BERTRAND RUSSELL- 7-
Türkçesi: Melih
Ölçer
Tarih çağları boyunca bakıldığında, insan toplumundaki
değişmelerin, zaman zaman birbirini tekrarlayan dönemler biçiminde geliştiği;
zaman zaman ise tek yönde ilerlemeler gösterdiği görülür. Bu açıdan
değerlendirilince değişim, devamlı olarak tekrarlanan, ama her defasında bir
öncekinden daha yüksek perdeden ve daha kalabalık bir orkestra ile çalınan bir
melodiye benzer. Bu melodide durgun bölümleri hırçın bölümler izler, sonra son
kerte yüksek bir noktaya erişilir ve melodi yeniden başlayana kadar süren bir
sessizliğe ulaşılır. Bugün, içinde bulunduğumuz, ya da sonuna ulaşmak üzere
olduğumuz dönem işte bu yüksek noktaya bir örnektir. Eğer melodiyi tek başına
ele alıp düşünürsek, hiçlikte yok olup gidiyor diyebiliriz; eğer yalnızca
tekrarları düşünürsek, o zaman da bütün bu sürecin bir gereği yok demektir.
Ancak dikkatimizi gelişen şeylerin, bir dönemi diğerinden ayıran etkenlerin
üzerinde toplarsak, çağlar boyunca süregelen ilerlemelerin farkına varabilir;
yüzeydeki gelgitlerin yarattığı çalkantıların derinliklerindeki düzenli
hareketleri görebiliriz.
Eskiçağların Mısır ve
Babil İmparatorluklarını Persler’in yıktığım biliyoruz. Pers İmparatorluğunu
Makedonyalılar, Makedonyalıları Romalılar, Romalıları Germenler ve Araplar,
Arapları Germenler tarihten silmişlerdir. Bu dönemlerin hepsinde de önce belli bir düzeye ulaşana
kadar yükselip sonra eskiyerek yozlaşan uygarlıklar yıkılmış, onların
yıkıntıları üzerine yenileri kurulmuş, bu yeniden kuruluşlar bazen uzunca süren
kargaşa dönemlerinden sonra olabilmiştir. Bugün eskiyip yozlaşmış uygarlığımız
da yıkılmaya hazır görünmektedir. Bizler bütün bu değişmelere bakıp yalnızca
tarihin birbirini tekrarlayan hareketini görüyoruz: imparatorluklarda olsun,
uygarlıklarda olsun, hayvanlarda görülenin aynısı olan şey: Doğma, gelişip
büyüme, yaşlanma ve_ ölüm...
Buna karşılık bu uygarlıkların herhangi birisini
kendinden öncekilerle karşılaştırdığımızda, özellikle iki bakımdan kesin ve
belirli bir gelişme ortaya çıkmaktadır. Bunların birincisi bilginin artması,
İkincisi düzenli kuruluşların, özellikle devlet örgütünün büyüyüp
genişlemesidir. Bu iki alanda geçmişte görülen gelişmeler, günümüz için olmasa
bile gelecek için umut beslemeyi haklı göstermektedir.
Bilginin artması ve devletlerin büyüyüp genişlemeleri,
aynı zamanda hem birtakım iyiliklerin; hem de birtakım kötülüklerin
kaynağıdırlar. Bilim, savaşları daha yıkıcı yapmış; büyük imparatorluklar ise
bu savaşları yaygınlaştırmıştır. Ama bunlar kötülüklere yol açma özelliğine ne
kadar sahip olurlarsa olsunlar, yine de son derece önemli gelişmelerin
vazgeçilmez etkenleridirler. Bilgi yönünden bunun böyle olduğu tartışmasız
kabul edebilir. Devletlerin büyüyüp gelişmelerinin zorunluluğu ve gerekliliği
ise, dünyadaki kargaşanın üzerinde durma; bunu giderme yollarını arama sonunda
ortaya çıkmaktadır. Savaşları ortadan kaldırmanın biricik kesin yolu,
uluslararasındaki anlaşmazlıkları yasalara göre çözebilecek kadar güçlü bir
Dünya Devleti; ya da bir Üstün Devlet yaratmaktır. Böyle bir Dünya Devleti ise,
ancak dünyanın çeşitli bölgeleri arasında, çok yakın ilişkiler kurulduktan
sonra, düşünülebilir. Çünkü bu durumda hiç bir bölge, diğerlerinde olup
bitenlere kayıtsız kalamayacaktır. Bugün bu aşamaya erişilmiştir: Son zamanlara
kadar Uzak Doğu’nun Avrupa ile önemli ilişkileri yoktu. Kristof Kolomb’a kadar
Amerika, kendi başına yaşayıp gidiyordu. Büyük Petro’ya kadar Rusya, Batı
Avrupa Güçleri ile bağlantı kurmamıştı. Son Savaş ise, yıkıp yok etme gücünün
sınır tanımamazlığı yanında, insanların çıkarlarının ortak yanlarını da gözler
önüne serdi. Bu çıkar ortaklığı, her ikisi de bilimin ürünü olan mekanik
buluşlarla endüstrileşmenin sonucudur. Çağımıza, geçmiş çağlara göre, iyi kötü
her iki yönde de değişik bir özellik kazandıran etkenlerin en önemlisi
bilimdir. Ve doğurduğu birtakım kötülükler yanında insanlığı geçmişte
ulaşabildiğinden çok daha iