesinlikle inanmıştır. Bunun nedenlerinin birçoğunu eskilerin öğretilerinde aramak ge­rektir. Bu nedenlerin meselenin köküne indiğini sanmıyo­rum, zira başka koşullarda gençler eskilerin öğretilerine tepki göstermekte ve kendilerine özgü bir İncil ortaya koymaktadırlar. Eğer zamanımızın Batılı genci sadece ki­nizmle tepki gösteriyorsa, bunun özel bir nedeni olsa ge­rektir. Gençler sadece kendilerine söylenene inanamamakla kalmıyorlar, aynı zamanda başka bir şeye de ina­namıyorlar. Bu, üzerinde durulması gereken garip bir du­rumdur. Önce, eski ülküleri teker teker ele alalım ve ne­den bu ülkülerin zamanımız gençlerine, eskiden olduğu gi­bi bağlılık ilham etmediğini araştıralım. Bu gibi ülküler arasında şunları sayabiliriz: din, yurt, ilerleme, güzel­lik, gerçek. Gençlerin gözünde bunların kusuru nedir?
DİN. — Burada mesele kısmen entellektüel, kısmen de toplumsaldır. Entellektüel nedenler dolayısıyla bugün pek az yetişkin insanın dinsel inanışında, meselâ St Thomas Aquinas için mümkün olan ifrat derecesini görebili­riz. Modern insanların çoğunun tanrısı biraz müphemdir ve bozularak ya Hayat Gücü, ya da "... doğruluğun yar­dımcısı olan kudret,” halini almak eğilimindedir. Hattâ müminler bile, dinin, inandıklarını ikrar ettikleri öbür dünyadaki etkilerinden çok, bu dünyadaki etkileriyle il­gilenmektedirler; onlar, bu dünyanın Tanrının izzeti için yaratıldığından da pek o kadar emin değildirler, hatta Tanrının bu dünyanın ıslahı için faydalı bir varsayım ol­duğuna inançları daha kuvvetlidir. Onlar, Tanrıyı bu dün­yevî hayatın ihtiyaçlarının giderilmesine memur ederek, imanlarının gerçekliğine gölge düşürmektedirler. Onlar Tanrıya tıpkı Sebt [Sebt günü : Yahudilerin kutsal günü, Cumartesi; Hıristiyanla­rın dinlenme günü, Pazar]  gibi, adeta insanlar için yaratılmış diye düşünmektedirler. Kiliseleri modern ülkücülüğün esası olarak kabul etmemek için, toplumsal nedenler de vardır. Kiliseler, topladıkları bağışlarla, ister istemez mülkiyetin savunucuları haline gelmişlerdir. Kiliseler ay­rıca, gençlerin gözüne tamamıyla zararsız görünen birçok zevkleri yasaklayan ve şüphecilerin gözüne gereksiz de­recede zalimce görünen birçok işkenceleri ceza olarak ve­ren, ezici törel kurallarla da ilişkilidirler. Mesih’in öğre­tilerini yürekten kabul eden ciddi gençler tanıdım; onlar kendilerini resmî Hıristiyanlıkla muhalefet halinde ve sanki militan tanrısızlarmışçasına, dinsel kovuşturmala­rın, dinsel cezaların kurbanı birer kovulmuş olarak bul­muşlardır.
YURT — Birçok zamanlarda ve birçok yerlerde yurtseverlik tutkulu bir inanç olagelmiş ve en iyi kafalar bu inancı tamamıyla onaylamışlardır.
Bu, Shakespeare zamanında İngiltere’de de böyleydi, Fichte zamanında Almanya’da da böyleydi, Mazzini zamanında İtalya’da da böyleydi. Daha hâlâ Polonya’da, Çin’de, Dış Moğolistan’da böyledir. Bu inanç, Batı ulus­ları arasında hâlâ son derece güçlüdür: bu inanç, siyase­ti, kamu harcamalarını, askeri hazırlıkları vb. kontrolün­de tutmaktadır. Ne var ki, aydın gençlik bunu elverişli bir ülkü olarak kabul edememektedir; gençlik bu inancın, bas­kı altındaki uluslar için uygun olduğunu, ama baskı al­tındaki uluslar baskıdan kurtulur kurtulmaz, daha önce kahramanca olan milliyetçiliğin hemen baskıcı hale gel­diğini anlamış bulunuyor. ‘Ağlayan, ama alan’ Maria Teresa’dan beri ülkücülerin sempatisini kazanmış olan Polonyalılar, özgürlüklerini Ukrayna’da baskı kurma yolun­da kullanmışlardır. İngilizlerin sekiz yüzyıldan beridir uy­garlığı zorla öğrettiği İrlandalılar özgürlüklerini birçok iyi kitabın yayınlanmasını önleyecek yasalar çıkarma yolunda kullanmışlardır. Polonyalıların, Ukraynalıları, İrlandalıların da edebiyatı katledişleri karşısında milliyet­çilik, ufak bir ulus için bile biraz uygunsuz bir ülkü ola­rak görünmektedir. Ama iş güçlü bir ulusa geldi mi, de­lil daha da güçlenir. Versailles Andlaşması, hükümdarla­rının ihanet ettiği ülküleri savunurken ölmemek talihine erenler için hiç de cesaret verici değildir. Savaş sırasında militarizme karşı savaştıklarını bas bas bağırarak ilan edenlerin her biri, savaşın sonunda, kendi memleketleri­nin en önde gelen militaristleri kesilmişlerdir. Bu gibi gerçekler, yurtseverliğin çağımızın başlıca belası olduğu­nu ve eğer yumuşatılamazsa uygarlığı sona erdireceğini, bütün aydın gençler için apaçık kılmaktadır.
İLERLEME — Bu, aydın gençleririn, çevresinde fazla gürültü koparılan, on dokuzuncu yüzyıldan kalma bir ülküdür. Üretilen otomobil sayısı gibi, tüketilen yer fıstığı sayısı gibi önemsiz şeylerde ölçülebilir ilerleme zaten zorunludur. Gerçekten de önemli olan şeyler ise öl­çülemez, dolayısıyla da propagandacının yöntemlerine uy­gun değildir. Ayrıca, birçok modern icatlar insanları şaş­kına çevirmektedir. Radyoyu, telsizleri ve zehirli gazı ör­nek gösterebilirim. Shakespeare bir çağın mükemmelliğini o çağın şiir uslûbuyla ölçerdi (bak. Sonnet XXXII), ama bu ölçü tarzının modasının geçtiği anlaşılıyor.
GÜZELLİK— Gerçi nedendir bilinmez, ama güzel­likte insana eski moda gibi gelen bir şey var. Modern bir ressamı, güzelliği aramakla suçlayacak olsalar, adam öfke­sinden küplere binerdi. Şimdi sanatçıların çoğunun, dün­yaya karşı duyulan şiddetli bir öfkeden ilham aldıkları, dolayısıyla da her türlü tasadan uzak bir doymuşluk sağ­lama yerine, anlamlı bir acı verme isteğini taşıdıkları gö­rülüyor. Bundan başka, çeşitli güzellikler, insanın kendini, modern aydınların yapabileceğinden daha çok ciddiye al­masını gerektirir. Atina gibi, Floransa gibi küçük bir site Devletinin ileri gelen bir vatandaşının kendini önemli bir kişi gibi hissetmesi o kadar zor olmazdı. O zamanlarda dün­ya Evrenin merkezi, insanoğlu da yaratılışın amacıydı; o devirdeki insan ise kendi sitesinin en mükemmel insan­ları barındırdığını, kendisinin ise, kendi sitesinin en mükemmel insanları arasında olduğunu düşünebiliyordu. Bu durumda Aeskilos ya da Dante, kendi sevinç veya üzüntülerini ciddiye alabilirdi. Aeskilos da, Dante de, tek tek insanların duygularının önem taşıdığı ve trajik olayların ölümsüz nazımla yüceltilmeye layık olduğu inancını bes­leyebilirdi. Halbuki modern insan, bahtsızlığa uğradığı za­man, kendini istatistik toplamın bir parçası gibi hisseder; geçmiş ve gelecek onun önünde, saçma ve önemsiz yenil­gilerin meydana getirdiği ürkütücü alaylar halinde uzar. İnsanoğlunun kendi de, sonsuz sessizlikler arasında kı­sa bir süre için bağırıp çağıran, yaygaralar koparan az çok saçma, çalımlı bir hayvan gibi görünür. Kral Lear, ‘Gerekli ihtiyaçları sağlanmamış insan, zavallı, çıplak, oklanmış bir hayvandan farksızdır’, [Kral Lear : Perde III; Sahne IV. ]der ve bu fikir alı­şılmamış bir şey olduğundan onu deliliğe sürükler. Ne var ki, bu fikir modern insan için alışılmış bir şeydir ve onu sadece saçmalığa sürükler.
GERÇEK — Eskiden gerçek mutlaktı, ebediydi ve insanüstüydü. Ben de gençliğimde bu görüşü kabul etmiş, gençlik yıllarımı gerçeğin araştırılmasına adayarak bu yıl­ları yanlış yolda harcamıştım. Halbuki gerçeği boğazla­mak isteyen sürüyle düşman ortaya çıkmış bulunuyor : pragmatizm, behaviyorizm, psikolojizm ve bağıllık fi­ziği. Galileo ile Engizisyon, güneşin mi dünya çevresinde döndüğü, yoksa dünyanın mü güneşin çevresinde döndü­ğü konusunda ayrılıyorlardı. Ama gerek Galileo, gerek Engizisyon, bu her iki görüş arasında dağlar kadar fark bulunduğu düşüncesinde birleşiyorlardı. Her ikisinin de üzerinde birleştikleri nokta, her ikisinin de yanıldıkları noktaydı: aradaki fark sadece kelimeler arasındaki bir farktan ibarettir. Eskiden gerçeğe tapınmak mümkündü; gerçekten de, bu tapınıştaki samimiliği, insan kurban et­me alışkanlığı göstermekteydi. Ne var ki, sadece insanoğ­luna ait ve bağıllı olan bir gerçeğe tapınmak zordur. Eddington’a göre yerçekimi yasası, ölçme konusunda alınmış kullanışlı bir karardan ibarettir. Metrik sistem nasıl kadem ve yarda sisteminden daha doğru değilse, yerçeki­mi yasası da öteki görüşlerden daha doğru değildir.
Doğa ve Doğa’nın yasası gece karanlığında gizliydi;
Tanrı, ‘Newton olsun’, dedi ve ölçme kolaylaştı.
Bu düşünce yücelikten yoksun görünüyor. Spinoza bir şeye inandığı zaman, entellektüel Tanrı sevgisinin ta­dına vardığını düşünürdü. Modern insan ya da Marx’la birlikte, kendisini iktisadi güdülerin yönettiği, ya da Freud’la birlikte, rakamların cebrik kuvvetleri teoremi veya Kızıl Deniz’deki direy (fauna) dağılışı hakkındaki inancının temelinde herhangi bir cinsel güdünün yattığı kanısındadır.
Şu ana kadar modern kinizmi, beyinden gelen neden­leri bulunan bir şey gibi, ussal bir yoldan ele aldık. Ne var ki, inanç, modern psikologların bize anlatmaktan hiç usanmadıkları gibi, ussal güdüler tarafından nadiren be­lirlenir ve aynı şey, şüphecilerin bu olguyu sık sık gör­mezlikten gelmelerine rağmen, inançsızlık için de doğru­dur. Yaygın bir şüpheciliğin nedenleri ansal olmaktan çok toplumsaldır. Yaygın şüpheciliğin başlıca nedeni her za­man, iktidarsız rahatlıktır. İktidar sahipleri kinik değil­lerdir, zira onlar kendi fikirlerini başkalarına zorla ka­bul ettirebilirler. Baskı kurbanları kinik değillerdir, çün­kü onların yürekleri nefretle doludur ve nefret, herhangi başka bir güçlü tutku gibi, kendiyle birlikte bir sürü yan inanç getirir. Eğitimin, demokrasinin ve toplu üretimin ortaya çıkışma kadar her yerde, entellektüellerin islerin gidişi üzerinde önemli etkileri vardı ve bu etki, o entellek­tüellerin kafaları kesilse de yine azalmazdı. Modern entellektüel kendini tamamiyle farklı bir durumda bulmak­tadır. ister bir pronagandist, ister bir Saray soytarısı ola­rak hizmetini budala zenginlere satmaya razı olduğu sü­rece, modern entellektüelin yağlı bir kuyruk bulması, bol gelir sağlaması hiç de zor değildir. Toplu üretimin verdiği sonuç, budalalığın, uygarlığın gelişmesinden bu yana her hangi bir dönemdekine oranla çok daha sağlam bir temele oturmasını sağlamak olmuştur. Çarlık Hükümeti Lenin’in kardeşini öldürdüğü zaman, bu olay Lenin’i bir kinik yap­madı, zira o, kendisine hayat boyu sürecek ve en sonunda başarıya ulaşacağı bir uğraş ilham eden nefretle doluydu. Ama Batı’nın daha sağlam ülkelerinde ne böylesine güçlü nefret yaratacak bir neden vardır, ne de böylesine göste­rişli bir öç alabilme olanağı. Entellektüellerin yapacağı işi, amaşlan bu entellektüellere — tehlikeli değilse bi­le — saçma görünebilen Hükümetler ya da zenginler emreder ve ücretlerini de yine onlar öder. Ne var ki, kinizm bu entellektüellerin vicdanlarını duruma uydurabil­melerini sağlar. Gerçi iktidar sahiplerinin her bakımdan hayranlık duyulacak cinsten bir uğraş istediği zamanlar da olduğu doğrudur; bu uğraş türleri içinde en önemlisi bilim, İkincisi de, Amerika’da, kamu mimarisidir. Ama bir adamın eğitimi sadece kitap sınırları içinde kalmışsa— ki çoğunlukla böyle olmaktadır — o adam yirmi iki yaşına geldiğinde, epeyce bilgili olduğu halde, bilgisini kendince önemli bir yolda uygulayamadığını görür. Bilim adamları Batı’da bile kinik değillerdir, zira bunlar akıl, zekâ ve bil­gilerinin en değerli yanlarını toplumun tam onayı üe uy­gulayabilmektedir; ne var ki, onlar bu anlamda, modern entellektüeller arasında olağanüstü denecek kadar talihli sayılırlar.
Eğer bu teşhis doğruysa, modern kinizm sadece vaaz vermekle ya da gençlerin önüne, bu gençlerin vaizleriyle hocalarının fersude kör inançlar deposu içinden seçtikleri daha iyi ülküler koymakla tedavi edilemez. Tedavi ancak entellektüellerin yaratıcı dürtülerini cisimlendirecek bir meslek bulabilmeleriyle gerçekleşecektir. Bunun için de, Disraeli’nin savunduğu şu eski reçeteden başka bir reçete göremiyorum : ‘Hocalarımızı eğitiniz’. Ama yine de bu, gü­nümüzde proleterlere de plütokratlara da genellikle verilmekte olandan daha tam bir eğitim, aynı zamanda da, hiç kimsenin yararlanabilmek için yeterli zaman bulamayacağı kadar çok mal üretmeye yönelmiş yararcı istekle yetinmeyen, gerçek kültürel değerleri de hesaba katan bir eğitim olmak zorundadır. Bir insan insan bedeni hakkın­da belirli birtakım bilgilere sahip olmadıkça o insana he­kimlik yaptırmazlar, halbuki bir finansiyer, çalışmaları­nın banka hesabı üzerindeki etkisi dışında kalan çok yön­lü etkilerden tamamıyla habersiz olmasına rağmen, ser­beste çalışabilir. İktisat ve Yunan şiirinden sınava girip, bu sınavda başarı kazanmadıkça kimsenin Borsa Oyunla­rı oynamasına izin verilemeyen bir dünya; politikacıların tarih ve modern romanlar üzerine tam bir bilgi sahibi olmak zorunda bulunacakları bir dünya, ne tatlı bir dün­ya olurdu! Bir para babasının şöyle bir soruyla karşılaş­tığını aklınıza getirin : “Buğday piyasasını tekelinize ala­cak olsaydınız, bunun Alman şiiri üzerindeki etkisi ne olurdu?” Büyük örgütlerin artışı dolayısıyla, zamanımız­da nedensellik eski zamanlardakinden çok daha karma­şıktır, hele nedenselliğin sonuçlarla birlikte düşünülmesi çok az rastlanan bir şeydir; ama bu örgütleri kontrolleri altında bulunduranlar, eylemlerinin doğuracağı sonuçla­rın yüzde birini bile bilmeyen cahil insanlardır. Rabelais, üniversitedeki yerini kaybetmek korkusuyla kitabını im­zasız yayımlatmıştı. Modern bir Rabelais ise o kitabı hiç­bir zaman yayınlatmazdı, zira imzasını atmasa bile, mü­kemmelleştirilmiş haber alma yöntemleri sayesinde kimli­ğinin nasıl olsa öğrenileceğini bilirdi. Dünyaya hükme­denler öteden beri hep budalalar olagelmiştir, ne var ki, bu budalalar, eski zamanlarda şimdiki kadar güçlü değil­lerdi. Bu bakımdan, bu gibi insanların akıllı olabilmesini sağlamak için bir yol bulunması zorunluğu, eskisine oran­la çok daha fazladır. Bu sorun çözülemez mi? İmkânsız olduğunu sanmıyorum, ama bunun kolay olduğunu da as­la iddia edemem.
Sh: 151-160

 Türkçesi: Mete ERGİN
 [1930’da yazılmıştır.] Amerika’da dolaşan AvrupalI gezgin —hiç değilse kendimden pay biçebilirim — iki tuhaflık karşısında şa­şırır : birincisi, Amerika Birleşik Devletleri’nin her tarafında (eski Güney hariç) dikkati çeken aşırı derecedeki düşünüş benzerliği, İkincisi de, oranın cinsi kendine öz­gü bir yer ve başka her taraftan farklı olduğunu ispatla­mak için her yerde görülen şiddetli arzu. Bu tuhaflıklar­dan İkincisinin nedeni hiç kuşkusuz, birinci tuhaflıktır. Her yerde, yerel bir gurur nedenine sahip olma arzusu vardır, dolayısıyla da her yer, coğrafya, tarih ya da ge­lenek yönünden seçkin neyi varsa ona çok büyük değer verir. Gerçekte var olan bir örneklik ne kadar büyük olur­sa, bu bir örnekliği yumuşatacak ayrılıkların peşinde koş­maya Amerikan insanı o derece hevesli görünmektedir. Gerçekte eski Güney, Amerika’nın geri kalan tarafların­dan çok ayrıdır, o kadar ayrıdır ki, insan kendini adeta başka ülkede sanır. Eski Güney tarımsaldır, aristokratik­tir ve geçmişe dönüktür, buna karşılık Amerika’nın öbür bölgeleri endüstriyel, demokratik ve ileriye dönüktür. Eski Güney dışındaki Amerika endüstriyeldir derken, tamamıyla tarımla uğraşılan bölgeleri bile bu kavram için­de düşünüyorum, zira Amerika’da tarımla uğraşan insan­ların bile düşünüş biçimi endüstriyeldir. Amerikalı tarım­cı pek çok modern makina kullanır; demiryolu ve telefonla sıkı sıkıya bağlıdır; ürünlerinin gönderildiği uzak pa­zarlarla çok ilgilenir; aslında o, herhangi başka bir işte de görebileceğiniz bir kapitalisttir. Avrupa ve Asya’da bilinen köylü tipini Amerikalı hiç bilmez. Bu, Amerika için eşsiz bir nimettir ve belki de Amerika’nın eski Dünya’ya olan üstünlüklerinin en önemlisidir, zira köylü her yerde zalim, açgözlü, tutucu ve yetersizdir. Ben Sicilya' da da portakal bahçeleri gördüm, Kaliforniya’da da; ara­daki zıtlık aşağı yukarı iki bin yıllık bir zaman bölümünü temsil etmektedir. Sicilya’daki portakal bahçeleri tren­lerden, gemilerden uzaktır; orada ağaçlar yaşlı, budaklı ve güzeldir; orada kullanılan yöntemler klâsik antikiteden kalmadır. Orada Romalı kölelerle Arap istilâcıların cahil ve yarı vahşi soyu yaşar; bu insanlar noksanlarını, hay­vanları kullanışlarındaki zalimlikleriyle kapatırlar. İnsa­na sürekli olarak Teokritos’u ya da Hesperides’in Bahçe­si efsanesini hatırlatan içgüdüsel bir güzellik anlayışı ora­da törel alçalış ve iktisadi yeteneksizlikle atbaşı gider. Kaliforniya’daki bir portakal bahçesinde ise Hesperides’ in Bahçesi çok uzaklarda kalır. Burada, son derece bakım­lı, birbirinden eşit uzaklıklarla dikilmiş bütün ağaçlar bir­birinin tıpatıp aynıdır. Gerçi portakalların hepsi aynı iri­likte değildir, ama hassas makinalar bunları iriliklerine göre öyle ayırır ki, aynı kutuya giren bütün portakallar tı­patıp aynı olur. Bu portakallar, uygun noktalarda kendilerine uygun makinalar tarafından uygun işlemler uygula­narak, uygun bir frigorifik kamyona girinceye kadar ora­dan oraya dolaşır, sonunda da uygun pazara gider. Maki­nalar bu portakalların üzerine, ‘Güneş öpmüş’ damgasını basarlar, ama bu portakalların üretilmesinde güneşin öpü­şü dışında doğanın başkaca bir rolü bulunduğunu hatırla­tacak hiçbir şey yoktur. İklim bile yapaydır, zira don ola­cağı zaman portakal bahçesi baştan başa dumandan bir ör­tü altına alınarak yapay olarak sıcak tutulur. Bu tip ta­rımla uğraşan kişiler, eski zamanlardaki çiftçilerin aksine kendilerini doğa güçlerinin sabırlı uşakları gibi hissetmez­ler; onlar kendilerini, doğa güçlerinin efendileri hisseder­ler. Bundan dolayı Amerika’da endüstricilerle tarımcılar arasında, Eski Dünya’daki gibi bir düşünüş ve anlayış far­kı yoktur. Amerika’da çevrenin önemli bölümünü insan meydana getirir; buna oranla, insan dışındaki bölüm he­men hemen hiçtir. Güney Kaliforniya’da bulunduğum sıra­da bana sık sık, iklimin bura insanlarını uyuşuk hale getirdiğini söyleyip durdular, ama itiraf ederim ki, buna da­ir en ufak bir delil görmedim ben. Her ne kadar Kalifor­niya ile Minneapolis ya da Winnipeg arasında iklim, man­zara ve doğal koşullar bakımından dağlar kadar fark var­sa da, Kaliforniyalılar da bana tıpkı Minneapolisliler ya da Winnipegliler gibi göründü, insan bir Norveçli ile bir Sicilyalı arasındaki farkı düşünüp de bu farkı (mesela) Kuzey Dakotalı bir adamla Güney Kaliforniyalı bir adam arasındaki farksızlıkla ölçüştürdüğü zaman insanoğlunun içinde bulunduğu fiziksel ortamın kölesi olacağına o or­tamın efendisi oluşunun yine insanoğlunun işlerinde mey­dana getirdiği muazzam devrimi algılıyor. Norveç’in de, Sicilya’nın da çok eski zamanlardan kalma gelenekleri vardır; her iki ülkede de, insanların iklime gösterdikleri tepkileri yansıtan Hıristiyanlık — öncesi dinler vardı ve Hıristiyanlık geldiği zaman bu iki ülkede ister istemez birbirinden çok başka biçimler aldı. Norveçliler buzdan ve kardan korkarlardı; Sicilyalıların korkuları ise lavlar­dan ve depremlerden idi. Cehennem güney ülkelerinde icat edilmişti; eğer Norveç’te icat edilmiş olsaydı, bu ce­hennem soğuk olurdu. Halbuki Kuzey Dakota’da da, Gü­ney Kaliforniya’da da Cehennem bir iklim koşulu değildir : her iki yerde de Cehennem, piyasadaki para darlı­ğıdır. Modern hayatta iklimin önemsizliğini göstermeye bu yeter.
Amerika insan yapısı bir dünyadır; daha da önemli­si, Amerika, insanların makinalarla yaptıkları bir dün­yadır. Bunu söylerken sadece fiziksel çevreyi değil, aynı zamanda ve en aşağı fiziksel çevre kadar düşünceleri, duyguları da hesaba katıyorum. Heyecan verici bir cina­yeti düşününüz: gerçi cinayeti işleyenin kullandığı yön­tem çok ilkel olabilir, ama o cinayeti işleyenin bunu na­sıl yaptığıyla ilgili haberi yayanlar, bu yayma işini fen­nin en son yeniliklerinden, olanaklarından yararlanarak yaparlar. Yalnız büyük şehirlerde değil, aynı zamanda en ıssız çiftliklerde, dağ başlarındaki madenci kamplarını da bile radyo en son haberlerin hepsini yayar, bu yüzden de falan ya da filan gün bütün ülke yüzeyindeki her evdeki konuşma konuları aynıdır. Bir trenle Kaliforniya ovala­rını geçerken bir sabun reklamının hoparlörden yükselen gürültüsünü duymamaya çalışıyordum; o sırada yaşlı bir çiftçi güleç bir yüzle yanıma yaklaşarak, ‘Bu zamanda ne­reye gidersen git, uygarlıktan yakanı kurtaramazsın’, de­di. Heyhat! Ne kadar doğru! Virginia Woolf’u okumaya çalışıyordum ama sabun reklamı galip geldi ve günümü yedi.
Hayatın fiziksel aparatında bir örneklik pek vahim bir mesele olmayabilir, ama düşünce ve fikir meselelerinde bir örneklik çok daha tehlikelidir. Bununla birlikte, dü­şünce ve fikir bir örnekliği, modern icatların hemen hemen kaçınılmaz bir sonucudur. Üretim, birleşmiş ve bü­yük ölçüde olduğu zaman, ufak ünitelere bölünmüş durumdakinden daha ucuzdur. Bu kural toplu iğne üretimi için ne derece geçerliyse, fikir üretiminde de aynı derece de geçerlidir. Bu cihazdan gittikçe daha çok yararlanıl­dığı için, ilk okullardaki öğretim de ister istemez gitgide daha çok Standart hale getirilmek zorunda kalıyor. Öyle sanıyorum ki, gerek sinemanın, gerek radyonun yakın ge­lecekte okul eğitiminde oynadığı rolün hızla artacağı dü­şünülebilir. Bu demektir ki, dersler bir merkezde hazır­lanacak ve bu merkezde hazırlanan malzemelerin kulla­nıldığı bütün okullarda tamamıyla aynı olacaktır. Bana söylediklerine göre, bazı Kiliseler, az eğitim görmüş bü­tün papazlarına her hafta bir vaaz örneği yolluyorlarmış; eh, eğer doğanın bilinen yasaları bu papazlar için de ge­çerliyse, bunların, kendilerini vaaz kaleme alma derdinden kurtaran bu vaaz örneği için müteşekkir kaldıklarına hiç kuşku yoktur. Bu model vaaz, pek tabii, günün en can alıcı konularına eğilmekte ve bir ucundan öteki ucuna ka­dar bütün ülkede belirli bir yığın heyecanı yaratmayı he­def tutmaktadır. Aynı şey daha da fazlasıyla basında olmaktadır; basın her yerde aynı telgraf haberlerini al­makta olup, geniş çapta sendikalaşmıştır. Kitaplarımla ilgili eleştirme yazılarının, kaymak tabakadan gazeteler dışında New York’tan San Francisco’ya ve Maine’den Texas’a kelimesi kelimesine birbirinin aynı olduğunu gör­düm, yalnız şu farkla ki, kuzey-doğu’dan güney-batı’ya doğru gidildikçe yazıların boyu kısalıyordu.
Modern dünyada bir örnekliği meydana getiren bü­tün güçler içinde belki de en büyüğü sinemadır, zira sine­manın etkileyiciliği sadece Amerika sınırları içinde kalmayıp, dünyanın dört bir yanma girebilmektedir; gerçi Amerikan sinemasının etkileyiciliği dışında kalan bir ülke vardır ve o ülke Sovyetler Birliği’dir, ama Sovyetler Birliği’nin de kendine göre başka türlü bir örnekliği bulun­maktadır. Geniş anlamda sinema, Orta Doğu’da halkların nelerden hoşlandığı konusunda Hollywood’un fikrini tem­sil eder. Aşk ve evlilikle ilgili duygularımız hep bu reçe­teye göre standartlaştırılmaktadır. Hollywood, gerek zen­ginlerin zevklerini, gerek zengin olmak için benimsenme­si gereken yöntemleri gösterişiyle, gençlerin gözünde modernliğin son sözünü temsil etmektedir. Öyle sanıyorum ki, sesli sinemalar çok geçmeden evrensel bir dilin be­nimsenmesine yol açacak ve bu evrensel dil Hollywood dili olacaktır.
Amerika’da bir örneklik sadece az çok cahil kişiler arasında değildir. Aynı şey, bir parçacık daha az da ol­sa, kültür alanında da görülmektedir. Ülkenin her yanın­da kitapçı dükkânlarını dolaştım ve her tarafta aynı bestsellerlerin göze batacak biçimle vitrine konduğunu gör­düm. Kanımca, Amerikalı kültürlü hanımlar her yıl bir düzine kitap satın almaktadırlar ve her yerde aynı düzi­ne satılmaktadır. Bir yazar için doğrusu hoşa gidecek bir durumdur bu, yeter ki, kitabı o düzinenin içinde bulun­sun. Ne var ki, bu durum hiç kuşkusuz Avrupa ile Ame­rika arasındaki bir farkı ortaya koymaktadır. Avrupa’da çok satışlı birkaç kitap yerine, az satışlı pek çok kitap vardır.
Bir örneklik eğiliminin tamamıyla kötü ya da tamamıyla iyi bir şey olduğu varsayılmamalıdır. Bir örnekliğin birçok avantajları bulunduğu gibi, bir sürü de dezavan­tajları vardır; bellibaşlı avantajı, hiç kuşkusuz, barış içinde işbirliği yapabilen bir ulus meydana getirmesindedir;, büyük dezavantajı ise, azınlıktakilerin suçlamaları karşı­sında boynu bükük bir ulus meydana getirmesidir. Bu kusur muhtemelen geçicidir, zira kısa bir süre sonra azın­lık diye bir şeyin kalmayacağı düşünülebilir. Pek tabu, bir ömekliğin nasıl elde edildiği büyük bir önem taşır. Me­sela, okulların güney İtalya’dan gelen göçmenlere ne yap­tığını ele alalım. Bütün tarih boyunca güney İtalyalılar cinayet, soygunculuk ve estetik duyarlıklarıyla ün kazan­mışlardır. Ücretsiz Okullar, güney İtalyalıların üçüncü ni­teliğini, yani estetik duyarlığını yok etme konusunda tam anlamıyla etkili olmakta ve onları bu ölçüde yerli Ameri­kan nüfusu içinde eritmektedir, ama öbür iki belirgin ni­teliklerine gelince, anladığım kadarıyla okulların bu ko­nudaki başarıları o kadar etkili olmamaktadır. Bu örnek, bir amaç olarak düşünüldüğü zaman, bir örnekliğin tehli­kelerinden birini gösterir : iyi nitelikleri yoketmek, kötü nitelikleri yoketmekten kolaydır, bundan ötürü de bir örneklik, bütün ölçüleri düşürmek suretiyle daha kolay sağ­lanır. Geniş çapta yabancı nüfus barındıran bir ülkenin, okulları yoluyla, göçmenlerin çocuklarını kendi potası içinde eritmeye çalışmak zorunda olduğu, pek tabii, apa­çık bir gerçektir, bundan dolayı da bir dereceye kadar Amerikanlaştırma, kaçınılmaz bir şeydir. Bununla birlik­te bu sürecin böylesine büyük bir bölümünün az çok ka­ba bir milliyetçilikle gerçekleştirilmesi üzülünecek bir du­rumdur. Amerika şimdiden dünyanın en güçlü ülkesidir ve üstünlüğü sürekli olarak artmaktadır. Bu olgu, pek tabii, Avrupa’nın gözünü korkutmakta ve militan milli­yetçilik yönündeki her belirti bu korkuyu daha da artır­maktadır. Amerika’nın alnında Avrupa’ya politik sağdu­yu dersi vermek yazılı olabilir, ama korkarım ki, öğren­ci büyük ihtimalle inatçı çıkacaktır.
Amerika’da bir örneklik eğilimiyle birlikte, buna pa­ralel, kanımca yalnış bir demokrasi anlayışı vardır. Öy­le görünüyor ki, Amerika’da genellikle, demokrasinin, bü­tün insanların aynı olmasını gerektirdiği ve eğer birisi ötekilerden şu ya da bu şekilde farklıysa, farklı olan ki­şinin ötekilere “üstünlük tasladığı” kabul edilmektedir. Fransada en aşağı Amerika kadar demokratiktir, ama bu anlayış orada yoktur. Fransa’da doktor, avukat, pa­paz, memur hep ayrı ayrı tiplerdir; her mesleğin kendine özgü gelenekleri, ölçüleri vardır, ama bu, o mesleklerin ötekilere üstünlük tasladıkları anlamını taşımaz. Ameri­ka’da bütün meslek adamları tipi, bir tip içinde, iş adamı tipi içinde toplanmıştır. Bu adeta, bir orkestranın sadece kemanlardan ibaret olmasını emretmeye benzemektedir. Amerika’da, toplumun bir organizmaya benzediği, bu organizmada çeşitli organların çeşitli roller oynadıkları gerçeği yeteri kadar algılanmamış görünüyor. Göz ile kulağın, görmenin mi, yoksa işitmenin mi daha iyi olduğu konusunda tartıştıklarını ve hiçbiri her iki işi birden ya­pamayacağına göre, her ikisinin de hiçbirini yapmamaya karar verdiklerini tasavvur ediniz. Bana öyle geliyor ki, Amerika’da demokrasiden bu anlaşılmaktadır. Aristokra­sinin hâlâ büyük bir hevesle el üstünde tutulduğu atletizm ve spor alanları dışında, bir kişinin başkalarına oranla, hangi bakımdan olursa olsun, bir mükemmellik kazanma­sına karşı garip bir kıskançlık duyulmaktadır Amerika’ da. öyle anlaşılıyor ki, ortalama Amerikan insanı, kafa alanından çok kasları alanında alçakgönüllü olabilmek yetkinliğine sahiptir; bunun nedeni de belki, Amerikan insanının kafadan çok kasa hayranlık duymasıdır. Amerika’da popüler bilimsel kitapların büyük tirajlara ulaş­masının nedeni, tamamıyla değilse bile kısmen, Amerika­lıların, bilim alanında uzmanlardan başkasının anlayama­yacağı herhangi bir şey bulunduğunu kabul etmek isteme­yişleridir. Mesela bağıllık kuramını anlayabilmek için özel bir eğitimin gerekebileceği fikri ortalama Amerikan insanını adeta sinirlendirdiği halde, birinci sınıf bir rugby [Amerikan futbolu] oyuncusu olabilmek için özel eğitimin gerektiği fikri hiç kimseyi sinirlendirmemektedir.
Bir başarıyla ulaşılmış seçkinliğe Amerika’da belki de bütün öbür ülkelerde olduğundan daha çok hayranlık duyulmaktadır, ama bazı seçkinliklere giden yollar genç­ler için çok zorlaştırılmıştır, zira insanlar, falanın ya da filanın veya herhangi bir şeyin, “Başkalarına üstünlük taslamak”la nitelendirilebilecek her türlü tuhaflığını hoş­görüsüzlükle karşılamaktadır; bunun dışında kalan biri­cik durum, söz konusu kişiye ‘seçkin’ etiketinin daha ön­ceden yapıştırılmış bulunması durumudur. Bunun bir so­nucu olarak, en çok hayranlık duyulan parlak kişilerin birçoğu Amerika’da yetiştirilemeyip, bunları Avrupa’dan ithal etmek zorunda kalınmaktadır. Bu olgu, standartlaş­tırma ve bir örneklik ile sıkı sıkıya bağlıdır. Herkesten, başarılı bir yapıcının ortaya attığı herhangi bir örneğe uyması beklenildiği sürece, özellikle artistik alanlarda olağanüstü yetenekler, gençlik döneminde ister istemez büyük engellerle karşılaşacaktır.
Standardlaştırmanın olağanüstü bireyler için belki bazı dezavantajları vardır, ama bu ortam içinde ortala­ma Amerikan insanı düşüncelerini, karşısındakinin dü­şünceleriyle aynı olacağından emin bulunarak ifade ede­bileceği için, standardlaştırma ortalama Amerikan insa­nını mutlu edebilir. Daha önemlisi, standardlaştırma ulu­sal bağdaşımı pekiştirdiği gibi, politikayı da, daha belir­gin ayrılıkların bulunduğu yerlerdekine oranla yumuşak­tır. Bu konuda bir kâr zarar bilançosu çıkarmanın mümkün olabileceğini sanmıyorum, ama bence şim­di Amerika’da var olan standartlaştırma, dünya mekanize hale geldikçe aynen Avrupa’da da yer alacaktır. Bundan dolayı, bu konuda Amerika’ya kusur bulan Avrupalılar, gelecekteki kendi ülkelerine kusur bulmakta ve uygarlık alanında kaçınılmaz, evrensel bir akıma karşı çıkmakta olduklarını anlamalıdırlar. Uluslararasındaki ayrılıklar azaldıkça enternasyonalizmin kolaylaşacağı kuşkusuzdur ve enternasyonalizm bir kere yerleştikten sonra, iç barışın korunması bakımından toplumsal bağ­daşım muazzam bir önem kazanacaktır. Burada inkâr edil­memesi gereken muhtemel bir tehlike vardır ki, bu da, Ro­ma İmparatorluğu’nunkini hatırlatan bir hareketsizliktir. Ne var ki, buna karşılık biz de, modern bilim ve modern tekniğin devrimci güçlerini ileri sürebiliriz. Tümel entellektüel bozulmadan uzak olan ve modern dünyada yeni bir geleceği temsil eden bu güçler, hareketsizlik olanağı­nı ortadan kaldıracak ve geçmişte birçok imparatorluk­ları mahva sürüklemiş bulunan çürümeyi önleyecektir. Bilimin doğurduğu büyük değişimler karşısında, tarihten deliller getirip, bunları şimdiki zamana ve geleceğe uygu­lamak tehlikelidir. Bu bakımdan ben gereksiz bir karam­sarlık için hiçbir neden görmüyorum, bununla birlikte standardlaştırma, buna alışık olmayanların ince zevkleri­ne aykırı düşebilir.
Sh: 161-170
RUH NEDİR? /BERTRAND RUSSEL
 Türkçesi: Mete ERGİN
Bilimde son ilerlemelerin en acı yanı, bu ilerlemele­rin her birinin bize, sandığımızdan daha az şey bildiğimi­zi öğretmesidir. Benim gençliğimde, insanın ruhtan ve be­denden meydana geldiğini; bedenin uzay ve zamanda, ama ruhun sadece zamanda bulunduğunu hepimiz bilirdik, ya da bildiğimizi sanırdık. Ölümden sonra ruhun yaşayıp ya­şamadığı konusunda fikir ayrılıkları bulunabilirdi, ama ruhun varlığı tartışma götürmez bir gerçek sayılırdı. Be­dene gelince, sıradan insanlar bedenin varlığını apaçıklığı kendinde bulunan bir gerçek sayarlar; bilim adamları da böyle düşünürdü, ama filozoflar bedenin varlığını şu ya da bu modaya göre çözümlemek, onu çoğunlukla bedenin sahibi olan adamın veya o adama dikkat etmiş her han­gi birinin zihnindeki fikirler haline indirgemek eğilimindeydiler. Bununla birlikte, filozofları pek ciddiye alan ol­madığı için, bilim oldukça ortodoks bilim adamlarının elin­de bile, hiç rahatı bozulmadan maddeci kaldı.
Eskiden herşeyi böyle güzel güzel basite indirgeyiveren anlayış bugün kalmamıştır: fizik uzmanları bize ke­sinlikle, madde diye bir şey olmadığını, fizyologlar ise ay­nı kesinlikle, zihin diye bir şey bulunmadığını söylüyor­lar. Bu, eşi benzeri görülmemiş bir olaydır. Şimdiye ka­dar kim bir kunduracının çıkıp da kundura diye bir şey bulunmadığını, ya da bir terzinin çıkıp da bütün insanla­rın gerçekte çırılçıplak olduklarını iddia ettiğini duymuş­tur? Ama eğer böyle bir iddiada bulunan çıksaydı bile, bu iddia, fizik uzmanlarıyla bazı fizyologların ileri sür­mekte bulundukları iddialardan daha acayip kaçmazdı. Önce fizyologları ele alacak olursak, bunların bir kısmı, bize zihin faaliyeti olduğunu iddiaya kalkışmaktadırlar. Ancak, zihin faaliyetlerini fiziksel faaliyetlere indirgeme­de çeşitli zorluklarla karşılaşılmaktadır. Bu zorlukların yenilebilir ya da yenilemez olduklarını henüz kesinlikle söyleyebileceğimizi sanmıyorum. Doğrudan doğruya fizik bilimiyle ilgili olarak söyleyebileceğimiz şey, şimdiye ka­dar bedenimiz dediğimiz nesnenin, aslında, hiçbir fiziksel gerçeğe tekabül etmeyen incelikle işlenmiş bilimsel bir ya­pı olduğudur. Böylece modern, sözde maddeci, kendini tu­haf bir durum içinde bulmaktadır, zira sözde maddeci zi­hin faaliyetlerini bir dereceye kadar başarıyla beden faa­liyetleri haline indirgeyebildiği halde, bedenin kendisinin zihin tarafından icat edilmiş kullanışlı bir kavram oldu­ğu gerçeğini tevil edememektedir. Böylece, bir kısır döngü içinde dolaşıp durduğumuzu görüyoruz: zihin, bedenin bir türümüdür, beden ise zihnin bir icadıdır. Bunun doğru olamayacağı apaçıktır, dolayısıyla ne zihin, ne de beden olan, ama her ikisinin de kendisinden çıkabileceği başka bir şey aramamız gerekiyor.
Bedenden başlayalım. Sıradan adam, maddî nesnele­rin mutlaka var olduğunu, zira bunların varlığını beş du­yumuzun apaçık ortaya koyduğunu düşünür. Başka her şeyin varlığından kuşku duyabilse bile, insanın kafasını toslayabileceği herhangi bir şeyin gerçek olması gerek­mektedir; bu, sıradan adamın metafiziğidir. Buraya ka­dar her şey güzel, ne var ki, bu noktada fizikçi ortaya çıkar ve insanın hiçbir şeye toslamadığını gösterir: kafanızı taştan bir duvara çarptığınız zaman bile, aslında du­vara dokunmazsınız. Siz bir şeye dokunduğunuzu sandı­ğınız zaman, bedeninizin çarptığınızı sandığınız bölümü­nü meydana getiren bazı elektron ve protonları, dokun­duğunuzu sandığınız cismin bazı elektron ve protonları tarafından çekilir, ya da itilir, ama fiilî bir temas yoktur. Başka elektron ve protonlara yaklaşmaktan dolayı bede­ninizdeki elektron ve protonlar rahatsız olur ve bu rahat­sızlığı sinirler yoluyla beyne iletirler; beyinde meydana gelen etki, dokunma duygunuz için gerekli olan etkidir ve uygun deneylerle bu duygu aldatıcı kılınabilir. Halbuki elektronlarla protonlar ise sadece kabataslak bir ilk yak­laşmadan (takarrüp) ayrı ayrı, çeşit çeşit cinsten olayla­rın istatistikî ihtimallerini ya da dalga sıralarını deste haline getirme yolundan ibarettir. Böylece madde, zihni dövmek için kullanılacak elverişli bir değnek olamayacak kadar hayalî bir nitelik almış bulunuyor. Evvelce göze o derece su götürmez bir gerçek olarak görünen hareket ha­lindeki maddenin, fiziğin ihtiyaçlarına cevap vermekte tamamıyla elverişsiz bir kavram olduğu ortaya çıkıyor.
Bununla birlikte modern bilim ruh ya da maddenin varolduğuna dair herhangi bir işaret vermiyor; gerçekten de buna inanmamak için varolan nedenler, maddeye inan­mamak için varolan nedenlerin hemen hemen aynıdır. Mad­de ile zihni, tahtı ele geçirmek için savaşan arslan ile ma­sal ejderhasına benzetmek mümkündür; savaşın sonu iki­sinden birinin zaferini değil, her ikisinin de hanedan ar­maları alanında yapılmış birer keşiften ibaret olduğunu ortaya koymuştur. Dünya uzun zaman dayanabilen nes­nelerden değil, olaylardan meydana gelmiştir ve değişen özelliklere sahiptir. Olaylar, aralarındaki nedensel ilişki­lere göre gruplar halinde toplanabilir. Eğer nedensel iliş­kiler bir sınıftansa, bunların sonucu olan olaylar grubu­na fiziksel bir nesne denebilir, eğer nedensel ilişkiler baş­ka bir sınıftansa, bunların sonucu olan gruba da zihin denebilir. Bir insanın kafası içinde geçen her olay, her iki gruba da aittir; olay, bir cins gruba ait olarak düşü­nüldüğü zaman o adamın beyninin meydana getiricilerindendir; başka cinsten bir gruba ait olarak düşünüldüğü zaman da, zihninin meydana getiricilerinden.
Bundan dolayı gerek madde, gerek zillin, sadece olay­ları örgütlemek için elverişli birer yoldan barettir. Zih­nin ya da maddenin bir parçasının ölümsüz olduğunu var­saymak için hiçbir neden yoktur. Güneşin, dakikada mil­yonlarca ton madde kaybetmekte olduğu kabul ediliyor. Zihnin en temelli belirgin özelliği bellektir, ancak belirli bir kişiyle ilgili belleğin, o kişinin ölümünden sonra da canlı kalacağını varsaymak için bir neden yoktur. Aslın­da, bunun tam tersini düşünmek için her türlü neden var­dır, zira bellek açıkça, belirli bir beyin yapısıyla bağıntı­lıdır ve yapı ölümle birlikte çürüdüğüne göre, bu çürü­meyle belleğin de varolmaktan çıkacağını kabul etmek gerektir. Her ne kadar metafizikal maddecilik doğru ka­bul edilemezse de, maddeciler haklı olsaydı dünyamız ne olurdu ise, duygusal bakımdan dünyamız hemen hemen yine odur. Öyle sanıyorum ki, maddecilerin karşısında olanlar öteden beri iki istekten hareket etmişlerdir: bi­rincisi, zihnin ölümsüz olduğunu ispat etmek, İkincisi de nihaî gücün fiziksel değil de zihinsel olduğunu ispatlamak. Her iki bakımdan da, ben, maddecilerin haklı oldukları inancındayım. Gerçi isteklerimiz, dünya yüzünde büyük bir güce sahiptir; eğer insanlar dünya üzerindeki kara­lan, yiyecek ve servet çıkarmakta kullanmasalardı, bu gezegnin üstündeki karaların büyük bir bölümünün gö­rünüşü bambaşka olurdu. Ne var ki, gücümüz son derece sınırlıdır. Şimdilik güneşe, aya, hattâ dünyanın iç taraf­larına ulaşamıyoruz ve gücümüzün ulaşamadığı bölgelerde olan şeylerin zihinsel nedenleri bulunduğunu varsaymak için en ufak bir neden yoktur. Meseleyi daha basitleştirirsek, yani dünyanın yüzü hariç, her olan şeyin, birisi olması­nı istediği için olduğunu varsayamayız. Yeryüzündeki gücü­müz tamamıyla, dünyanın güneşten aldığı enerjiye bağım­lı bulunduğuna göre de, biz ister istemez güneşe bağımlı durumdayız; güneş soğuyacak olursa isteklerimizin hiç­birini gerçekleştiremeyiz. Hiç kuşkusuz, bilimin gelecek­te gerçekleştirebileceği şeyler konusunda dogmatizme kaç­mak ukalâlık olur. İnsan varlığını, şimdi bize mümkün görünenden çok daha fazla uzatmayı öğrenebiliriz, ama modern fizik biliminde, özellikle de termodinamiğin ikinci yasasında eğer bir parçacık gerçek varsa, insan ırkının sonsuza dek sürüp gideceği umudunu besleyemeyiz. Bazı­ları bu sonucu iç sıkıcı bulabilirler, ama eğer kendi ken­dimize karşı dürüst isek, bundan milyonlarca yıl sonra olacak şeyin, duygusal yönden bizim için şimdi ve burada pek de fazla bir şey ifade etmeyeceğini kabul etmemiz gerektir. Bilim, kosmos üzerindeki iddialarımızı azaltmak­la birlikte, öte yandan da yeryüzündeki rahatımızı büyük çapta artırmaktadır. Teologların bilimden dehşet duyma­larına rağmen, genellikle bilimin hoşgörüyle karşılanması işte bundandır.
Sh: 196-200

Kaynak: BERTRAND RUSSEL, AYLAKLIĞA ÖVGÜ (1935. In Praise of Idleness. London: George Allen & Unwin) Türkçesi: Mete ERGİN, 1983, İstanbul
-


Türkçesi: Mehmet HARMANCI
KARANLIK ÇAĞLARDA insanların duru bir inanç ile güçlü nedenlere dayanan bir umuda ve bunun sonucu olarak da, güçlükleri önemsemeyen sabırlı bir cesarete ihtiyaçları vardı. Geçirdiğimiz günler, pek çoğumuzun inançlarının pekiştirilmesini gerçekleştirmiştir. Kötü olduğunu sandığımız şeylerin gerçekten kötü olduklarını görmekteyiz. Şimdi son hızla yıkımına gitmekte olan dünyanın yıkıntıları arasından daha iyi bir dünya yükselecekse, insanların buna kavuşacakları yolları artık eskisinden çok daha kesin olarak biliyoruz. İnsanların birbirleri ile olan siyasal ilişkilerinin bütünüyle yanlış idealler üzerine kurulduğunu ve bu ilişkilerin ancak acı, yıkım ve günah kaynakları olmakta devam eden ideallerden çok değişik idealler ile kurtulacağını görüyoruz.
Siyasal idealler, kişisel hayat idealleri üzerine kurulmalıdır. Siyasetin amacı kişilerin hayatlarını olabildiği kadar iyiye götürmek olmalıdır. Politikacıların, dünyayı oluşturan çeşitli erkek, kadın ve çocuklar dışında ve üstünde düşünecekleri başka hiçbir şey yoktur.
Siyaset sorunu, insan ilişkilerini herkesin hayatı süresince, mümkün olduğu kadar iyiye sahip olacak biçimde düzenlemekten başka bir şey değildir. Bu sorun da, kişisel hayatta en iyinin ne olduğunu düşünmeye zorlar bizi.
İlk olarak, bütün insanların benzer olmalarını istemeyiz. Erkek ve kadınların aşağı yukarı birbirlerinin benzeri olacağı bir örneği ortaya koymak istemeyiz. Bu, ancak, sabırsız bir yöneticinin ideali olabilir. Kötü bir öğretmen kendi düşüncesini zorla kabul ettirmeyi ve kesin olmayan bir konuda, hepsinin aynı kesin cevabı vereceği öğrencilerinin olmasını ister. Bernard Shaw’un, Shakespeare’in en iyi eseri olarak ‘Troilus ve Cressida’yı kabul ettiği söylenir. Ben bu konuda kendisiyle aynı fikirde değilsem de, bunu, bir öğrencide ancak bir kişilik belirtisi olarak görebilirim. Ancak pek çok öğretmen böylesine muhalif bir görüşe katlanamayacaktır. Değil yalnız öğretmenler üstelik bir yetki sahibi olan bütün sıradan insanlar da, emirleri altındakilerden olsun, bunların önceden kolayca tahmin edilebilecek ve hiçbir zarar vermeyecek olan hareketlerinden olsun, bir tekdüzelik bir benzerlik beklerler. Bunun sonucunda da, eğer olanak bulurlarsa, girişimciliği ve kişiliği ezerler; bulamazlarsa da, bununla çatışırlar.
Oysa olanağı varsa, gerçekleşmesi gereken, bütün insanlar için aynı ideal değil, fakat her insan için ayrı bir idealdir. Herkeste iyiye ya da kötüye gelişecek bir öz vardır. İnsanın kendisi açısından hem en iyi hem de en kötü bir olanak vardır. İyilik yeteneğinin mi gelişeceğini ya da ezileceğini, yoksa kötü içgüdülerinin mi güçleneceğini ya da iyi yollara yöneltileceğini, onun durumu belirler.
Ancak genel bir kabul görecek bir karakter idealini bütün ayrıntılarıyla veremezsek de —örneğin bütün insanların çalışkan, fedakâr ya da müziksever olmaları gerektiğini söyleyemeyiz— mümkün olan ya da arzulanan konusunda düşüncelerimizi yöneltecek bazı yaygın ilkeler vardır.
İki tür maldan ve buna uyan iki tür güdüden söz edebiliriz:
Kişisel mülkiyete konu olabilecek mallar ve herkesin ortaklaşa paylaşabileceği mallar. Bir insanın yiyeceği ve giyeceği, başka bir insanın yiyeceği ve giyeceği değildir. Eğer sağlanan miktar yetersizse, bir insan diğerinin zararına olarak bunlara sahip olmuş demektir. Bu, genellikle maddi mallar içindir. Bir insan bilimsel bilgiye sahipse, bu bilgi, başkalarının onu bilmesine engel değildir. Aksine bu insan, diğerlerinin bu bilgiyi edinmelerinde yararlı olacaktır. Bir insan büyük bir ressam ya da şairse, bu, başkalarının resim yapmalarına ya da şiir yazmalarına engel bir durum değildir. Hatta böyle şeylerin mümkün olacağı bir havayı yaratmak yararlıdır da üstelik. Bir kimse diğerine iyi niyet besliyorsa, bu, diğerleri arasında paylaşılacak daha az iyi niyet olduğu anlamına gelmez. Aksine, bir insan ne kadar iyiniyetliyse, diğerlerinde de o kadar çok iyi niyet yaratır. Bu tür konularda, paylaşılacak belirli bir miktar olmadığından, mülkiyet yoktur. Herhangi bir yerdeki artış, her yanda bir artış doğurur.
İki mal türüne uyan iki tür de güdü vardır: Paylaşılamayan özel malları elde etmeye ve elde tutmaya yönelik mülkiyetçi güdüler; özelliğe ve mülkiyete konu olmayan malların yaratılması amacını izleyen yaratıcı ya da yapıcı güdüler.
En iyi hayat, yaratıcı güdülerin en büyük ve mülkiyet güdülerinin de en küçük rolü oynadıkları hayattır. Bu yeni bir buluş değildir. Kutsal kitap şöyle der:
«Ne yiyeceğiz, ne içeceğiz ya da ne giyeceğiz diye düşünme!»
Biz, bu konulara ayırdığımız düşünceyi çok daha önemli konulardan çekip almaktayız. Bundan da beteri, bu konuları düşünmekle girdiğimiz zihin alışkanlığının gayet kötü bir alışkanlık haline dönüşmesidir. Bu alışkanlık, rekabete, kıskançlığa, zorbalığa, zalimliğe, dünyada var olan ahlâk dışı kötülüklere ve özellikle yağmacılık gücünün kullanılmasına yol açan bir alışkanlıktır. Maddi mallar soyguncu tarafından zorbalıkla alınır ve kullanılırlar.
Ruhsal mallar bu yolla alınmaz. Bir ressam ya da düşünürü öldürebilirsiniz, ancak onun sanatını ya da düşüncesini elde edemezsiniz. Hemcinsini sevdiği için bir insanı ölüme mahkûm edebilirsiniz. Fakat bu yolla, onu mutluluğa kavuşturan sevgiyi elde edemezsiniz. Bu gibi durumlarda zorbalık güçsüz kalır. İşte bunun için de, zorbalığa inanan insanlar, düşünceleri ve tutkuları maddi mallarla dolu insanlardır.
Mülkiyet güdüleri kuvvetli olduğunda, tümüyle yaratıcı olması gereken girişimlere zarar verirler. Değerli bir buluşa sahip bir insan rakibine karşı kıskançlık duygularıyla dolu olabilir. Bir insan kansere, bir diğeri vereme çare bulmuşsa, bunlardan biri diğerinin buluşunun yanlış olduğu ortaya çıkınca sevinebilir. Oysa, hastaların çektikleri acıları düşünerek üzülmesi gerekirdi.
Böyle bir şey bilgi ya da yararlılık için arzulanacağı yerde, genellikle bir ün kazanmak için arzulanmaktadır. Her yaratıcı güdü bir mülkiyet güdüsüyle gölgelenmektedir. Azizlik yolunda olan biri bile daha başarılı bir azizi kıskanabilir. Sevgi bile, çoğunlukla kıskançlık lekesinden yoksun değildir. Bunlar, mülkiyet güdüsünün yaratıcı alana sataşmasıdır. En kötüsü de, dünyadaki değerli her şeyi kaçırmış olanların başkalarını kendi kaçırdıkları şeylerden zevk almalarını önlemeye çalışmak biçiminde beliren kıskançlıklarıdır. Yaşlıların gençlere karşı tutumlarında bu genellikle göze çarpar.
Bitkiler ve hayvanlarda olduğu gibi insanda da büyümek konusunda kesin bir doğal güdü vardır: bu, beden gelişmesi için olduğu kadar, zihin gelişmesi için de geçerlidir. Bedensel gelişme hava, beslenme ve idman yardımıyla olur. Hatta bu Çinli kadınların ayaklarını küçük bırakan tutumları gibi bir davranışla da engellenebilir.
Bunun gibi zihin gelişmesi de dış etkilerle geliştirilebilir ya da engellenebilir. İnsana yardımcı olan dış etkiler, cesaretlendirilen ya da zihinsel faaliyetleri uygulama fırsatı veren etkilerdir. Engelleyici etkiler de herhangi bir zorlama ile büyümeye engel olurlar. Bu zorlama da disiplin, otorite, kamuoyunun baskısı ya da bütünüyle apayrı bir işle uğraşma zorunluluğudur. Bu etkenlerin içinde en kötüsü, insanın temel güdüsünü bozan ya da altüst edenidir. İnsanın temel güdüsü, ahlâk alanında vicdan olarak görünmektedir. Bu tür etkenler insana hiçbir zaman üstesinden gelemeyeceği iç zararlar verirler.
Zor kullanılarak başkalarına zarar verilebileceğini ve zorbalıkla alman eşyanın değersizliğini bilen insanlar, başkalarının özgürlüğüne tam bir saygı duyacaklardır.
Onları bağlamaya, zincire vurmaya çalışmayacak, yargılanmakta ağır ve acımakta çabuk davranacak olanlar bu insanlardır. Kendi içlerindeki iyilik ilkesi hem çok duyarlı, hem çok değerli olduğu için, insanlara özel bir sevecenlikle davranacaklardır. Kendileri gibi olmayanları suçlamayacaklar, kişiliğin çeşitlilik getirdiğini, tek biçimliliğin ise ölüm demek olduğunu bileceklerdir. Her insanın olduğu kadarınca canlı ve olduğu kadarınca da az makinalaşmış olmasını isteyeceklerdir. Acımasız bir dünyadaki sert alışkanlıkların yok edeceği her şeyi korumak isteyeceklerdir bunlar. Kısacası, diğer insanlarla olan ilişkilerini derin bir saygı güdüsü esinleyecektir.
Kişiler için istediklerimiz apaçık ortadadır artık: Mülkiyet güdüsünü bastıran ve kendi içine alan güçlü yaratıcı güdüler, başkalarına saygı ve kendi içimizdeki temel yaratıcı güdüye saygı.
İyi bir yaşam için belirli bir kendine saygı, ya da bir ulusal gurur gereklidir. İnsan bir bütün olarak kalmak isterse, o iç yenilgi duygusuna sahip olmamalı, fakat kendi içindeki en iyi ile birlikte (iç ve dış engellerle ne kadar çok karşılaşırsa karşılaşsın) yaşayabilecek cesaret, umut ve özlemi içinde duyabilmelidir. İnsan, kendi elinde olduğu sürece, eğer hayatında şu üç şeye sahipse en iyi olanaklarını gerçekleştirebilecektir: Mülkiyetten çok daha yaratıcı olan güdüler, başkalarına duyulan saygı ve kendi içindeki temel güdüye gösterilen saygı.
Bunun böyle olması gibi, siyasal ve toplumsal kuruluşlar da, kişilere yaptıkları iyilik ve kötülüklerle yargılanırlar. Mülkiyetten daha çok mu yaratıcılığı teşvik etmektedirler? İnsanlar arasında bir saygı ruhu yaratmakta mıdırlar? Kendine saygıyı korumakta mıdırlar?
İçinde yaşadığımız kurumlar, bu açıdan bakıldıklarında, olmaları gerekenden çok uzaktırlar henüz.
Kurumların ve özellikle ekonomik düzenlerin. erkek olsun kadın olsun, insanların karakterlerini oluşturmada büyük etkileri vardır. Serüven ve umut, ya da çekingenlik ve güvenlik aranmasını teşvik edebilirler. İnsan zihnini büyük olanaklara açabildikleri gibi, onu, karanlık talihsizlik tehlikesi dışında her şeye karşı kapatabilirler. İnsanın mutluluğunu gerek dünyanın genel mülkiyetine yaptıkları katkıya, gerekse de başkaları ile paylaşmadan yalnızca kendisinin sahip olacağı özel malları elde etmeye dayandırabilirler. Çağımızın kapitalizmi, bu iki şıktaki yanlış tercihleri, cesaretli ya da çok talihli olmayan insanların tümüne birden zorlamaktadır.
İnsanın güdüleri, bir oranda kendi doğal tutumları, bir oranda da fırsat ve ortamla yoğurulur. Doğrudan doğruya öğüt vermek insanın güdülerini açıklamalarını engellemekten başka bir iş yapamaz. Bunun sonucunda güdüler bir süre gizlenip kalır ve sonra da değişmiş, ezilmiş ve çarpıtılmış bir biçimde tekrar yüze çıkarlar.
Arzuladığımız güdülerin türlerini öğrendiğimiz zaman bunu yalnızca ortaya koymakla yetinmemeliyiz; güdünün, hayatını istenilen yolda kendiliğinden değiştirmesi için, kurumları yeniden düzenlememiz gerekir.
Günümüz kurumları iki temele dayanmaktadırlar: Mülkiyet ve egemenlik. Bunların ikisi de çok adaletsiz bir biçimde dağılmıştır. İkisi de gerçek dünyada kişinin mutluluğu için çok önemlidir. İkisi de mülkiyete ilişkindir, ama yine de eğer bunlar olmasaydı, herkesin paylaşabileceği malların elde edilebilmesi şimdiki gibi güç olurdu.
Şu anda, mülkiyet olmadan bir insanın özgürlüğü ve katlanılabilecek bir hayatın gerekleri için güvenliği yoktur. Egemenlik olmadan da, insanın, fırsatlardan yararlanma olanağı olmayacaktır. İnsanların yaratıcı güdülerine özgür bir alan tanımak isteniyorsa, insanlar belirli bir güvenlik ölçüsünde sıkıntılı zorunluluklardan kurtarılmalı, hayatlarının yönü konusunda kişisel girişimlerini uygulayacak yeterli bir egemenliğe sahip kılınmalıdırlar.
Malik olanın, olamayana karşı adaletsizliğini temsil eden ve kutlayan bir dünyada; onur, egemenlik ve saygının akıldan çok servete tanındığı bir dünyada; maddi malların sağlanmasında dikkatsiz davranmaların büyük çoğunlukları tam bir sefalete düşüreceği bir dünyada; tam rekabet üzerine kurulu bir dünyada, elbette ki, yaratıcı olan pek az insan, mülkiyete düşkün olan başka insanlardan daha başarılı olabilecektir.
Böyle bir ortamda, doğanın büyük yaratıcılıklar bağışlayarak yarattığı insan bile eninde sonunda rekabet zehrine bulaşır. İnsanlar, bir takım gruplar halinde birleşerek maddi malların sağlanmasında daha çok güç toplamaya çalışırlar. Bu gruba bağlılık, temel açgözlülük güdüsü üzerinde bir yarı ideal tacı biçiminde yerleşir. İşçi Sendikaları da, İşçi Partisi de, diğer partiler ve toplum kesimlerinden daha az arınmış değildir bu kötülükten. Kaldı ki, bunlar daha iyi bir dünya yaratma umuduyla kurulmuşlardır. Ancak yine de, sık sık, maddi malların daha büyük bir payını elde etme amacıyla yollarını şaşırdıkları olur. Bu amaçlarının adalet ile uyumlu olduğunu inkâr olanaksızdır. Ancak yarının galiplerinin öteki günün zalimleri olmamaları isteniyorsa daha büyük ve daha yapıcı bir siyasal ideal gereklidir. Bir reform hareketinin esin kaynağı ve sonucu, gereksiz birtakım sınırlamalar ve düzenlemeler değil, özgürlük ve cömert bir ruh olmalıdır.
Şimdiki ekonomik düzen, girişim yeteneği çok zengin olan bir avuç insanın elinde toplanmıştır. Kapitalist olmayanlar, bir meslek ya da iş yolu seçtikten sonra, artık hemen hemen her zaman bir daha başka bir seçim hakkına sahip değillerdir. Bunlar, mekanizmayı işleten gücün bir bölümü değil, ancak makinanın pasif bir parçasıdırlar. Siyasal demokrasinin varlığına rağmen, hâlâ bir kapitalistle hayatını kazanmak zorunda olan bir insanın, kendi yönünü seçme yetkisi arasında şaşılacak derecede büyük bir fark vardır. İktisadi işler insanların hayatlarına çoğunlukla siyasal sorunlardan daha yakın olarak girerler. Sermayesi olmayan bir insan kendisini genellikle, örneğin bir fabrika gibi büyük bir örgüte satmaktadır. Bu örgütün yönetiminde bir sesi, politikasında sendikasının kendisine sağladığından başka bir özgürlüğü yoktur. Sendikanın önemsiz saydığı bir özgürlüğü arzuladığı takdirde kudretsiz kalacaktır. Bu durum karşısında ya boyun eğmeli ya da açlıktan ölmelidir.
Meslek sahibi olanların da başlarına gelen bundan farklı değildir. Gazetecilerin çoğu siyasetlerini beğenmedikleri gazetelere yazı yazmaktadırlar. Ancak zengin biri gazete sahibi olabilir. Zengin olmayanların görüş noktalarına uyan ya da yararlarına olan şeyler gazetelere ancak bir rastlantı sonucu girebilir.
Ülkenin en iyi çalışan beyinlerinin büyük bir kısmı Devlet hizmetindedir. Burada çalışmanın bir koşulu da, memurlardan saklanamayacak kötülükler karşısında, bunların seslerini çıkarmamalarıdır.
Görüşleri cemaatinin hoşuna gitmiyorsa, yerleşmiş kurallara uymayan bir rahip işinden olur. Kamu oyunun bütün girinti ve çıkıntılarını paylaşamayacak ya da izleyemeyecek kadar esnek ve budala değilse, bir milletvekili sandalyesini kaybedebilir. Her hayat yolunda, ekonomik örgütler giderek büyüyüp katılaştıkça, düşünce bağımsızlığı da başarısızlıkla cezalandırılır.
İnsanların giderek uysal, giderek her şeye rıza gösteren ve kendileri için düşünme hakkını terke hazır bir durumda olmaları şaşırtıcı bir şey midir? Ama işte bu yollarla bir uygarlık, bir Bizans uyuşukluğuna düşebilir.
Yoksulluk korkusu, özgür yaratıcı hayatın içinde gelişebileceği bir etken değildir. Değildir ama, yine de çoğu emekçilerin günlük çalışmalarının başlıca etkenidir bu. Bir kimsenin gerektiğinden daha çok servet ve yetkiye sahip olması umudu da (ki bu zenginlerin yukardakine karşılık olan etkenidir), sonuçları açısından aynı derecede kötüdür. Bu durum, insanların zihinlerini adalete kapatmalarına zorlar, toplumsal sorunlar üzerinde dürüst düşünmekten alakoyar. Bu arada da, yüreklerinin ta derinlerinde zevklerinin başkalarının yoksulluğu pahasına satın alındığını düşünerek rahatsızlık duyarlar. İşte bunun için yoksulluğun da, servetin de adaletsizliği olanaksız kılınmalıdır.
İşte ancak o zaman, çoğunluğun hayatından büyük bir korku kalkacak ve azınlığın hayatında da umut daha iyi bir biçim alacaktır,
Fakat güvenlik ve özgürlük, iyi siyasal kurumlar için olumsuz koşullardır. Bunlar kazanıldığı zaman, bir de olumlu koşula ihtiyacımız olacaktır: Yaratıcı kuvvetin teşvik edilmesi.
Tek başına güvenlilik, kendini beğenmiş ve donmuş bir toplum yaratır. Hayatın serüven ve ilgisini canlı tutmak, hareketi sürekli olarak daha iyi, daha yeni şeylere sürüklemek için tamamlayıcı olarak yaratıcılığa ihtiyaç vardır. İnsanlık kurumlan için son bir hedef olamaz: En iyi hedef daha iyilere doğru ilerlemeyi teşvik edendir. Çaba ve değişiklik olmadan insan hayatı iyi kalamaz.
Bizim arzuladığımız tamamlanmamış bir ütopya değil, hayalin ve umudun canlı ve hareketli olduğu bir dünyadır.
Cennetlerinin hiçbir şeyin yapılmadığı ya da değiştirilmediği yerler olması karşısında insanların çok çalışmaktan dolayı çektikleri yorgunluk gerçekten acıdır. Yorgunluk, mutluluk için yalnız dinlenmenin yeterli olduğu hayâlini yaratır. Ancak insanlar bir süre dinlendikten sonra, sıkıntıları onları yeniden bir takım faaliyetlere zorlar. Bu nedenle de, mutlu bir hayat için faaliyet olmalıdır. Bu, aynı zamanda yararlı bir hayat olacaksa, bu faaliyet olabildiği kadar yaratıcı olmalı, yağmacı ya da savunucu olarak kalmamalıdır. Ancak yaratıcı faaliyet, hayâl gücünü ve özgünlüğü gerekli kılar. Bunlar ise status quo'yu baltalayıcıdırlar. Şimdi iktidarda bulunanlar, status quo’nun değiştirilmesinden korkarlar. Haksız üstünlüklerinin ellerinden alınacağını bilirler.
Kurulu düzenden çıkarları olanlar, insanın diğer toplu halde yaşayan hayvanlarla paylaştığı rahatlık güdüsüne ek olarak, özgünlüğü cezalandıran ve zihni, ilkokul çağından ölüme kadar aç bırakan bir düzen kurmuşlardır. Çocukların başkalarının düşünce ve duygularına körükörüne uymamaları ve kendi başlarına düşünüp duymaları için, eğitimi yöneten ruhun bütünüyle birden değiştirilmesi gereklidir. Girişim gücünü yaratan, olaydan sonra verilecek ödüller değil, belirli bir düşünce havasıdır. Böyle bir havanın varolduğu çağlar olmuştur: Eski Yunan ve Elizabeth İngiltere’si örnekleri gibi. Ancak günümüzde, büyük makine tipli örgütlerin baskıcılığı, kişiliği ve düşünce özgürlüğünü öldürmekte, insanları gittikçe daha tek tip, tek örnek olmaya zorlamaktadır.
Geniş örgütler çağdaş hayatın vazgeçilmez unsurları olup bunların kaldırılmalarını istemek yararsızdır. Bunların kişiliğin korunmasını güçleştirdikleri doğru da olsa, gereken şey, bunları kişisel girişim gücü bakımından en geniş bir alan haline dönüştürebilmektir.
Bu yolda atılacak en önemli bir adım örgüt yönetimlerinin demokratik yapıya kavuşması olacaktır. Fakat yönetimimiz hâlâ bürokratik, ekonomik örgütlerimiz de ya monarşik ya da oligarşiktir. Her bir ortaklık, kendi kendini o yere atamış az sayıda kimse tarafından yönetilmektedir. Bir işte çalışan insanlar o işin yönetimini ele almadıkça gerçek özgürlük ya da demokrasi söz konusu olamaz.
Özgürlüğü arttıracak başka bir adım da, ister coğrafi ister ekonomik, ister de dinsel mezhepler gibi olsun, aynı insanca bağa sahip gruplara kendi kendini yönetme konusunda tanınacak olan genişliktir. Çağdaş Devlet öylesine büyük, mekanizması o kadar az anlaşılan bir şeydir ki, oy hakkı olmasına rağmen bir insan kendini bu örgütün siyasetini belirleyen gücün etken bir parçası olarak göremez. Çok güçlü bir grupla birlikte hareket edilen anlar dışında kendisini iktidarsız görür. Hükümet, hava gibi katlanılması gereken uzak ve kişiliksiz bir durum halini alır.
Oysa küçük kuramlarda bir pay sahibi olan insan, Eski Yunan ya da Orta Çağ İtalyası’nda vatandaşlara ait olan kişişel fırsat ve sorumluluk duygusunun bir bölümünü elinde tutabilir.
Bir grup insanın güçlü bir topluluk bilinci varsa —örneğin bir millete, bir ticaret ortaklığına ya da dinsel bir örgüte bağlı insanlar gibi— özgürlük, bu grubun dış dünya için önemli olmayan konularda kendi kendisine karar vermesini sağlar. Ulusal bağımsızlığın evrensel olarak istenme, sinin temelinde bu vardır. Fakat uluslar, iç işleri için kendi kendilerini yönetmeye sahip olmaları gereken tek grup değillerdir. Uluslar da, diğer gruplar gibi, yabancı ülkeler için eşit önemde olan işlerde tam bir hareket özgürlüğüne sahip olmamalılardır.
Özgürlük kendi kendini yönetmeyi öngörür, fakat başkalarının işlerine karışmayı asla!
En yüksek özgürlük derecesi  hiçbir zaman anarşi ile elde edilen değildir. Özgürlüğü hükümet ile bağdaştırmak güç bir sorundur. Ancak hangi siyasal kuram olursa olsun, karşılaşılması gereken bir konudur bu.
Yönetimin ruhu, yetkiyi elinde tutanların, arzuladıkları sonuçları almak için yasalar çerçevesinde zor kullanılmasında yatmaktadır. Bir kişiye ya da bir gruba zorla boyun eğdirmek her zaman için zararlıdır. Ancak hükümet olmasaydı, insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde böyle bir zorlama ortadan kalkmayacaktı. Aksine, bu yağmacı güdüye sahip olanların kuvvet gösterilerine yol açacak ve karşılığında ya kölelik doğacak ya da güdüleri daha az güçlü kimselerin bu zorlamaya karşı koyabilmek için sürekli olarak hazır durumda bulunmaları gerekecekti.
Uluslararası bir hükümet olmadığı için, şu anda, uluslararası ilişkilerde bu durumu görmekteyiz. Devletlerarasındaki anarşi, bizi dünyanın kötülüklerini ortadan kaldırmak için anarşizmin yeterli bir çare olmadığına inandırmalıdır.
Hükümet tarafından kuvvet kullanılmasının belki de tek bir amacı olabilir: Dünyada varolan bütün zorlamaların sayısını azaltmak. Örneğin, adam öldürmenin yasalarca yasaklanması dünyadaki şiddet eylemlerini azaltır. Hiç kimse ana babanın çocuklarına kötü davranmak konusunda sınırsız bir özgürlüğe sahip olmasını istemez. Bir kısım insanlar diğerlerine kötülük yapmak istedikleri sürece tam bir özgürlükten söz edilemez. Çünkü ya kötülük yapma arzusu bastırılmalı, ya da kurbanlar acı çekmeye bırakılmalıdır. İşte bu nedenle, kişilerin ve toplumların kendiişleri konusunda sonsuz özgürlükleri olması gereği yanında, diğerleri ile olan ilişkilerinde asla tam bir özgürlükleri olmamalıdır. Kuvvetliye zayıfı ezmesi için özgürlük tanımak, dünyada en geniş bir özgürlüğü tanıma yolu değildir.
İşte laissez faire [hükümetin sanayi ve ticaret işlerine müdahale etmemesi prensibi. ] iktisatçılarının savundukları özgürlüğe karşı sosyalist başkaldırmanın temeli budur.
Demokrasi, hükümetlerin özgürlüğe müdahelesini mümkün olduğu kadar azaltan bir yoldur. Toplum, her ikisinin de dediğinin olmayacağı iki gruba ayrılmışsa, demokrasi, kuramsal bakımdan bunların çoğunlukta olanının istediğinin olmasını öngörür. Fakat beraberinde büyük bir hak intikalini de getirmiyorsa, demokrasi hiç de yeterli bir yol değildir. Tek örneklilik sevgisi, yalnızca işe karışma zevki ya da çeşitli zevk ve huylardan nefret, genellikle bir çoğunluğun, kendisini gerçekten ilgilendirmeyen konularda azınlığı yönetmesi sonucunu doğurur. Biz hiçbirimiz, İngiltere’nin iç işlerinin bir Dünya Parlamentosu tarafından çözümlenmesini istemeyiz. Ancak buna karşılık, böyle bir kuruluşun şimdi varolan herhangi bir hükümet aracından çok daha iyi düzenleyeceği konular da yok değildir.
Hükümetin var olduğu yerlerde, insan ilişkilerinde, yasalara dayanan kuvvetin kullanılması kuramı çok açık ve seçiktir. Kuvvet, başkalarına zor kullanmaya kalkan kimselere karşı ya da azınlığın çoğunluğun hareketlerine karşı olduğu ve ortak bir karar gerektiği durumlarda, yasalara boyun eğmeyen kimselere karşı kullanılmalıdır. Bunlar, zor kullanmanın yasalara uygun yolları olarak görülmektedir.
Uluslararası bir hükümet var olsaydı, uluslararası işlerde de bu durumları, yine bunlar meydana getirecekti. Böyle bir hükümetin yokluğunda yasalara uygun zor kullanma sorunu başka bir konu olup, şimdi bununla ilgilenmemekteyiz.
Bir hükümetin zor kullanabilmesi için iktidara sahip olması gerekir. Bunu, sırası gelince, yasalara dayanarak kullanabilirse de, yine de reformcuların amaçları, gerçek zorlama gereğini azaltacak örgütler kurmaktır. Örneğin, pek çoğumuz hırsızlık yapmaktan kaçınırız. Bu, hırsızlığın yasalara aykırı olduğundan değil, hırsızlık yapmak için içimizde bir arzu bulunmamasındandır. İnsanlar mülkiyete sahip olmaktan çok yaratıcı olarak yaşamayı öğrendikçe, duyguları onları, başkalarının zıddına gitmekten ya da onların özgürlüklerine müdahaleden alıkoyacaktır.
İnsanları ya da örgütleri tartışmaya sürükleyen bütün çıkar çatışmaları bir düş ürünüdür. İnsanlar çatışmanın temeli olan özel mülkiyet yerine, herkesin paylaşabileceği bir düzene yönelebilseler, bu daha açık ve seçik olarak görülebilecektir.
İnsanlar yaratıcı olarak yaşadıkları sürece başkalarına zor kullanarak müdahaleleri de azalır. Şimdi ortak eylemin vazgeçilemez olduğu sanılan pek çok durum kişisel kararlara bırakılabilir o zaman. Eski zamanlarda, bir ülkenin bütün vatandaşlarının hep aynı dine bağlı olmalarının kesinlikle gerekli olduğu sanılıyordu. Oysa artık böyle bir gerekliliğin bulunmadığını biliyoruz. İnsanlar güdülerinde daha hoşgörülü olsalar, şimdi üzerinde direnilen pek çok tek örnekliliğin yararsız ve hatta aksine, zararlı oldukları kolayca görülebilir.
İyi siyasal kurumlar, zor kullanma ve egemenlik güdüsünü iki yoldan zayıflatırlar: Birincisi, yaratıcı güdülerin fırsatlarını çoğaltarak ve bu güdüleri kuvvetlendirecek eğitimi biçimleyerek; İkincisi de, mülkiyet güdülerinin kaynaklarını azaltarak.
Siyasal alanda olsun, ekonomik alanda olsun iktidarın resmi kişilerin ve sanayi önderlerinin elinde toplanması yerine yayılması, zorbalık arzusunun doğurduğu emretme huylarını elde etme fırsatlarını azaltır.
Hem bölgeler hem de örgütler bakımından otonomi, hükümetlere, başka insanların sorunları konusunda, çok daha az bir karışma fırsatı tanır. Kapitalizm ve ücret düzeninin de kaldırılması, bütün özgürlük hayatını boğan o iki tutkuyu, korku ve açgözlülüğü ortadan kaldıracaktır.
Çektiğimiz sıkıntıların bütünüyle gereksiz olduğunu, ortak bir çabayla bunların birkaç yıl içinde yok edilebileceğini pek az insan anlayabilmektedir. Uygar ülkeler halklarının çoğunluğu isteyecek olsa, yirmi yıl içinde bütün yoksulluğu, dünyadaki cehaletin yarısını, nüfusumuzun onda dokuzunu ezen iktisadi köleliği kaldırır, dünyayı güzellik ve neşeyle doldururduk.
Bunun elde edilememesinin nedeni, insanların duygusuz, hayâl gücünün kısır ve her zaman olanın, olması gereken olduğunun sanılmasıdır.
Oysa iyi niyet, bol gönüllülük ve akıl ile bütün bu değişiklikler elde edilebilir.
Sh: 9-32

Kaynak: BERTRAHD RUSSELL, SİYASAL İDEALLER, [Political Ideals. New York: The Century Co. 1917. ] Türkçesi: Mehmet HARMANCI, Köprü yay, Ağustos1974, İstanbul

Çeviren : Prof. Hâmit DERELİ
Russell’ın «Terbiyeye Dair, bilhassa ilk çocukluk çağında» isimli denemesi ilk defa 1926 da, yani White head'in aynı derecede meşhur «Terbiyenin Gayelerdi ilimli denemesinden altı yıl önce yayımlandı. Bu iki kısa, fakat özlü araştırma birbirini tamamlar. Bunun için terbiye teorisi üzerinde çalışanların ikisini birlikte incelemeleri doğru olur. Russell esas itibariyle küçük çocukların terbiyesi, Whitehead ise zihnî terbiye ile ilgilenmişlerdir, fakat her ikisi de temel mesele olan «çocuğu yalnız yaşamağa uygun yapmak değil, beraber yaşanmağa uygun» yapmağa, medenî memleketlerde genç yurttaşların ömürlerinin dörtte birini, kalan dörtte üçünü en iyi şekilde yaşamağa uygun bir hale getirmek için, harcamalarının sebep ve gayeleri hakkında fikirlerimizi aydınlatmağa çalışmışlardır.
Russell’ın eserinin hemen her sahifesinde okuyucu hemen dikkati çeken bir fikrin tesiri altında duralar. Bu fikir belki ilkte ona doğru gibi görünmezse de sonra meseleyi sükûnetle düşündüğü zaman onda müellifin belki de haklı olabileceği kanaati uyanır. Russell, eserini, birkaç yerinde ısrarla belirttiği gibi, öğretmenler veya eğitim makamları için değil, anne ve babalar için yazmıştır ve ona şu dikkate şayan cümleyle başlıyor: «Çocuklarına mümkün olduğu kadar iyi bir terbiye vermek isteyen, fakat onları mevcut tahsil müesseselerinden çoçunun fenalıklarına maraz bırakmak istemeyen, benim gibi, dünyada pek çok kimseler vardır.» Bu, İngiltere’de o zamanki halk eğitimine, bir nesil evvelkine nispetle hayli düzelmiş olmasına rağmen, daha başlangıçta yöneltilmiş bir tenkittir. Şu da dikkate değer bir keyfiyettir ki 1944 Eğitim Kanunu ile yapılan ıslahat, yahut hiç olmayan değişiklikler, büyük bir kısmı itibariyle Russell’ın ileri sürdüğü tenkid ve tekliflerin bir neticesidir.
Ne yazık ki terbiye, diğer beşerî faaliyetler gibi, iç bölümünün son asırdaki süratli gelişme ve genişlemesinden müteessir olmuştur. Aile ile ev, beşerî ve sosyal mesuliyetleriyle birlikte, anne, baba ve yetişkin çocukları. Eğer alıştıkları yaşama seviyesini idame etmek veya yükseltmek istiyorlarsa, ücret mukabilinde çalışmağa zorlayan İktisadî tazyik altında süratle dağılmaktadır. Anne-baba tesirinin duyulabileceği aile toplantıları için daha az boş vakit ve imkân vardır. Vaktiyle anne-baba, rahip ve öğretmen, gençlerin terbiyesinde elbirliği ederlerdi. Şimdi anne ve babaların boş zamanları yoktur, rahipler gençlikle temaslarını kesmişlerdir, sosyal, ahlakî ve zihnî terbiyeyi temin işi yalnız öğretmenlere bırakılmıştır. Cemiyetimizdeki bu en mühim meslek en akıllı erkek ve kadınları safları arasına alsaydı, onlar en iyi tarzda yetiştirilmiş olsaydılar bile, bu üç taraflı iş yine onların kudretlerini aşan bir iş olurdu. Çalışmalarının neticeleri ayrı ayrı fertlerden teşekkül eden ahenkli bir cemiyet değil, deha ziyade bir insan sürüsü olurdu. Müvazenesini bulamamış, halâ da muvazenesiz olan bugünkü sistemde mevcut tehlikelere karşı terbiyecileri ikaz etmek gayreti iledir ki Russell «anne-babanın terbiyedeki ehemmiyetini» bilhassa belirtmiştir.
Kendisi bir aristokrat olan Russell aristokratik imtiyaza ve bir kibar sınıf yetiştirilmesine muarızdır. Herkes için eşit imkânlar mevcut olmasını ister. Diğer taraftan, bir kutupta zayıf akıllılar, diğer bir kutupta dâhiler olmak üzere, insanlar arasında zekâ ve kabiliyet bakımından bir eşitlik bulunmadığını da kabul eder. Bu iki tip için hususi terbiye tarzları olmasına taraftardır. Kendisinin hissesi bulunmadığı şeylerin yok olmasını isteyen zihniyete karşı hiç bir sempatisi yoktur, aşağı bir seviyede değil, yüksek bir seviyede eşitlik olması fikrini müdafaa eder. «Her şeyden önce sert, dışına çıkılamaz kaidelerden sakınmalıdır», «ilerleme mekanik bir eşitliğe feda edilmemelidir.» der.
Gerek Russell’ın, gerekse Whitehead'in eserleri İkinci Cihan Harbinden önce, totaliter idarelerin tehlikeleri belirmeden ve dünyacın bir müddet için tahammül etmek zorunda kaldığı şerrin hâkimiyetinden evvel, yazılmışlardı. Bununla beraber hiç olmazsa, Russeli, H. G. Wells’in o kadar övdüğü terbiye «isteminin muhtemel neticelerini, teorinin tatbikinden önce görmüştür. Islahatçılık ateşiyle yanan Wells, cemiyette inkılâplar yapmak için, bu gün bizim «propaganda» olarak bildirimiz, «terbiye» nin kudretini ileri sürmüştü. Russell vaktinde ikazlarda bulunduysa da fayda vermedi; «Terbiyeyi muayyen bazı inançları aşılama vasıtası sayanlarla onun müstakil düşünme kudreti yaratması lâzım geldiğini düşünenler arasında bir uzlaşma olamaz.» demişti. O zaman dünya, birinin fikirleri diğerine nüfuz edemeyen veya ettirilmeyen, iki ideolojik bölgeye ayrılmamıştı, Russell, «vasat bir adamın kanaatleri, o kendi başına düşünseydi, varacağı kanaatlerden çok daha az budalacadır » diyor. Bugünkü çıkmazdan kurtulmak için Russell’ın ne gibi çareler düşündüğünü bilmek enteresan olurdu. Önder değiştirmek, zannederim, kâfi olamazdı. Unesco'cun bütün temel terbiye programını da beğenmeyeceği anlaşılıyor, çünkü kısaca: «Cahil yetişkinlere bir şey öğretilemez» hükmünü veriyor.
Daha ziyade fen ve teknolojiye dayanan bir yetiştirme zarureti, kültür derslerine hasredilen zamanın azaltılması hakkında ileri sürdüğü fikirler ancak şimdi İngilterede büyük bir halk kitlesi tarafından kabule şayan görülüyor. Russeli, teknik bilgi ve araştırma insanı daha büyük maddi rahat ve konfora götürmekten başka bir işe yaramayacaksa, ondan daha yüksek olan insanı mânevi kaderine ulaştırmak gayesine takaddüm etmemesi lâzım geldiğini iyice biliyordu, fakat insanın maddeten vok edilmesi veya son üçbin sene zarfında elde edilen kazancın kaybedilmesi tehlikesi mevcut olduğu bir zamanda okullarımızda «modern» ve «klâsik» taraflar arasırdaki nispetin birinci taraf lehine düzeltilmesi lâzım geldiği kanaatindedir. Fakat o bilgi ile bilgelik arasındaki farkı asla gölden kaçırmaz. Aklın ve muhakemenin kontrolünden kurtulmuş bilgi çok defa insan hedefine doğru ilerlerken bir yardımcı değil, bir engel olur.
Bu eseri bir defa okunduktan sonra bir yana atılacak bir kitap değildir. İyice tetkik edilmeğe, İçinde mebzul [Bol. Çok sarf olunan. Ucuz ] olarak bulunan düşündürücü fikirler anlaşılmağa ve tatbike lâyıktır. Eser asrımızın can ve hayat verici tesirlerinden biri olmuştur ve ihtimal sosyal meselelerimizin halline doğru ilerleyişimizde bir merhale olarak kalacaktır.
Prof. E. V. GATENBY
Çocuklarına mümkün olduğu kadar iyi bir tahsil vermek isteyen, fakat onları mevcut tahsil müesseselerinden çoğunun fenalıklarına maruz bırakmak istemeyen, benim gibi, dünyada pek fok kimseler olmalıdır. Bu gibi kimselerin karşılaştıkları güçlükler, ayrı ayrı fertlerin gayretleri ile yenilemezler. Tabiî olarak çocukları mürebbiyeler ve hususi öğretmenlerle evde de yetiştirmek mümkündür, ama bu plân onları tabiatlerinin özlediği ve olmazsa terbiyenin bazı esaslı unsurları eksik kalacak olan arkadaşlıktan mahrum bırakır. Sonra, bir erkek veya kız çocuğunun kendisini «garip» bulması, başka kız ve erkeklerden farklı bulunduğunu hissetmesi son derece fenadır; bu duygunun sebebi anne-baba olduğu anlaşılınca mutlaka onlara karşı bir kin uyandırır, onların en ziyade hoşlanmadıkları şeylere karşı bir düşkünlük yaratır. Vazifesini anlamış bir baba hu düşüncelerle oğullarını ve kızlarını büyük kusurlar bulduğu okullara gönderebilir, çünkü mevcut okullardan hiçbiri onu tatmin etmez •yahut tatmin etse bile onun oturduğu yere yakın değildir. Bu suretle vazifesini anlamış anne- baba, yalnız cemiyetin iyiliği için terbiyede reform istemek zorunda kalırlar. Anne, babanın hal ve vakti yerinde ise kendi hususi meselelerinin halli için bütün okulların iyi olmasına lüzum yoktur, çocuklarını gönderebilecekleri iyi bir okulun bulunması kâfidir. Fakat ücretle çalışan anne-babalar için ilk okulların ıslahını istemekten başka çare yoktur. Herhangi bir anne veya babanın istediği reformlara başka bir anne baba itiraz edeceği için kuvvetli bir terbiye propagandasından başka hiçbir şey faydalı olmayacaktır. Bu da belki ıslahatı yaptıranın çocukları büyüyüp yetişinceye kadar tesirini gösteremeyecektir. Böylece kendi çocuklarımıza karşı duyduğumuz sevgi bizi, adım adım, daha geniş politika ve felsefe sahasına götürür.
Bu daha geniş sahalardan, kitabımda, mümkün olduğu kadar uzak kalmak isterim. Söyleyeceğim şeylerin büyük bir kısmı devrimizin muazzam meseleleri üzerinde müdafaa etmekte olduğum görüşlerle ilgili değildir. Fakat bu bakımdan tam bir ilgisizlik imkânsızdır. Çocuklarımız için istediğimiz terbiye insan karakteri hakkındaki ideallerimize ve onların cemiyette oynayacakları role bağlıdır. Bir pasifist çocuklarına bir militariste iyi görünen terbiyeyi vermek istemez; bir komünistin terbiye hakkında fikirleri bir ferdiyetçinin fikirlerinin aynı olamaz. Daha esaslı bir ayrılık var: terbiyeyi muayyen birtakım inançları ruhlara aşılamak vasıtası sayanlarla onun müstakil muhakeme kabiliyeti yaratması lâzım geldiğini düşünenler arasında hiçbir anlaşma olamaz. Böyle meseleler ortaya çıkınca onlardan bahsetmekten kaçınmak boş bir şey olur. Aynı zamanda psikolojide', pedegojide ve bu nihai meselelerle ilgisi olmayan fakat terbiye ile sıkı alâkası bulunan oldukça ehemmiyetli yeni bilgiler birikmiştir. Bunlar şimdiden pek mühim neticeler hasıl ediyorlar, fakat onlardan öğrendiklerimiz iyice hazmedilinceye kadar yapılacak pek çok şey vardır. Bu, bilhassa hayatın ilk beş yılı hakkında doğrudur; bu yılların, şimdiye kadar sanıldığından, çok daha önemli oldukları anlaşılmıştır. Bu da anne-babanın terbiye bakımından ehemmiyetini artırmıştır. Benim gayem ve maksadım, mümkün olduğu kadar, ihtilaflı mevzulardan sakınmaktır. Tartışmak yazılar bazı sahalarda lüzumludur, fakat anne-babalara hitabederken, onların evlâtlarının iyiliği için samimi bir arzu gösterilebilir ve yalnız bu, yeni bilgilerle birlikte, terbiye problemlerinin büyük bir kısmını çözmeğe yeter. Söyleyeceğim şeylerin çoğu kendi çocuklarım hakkında duyduğum şaşkınlıkların bir neticesidir. Bunun için de yersiz yahut nazari değildirler. Umarım ki onlar buna benzer bir şaşkınlığa uğramış diğer anne-babaların düşüncelerini aydınlatacak, benim vardığım neticeleri kabul etmeğe veya aksine onları sevk edecektir. Anne-babanın fikirleri son derece önemlidir, çünkü, doğru bilgi eksikliği yüzünden, anne baba çocuklarına iyi bir terbiye vermek istiyorlarsa, ben eminim ki, onu vermeğe hazır ve muktedir öğretmen bulmakta güçlük çekmeyeceklerdir.
Bu sahifelerde, ilkin terbiyenin gayelerini araştırmak istiyorum: bugünkü ham maddeye tatbik edilecek terbiyeyi ve yaratılmış görmeği makul olarak umabileceğimiz fert ve cemiyeti arıyacağım. Öjenikle [Fizik ve moral bakımlardan ileri nesiller yetiştirme bilimi.] yahut başka herhangi, tabiî veya sun’î, usulle insan soyunu ıslak meselesine dokunmayacağım, çünkü bu esas itibariyle terbiyenin problemleri dışında kalır. Fakat ben bizden önce gelen en heyecanlı terbiyecilerin düşündüklerinden çok daha büyük nispette karakterin ilk terbiye ile kararlaştığım gösteren yeni psikolojik keşiflere büyük önem veriyorum Karakter terbiyesi ile, dar mânada öğretim diyebileceğimiz, bilgi ile terbiye arasında bir fark gözettim. Bu fark, nihaî olmamakla beraber, faydalıdır' bilgi verilmek istenen bir öğrenci de bazı faziletler aranır, birçok önemli faziletlerin başarılı olarak tatbik edilebilmesi için de çok bilgiye ihtiyaç vardır. Bununla beraber araştırma maksatları için öğretim, karakter terbiyesinden ayrı tutulabilir, tikin karakter terbiyesinden başlayacağım, çünkü ilk yıllarda bilhassa önemlidir; fakat onu yetişkinliğe kadar götürerek, bu başlık altında da, önemli cinsî terbiyeden bahsedeceğim. Nihayet, zihnî terbiye, gayeleri, programı, imkânları, —ilk okuma yazma derslerinden üniversite yıllarının sonuna kadar— münakaşa mevzuumuz olacaktır. Erkek ve kadınların hayat ve dünyadan aldıkları daha sonraki terbiyeyi sahamın dışında sayıyorum; fakat kadın ve erkeği tecrübeden faydalanmağa kabiliyetli bir hale getirmek erken çağlarda terbiyenin en ziyade göz önünde tutması gereken gayelerden biridir . sh:1-5
İnsan terbiye üzerine eski devirlerde yazılmış en iyi kitapları bile okurken, terbiye teoririsinde birtakım değişiklikler olduğunun farkına varıyor. On dokuzuncu asırdan önce terbiye teorisinin iki büyük ıslahatçısı Locke ile Rousseau idi. ikisi de haklı olarak şöhret kazanmışlardı, çünkü kitaplarını yazdıkları zaman yaygın olan birçok yanlışların düzeltilmesini istemişler, fakat hiçbiri kendi yönünde bugün hemen bütün terbiyecilerin gittikleri kadar ileri gitmemişlerdi. Meselâ, her ikisi de liberalizm ve demokrasiye götüren temayüle taraftar oldukları halde, ancak bir adamın bütün zamanını alacak olan, aristokrat bir çocuğun terbiyesini ele almışlardır. Böyle bir sistemin neticeleri ne kadar iyi olursa olsun, modern görüşlü bir kimse tarafından ciddî olarak düşünülmez, çünkü her çocuğun yetişkin bir öğretmenin bütün zamanını alması riyazî olarak imkânsızdır. Bunun için sistem ancak imtiyazlı bir sınıf tarafından kullanılabilecek bir sistemdir; adaletin hâkim olduğu bir dünyada ise mevcudiyeti imkansızdır. Modern insan, pratik olarak kendi çocukları için hususi faydalar arayabilirse de herkese (yahut hiç olmazsa terbiyeden faydalanabilecek kabiliyette olan herkese) açık olabilecek bir terbiyelerinden daha iyi yetişmişler veya doğuştan daha kabiliyetlidirler, fakat herkesin, sayısı az olan en iyi öğretmenlerden ders alması imkânsızdır. Yüksek tahsil herkes için arzu edilse bile ki bundan şüpheliyim bugün bu maddeten imkânsızdır. Bunun için demokratik prensiplerin kaba bir şekilde tatbiki bunu kimsenin yapmaması lâzım geldiği neticesine vardırabilir. Böyle bir fikir, kabul edildiği takdirde, ilmi ilerlemeyi durdurur ve gelecek yüzyıl zarfında umumi terbiye seviyesini lüzumsuz yere düşürür. Bugünkü durumda ilerlemeyi mekanik bir eşitliğe feda etmemeliyiz; terbiyede demokrasiyi büyük bir dikkatle ele almalıyız ve bunu yaparken de sosyal haksızlıkla tesadüfen birleşmiş olan kıymetli mahsulleri mümkün olduğu kadar az tahrip etmeliyiz.
Fakat biz umuma şâmil olması imkânsız bir terbiye metodunu tatmin edici sayamayız. Zenginlerin çocukları çok defa, annelerinden başka, bir dadıya, bir çocuk hizmetçisine ve diğer ev hizmetçilerinden birkaçına maliktir; bu kadar çok bakım ve itina hiçbir zaman, hiçbir sosyal sistemde, bütün çocuklara gösterilemez. İtina ile bakılmış çocukların, lüzumsuz yere tufeyli bir hale getirilmekle, bir kazanç temin edip edemedikleri de şüphelidir, fakat herhalde bitaraf hiçbir şahıs, aklî zayıflık veya dâhilik gibi hususi sebepler müstesna, birkaç kişi için hususi imtiyazlar tavsiye edemez. Akıllı bir baba, bugün, elinde olursa, belki çocukları için gerçekten evrensel olmayan bir terbiye usulü seçebilir ve sırf tecrübe için anne, babanın yeni usulleri deneme fırsatlarına malik olmaları da arzuya şayandır. Fakat bunlar, iyi neticeler verdikleri takdirde, evrensel olacak mahiyette olmalıdırlar, mahiyetleri itibariyle birkaç imtiyazlı şahsa münhasır kalmamalıdırlar. Bereket versin ki, modern terbiye teori ve pratiğinin en iyi unsurlarının menşei demokratik olmuştur; meselâ, Madam Montessori işine fakir mahallelerdeki ana mekteplerinde başladı. Yüksek öğretimde müstesna kabiliyetlere müstesna imkânlar vermek elzemdir, ama, aksi takdirde, bir çocuğun, herkesin kabul edebileceği sistemleri kabulünden zarar görmesi için bir sebep yoktur.
Terbiyede başka bir modern temayül var. Bu da demokrasi ile ilgili ise de belki üzerinde biraz daha fazla münakaşa edilebilir. Bundan terbiyeyi bir süs olmaktan çıkarıp faydalı yapmak isteyen temayülü kasdediyorum. Süs için terbiyenin aristokrasi ile münasebetini Veblen «Zengin Sınıfın Teorisi» inde uzun uzadıya izah etmiştir. (Veblen, Theory of the Leisure Class, London; George Ailen and Unwin, Ltd.) fakat bizi bu münasebetin ancak terbiye cephesi alâkadar eder. Erkeklerin terbiyesinde, mesele «klâsik» terbiye ile «modern» terbiye arasındaki tartışmaya bağlıdır; kızların terbiyesinde ise «kibar hanımefendi» ideali ile hayatlarını kazanacak kızlar yetiştirmek arzusu arasındaki ihtilâfın bir kısmını teşkil eder. Fakat bütün terbiye sistemi, kadınlarla ilgili hallerde, cinslerin eşitliği için duyulan arzu yüzünden, çığırından çıkmıştır; kendiliğinden hiçbir suretle iyi olmadığı zaman bile, erkek çocuklara verilen terbiyeyi elde etmek için teşebbüsler yapılmıştır. Bu yüzden kadın terbiyeciler kızlara aynı sınıftan erkek çocuklara verilen aynı faydasız bilgiyi vermeyi gaye edinmişler ve annelik için yetiştirmenin kadın terbiyesinin bir kısmını teşkil etmesi gerektiği hususunda ileri sürülen fikirlere şiddetle mukavemet etmişlerdir. Bu birbirine zıt cereyanlar bahsetmekte olduğumuz temayülü bazı bakımlardan, kadınlarla ilgili olduğu hallerde, daha az muayyen yapıyor, fakat «kibar hanımefendi» idealinin zevale yüz tutmuş olması, b» temayülün en dikkate değer örneklerinden biridir. Meseleyi karıştırmamak için şimdilik yalnız erkeklerin terbiyesini ele alacağım.
Ayrı ayrı birçok münakaşalar, — ki bütün bunların içinden başka meseleler de çıkar — kısmen bizim şimdiki meselemize bağlıdır. Erkek çocuklara esas olarak klâsikler mi, yoksa esas olarak fen mi öğretilmelidir?
Birçok mülâhazalar arasında bir tanesi şudur ki klâsik terbiye süs mahiyetindedir, fen ise faydalıdır. O halde terbiye mümkün olduğu kadar çabuk bir sanat veya meslek için teknik öğretim mi olmalıdır?
Faydalı ile süs arasındaki münakaşanın lüzumu bariz olmakla beraber henüz kararlaşmış bir şey yoktur. Çocuklara doğru telâffuz etmek, hoşa gidecek tavırlar öğretmek lâzım mıdır?
Yoksa bunlar sadece aristokrasiden kalmış yadigârlar mıdır?
Sanatı takdir etmek sanatçıdan başkası için değerli midir?
İmlâ fonetik mi olmalıdır?
 Bütün bunlar ve daha birçok ihtilâflar kısmen faydalı ile süs arasındaki ihtilâfa has dille münakaşa edilmektedir.
Bununla beraber, ben bütün bu münakaşanın gerçeklere uymadığına inanıyorum. Terimlerin mâna sınırları belli olur olmaz münakaşa suya düşmektedir. Biz «faydalıyı» geniş, «süsü» dar mânada alacak olursak bir taraf kazanır; aksi mânaya alırsak diğer taraf kazanır. Kelimenin en geniş ve en doğru mânasiyle, bir faaliyet iyi neticeler verdiği zaman «faydalı» dır. Bu aeticeler sadece «faydalı» olmaktan daha başka bir mânada iyi olmalıdırlar, yoksa hakiki bir tarif yapmış olmıyız Faydalı faaliyetin faydalı neticeler veren faaliyet olduğunu söyleyemeyiz. «Faydalı» olanın esası şuradadır ki o sadece faydalı olmayan bir neticeye götürmeğe yarar. Basitçe «iyi» denilen son neticeye varmadan önce bazen uzun bir neticeler zincirine lüzum vardır. Sapan faydalıdır, çünkü toprağı sürmeğe yarar. Fakat toprağı sürmek başlı başına iyi bir şey değildir: o da sadece faydalıdır, çünkü tohumun ekilmesini mümkün kılar. Tohumun ekilmesi faydalıdır, çünkü buğday yetişmesine yarar, buğdayın yetişmesi faydalıdır, çünkü ekmek yapılır, ekmek faydalıdır, çünkü hayatın idamesine yarar. Fakat hayatın gerçek bir değeri olmalıdır: eğer hayat sırf başka bir hayata vasıta olarak faydalı olsaydı katiyen faydalı olmazdı. Hayat hal re şartlara göre iyi veya fena olabilir; bunun için, iyi yaşamanın vasıtası olduğu zaman, faydalı da olabilir. Birbiri ardı sıra gelen faydalılar zincirinin ötesine erişip, zinciri aşabileceğimiz bir aşkı bulmalıyız; aksi halde zincirin her hangi bir halkasında hakiki bir faydalılık yoktur. «Faydalı» bu şekilde tarif edildiği zaman, terbiyenin faydalı olması gerekip gerekmediği sorulamaz. Elbette faydalı olması gereklidir, çünkü terbiye ameliyesi kendiliğinden bir gaye değil, bir gaye için vasıtadır. Fakat terbiyede faydayı müdafaa edenlerin akıllarında olan bu değildir. Onlar istiyorlar ki terbiyenin neticesi faydalı olsun: kısaca ifade edersek, onlara göre tahsil görmüş bir adam makine yapmasını bilen adamdır. Makinelerin ne faydası olduğunu sorarsak cevap neticede aynı olacaktır: onlar vücudumuzun ihtiyaçları ve rahatı için gerekli yiyecek, giyecek, ev v. s. gibi şeyleri imale yararlar. Bu suretle anlarız ki faydayı müdafaa eden bir kimse, görüşü hakkında sualler sorulduğu mânada, yalnız fizik hazla ra gerçek değer veren kimsedir: onun için «faydalı», vücudunun ihtiyaç ve arzularını tatmin eden şeydir. Sahiden kasdedilen mâna bu ise, faydanın müdafii, eğer nihai bir felsefe ileri sürüyorsa, mutlaka hatâ etmektedir, fakat birçok kimselerin açlıktan öldüğü bir dünyada o politikacı olarak haklı olabilir, çünkü fizik ihtiyaçların giderilmesi o anda her şeyden âcil bir iş olabilir.
Bu münakaşanın diğer tarafını düşünürken de aynı şekilde bir teşrih lâzımdır. Öteki tarafa «süs» demek, elbette ki, faydayı müdafaa edene bir noktada hak vermek demektir, çünkü «süs» ün az çok önemsiz olduğu anlaşılmıştır. «Süs» kelimesi ananevi bir «gentleman» yahut «lady» anlamına tatbik edilirse tamamıyla haklıdır. On sekizinci asır «gentleman» i güzel bir şive ile konuşuyor, sözleri arasına gerekli yerlerde klâsiklerden iktibaslar karıştırıyor, modaya uygun giyiniyor, teşrifattan anlıyor, bir düellonun ne zaman şöhretini artıracağını biliyordu. «Zülfün Çalınması» [The R»pe of the Lock. Alexander Pope’an eseri, 1711 de yayımlanmıştı.] nda bir adam vardı ki:
«Amber enfiye kutusundan ve renkli bastonunun güzel hareketlerinden haklı olarak gurur duyuyordu».
Adamın terbiyesi onun için en dar mânasiyle bir «süs» olmuştu, devrimizde ise pek azımız onun marifetleri ile yetinecek kadar zenginiz. Eski mânada «süs» terbiyenin gayesi aristokratiktir: onun için bol paralı ve çalışmaya ihtiyacı olmayan bir sınıfın mevcut olması tarihte seyretmek büyük bir zevktir; onların hâtıratı ve villâları bize artık bizden sonra geleceklere temin etmediğimiz bir haz verir. Fakat onların mükemmellikleri, hakiki oldukları zaman bile, tam üstünlük değildiler, onlar inanılmıyacak kadar pahalı birer mahsuldüler: Hogarth’ın Gin Lane’i onlara ödenen fiyat hakkında bize pek canlı bir fikir verir. Bugün hiç kimse bu dar mânada «süs» terbiyeyi savunamaz.
Fakat asıl mesele bu değildir. Asıl mesele şudur: terbiyede zihni doğrudan doğruya pratik faydası olan bilgi ile soldurmayı mı gaye edineceğiz, yoksa öğrencilerimize, bizatihi iyi olan zihnî varlıklar mı vermeğe çalışacağız?
 Bir kademde on iki pus, bir yardada üç kadem olduğunu bilmek faydalıdır, ama bu bilginin başlı başına bir değeri yoktur; metre sisteminin kullanıldığı yerlerde yaşayanlar için gayet faydasızdır. Diğer taraftan, Hamlet’i takdir etmenin pratik hayatta büyük bir faydası olamaz, belki insan amcasını öldürmek falan isterse bir faydası dokunabilir ama tabiatiyle böyle bir ihtiyaç nadiren duyulur. Bununla beraber o insana mahrum kalmaktan büyük bir teessür duyacağı ve bizi bir bakıma daha mükemmel bir adam yapan zihnî bir varlık kazandırır. İşte faydanın terbiyenin yegâne gayesi olmadığını iddia eden adamın tercih ettiği bilgi bu ikinci çeşit bilgidir.
Faydayı gaye edinen terbiyenin müdafileri ile muhalifleri arasındaki münakaşada üç ayrı ana meselenin bulunduğu görülüyor.  İlkin aristoklarla demokratlar arasında münakaşa şekli var. Aristokratlar imtiyazlı sınıfa, boş vakitlerini kendilerine hoş gelen şekilde kullanmayı öğretmek lâzım geldiği fikrindedirler. Demokratların bu görüşe karşı fikirleri oldukça karışıktır: onlar aristokrata faydasız olanı öğretmek istemiyorlar, aynı zamanda elinin emeğiyle geçinenlerin terbiyelerinin de faydalı olana münhasır kalmasını doğru bulmuyorlar, işte bunun içi» «public school» [devlet okulu. 2. Ing. özel okul ] larda eski usul klâsik terbiyeye karşı demokratik bir muhalefet olduğu, işçilere de Lâtince ve Grekçe öğrenme imkânı verilmesi hakkında bir demokratik istek vardır. Bu vaziyet, nazari bakımdan aydınlık değilse bile, ameli olarak esas itibariyle doğrudur. Demokrat, cemiyeti, biri «faydalı», diğeri «süs» olmak üzere, iki kısma ayırmak istemez; bunun için şimdiye kadar sadece «süs» olan sınıflara sadece daha faydalı bilgi, şimdiye kadar sadece faydalı olan sınıflara daha hoş bilgi verecektir. Fakat demokrasi, kendiliğinden, bu unsurların ne nispetlerde karıştırılacağını tesbit etmemiştir
İkinci tartışma yalnız maddi şeyleri gaye edinenlerle zihnî hazlara değer verenler arasındadır. Bugün geçimi yolunda İngilizlerle Amerikalıların çoğu, bir sihirle Elizabeth devrine nakledilselerdi, kendilerinin modern dünyaya götürülmelerini isterlerdi Shakespeare’in, Raieigh’in, Sir Philip Sydney’in arkadaşlığı, güzel müzik, güzel mimari eserleri onlara banyo odalarının, çay ve kahvenin, otomobillerin, o devirde bilinmeyen diğer maddi konforların yokluğunu unutturamazdı. Bu gibi kimseler muhafazakâr geleneğin tesiri altında kaldıkları zamanlar müstesna, terbiyenin başlıca gayesi istihsal edilen malların miktar ve çeşidini artırmaktır sanıyorlar. Onlar terbiye programları içine tıp ve sağlık korumayı alabilirler, ama edebiyat yahut sanat yahut felsefe için bir heves duymazlar. Hiç şüphe yoktur ki bu gibi kimseler Rönesans’ta kurulan klâsik dersler sistemine hücum edenlerin büyük bir kısmını teşkil ediyorlar.
Bu görüşü zihnî şeylerin sırf maddi olanlardan daha değerli. olduğunu iddia etmekle karşılamanın haklı olacağını sanmıyorum. Bana kalırsa bu iddia doğrudur, fakat tam değildir. Çünkü maddi şeyler pek fazla değerli olmamak la beraber, maddi kötülükler o kadar fena olabilirler ki birçok zihnî meziyetlerden daha ağır basabilirler. Açlık, hastalık ve onların her zaman mevcut korkusu ileriyi görmek mümkün olduğu günden beri insanların büyük bir çoğunluğunun hayatları üzerine gölgesini atmıştır. Kuşların çoğu açlıktan ölürler, fakat yiyecek bol olduğu zaman sevinç içindedirler, çünkü geleceği hiç düşünmezler. Bir kıtlıktan sağ çıkmış olan köylüler daima onun hatıra ve korkusundan kurtulamazlar.
İnsanlar ölmektense biraz yiyecek mukabili her gün uzun saatler çalışmağa razıdırlar, fakat, hayvanlar, cezası ölüm bile olsa, ellerine imkân geçtiği zaman hazdan faydalanmayı tercih ederler. Bu yüzden çok kimseler hazdan büsbütün mahrum bir hayat sürmeğe katlanıyorlar, çünkü diğer bir şart altında hayat kısa sürecektir. Tarihte ilk defa olarak bugün, sanayi inkılâbı ve onun fer’î mahsulleri dolasıyla, herkesin mâkul derecede mesut olabilmesi mümkündür. Maddi fenalık, istersek, pek küçük nispetlere düşürülebilir. Teşkilât ve ilimle, dünyanın bütün nüfusunu, lüks olarak değil, fakat büyük ıztırapları önlemeye yetecek şekilde iaşe ve iskân etmek imkânı vardır. Hastalıkla savaşmak, ve müzmin rahatsızlıkları pek nadir hale getirmek mümkündür. Yiyecek tedariki hususunda elde edilen terakkileri aşan nüfus artışlarını önlemek de mümkün olurdu. İnsanlığın şuuraltı zihnini karartan, beraberinde zulüm, baskı ve harp getiren büyük korkular artık önemli olmayacak derecede azaltılabilirler. Bütün bunlar beşer hayatı için öyle değerlidirler ki onları tatbik mevkiine koymaya yarayacak terbiye şekline itiraz etmeğe cesaret edemeyiz. Böyle bir terbiyede tatbikî ilim başlıca unsur olmak zorundadır. Fizik, fizyoloji ve psikolojisiz yeni dünyayı kuramayız. Lâtince, Grekçe olmadan, Dante, Shakespeare olmadan, Bach ve Mozart olmadan kurabiliriz. Bu faydayı gaye sayan terbiyenin lehinde büyük bir sebeptir. Bunu kuvvetle ifade ettim, çünkü bu hususta kuvvetli kanaatlerim var. Bununla beraber meselenin diğer bir tarafı daha göze çarpıyor. Boş vakit ve sağlık kazanmamızın, kimse onları nasıl kullanacağını bilmezse, bize ne faydası olur?
 Fizik fenalığa karşı savaş, diğer her savaş gibi, insanları barış sanatlarına kabiliyetsiz hale koyacak şiddetle yapılmamalıdır. Nihaî «iyi» ye ait dünyada ne varsa fenalığa karşı mücadelede kaybolmasına müsaade edilmemelidir.
Bu beni münakaşamıza karışan üçüncü meseleye getiriyor. Yalnız faydasız bilginin kendiliğinden değerli olduğu doğru mudur?
 Kendiliğinden değerli bilginin faydasız olduğu doğru mudur?
 Ben gençliğimde zamanımın büyük bir kısmını Lâtince ve Grekçe öğrenmekle geçirdim. Şimdi bu zamanı hemen hemen tamamıyla heder olmuş sayıyorum. Klâsik bilgi daha sonraki hayatımda karşılaştığım her hangi bir meselede bana yardım etmedi. Klâsikleri öğrenenlerin yüzde 99 u gibi ben de hiçbir zaman onları zevk için okuyacak kadar iyi öğrenemedim. Meselâ, «supellex»in genitivi [mobilya , ev mobilyaları; iş için gerekli eşyaları, makale; ]gibi bazı şeyler öğrendim ki bütün hayatımda unutamadım. Bu bilginin bir yardada üç kadem bulunduğu hakkındaki bilgiden daha fazla gerçek değeri yoktur, ve bana buradaki misali vermekten başka bir faydası dokunmadı. Diğer yandan matematik ve fen hakkında öğrendiklerimin büyük bir faydası dokunmakla kalmadı, aynı zamanda gerçekten büyük değeri oldu; onlar bana düşünme ve muhakeme mevzuları verdiler, aldatıcı bir dünyada hakikatin mihek taşları oldular. Tabiatıyla, bu, kısmen şahsıma ait bir hususîliktir; fakat ben eminim ki klâsiklerden faydalanma kabiliyeti de modern insanlar arasında daha da nadir bir hususîliktir. Fransa ile Almanya’nın da değerli edebiyatları vardır: dilleri kolay öğrenilir ve pratik bakımdan pek faydalıdırlar. Bu yüzden Fransızca ile Almanca, Lâtince ve Grekçe karşısında bin defa daha kuvvetlidirler. Hemen pratik faydası olmayacak bilginin önemini küçümsemeksizin, zannederim, şunu isteyebiliriz: uzman yetiştirilmesini istisna edersek, böyle bilgiler meselâ gramer gibi teknik mevzular üzerinde pek fazla zaman ve gayret sarfını gerektirmeyecek şekillerde verilmelidir. Beşer bilgisinin toplamı ve beşer problemlerinin karışıklığı her gün daha ziyade artmaktadır; bunun için her nesil kendi terbiye usullerini, yeni olanlar için vakit bulunabilirse, yeniden gözden geçirmelidir. Uzlaşmalarla muvazeneyi muhafaza etmeliyiz. Terbiyede «hümanist» unsurlar kalmalı, fakat bunlar diğer unsurlara yer bırakacak şekilde basitleştirilmelidir, çünkü fennin mümkün kıldığı yeni dünya bu unsurlar olmadan asla yaratılamaz. Terbiyede «hümanist» unsurların faydalı unsurlardan daha az önemli olduğunu söylemek istemiyorum. Büyük edebiyat, cihan tarihi, müzik, resim, ve mimari hakkında bir şeyler bilmek, zihnin yaratıcılığı tamamıyla geliştirilmek isteniyorsa, elzemdir. Ancak zihnin yaratıcı melekesi vasıtasıyladır ki insanlar dünyanın ne olabileceğinden haberdar olabilirler; onsuz «ilerleme» mekanik ve önemsiz olur. Fakat fen de, zihnin yaratıcı melekesini kamçılayabilir. Ben çocukken astronomi ve jeoloji bu bakımdan bana, şaheserleri hiçbir alâka duymadan zorla okutturulan İngiliz, Fransız ve Alman edebiyatlarından daha müessir oldu. Bu şahsî bir meseledir: bir kız veya çocuk bir kaynaktan hız alır, başka biri başka bir kaynaktan. Teklif etmek istediğim şey şudur: bir konuya hâkim olmak için güç bir teknik elzem olduğu zaman, uzmanların yetiştirilmesinde müstesna, konunun faydalı olması daha iyidir. Renaissance devrinde yaşayan dillerin pek büyük edebiyatları yoktu, şimdi vardır. Grek geleneğinin değerinin çoğu Grekçe bilmeyenlere anlatılabilir; Lâtin geleneğine gelince, onun değeri zaten pek büyük değildir. Bunun için ben, büyük istidat sahibi olmayan çocuklar için, terbiyede «hümanist» unsuru büyük öğrenme güçlükleri arz etmeyen yollardan temin etmeğe taraftarım; terbiyenin zor kısmı, daha sonraki yıllarda, kaide olarak, matematik ve fenne münhasır kalmalıdır. Fakat her ne zaman kuvvetli bir temayül veya hususi bir kaabiliyet diğer yöne dönerse, onun için istisna yapmalıyız. Her şeyden önce dışına çıkılmayan sim sıkı kaidelerden sakınmalıyız.
Bu vakte kadar, ne çeşit bilgi verilmesi gerektiğini araştırdık. Şimdi kısmen öğretim metodlarıyla, kısmen ahlâk terbiyesi ve karakter terbiyesi ile ilgili bir takım meselelere geliyorum. Burada artık politika ile değil, psikoloji ve ahlâk ile ilgiliyiz. Psikoloji, son zamanlara kadar, sadece akademik bir mevzu idi. Pratik işlere pek az tatbik ediliyordu. Şimdi bunun hepsi değişti. Meselâ bugün, sınai psikoloji, klinik psikolojisi, terbiye psikolojisi var ki hepsi pratik bakımdan en büyük önemdedirler. Psikolojinin yakın gelecekte müesseselerimiz üzerindeki tesirinin süratle artmasını umar ve bekleyebiliriz. Terbiyede şimdiye kadar tesiri hem büyük, hem de faydalı olmuştur.
İlkin «disiplin» meselesini ele alalım. Eski disiplin fikri basitti. Bir çocuğa sevmediği bir şeyi yapması veya sevdiği bir şeyi yapmaması emrolunurdu. itaat etmezse bedenî cezaya çarpılır veya bazı hallerde, yalnız başına su ve ekmekten başka bir şey verilmeyerek hapsedilirdi. Meselâ, Fairchild ailesinde küçük Henry’ye nasıl Lâtince öğretildiğini anlatan sahifeleri okuyunuz. Kendisine bu dili öğrenmezse katiyen papaz olamayacağı söylenmişti, buna rağmen çocuk babasının arzu ettiği şekilde kitabına sarılmıyor, derslerine çalışmıyordu. Bunun üzerine tavan arasında bir odaya kapatılıp kendine yalnız ekmekle su verildi, kız kardeşleri ile konuşması yasak edildi. Onlara Henry'nin gözden düştüğü ve ona küsmeleri söylendi. Bununla beraber onlardan biri ona yiyecek götürdü. Uşak bunu haber verdiği için kızın başı da belâya girdi. Hapiste bir müddet kaldıktan sonra çocuk, bize söylendiğine göre, Lâtinceyi sevmeğe başladı ve ondan sonra hiç durmadan çalıştı. Bununla Çehov’un bir kedi yavrusuna fare yakalamayı öğretmeğe uğraşan amcası hakkındaki hikâyesini karşılaştıralım. Çehov’un amcası kedi yavrusunun bulunduğu odaya bir fare getirir, fakat yavrunun avcılık insiyakı henüz gelişmediği için fareye aldırış bile etmez. Bunun üzerine yavruyu döver. Ertesi gün aynı ameliye tekrar edilir, ertesi gün yine, daha ertesi gün yine dövülür. Nihayet profesör yavrunun beyinsiz ve öğrenmeye kabiliyetsiz olduğuna inanır. Büyüdüğü zaman bu kedi yavrusu diğer bakımlardan gayet normal olduğu halde bir fare gördü mü korkudan terler içinde kalır, kaçacak yer ararmış. Çehov «Kedi yavrusu gibi ben de amcamdan Lâtince öğrenmek şerefine nail oldum» diye sözlerini bitirmektedir. Bu iki hikâye eski disiplinle ona karşı modern isyanı gayet iyi belirtmektedir.
Fakat modern terbiyeci de disiplinsiz yapamaz, ama onu yeni usullerle temin eder. Bu mevzuda, yeni usulleri tetkik etmeyenler yanlış fikirlere saplanabilirler. Ben daima Madam Montessoti’nin disiplini ortadan kaldırdığını sanırdım ve bir oda dolusu çocuğu nasıl idare edebileceğine şaşardım. Usullerini anlattığı kitabını okuyunca, disiplinin okulda bâlâ önemli bir yer işgal ettiğini ve onu ortadan kaldırmağa teşebbüs edilmediğini gördüm. Üç yaşındaki oğlumu sabahları bir Montessori okuluna gönderdiğim zaman onun çok geçmeden daha disiplinli bir insan oluverdiğini ve okul nizamlarına severek itaat ettiğini gördüm. Fakat dışarıdan bir zorlama olduğu hakkında en küçük bir duygusu yoktu: nizamlara tıpkı bir oyunun kaideleri göziyle bakıyor, eğlenme vasıtası olarak riayet ediyordu. Eski kanaat şuydu: çocuklar katiyen öğrenmek istemezler, ancak korku ile öğrenmeğe zorlanabilirler. Bunun pedagojide beceriksizlikten ileri geldiği anlaşılmıştır. Öğrenilecek şeyleri — meselâ, okuma yazmayı — münasip merhalelere ayırmakla, her merhale orta zekâda bir çocuğa hoş gelecek şekle sokulabilir. Çocuklar istedikleri şeyleri yaparlarken ise, tabı atiyle, dış disipline hiç ihtiyaç yoktur. «Hiçbir çocuk diğer bir çocuğun işine karışmamalı» gibi birkaç basit kaide kolayca anlaşılır ve mâkul oldukları görülür, bu sebeple bunlara riayet ettirmekte hiçbir güçlük çekilmez. Bu suretle çocuk kısmen iyi itiyatların, kısmen sonunda kazançlı çıkacağı için, bazen ilk içtepiye (ilca) mukavemet etmenin faydalı olduğunu anlamaktan ibaret olan nefis disiplinini elde eder. Herkes bu nefis disiplinin daima oyunlarla kolayca elde edildiğini bilir, fakat bilgi elde etmenin aynı saikleri harekete getirerek yeter derecede alâkalı yapılabileceğini kimse bilmezdi. Buradaki pedagojik keşifleri yapmak için dehaya lüzum vardı, ama onları tatbik edecek öğretmenlerin dâhi olmalarına lüzum yoktur. Onlara yalnız iyi yetişme ve bir de pek nadir olmayan derecelerde sabır ve sempati lâzımdır. Esas fikir basittir: doğru disiplin, dışarıdan zorlamakla değil, arzu edilmeyen faaliyetlerden ziyade arzu edilen faaliyetlere kendiliğinden götüren zihin ihtiyatları demektir. Hayret veren şey bu fikri terbiyede tatbik için teknik usuller bulmakta gösterilen büyük başarıdır. Bunun için, Madame Monetessori övülmeye değer.
İnsanların esas itibariyle günah işlemeğe meyilli oldukları hakkındaki inancın zayıflaması terbiye metotlarındaki değişikliğe çok tesir etmiştir. Eski ve şimdi kaybolmaya yüz tutmuş kanaate göre biz Tanrının gazabına uğramaya mahkûm ve fenalıklarla dolu olarak dünyaya gelmişiz; iyi insanlar olabilmemiz için Tanrının sevgili kulları olmak zorundayız, bu da sık sık cezaya uğramakla hızlandırılır. Yenilerin çoğu bu teorinin babalarımızın ve büyük babalarımızın terbiyesine ne kadar tesir ettiğine güç inanırlar. Dean Stanley’nin yazdığı cDr. Arnold'un Hayatı»ndan iki parça onların yanıldığını gösterecektir. Stanley, Dr. Arnold’un en sevdiği talebesiydi. «Tom Brown’ın Okul Günleri» adlı romanda uslu çocuk Arthur onun portresidir. O elinizdeki bu kitabı yazanın kuzeni oluyordu ve çocukken ona Westminster kilisesini gezdirmişti. Dr. Arnold İngiltere’nin dikleri zaman Hindistan yerlilerini kamçılamaktan çekinmeyeceklerdir.
Diğer bir parça daha var ki «Victoria Devrinin Meşhur Adamları» adlı eserde Mr. Strachey tarafından kısmen iktibas edilmiş olmakla beraber, ben burada uygunluğu yüzünden, tekrar etmekten kendimi alamıyorum. Dr. Arnold bir tatil esnasında Como gölünün güzelliklerini seyrediyormuş. Bunların karşısında neler düşündüğünü karısına yazdığı bir mektupda şöyle anlatıyor:
«Etrafımdaki harikulade güzelliğe bakıp sonra da ahlakî fenalık hakkında düşünmek hemen hemen korkunç bir şey. Bana öyle geliyor ki sanki cennet ile cehennem, büyük bir uçurumla birbirinden ayrılacağı yerde, mutlak surette birbirinin sınırlarına değiyor ve gerçekten de her birimizden pek uzak değil. Keşke ben de ahlakî fenalık duygusu, dış güzelliklerden aldığım zevk kadar kuvvetli olsaydı! Çünkü ahlakî fenalığı derin bir şekilde duyuş, bize belki her şeyden fazla, Tanrı hakkında bizi kurtaracak bilgiyi verir! Ahlakî iyiliğe hayran olmak büyük bir şey değildir; ona hayran olduğumuz halde riayet etmeye biliriz; fakat kötülükten, içinde kötülük olanlardan değil, fakat onların içinde çöreklenmiş kötülükten, çok daha açık ve kesin şekilde kendi bilgimizle nefret edersek —işte bu Tanrı ve İsa’yı anlamak, Tanrının Ruhuyla ruhlarımızı ahenge getirmektir. Heyhat! bunu görüp söylemek ne kolay ama yapmak ve duymak ne kadar güç; bunlara kimin gücü yeter?
 Hiç kimsenin, ancak kendi gücünün yetmediğini duyan ve ıstırap çeken adamın. Tanrı sizleri takdis etsin, sevgili karıcığım ve çocuklarım.»
Bu fıtraten şefkatli adamın kendisini pişmanlık duymadan küçük çocukları kamçılıyabibilecek sadist bir hale zorla getirmesini ve bütün bunları da esası sevgi olan dine riayet kaygusuyle yapmasını görmek acıklı bir şeydir. Ferdin aldandığım görmek acıdır, ama onun «ahlakî kötülükten» nefret havası yaratmakla dünyanın başına belâ ettiği zalim nesilleri düşündüğümüz zaman iş fecidir. Unutmayalım ki «ahlakî kötülüğün» içinde çocukların itiyadî tembelliği de vardır. Doğru kimselerin «ahlakî kö tülüğü» haklı olarak cezalandırmak vehmiyle çıkardıkları harpler, yaptıkları işkenceler ve zulümler aklıma geldikçe tüylerim ürperiyor. Tanrıya şükürler olsun ki artık terbiyeciler küçük çocukları «şeytanın kolları» saymıyorlar. Yetişkinlere karşı harekette, bilhassa suçları cezalandırmada, bu fikir hâlâ hâkimdir; fakat çocuk odalarında ve okulda hemen hemen yok olmuştur.
Dr. Arnold’un düştüğü hatanın aksi bir hata var. Çok daha zararsız olmakla beraber yine de ilim bakımından bir hatadır. Bu da çocukların doğuştan iyi oldukları ve ancak büyüklerin kusurlarını görerek bozuldukları hakkındaki kanaattir. Bu görüş eskiden beri Rousseau'ya atfediliyor; ihtimal o soyut olarak buna inanıyordu, fakat Emile’i okuduğumuz zaman, sistemin yetiştireceği mükemmel kimse olmadan önce, öğrencinin ahlâk terbiyesi görmeye ihtiyacı olduğunu görüyoruz. Gerçek şudur ki çocuklar doğuştan ne «iyi» ne de «kötü» dürler. Onlar yalnız refleksler (tepkiler) ve birkaç insiyakla doğarlar; bunlardan, muhitin tesiriyle itiyatlar teşekkül eder. Bu itiyatlar ya sağlam, ya marazi olabilirler. Hangisinin olacağı esas itibariyle anneler veya dadıların iz’anına bağlıdır, çünkü çocuk tabiatı, ilkte, hemen hemen inanılmayacak kadar istenilen şekli almağa müsaittir. Çocukların pek büyük bir kısmında iyi bir yurttaş olmak için gerekli ham madde, aynı zamanda bir canî olmak için de gerekli ham madde vardır. İlmî psikoloji gösteriyor ki hafta günlerinde dayak, pazar günlerinde vaiz, çocukları faziletli yapmak için ideal teknik değildir. Fakat bundan, böyle bir gaye için hiçbir teknik yoktur mânası çıkarılmamalıdır. Eski terbiyecilerin çocuklara işkence etmekten zevk aldıkları hususunda Samuel Butler’in ifade ettiği kanaate mukavemet güçtür; aksi halde faydasız ıstırap çektirmekte bu kadar uzun zaman ısrar edebildiklerini anlayamayız. Sıhhatli bir çocuğu mesut etmek güç değildir, çocukların çoğu zihin ve bedenlerine iyi bakıldığı takdirde sıhhatli olurlar. Çocuklukta saadet en iyi tip insan yaratmak için mutlaka lâzımdır. Dr. Arnold’un bir nevi «ahlakî kötülük» saydığı itiyat haline gelmiş tembellik, çocuğa terbiyenin kendisine bilmeğe değer bir şey öğrettiği hissettirilirse, ortadan kalkar. *
* İhtimal Dr. Arnold’un öğrencileri adenoid’den muztariptiler. Bu hastalık itiyadi olarak tembellik tevlit etmekle beraber hiçbir doktor bunun için kamçılamayı ilave olarak tavsiye etmez.
Fakat verilen bilgi kıymetsizse ve onu verenler de gaddar ve zalim görünürlerse çocuk elbette Çehov’un kedi yavrusu gibi hareket edecektir. Her çocukta bulunan öğrenmek hevesi ki bu onun yürüme ve konuşma için sarf ettiği cehdden de anlaşılır terbiyede muharrik kuvvet olmalıdır. Bu muharrik kuvvetin, dayağın yerine konması devrimizin en büyük ilerlemelerinden biridir.
Bu beni modern temayüllerin bu ilk gözden geçirilişinde göstermek istediğim son noktaya getiriyor — bebekliğe verilen daha büyük önemi kasdediyorum. Bu karakter terbiyesi hakkındaki fikirlerimizde husule gelen değişikliklerle sıkı sıkıya ilgilidir. Eski kanaate göre fazilet esas itibariyle iradeye bağlıdır: biz fena arzularla doluyuz ve bunları sırf irade melekesiyle kontrol ederiz. Anlaşıldığına göre fena arzuları köklerinden söküp atmak imkânsız sayılıyordu: yapabileceğimiz tek şey onları kontrol etmekti. Durum tıpkı cani ile polisin durumuna benziyordu. Hiç kimse canisiz bir cemiyetin mümkün olabileceğini sanmıyordu; yapılabilecek yegâne şeyin iyi bir polis kuvveti bulundurmak ve bu suretle halkın çoğunu korkutarak suç işlemelerini önlemekti, suç işleyen birkaç kişi de yakalanıp cezalacacaktı. Modern psikolojik kriminolojisi bu fikirle kanaat etmez; o suç işleme içtepisinin, çok hallerde, uygun bir terbiye ile, gelişmesine mâni olunabileceğine inanır. Cemiyet için doğru olan bu şey fert için de doğrudur. Çocuklar, bilhassa, büyükleri ve arkadaşları tarafından beğenilmek isterler; kaide olarak, onların iyi veya fena yönlerde, içinde bulundukları vaziyetlere göre, geliştirilebilecek içtepileri vardır. Üstelik, onlar yeni itiyatların teşekkülü kolay olan bir çağdadırlar; iyi itiyatlar ise fazilete büyük bir kısmını hemen hemen otomatik bir hale koyabilirler. Diğer taraftan, fena arzuları şahlanmış olarak bırakan ve tezahürlerini önlemek için yalnız irade kudretini kullanan eski tip faziletin, fena hareketleri gemlemek hususunda tatmin edici bir usul sağlamadığı görülmüştür. Fena arzular, tıpkı önü tıkanmış bir nehir gibi, iradenin gözetleyici gözünden kaçmış diğer bir çıkış yeri bulurlar. Delikanlılığında babasını öldürmeği tasarlamış olan bir kimse, sonradan çocuğuna dayak atmaktan zevk alır, ve bunu «ahlakî kötülüğü» cezalandırıyorum sanarak yapar. Zulmü haklı göstermeğe uğraşan teorilerin menşei hemen daima irade tarafından tabiî mecrasından çıkarılmış ve yer altına sürülmüş bir arzudur. Bu arzu en sonunda günahtan nefret veya buna benzer güzel bir şey gibi tanınmayacak bir kılıkla ortaya çıkar. Bunun için fena arzuların irade ile kontrolü, bazı defa lüzumlu olmakla beraber, bir fazilet tekniği olarak kifayetsizdir.
Bu düşünceler bizi psiko analiz sahasına getirir. Psiko analiz’in teferruatında pek çok şeyler var ki ben hayalî ve yeter delillerle desteklenmemiş buluyorum, Fakat umumi metod bana pek önemli, ve ahlâk terbiyesinde doğru usuller yaratılmasına elzem görünüyor. Birçok pisikoanalizcilerin ilk çocukluk çağına verdikleri önem bana mübalâğalı gözüküyor; bazan sanki karakter çocuk üç yaşına gelinceye kadar değişmeyecek şekilde tesbit edilirmiş gibi konuşuyorlar. Ben eminim ki bu doğru değildir. Fakat bu hatâ zararlı da değildir, çünkü ilk çocukluk pisikolojısi mazide ihmal edilmiştir; gerçekten moda olan zihniyeci metodlar bunun hemen hemen imkânsız yapıyordu. Meselâ uyku gibi bir meseleyi ele alalım. Bütün anneler çocuklarının uyumalarını isterler, çünkü hem çocuklarının sıhhatleri için iyidir, hem de anneler için kolaylıktır. Bunun için bir teknik bulmuşlardır: beşik sallarlar, ninniler söylerler. Bu tekniğin esas itibariyle yanlış olduğunu keşfetmek, meseleyi ilmi bakımdan inceleyen erkeklere düşmüştür, çünkü her hangi belirli bir günde başarı ile neticelenmekle beraber, bu teknik fena itiyatlar yaratır. Her çocuk kendi hakkında telâş, heyecan gösterilmesine bayılır, çünkü bu suretle kendi önemi hakkındaki anlayışı tatmin edilmiş olur. Eğer uyumamakla üzerine dikkati çektiğini sezerse, çok geçmeden bu usulü kabul edecektir. Netice hem sıhhate hem karaktere aynı derecede zararlıdır. Burada en önemli iş itiyat teşkilidir: zihinde beşiğin uyku ile birleştirilmesi lâzımdır. Bu tedai yeter şekilde sağlanırsa ve çocuk hasta değilse ve bir yeri ağrımıyorsa, uyanık yatmaz. Fakat bu tedai işinin başarılması epeyce disiplin gerektirir; sırf müsamaha ve tahammülle başarılamaz, çünkü bu, uyanık yatma ile zevkli tedailer yaratır. Buna benzer düşünceler diğer iyi veya kötü itiyatların teşkiline tatbik edilebilir. Bütün bu tetkikler henüz derinleşip olgunlaşmamıştır, fakat önemi şimdiden pek büyüktür ve daha da büyük olacaktır. Açıkça görülüyor ki karakter terbiyesi doğuştan başlamalıdır ve dadılarla cahil annelerin yaptıklarından çoğunun değişmesi lâzımdır. Yine açıkça anlaşılıyor ki kesin öğretime evvelce düşünüldüğünden çok daha erken başlanabilir, çünkü öğretim hoş bir hale getirilebilir ve çocuğun dikkatini yormaz. Bu iki bakımdan terbiye teorisi son yıllarda kökünden değişmiştir. Bu değişmenin faydalı tesirleri, ihtimal yıllar geçtikçe daha aşikâr olacaktır. Bunun için müteakip sahifelerde, ilk çocukluk çağında karakter terbiyesi üzerinde oldukça teferruatlı bir şekilde düşündükten sonra daha ileri yaşlarda verilecek öğretimi ele alacağız. Sh:7-33
Nasıl terbiye edeceğimizi düşünmeden önce, nasıl bir netice elde etmek istediğimizi açıkça bilmemiz lâzımdır. Dr. Arnold «alçak gönüllülük» istiyordu, Aristo’nun «yüksek ruhlu adanmada bu vasıf yoktur. Nietzsche’nin ideali Hıristiyanlığın ideali değildir. Ne de Kant’ınki: çünkü İsa herkesten sevgi isterken, Kant saiki sevgi olan hiçbir hareketin gerçekten iyi olamayacağını öğretir. İyi bir karakterin ne gibi unsurlardan ibaret olacağı üzerine anlaşan kimseler bile onların birbirine nisbetle önemleri hakkında farklı fikirlere sahib olabilirler. Biri cesareti, diğeri bilgiyi, diğer biri şefkati, bir başkası da doğruluğu önemli bulur. Bir adam, büyük Brutus gibi, devlete karşı vazifeyi aile sevgisinden daha üstün tutar; diğer bir kimse ise Konfuçyus gibi, aile sevgisini en başa alır. Bütün bu ayrılıklar terbiyede de farklar hasıl edecektir. En iyi saydığımız terbiye hakkında her hangi kesin bir kanaatimiz olmadan önce ne çeşit bir insan yetiştirmek istediğimiz hakkında bir fikrimiz olmalıdır.
Tabiî olarak, bir terbiyeci budala olur ve hedef tuttuğu neticelerden bambaşka neticelere varabilir. Uriah Heep * öksüzler okulunda verilen alçakgönüllülük derslerinin bir neticesiydi. Bu dersler gayelerinden tamamıyla farklı bir tesir yaratmışlardı.
* Uriah Heep, İngiliz romancısı Charles Dickens’in Davidi Copperfield adlı romanında tasvir ettiği riyakâr bir tiptir. 
Fakat esas itibarile en değerli terbiyeciler oldukça büyük başarı göstermişlerdir. Misal olarak Çin aydınlarını, modern Japonları, Jesuitleri, Dr. Arnold’u, ve Amerikan okullarının siyasetini idare eden kimseleri ele alalım. Bütün bunlar, kendi sahalarında, büyük başarılar elde etmişlerdir. Her birinin hedef tuttukları neticeler tamamıyla farklı oldukları halde esaslı neticeler elde edilmiştir. Terbiyenin göz önünde tutması gereken gayelerin neler oldukları hakkında kendimiz bir karara varmadan önce bu farklı sistemler üzerinde biraz durmak faydalı olabilir.
Ananevi Çin terbiyesi bazı bakımlardan Atina’nın en iyi günlerindeki terbiyeye pek benziyordu. Atinalı erkek çocuklara Homeros başından sonuna kadar ezberletiliyordu; Çinli erkek çocuklar da Konfuçyus klâsiklerini aynı şekilde öğreniyorlardı. Atinalılar tanrılara karşı dış âyinlerden ibaret ve serbest zihnî araştırmalara engel teşkil etmeyen bir nevi saygı öğretiyorlardı. Aynı şekilde, Çinlilere de cetlere  tapışla ilgili birtakım âyinler öğretiliyor, fakat onlar bu âyinlerde mündemiç görünen itikatlara inanmaya mecbur tutulmuyorlardı. Aydın bir yetişkinden ancak sakia ve zarif bir şüphecilik beklenirdi: her şey münakaşa edilebilir, fakat pek müsbet neticelere varmak biraz bayağılık sayılırdı. Fikirler yemekte hoş bir şekilde konuşulabilecek cinsten olmalı, fakat uğurlarında dövüşülecek cinsten olmamalıydı. Cariyle, Eflâtun için «Zionda pek rahat olan Atinalı bir centilmen» diyor. [Zion, eski Kudüs’de bir dağın adıdır. Burada. «Tanrılar arasında» demektir.]  Bu «zion’da pek rahat» olmak vasfı Çin hakimlerinde de görülür ve, umumi olarak, Hıristiyan medeniyetlerin yetiştirdiği hakimlerde bulunmaz. Yalnız meselâ Goethe gibi, Helenizm ruhunu benliğinde temsil etmiş olanlar bundan müstesnadır. Atinalılar gibi Çinliler de hayatın zevkini çıkarmak istiyorlardı ve onların zevk anlayışı ince bir güzellik hissiyle zarafet kazanmıştı..
Bununla beraber, iki medeniyet arasında, umumi konuşursak, Greklerin enerjik, Çinlilerin tembel olmalarından dolayı, büyük farklar vardı. Grekler enerjilerini sanat, ilim ve birbirlerini imhaya hasrettiler ve bunların hepsinde o zamana kadar görülmemiş başarılar elde ettiler. Politika ve yurtseverlikte Grekler enerjileri için pratik saha buldular: bir politikacı kovuldu mu sürgünlerden müteşekkil bir çetenin başına geçer, doğduğu şehre saldırırdı. Bir Çin memuru azledildiği zaman, dağlara çekilir, kır hayatının zevkleri üzerinde şiirler yazardı. Bu yüzden Grek medeniyeti kendi kendini yıktı, fakat Çin medeniyeti ancak dışarıdan yıkılabildi. Ama bu farklar yalnız terbiyeye atfedilemezler, çünkü Konfuçyanizm Japonyada hiçbir zaman Çin aydınlarının vasfı olan uyuşuk kültürlü şüpheciliği yaratmadı. Bir nevi Faubourg Saint Germain teşkil eden Kyoto asilzadelerini bundan müstesna tutmalıyız.
Çin terbiyesi istikrar ve sanat yarattı; terakki ve fen yaratamadı. Belki bu şüphecilikten ne bekleneceği hakkında bize bir fikir verebilir. Kuvvetli inançlar ya terakki, ya felâket tevlid ederler, fakat istikrar değil. İlim ananevi itikatlara hücüm ettiği zaman bile, kendine mahsus inançlara maliktir ve ebedî şüphecilik havasında güç gelişebilir. Modern icatların birleştirdiği kavgacı bir dünyada, millî varlığı muhafaza için enerjiye lüzum vardır. İlim ve fen olmadan demokrasi olamaz: Çin medeniyeti tahsil görmüş küçük bir azınlığa münhasır kalmıştı, Grek medeniyeti ise köleliğe dayanıyordu. Bu sebeplerden dolayı, Çin’in eski terbiyesi modern dünyaya uygun değildir ve bizzat Çinliler tarafından terk edilmiştir. Bazı bakımlardan Çin aydınlarına benzeyen kültürlü on sekizinci asır centilmenleri aynı sebeplerden dolayı ortadan kaybolmuşlardır.
Bugünkü Japonya bize bütün büyük devletlerarasında hâkim olan bir temayülü en açık şekilde gösteren bir örnektir —yani millî büyüklüğü terbiyenin en yüksek gayesi sayan temayülü. Japon terbiyesinin gayesi ferdin ihtiraslarını terbiye ederek devlete bağlı ve elde ettikleri bilgi ile ona faydalı yurttaşlar yetiştirmektir. Bu iki gayeye erişmek için gösterilen meharet ne kadar övülse azdır. Komodor Perry’nin filosu geldiği günden itibaren Japonlar kendilerini gayet güç koruyabilecek bir duruma düşmüşlerdi; başarıları usullerinin doğru olduğunu ispat eder, meğerki biz nefis müdafaasını fena bir şey sayalım. Fakat yalnız ümitsiz bir durum onların terbiye usullerini haklı gösterebilir, yakın bir tehlikenin tehdid etmediği bir millet için bu usul bir suç teşkil eder Üniversite profesörlerinin bile hakkında sual soramadığı Şinto dininde İncilin Tekvin babında olduğu kadar şüpheli tarih vardır; Japonya’daki teolojik istibdadın yanında Dayton muhakemesi solda sıfır kalır. Aynı şekilde bir ahlaki istibdat vardır: milliyet, Mikadoya ibadet, v.s. hakkında sual sorulamaz ve bu yüzden birçok bakımlardan ilerleme hemen hemen mümkün değildir. Bu çeşit dar çerçeveli bir sistemin büyük tehlikesi ilerlemenin yegâne usulü olarak ihtilâli teşvik etmesidir. Bu tehlike, yakın olmamakla beraber, gerçekten vardır ve sebep çok defa terbiye sistemidir. Bu suretle modern Japon ya da eski Çin’dekinin tam aksi bir kusur göze çarpıyor. Çin aydınları çok fazla şüpheci ve tembel oldukları halde, Japon terbiye sisteminin mahsulleri de aşırı derecede dogmatik ve enerjik olabilirler. Terbiye ne şüpheciliğe, ne de «dogma» ya sessizce muvafakat yaratmamalı. Onun yaratacağı şey bilginin bir dereceye kadar, güç olmakla beraber, elde edilebileceği; belirli bir zamanda bilgi sandığımız şeylerden çoğunun az çok yanlı; olabileceği; fakat yanlışların dikkat ve çalışma ile düzeltilebileceği hakkında bir inanıştır. İnanışlarımıza göre hareket ederken küçük bir hatanın felâket demek olacağı yerde pek ihtiyatlı olmalıyız; buna rağmen inanışlarımıza göre hareket etmeliyiz. Bu ruh haleti oldukça zordur: za’fa uğramamış bir duygu ile yüksek bir zihnî kültür ister. Güç olmakla beraber, imkânsız değildir; gerçekte bu İlmî mizaçtır. Bilgi, diğer iyi şeyler gibi, güç fakat imkânsız değildir. Dogmatist güçlüğü unutur, şüpheci imkânı inkâr eder. Her ikisi de yanılıyorlar ve hataları umumileşirse, sosyal bir felâket olur.
Jesuitlar, [cizvitler] tıpkı bugünkü Japonlar gibi, terbiyeyi bir müessesenin—yani Katolik Kilisesinin— gelişmesini temin için kullanmak hatasına düştüler. Onlar esas itibariyle öğrencinin kendi iyiliği ile ilgilenmediler, fakat onu Kilisenin iyiliği için bir alet yapmağa uğraştılar. Teolojilerini kabul edersek, onları tenkid edemeyiz: insanları cehennemden kurtarmak her hangi bir dünya işinden daha mühimdir ve ancak Katolik Kilisesi bunu başarabilir. Fakat bu «dogma» yı kabul etmeyenler Jesuit terbiyesi hakkında hükümlerini onun neticelerine göre vermelidirler. Bu neticeler, açık söylemek lâzım gelirse, bazen Uriah Heep kadar istenilmez nevidendirler: Voltaire, Jesuit usullerine göre yetişmişti. Fakat esas itibarile ve uzun müddet, istenilen neticeler elde edildi: Fransada reformasyoa'a karşı isyan ve Protestanlığın çökmesi esas itibarile Jesuitlerin gayretlerine affedilmelidir. Bu neticelere varmak için onlar sanatı hissi, düşünceyi sathi ve ahlâkı gevşek bir hale getirdiler; neticede, yaptıkları zararı ortadan kaldırmak için Fransız İhtilâline lüzum hâsıl oldu. Terbiyede suçları, talebelerine karşı sevgi ile değil fakat daha başka maksatlarla hareket etmelerinde idi.
Ingiliz «public» okullarında bugüne kadar devam eden Dr. Arnold’un sisteminde diğer bir kusur vardı: bu sistem aristokratikti. Gaye, yurtta veya imparatorluğun uzak yerlerinde, selâhiyet ve kudret mevkileri için insan yetiştirmekti. Bir aristokrasi, yaşıyacaksa, bazı faziletlere malik olmalıdır: bunlar okulda verilecekti. Yetiştirilen enerjik, stoik, bedenen sağlam, bazı değişmeyen inançları olan, yüksek bir doğruluk seviyesine ulaşmış ve dünyada önemli bir vazifesi olduğuna inanmış olacaktı. Şaşılacak derecede, bu neticeler elde edildi. Zekâ bunlara feda edildi, çünkü zekâ şüphe doğurabilirdi. Merhamet duyguları feda edildi, çünkü «aşağı» kavimleri yahut sınıfları idarede zararlı olabilirdi. Şefkat sertlik hatırı için, muhayyile metinlik hatırı için feda edildi. Değişmeyen bir dünyada, netice İspartalıların meziyet ve kusurlarını haiz daimi bir aristokrasi olabilirdi. Fakat aristokrasinin modası geçmiştir, bugün tâbi halklar en akıllı ve en faziletli hükümdarlara bile boyun eğiniyorlar. Hükümdarlar zulme sürükleniyor, zulümde daha büyük isyanlara yol açıyor. Modern dünyanın muğlâk ve karışık oluşu her gün daha fazla zekâya ihtiyaç duyurmaktadır ve Dr. Arnold zekâyı «fazilete» feda etmiştir. Waterloo savaşı Eton kolejinin oyun sahalarında kazanılmış olabilir, ama Britanya İmparatorluğu o sahalarda kaybedilmektedir. Modern dünyanın daha fazla muhayyile kudreti, daha fazla zihin inceliği olan, bulldog cesaretine daha az, fakat teknik bilgiye daha ziyade inanı olan başka bir tipe ihtiyacı vardır, istikbalin idare âmiri hür yurttaşların hizmetkârı olmalıdır, hayran tebaasının hayırhah bir hükümdarı değil. İngiliz yüksek terbiyesi içine iyice yerleşmiş olan aristokratik anane onun felâketine sebeb olacaktır. İhtimal bu anane tedricen ortadan kaldırılabilir; belki de eski terbiye müesseseleri kendilerini yeni şartlara uyduramayacaklardır. Bunun hakkında bir fikir ileri sürmeğe cesaret edemem.
Amerikan okulları şimdiye kadar büyük ölçüde girişilmeyen bir işi muvaffakiyetle başarmışlardır: birbirinden farklı birçok insanları mütecanis bir millet haline getirmek işini. Bu o kadar büyük bir iktidarla yapılıyor ve öyle faydalı bir iştir ki neticede bunu başaranları dilimizin döndüğü, gücümüzün yettiği kadar övmeliyiz. Ama Amerika Japonya gibi, özel bir durumdadır, özel hallerin haklı gösterdiği şey her yerde re her zaman ardından koşulacak bir ideal olamaz. Amerika’nın bazı üstünlükleri ve bazı güçlükleri vardı. Üstünlükleri şunlardır: daha yüksek bir refah seviyesi; harpte yenilmek tehlikesinden korkusuzluk; Orta Çağdan kalma serbest harekete engeller koyan ananelerin nisbeten az oluşu. Göçmenler Amerika’da genel olarak yaygın bir demokrasi duygusu ile gelişmiş bir sanayi tekniği buldular. Sanırım ki bunlar onların Amerika’ya kendi doğdukları memleketlerden ziyade hayran olmalarının başlıca iki sebebidir. Fakat, kaide olarak, asıl göçmenler iki taraflı bir yurtseverlik muhafaza ediyorlar; Avrupa harplerinde esas itibariyle ait oldukları milletin tarafını hararetle tutmaya devam ediyorlar. Çocukları ise, aksine, babalarının geldiği memlekete karşı her türlü bağlılığı kaybederek sadece Amerikalı oluyorlar. Anne babanın takındığı tavır Amerika’nın umumi meziyetlerine atfedilebilir; çocuklarınki ise pek büyük bir kısmı itibarile okuldaki terbiye ile tâyin edilir. Bizi ilgilendiren yalnız okulun yaptığı tesirdir.
Okul, Amerikanın gerçek meziyetlerine güvenebildiği takdirde, Amerikan yurtseverliği öğretilmesini, yanlış ölçüler verildiği fikriyle birleştirmeğe lüzum yoktur. Fakat eski dünyanın yenidünyaya üstün olduğu hallerde gerçek mükemmelliklere karşı bir istihkar öğretmek gerekli olur. Batı Avrupa’da fikir hayatı seviyesi, Doğu Avrupa’da sanat seviyesi, genel olarak, Amerika’dan daha yüksektir. İspanya ve Portekiz hariç, bütün batı Avrupa’da dine dair bâtıl idkadlar Amerika’dan daha azdır. Hemen bütün Avrupa memleketlerinde fert, Amerika’da olduğundan daha az sürü tahakkümüne tâbidir: onun siyasi hürriyeti az olduğu yerlerde bile iç hürriyeti daha büyüktür. Bu bakımlardan, Amerikan okulları zararlıdırlar. Diğer bütün şeyleri atarak yalnız Amerikan yurtseverliği öğretmek esas itibarile zararlıdır. Zarar, Japonlar ve Jesuitlerde [cizvitler] olduğu gibi, öğrencileri kendiliklerinden bir gaye değil, bir gayeye vasıta saymaktan ileri gelmektedir. Öğretmen çocuklarını devletinden veya dininden daha çok sevmelidir; yoksa o ideal bir öğretmen olamaz.
«Öğrenciler birer vasıta değil, birer gaye sayılmalı» dediğim vakit belki bana «nihayet herkes bir vasıta olarak gaye olmaktan daha önemlidir» diye cevap verenler bulunabilir. Bir gaye olarak bir insan ne ise ölünce yok olur, vasıta olarak ne istihsal ettiyse ebediyete kadar yaşar. Bunu inkâr edemeyiz, fakat ondan çıkarılan neticeleri inkâr edebiliriz. Bir insanın vasıta olarak önemi fenalık veya iyilik için olabilir; insan hareketlerinin uzak tesirleri o kadar belirsizdir ki akıllı bir adam onları hesaplarına katmamaya meyleder. Umumi olarak, iyi kimselerin iyi tesirleri, fena kimselerin fena tesirleri olur: Bu, tabiî, değişmez bir tabiat kanunu değildir. Fena bir adam bir müstebidi öldürebilir, çünkü müstebit onun işlediği cinayetleri cezalandırmak isteyebilir; kendisi ve hareketi fena olmakla beraber, hareketinin tesirleri iyi olabilir. Bununla beraber, umumi bir kaide olarak diyebiliriz ki gerçekten iyi kadın ve erkeklerden ibaret bir topluluk, cahil ve fena kimselerden katışık bir topluluktan daha iyi tesirler yapar. Bu gibi düşüncelerden başka, çocuklar ve gençler insiyaki olarak kendilerinin hakikaten iyiliğini isteyenlere onları sırf bazı plânlar için hammadde sayanlar arasındaki farkı anlarlar. Öğretmende sevgi olmazsa ne karakter, ne de zekâ iyi ve serbestçe gelişemez ve bu çeşit sevgi esas itibariyle çocuğu bir gaye saymakla duyulur. Hepimizde kendilerimiz hakkında bu duygu vardır: kendilerimiz için iyi şeyler isteriz, ama ilkin bunları elde etmekle büyük bir maksadın hasıl olacağına ispat ve delil istemeksizin. Tabiî olarak her şefkatli ana-baba çocukları için aynı şeyi hisseder. Ana-baba çocuklarının büyümesini, kuvvetli ve sıhhatli olmasını, okulda başarı göstermesini v. s., tıpkı kendileri için birtakım şeyler istedikleri gibi isterler; böyle meseleler hakkında zahmete katlanmak hiçbir feragati, cehdi ve hiçbir soyut adalet prensipini istilzam ettirmez. Bu ana babalık insiyakı daima yalnız insanın kendi çocuklarına münhasır değildir. Yayılmış şekliyle, küçük kız ve erkek çocuklara iyi bir öğretmen olacak herhangi bir kimsede bulunabilir. Öğrenciler yaşlandıkça o önemini yavaş yavaş kaybeder. Fakat yalnız buna malik olanlara terbiye plân çizdirilebilir. Boş sebeplerle öldürecek veya öldürülecek insanlar yetiştirmeyi erkek terbiyesinin gayelerinden biri sayanlar açıkça, yayılmış şekliyle, ana baba duygusu olmayanlardır; buna rağmen Danimarka ve Çin müstesna, onlar bütün medeni memleketlerde terbiyeyi kontrol etmektedirler.
Fakat terbiyecinin çocukları sevmesi kâfi değildir; onun insan fazileti hakkında doğru bir anlayışı olması da lâzımdır. Kediler yavrularına fare tutmayı ve onlarla oynamayı öğretirler; militaristler de aynı şeyi insan yavrularıyla yapıyorlar. Kedi yavrusunu sever, ama fareyi sevmez; militarist kendi oğlunu sevebilir, ama memleketin düşmanlarının oğullarını sevmez. Bütün insanlığı sevenler bile iyi bir hayat hakkında doğru fikirleri olmadıkları için hataya düşebilirler. Bunun için, iyice ilerlemeden önce, erkek ve kadında fazilet saydığım şeyler hakkında bir fikir vermeğe çalışacağım, ve bunda tatbik edilebilir veya edilemez olduğunu, yahut ne gibi terbiye metodları ile meydana getirilebileceğini hesaba katmayacağım. Terbiyenin teferruatını düşündüğümüz zaman böyle bir manzara bize sonradan faydalı olacaktır; gitmek istediğimiz yönü bilmiş olacağız.
İlkin iki şeyi ayırt etmeliyiz: bazı vasıflar insanlığın bir kısmı için arzuya değer, bazıları umum için istenir. Sanatkârlar isteriz, fakat aynı zamanda fen adamlarına da ihtiyacımız vardır.
Büyük idareciler isteriz, fakat aynı zamanda saban sürenler, değirmenciler ve ekmekçilere de ihtiyacımız vardır. Herhangi bir sahada büyük bir adam yaratan vasıflar çok defa umuma şamil olsalar arzuya değmeyecek cinstendirler. Shelley bir şairin günlük işini şu sözlerle tasvir ediyor:
Şafaktan karanlığa kadar
Göle akseden güneşin aydınlattığı
Sarmaşık çiçeklerindeki sarı arıları seyreder
Onların ne olduğunu ne düşünür ne de görür.
Bu itiyatlar bir şairde övülmeğe değer, fakat meselâ, bir posta müvezziinde hiç de öyle değildir. Bunun için terbiyeyi herkese bir şair mizacı verecek şekilde ayarlayamayız. Fakat bazı vasıflar umumi olarak arzuya şayandır, ve işte ben bu safhada yalnız bunları ele alacağım.
Ben kadın ve erkek meziyetleri arasında hiçbir fark gözetmeyeceğim. Bebeklere bakmak zorunda olan bir kadın için biraz meslek terbiyesi arzu edilir, fakat bu çeşit fark bir çiftçi ile bir değirmenci arasındaki fark gibidir. Hiçbir derecede esaslı değildir ve bizim şimdiki durumumuzda düşünmeğe değmez.
Ben ideal bir karakterin temelini teşkil ettiğini sandığım dört vasfı alacağım:
hayatiyet, cesaret, hassaslık ve zekâ.
Bu listenin tam olduğunu söylemek istemem, fakat bizi oldukça ileriye götürür sanırım. Üstelik, ben şuna kuvvetle inanıyorum ki gençler beden, heyecan ve zihin bakımlarından doğru bir ihtimam görürlerse, bu vasıfların hepsi pek yaygın bir hale getirilebilir. Bunların herbirini sıra ile ele alacağım.
Hayatiyet zihnî bir vasıf olmaktan ziyade fizyolojik bir vasıftır; sıhhatleri mükemmel olan kimselerde daima mevcut olduğu sanılır, fakat yaş ilerledikçe azalmaya yüz tutar. Mevcut olduğu kimselerde, herhangi belirli hoş bir halden tamamile ayrı, canlı olmaktan duyulan bir haz vardır. Hazların derecesini yükseltir, acıları azaltır. Hâdiselere karşı alâka duymayı kolaylaştırır ve bu suretle aklî selâmet için lâzım olan afakîliği teşvik eder. İnsanlarda gördükleri ve işittikleri ile veya kendi derileri dışında bir şeyle ilgilenmeyerek, sırf kendileriyle meşgul olmaya karşı bir meyil vardır. Bu kendileri için büyük bir talihsizliktir, çünkü en iyi şeklinde can sıkıntısı, en kötü şeklinde melânkoli yaratır; pek müstesna haller bir yana bırakılırsa, o aynı zamanda faydalı olabilmeğe engel olur. Hayatiyet dış dünya ile alâkayı artırır; çalışma kudretini de ziyadeleştirir. Üstelik, hasede karşı bir koruyucudur, çünkü insanın kendi hayatını hoşça yaşanılır bir hale getirir. Haset, insana hayati zehir eden büyük kaynaklardan biri olduğu için, bu hayatiyetin pek önemli meziyetidir. Birçok fena vasıflar tabiîdir ki hayatiyetle beraber gider. .Meselâ sıhhatli bir kaplanın vasıfları. Ve en iyi vasıfların çoğu da onun yokluğu ile uzlaşılabilir: meselâ Newton ve Locke’ta pek az hayatiyet vardı. Bununla beraber bu adamların her ikisinde de asabîlikler ve hasetler vardı ki daha iyi bir sıhhat onları bunlardan kurtarabilirdi. İhtimal Newton’un İngiliz matematiğini yüz yıldan fazla bir müddet kötürümleştiren Leibniz ile bütün tartışması, eğer Newton gürbüz ve alelâde zevklerden faydalanmağa muktedir olsaydı, hiç ortaya çıkmazdı. Bunun için kusurlarına rağmen, ben hayatiyeti bütün insanların sahip olması gerekli vasıflar arasında sayıyorum.
Listemizde ikinci gelen vasfın, yani cesaretin, birçok şekilleri vardır, ve hepsi de karmaşıktır. Korkunun mevcut olmayışı başka bir şeydir, korkuyu kontrol etmek kudreti başka bir şey. Korkunun mevcut olmayışı da, mâkul olduğu zaman başka bir şey, mâkul olmadığı zaman başka bir şeydir. Vehmin olmayışı açıkça iyidir: korkuyu kontrol etme kudreti de öyle. Ama mâkul korkunun yokluğu tartışılabilecek bir meseledir. Fakat bu meseleyi cesaretin diğer şekilleri hakkında birkaç şey söyledikten sonra ele alacağım.
Mâkul olmayan korku birçok kimselerin insiyaki heyecan hayatında olağanüstü büyük bir rol oynar. Patolojik şekillerde, meselâ zulüm manisi, üzüntü kompleksi, v. s. gibi hallerde, deli doktorları tarafından tedavi olunur. Fakat hafif şekillerinde akıllı sayılanlar arasında yaygındır. Etrafta tehlikeler olduğuna dair umumi bir duygu, daha doğru bir tabirle «endişe» olabilir, yahut da fare veya örümcek gibi tehlikeli olmayan şeylerden hususi bir korku olabilir { Çocuklukta korku ve endişe hakkında bk,, meselâ William Stern, İlk Çocukluk Psikolojisi, Bölüm XXXV.}. Eskiden birçok korkuların insiyaki olduğu sanılırdı, fakat şimdi birçok araştırıcılar bundan şüphe ediyorlar. Görünüşe göre birkaç insiyaki korku vardır.  meselâ, büyük gürültülerden korku gibi fakat bunların çoğu ya tecrübeden yahut telkinden ileri geliyor. Meselâ karanlıktan korku tamamıyla telkinden ileri geliyor gibi görünüyor. Belkemikliler, birçoklarına göre, genel olarak tabii düşmanlarına karşı insiyakı bir korku duymazlar, fakat bu heyecan onlara büyüklerden geçer. İnsanlar onları ellerinde yetiştirdikleri zaman, o çeşit hayvanlar arasında umumiyetle görülen korkunun olmadığı görülür. Fakat korku son derecede bulaşıcıdır: çocuklar onu büyüklerden alırlar, hattâ büyükler onu gösterdiklerinden haberdar olmasalar bile. Anne ve dadılardaki korkaklık telkin yoluyla pek çabuk çocuklar tarafından taklidedilir. Şimdiye kadar erkekler kadınların mâkul olmayan korkularla dolu olmasından hoşlandılar, çünkü bu erkeklere, hakiki bir tehlikeye düşmeksizin, koruyucu görünmek fırsatını veriyordu. Fakat bu adamların oğulları annelerini taklid ederek birer korkak oldular, bu çocuklar eğer babaları annelerini hor görmek istememiş olsaydılar, hiçbir zaman kaybetmeyecekleri cesareti sonradan yeniden kazanmağa çalışmak zorunda kalmayacaklardı. Kadının aşağı bir varlık sayılması hesapsız zararlara sebeb olmuştur; bu korku meselesi ancak rastgele alınmış bir tek misaldir.
Ben burada korku ve endişenin asgari hadde indirilmesi yollarını arıyor değilim; bu meseleyi daha sonra ele alacağım. Bununla beraber bu safhada ortaya çıkan bir mesele var: korkuya karşı baskı ile mukabele etmekle yetinelim mi, yoksa daha cezri bir çare mi bulalım?
 Geleneğe bakarsak, aristokrasiler korku göstermeyecek şekilde yetiştirilmişler, tâbi milletler, sınıflar ve cinsler korkak kalmaya teşvik edilmişlerdir. Cesaretin mihengi kabaca «behaviouristic» olmuştur: bir adam savaşta kaçmamalı; «erkekçe spor» larda mahir olmalı; yangınlarda, deniz kazalarında, zelzelelerde, v. s. soğukkanlılığını muhafaza etmeli. Doğru olan şeyi yapmakla kalmamalı, aynı zamanda benzi solmamalı, yahut titrememeli, yahut soluğu kesil memeli, yahut herhangi diğer kolayca göze çarpan korku alâmetleri göstermemeli .Bütün bunları ben son derece önemli sayıyorum. Bütün milletlerin, bütün sınıfların ve bütün kadın ve erkeklerin cesaretli yetiştirildiğini görmek isterim. Fakat kabul edilen metod baskı olursa, o bu usul ile genel olarak ilgili fenalıkları gerektirir. Utanma ve ayıp daima cesaret görünüşü hasıl etmek hususunda kudretli silâhlar olmuşlardır. Fakat bunlar gerçekte ancak korkular arasında bir çarpışmaya sebep olurlar ki bunda halk efkârının vereceği hükme karşı duyulan korkunun daha kuvvetli olması temenni olunur. «Seni bir şey korkuttuğu zamandan gayri zamanlarda hep doğru söyle», çocukluğumda bana bu vecize öğretildi. Korku yalnız harekette değil, duyguda; yalnız şuurlu duyguda değil, fakat şuur  altında da yenilmelidir. Korkuyu yalnız haricen yenmek aristokratları tatmin ediyor, fakat bu, ilcayı şuur altında bırakır ve korkudan olduğu sezilemeyen fena, eğri büğrü tepkilere sebep olur. Ben harpte «mermi şok» unu düşünmüyorum, onun korku ile münasebeti aşikârdır. Ben daha ziyade hâkim sınıfların üstünlüklerini idame için kullandıkları bütün baskı ve zulüm sistemini düşünüyorum. Son zamanlarda Şanghayda bir İngiliz subayı birkaç silâhsız Çin öğrencisinin haber verilmeden arkadan kurşunla öldürülmesini emretttiği zaman, açıkça kendisi de askerden kaçan her hangi bir asker gibi korkuyla hareket ediyordu. Fakat askeri aristokrasiler bu gibi hareketleri psikolojik kaynaklarına irca edecek kadar zeki değildirler; bunları azim ve hakiki cesaret göstermek telakki ederler.
Psikoloji ve fizyoloji bakımından korku ve şiddetli öfke birbirine çok benzer heyecanlardır, şiddetli öfke duyan kimse en yüksek neviden cesareti olan biri değildir. Zenci ayaklanmalarını, komünist isyanlarını ve diğer aristokrasiye karşı tehditleri bastırmakta hemen her zaman gösterilen gaddarlık, korkaklığın bir neticesidir ve bu kusurun diğer daha açık şekillerine karşı gösterilen istihkara lâyıktır. Ben alelâde kadın ye erkeklerin korkusuz yaşayabilecek tarzda terbiye edilmelerinin mümkün olduğuna inanıyorum. Şimdiye kadar yalnız birkaç kahraman ve aziz böyle bir hayat sürmeğe muvaffak oldular; fakat onların yaptığını, yol gösterilecek olursa, başkaları da yapabilir.
Baskıya dayanmayan cesarette birkaç âmil birleşmiş olmalıdır. En önemsizinden başlarsak, sıhhat ve hayatiyet, elzem olmamakla beraber, pek faydalıdırlar. Tehlikeli durumlarda tâlim ve meharet çok arzuya değer. Fakat şu ve bu bakımdan cesareti değil, fakat evrensel cesareti düşünmeğe başladığımız zaman, daha esaslı bir şey istenir, istenen şey izzeti nefis duygusuyla birlikte hayata gayrişahsi bir bakıştır. İzzeti nefisle işe başlayalım. Bazı kimseler içlerinden yaşarlar, bazıları ise ancak komşuları tarafından düşünülen ve söylenilenlerin aynasıdırlar. İkinci çeşit insanlar hiçbir zaman hakiki cesarete sahib olamazlar: onlar hayranlık isterler ve bunu kaybetmekten son derece korkarlar. Eskiden arzuya değer sayılan «alçakgönüllülük», bu aynı kusurun tam aksini hasıl etmek için bir vasıtaydı.
«Alçakgönüllülük» izzeti nefsi öldürüyor, fakat başkalarının saygısına karşı arzuyu öldürmüyordu, o sırf itibari olarak nefsi alçaltmayı, itibar kazanmak için bir vasıta yapıyordu. Bu suretle o riyakârlığa ve insiyakın yanlış yollara sapmasına sebeb oluyordu. Çocuklara düşünmeden itaat öğretiliyordu, onlar da büyüdükleri zaman aynı şeyi başkalarından istiyorlardı. Söylendiğine göre yalnız itaat etmesini öğrenmiş olanlar kumanda etmesini bilirlerdi. Ben şunu teklif ediyorum: kimse itaat etmeyi öğrenmemeli, kimse de emir vermeğe kalkışmamalı. Bundan elbette elbirliğiyle yapılması gereken işlerde önderler olmaması lâzım geldiğini söylemek istemiyorum; fakat onların otoritesi tıpkı bir futbol takımındaki kaptanın otoritesi gibi olmalıdır: müşterek bir gayeyi elde etmek için ona gönül rizasiyle tahammül edilmelidir. Gayelerimiz, dış otoritenin neticesi değil, kendimizin olmalı ve gayelerimiz hiçbir zaman zorla başkalarına kabul ettirilmemelidir. «Kimse emir vermemeli, kimse de itaat etmemeli», dediğim zaman ben bunu anlıyorum.
En yüksek cesaret için bir şey daha gerekir ki ben buna demin «hayata gayrişahsi bir bakış» demiştim. Bütün ümitleri ve korkuları kendi nefsi üzerine toplanmış bir kimse ölüme soğukkanlılıkla bakamaz, çünkü onun bütün heyecan dünyasını yokeder. Yine, burada, bizi kolay ve değersiz baskı usulüne sevkeden bir gelenekle karşılaşıyoruz: velî veya aziz nefis feragatini öğrenmeli, vücuduna eziyet etmeli ve insiyakı hazlardan vaz geçmeli. Bu yapılabilir, ama neticeleri fenadır. Kendisi hazlardan feragat etmiş olan aziz veya velî başkalarının da onları terk etmelerini ister. Bu da kolaydır. Haset şuuraltında kalmakta devam eder ve onu ıztırabın asalet verdiği, bunun için de diğerlerine haklı olarak çektirilebileceği fikrine saptırır. Bu yüzden kıymetler tam manasıyla ters bir şekil alır: iyi olan kötü, kötü olan iyi sanılır. Bütün zararın kaynağı şudur ki iyi yaşama, tabii arzuları ve insiyakları genişletip geliştirmekle değil, menfi bir emre itaatte aranıyor. Beşer tabiatinde bazı şeyler vardır ki bizi hiç bir cehd sarf etmeksizin Nefsimizin ötesine götürür. Bunların en çok görüleni sevgidir, daha özeli ana baba sevgisidir, bazı kimselerde bu bütün insanları kavrayacak kadar genel bir şekil alabilir. Bir diğeri de bilgidir. Galile’nin bilhassa iyiliksever bir adam olduğunu düşünmek için bir sebep yoktur, bununla beraber o ölümü ile yok olmayan bir gaye için yaşadı.
Diğer bir tanesi de sanattır. Fakat gerçekte insanın kendi varlığı dışında her hangi bir şeye karşı duyduğu her alâka onun hayatını o derece gayri şahsi yapar. Bu sebepten, paradoksal görünmekle beraber, geniş ve canlı alâkaları olan bir kimse, hayatı terk etmekte, alâkaları kendi hastalıkları ile sınırlanmış olan zavallı bir evhamlıdan daha az güçlük çeker. Bundan dolayı en mükemmel cesaret, benliğinin, dünyanın ancak küçük bir parçası olduğunu duyan ve bunu kendini hakir görerek değil, fakat kendinden olmayana çok değer vererek hisseden, alâkaları çok olan bir kimsede bulunur. Bu, insiyakın serbest ve zekânın faal olmadığı kimselerde olamaz. İkisinin birleşmesinden gerek zevk düşkünlerinin, gerekse zâhitlerin bilmediği bir görüş genişliği hasıl olur; böyle bir görüş sahibine ölüm ehemmiyetsiz görünür. Böyle bir cesaret müsbet ve insiyakidir, menfi ve zecrî değildir. İşte bu müsbet mânadaki cesareti ben mükemmel bir karakterin başlıca unsurlarından biri sayıyorum.
Listemizdeki üçüncü vasıf hassaslık, bir bakıma alelâde cesareti tashih edici bir mahiyet taşır. Tehlikeleri anlayamayan bir kimse için cesaretli hareket daha kolaydır, fakat böyle bir cesaret çok defa budalalık olabilir. Bilgisizlik ve unutkanlığa dayanan her hangi bir hareket tarzını biz tatmin edici saymayız: mümkün olan en tam bilgi ve düşünme arzuya değer olanın en esaslı kısmıdır. Bununla beraber, bilme ve anlama cephesi zekâ başlığı altında gelir, benim kullandığım mânada hassaslık heyecanlara aittir. Sırf nazari bir tarif şu olurdu ki bir şahıs, birçok münebbihler onda heyecanlar hasıl ettiği zaman, heyecanlı ve duyguludur; fakat böyle geniş bir şekilde anlaşıldığı vakit bu vasıf mutlaka iyi bir vasıf değildir. Eğer hassaslık iyi olacaksa, heyecan tepkisi bir bakıma ona uygun olmalıdır: istenilen şey sırf şiddet değildir. Benim anlatmak istediğim vasıf, birçok şeylerden ve doğru şeylerden zevk veya aksini duymaktır. Doğru şeylerin ne olduğunu izaha çalışacağım. Aşağı yukarı beş yaşındaki çocukların attıkları ilk adım, yiyecek ve sıcaklık gibi, sırf duyum hazlarından, sosyal beğenilme hazlarına geçmektir. Bu haz, meydana çıkar çıkmaz, pek çabuk gelişir: her çocuk övülmeği sever ve kabahatli sayılmaktan nefret eder. Genel olarak herkes tarafından iyi sayılmak arzusu ömür boyunca üstün saiklerden biri olarak kalır, iyi harekete teşvik olması bakımından ve açgözlülük içtepi sine gem vurmak bakımından şüphesiz ki pek değerlidir. Hayranlıklarımızda daha akıllı davransaydık, çok daha da değerli olabilirdi. Fakat en hayran olduğumuz kahramanlar en çok insan öldüren kimseler olmakta devam ettiği müddetçe, hayranlık sevgisi yalnız başına iyi bir hayat için yeter görülemez.
Arzuya değer bir hassaslık şeklinin gelişmesinde ikinci merhale sempatidir. Sırf fizik bir sempati vardır: pek küçük bir çocuk bir kardeşi ağladığı için, ağlar. Bana kalırsa bu, daha ileri gelişmeler için bir esas verir. Gerekli olan gelişmeler şunlardır: ilkin ıstırap çekene karşı hususi bir sevgi beslenmese bile yine sempati duymak; ikinci olarak, ıstırap duyulur derecede mevcut iken değil, sırf vaki olduğunu bilirken onu duymak. Bu genişlemelerin İkincisi büyük bir nispette zekâya bağlıdır. O yalnız iyi bir romanda olduğu gibi canlı ve dokunaklı bir şekilde anlatılan ıstıraba karşı sempati olabilir; diğer taraftan, bir adamı istatistiklerle heyecana getirebilecek kadar ileri gidebilir. Bu soyut sempati kaabiliyeti nadir olduğu kadar önemlidir de. Hemen herkes sevdiği bir kimsenin kanserden ıstırap çektiğini görmekten derin bir keder duyar. Çok kimseler hastanelerde bilmedikleri hastaların ıstırap çektiklerini gördükleri zaman müteessir olurlar. Buna rağmen kanserden ölümün şu ve şu nisbetlere çıktığını okudukları zaman, kaide olarak ancak kendilerinin veya sevdikleri kimselerin hastalığa tutulmalarına karşı geçici bir korku duyarlar. Aynı şey harp için de doğrudur: kendi oğulları veya kardeşleri sakatlandığı zaman onu herkes korkunç sayar, fakat bir milyon kişinin sakatlanmasını milyon kere korkunç saymazlar. Bütün sahsi işlerinde şefkatli olan bir kimse bütün gelirini harbe teşvikten, yahut «geri» memleketlerdeki çocuklara işkenceden kazanabilir. Bütün bu alışık olduğumuz hadiseler sempatinin, çok kimselerde, sadece soyut bir tenbihle uyandırılmamasından ileri gelir, Modern dünyadaki fenalıkların büyük bir kısmı, buna bir çare bulunsa, ortadan kalkardı. Fen uzak diyarlardaki kimselerin hayatlarına tesir etme kudretimizi, onlar için duyduğumuz sevgiyi artırmaksızın, son derece artırmıştır. Farz ediniz ki siz Şanghay’da pamuklu imal eden bir kumpanyanın hissedarısınız. İşiniz çok olabilir ve paranızı bu işe yatırırken yalnız bir malî mütehassısın tavsiyesini tutmuş olabilirsiniz; ne Şanghay, ne de pamuklu sizi alâkadar etmiştir, siz yalnız temettü düşünmüş olabilirsiniz. Ama siz masum insanların öldürülmesine saik olan bir kudretin ortağı olmuşsunuzdur, küçük çocuklar tabiî olmayan tehlikeli işlerde çalıştırıl masalar size temettü verilmeyecekti. Siz aldırış etmezsiniz, çünkü siz bu çocukları hiç görmediniz, ve mücerret bir tenbih de sizi harekete getiremez. işte büyük ölçüde sanayiciliğin bu kadar zalim olmasına, tabi ırkların baskıya maruz kalmasına müsamaha edilmesinin sebebi budur. Soyut tenbihlere karşı hassasiyet yaratan bir terbiye bunları imkânsız yapar.
Buna dâhil edilmesi gereken anlayış hassaslığı ise hemen hemen bir müşahede itiyadıdır. Bu daha tabii olarak zekâ ile birlikte mütalâa edilir. Estetik hassasiyet ise ortaya birçok meseleler çıkarır ki ben bunları bu merhalede ele almak istemiyorum. Bunun için şimdi saydığımız dört vasıftan sonuncusuna geçeceğim. Bu son vasıf zekâ (intelligence) dır.
Geleneksel ahlâkın büyük kusurlarından biri zekâya büyük bir değer vermemesidir. Grekler bu bakımdan hiç yanılmadılar, fakat Kilise faziletten başka hiçbir şeyin önemi olmadığına ve faziletin de indî olarak «günah» diye yaftalanmış olan birtakım hareketlerden sakınmaktan ibaret olduğuna insanları inandırmıştı. Bu inanış devam ettiği müddetçe, insanlara zekânın sunî bir teamüle dayanan «fazilet» ten daha faydalı olacağını anlatmak imkânsızdır. Zekâdan bahsederken ben ona hem mevcut bilgiyi, hem de bilgi edinme kabiliyetini dahil ediyorum. Gerçekten iki şey birbiriyle sıkısıkıya bağlıdır. Cahil yetişkinlere bir şey öğretilemez; meselâ sağlığı koruma, perhiz gibi meselelerde onlar ilmin buluşlarına inanmak kabiliyetinden tamamıyla mahrumdurlar. Bir adam ne kadar bilgili ise onun için bilgi edinmek o kadar kolaydır tabiî dogmatizm ruhile yetiştirilmemiş olmak şartiyle. Cahil insanlar hiçbir zaman zihnî itiyatlarını değiştirmek zorunda bırakılmadıkları için katılaşıp davranışları değişmez bir hale gelmiştir. Onlar yalnız şüphe etmeleri gereken şeylere inanmakla kalmazlar, inanmaları gereken şeylere karşı da o derece itimatsızlık gösterirler. Hiç şüphesiz ki «zekâ» (intelligence) kelimesi edinilmiş bilgiden ziyade esas itibariyle bilgi edinme kabiliyetini ifade eder, fakat ben bu kabiliyetin idmandan başka bir yolla edinilebileceğini zannetmiyorum, tıpkı bir piyanistin veya canbazın kabiliyeti gibi. Tabiî zekâyı işletmeden malûmat vermek de mümkündür, bu yalnız mümkün değil, kolaydır ve sık sık da yapılmaktadır. Fakat malûmat vermeksizin veya hiç olmazsa bilgi edinilmesine sebep olmaksızın zekâyı terbiye etmenin mümkün olmadığına inanıyorum. Zekâsız karmakarışık modern dünyamız idame edilemeyeceği gibi terakki de edemez. Bunun için zekânın işlenmesini eğitimin başlıca maksatlarından biri sayıyorum. Bu malûm bir şey gibi görünürse de hakikatte böyle değildir. Doğru sayılan inançları öğretmek arzusu çok defa terbiyecileri zekâ terbiyesine karşı kayıdsız bırakmıştır. Bunu aydınlatmak için zekâyı biraz daha vazıh bir şekilde tarif etmek lâzımdır, bu suretle onun gerektirdiği zihnî iti yadları keşfedebiliriz. Bu maksatla ben, haklı olarak zekânın tarifi içine girebilecek mevcut bilgi hâzinesini değil, yalnız bilgi edinme kabiliyetini mütalâa edeceğim.
Zihnî hayatın insiyaki temeli tecessüstür. Tecessüs iptidai şekillerinde hayvanlar arasında bulunur. Zekâ uyanık bir tecessüs ister, fakat bu muayyen bir cinsten olmalıdır. Köy komşularını ortalık karardıktan sonra perdeler arasından birbirlerini gözetlemeğe sevk eden cinsten bir tecessüsün pek büyük bir kıymeti yoktur. Dedikoduya karşı duyulan yaygın alâka, bilgi sevgisinden değil, fena niyettendir: hiç kimse başkalarının gizli faziletleri hakkında dedikodu yapmaz, yalnız gizli suçları hakkında yapar. Bunun neticesi olarak dedikoducun çoğu yalandır, ama kimse doğruluğunu tetkik etmeğe lüzum görmez. Komşularımızın günahları, dinin tesellileri gibi, bize o kadar hoş gelir ki durup delilleri yakından tetkik etmeyiz. Asıl tecessüs dediğimiz şeyi, bize gerçek bir bilgi sevgisi ilham eder. Bu iç-tepiyi biz oldukça saf bir şekilde hiç bilmediği bir odaya getirilip her köşeyi, her koltuk ve masayı koklamağa başlayan bir kedinin hareketinde görebiliriz. Bunu daima kapalı bulunan bir dolap ve çekmece açıldığı zaman şiddetli bir alâka duyan çocukların yüzlerinde de görebiliriz. Hayvanlar, makinalar, gökgürültüleri, elle yapılan şeylerin her türlüsü çocukların tecessüsünü uyandırır, onların bilgiye karşı susuzluğu en zeki yetişkini bile mahcup edecek kadar şiddetlidir. Yaş ilerledikçe bu içtepi zayıflar, nihayet' alışılmadık şey insana yalnız tiksinti vermeğe başlar, onunla daha sıkı temas arzususu kalmaz. İşte bu merhalede insanlar memleketin mahva süküklendiğini söylemeğe ve «ben gençken böyle değildi» demeğe başlarlar. O uzak zamandakinin aynı olmayan şey konuşanın tecessüsüdür. Tecessüsün ölmesiyle de faal zekâyı ölmüş sayabiliriz.
Çocukluk çağından sonra tecessüs şiddet ve şümul bakımından zayıflamakla beraber, vasfı bakımından uzun müddet iyileşmekte devam edebilir. Umumi meselelere karşı tecessüs hususi olaylara karşı tecessüsden daha yüksek bir zekâ seviyesi gösterir; umumilik derecesi ne kadar yüksekse zekâ da o kadar büyüktür. (Bununla beraber, bu kaide çok dar mânada anlaşılmamalıdır.) Şahsi menfaatle ilgisi olmayan tecessüs, meselâ, yiyecek bulma isteğile ilgili tecessüsten daha yüksek bir inkişaf seviyesi gösterir. Hiç bilmediği biodaya girip etrafını koklayan bir kedi hiçbir menfaat beklemeyen bir ilim araştırıcısı değildir, belki de o etrafta fare bulunup bulunmadığını anlamak istemektedir. Hiçbir menfaat kaygısı taşımayan tecessüsün en iyi tecessüs olduğunu söylemek belki pek doğru olmaz, fakat tecessüs, başka menfaatlerle doğrudan doğruya ve aşikâr surette ilgili olmadığı, ama ilgisi ancak bir derece zekâ ile anlaşılabildiği zaman en iyi bir tecessüstür. Mamafih bu mesele hakkında karar vermeğe mecbur değiliz.
Tecessüs semereli olacaksa, bilgi edinme tekniğiyle müterafik olması gerektir. Müşahede itiyadı, bilgi edinmek imkânına inanma, sabır ve çalışkanlık da olmalıdır. Esas sermaye olan tecessüs ile dürüst bir zihni terbiye olduktan sonra bunlar kendiliklerinden doğup gelişirler. Fakat, mademki zihnî hayatımız faaliyetimizin ancak bir kısmıdır ve tecessüs daimî surette diğer ihtiraslarla mücadele halindedir, o halde birtakım meziyetlere, meselâ, yeni bilgiye karşı açık zihinli olmaya ihtiyaç vardır. Biz hem itiyat, hem de arzu tesiriyle yeni hakikatler öğrenmeğe karşı hassasiyetimizi kaybederiz; yıllarca kuvvetle inandığımız, aynı zamanda izzetinefsimizi veya herhangi diğer esaslı ihtiraslarımızdan birini tatmin eden şeylere karşı inançlarımızı kolayca değiştiremez hale geliriz. Bunun için yeni bilgilere karşı açık zihinli olmak terbiyenin yaratmaya uğraşacağı vasıflardan biridir. Bugün bu pek mahdut bir ölçüde yapılıyor. 31 temmuz 1925 tarihli The Daily Herald gazetesindeki şu parça bunu pek iyi gösteriyor:
«Bootle okulunda öğretmenler tarafından çocuklara zihinlerini ifsadettiği yolundaki iddiatarım doğru olup olmadığını tahkik için seçilen özel komisyon, tahkikatın neticelerini Bootle Kaza İdare Meclisine arz etmiştir. Komisyon iddiaların hakikat olduğu kanaatine varmakla beraber Meclis «hakikat» kelimesini silmiş, «iddiaların tahkikatı haklı gösterecek mahiyette» olduğunu beyan etmiştir. Komisyonun tavsiye ve Meclisin kabul ettiği bir karara göre bundan böyle yapılacak öğretmen tâyinlerinde adaylar öğrencileri Tanrıya, dine karşı hürmet, memleketin sivil ve dinî müesseselerine saygı gösterecek bir tarzda yetiştirmeği taahhüdedeceklerdir».
Görülüyor ki başka yerlerde ne olursa olsun Bootle’da yeni bilgilere açık bir zihin istenmiyor. Kaza idare Meclisinin yakından programını tatbik için en iyi usuller bulmak üzere Dayton’a (Tennessee) bir heyet göndermesi de beklenebilir. Fakat bu belki lüzumsuzdur. Kararın kaleme alınışından anlaşılıyor ki Bootle’ın aydınlık düşmanlığı üzerinde ders almaya ihtiyacı yoktur.
Cesaret hem zihnî namuskârlık, hem de fizik kahramanlık için elzemdir. Hakiki dünyayı biz zannettiğimizden daha az biliyoruz Hayatımızın ilk gününden itibaren birtakım meşkûk istikralarda bulunuyor, zihnî itiyatlarımızı haricî tabiatın kanunlarıyla karıştırıyoruz. Türlü zihnî sistemler Hıristiyanlık, Sosyalizm, Yurtseverlik, v. s., öksüz yurtları gibi, kölelik mukabilinde bizlere emniyet vermeğe hazırdırlar, Serbest bir zihnî hayat, bir inanca bağlı bir hayat kadar sıcak, rahat ve munis olamaz: ancak bir inanış, dışarıda kış ve fırtına hüküm sürerken, rahat bir ocak başı hissini verebilir.
Bu bizi biraz güç bir meseleye getiriyor: iyi bir hayat ne dereceye kadar sürüden ayrılmalıdır?
 «Sürü insiyakı» tâbirini kullanmakta tereddüd ediyorum, çünkü doğruluğu münakaşa mevzuudur. Fakat nasıl tefsir edilirse edilsin, onun tasvir ettiği fenomenler herkesin bildiği şeylerdir, işbirliği yapmak istediğimizi sandığımız gruptan olanlarla ailemiz, komşularımız, meslektaşlarımız, siyasi partimiz yahut milletimiz aramızın iyi olmasından hoşlanırız Bu tabiîdir, çünkü iş birliği yapmadan hayatın zevklerinden hiçbirini tadamayız. Bundan başka, heyecanlar, bilhassa bir anda birçok kimseler ta rafından duyuldukları zaman, sarıdırlar. Çok az kimse heyecanlı bir toplantıda heyecanlanmadan durabilir Muhalif tarafta iseler muhalefetleri kabarır. Çok kimseler için böyle bir muhalefet, tasvibini kazanacaklarını umdukları bir başka kalabalık mevcut olduğunu bildikleri takdirde, mümkün olur. İşte bunun içindir ki Azizlerle Birleşme fikri din yüzünden zulüm görenlere o kadar büyük bir teselli vermiştir. Kalabalıkla iş birliği yapmak arzusunu tatmin mi etmeliyiz, yoksa terbiye ederken onu zayıflatmayamı uğraşmalıyız?
 Her iki tarafı destekliyecek iddialar ileri sürülmüştür, fakat doğru olan iş, katı bir hükme varmadan önce, ikisi arasında haklı bir nispet bulmak olmalıdır.
Benim kanaatime göre hoşa gitmek ve iş birliği yapmak arzusu kuvvetli ve normal olmalı, fakat bazı mühim zamanlarda diğer arzular onu yenebilmelidir. Başkalarını memnun etmek isteğinin arzuya şayan olduğunu evvelce hassasiyet bahsinde ele almıştık. Bu olmazsa hepimiz birer kaba insan oluruz ve aileden yukarıya doğru, bütün sosyal grupların mevcudiyeti imkânsızlaşır. Çocuklarda baba ve analarının gözlerine girmek arzusu olmasaydı, onları terbiye etmek çok güç olurdu. Heyecanların sarî olmasının da faydaları vardır. Sirayet akıllı bir kimseden budala bir insana olduğu takdirde. Fakat toplu korku ve toplu çılgınlık tabiatiyle faydalının tam zıddıdır. Bundan dolayı heyecanlanma meselesi hiç de basit değildir. Büyük kâşifler sürüye karşı gelmek zorunda kalmışlar, bağımsızlıklarından dolayı düşmanlıklara uğramışlardır. Fakat vasat bir adamın kanaatleri, tek başına düşünüp varacağı kanaatlerden daha az budalaca olur: hiç olmazsa ilimde otoriteye saygı umumiyetle faydalı olmuştur.
Bana kalırsa hal ve vaziyeti normal bir kimsenin hayatında sürü insiyakının hâkim olduğu geniş bir sahanın yanıbaşında bu insiyakın nüfuz edemediği küçük bir saha bulunmalıdır. Bu küçük saha onun özel yetkisi olduğu bölgeyi ihtiva etmelidir. Herkesin hayranlık duymadiği bir kadına hayran olamayan bir insana karşı iyi bir fikir beslemeyiz: bir erkeğin karısını seçerken etrafındakilerin duygularına göre değil, müstakil olarak kendi hislerine göre hareket etmesi gerektiğine inanırız. Umumi olarak insanlar hakkındaki hükümleri komşularının hükümlerine uygunsa bunun ehemmiyeti yoktur, ama aşkta müstakil, kendi duygularına göre hareket etmesi lâzımdır. Diğer yönlerde de bu böyledir. Bir çiftçi kendi ekip biçtiği tarlalarda nelerin yetişip yetişemeyeceği hakkında kendi fikrine uymalıdır. Yalnız bu hükme İlmî ziraat bilgisini edindikten sonra varmış olması şarttır. Bir iktisatçının para tedavülü meselelerinde müstakil bir kanaati olması gerekir, ama vasat bir insanın bu hususta yetkili bir kimseye inanması daha iyi olur. Nerede bir hususî yetki varsa orada kendi başına hareket de olmalıdır. Fakat insan kendini, herkesi uzakta tutacak dikenlerle dolu bir kirpi haline getirmemelidir. Alelâde faaliyetlerimizin çoğu iş birliğine dayanmalı, iş birliğinin de insiyaki bir temeli olmalıdır. Bununla beraber, hepimizin iyice bildiğimiz işlerde kendi başımıza düşünmeyi öğrenmemiz, ve ehemmiyetli olduğuna inandığımız fikirleri hoşa gitmeyeceklerini bilsek dahi, açıkça söylemek cesaretini elde etmemiz lâzımdır. Bu umumi prensiplerin hususi hallere tatbiki, şüphesiz, güç olabilir. Ama insanların burada bahsettiğimiz meziyetlere umumiyetle sahib oldukları bir dünyada şimdi olduğundan daha az güç olacaktır. Meselâ, böyle bir dünyada zulüm ve işkenceye uğrayan bir velî mevcut olmayacaktır, iyi insan kendini dikenlerle kaplamayacak, daima kendi varlığını hissetmeyecek, onun iyiliği kendi içinden gelen bir hızdan doğacak ve insiyakî bir saadetle karışık olacaktır. Komşuları ondan nefret etmeyecek, çünkü ondan korkmayacaklardır. Öncülerden (pioneers) nefret edilmesinin sebebi ilham ettikleri korkudur. Bu korku cesaret kazanmış insanlar arasında mevcut olmayacaktır. Yalnız korku duyan insanlar Ku Klux Klan’a, yahut Faşitlere iltihak ederler, cesur insanlarla dolu bir dünyada böyle zulüm ve itisaf için kurulmuş cemiyetler olamaz ve iyi hayat insiyaka bugün olduğundan çok daha az mukavemeti istilzam ettirecektir. İyi dünyada ancak korkusuz insanlar tarafından yaratılabilir ve devam ettirilebilir; onlar işlerinde ne kadar muvaffak olurlarsa cesaretlerini kullanmak için o kadar az fırsat olacaktır.
Terbiyenin verebileceği en yüksek hayatiyet, cesaret ve hassasiyete sahip olan kadın ve erkeklerden kurulmuş bir cemiyet şimdiye kadar görülmüş olan cemiyetlerden çok farklı olacaktır. Böyle bir cemiyette pek az bedbaht bulunacaktır. Bugün bedbahtlığın başlıca sebepleri şunlardır: hastalık, yoksulluk ve tatmin etmeyen bir cinsiyet hayatı. Bütün bunlar gayet azalacak, sağlık hemen hemen umumi olacak,, ihtiyarlık bile geciktirilebilecektir. Yoksulluk, Sanayi inkılâbından beri, sadece İçtimaî budalalık mahsulüdür. Hassasiyet insanlara bunu ortadan kaldırmayı arzu ettirecek, zekâ onlara bunun yolunu gösterecek, cesaret onları bu yola götürecektir. (Korkak insan mûtat olmayan bir işi yapmaktansa sefil kalmayı tercih eder.) Bugün, ekseri insanların cinsiyet hayatları tatmin edici değildir. Bu kısmen fena terbiye, kısmen de resmî makamların takibatından ve taassuptan ileri geliyor. Mâkul olmayan (irrational) cinsiyet korkularından uzak yetiştirilen bir kadın nesli buna derhal son verecektir. Kadınları «faziletli yapmanın yegâne yolu korkudur sanılıyor ve onlar kasden beden ve zihince korkak yetiştiriliyor. Ruhlarında sevgi taşımayan kadınlar kocalarını kabalığa ve riyakârlığa sürüklerler, çocuklarının insiyaklarını yanlış yollara saptırırlar. Korkusuz bir kadın nesli, korku nedir bilmeyen, gayritabii şekillere sokulmamış, fakat doğru, açık, cömert, sevmeğe hazır ve serbest bir çocuk nesli yetiştirerek dünyayı değiştirebilir. Onların ateşli gayretleri tembel, korkak, katı yürekli, ve şaşkın olduğumuz için katlandığımız zulüm ve ıztırabı süpürüp yok edebilir. Bize bu fena vasıfları veren terbiyedir ve terbiye bunların zıtları olan meziyetleri de bize vermelidir. Terbiye yenidünyanın anahtarıdır. Fakat artık bu umumi mütalâaları bırakıp ideallerimizi hakikat yapacak müşahhas teferruata geçmenin zamanı gelmiştir.
Kaynak: BERTRAND RUSSELL, TERBİYEYE DAİR,(On Education), Çeviren : Prof. Hâmit DERELİ, Maarif Basımevi, 1954, Ankara, 34-68

BANLİYÖDEKİ ŞEYTAN /BERTRAND RUSSELL: Hikayeler
Ben Mortlake’de otururum, işe gitmek için her gün trenle şehre inerim. Bir akşam eve dönerken her gün önünden geçtiğim bir villanın kapısında pirinç bir tabela gördüm. Tabelada doktorlar çevresinde mutad olanın aksine şu kelimelerin bulunduğunu hayretle gördüm :
DR. MURDOCH MALLAKO
Horrors
Manufactured here
(Burada dehşet imal edilir.)
Burada yaratılan dehşetin ne olduğunu merak ediyordum. Eve gelir gelmez Dr. Mallako’ya danışmaya karar vererek detaylı bilgi istediğimi belirten bir mektup yazdım. Şu cevabı aldım
Çok sayın bay,
Tabelamdan ötürü bazı bilgiler edinmek istediğinizi anlamak kolay.. Son zamanlarda merkezimizin banliyölerindeki (varoşlardaki) tekdüze hayattan şikâyetlerin geniş ölçüde arttığı sizin de dikkatinizi çekmiştir. Görüşlerine değer verilecek bazı şahıslar bu yeknesaklığın kurbanının hayatı, tehlikeli de olsa bazı olaylarla dayanılır hale getirilebileceğini ifade ettiler. Bu ihtiyacı gözönüne alarak şimdiye dek tamamen yabancı olan meslekî görevi kabul ettim. Müşterilerime hareketli ve heyecanlı olaylar yaşatacağıma inanıyorum. Önceden alacağınız randevu ile yapacağınız kişisel ziyarette daha etraflı bilgiler vereceğim. Ücretim saatte yirmi liradır.»
Bu cevapla, Dr. Mallako'da insanları sevmenin değişik şeklini gördüğümü kabul ediyorum. Etraflı bilgiyi yirmi liraya satın mı alayım, yoksa bu miktarı başka eğlencelere mi saklayayım, diye düşünüyorum.
Bu sorunun cevabını kendi kendime henüz vermemiştim ki, bir pazartesi gecesi komşum Mr. Abercrombie’nin doktorun evinden çıktığını gördüm. Solgun yüz, delice bakışlar ve sendeleyen adımlarla mütereddit, bahçe kapısının kilidini açtı ve dışarı çıktı.
«Tanrım, size ne yaptılar?»
diye bağırdım.
Sakin görünmeye gayret ederek: «Önemli değil, havalardan sözettik» dedi.
«Boşuna zahmet etmeyin, beni kandıramazsınız» dedim.
«Sizi böylesine korkutan, havadan başka şey.»
«Korku mu?
 Saçma. Sadece viskisi çok kuvvetliydi.»
Başka sorularla rahatsız edilmek istemediğinden yalnız başına evine gitmesi için müsaade ettim ve bir kaç gün kendisinden hiç haber alamadım. Ertesi akşam aynı saatte eve dönerken başka bir komşumu, Mr. Beauchamp’ı aynı ifadelerle doktorun evinden çıkarken gördüm. .Ona seslendiğimde işaretle reddetti. Daha ertesi gün aynı durumda Mr. Cartwright’i gördüm. Perşembe akşamı çok iyi dostum olan evli, kırk yaşlarında Mrs. Ellerker kapıdan çıktı ve kaldırımda bayıldı. Kendine gelmesine yardımcı oldum. Ayıldığında ağzından tek kelime çıktı: «Bir daha asla!» Evi, ne kadar eşlik etmeme rağmen başka hiç bir şey söylemedi.
Cuma akşamı bir olayla karşılaşmadım. Cumartesi ve pazar işe gitmediğimden Dr. Mallako'nun kapısından geçmedim. İyi bir iş adamı olan komşum Mr. Gosling bana gevezelik etmeye geldi. Kendisine içki ikram edip rahat koltuğuma oturttuktan sonra her zamanki alışkanlığı olan çevredeki komşularımız hakkında konuşmaya başladı.
«Caddemizdeki dikkati çeken gidişatı gördünüz mü?
 Mr. Abercrombie, Mr. Beauchamp ve Mr. Cartwringht hastalandılar ve büro işlerinden uzaklaştılar. Mrs. Ellerker karanlık odasında inleyerek yatıyor.»
Mr. Gosling, Dr. Mallako’dan ve dikkati çeken pirinç tabelasından haberdar değildi anlaşılan. Ben de ona bundan hiç sözetmeyip araştırmalarımı tek başıma yürütmeyi kararlaştırdım. Sırasıyla Mr. Abercrombie, Mr. Beauchamp ve Mr. Cartwright’i ziyaret ettim, fakat bunlar bana tek kelime bile söylemediler. Mrs. Ellerker’i görmem mümkün olmadı. Çünkü inzivaya çekildiği hasta odasından dışarı çıkmıyordu. Ortada çok ilginç olayların döndüğü ve bunun da nedeninin Dr. Mallako olduğu gün gibi aşikârdı. Bunun üzerine onu ziyaret etmeye karar verdim. Fakat müşahede için değil, bu gidişatın nedenini sormak için gidecektim.
Güleryüzle içeri girdiğinde: «Size ne gibi bir yardımım dokunabilir?» diye sordu. Müşfik görünmesine rağmen tebessümü çok manidardı. İnsanı etkileyen soğuk bakışları vardı. Tebessümünün bu bakışlara etkisi olmuyordu.
«Dr. Mallako cumartesi ve pazar hariç her gece kapınızın önünden geçerken sizin hesabınıza rahatsız edici bulduğum olaylarla karşılaştım. Mektubunuz da dikkate alınacak olursa tabelanızın ne ifade ettiğini hâlâ anlayamadım. Gördüklerim karşısında beni inandırmaya çalıştığınız gibi, gerçekten de insanlık uğruna mı çalıştığınızı, kendi kendime soruyorum. Yanılmış olmam da mümkündür. Şayet öyle ise beni teskin etmek sizin için çok kolay olmalı. Fakat muayenehanenizi terk ettiklerinde düşündürücü durumda olan Dr. Abercrombie, Mr. Beauchamp, Mr. Cartwringht ve Mrs. Ellerker hakkında sağlam bir açıklama yaparsanız memnun olacağımı itiraf ederim.» 
Ben konuşurken Dr. Mallako’nun yüzündeki tebessüm kayboldu ve sert, cezalandırıcı bir tavır takındı.
«Beyefendi, siz beni ahlâksızca ve alçaltıcı bir iş yapmaya zorluyorsunuz. Bir hastanın doktoruna anlattığı sırların tıpkı günah çıkarma gibi açıklanmıyacağını bilmez misiniz?
 Sizin merakınızı giderirken namussuzluk edeceğimi bilmiyor musunuz?
 Doktorun susmasına değer vermeyi bu yaşınızda öğrenemediniz mi?
 Hayır beyim sizin utanmaz sorularınızı cevaplandırmayıp hemen evimi terk etmenizi isteyeceğim. Kapı orada.»
Caddeye çıktığımda mahcup olduğumu hissediyordum. Şayet gerçekten inançlarına bağlı bir doktorsa sorularıma verdiği cevaplar doğruydu. Acaba yanılmış olabilir miydim?
 Doktor olarak dördünde de şimdiye dek bilmedikleri kötü bir vücut arazı mı bulmuştu?
 Mümkün olmasa da, ihtimal dâhilindeydi. Bundan sonra ne yapabilirdim?
 Ertesi hafta sabah ve akşam doktorun bahçesinin önünden geçerken gözetlemelerimi devam ettirdim, fakat dikkati çeken bir durumla karşılaşmadım. Geceleri kâbuslar içinde göğsünde zırh gibi taşıdığı tabelası, pençesi ve kuyruğu ile düşlerime giriyor, sabit bakan gözleri karanlıkta bana çevrilmiş hemen hiç hareket etmeyen dudaklarının arasından şu sözleri fısıldıyordu: «Tekrar geleceksin!» Her geçen gün kapısının önünden daha yavaş geçiyordum. Her seferinde içeri girmek için daha büyük bir istek duyuyordum, fakat bu kez araştırma için değil, muayene olmak için. Bunun delice bir saplantı olduğunu anladığım halde karşı koymuyordum. Fevkalâde çekici bir kuvvet çalışmamı aksatıyordu. Nihayet şefime baş vurdum ve Dr. Mallako'dan hiç söz etmeden onu çok yorgun olduğuma ikna ederek izin istedim. Benden daha yaşlı olan takdir ettiğim şefim kederli yüzüme bakarak ricamı kabul etti.
Uçakla Korfu’ya gittim. Güneş ve deniz sayesinde hepsini unutacağımı sanıyordum. Ne yazık ki, burada da gece ve gündüz rahat değildim. O gözler her gece düşlerimde daha da büyüyerek bakıyorlardı. Geceleri ter içinde uyanıyor ve bana «Gel» diyen sesi duyuyordum. Şayet durumumdaki düzelme mümkünse bunun tatilde olmayacağını anladım ve umutsuzluk içinde geri döndüm. Beni kendisine bağlamış olan, başladığım araştırma işinin zihnimi açacağım sanıyordum. Hararetli bilimsel bir araştırma yaptım ve Dr. Mallako’nun kapısından geçmeyen tren istasyonuna gidebileceğim bir yol buldum.
2
Mr. Gosling beni ziyaret edene dek bu zorlu düşüncelerden yavaş yavaş kurtulduğuma inanıyordum. Bu adam kırmızı yanaklı, sağlıklı ve canlıydı. Benim görüşümle ruh sükûnetimi bozarak hastalık halini alan düşüncelerimi dağıtacak tipti. Fakat henüz içkisini vermiştim ki ilk cümleleri bende daha şimdiden korku yarattı.
«Mr. Abercrombie’nin tutuklandığını duydunuz mu? »
«Aman Allahım! Mr. Abercrombie tutuklandı mı?
 Ne suç işlemiş olabilir?»
«Bildiğiniz gibi Mr. Abercrombie bankalarımızdan birinin saygı değer müdürüydü. Babası gibi o da iş ve özel hayatında kusursuzdu. Kralın gelecek yaş gününde şeref payesi verileceği, hatta seçim çevremizden parlamento adayı gösterilmesi kesinleşmişti. Fakat uzun, şerefli bir geçmişe önem vermeksizin çok miktarda para çalmış ve suçu kalleşçe yanında çalışan bir memura yüklemeyi denemiş.»
Mr. Abercrombie'yi daima bir arkadaş olarak gördüğümden bu habere çok üzülmüştüm. Bin bir güçlükle tutuklu bulunduğu hapishanede onu ziyaret etme müsaadesini aldım. Mr. Abercrombie’yi ilgisiz zayıf, solgun ve ümitsiz buldum. Önceleri bana bir yabancıya bakar gibi baktı, fakat karşısındakinin eski bir dostu olduğunu sonradan anladı. Deva bulmaz durumunu Dr. Mallako’ya yaptığı ziyaretle bağdaştırmaktan kendimi alamıyor, ani değişikliğindeki sırrı sezeceğime inanıyordum.
«Mr. Abercrombie, hatırlayacağınız gibi önceden] farklı tutumunuzu anlamağa çalıştım, fakat o zaman bana bilgi vermekten kaçındınız. Tanrı aşkına bu kez beni reddetmeyiniz. O zamanki tutuk davranışınızın sonucunu görüyorsunuz. Yalvarırım, bana gerçeği söyleyiniz, belki henüz vakit geçmemiştir!»
«Maalesef iyilik vaad eden çalışmalarınız için vakit çoktan geçmiştir. Bana ölüm, zavallı karım ve talihsiz çocuklarıma da sefalet ve utançtan başka şey kalmıyor. Allah’ın belâsı kapıdan içeri girdiğim güne lânet olsun! Şeytan zekâlı habise gittiğim eve lânet olsun!»
«Bundan korkuyordum zaten. Lütfen bana hepsini anlatınız.»
Mr. Abercrombie: «Dr. Mallako’yu merakım üzerine ziyaret ettim» diye itirafa başladı. «Dr. Mallako'nun sipariş üzerine verdiği tüyler ürpertici şey ne olabilirdi?
 Bir kaç kişinin romantik ideallerine verecekleri ile nasıl geçinebileceğine inanıyordu?
 Benim gibi boşuna para verecek çok kişinin olduğunu sanmıyordum. Ama Dr. Mallako yaptığı işten emin görünüyordu. Bana Mortlake’lilerden alıştığım şekilde muamele etmiyordu. Bana itibar göstermiyordu, hatta buna biraz da horgörü diyebilirim. İlk konuşmamdan sonra en gizli düşüncelerimi okuyabileceği hissini duydum. Önceleri bunu budalaca bir düşünce olarak kabul etmiş ve kurtulmaya çalışmıştım. Fakat sesini değiştirmeden ve hissiyatını belirtmeden konuşmasına devam edince bu cazibeye daha çok kapıldım. Arzularım uyanmıştı. Sadece kâbuslarda tanıdığım düşünceler tıpkı balina avcılarım korkutmak için derinlerden yukarı çıkan deniz canavarları gibi beliriyordu. Ümitsiz, çaresiz fakat bağlanmış gibi, güney denizinin ıssız sularındaki gemi enkazı gibi onun tarafından hazırlanan fırtınada yalpa vuruyordum.»
«Peki bütün bu süre içinde Dr. Mallako size neler söyledi?
 Böylesine müphem düşüncelerinizi anlatırsanız size nasıl yardım edebilirim?
 Şayet avukatın size yardımcı olması gerekiyorsa somut bilgilere ihtiyacım var.» diyerek sözünü kestim.
Zorla nefes alarak konuşmasına devam etti: «Önceleri sadece gereksiz olaylardan sözettik. Sonra mesleklerinde mahvolan bazı dostlarımdan söz ettim. Bana dostça davrandığından, kendisine aynı durumdan korktuğumu itiraf ettim. 'Yıkılmanın önüne geçecek bir yol biliyorum! Yalnız bunu bertaraf etmeye hazırlıklı olmalı. Bir zamanlar bir dostum sizin bulunduğunuz güç durumdaydı. O da banka müdürüydü’ dedi. 'Herkes tarafından seviliyordu, fakat spekülasyon yaptı ve iflasla karşılaştı. Tembellik edecek adam değildi. Sade yaşantısı, mesleği ile ilgili işleri memnunluk verecek tarzda ifa etmesi ve en önemlisi kendi adını ihmalkâra çıkaran, bankada alt kademede görevli bir adamdan dolayı henüz çalışacağını itiraf ediyordu. Başkalarının paralarının emanet edildiği işinde her zaman kusursuz ve sakin değildi. Ayrıca zaman zaman içki içiyor ve üstelik de devrimci politik görüşlerini açıklıyordu.’
«Dr. Mallako viskisini yudumladığı küçük aradan sonra konuşmasına devam etti:
'Dostum bankanın hesap raporlarında her hangi bir zimmet anlaşılacak olursa suçu, bu sorumsuz genç adama yüklemenin güç olmayacağını belirtiyordu. Dostum durumu dikkatle hazırlıyordu. Genç adamın haberi olmadan evine bankadan çalınmış bir paket banknot gizledi. Bir bahsi müşterek bürosuna genç adamın adına telefonla kazanmayacak atlara çok miktarda para yatırıyordu. Açık hesaplardan dolayı muhasebecinin göndereceği ihtar mektubunun geleceği günü dikkatle hesaplıyordu. En uygun zamanda banka kasasındaki büyük bir açığı tespit ettirdi. Derhal polisle temas kurdu ve muhtemelen polisin zorlamaları üzerine tek suçlu görünen genç adamın adını verdi. Polis derhal adamın evine giderek para destesini buldu ve büyük bir dikkatle muhasebecinin öfkeli haberini okudu. Genç adamın hapishaneye gittiğini, müdürün her zamankinden daha fazla güvene lâyık görüldüğünü söylemeye gerek yoktur. O andan itibaren borsada daha dikkatli spekülâsyon yapmaya başladı. Büyük bir mirasa konarak baron oldu ve milletvekili seçildi. Kabine üyesi ve bakanlık görevleri üzerine konuşmayacağım. Bu gerçek hikâye sayesinde, biraz teşebbüs ruhu ve keskin zekâ ile alçaltıcı durumun zafer olabileceğini anlarsınız. İnsan tüm yurttaşlarının saygısını kazanır. »
Mr. Abercrombie «O bunları söylerken ben bir isyanla karşı karşıyaydım» diyerek sözlerine devam etti. «Ben de dikkatsiz bir spekülâsyon sonucu güç duruma düşmüştüm. Benim de Dr. Mallako’nun belirttiği karakterde bir memurum vardı. Baron olmayı düşünmedimse bile ben de soyluluk ünvanı ve parlamentoda bir yer elde etme umudundaydım. O zamanlar iyi okullarda okuyan, spordaki başarıları ikisine de mesuliyetli işler ve şerefli bir kariyer vaad eden iki oğlumu düşünüyordum. Oğullarımın birden bire bu cennetten koparılarak bir devlet okulunda okumak mecburiyetinde kalacaklarını, henüz on sekiz yaşına gelmeden basit bir işte çalışarak ekmek parası kazanmak zorunda kalacaklarını düşünüyordum, Mortlake’deki komşularımın bana sevinçle selâm vermeyip başlarını çevireceklerini, içki içmeyeceklerini ya da Çin anlaşmazlığı hakkındaki görüşlerimi dinlemeyeceklerini düşünüyordum. Dr. Mallako sakin ve tekdüze sesle konuşmasına devam ederken bu hayaller gözümün önüne geliyordu. Bunlara nasıl dayanabilirim? diye kendi kendime soruyordum. Bir çıkış yolu olmadığı sürece asla tahammül edemezdim. Acaba şimdiye dek kusursuz hayat sürmüş, komşularının severek selâm verdikleri bu yaşımda ben suçlu olarak yaşamak için bütün bu güveni feda edebilir miyim?
 Foyamı meydana çıkaracak, gece ve gündüz başımın üzerinde sallanan Demokles’in kılıcına tahammül edebilecek miydim?
 Evdeki mutluluğun bağlı olduğu egemenliği karımın üzerinde devam ettirebilecek miydim?
 Oğullarım okuldan döndüklerinde gerçek bir babanın yaptığı gibi onları parlak kelimelerle karşılayabilir miydim?
 Polislerin başarısızlıklarından, soygunları ile ekonomimizi kökünden sarsan hırsızların takibini reddedişlerinden söz edebilir miydim?
 Dr. Mallako'nun dostunu örnek alsam bile bu noktalarda hata yapacağımı anladım. Her hangi biri: 'Mr. Abrecrombie'ye ne oldu acaba?
 Eskiden kanaatlerini öylesine açık ve yüksek sesle söylerdi ki, her mücrim ondan korkardı. Gerçi şimdi de öz olarak aynını söylüyor fakat konuşurken fısıldıyor ve duraklıyor. Hatta sanki polisin beceriksizliğinden söz edermiş gibi omuzunun üzerinden geriye baktığını fark ettim. Sanırım Mr. Abercrombie bizden bazı esrarengiz durumları gizliyor, diyebilirdi...
«Bu utandırıcı tasavvurlar ıstırap veren hayallerimde her seferinde daha canlı olarak meydana çıkıyordu. Mortlake'deki komşularımın şehirde arkadaşlarımla paraları karşılaştırdıkları ve farklı tutumumun bankadaki güçlüklerle bağdaştığı kanaatine vardıklarını görüyordum. Bunu keşfettikten sonra tek bir adımın beni yıkacağından korkuyordum. Asla bu karanlık işler çeviren adamın sesine kulak vermeyeceğim diye kendi kendime düşünüyordum. Asla doğru yoldan ayrılmıyacağım... Fakat... Fakat...
Bu zaferin kusursuz gidişatını anlatırken her şey ne kadar da kolay görünüyordu. Dünyadaki kötülüklerin rizikoya katlanmamızdan ileri geldiğini bir yerde okumamış mıydım?
Ünlü bir filozof ’insan tehlike içinde yaşamalıdır’ tezini ileri sürmemiş miydi?
Acaba şartların karşıma çıkardığı bu örneği tasvip etmek görevim değil miydi?
Umutların, korkuların, alışkanlıkların ve arzuların nedenleri tartışılırken şaşkınlık ve iç huzursuzluğu içindeydim. Nihayet tahammülüm kalmadı ve bağırmaya başladım: ’Dr. Mallako, sizin şeytan mı, yoksa melek mi olduğunuzu bilmiyorum. Tanrıdan sizi asla görmemiş olmayı dilerim!'. Bunları söyledikten sonra koşarak evden çıktım ve bahçe kapısında size rastladım. «O meşum ziyaretten sonra bir an bile ruhum sükûnet bulmadı. Gündüzleri yolda rastladığım insanlara bakıyor ve şöyle düşünüyordum: Ne yaparlardı acaba, şayet... Geceleri uyumadan önce mahvolma ve hapishane arasında bocalıyordum. Huzursuzluğumdan şikâyete başlayan karım nihayet, benim giyinme odasında yatmamı istedi. Lâkin özlediğim uyku orada uykusuz geçen saatlerden daha ıstırap vericiydi. Korkulu rüyalarda düşkünler evi ile ağır ceza hapishanesi arasında dar yolda gidip geliyordum. Nöbet esnasında kendimi oradan oraya atıyor, nihayet korkunç binalardan birine giriyordum. Daha sonra bir polis görüyor, elini omuzuma koymasıyla korkudan bağırarak uyanıyordum. Bu şartlar altında mesleğimin zarar görmesi hiç de hayret verici değildi. Her seferinde daha dikkatsizce spekülâsyon yapıyor ve daha çok borçlanıyordum. Nihayet Dr. Mallako’nun dostunun yaptığını yapmaktan başka çarem kalmadı. Fakat şaşkınlıktan onun sakındığı hatayı işledim. Akılsız memurumun evine gizlediğim banknotların üzerinde benim parmak izlerim görüldü. Polis, muhasebeciye telefonla verilen siparişin benim evimden yapıldığını tespit etti. Benim kanaatime göre kaybedecek olan at bütün yarışları kazandı. Bunun üzerine şimdiye dek müşterek bahis oynamadığını söyleyen memuruma polis inandı. İşlerimin ümitsiz karışıklığını Scotland Yard açığa çıkardı. Değersiz biri olarak kabul ettiğim memurumun bir bakanın yeğeni olduğu anlaşıldı.
«Bu rastlantıların Dr. Mallako’yu hayrete düşürmediğinden eminim. Başlangıcından korkunç sona dek bütün gidişatı önceden bildiğine hiç şüphem yok. Suçu kabul etmekten başka çarem yoktu. Kanuna göre Dr. Mallako suçsuzdu. Bana verdiği acının onda birini ona verebilirseniz kraliçenin hapishanesinde talihsiz bir kalbin size müteşekkir kalacağından emin olabilirsiniz.»
3
Mr. Abercrombie’nin son kelimeleri Dr. Mallako’ ya duyduğum nefretin artmasına sebep oldu, fakat bununla şahsiyetinin çekici kuvvetinin arttığını da hissettim. Müthiş doktoru unutamıyordum. Istırap çekmeliydi, ama benim yüzümden. Aramızda gözlerindeki gibi derin, karanlık ve korkunç uçurum olmasını istiyordum. Bu isteklerimi yerine getirecek bir yol bulamadığımdan bir süre araştırmalarıma devam etmeye çalıştım. Kurtulmaya çalıştığım felâketler dünyasına, Mr. Beauchamp’ın kaderiyle ilgili olarak yeniden düşmem, çabalarımın ilk zayıf belirtisiydi. Otuzbeş yaşlarındaki Mr. Beauchamp’ı yıllardır Mortlake’de fazilet örneği olarak bilirdim. İncillerin satışını yürüten bir derneğin sekreteriydi ve ayrıca da moralistti. Bir zamanlar yeni olduğu anlaşılan siyah etek ve çizgili pantolon giyerdi. Papyonu siyah, davranışı ciddi ve ölçülüydü. Trende dahi Incil’den kısımlar zikretmeyi severdi. Her alkollü içkiyi tahrik edici mayi olarak nitelendirdiğinden bir damlasını bile dudaklarına değdirmezdi. Bir fincan sıcak kahveyi elbisesine döktüğünde sadece : «Ne kadar kötü!» diye bağırmıştı. Etrafında ciddi insanların bulunduğuna inandığı erkekler toplantısında hemen cinsel ilişkiden dert yanardı. Geç vakitler yenilen akşam yemeğinden nefret ederdi. Çay saatinde harpten kalma bir alışkanlık olarak soğuk et, salatalık turşusu ve haşlanmış patatesten ibaret bir yemek yerdi. Tabii bayramlarda etyemezdi. Mortlake’de hiç kimse kötü bir hareketini hatırlayamazdı.
Fakat Dr. Mallako'nun kapısında ona rastladıktan kısa bir süre sonra değişiklik olduğunun farkına varıldı. Siyah etek ve çizgili pantolon yerini bacakları saran gri bir kostüme bıraktı. Siyah kravat yerine lâcivert takıyordu. İncil’e daha az değiniyordu ve geceleri erkeklerin içki içmelerini, oruç tutmanın yararlarından sözetmeden seyrediyordu. Bir kez onu yakasına kırmızı bir karanfil takmış gara giderken caddede görmüşlerdi. Mortlake'lilerin merakını uyandıran bu hareket bir daha tekrarlanmadı. Fakat kırmızı karanfilden bir kaç gün sonraki olay yeni dedikodulara sebep oldu. Mr. Beauchamp genç güzel bir hanımla güzel bir otomobilde görüldü. Bir kaç gün bu şahsın kim olabileceği araştırıldı. Her zamanki gibi bu merakı gideren Mr. Gosling oldu. Herkes gibi Mr. Beauchamp'daki değişiklik beni de huzursuz etti. Mr. Gosling’in beni ziyaret ettiği bir gece bana şunları sordu.
«Fazilet peygamberimiz üzerinde dikkati çeken tesiri yaratan hanımın kim olduğunu duydunuz mu?»
«Hayır» diye cevap verdim.
«Ben öğrendim» diye konuşmasına devam etti. «Yolanda Molyneux. Cangıllardaki ölümü son harbin sayılı trajedilerinden biri sayılan Kaptan Molyneux’in dul eşi. Güzel Yolanda acısını oldukça kolay unuttu. Hatırlayacaksınız, Kaptan Molyneux tanınmış sabun fabrikatörünün tek oğluydu ve mirasçısı olarak, daha onun sağlığında mutlâka veraset vergisinden düşmek için hatırı sayılır bir servete sahipti. Bu muazzam servet, tükenmek bilmeyen bir merakla çeşitli erkek tipleri üzerinde etüdler yapan dul eşine aitti. Bu şekilde milyonerler, sahtekârlar, Karadağlı maden işçileri ve Hintli fakirlerle tanıştı. Mübalağalı şekilde orijinal olanı tercih eder. Mr. Beauchamp’ın kişiliğinde ilginç etüd olanağı bulana dek yaptığı dünya seyahatlerinde sadece Low Church uğruna kendini feda eden bir ondan kurtulabilmişti. Bu adamı daha ne hallere sokacağını düşündükçe tüylerim diken diken oluyor, çünkü o bunları ciddiye alırken kadın onu kolleksiyonunun bir devamı olarak görüyor.»
Durum Mr. Beauchamp’ın lehine değildi, fakat Dr. Mallako’nun etkisini o zamanlar bilmediğimden kaderi hakkında peşin hüküm vermek istemiyordum. Mr. Abercrombie’nin öyküsünü dinledikten sonra Dr. Mallako’nun bunları yapabilecek yetenekte biri olduğunu anladım. Adamla görüşmek mümkün olmadığından Ham Common’da eskiden kalma bir evde oturan güzel Yolande ile tanışmaya çalıştım. Hayret etmeme sebep, onun Dr. Mallako’yu bilmemesiydi. Çünkü Mr. Beauchamp ondan hiç sözetmemişti. Mr. Beauchamp’tan neşeyle, biraz da horgörüyle sözediyor ve onun zevkine uymak için büyük bir çaba göstermesine üzülüyordu.
«Onun İncil'den kısımlar okumasını zevkle dinliyor, çizgili pantolonundan hoşlanıyordum. 'Tahrik edici mayi' içmeyi reddetmesi, mel’un gibi ifadeleri tasvip etmemesi beni eğlendiriyordu. Beni ilgilendiren sadece bunlardı, ama normal insanlara benzemeye çalışması onu her seferinde sevinçle karşılamamı zorlaştırıyor. İyi adama bütün bunların psikolojik anlamın çok üstünde olduğunu anlatmak boşuna zahmet olur!» dedi.
Mrs. Molyneux’e zavallı adama karşı daha hoşgörülü olmasını rica etmem benim görüşümle faydasızdı.
«Saçma» diye cevap verecekti. Kutsal dinin diğer tarafına; his dünyasına küçük bir bakış ona sadece iyi gelir. Başlıca merakı olan günahkârlara karşı, şimdiye dek olduğundan daha iyi davranır. Ben insanları severim ve kendimi onun işinde yardımcı görüyorum. Ben onunla ilişkimi kesmeden yüz misli daha büyük bir başarıyla günahkâr ruhları kurtarmayı bilecektir. Vicdan azapları ateşli uzdilliliğe dönüşecek ve melun olmama ümidi şimdiye dek kaybolmuş gözü ile baktıklarına uhrevi saadet kapısını açma imkânını verecektir. Mr. Beauchamp'tan yeterince bahsettik’ diye gülerek konuşmasına devam edecekti. 'Bu kuru konuşmadan sonra özel kokteylim bunları yutmanıza yarıyacaktır.’
Mrs. Molyneux’le yapacağım bu tarz bir konuşmanın anlamsızlığını anlıyordum. Ayrıca Dr. Mallako uzakta ve erişilmezdi. Mr. Beauchamp'la ne zaman konuşmak istedimse yerine getirmeye mecbur olduğu işlerle meşgul değilse, Ham Common’a gitmek üzereydi. Bu görevlerin onu gittikçe daha az meşgul ettiği ve dönmeyi adet edindiği akşam trenindeki her zamanki yerinin boş kaldığı dikkati çekiyordu. Daima iyi düşünmeme rağmen kötü bir durumun ortaya çıkmasından korkuyordum.
Maalesef korkularım gerçekleşti. Bir gece evinin önünden geçerken ihtiyar hizmetçinin ağlayarak kapıda toplanan halka yollarına devam etmelerini rica ettiğini gördüm. Mr. Beauchamp’a yaptığım sık ziyaretlerden tanıdığım iyi kadına ne olduğunu sordum.
«Zavallı efendim, zavallı efendim» diye bağırdı.
«Zavallı efendinize ne oldu?»
diye sordum.
«Ah beyefendi çalışma odasının kapısını açtığım andaki korkunç dakikayı asla unutamayacağım. Bu odanın uzun zaman önce, kiler olarak kullanıldığını ve tavanında varlık günlerinde tütsülenmiş domuz budu ile koyun budu asılan çengeller olduğunu belki bilirsiniz. Kapıyı açtığımda bu çengellerden birinde Mr. Beauchamp’ı boynundan iple asılmış gördüm. Efendimin hemen altında düşmüş bir iskemle vardı. Onu bu ümitsiz sona sevkedenin bir ıstırap olduğunu sanıyorum. Bunun ne olduğunu bilmiyorum ama, efendimi yoldan çıkaran günahkâr ve tanrısız kadının bunlara sebep olduğunu düşünüyorum.»
Daha fazla dinlemek istemiyordum, fakat düşüncelerinin mümkün olabileceğini kabul ediyordum. Belki sadakatsiz Yolande trajediyi açıklayabilirdi. Hemen evine gittim ve onu postacının henüz getirdiği bir mektubun başında buldum.
«Mrs. Molyneux» dedim, «şimdiye kadarki bağımız tamamen dostaneydi, fakat artık ciddi olarak konuşmamız gerektiğini sanıyorum. Mr. Beauchamp benim dostumdu ama sizin için, dosttan da ileri olduğunu ümit ediyordu. Bu yüzden evindeki korkunç olayla ilgili bir açıklama yapabilirsiniz.»
Her zamankinin aksine gayet ciddi: «yapabilirim» dedi. «Derin hislerine değer vermediğim bu talihsiz adamın son kelimelerini biraz önce okudum. Kendimin de suçlu olduğunu itiraf ediyorum, fakat asıl suçlu ben değilim. Bu rolü tehlikeli bir şahıs oynadı. Dr. Mallako'dan sözediyorum. Biraz önceki mektup onun iştirakinden bahsediyor. Mr. Beauchamp’ın dostu ve bildiğim kadarıyla Dr. Mallako’nun düşmanı olduğunuzdan size bu mektubu okutmakta haklıyım.»
Bunları söyledikten sonra yazıyı elime verdi. Kendi dört duvarımın arasına gelmeden mektubu okuyamadım ve orada bile birçok sayfaları ellerim titreyerek açtım. Sayfaları dizlerimin üzerine yayarken doktorun şeytanî atmosferinin etrafımı sardığını hissediyordum. Deva bulmaz bakışlarının hayali ile kamaşan gözlerimi kapamayı güçlükle başarabiliyordum. Okumakla görevli olduğum korkunç kelimeleri güçlükle tanıyabiliyordum. Nihayet Mr. Beauchamp’ı bu yola iten ruhsal savaşı anlayabilmek için kendimi toparladım. Mr. Beauchamp şunları yazıyordu : 
«Kalpten sevdiğim Yolande.
«Bu mektubun içindekilerin sana üzüntü mü vereceğini yoksa bunda dahil olmanın verdiği ıstıraptan kurtuluşu mu göreceğini bilmiyorum. Nasıl olursa olsun dünyadaki son kelimelerimin seni hedef tuttuğunu biliyorum ki, bunlar gerçekten de son kelimelerim. Bu mektup bittiği anda ben artık var olmayacağım. Sana rastlamadan önce hayatım renksizdi, bunu biliyorsun. Seni tanıdıktan sonra insan varlığının yoksunluk ve yasakları aşan değerleri olduğunu anladım. Her şey böylesine deva bulmaz bir şekilde son bulmasına rağmen memnun göründüğün tatlı saatlerden pişmanlık duymuyorum. Fakat artık burada hislerden söz edilmemeli. Merakına rağmen şimdiye dek Dr. Mallako ile ilk karşılaşmamızı açıklamadım. O zamanlar seni etkileyecek parlak görünüşe sahip olmak istiyordum. Bana değer verdiğin takdirde yeni bir hayata başlayabileceğime inanıyordum. Kötülük ve şeytanın insan kılığına girdiği şahsı ziyaret edene dek en küçük bir imkân bulamadım. O öğleden sonra onu ziyaret ettiğimde beni gülerek karşıladı ve konuşma odasına götürdü.
«Mr. Beauchamp sizi yanımda görmek benim için büyük bir sevinç’ dedi. 'Yaptığınız iyi işlerden söz edildiğini duydum ve asil amaçlarınızdan dolayı hayran kaldım. Size nasıl yararlı olabileceğimi tahmin edemediğimi itiraf ederim. Fakat konuşmadan önce alacağımız bir serinleticinin bize zararı olmaz. Şarap ve birayı reddedeceğinizi bildiğimden bunlardan ikram edip sizi kırmak istemem. Belki bir fincan tatlı kakao içersiniz?
Dostane davranışı ve dikkatinden dolayı teşekkür ettim ve hizmetçisi kakaoyu getirdikten sonra ciddi konuşmamıza başladık. Hemen hemen manyetik kuvvetle düşüncelerimi dikkatsizlikle açıklatıyordu. Ona güvenle senden, ümit ve korkularımdan, yeni istek ve gayretlerimden, kanaatlerimin değiştiğinden, mutluluğun sarhoş edici dakikalarından, uğruna bana soğuk davrandığın uzun günlerden söz ettim. Ona seni kazanmak için sadece dünya iyiliklerine değil, zenginliğe, karaktere ve konuşma yeteneğine sahip olmam gerektiğini bildiğimi söyledim. Bütün bunlarda bana yardımcı olabilirse bütün hayatım boyunca ona müteşekkir olacağımı, konsültasyona ödeyeceğim mundar 20 liranın bir faninin ödeyeceği en iyi sermaye olacağını söyledim. Dr. Mallako bir an düşündü ve düşünceli bir sesle konuşmaya başladı :
«Söyleyeceklerimin size faydası olur mu, emin değilim. Fakat ne olursa olsun sizin durumunuza benzer küçük bir hikâye anlatacağım.
«Meslek hayatında rastlamış olmanız gereken çok tanınmış bir arkadaşım var. O da gençlik yıllarını sizinki ile eş şartlar altında geçirmiş. Sonra tıpkı sizin gibi güzel bir hanıma aşık olmuş. Kısa zamanda onu kazanmak için büyük bir servete sahip olması gerektiğini anlamış. O da sizin gibi birçok memleket ve dildeki İncil’lerin satışı ile uğraşırdı. Bir gün trende şüpheli üne sahip bir yayıncıyla karşılaşmış. Eskiden böyle bir adamla asla konuşmazdı, fakat aşk umudundan dolayı önceleri sefih olarak adlandırdığı insanlara karşı daha ılımlıydı ve ön yargıda bulundu mu?
«Yayıncı ona edepsiz lektürlerden (okunacak şeyler) hoşlananların ellerinde manidar literatürün nasıl değiştiğini anlatmış. Yayıncı 'Güç olan, bu tip kitaplar için ilân vermektir. Gizli satılması problem değil, gizli alınması ihtilaftır.’ demiş. Bu noktada yayıncı göz kırparak kabaca gülümsemiş: 'Sizin gibi bir şahıs bize yardım ederse ilân problemi çözülmüş olur. Sattığınız İncil’lerin içine uygun bir işaret koyabilirsiniz. Örneğin, 8. Jeremias'ın insan kalbinin kötülük ve hilekârlıkla dolu olduğunu belirten 9. mısraındaki bahse not koyarak insan kalbinin şeytanlıkları hakkında filanca firmadan bilgi alınabileceğine dikkati çekebilirsiniz. Şayet peygamber kullarına şehir kapılarındaki fahişeleri arama görevini verirse kenarda birçok kutsal kitabın okuyucularının şüphesiz bu mânayı anlamadıklarını, falanca firmanın sorulan suale cevap vereceğini belirtirsiniz. Ve eğer tanrı erkeğin şikâyete değer tutumundan söz ederse bir işaretle bize başvurulabilir.’ Başka türlü kazancın imkânsız olduğunu anlatan yayıncı arkadaşımın bu işle meşgul olacağından emindi.
«Arkadaşım uzun zaman tereddüt etmeden karar verdi. Londra’ya gelir gelmez gardan doğru yayıncının kulübüne giderek bir kaç bardak viskiden sonra karşılıklı anlaşmalarının esasları üzerinde karara varmışlar. Arkadaşım İncil satmaya devam ediyor, İnciller her zamankinden fazla aranıyordu. Yayıncının geliri artmıştı ve arkadaşım da güzel bir ev ve araba alacak kadar çok para kazanıyordu. Not eklediği kısımlar hariç arkadaşım Incil'den parçalar okumaya devam ediyordu. Önceleri onunla alay eden kadın ondan çok memnundu. Evlendiler ve hâlâ mutlu memnun yaşıyorlar. Bu öykü sizi ilgilendirir ya da etmez ama güç durumunuza ekleyebileceğim tek çıkar yol budur.’
«Dr. Mallako’nun öğüdündeki kötülükten korkmuştum. Hayatı boyunca ahlakî yasaklara sıkısıkıya bağlı kalmış benim için bütün dünyanın tiksindiği yazıları satmakla görev almak inanılmaz gibi görünüyordu. Bunu anlaşılmaz kelimelerle Dr. Mallako'ya söylediğimde sadece manidar gülümsedi.
«'Dostum Mrs. Molyneux'ü tanıma bahtiyarlığına eriştiğinizden beri şimdiye kadarki yaşama anlayışınızın dar bir hudut içinde olduğuna kanaat getirmediniz mi?
 Süleyman’ın şarkısını kuşkusuz okumuşsunuzdur. [1]Bunun neden kutsal kitaba alındığını kendi kendinize sorduğunuza da eminim. Bu sualler günah ve dinsizliktir. Arkadaşımın yayıncısının piyasaya çıkardığı kitap esere değiniyor, fakat kadına çok düşkün krala benziyorsa nefsini düşündüğünden alicenaplık gösterememesi, rezilliğe tahammül edememesindendir. Kutsal kitabın iyi örnekler verdiği, vaz geçmek istediğiniz o alanda biraz serbestlik, güneş ışığı ve temiz havanın zararı olmaz.’
«Bu eserlerin okunmasının gençleri, kadın ve erkekleri günaha sürükleme tehlikesi yok mudur? diye cevap verdim. 'Para kazanacağım işten dolayı bir kaç kişi kendini tehlikeli saadete atarsa, bunu bilerek beraber yaşadığım insanların gözlerine bakabilir miyim?
«Dr. Mallako 'Kutsal dininizde şimdiye dek iyice öğrenemediğiniz birçok şeyler vardır mutlaka’ dedi. 'Yobazla ilgili kısmı iyice okumadınız mı?
 Masaya otururken efendiyi suçlayan yobazın neden azarlamaya müstahak olduğunu kendinize hiç sordunuz mu?
 Tövbekar kalbin durmadan methedilmesinde hiç bir şey dikkatinizi çekmedi mi?
 Mrs. Molyneux’le tanışmadan önce tövbekâr bir kalbe sahip olduğunuzu cidden iddia edebilir misiniz?
 İnsan önceden günah işlediği takdirde tövbekâr olacağım anlamadınız mı?
 Protestanlığın kuralı da budur. Şayet insanları tanrıya itaat eder duruma getirmek istiyorsanız önce günah işlemelerine müsaade etmelisiniz. Arkadaşımın yayıncısının çıkardığı kitapları şüphesiz birçokları alacak, daha sonra da pişmanlık duyacaklar ve şayet kutsal dinimizin esaslarına inanıyorsak güzide bir müdafii olduğunuz sarsılmaz haklardan dolayı yaratıcı daha çok memnun kalacaktır.'
«Bu mantık karşısında hayretten dilim tutulmuştu. Tereddüte düştüğüm bir nokta daha vardı. ’Böyle bir rizikoda meydana çıkarılma tehlikesi yok mudur?
diye sordum. 'Büyük gelir sağlayan hileli işi polisin keşfetmesi mümkün değil midir?
 Yasaya karşı işler çeviren insanlara hapishane kapısı açık değil midir?
«Dr. Mallako 'Evet' dedi, 'sizin ve meslektaşlarınızın gözünden toplum düzenimizin çapraşık yolları kaçmıştır. Çok yüksek paraların söz edildiği böyle bir işte belli bir yüzde karşısında resmi makamların bu teşebbüse katılacaklarına ya da hiç değilse göz yumacaklarına cidden inanmıyor musunuz?
 Emin olunuz, böyle insanlar var ve arkadaşımın yayıncısına onların beraber çalışmaları destek oluyor. Eğer arkadaşımın yolundan gitmeye karar verirseniz resmi makam yönünden de bunu emniyete almalısınız.
«Tek kelime söyleyecek durumda değildim. Kararsızlık içinde Dr. Mallako’nun evinden ayrıldım. Sadece bundan sonraki tutumumdan değil, ahlâk esasları ve tanrıya hizmet eden hayatı düşünerek kararsızdım.
«Önceleri kararsızlıktan çalışamaz hale geldim; Büroya gitmiyor, ne yapacağımı, bundan sonra nasıl yaşayacağımı düşünüyordum. Dr. Mallako’nun delilleri bana yavaş yavaş daha fazla yol gösterir oldu. 'İçimde uyanan ahlâki problemleri çözemem’ diye düşünüyordum. Neyin kötü, neyin iyi olduğunu artık bilmiyorum. Bildiğim hangi yolun beni sevgili Yolande’min kalbine götüreceğidir.’ Nihayet bir rastlantı, atacağım son adımı belli etti. Bunun gerçekten rastlantı mı olduğunu bilmiyorum, fakat öyle kabul ediyorum. Dünyayı dolaşmış, şüpheli yerleri bilen bir adamla tanıştım. Polisler hakkında bilgisi olduğunu da bana açıkladı. Hangi polislerin elde edilip hangilerinin edilemeyeceğini bildiğini iddia ediyor ve cezaevi adayları ile yumuşak huylu polisler arasında bir nevi aracılık yaparak yaşıyordu.
«'Tabii siz böyle şeylerle ilgilenmezsiniz’ dedi. 'Sizin hayatınız açık bir kitap gibi meydandadır. Kıl payı doğru yoldan ayrılmayı denememişsinizdir şüphesiz.’
«'Çok doğru’ diye cevap verdim, fakat tecrübelerimi genişletmeyi görev bildiğimden tanıdığınız bu tip bir polisle beni tanıştırırsanız memnun olurum.' Onun sayesinde gizli polis müfettişi Mr. Jenkins'le tanıştım. Birçok şerefli polislerimiz gibi kurallara bağlı olmadığı belirtildi. Dostça ilgiyle Mr. Jenkins’e yaklaşarak sözü, dikkatle müstehcen eserlere getirdim.
«'Beraberce iyi işler yaptığım bir yayıncıyla sizi tanıştırabilirim.’ dedi.
«Sözünü ettiğim tarz bir yayıncı dediği Mr. Mutton’la beni tanıştırdı. Daha önce firması hakkında hiç bir bilgim yoktu, fakat tanımadığım bir dünyaya girdiğimden hiç de şaşırtıcı değildi. Biraz konuştuktan sonra Mr. Mutton'a Dr. Mallako’nun arkadaşının yaptığı şekilde yardımcı olabileceğimi belirttim. Mr. Mutton kendi güveni için teklifle ilgili bir yazının elinde olması gerektiğini belirtti. Hoşlanmamakla birlikte razı oldum.
«Bunların hepsi parlak umutların beni kötülüklerin derinliğine ittiği gün olmuştu. Sana tüm korkunç gerçeği nasıl açıklayabilirdim?
 Bu, gerçekten sadece, akılsızlığımı değil, alçaklığımı da ispat ediyor. Bugün evimin önünde bir polis belirdi. Onu kabul ettiğimde Mr. Mutton’un isteği üzerine verdiğim yazıyı gösterdi.
«’Bu sizin imzanız mı?' diye sordu.
«Şaşkınlığıma rağmen ’Bunu ispatlamak sizin göreviniz’ demek cesaretini gösterdim.
«Bu o kadar zor olmasa gerek, ayrıca ne durumda olduğunuzu hemen belirtmek isterim.' diye izahta bulundu. 'Mr. Jenkins sır tutan bir memur değildir. Aksine halkımızın toplum hayatını her türlü kötü ve pis unsurlardan uzak tutmaya kendini adamıştır. Adını para ile satın alınabilire çıkarmasının sebebi hilekârları ağına çekmek içindir. Mr. Mutton sadece bir kukladır. Zaman zaman gizli polisin görevini üzerine alarak kötü karakteri canlandırır. Mr. Beauchamp, kurtulma imkânınızın olmadığını kabul etmelisiniz.' Tahammül edilir bir hayat sürme ümidi ve imkânımın kalmadığını hemen anladım. Hapse girmesem bile şimdiye dek para kazandığım işle ilgili kâğıdın altına attığım imza bu göreve bir son verecekti. Duyacağım utanç seninle karşılaşmamı imkânsız kılacak ve ha yat benim için cazibesini kaybedecekti. Şu halde bana ölümden başka tercih kalmıyordu. Haklı bir öfkeyle beni cehennem azabına mahkûm edecek olan yaratıcımın yanına dönüyorum. Onunla karşılaşmadan önce bir tek söz söylememe mutlaka müsaade edecektir: Yeryüzünde yaşamış kötü insanların en kötüsü, en tehlikelisi Dr. Mallako’dur. Benim de yerim olacak cehennemde ona da yer vermen için sana yalvarırım.
«Yaratıcıma söyleyeceklerim bunlardır. Düştüğüm şaşkınlık uçurumu içinde sana mutluluk ve sevgiler dilerim, sevgilim.»
4
Mr. Beauchamp’ın feci âkıbetinden bir süre son ra Mr. Cartwright’e olanları öğrendim. Neyse ki onun kaderinin o kadar kötü olmadığım memnunlukla söyleyebilirim. Öyküsünün bir kısmını kendisinden, bir kısmını da biricik piskopos dostumdan öğrendim.
Herkesin bildiği gibi Mr. Cartwright artistler ve politikacılar tarafından tercih edilen tanınmış bir fotoğrafçıydı. Özelliği belli bir ifadeye bağlı kalarak, seyredenlerde asıl olduğu etkisini yaratmasındandı. Asistanı Lalage Scraggs adlı dikkati çekecek kadar güzel genç bir hanımdı. İkisini çok iyi tanıyanlar onun. Mr. Cartwright’e karşı daha mültefit davrandığını, çiftin birbirlerini yasal bağ olmaksızın daha ziyade hırslı bir aşkla sevdiğini iddia ederlerdi.
Ne yazık ki Mr. Cartwright'ın bir üzüntüsü vardı. Sabah, öğle ve akşam eksilmeyen sanat anlayışıyla çalışmasına rağmen mâliyenin haydutça talepleri kendisinin ve Lalage'nin pahalı isteklerini yerine getiremiyordu. 
«Moiybden, Wolfram ya da beni ilgilendirmeyen başka bir maddeyi satın almak için gelirimin onda dokuzu hükümet tarafından cebren alınırsa bütün bu ağır işin bana ne yararı var.» diyordu.
Bu hoşnutsuzluk hayatını güçleştiriyor ve Monaco Prensliğine yerleşme plânları yapıyordu. Dr. Mallako’nun tabelasını gördüğünde haykırmıştı :
«Bu iyi adam arttırılan vergilerden daha kötüsünü keşfetmiş olabilir mi?
 Şayet böyle ise fevkalâde hayal gücüne sahip olmalı. Onu ziyaret ederek bilgilerimi artıracağıma inanıyorum.»
Önceden randevu alarak her hangi bir artist, politikacı ya da yabancı diplomatın resmini çekmekle görevli olmadığı bir öğleden sonra Dr. Mallako'yu ziyaret etti.
Malum kibar konuşmalardan sonra Dr. Mallako asıl konuya değinerek Mr. Cartwright'e nasıl yardımcı olabileceğini sordu :
«Çok çeşitlerimle tüm müşterilerimi memnun edebilirim» dedi.
Mr. Cartwright: «Güzel» diye cevap verdi. Benim arzuladığım dehşet bir takım yöntemlere bağlıdır: Mâliyenin dikkatini çekmeden para kazanmak. Tabelanızın vaad ettiği gibi bu işe de bir çare bulabilir misiniz bilmiyorum, şayet bulabilirseniz çok memnun olurum.»
«İstediğinizi yapabileceğimi sanıyorum. Öyle ki meslek hırsımı uyandırdınız, sizi reddedersem bu benim için utandırıcı olur. Önce sizi cesaretlendirecek küçük bir öykü anlatayım.’ diye konuşmaya başladı, Dr. Mallako:
«Paris'te bir arkadaşım var. O da sizin gibi yaratıcı bir fotoğrafçı. Onun da sizin gibi harikulâde güzel, Paris eğlencelerine kayıtsız kalmayan bir asistanı var. İşini kanuni işlemlerle sınırlandırdığı sürece o da vergiler altında eziliyordu. İlerlettiği yöntemler sayesinde bugün bile fotoğrafçılıktan para kazanıyor. Hangi ünlü kişinin dünyaca tanınmış Paris'te hangi otelde kalacağını önceden tesbit ediyor. Güzel asistanı büyük adamın geleceği saatte otelde bulunuyor. Adam müracaatta zorunlu kayıtlarla meşgulken o birden derin nefes almaya, sendelemeye başlıyor. Bayılacağı sanısını uyandırıyor. Yakınında bulunan tek kişi olduğundan ünlü adam onu tutmak için hemen öne atılıyor. Kadın kollarında olduğu an bir flaş patlıyor. Ertesi gün arkadaşım banyo ettiği filmle karşısına çıkarak negatif ve bazı kopyalara kaç para ödemeye hazır olduğunu soruyor. Şayet kurban, yüksek bir şahsiyet ya da Amerikalı politikacıysa tabii oldukça yüksek ücret ödeniyordu. Bu şekilde arkadaşım gelirini haftada kırk saat çalıştığının çok üstüne çıkardı. Asistanı şimdi haftada sadece bir gün çalışıyor, o ise iki gün. Bir günü resim çekmek için, ikinci günü kurbanını ziyaret etmek için. Haftanın diğer beş günü bu çift, mutluluk içinde yaşıyor. Belki bu öyküde işinize yarayacak bir nokta bulabilirsiniz» diyerek Dr. Mallako sözlerine son verdi. Bu öğütte Mr. Cartwright’i korkutan iki nokta vardı. Birincisi keşfedilmek, İkincisi güzel Lalage'nin aşk serüvenine hiddetti. Korkudan polisle çatıştığını hayal ediyordu. Fakat belki de en önemlisi kıskançlıktı ki, onu, meşhurların kuvvetli kollarını Lalage'nin onunkilere tercih etmesine karşı uyarıyordu. O bu meseleleri düşünürken mâliyeden gelir ve muamele vergisi olarak 12.000 liralık bir talep geldi. Tasarruf nedir bilmeyen Mr. Cartwright’in her hangi bir yerde parası yoktu. Uykusuz geçirdiği bir kaç geceden sonra Dr. Mallaka’onun arkadaşı gibi davranmaktan başka yolu olmadığını anladı. Her şey dikkatlice hazırlanıp meşhurların listesi kontrol edildikten sonra Mr. Cartwright Boriaboolaga psikoposunu tercih etti. Anglikan konferansı için Londra’ya gelecek olan piskopos ilk kurbandı. Her şey yağdan kıl çekercesine kolay oldu. Sözde baygınlık geçiren güzel kadın piskoposun uzanan kollarına düştü. Perdenin arkasına gizlenmiş olan Mr. Carthwright görevini yerine getirerek ertesi gün piskoposa ikna edici bir fotoğrafla gitti.
«Muhterem piskopos bu fotoğrafın bir sanat eseri olduğunda bana hak vereceksiniz. Buna sahip olmak isteyeceğinizden eminim. Arap kültürüne meraklı olduğunuz herkesçe bilinmektedir. Amirlerim ve üstün niteliklere sahip asistanıma ödemek zorunda olduğum ücret gözönüne alınırsa negatif ve bir kaç kopyayı bin liradan aşağı veremem. Koloni piskoposlarımızın maddi güçlükler içinde bulunduğu herkesçe bilindiğinden fiatı hayli düşürdüm.»
«Çok kötü bu. Her halde bin lirayı hemen çantamdan çıkaracağımı ummazsınız. Fakat avucunuzun içinde olduğumdan size bir borç senedi ve piskoposluk gelirimi rehin vereceğim.»
Mr. Cartwright piskoposun ne kadar akıllı olduğunu memnunlukla tesbit etti ve birbirinden dostça ayrıldılar.
Bu piskopos diğer meslektaşlarından oldukça farklıydı. Üniversitede arkadaşımdı ve şakacı olarak tanınırdı. Bazı şakalarının pek zevkli olmadığı gerçekti. Takdisleri üzerine almaya karar verdiğinde herkes hayret etmişti, fakat daha da hayret uyandıran, onun binlerce kişiyi dinsel heyecana sürüklemesine rağmen arkadaşlarının bildikleri hallerinden vaz geçmemesiydi. Kilise yüksek makamları yanlış adımlarıyla şiddetle mücadele etmelerine rağmen son anda gülümsemesine karşı duramıyorlardı. Uygun görülen cezanın çok sert olmamasına karar vererek onun Boria-boola-ga piskoposu olmasına, Canterbury ve York başpiskoposlarının açık müsaadeleriyle piskoposluk dairesinden çıkmasına izin verdiler. Bir antropologun Afrika merkezinde yaptığı dinsel tören araştırmalarını okuduktan sonra müzakerenin sonunda oldukça sade bir izahat veren piskoposa rastladım. Onunla beraber olmaktan daima memnunluk duyduğumdan.; oturumdan sonra kulübüme gelmesini rica ettim.
«Sanırım kısa bir süre önce oldukça garip bir şekilde tanıştığım Mr. Cartwright'ın komşususunuz.»; diyerek olayı en küçük detayına kadar anlattı. Sözlerini şu esrarengiz sözlerle bitirdi :
«Korkarım arkadaşınız Mr. Cartwringht onu bekleyen âkibetten pek haberdar değil.»
Piskopos Mr. Cartwringht’ın tekniğinin etkisi altında kalmış, cemaatindeki kötü çocuklarının ne şekilde düzeltilebileceğini düşünmüştü. Nihayet bir yol buldu. Sovyet diplomatını iyice tetkik edip alışkanlık ve jestlerini öğrendikten sonra diplomata çok benzeyen işsiz aktörlerden birini buldu. Adamı, kendini Sovyet Sefaretine davet ettirmesi için harekete geçirdi. Daha sonra diplomatın yazdığı bir mektupla Mr. Cartwright’e kendisini filanca otelde aramasını bildirdi. Teklifi kabul eden Mr. Cartwright'e sözde diplomatın bir zarfı eline verdiği an çok iyi tanıdığı bir kamera sesi duyuldu. Zarfa baktığında üzerinde sadece kendi ismi olmayıp büyük harflerle «On milyon Ruble» yazılı olduğunu gördü.
Tabii ertesi gün piskopos kendisini ziyaret ederek şunları söylemişti:
«Sevgili dostum, biliyorsunuz taklit en namuslu iltifattır. Buraya size iltifat etmeye geldim. Şurada en az sizinki kadar güzel bir fotoğraf var. Fakat bu daha da tehlikeli. Cazip genç bir hanımı kucakladığım için Boria-boola-ga halkının gözünden düşeceğime pek inanmıyorum, fakat eğer buradaki resmî makamlar bu fotoğrafı görürlerse sizin hakkınızda pek iyi şeyler düşünmeyecekler. İşinizi güçleştirecek değilim, çünkü bir noktaya kadar yaratma gücünüze hayran kaldım. Şartlarım gayet basit. Borç senedimi ve piskoposluk gelirimin rehin hakkını vereceksiniz. Mesleğinize devam ettiğiniz sürece bazı şartlara tabi olacaksınız. Şantaj yapmayı düşündüğünüz erkekler dinsiz olacaklardır. Bu yolda elde ettiğiniz paraların yüzde doksanını bana vereceksiniz. Boria- boola-ga’da çok dinsiz olduğunu Nyam Nyam piskoposu ile iddiaya tutuştuğumu bilmelisiniz. Kim onları daha çabuk ve çok sayıda dine bağlıyabilirse o kazanacak, Şayet kabile reisi kabul ederse bir köyün vaftiz olmaya karar verdiğini öğrendim. Reisin kendini üç domuz karşılığı vaftiz ettirdiğini biliyorum. Bu, Afrika merkezinde ortalama 15 liraya mümkündür. Bin reisin dine dönmesine ihtiyacım var. Demek istediğim, görevimi sona erdirmek için on beş bin liraya ihtiyacım var. Bu miktarı elde ettiğim an konuşmamıza devam edebiliriz. Bu arada hem benim, hem de polis yönünden tüm kötü olaylardan uzak durumdasınız.»
Mr. Cartwrght’in piskoposun talimatına uymaktan başka çaresi yoktu. İlk kurbanları Hıristiyanlığa inanmanın yardımı olmaksızın da ebedi sükûnetin bulunabileceğini iddia eden ahlâk hareketlerini devam ettirenlerin başlarıydı. Diğer kurbanlar Amerika, Avustralya ve dünyanın diğer ülkelerinden bir konferansa katılmak üzere Londra’ya gelen komünist liderlerdi. Çok uzun zaman geçmeden, piskopos parayı memnunlukla alarak, bunun dinsizleri imhâ etmeyi kolaylaştıracağını belirtti.
Mr. Chartwright: «Artık göz altında bulunmamayı hak ettiğimi her halde itiraf edersiniz» dedi.
Piskopos: «Sakin olunuz» dedi, «henüz elimde orijinalleri mevcut. Bununla bana verdiğiniz on beş bin lirayı nasıl kazandığınızı polise kolayca ispatlıyabilirim. Fakat sizinle birlik olduğumu belirten bir belgeye sahip değilsiniz. Taleplerimi ispatlıyacak durumunuz yok. Ben merhametli bir adamım, benim kölem olsanız bile sizden tahammül edemiyeceğiniz bir iş istemem. Fakat Boria-booia-ga da eksik iki şey daha var. Birincisi, asıl reis babasının inançlarına bağlı; İkincisi, nüfus, Nyam Nyam’dan daha az. Siz ve güzel asistanınızın bu iki sakıncayı ortadan kalkacaktır.
Bunun ömür boyu sürecek bir ceza olduğunu istemiyorum. Yetmiş yaşına geldiğinizde siz ve çekici güzelliğe sahip Lalage belki o zaman bu kadar güzel olmayacak İngiltere’ye dönüp geçim paranızı vesikalık fotoğraf çekerek kazanabilirsiniz. Kanuni olmayan bir kurtuluş yolu bulursanız dikkati çekecek bir tarzda öldüğüm takdirde hemen açılmak kaydıyla bankada mühürlü bir mektup olduğuna dikkatinizi çekerim. Bu mektuba bir bakış mahvolmanıza sebep olur, Topluluğunuza müşterek sürgünümüze hoş geldin derim. Günaydın.»
Mr. Cartwright bu ıstıraplı durumda hiç bir kurtuluş yolu bulamıyordu. Onu son defa Afrika’ya giden bir gemide limanda gördüm. Piskoposun başka bir gemi ile gitmesi için ısrar ettiği Miss Scraggs’la vedalaşıyordu. Üzülmekten kendimi alıkoyamıyordum, fakat Protestanlığın yayılmasındaki tartışılmaz yararı düşünerek teselli buluyordum.
5
Mr. Abercrombie, Mr. Beauchamp ve Mr. Cartwright’la ilgili heyecana rağmen Mrs. Ellerker’i gözden kaçırmamıştım. Beni huzursuz eden onunla da ilgili olaylar cereyan etmişti.
Mr. Ellerker uçak inşa mühendisiydi ve bakanlıkta bu alanda en yetenekli kişiydi. Biricik rakibi Mr. Ouantox da tesadüfen Mortlake’de oturuyordu. Bazı resmî makam temsilcileri Mr. Ellerker'i daha çalışkan buluyor, diğerleri Mr. Quantox'un çalışmasını tercih ediyorlardı. Kat'i olan şuydu ki, tüm İngiltere'de mesleklerinde ellerine kimse su dökemezdi. Her iki erkek meslekleri hariç dış görünüşte pek farklıydılar. Mr. Ellerker önemli bir akademi öğrenimi olan, edebiyat ve güzel sanatlara karşı kayıtsız, konuşurken övünen, kaba hareketler yapan bir adamdı. Ona karşılık Mr. Quantox zeki ve nüktedan, geniş bilgisi olan, kültürlü, her topluluğu kritikleriyle oyalamasını bilen bir adamdı. Mr. Ellerker kendininki hariç şimdiye dek asla bir kadına bakmamıştı. Mr. Quantox aksine etrafına bakmaktan memnun olurdu.
Mrs. Ellerker bazı bakımlardan kocasından çok Mr. Quantox’a benzerdi. Babası eski üniversitelerimizden birinde antropoloji doçentiydi. Gençliğini İngiltere'nin en kibar çevrelerinde geçirmişti. Zekâ ile nükteyi bağdaştırabildiği söylenirdi. Mortlake’deki komşularının bir kısmı ateşli konuşmasından memnun, diğerleri ise uçarı konuşmasıyle dürüst ahlâkın birleşmesinde tereddüte düşüyorlardı. Ciddi ve yaşlı dostları büyük bir ustalıkla gizlediği aşklarından şüpheleniyor ve kaçamak yapan karısından dolayı Mr. Ellerker’in dertlerine ilgi gösteriyorlardı. Diğerleri kahvaltıda kocasının 'Times’deki başmakale yorumunu düşünerek Mrs. Ellerker’e acıyorlardı.
Mrs. Ellerker’in Dr. Mallako'nun evinden dramatik bir tarzda çıkışından sonra onunla özellikle dost olmaya çalışıyordum. Dr. Mallako'nun Mr. Abercrombie’nin kaderinde oynadığı rolü bildiğimden onu uyarmayı görev sayıyordum. Doktorla ilgili tüm fikirleri reddettiğinden bunun gereksiz olduğu meydana çıktı. Fakat kısa zamanda onun namına üzüleceğim bir sebep doğdu. Sık sık Mr. Quantox'la buluştuğu açıklandı. Mr. Ellerker'le aralarındaki rekabete bakılacak olursa akıllıca bir hareketti. Mr. Quantox’un güzel konuşma yeteneğine rağmen doktor Mallako'nun ruhsal dengesizliğe düşürdüğü bir kadın için bu dostluğu tehlikeli görüyordum. Konuşma esnasında bu noktaya temas ettim, fakat doktor Mallako'yu anmam üzerine çok farkı bir tepki gösterdi. Öfkeyle bundan sözetmenin hoş olmadığını, Mr. Quantox’a söz getirmek istemediğini anlattı. O kadar hiddetlenmişti ki ziyaretlerime son verdim ve nihayet bütün ilgimi kestim.
Bir sabah gazeteyi açıp korkunç haberi okuduğumda olaylar bu durumdaydı. Mr. Ellerker projesini çizdiği uçak deneme uçuşunda yanarak düşmüştü. Pilot yanmış ve tahkikat açılmıştı. Polis Mr. Ellerker'in kâğıtlarını kontrol ettiğinde onun yabancı bir devletle temasta bulunduğunu, uçak projesindeki hatanın ihanetini ispata yarayacak deliller bulmuştu. Belgeler açığa çıkarıldığında da Mr. Ellerker intihar etti.
Dr. Mallako’yu düşünerek gösterilmek istenen durumun gerçek mi olduğundan şüpheleniyordum. Mrs. Ellerker’i ziyaret ettiğimde onu yaslıdan çok huzursuz ve şaşkın buldum. Bana acıdan ziyade o zamanlar henüz bilmediğim bir korkunun altında ezilir göründü. Konuşmanın yarısında durarak, bir şey duymak mümkün olmamakla beraber fısıldar görünüyordu. Sonra birden kendini toplayarak: «Evet evet neden bahsediyorduk?»
diye soruyordu. Fikren dağınık olduğu halde yarım bıraktığı konuşmaya devam ediyordu. Onun namına çok huzursuzdum, fakat bana güvenmeyi reddettiğinden çaresizdim.
Bu arada Mr. Quantox yeni başarılar elde ediyordu. Biricik rakibi yenilmişti. Hükümet onda yeni ümitler buluyordu. Kralın doğum gününde adı şeref listesine geçti, gazeteler durmadan övüyorlardı.
Mr. Gosling’den Mrs. Ellerker'in kıyafet değiştirerek hava bakanlığına gittiğini, bakanla görüşmek istediğini öğrenene dek bir iki ay olaysız geçti. Bakanın yanına çıktığında anlattığı öyküyü bakan, ıstırabı ile ilgili deliliğe hükmetti. Bakan anlattıklarının hepsini anlamamış, kelimelerinden Mr. Quantox’un ve kendisinin suçlu olduğu anlamını çıkarmıştı. Çağırılan tanınmış bir sinir mütehassısı Mrs. Ellerker’in aklını oynattığını söylemişti Mr. Quantox gibi değerli bir memur isterik bir kadının şımarıklıkları yüzünden tehlikeye atılamazdı. Mrs. Ellerker’e hemen bir doktor raporu hazırlanarak akıl hastanesine sevkedildi.,
Bu hastanenin başhekimi tesadüfen arkadaşımdı. Kendisini ziyaret ederek bana Mrs. Ellerker’in durumunun ne olacağını anlatmasını söyledim. Susması gerektiği noktalar hariç her şeyi anlattıktan sonra şu açıklamayı yaptım:
«Mr. Prendergast, Mrs. Ellerker’in geçimini, dostları ile ilgisini oldukça iyi bilirim. Bizi yalnız bırakarak onunla konuşmama müsaade ederseniz iyileşmesi için bir yol bulabilir, hastalığının nedenini açığa çıkarabilirim. Mrs. Ellerker’in hastalığı ile ilgili olayların nedenini pek az kimse bilir. İstediğim olanağı bana verirseniz müteşekkir kalırım.»
Dr. Prendergast mütereddit, razı oldu. Zavallı kadını terkedilmiş, yıkılmış ve etrafında olanlara tamamen ilgisiz bir köşede oturur buldum. Odaya girdiğimde hemen hemen hiç bakmadı ve beni tanıdığını belirten bir harekette bile bulunmadı.
«Mrs. Ellerker» dedim, «aklınızı oynattığınıza hiç inanmıyorum. Doktor Mallako'yu, Mr. Quantox u ve ölen kocanızı tanırım. Mr. Ellerker’e isnat edilen kusurla kendisinin suçlu kılınması bana inanılmaz görünüyor. Fakat doktor Mallako ve Mr. Quantox’un bu iyi insanın ölümü ve mahvolmasında tesirli olduklarına hükmediyorum. Şayet şüphelerim yerindeyse bana anlatacaklarınıza akıl hastasının hayalleri gözü ile bakmayacağıma emin olabilirsiniz.»
«Bu sözlerinizden dolayı tanrı sizden razı olsun. Gerçeğe hâlâ inanıldığından tekrar ümitlenebilirim. Eğer öykümü dinlemeye hazırsanız tüm acı tarafları ile bütün teferruatı anlatabilirim. Bunları anlatırken kendimi korumayacağım, çünkü oynadığım rol uğruna en ağır hakaretlere hak kazandım. Beni çukura iten şeytanî tesirlerin altında kaldığıma, kocamın hatırasına hürmeten onu suç ve utançtan kurtarmak için cezamı çekmeye razı olduğuma inanınız.»
Bu kelimelerle öyküsünü anlatmaya başladı. Talihsiz sonucun ilk zinciri tahmin ettiğim gibi doktor Mallako tarafından yönetilmişti. Mr. Ellerker yeni taşınan Dr. Mallako’nun son derece bilgili olduğunu duymuş ve dostluğunun zarar vermeyeceğine kanaat getirmişti. Bahçe kapısının önünden geçerken bayılıp yere düştüğünü gördüğüm gün öğleden sonra Mr. Ellerker karısı ile bu şerefli adamı ziyarete gitmişti.
Bir kaç dakika önemsiz şeylerden sözettikten sonra Mr. Ellerker telefona çağrılmıştı. Önemli bir adam olduğundan bakanlığa nerede bulunduğuna dair haber bırakmıştı. Böylece elinde bulunan dokümanları bir ulak vasıtasiyle hemen bakanlığa göndermesi telefonla bildirilmişti. Dokümanlar çantasındaydı. Bir ulak bulup onları vermek için bir kaç dakika izin rica etti. Karısına dönerek: «Sevgilim, yokluğumda şüphesiz Dr. Mallako’ya arkadaşlık edersin. İşimi bitirir bitirmez seni alırım.»
Mrs. Ellerker Mortlake'li sakinlerle konuşmaktansa doktor Mallako ile sohbet etmekten daha çok memnun olacağı için bu fırsattan yararlanmak istedi. Dr. Mallako’nun kocasının teferruatlı konuşmasından ne kadar sıkıldığını keskin bir zekâyla anlamasına darılmamıştı. O zamanlar pek şüphelenmemesine rağmen dikkatini çeken, Dr. Mallako’nun kendisiyle aynı durumda olan şahıslarla ahbap olmasıydı. Önemli ya da önemsiz daha birçok uçak mühendisleri tanıdığını anlatıyordu. Önemsiz olanların ilginç eşleri oluşunun hayret uyandırdığını anlatıyordu.
«Beni yanlış anlamayınız sayın bayan, ben sadece yaşamım boyunca rastladığım çeşitli insanlardan söz ediyorum. Anladığım kadarıyla onların burada oturanlarla en ufak bir benzerlikleri yok.
«Sizinle bir kaç dakika arkadaşlık etmek zevkine varmış olmama rağmen insan kaderiyle ilgilendiğinizi anladım. Belki küçük bir öykü anlatmama müsaade edersiniz.»
«Bir zamanlar iki rakip tanırdım olay yabancı bir ülkede geçti birinin diğerinin başarısını kıskandığını maalesef itiraf edeceğim. Kıskanç olan şakacı, diğeri ise hantal ve işinden başka şey düşünmezdi. Kıskanç olan meslektaşının karısının teveccühünü kazanmayı bilmişti. Belki inanmayacaksınız fakat bunun böyle olduğuna sizi temin ederim. Kadın adama âşık olmuştu fakat onun kendisini aynı şekilde sevmemesinden korkuyordu. Adamın sevgisinin başına getireceklerinden korkmadığını ona itiraf edecek kadar ileri gitmişti. Biraz tereddütten sonra adama kendisi için yapabileceği küçük bir iş olduğunu fakat böyle küçük detayları gereksiz sayacağını bildiğini anlattı.
Aynı vazifeyle görevli olan önemli şahsiyetler gibi onun da kocası muhakkak yarım kalmış projeleri akşam elden geçirmek üzere eve getiriyordu. Bu projeler adam uyurken şüphesiz açık olarak yazı masasının üzerinde duruyordu. Acaba kocasını horlarken rahatsız etmeden sevgilisinin zaman zaman söyleyeceği şekilde projeler üzerinde değişiklikler yapabilir miydi?
 Kadın bunu başarabilirdi ve yapmayı da istiyordu. Durumdan habersiz olan kocası kendi projesine uygun olduğuna inandığı, fakat, gerçek rakibinin değişiklikleriyle inşa edilen yeni bir uçağın çalışmalarıyla uğraşıyordu. Uçak tamamlandı ve başarısından çok memnun olan koca deneme uçuşuna kendi çıktı. Uçak yanarak düştü ve kocası öldü. Belli bir süre geçtikten sonra da sevgilisiyle evlendi. Belki mutluluklarının bir parça gölgelendiğini düşünebilirsiniz sayın bayan, hayır öyle olmadı. Sevgilisi öylesine ateşli, öyle müşfikti ki uğruna kurban ettiği can sıkıcı kocası için bir an bile yas tutmadı. Beraberce ahenkli bir hayat sürdüler ve belki bugün bile tanıdığım sayılı mutlu çiftlerden biridir,» diyerek sözlerine son verdi.
Birden Mrs. Ellerker: «Bir kadın asla bu kadar kötü olamaz!» diye bağırmıştı. Bunun üzerine Dr. Mallako gülerek cevap verdi :
«Yer yüzünde hayli çok kötü kadın, bunlardan daha da fazla can sıkıcı erkek vardır.»
Dr. Mallako konuşurken erdemli yaşamayı güçlükle başaran Mrs. Ellerker’in gözünde boşuna kovmaya çalıştığı bazı resimler canlanıyordu. Mrs. Quantox’a çeşitli toplantılarda raslamış, adam da ona okşayıcı bir ihtimam göstermişti. Onun sadece cazip olmayıp yüksek bir ruha sahip olduğunu da mutlaka anlamıştı. Toplantıda bulunan diğer şahıslarla konuşmaktansa onunla konuşmayı tercih edeceğini söylemişti. Ancak Dr. Mallako öyküyü anlatırken zavallı kocası Henry’nin yerinde Mr. Quantox olsaydı hayatın ne kadar değişik olacağını düşündüğü aklına geldi. Fakat bu çabuk bastırılabilen, geçici bir düşünceydi. Asla Dr. Mallako’nun belirttiği gibi kuvvetli ve ıstırap verici olmamıştı. Ama artık zihinden çıkarılacak gibi değildi. Artık Mr. Quantox onu kollarına alıp öpmek istese neler hissedeceğini tahayyül ediyordu. Bu düşünceyle titriyor fakat karşı koyamıyordu.
«Zihnim hayatın uyuşturucu tekdüzeliği ve Henry'nin kırıcı bayağılığı altında ezilmiş» diye düşünüyordu. «Kahvaltıda sabah gazetesini yorumlarken bağırabilirim. Yemekten sonra onun deyimiyle mutlu saatlerimizde uyuyor, fakat ben bir şeyle meşgul olduğumda hemen farkına varıyordu. Beni gençken okuduğu ve hâlâ takılıp kaldığı Victorya stili romanlardaki güzel aptal kadına benzetmesine daha ne kadar tahammül edebilirdim?
 Rüyalarımda Eustace diye adlandırdığım sevgili Mr. Quantox'umun yanında hayat ne kadar farklı olurdu. Birbirimizi nasıl heyecanlandırıyor, toplantılarda ne kadar dikkati çekiyorduk. Ya aşkta?
 Müşfik, ateşli, un çuvalı gibi hantal olmayıp kibar davranırdı mutlaka.»
Dr. Mallako konuşurken bu düşünce ve resimleri aklından geçiriyordu. Aynı anda daha yavaş fakat etkili bir ses Mr. Ellerker’in iyi bir adam olduğunu, görevlerini yerine getirdiğini, önemli bir işi başardığını ve herkes tarafından takdir edildiğini söylüyordu. Gerçekten Dr. Mallako’nun öyküsündeki kötü kadın gibi böyle bir adamı ıstıraplı bir ölüme mahkûm edebilir miydi?
 Aşkla ıstırap arzuyla görev arasında bocalıyordu. Dr. Ellerker’in geri döneceğini tamamen unutarak evden kaçarcasına çıkıp bahçe kapısında rastladığım gibi bayıldı. Karışık hisler içinde Mrs. Ellerker Mr. Quantox’a bir daha rastlamamaya ya da hiç değilse şu ya da bu şekilde karar verdikten sonra karşılaşmayı arzuluyordu. Bir kaç gün hastalık bahane edip yatağından çıkmadı ama bu bir çare değildi. Henüz ayağa kalkmıştı ki, Mr. Ellerker şunları söyledi :
«Amanda sevgilim, küçük kuşum iyileştiği için Mr. Quantox'u çaya davet edeceğim. Küçük kafanda benim mesleğimle ilgili düşünceler yoktur. Belli bir anlayışla ben ve Mr. Quantox rakibiz, fakat yirminci yüz yıl ve insanlık anlayışı ile dostluğuna değer veriyorum. Bu yüzden Mr. Quantox’u davet etmeyi uygun buluyor, ona karşı kibar davranacağını ümit ediyorum. Sen kibar olduğun zaman seninle kimse boy ölçüşemez sevgilim!»
Hiç bir kaçma imkânı yoktu. Mr. Quantox geldi. Mr. Ellerker fırsat bulur bulmaz kabalık olacağına değer vermeden yazı masasının, projelerinin başına geçti, giderken şunları söyledi
«Umuma karşı görevim beni bir kaç dakika sizlerden ayırmaya mecbur ettiği için üzgünüm Mr. Quantox. Fakat sizi emin ellere bırakıyorum. Gerçi karım güç mesleğinizle ilgili konularda sizi izleyemeyecektir, fakat eminim hayatta bizim için önemli olan konulara değinmediğiniz sürece yarım saat güzelce arkadaşlık etmeyi başaracaktır.»
Kocası gidince Mrs. Ellerker bir an kendini şaşkınlıktan felç geçirmiş gibi hissetti, fakat Mr. Ouantox bunu çabucak geçiştirdi.
«Amanda» dedi, «Müsaade ediniz size böyle kitap edeyim varlığınızla tahammül edilir hale gelen can sıkıcı toplulukta sizi ilk gördüğümden beri hep bu anı bekledim. Bu tenha banliyöde bizden başka akıllıca konuşacak insan var mı?
 Tıpkı benim gibi, sizin de beni, ikimiz için yaratılmış dili konuşan terbiyeli insan olarak gördüğünüzü ümit ediyorum.»
Bundan sonra şahısları ilgilendirmeyen konulardan bahsetti. Mr. Ellerker’in değer vermediği, Mortlake'nin duymadığı konularda, kitap, müzik ve resim hakkında konuşuyordu. Mrs. Ellerker’in endişeleri yok olmuştu. Vedalaşmak üzere ayağa kalktığında Amanda’nın gözleri parlıyordu.
«Amanda» dedi, «geçen yarım saat hayatımın en mutlu anıydı. Yakın zamanda kolleksiyonumun ilk tablarını görmek isteyeceğinizi ümid edebilir miyim?
 Bunları, değer veren bir şahsın görmesinden memnun olurum.»
Önce tereddüt etti, fakat sonra Mr. Ellerker’in mutlaka büroda olması gerektiği bir tarih tespit edildi. Mr. Quantox’un kapısını çaldığında sinirliydi. Kapıyı kendisi açtı. Mrs. Ellerker evde yalnız olduklarını hemen fark etti. Amanda'yı kütüpanesine götürdü. Kapı henüz kapanmıştı ki kadını kollarına aldı...
Henry’nin «Küçük kuşumuz kocası yokken neler yaptı?»
diye selâmlayarak eve gelmesi her an mümkün olduğundan kollarının arasından kurtulduğunda sevgili Eustace ile arasında geçici bir aşk macerası, boş bir heves yerine kuvvetli, devamlı bir bağ kurmanın gerektiğini anladı. «Eustace» dedi, «seni seviyorum, mutluluğun için her şeyi ama her şeyi yapmaya hazırım.»
«Sana üzüntülerimle yük olamam sevgilim. Sen benim güneşimsin. Tekdüze çalışmalarımın eziyetine ortak olabileceğini duymak istemiyorum.»
«Eustace beni bu kadar önemsiz görme. Ben uçarı bir kelebek değilim. Henry’nin söylediği gibi küçük bir kuş da değilim. Senin gibi önemli bir adamın güç hayatına tahammül edebilecek akıllı ve çalışkan bir kadınım. Evde oyuncak yerine konmaktan bıktım. Sen sevgilim, sen bana farklı davranmalısın.»
Mr. Quantox olduğu yerde sallandığını sanıyordu. Nihayet cesaretini topladı. Dr. Mallako’nun küçük öyküsündeki cümleleri tekrarladığını duyunca önce korktu.
«Benim için yapabileceğin küçük bir iş var, fakat böyle küçük teferruatları gereksiz, çocuksu biliyorum.»
«Eustace bunun ne olduğunu söyler misin?»
diye bağırdı.
«Kocan muhakkak yeni uçakların tamamlanmamış projelerini eve getiriyordur. Sana göstereceğim şekilde küçük anlamsız değişiklikler yapmamı mümkün kılarsan bana ve kendine büyük bir iyilik yapmış olacaksın.»
«İsteğini yerine getireceğim. Bana sadece talimat vermen kâfi» dedikten sonra çabucak evden ayrıldı.
Mr. Quantox'un sözleri ve Dr. Mallako’nun küçük öyküsü zihninde tıpkı kötü bir ses gibi yankılanıyordu. Nihayet bir gün kocası yeni uçağının bittiğini, ertesi gün deneme uçuşuna çıkacağını söyledi. Bundan sonra her şey Dr. Mallako’nun hikâyesindeki gibi oldu. Mr. Ellerker’in yerine deneme uçuşuna bir pilot çıktı ve uçak ateş aldığında yandı. Mr. Ellerker üzgün ve çökük eve gelmişti. Polis tahkikatında yabancı devletle yaptığı yazışma, ihanetinin deliliydi. Sözde ispat delilini sevgili Eustace'nin gönderdiğini anladığı halde kocası kendini zehirlediği zaman bile kimseye bundan söz etmedi.
Rakipsiz kalan Mr. Quantox gittikçe yükseliyordu. Kralın yaş gününde görevlerini başarmanın teşekkürü olarak kendisine şeref payesi verildi. Fakat Mrs. Ellerker’e kapısı kapalıydı. Tren ya da tramvayda birbirlerine Tasladıklarında uzaktan kısa bir selâm alıyordu. Yakıcı utanç karşısında aşkı sönmüştü, ölen Henry’nin hayattayken tahammül edemediği basitliklerini duyduğunu her tarafta anlatıyordu. Bütün gazeteler İran'daki huzursuzluktan sözederken kocasının: «Sefil Asyalılara terbiye dersi vermek için neden bir kaç alay göndermiyorlar?
 Tavşanların İngiliz üniformasını görünce kaçacaklarına seni temin ederim» dediğini duyduğunu sanıyordu. Geceleri deva bulmaz gezintilerinden dönüp düşüncelerine başka bir yön vermeyi boş yere denediğinde, kocasının sesini duyduğunu söylüyordu. «Mübalağa etme Amanda! Bu sisli geceler sana göre değil. Çok solgunsun. Senin gibi zarif kadınlar bu kadar üzülmemeli. Sert hayat erkeklerin işidir, fakat küçük hâzinemi tüm şiddetlerden koruyacağım.» Dostları ile konuşurken, alış verişte, trende basit fakat iyi düşüncelerini belirten konuşmasını yanında hissedecek kadar yakından duyuyordu. Sonra birden etrafına bakınıyor, yanındakiler: «Birden ne oldunuz Mrs. Ellerker?
 Şaşkın görünüyorsunuz!» diyorlardı. Daha sonra müthiş bir korkuya kapılıyordu. Her geçen gün daha etkili fısıldıyor, her geçen gün basit cümleleri uzuyor ve dostça endişesi tahammül edilmez oluyordu.
Nihayet dayanamaz hale geldi. Kralın doğum gününde Mr. Quantox’un adını şeref listesinde görmek damlayı taşırdı. Gerçeği açıklamak için aceleyle evden çıktı, fakat sadece akıl hastanesinin dilsiz duvarları onu dinleyebilirdi. 
Korkunç öyküyü dinledikten sonra Dr. Prendergast'la konuştum. Mr. Ellerker’in bakanlıktaki şefiyle konuştum. Zavallı Mrs. Ellerker’e yardım edebilecek herkesle konuştum fakat kimse anlattıklarımı dinlemek istemiyordu.
Hepsi de : «Hayır» diye cevap veriyorlardı, «Sir Eustace çok değerli bir memurdur. Adına gölge düşürülmemelidir. O olmadan Amerikan mühendisleriyle rekabet edemeyiz. O olmazsa Rus uçakları hemen tepemize binerler. Anlattığınız öykü gerçek olabilir, fakat bunun açıklanmamasını, hatta tek kelime bile sarf edilmemesini size emrediyoruz.»
Böylece Mrs. Ellerker eriyip gidiyor ve Mr. Quantox başarı sağlıyordu.
6
Mrs. Ellerker’e yardım etme başarısızlığım beni sadece başarısız bir darbeden dolayı değil, politika yönünden de huzursuz ve şüpheci yapıyordu. «Hitap ettiğim doktor, devlet adamları, bu tüm önemli şahsiyetler katil şereflendirilirken, zavallı bir kadının hak etmediği bir ıztırap altında ezilmesine gerçekten razı olabilirler miydi?
 Bu alçaklıkla neyi amaç edinebilirdi?»
Daha sonra kontrol edemediğim düşünceler arasında kendimi kaybediyordum. Bu arada bir tek şey düşünebilirlerdi: aksi halde yaşıyacak olan Rus’ları yok olmuş görmek. Ruhsal kargaşalık içinde bunu Mrs. Ellerker’in maruz kaldığı haksız davranışa göre kâfi bir uzlaşma olarak görmüyordum. İnsanları gittikçe daha çok hor görüyordum. Aklımdan sınava tabi tuttuğum dostlarım kötü ve değersiz görünüyorlardı. Mr. Abercrombie kendini ve karısını karşı konulamayan basit bir şöhretin zevkine vardırmak için bir günahsıza zillet, namussuzluk ve hapis cezasını çektirmeye hevesliydi. Mr. Beauchamp kalpsiz, hafifmeşrep bir şahsın teveccühünü kazanmak için okul çocuklarının ahlâkını bozmaya razı olmuştu. Dünyanın şımarttığı meşhurlardan hatırı sayılır bir kazanç temin edeceğine inanmış olan Mr. Cartwright kendi pahalı arzularını tatmin için onları utanç, bedbahtlık ve maddî imkânsızlıklara itmişti. Mrs. Ellerker’in de Mr. Abercrombie, Mr. Beauchamp ve Mr. Cartwright gibi somut bir iş yaptığını itiraf etmem gerek. Fakat şu anda, çökmesini, tezat bakımından ahlaken sorumsuzluk sayıyorum. Onu birlikte tesir etmeleriyle Dr. Mallako ve Mr. Quantox’un talihsiz bir kurbanı olarak görüyorum. Sodom’u mahvetmeye karar veren adam gibi ben de bir istisna hariç, insanlık için hiç bir hafifletici sebep göremiyorum.
O karanlık korkun günlerde Dr. Mallako’nun bu dünyanın hükümdarı olduğunu düşünüyordum. Kötü düşünceleri, ayırıcı zekâsında, tüm alçaklık, merhametsizlik, zayıfların hükmetme ve Titan olma arzusu birleşiyordu. Dr. Mallako kötü bir insandır doğru, fakat yaptığı bu kötülüklerle nasıl başarıya ulaşabiliyor?
 Bir çok saygıdeğer insanlarda parlak günah, hükmetme ve yok etme arzusu olduğundan. Bu gizli ihtiraslar Dr. Mallako’ya hitap ediyordu. O da insanlar üzerindeki korkunç nüfuzunu bunlara borçluydu. İnsanlığın, yaratıcının yanlış yapımı olduğunu düşünüyordum. O tüm evreni kirletiyor ve çirkinleştiriyordu. Eylül güneşi altında çiğler pırlanta gibi parlarken tüm ot sapları temizlik ve güzelliği belirtir, fakat bu güzelliğin onu kirli, korkunç emellerle yok eden cani gözü ile tetkik edildiğini bilmek dehşet verici bir düşünceydi. Tüm güzellikleri gören, buna önem vermeden insanların alçaklığına tahammül eden tanrıyı artık anlayamıyorum. Nuh’un günlerinde kısa zaman için tahakkuk eden tanrının maksadını yerine getirmenin belki şimdiden sonra tamamen bana kısmet olacağını düşünüyordum. Bilimsel araştırmalarım insanlığın yok edilmesinin çeşitli yollarını göstermişti bana. Bunlardan bir tanesini tamamlamayı görev biliyordum. Bulduğum imkânlardan en rahatı, zincirleme tepkinin yardımıyla, denizlerin kaynatılmasıydı. Vaktin geldiğini anladığımda kanaatimce bu amaca hizmet edecek bir alet istiyordum. Bana engel olan bir tek düşünce vardı; gerçi insanlar susuzluktan öleceklerdi, fakat balıklar acıklı bir tarzda pişeceklerdi. Balıkları sevmez değildim. Bildiğim ve akvaryumlarda gördüğüm kadarıyla dertsiz, sevimli, çoğu kez oldukça güzel yaratıklardı ve çarpışmaları, kavgaları geçiştirmekte insanlardan daha ustaydılar.
Zoolog bir arkadaşıma denizi kaynatma olanağından şaka olarak söz ettim. Gülerek bunun balıklara karşı basit bir sertlik olacağını anlattım. Arkadaşım da şakama esprisiyle karşılık verdi.
«Sizin yerinizde olsam balıkları dert edinmem» dedi. «Balıkların korkulacak kadar kötü huylu olduklarına sizi temin ederim. Birbirlerini yerler, yavrularını ihmal ederler. Şayet onların seksüel alışkanlıkları insanlarda da olsaydı din adamları bunu öldürücü bir günah olarak nitelendirirlerdi. Hayır, hayır köpek balıklarını yok etmek hiç bir şekilde sizin zihninizi meşgul etmemeli.»
Bu iyi adam şakacı konuşmasıyla bilmeden kararımı kesinleştirmişti. Kendi kendime düşünüyordum: «Demek ki yırtıcı ve zalim olan sadece insan değil. Yaşamın gerçek unsuru, hiç değilse diğerinin ölmesiyle hayatta kalmanın mümkün olduğu hayvanlar yaşamında. Kötü olan yaşamın kendisidir. Şayet evrende de ay gibi yaşam olmasaydı o da bu gezegen kadar güzel ve günahlardan yoksun olurdu.»
Büyük bir gizlilik içinde çalışıyordum. Bazı başarısız denemelerden sonra kanaatimce önce Themse nehrini, daha sonra Kuzey Denizi’ni, Atlantiği, Pasifik Okyanusunu ve hatta Kutup denizindeki buzları kaynatıp buharlaştıracak aleti hazırladım. Kontrol edemediğim düşüncelerimde, başarı kazanırsam evrenin gittikçe daha fazla ısınacağını, insanların susuzluk çekeceğini ve nihayet delirerek yok olacağını canlandırıyordum. Ve ondan sonra evrende günah kalmayacaktı. Bu muazzam yok etme hayalinde Dr. Mallako’nun rolü olduğunu yadsıyamam. Hileli plânları ile dünyanın efendisi olmak istediğini, ıstırapların zevk verdiğini, alçaltıcı durumların bunu daha da tatlılaştırdığını hayal ediyordum. Bu şeytan ruhlu insana karşı kazanacağım zaferi hayal ediyordum. Bir zafer ki birçokları, kendi yaptıkları tüyler ürpertici hareketlerden daha kötü bulacaklar. Düşüncelerim tıpkı denizlerin kaynadığını görmeyi arzuladığım gibi zihnimde gelişirken aleti tamamlayıp bir saatle birleştirdim. Bir sabah saat onda saati kurdum. Saat on ikide denizler kaynamaya başlayacaktı. Ve daha sonra da Dr. Mallako’yu son kez ziyaret ettim.
Kendisine dost olmadığımı bilen Dr. Mallako, beni gördüğüne hayret etmişti.
«Ziyaretinizin bahşettiği şerefi neye borçluyum?»
diye sordu.
«Doktor» dedim, «haklısınız bu bir nezaket ziyareti değil. Bana viski ve rahat bir koltuk vermeniz gereksiz. Sizinle rahatça konuşmak için gelmedim. İstibdadınızın sona erdiğini, sizinle konuşmak bahtsızlığına uğrayan insanların kalpleri ve ruhlarında artık şeytanî tesirinizi gösteremeyeceğinizi söylemeye geldim. Sizin kadar akıllı ve cesur olan, fakat bunları soylu düşünceler uğruna sarfeden bir adam tarafından hareketlerinize son verilecek. Tıpkı arzuladığınız gibi sebep olduğunuz trajedileri meydana çıkarma çabaları boşa giden, önem vermediğiniz zavallı, değersiz doğal bilimler bilgini ben, nihayet kötü çalışmalarınıza engel olunabileceğini anladım. Laboratuvarımda bir saat çalışıyor. Akreple yelkovan öğleyi gösterdiğinde bir mekanizma harekete geçerek bir kaç gün içinde dünyadaki tüm hayatı mahvedecek, tabii sizinkini de Dr. Mallako!»
«Tanrım ne kadar dramatik! Sabahın erken saatinde içmiş olabileceğinize ihtimal vermediğimden ciddi bir ruhsal rahatsızlıktan korkarım. Şayet zahmete değer buluyorsanız bu çok vahim sonu hangi plânla gerçekleştirmeyi umduğunuzu anlatırsanız memnun olurum.»
«Tabii gülüyorsunuz, fakat belki de yapacak başka şeyiniz kalmadı. Yakında alaylarınız sona erecek ve ölürken mağlup olanın acılığı ile son ve iyi güldüğümü kabul edeceksiniz.»
Dr. Mallako sabırsızlıkla:
«Neyse neyse büyük lafları bırakalım.» dedi, «Gerçekten yaşayacak çok az vaktimiz varsa bu anı akıllıca konuşmaktan daha iyi nasıl geçirebiliriz?
 Bana sisteminizi açıklayınız, kanaatimi söyleyeyim. Buraya dek heyecanlanmadığımı itiraf ederim. Siz eskiden beri geleneksiz bir adamsınız. Mr. Abercrombie, Mr. Beauchamp yada Mr. Cartwright, Mrs. Ellerker’in susmalarından başka ne elde ettiniz?
 Himayeniz sayesinde içlerinden biri, daha mı iyi vaziyette?
 Haydi artık plânınızı anlatınız. Bu birçok alandaki başarısızlığınız zekânızı kuvvetlendirmiş olabilir. Bundan şüphe ediyorum ya neyse.»
Bu isteğe karşı duramadım. Buluşu anlattım. Bu utanmaz doktor karşısında başarı kazanmaya karar vermiştim. Aleti inşa ediş tarzım çok basitti ve doktor fevkalâde kavrama yeteneğine sahipti. Kısa zamanda plânımın kuramını ve çalışmasını öğrenmişti. Ne yazıkki başarı, arzularımı yerine getirmeyecekti.
«Zavallı adam» dedi, «her şey düşündüğüm gibi. Küçük bir noktayı unuttunuz. Bu küçük noktadan ötürü aletiniz çalışamaz. On ikide saatiniz havaya uçacak.»
Kısa, acele ve sarih kelimelerle delilini ispatladı. Yıkılmış ve perişan, gitmek üzere döndüm.
«Bir dakika» dedi, «henüz her şey kaybedilmiş değildir, inanın bana. Şimdiye dek birbirimize karşı çalıştık, şayet size yardım etmeme müsaade ederseniz belki sizi bu komik ümitlerinizden kurtarabilirim. Siz konuşurken sadece yapımınızdaki bir hatayı değil, onu yok etme olanağını da buldum. Şimdi zahmetsizce sizin düşündüğünüz şekilde hareket eden bir makina inşa edebilirim. Dünyayı yıkmakla beni bedbaht kılacağınızı hayal etmiştiniz. Siz beni tanımıyorsunuz. Siz benim dış etkilerim hariç ruh dünyama giremediniz. Garip rabıtamızı dikkate alarak size itimat şerefini bahşedeceğim.
Şahsıma zenginlik, nüfuz ve zafer kazanmak istediğimi düşünerek kuruntu içinde yaşıyorsunuz. Hayır, hiç de öyle değil. Asla egoist, kendi çıkarlarını düşünen bir kimse olmamış, daha ziyade insanüstü soyut hedefleri izlemişim. İnsanlardan nefret ettiğinizi sanıyorsunuz. Size şunu söyleyeyim benim küçük parmağımda sizin tüm şahsiyetinizde bulunandan daha fazla kin var. İçimdeki nefret sizi bir anda kül edecek niteliktedir. Sizde böyle bir nefretle yaşayacak güç, sebat ve irade yoktur. Açıklamanıza müteşekkir olduğum evreni yok edecek aleti daha önce keşfetmiş olsaydım tereddüt eder miydim sanıyorsunuz?
 Ölüm eskiden beri hedefimdi. Gözlerimin önünde daima büyük meseleler vardı. Neden Mr. Quantox’a başarısında yardım ettiğimi kendinize sordunuz mu— Onun ve arkadaşlarının yerine geçecek imha makineleri inşa eden rakibine de aynı yardımda bulunacağımı şüphesiz ki hayır biliyor muydunuz?
 İntikamın hayatımın bir parçası olduğunu, şu ya da bu insana değil, maalesef kendimin de dahil olduğu değersiz nesle karşı olduğunu anlamadınız mı?
 Henüz gençlik yıllarımda sadece bu hedefi görüyordum. Babam bir Rus prensi, annem Londra otelinde hizmetçiydi. Babam annemi ben doğmadan terk ederek New York restoranlarından birine garson olmuş. Onun o zamanlar Sing-Sing’e memnunlukla kabul edildiğine inanıyorum. Beni pek ilgilendirmediğinden sıhhati hakkında araştırma yapmadım. Kendisini terk ettikten sonra annem teselliyi alkolde aradı. Çocukluğumda daima açtım. Emeklemeye başlar başlamaz çöplüklerde ekmek kırıntıları, patates kabukları ya da bana besleyici görünen her hangi bir şeyi araştırmayı öğrendim. Bunlara çok kızan annem meyhaneye gitmeden önce beni kitlerdi. Sarhoş geri döndüğünde kanlar içinde sesim çıkmayıp bayılana kadar döverdi. Altı yaşımdayken bir gün sarhoş olduğu halde döverek caddede sürüklüyordu. Kaçtım. Dengesini kaybetti ve üzerinden geçen bir kamyon hayatına son verdi. O an yoldan geçmekte olan insanları seven bir hanım beni yalnız ve çaresiz görerek acıdı Beni evine götürdü, yıkadı ve yemek yedirdi. Talihsizlik zihnimi çok geliştirmişti ve ben onun her zaman yardıma hazır oluşundan mümkün olduğu kadar yararlanmaya çalışıyordum. Bunda başarılı da oluyordum. Benim küçük, iyi bir erkek çocuk olduğumdan emindi. Beni evlat edinerek ders verdi. Bu menfaatlerin uğruna dayanılmaz dualara, kiliseye gitmeye, ahlâki hislere tahammül ediyordum. Onu memnun etmek için benim gibi bir mahlûktan niçin memnun olacağını bilmediğim halde diz çöküp yaratıcıma dua ediyordum. Onu memnun etmek için 'iyi' den kastettiği gibi görünüyordum. Yirmibir yaşıma geldiğimde vasiyetini hazırlayarak tüm servetini bana bıraktı. Tahmin edeceğiniz gibi çok uzun zaman yaşamadı.
«Onun ölümünden beri varlık içende yaşıyorum, fakat asla bir an bile çocukluğumu unutamadım. Annemin merhametsizliği, komşuların kalpsizliği, yalnızlık, boğucu ümitsizlik bütün bunlar daha sonraki sahte mutluluğumu dikkate almadan kararıma tesir etti. Hayır, nefret etmediğim bir tek insan yok. Istırap çektiğini görmek istemediğim bir tek insan yok. Siz benim gözlerimin önünde bir resim canlandırdınız: Dünyanın tüm insanları çıldırtan susuzluktan ölüm savaşında yok oluyor. Harikulade bir manzara! Şayet teşekkür edebilecek durumda olsaydım, bunu yapar ve sizi bir arkadaş olarak görürdüm. Fakat bu duygular ben henüz altı yaşıma gelmeden öldürüldü. Sizden memnunum, daha büyük bir itirafta bulunamam. Şimdi eve gideceksiniz ve pis makinanızın havaya uçtuğunu göreceksiniz. Zafer kazanmayı düşündüğünüz, kendinizden daha kötü bildiğiniz benim muzaffer olacağımı öğreneceksiniz. Maksadımı önleyecek yerde mükemmel zaferime yardımcı oldunuz. Susuzluk çektiğinizde benim de aynı ıstırabı çekeceğim ümidine kapılmayın. Gerçekten kusursuz bir makinayı harekete geçirdiğimde ızdırap çekmeden öleceğim. Fakat sizin için bu şerefsiz ölüm savaşından kurtulmak için bir kaç saat, belki de bir kaç gün var. Son anlarımda bu manzarayı zevkle seyredeceğim!»
O konuşurken birden iç huzursuzluğuna kapıldım. Onun kötü olduğundan kesinlikle emindim. Fakat dünyayı yok etmek istiyorsa bu kötü bir niyet olmalıydı. Bu düşüncelere son verdiğimde gözlerimin önünde temizleme usulü canlandı. Zafer kazanmasına müsaade etmemeliydim. Onun benliğini saran insanlara duyduğu kin bende geçici bir durumdu. Sözlerinden dolayı öldürülmesi gerektiğine karar verdim. Pencereden bakıyor ve bağırıyordu :
«Buradan görünen güzel evlerden bir kaç gün içinde yerde sürünen deliler çıkacak. Ben bunu göremeyeceğim fakat öldüğümde bu harikulade resim gözlerimin önünde olacak.» Sırtı bana dönüktü. Tehlikeye karşı kullanmak üzere getirdiğim tabancayı çıkardım.
«Hayır» diye bağırdım, «bu söylediğiniz olmayacak! »
Gülerek isteksizce bana döndü ve onu öldürdüm. Önce tabancayı temizledim, sonra eldiven giyerek silahı yanma bırakmak üzere kabzasını eline verdim.
Aceleyle intiharının sebebini makinasında yazıverdim. «Ümit ettiğim gibi iradesi kuvvetli bir adam olmadığımı anladım. Hatamı anladığımdan pişmanlık duygusu beni helâk ediyordu. Son teşebbüsüm muvaffak olamayacağından beni lekeleyecek ve harap edecekti. Buna tahammül edemezdim. Bu yüzden hayatıma kendi elimle son veriyorum.» Daha sonra eve giderek şikâyet konusu olabilecek patlamayı önlemek için makineyi tam vaktinde parçaladım.
7
Dr. Mallako’nun çalışmalarına son verdikten sonra bir süre kendimi mutlu ve tüm üzüntülerden arınmış hissettim. Onu, etrafına cinayet ve delilik bulaştıran zehirli bir atmosfer gibi görüyordum. Artık o yok olduğuna göre memnun ve mutlu yaşayacak, başarıyla çalışacak, dostluklar kuracaktım. Dr. Mallako’nun pirinç tabelasını gördüğümden beri sanki hiç gözümü kırpmamışçasına aylarca uzun, derin ve rahatça uyudum. Zaman zaman deli gibi yaşamaya mecbur bırakılan zavallı Mrs. Ellerker’in hayali gözlerimde canlanıyordu. Sonuçta ben gücümün yettiğini yapmıştım, artık düşünmenin yararı yoktu. Onunla ilgili her düşünceyi aklımdan çıkarmaya karar verdim.
Psikiatri alanındaki fevkalâde bilgisi ile dikkatimi çeken genç, cazip, akıllı bir hanımla tanıştım. Onda içinde bir süre kaybolduğum kötülerin çılgınlık yollarını açıklayabilecek bir insan bulduğuma inanıyordum. Kısa bir süre sonra bu genç hanımla evlendim. Kendimi mutlu hissediyordum. Bununla beraber beni huzursuz kılan düşüncelere kapılıyor, tam konuşmamın ortasında korkuyla etrafıma bakınıyordum.
Karım «neyin var?
 Hayalet mi görüyorsun?
 Bana anlatmak istemez misin?»
diye soruyordu. 
«Hayır,» diye cevap veriyordum, «sadece aklımdan geçirdiğim kötü hatıralar.»
Fakat bu düşüncelerin gittikçe daha sık ve etkileyici biçimde beni yokladıklarını hissediyordum. Hayallerimde Dr. Mallako ile karşılıklı oturduğumuzu, onun son andaki konuşmasına devam ettiğini görüyordum. Sonra bir an için utanmaz yüzü canlanıyor ve şunları söylediğine inanıyordum: 'Beni yendiğinizi zannediyorsunuz öyle mi?
’ Çalışma odamda yalnız olduğum bir an dayanamayıp şöyle bağırdım: 'Evet Allahın cezası öyle!’ Bunun üzerine karım içeri girdi ve hayretle yüzüme baktı.
Dr. Mallako’nun yakınlığını gittikçe daha çok hissettiğime inanıyordum. ’Mrs. Ellerker'e çok güzel yardım ettiğiniz değil mi?
’ dediğini duyuyordum. 'Ruhen normal olduğunuza inanıyor musunuz?
’ diye sanki fısıldıyordu. Yalnız olduğum her an onu düşünmekten kendimi kurtaramadığım için bu durum işime de tesir ediyordu. Şunları söylediğini her an duyuyordum: 'Nasıl da parlak fikirleriniz vardı! Dünyayı yok etmek istiyordunuz, daha neler neler. Küçük bir tabancanın yardımı ile benim tesirimden kurtulabileceğinizi mi tahayyül ettiniz?
 Bunun ruhsal bir güç olduğunu bilmiyor musunuz?
 Son görüşmemizdeki adamın rolüne bürününüz, o zaman ne yaptığınızı itiraf edeceksiniz. İtiraf etmek mi?
 Hayır bununla iftihar edeceksiniz. Dünyayı nasıl bir canavardan kurtardığınızı herkese duyuracaksınız. Kendinizi bir kahraman olarak kutlayacak, melun şahsiyetimde birleşen tüm kötü kuvvetleri yendiğiniz için övüneceksiniz. Siz böyle bir iş yapmadınız. Geride sahte, gereksiz bir itiraf bırakarak benim gibi zayıflığı asla tanımamış bir adama bunu isnat ettiniz! Bu affedilir mi?
 Yaptığınız işlerle övünseydiniz belki sizi şerefli bir rakip olarak görmezdim. Fakat önemsiz koca rolünüzle benim öylesine horgörümü kazandınız ki size, ölü olmama rağmen sizi mahvedeceğimi ispatlıyacağım!’ 
Bütün bunları Dr. Mallako’dan duyduğumu sanıyordum. Başlangıçta bunu sadece tahayyül ettiğimi biliyordum, fakat zamanla bu hayaletin gerçekten var olduğu hissine kapıldım. Bir keresinde deli gibi hayallerin arasından geçip bunun bir rüya olduğunu ispata çalıştım, fakat hayalin etrafımı sardığı bir an soğuk bir nefes hissettim ve bağırarak bayıldım. Beni solgun ve titreş bulan karım sorguya çekti. Sisten şiddetli titremeye kapıldığımı söyledim ama bunun gerçek olmadığını biliyordu. Ölümüne sebep olduğumu söylemediğim hayalet benimle alay ettiğinden, itiraf edersem beni rahat bırakacağına inanıyordum. Rüyalarımda farklı bir sonuçla onu tabancayla vurduğumu görüyordum. Ceset yere düşer düşmez bağırmak için pencereyi açıyordum: «Yukarı gelin ve kahramanca öldürdüğüm canavara bakın!» Rüyalarımdaki sahne böyle sona eriyordu. Uyanırken hayaletin alayla güldüğünü duyuyordum:’ 'Ha ha ha! Böyle olmamıştı değil mi?
' Istırabım daha büyüyor, hayaller aralıksız görünüyordu. Heyecanlı bir rüyadan sonra bağırarak uyandım: «Ben, benim o!»
«Ne oluyor?»
diye benim bağırmamla uyanan karım sordu.
«Dr. Mallako'yu öldürdüm» dedim. «Belki cansıkıcı bir bilginle evlendiğini düşünüyorsun, fakat yanıldın. Sen bu banliyödeki sakinlerin sahip olmadığı keskin bir zekâ ve cesarete merhametsiz bir canavarı öldürmüş adamla evlendin. Dr. Mallako’yu öldürdüm ve bundan dolayı gurur duyuyorum!»
Karım: «Tamam tamam» dedi, «Acaba arkanı döner misin?»
Bağırdım, tepindim fakat heyecanım boşunaydı. Korkunun ondaki bütün duyguları nasıl yok ettiğini gördüm. Sabah olmak üzereyken telefonda konuştuğunu duydum. Şimdi pencereden iki polisin ve uzun zamandır tanıdığım meşhur bir psikiatrisin eve geldiğini görüyorum. Mrs. Ellerker’i korumaya çalıştığım âkıbetin aynı beni bekliyor. Anlaşılamayacağım uzun, tesellisiz, yalnızlık günleri var önümde. Karanlık kaderime küçük, küçücük bir ışık düşüyor. İyi hareket etmiş olan kadın ve erkek deliler yılda bir gün hastanedeki danslı eğlenceye katılabilirlerdi. Demek ki yılda bir kez sevgili Mrs. Ellerker’imi görebileceğim. Ve sonra birbirimize gülerek soracağız, yeryüzünde herhangi bir vakit deli olmayan ikiden fazla insan olacak mı? diye.
Kaynak: BERTRAND RUSSELL, Hikayeler, [Satan in the Suburbs and Other Stories. London: George Allen & Unwin. 1953.] trc: Hârika Aktel. Tel Yay. 1972, İstanbul, sh.34-50
Banliyö: isim (ba'nliyö) Fransızca banlieue
     Genellikle oturma alanı niteliğinde olan, şehir merkezinden uzakta veya sınırlarına yakın yerlerde bulunan şehir yöresi, çevre, dolay.
[1]
Süleymanın Ezgiler Ezgisi.
Beni dudaklarıyla öptükçe öpsün!
Çünkü aşkın şaraptan daha tatlı.
Ne güzel kokuyor sürdüğün esans,
Dökülmüş esans sanki adın,Kızlar bu yüzden seviyor seni.
Al götür beni, haydi koşalım! Kral beni odasına götürsün.
Seninle coşup seviniriz, Aşkını şaraptan çok överiz.
Ne kadar haklılar seni sevmekte!
Esmerim ben, ama güzelim, Ey Yeruşalim kızları!
Kedarın çadırları gibi, Süleymanın çadır bezleri gibi kara.
Bakmayın esmer olduğuma, Güneş kararttı beni.
Çünkü kızdılar bana erkek kardeşlerim,
Bağlara bakmakla görevlendirdiler.
Ama kendi bağıma bakmadım.
Ey sevgilim, söyle bana, sürünü nerede otlatıyorsun,
Öğleyin nerede yatırıyorsun?
Neden arkadaşlarının sürüleri yanında
Yüzünü örten bir kadın durumuna düşeyim? gösterirdi.
Ey güzeller güzeli, Bilmiyorsan, Sürünün izine çık,
Çobanların çadırları yanında Oğlaklarını otlat.
Firavunun arabalarına koşulu kısrağa benzetiyorum seni, aşkım benim!
Yanakların süslerle, Boynun gerdanlıklarla ne güzel!
Sana gümüş düğmelerle altın süsler yapacağız.
Kral divandayken, Hint sümbülümün güzel kokusu yayıldı.
Memelerim arasında yatan Mür dolu bir kesedir benim için sevgilim;
Eyn-Gedi bağlarında Bir demet kına çiçeğidir benim için sevgilim.
Ah, ne güzelsin, aşkım, ah, ne güzel! Gözlerin tıpkı birer güvercin!
Ne yakışıklısın, sevgilim, ah, ne çekici! Yeşilliktir yatağımız.
Sedir ağaçlarıdır evimizin kirişleri, Tavanımızın tahtaları ardıçlar.


 Penelope Colquhoun ağır ağır merdivenleri çıktı, kendini küçük evinin rahatsız koltuğuna bıraktı. «Bıktım, bıktım, bıktım!» diye bağırarak içini çekti. Doğrusunu söylemek gerekirse bu iç çekişlerin hepsinin bir nedeni vardı. Babası Suffolk’daki Ouycombe Magna köyünün papazıydı. Köy, bir kilise, bir papaz evi, bir postane, bir misafirhane, on köy evi ve eski güzel lüks bir villadan müteşekkildi. O zamanlar, tahminen elli yıl önce dış dünya ile teması haftada bir kez tren garı olan Ouycombe Parva köyüne giden bir otobüs sağlar, oldukça uzun ömürlü olan insanları, belki de Liverpool Street Garı’na ulaşabilecekleri iddia edilirdi.
Beş yıldır dul olan Penelope’nin babası Churchu’n bugün nesli tükenmiş sofu taraftarları ve o her eğlencenin amansız düşmanıydı. Karısı da görüşüyle bir kadının olması gerektiği gibiydi; Alçak gönüllü, uysal, sabırlı ve cemiyet çalışmalarında yorulmadan çalışan bir insandı. Penelope'nin kayıtsız şartsız annesinin izinden gitmesini doğal karşılıyordu. Kızına da başka tercih hakkı kalmadığından o da elinden geleni yapıyordu. Noel yortusu ve ekin ihsan edene şükran bayramı için kiliseyi süslüyor, anneler derneğinin toplantısına başkanlık ediyor, yaşlı kadınları ziyaret edip sıhhatlerini soruyor, görevini unuttuğunda kilise hizmetçisine yol gösteriyordu. Fakat en küçük bir sohbet dahi tekdüze iş gününü renklendirmiyordu. Papaz, kadın kısmının süslenmesinden hoşlanmıyordu. Bu yüzden Penelope yün çorap, manto ve bir zamanlar yeni olan fakat şimdi eskimiş kapalı elbiseler giyiyordu. Saçlar alından geriye doğru sımsıkı taranıyordu. Babası onlarda mutlaka cehennem hayalini göreceğinden her hangi bir ziynet eşyası katiyen düşünülemezdi. Sabahları iki saat gelen temizleyici kadından başka ev işine yardım edecek kimsesi olmadığından ve normal olarak papaz hanımlarının görevi olan cemiyet işlerine ilâveten ev ve mutfak işlerini de başarmak zorunluluğundaydı. Kendine daha fazla boş vakit ayırmak için tesadüfen zayıf denemelere girişmişti; ama boşuna. Babası daima bir İncil metnine dayanarak dinsiz ve imansız birşey üzerinde ısrar ettiğini ispat etmeye hazırdı. Teorik öğretimden çok ahlâk duyguları için elverişli bulduğu İsa Sirach’ın kitabına herşeyden çok önem veriyordu. [Joshua ben Sira (sirach) - Erdemli Bilgelik Kitabı , yaygın Sirach veya basitçe Sirach Bilgeliğini adlandırılan ve aynı zamanda Ecclesiasticus veya Siracides birKitap olarak bilinen veya Ben Sira ( Ecclus . Kısaltılır) , yaklaşık etik öğretilerin bir eseridir . Yahudi kâtip Kudüs Şimon ben Yeshua ben Eliezer ben Sira tarafından yazılmış.]
 Annesinin ölümünden kısa bir süre sonra Ouycombe Magna’ya kez gezici bir panayır gelmiş ve o da orayı ziyaret edebilmek için izin rica etmişti. Babası da cevap verdi: «Kim isteklerine uyarsa Allah belâsını versin kim isteklerine karşı durursa hayatını taçlandırsın :" Bir başka kez Ipswich yolunu soran geçici bir bisikletliyle bile birkaç kelime konuştuğu meydana çıkmamıştı. Babası çok kızmış ve: «Utanmaz bir kız babasını ve kocasını rezil eder ve ikisi tarafından da hor görülür.» demişti. Penelope görüşmenin tamamen iyi niyetle yapıldığını söylediğinde babası şayet düzelmezse refakatiz köye gidemeyeceğini bildirmiş ve tehdidini İncil'den bir parçayla belirtmişti: «Hoppa kız evlâdını seni rezil etmemesi için sıkı muhafaza altında bulundur.» Penelope müzik seviyor ve bir piyanosu olsun istiyordu ama babası bunu gereksiz buluyor ve şöyle diyordu. «Şarap ve şarkı kalbi sevindirir. Fakat her ikisinden de iyisi gerçek sevgidir.» Onun için ne kadar endişelendiğini ifade etmekten asla yorulmazdı. Şunları söylemeyi alışkanlık haline getirmişti: «Kız evlât baba için gizli bir derttir, kızını düşünmek uykularını kaçırır... Çünkü elbiseden güve, kadından kötülük çıkar.»
Annesinin ölümünü izleyen son beş yıldaki olaylar Penelope için çekilmezliğin hemen hemen hududunu teşkil ediyordu. Yirmi yaşına geldiğinde hapishanesine nihayet küçücük bir ışık düştü. Yıllarca boş kalmış olan lüks villâ, sahibesi varlıklı bir Amerikalı olan Mrs. Menteith tarafından tekrar işgal ediliyordu. Doğu İngiltere'de budalaca hayata tahammül edemeyen kocası Seylan’a yerleşmişti. Hanım, oğullarına uygun bir okul bulmak ve evin kiralanmasıyla meşgul olmak için dönüyordu. Neşeli, modern giyimli ve onun görüşüyle dünyevî olduğundan, papaz kadını mutlaka tanımak isteğinde değildi. Fakat lüks villâ kilise kasasına en büyük bağışı yaptığından, İsa Sirach’ın kitabında zenginleri gücendirmenin akılsızlık olduğunu belirten bir izahat aradı ve buldu. Bu yüzden kızına bu hayat dolu hanımla ilişkileri doğrudan doğruya yasaklamadı.
Penelope yaşantısının tekdüzeliğinden şikâyet etmekten henüz vazgeçmişti ki demode tokmağın kapıyı dövdüğünü duydu ve aşağıya indiğinde Mrs. Menteith'in eşikte durduğunu gördü. Samimi bir kaç kelime Penelope'de Mrs. Menteith’i kalben üzen galeyana sebep olmuştu. Tecrübeli bir bakışla genç kızda ne kendisinin ne de köy halkının akıllarına gelmeyecek yetenekleri keşfetmişti. Mrs. Menteith: «Şekerim», dedi, «şayet size birşeyler yapmanıza izin verselerdi harikûlâde güzel olabileceğinizi biliyor muydunuz?» Genç kız: «Ah, Mrs. Menteith, alay ediyorsunuz muhakkak» diye cevap verdi. «Hayır, gayet ciddiyim», diye açıklamaya koyuldu hanım: «Şayet babanızı kandırmayı başarırsak bunu size ispat edeceğim.» Konuyu birlikte görüştüler ve bir plân hazırladılar. O anda Mr. Colquhoun geldi ve Mrs. Menteith: «Sevgili peder bir gün kızınız olmadan yaşayıp onu bana teslim edemez misiniz? İpswich'te halledilmesi gereken bir hayli işim var ve benim için tek başıma oraya gitmek gerçekten sıkıcı olabilir. Kızınıza bana arabada eşlik etmesi için izin verirseniz gerçekten büyük bir lütufta bulunmuş olursunuz» dedi. Biraz direnişe rağmen nihayet daha fazla rica karşısında papaz gerekli izni verdi.
Büyük gün gelmişti ve Penelope heyecandan hemen hemen kendinden geçiyordu. Mrs. Menteith: «Babanız iğrenç bir herif. Ben sizi onun zulmünden kısa bir süre sonra kurtarmayı düşünmekle meşgulüm. Sizi İpswich’te orada mümkün olduğu ölçüde tepeden tırnağa güzelce giydireceğim. Nihayet siz de size yakışan şekilde saçlarınızı yaptırmalısınız. Ve sanırım sonuca siz de hayret edeceksiniz» dedi. Kuşkusuz bu doğruydu da. Penelope Mrs. Menteith’i memnun etmek için giyindikten sonra kendisini büyük bir aynada tetkik ediyor ve artan bir gurur, hayret ve sevinçle düşünüyordu: Gerçekten bu ben miyim? Yabancısı olduğu duyguların amansız hücumuna uğramıştı. Yeni umutlar ve umulmadık olanakların karşısında köle hayatını sona erdirmeye karar verdi. Fakat özgürlüğe giden yolun nasıl olacağı hâlâ çözülmemiş bir problemdi. O bunları inceden inceye düşünürken Mrs. Menteith saçlarının taranması için onu bir güzellik salonuna götürdü. Biraz beklemek zorundaydı. Birden bakışları bir evlilik dergisine takıldı. «Mrs. Menteith» dedi, «benim için o kadar çok şey yapıyorsunuz ki, sizden bir şey daha istemeye cesaret edemiyorum. Beni hiç bir insan görmeyecek olduktan sonra bu güzelleşmenin bana ne yararı olabilir?
Ayrıca yıllar geçse de hiç bir genç delikanlı yolunu şaşırıp Ouycombe Magna’ya gelmez. Evlilik dergisine bir evlenme ilânı vermeme ve benim için önemli olacak istekliyi orada kabul etmek üzere ev adresinizi benim adresim olarak vermeme müsaade eder misiniz?» Eğlenceden hoşlanmaya başlayan Mrs. Menteith razı oldu. Penelope onun da yardımı ile şu ilânı verdi :
«Eşsiz bir kazada yalnız yaşayan genç, güzel, namuslu, erdemli bir kız ilerde evlenmek üzere genç bir erkekle tanışmak istiyor. İsteklilerin bir fotoğraf göndermeleri rica olunur. Şayet hoşlanırsa genç hanım da bir fotoğraf gönderecektir. Adres Miss. P., Ouycombe Magna Villâsı. Not: Ruhani beylerin istekleri dikkate alınmıyacaktır.»
Bu ilânın müsveddesinden sonra güzellik salonunda bakımı yapılarak tüm güzellik ve görkemi ile fotoğrafı çekildi. O an için de mutlu düş sona erdi, Güzel eşyaları tekrar çıkartıp saçlarını eskisi gibi alnından geriye doğru sımsıkı taramak zorundaydı. Fakat Mrs. Menteith güzel giysileri evine götürmek üzere aldı ve bunları isteklerini karşılamak üzere tekrar giyebileceğine dair söz verdi.
Eve döndüğünde yorgun göründü ve babasına avukat ve emlâk komisyoncularının bekleme salonlarında oturmanın ne kadar can sıkıcı birşey olduğunu anlattı. Babası: «Peneolpe,» dedi, «sen Mrs. Menteith’e bir lûtufta bulundun. Erdemli insanlar iyilik yaparken sıkılmazlar.» Bu izahatı lâyık olduğu biçimde ses çıkarmadan dinledi ve ilânına gelecek cevapları büyük bir sabırla beklemeye karar verdi.
Penelope'nin ilânına çok sayıda değişik özlü mektuplar geldi. Bazıları çok ciddiydi, bazıları alaycı; bir kaçında zengin oldukları ya da yakın zamanda zenginleşecek kadar kendilerini akıllı buldukları anlamı çıkıyor; bazıları da iyi kalpliliklerini; diğerleri amir tabiatlarını ifade ediyorlardı. Penelope fırsat buldukça mektuplarım almak için lüks villâya gidiyordu. Bununla birlikte cevaplardan sadece bir tanesini kendisi için çok vaadkâr bulmuştu :
«Sevgili Miss P.»
«İlânınız beni şaşırttı ve ilgilendirdi. Ne kadar az kadın kendini çok güzel diye tanımlamak cesaretini gösterir ve ne kadar az bir kısmı erdemli olduğunu iddia edebilir? Ruhanilere karşı duyduğunuz nefreti boşuna bağdaştırmaya çalışıyorum, ama bundan genç bir hanımın ifade ettiği gibi kusursuz, erdemli olmadığınız umuduna kapılıyorum. Meraktan çatlıyorum ve şayet bu merakımı tatmin etme fırsatını bana verirseniz dünyanın en mutlu insanı olurum.»
Hürmetkârınız Philipp Arlington.
Not; Fotoğrafımı da ekliyorum.»
Bu mektup onu çok ilgilendirmişti. Mektubu yazanın kendi meziyetleri karşısında susmasından onların izah edilmeyecek kadar çok olduklarına inanmıştı. Fotoğraftan canlı, kibar ve şakacı olduğu görülüyordu. Herkese gösterdiği, fotoğrafını gönderdiği, cevap verdiği ve Mrs. Menteith’in evinde bir öğle yemeği yemeyi teklif ettiği biricik taliplisiydi bu. O da teklifi kabul etti. Ve nihayet beklenen gün geldi.
Villâdaki yemekte Mrs. Menteith’in varlığı, Penelope’nin saygıdeğer oluşu ve toplum içindeki durumu, hakkında önemli etki yaratmakta yararlı olmuştu. Yemekten sonra birbirlerini daha yakından tanımaları için onları yalnız bıraktılar. Philipp önce Penelope’nin ilânındaki güzellikle ilgili kısma temas ederek bunun gerçek olduğunu açıkladı ve böyle bir çareye başvurmakla çabucak bir koca bulabileceğini memnunlukla anlattı. Bunun açıklanması Penelope’nın ailevî durumunu ve nihayet dinsel düşüncelerini anlatmasına vesile oldu. Her geçen dakika ilgisini sempatik buluyor ve onun karısı olmanın, babasının kızı olmakla çelişkili bir durum yaratacağı anlaşılıyordu.
İki saatlik bir sohbetten sonra ona âşık olmuş ve onun da kendisine kayıtsız olmadığı hükmüne varmıştı. Daha sonra kendisini huzursuz yapan bir problemi açıkladı. «Ben henüz yirmi yaşımdayım. Sadece babamın izniyle evlenebilirim. Fakat dindar olmayan biriyle evlenmeme asla müsaade etmez. Sizi ona takdim ettiğimde onu inandıracak şekilde papaz rolü yapabilir misiniz?» Bu sorunun hemen arkasında gözlerinde Penelope'nin tanımadığı bir ışık parladı, fakat o sükunetle cevap verdi: «Evet, yapabilirim.» Onda bir ortak yan bulmak Penelope’yi hayran bırakmıştı ve kendisini her zamankinden daha fazla onunla birleşmiş hissediyordu. Babasına ondan evinde tesadüfen tanıştığı Mrs. Menteith’in bir arkadaşı olarak söz etti. Allah rızası için böylesine ağır işte çalışan bir yardımcıyı kaybedeceği düşüncesi kolayca anlaşılacağı gibi babasını müthiş öfkelendirmişti. Fakat Mrs. Menteith, Penelope'nin durumunu kuvvetlendirdi ve genç erkeğin dindarlığını, piskopos hamilerine müteşekkir olduğu istikbal görüşlerini parlak kelimelerle anlattı. Nihayet ihtiyar adam bu örnek insanı görmek ve şayet sınavdan memnun kalırsa nişan tarihini görüşmek üzere çağrılmasına razı oldu. Penelope bin bir korku içindeydi, çünkü sevgili Philipp’i bir hata yapabilir ve babasına hilekârlığı meydana çıkarma fırsatı verebilirdi. Fakat her şey tereyağından kıl çeker gibi kolay oldu. Genç adam ikinci papazı olduğu cemaatten bahsediyor; âmirlerini anlatıyor, papazlık makamının şimdiki sahibi doksan yaşında olduğundan dinsel törenleri üzerine aldığını belirtiyor ve hayatını adamayı umduğu kutsal eserin anlamını heyecanlı bir İlâhiyle bitiriyordu. Penelope belli etmeden derin bir nefes aldı, fakat genç erkek İsa Sirach'ın kitabını zikretmeye başladığında Philipp’in bir daha silinmeyecek şekilde babasının saygısını kazandığını memnunlukla anladı.
Bütün güçlükler ortadan kalktıktan bir hafta sonra düğün yapıldı. Penelope’nin köy hayatının yeterince tadını çıkardığını, sohbet etmek istediğinde neşeli insanlar arasında olup keyifli dakikalar geçirmek isteğinde olduğunu belirtmesi üzerine balaylarını Paris’te geçirdiler. Balayı günleri onun için bir hayal gibi geçiverdi. Kocası hâlâ cazipti ve senelerce frenlemek zorunda kaldığı delice fikirlerine karşı gelmiyordu. Sadece küçük bir bulut mutluluğunu gölgeliyordu. Masraf bakımından cimri davranıyor ve maddî nedenlerden ötürü Somerset’deki Poppleton köyünde yaşamak mecburiyetinde olduğunu anlatıyordu. Fakat onun anlattıklarından Sir Rostrevor ve Lady Kenyon’un oturdukları komşu sarayda görevli olduğu anlamını çıkarıyordu. Zaman zaman onun kendi durumunu açığa vurmadığına hayret ediyordu, fakat balayı öylesine mutluluk ve neşeyle doluydu ki, bunun üzerinde kafasını yormaya cesaret bile edemiyordu. Belli bir pazar gecesi yine Poppleton’da olmak zorunda bulunduğunu açıkladı. Gece geç vakit yaşadığı Rye House’a geldiler. Hava kararmıştı ve Penelope yatıp uyumaktan başka istek duymayacak kadar yorgundu. Kocası onu merdivenlerden çıkardı ve Penelope yatar yatmaz uyudu.
Ertesi sabah kilise çanının sesiyle uyandı ve kocasını cübbe giyerken gördü. Gözleri açılmıştı. «Neden bunu giyiyorsun anlamıyorum?» diye bağırdı. Kocası gülümseyerek: «Evet sevgilim, sana küçük bir itirafta bulunmamın zamanı geldi. İlânını okuduğumda önce meraklandım ve karşılaşmayı teklif ettim. Fakat seni görür görmez sevdim. Ve bu duygu villâya geldikten sonra daha da derinleşti. Seni kazanmaya karar vermiştim. Bu, doğrulukla mümkün görülmediğinden hileye başvurdum. Buranın papazı olduğumu senden daha fazla gizleyemem. Seni çok çirkin bir şekilde aldattığım doğrudur. Biricik özürüm büyük aşkımdır ki, başka şekilde seni elde edemezdim» dedi.
Penelope, bu kelimelerden sonra yataktan çıktı ve bağırmaya başladı: «Seni asla affetmeyeceğim, asla, asla! Cezanı çekmelisin. Zavallı bir kızı alçakça aldattığın için pişman olacaksın. Senin bana yaptığın gibi ben de seni ruhani meslektaşlarına alay konusu yapacağım.»
Bu arada kocası da giyinmişti. Penelope onu odadan çıkardı ve bütün bir gün öfkeyle başbaşa kaldı. Akşam yemeğine kadar kocası ne göründü ne de haberi geldi; gece elinde bir çay tepsisiyle göründü ve şöyle konuştu: «Şayet beni cezalandırmak istiyorsan hayatta kalmalısın, hayatta kalmak için de bir şeyler yemelisin. Onun için çay tepsisini buraya bırakıyorum, fakat benimle konuşmak zorunda değilsin. Tepsiyi buraya koyup tekrar gideceğim. Afiyet olsun!»
Önceleri azametli davranmak istiyordu, fakat ne kahvaltı etmiş, ne öğle yemeği yemiş ne de çay içmişti. Nihayet açlık galip geldi ve çay tepsisinde bulunanları tamamen yedi. Bununla beraber intikam plânından vaz geçmemişti.
Akşam yemeği ile tekrar canlanarak gecenin yarısını gelecek günler için geçici bir anlaşmayı saptayan vakarlı bir mektup yazmakla geçirdi. Büyük gayret sarfederek çeşitli fikirler ortaya attı. Nihayet rahatlamıştı. Kısaca şöyle yazmıştı :
Beyefendi,
Alçakça tutumunuzdan dolayı sizinle bir daha asla konuşmayacağımı şüphesiz tahmin edersiniz. Bana yaptığınızı dünyaya duyurmayacağım, zira bu kendi akılsızlığımı açığa çıkarmak olur, bununla birlikte herkese sizi sevmediğimi, sizin aldatıcı ve kör olduğunuzu hatırlatacağım. İtibarınız üzerinde etkisiz olmayacağından skandal yaratmaktan zevk duyacağım. Şayet bununla tüm ruhanileri gözden düşürürsem bu beni daha çok sevindirecek.
Hayatta tek hedefim sadece sizin beni alçalttığınız gibi benim de sizi mahcup etmem olacak.
Gelecekte sadece ismen tanıyacağınız karınız Penelope.»
Mektubu dışarıya bıraktığı çay tepsisinin üzerine koydu. Ertesi sabah üzerinde yalnız kahvaltı olmayan mektuplu bir çay tepsisi kapının önünde duruyordu. Önce onu küçük küçük yırtıp pencereden atması gerektiğine inanıyordu. Fakat daha sonra onun böyle durumlarda olduğu gibi utanç ve endişeyle dolu olduğunu, özür dilediğini ümit etmek galip geldi. Zarfı yırttı ve okumaya başladı :
«Bravo sevgili Penelope! Mektubun bir şaheser, eşi olmayan değerli bir suçlama. Şayet bana akıl danışsaydın daha iyi bir sonuç vereceğini sanmıyorum. Fakat intikamla ilgili noktada beklemek zorundayız. Senin sandığın gibi etkilemeyebilir de.
Daimi ruhani hürmetkârın Philipp.
 Not: Garden • Party'i unutma!»
Balayında Philipp’in anlatmış olduğu sözkonusu garden party bugün Lord Rostrevor ve Lady Kenyon’un daveti üzerine Elizabeth stilindeki Mendip Palas’ta yapılacaktı ve daha çok genç kadının çevre sosyetesine tanıtılması için düşünülmüştü. Bir süre gidip gitmemesi hakkında tereddüte düştü, çünkü kocasının notu Penelope’yi çelişkiye düşürüyordu. Kendi kendine karar verdikten sonra partinin intikam savaşını sürdürmesi için fırsat olacağını anladı. Böylece binbir özenle giyindi. Öfkeyle parlayan gözleri her zamankinden daha karşı konulmazdı. Hedefin çıkarı gereği kocasıyla arasındaki anlaşmazlığı belli etmemeye karar verdi ve birlikte kurallara uygun bir şekilde ortaya çıktılar. Öylesine şaşırtıcı bir güzelliğe sahipti ki erkekler onun görünmesiyle etraftakilerini unuttular. Fakat o kendisiyle tanışmak isteyen asil beylere dikkat etmeyerek gayet sade ve vakarlı davranıyordu. Nihayet bütün dikkatini Vikar üzerinde topladı. Vikar, yani Mr. Reverdy henüz gençti ve Penelope onun tutkusunun köyün arkeolojik durumu olduğunu bir kaç dakika sonra keşfetti. Vikar yakınlarda dev mezar olduğunu -mutlaka prehistorik değerinden olmalı-, fakat merakıyla baş başa kaldığını, kimseyi bu hâzineleri kaldırmak için harekete geçiremeyeceğini ciddiyetle anlatıyordu. Gözlerini açarak hayretle: «Rezalet, Mr. Reverdy!» dedi. Etkisi altında kalan Vikar Papazı hayat arkadaşından dolayı tebrik etti.
Vikar, ertesi gün arabayla Peppleton’dan onbeş kilometre uzaktaki ilginç arkeoloji kalıntılarını seyretmeye gitmek için Penelope'yi elde etti. Herkes izahatlarda bulunan Vikar’la, onu dikkatle dinleyen Penelope’nin köyden arabayla geçtiklerini gördü. Tabii bu, kimsenin gözünden kaçmadı. Özellikle dedikodu yapmayı görev edinmiş olan Mrs. Ouigley adında yaşlı bir hanımın Mrs. Ouigley’in aziz Mr. Arlington’a vermeyi düşündüğü bir kızı vardı ve sözü geçen bakireye önem vermemekle pek akıllıca davranmadığını söylemeye başladı. Vikar Penelope'yle önünden geçerken «Vay!» diye bağırdı. Bunu duyan herkes ne anlama geldiğini biliyordu. Ertesi gün Vikar’ın, papazın cemaat işleriyle görevli olduğu, evde bulunmadığı herkesçe bilinen bir saatte kolunun altında Somerset'in Arkeoloji’si adlı bir kitapla Rye House’a yürüdüğü görüldü. Vikar'ın kitabı teslim etmek için gerektiğinden fazla kaldığı tesbit edildi. Bundan başka Mrs. Ouigley’in -onun sayesinde bütün köye- arka merdivendeki konuşması ile, genç evlilerin ayrı odalarda yattığı açıklanıyordu.
Mrs. Ouigley’in işgüzarlığını bilmeyen zavallı Vikar, papazın eşinin ne kadar güzel, akıllı ve erdemli olduğunu anlatıyordu. Her kelimeyle hem kendisine hem de Penelope'ye isnat edilen suç, yükünü ağırlaştırıyordu. Sonunda Mrs. Ouigley daha fazla dayanamıyarak sevgili Vikar’ın selâmeti için kilise cemaat başkanı Mr. Glasshouse’a yazmanın görevi olduğunu belirterek papazın başka yere nakledilmesini tavsiye etti. Mrs. Ouigley’i tanıyan Mr. Glasshouse durumu feci olarak kabul etmeye niyetli değildi ve Vikar’a isabetli bir konuşmanın kâfi geleceğine inanıyordu. Kendisine Mrs. Arlington’la görüşmenin dünyanın en temiz şeyi olduğunu temin eden Vikar'ı ziyaret etti. Bununla birlikte Penelope’nin suçsuzluğunu başkanın uygun gördüğünden daha hararetli övmüştü. Bu yüzden Mr. Glasshouse hanımla bizzat görüşmeye karar verdi. Çay saatinde Aye House’a gelerek arkeoloji ile Vikar hakkında biraz abartmalı konuşan Penelope tarafından karşılandı. Gerçi Penelope, Mr. Glasshouse'un Mrs. Ouigley'in kendisine bildirdiğini söylediği dedikodu yaratacak fısıltıları incelikle söylemesine rağmen inkâr etmişti, ama bunu öyle bir ifadeyle söylemişti ki, başkanın Vikar’ın düşüncesizce hareket ettiğine kanaat getirdiğini itiraf etmek gerekirdi. O anda Mr. Glasshouse arkeolojinin onun zevkine göre ölü geçmişle çok fazla ilgilendiğini, Vikar’ın yerinde olsa canlı hayatı mezar taşlarına tercih edeceğini itiraf etti.
Penelope, «Alı Mr. Glasshouse ne kadar haklısınız» dedi, «size tamamen hak veriyorum. Sayın başkan lütfen bana hayatın hangi yönüyle ilgilendiğinizi anlatınız.»
«Ender kuşlarla» diye cevap verdi kilise cemaat başkanı. «Özellikle sadece emircik kuşlarının değil sabırlı gözlemcilerin sarıkanatlarla taltif edildiği Sedgemoor Bataklığı’nı ziyaret eden kuşlarla,»
Ellerini birbirine vurarak hayranlıkla başkana baktı ve Norfolk Bataklığı yakınında yaşadığını, keşif denemelerinde bulunmasına rağmen şimdiye dek sarı kanat görmediğini, bunun en büyük isteği olduğunu anlattı. Başkanın işini, ruhanî idareye karşı olan görevini unutarak Penelope'yi bu ürkek kuşun en severek sığındığı yer olan ıssız bir mevkide beraberce gözetlemeye davet ettiği acı olmakla beraber bir gerçekti. Penelope «Ah Başkan bey Mrs. Ouigley ne der buna?» diye sordu.
Başkan, kendini mümkün olduğu kadar hayat adamı gibi göstermeye çalışarak bir el hareketiyle yaşlı kadını değersizleştirdi. Başkan ikinci fincan çayı içmeye karar vermeden önce Penelope onun zorlamalarına dayanamıyarak ilk güzel günde küçük bir sefere katılmaya razı oldu. Ve gitti de. Fakat yer ne kadar ıssız olursa olsun Mrs. Ouigley'in ajanları görevlerini yapıyorlardı. Kaşla göz arasında gerekenden fazlasını öğrenmişti bile. Kilisenin anlayış göstermediğini sanarak Lady Kenyon’dan nezaket çerçevesinde yardım istedi ve aldığı haberlere göre başkanın dikkatini sadece kuşlara vermediğini açıkladı. «Daha fazla konuşmak istemiyorum» diyerek ilâve etti, «çünkü hepsi de birbirine çok yakın şeyler. Sayın Lady, erdem yolunda olan bükülmez ve muhterem rahiplerimizi bile cezbeden bu kızı defedemez misiniz?» Lady Kenyon ne yapılması gerektiğini düşüneceği cevabını verdi. Mrs. Ouigley’i tanıdığından Penelope'yi ziyaret ederek etrafta dolaşan konuşmaların kendisiyle ne ilgisi olduğunu sormayı uygun buldu.
Biraz sevimlilik ve güler yüzlülükle Penelope'den bütün hikâyeyi öğrendi. Lady Kenyon durumu feci bulacağına, gülmeye başladı. «Sevgili çocuğum, siz işi kolaylaştırıyorsunuz. Bu örümceklenmiş ihtiyar adamların size karşı durmasını mı bekliyordunuz? Hayır, hayır onların gözleri size rastlamadan önce hayatlarında asla güzel bir kadın görmemişlerdir...» «Siz hariç» diye atıldı Penelope. Fakat Lady Kenvon bu itirazı duymadı ve devam etti: «Hayır sevgilim, şayet intikamınız bir şeye yarayacaksa hazırlığınızı değerlendirecek biri üzerinde denemelisiniz. Ruhanilerini doğru yoldan ayırdığınız Glastonbury piskoposu bu duruma uygundur. Onda kendinize uygun bir eş bulursanız hiç şaşmam. Sizler için bir turnuva hazırlayacağım ve piskoposa hayran olmama rağmen tamamen tarafsız bir hakem olacağım. Ayrıca girişken ruhlu olmanıza sevindim.» 
Glastonbury Piskoposu dinsel meslekte büyük kariyer yapacak kadar çok bilgili, bazı kimselerin akılsız diye tanımlayacağı kadar dikkati çekmeyen bir adamdı. Ona geçek bir skandal mal edilememesine! rağmen, güzel hanımların bulunduğu topluluğa değer verdiği ve onlarla sohbet ederken beklenilen ciddiyeti muhafaza etmediği herkesçe biliniyordu. Onunla çok iyi dost olan Lady Kenyon, Penelope ve felâketi hakkında bildiği her şeyi anlattı. «Kız aslında kötü değil fakat çok öfkeli», dedi, «bunun bir nedeni olduğunu da itiraf etmeli. Eleştirmeyi beceremediğimden ve hikâyesi de beni çok eğlendirdiğinden onu etkileyemedim. Fakat sayın piskopos, sizin benim yapamadığımı yapacağınıza eminim. Şayet razı olursanız onu size göndereceğim ve sonrasını göreceğiz.»
Piskopos buna razı oldu ve Penelope onunla görüşmek üzere Mendip Palas’a uygun bir şekilde davet edildi. Yeni deneyimleri, kendine olan güveni kuvvetlendirmişti ve piskoposu parmağında oynatacağına hiç kuşkusu yoktu. Penelope hikâyesini anlatıyordu. Fakat o en dramatik yerlerde gülümsediğinden itidalini kaybediyordu. Nihayet Vikar ya da başkanın karşı koyamayacağı şekilde baygın baygın baktığında piskoposun gözlerini oynatması Penelope’yi korkuttu. Bunun üzerine tavrım değiştirerek, sade ve samimi davrandı. Piskopos onun öfke ve hırsına rağmen Philipp'ini hâlâ sevdiğini fakat gururun bunu itiraf etmeye engel olduğunu söyletmeye çalışıyordu. Ona iyi davranan fakat ciddiye almayan Piskopos:
«Sevgili yavrum» diye söze başladı, «aksi tutumunuzun size sükûnet temin etmeyeceğine inanıyorum. Yeryüzünde size âşık olabilecek bir sürü akılsız adam dolaşmaktadır, fakat siz akılsız bir adamı sevemezsiniz. Ve sadece akılsız bir adam sizin hâlâ kocanızı sevdiğinizi fark edemez. Pek tabii size affedilmeyecek bir oyun oynamış, size hiç bir şey olmamış gibi davranmanızı öğütleyemem. Şayet başka şekilde mutlu olmak istiyorsanız budala papazların başını döndürmekten daha iyi bir yol bulmanız gerektiğine inanıyorum. Bunun ne olacağı sizin kararınıza kalmıştır, fakat bu her halükârda sonuçsuz intikamınızdan daha olumlu ve rahatlatıcı olmalıdır.»
Yavaşça elini okşadı ve sözlerine şöyle son verdi: «Sevgili yavrum, önce bunları bir kez düşünün ve kararınızı bana da bildirin.»
Penelope, biraz üzgün eve gitti ve haklı öfkenin bile zamanla hoşa gitmeyen bir tad verdiğini ilk kez anladı. Şayet hayatını değiştirmek istiyorsa karar vermek zorundaydı. Asla vaz geçmek istemiyordu. Bir köy papazının itaatkâr karısı olmaktansa babasının evine dönmeye razıydı. Bu yüzden geçimini sağlamak için bir imkân bulmalıydı.
Uzun bir mektupla Mrs. Menteith’e düğünden piskoposun ihtarına kadar olup bitenlerin hepsini anlattı.
Sonunda: «Sizden o kadar iyilik gördüm ki, daha fazlasını istemeye cesaret edemiyorum. Fakat belki de ayakta kalmama yardım edebilirsiniz. Bana bir iyilikte bulunup bunları konuşmak için Londra’da benimle buluşabilir misiniz?» diye ekledi. Londra’da buluştular ve neticede Mrs. Menteith terzisini Penelope’yi manken olarak alması için harekete geçirdi. Londra’ya yerleştiğinde kocası ile olan bütün ilgisini kesmişti.
Poppleton halkı onu tamamen unutmuştu. Mrs. Ouigley ve hiç söz etmemesine rağmen kocasından başka kimse onun yokluğunu hissetmiyordu. GüzelIiği terziyi etkiledi ve yavaş yavaş moda desinatörlüğüne yeteneği olduğu ortaya çıktı. Çabucak kariyer yapıp üç yıl sonra da hatırı sayılır bir servet sahibi oldu. Babasından hasta olduğunu ve öleceğini belirten bir mektup aldığında firmaya ortak olmak üzereydi.
Babası mektubunda: «Hem bana hem de muhterem eşine karşı çok kötü davrandın» diye yazıyordu. «Ölmeden önce sükûnet bulmak istiyorum. Şayet kısa zaman için de olsa eski evine dönersen memnun olurum.
En derin sevgilerimle baban»
Kalbi sızlıyarak Liverpool Street Garı’na gitti. Kendine yer ararken ruhani kıyafet giymemiş olan kocasını gördü, mümkün müydü bu? Çok varlıklı görünüyordu ve birinci mevkie binmek üzereydi. Bir an birbirlerine baktılar. Nihayet kadın «Philipp!» diye bağırdı ve aynı anda da kocası «Penelope, daha güzelleşmişsin sevgilim» diye karşılık verdi.
Penelope: «Philipp anlaşmazlığımızı yaratan cübbeyi ne yaptın?» diye sordu.
«Güve yedi,» dedi. «Mucit olarak yetenekli olduğumu anladım ve kiliseye elveda dedim. Gelirim hayli yüksek ve İlmî bir aletin yeni patenti için bir kaç fabrikayı dolaşmak amacıyla Cambridge’deyim. Sen nasılsın? Hiç de yoksul ve zavallı görünmüyorsun!»
«Hayır, ben de ilerledim.» Kocasına başarılı kariyerini anlattı.
«Senin ne kadar akıllı olduğunu biliyordum» diye cevap verdi kocası.
«Ben de seni daima bir hilekâr olarak gördüm, fakat şimdiden sonra benim için fark etmez» diye Penelope bir açıklama yaptı. Trenin basamağında birbirlerine sarıldılar. Kondüktör, «binelim beyler» diye bağırdı.
Ve şayet ölmedilerse bugün de yaşıyorlardır.
Kaynak: BERTRAND RUSSELL, Hikayeler, trc: Hârika Aktel. Tel Yay. 1972, İstanbul, sh.34-50


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar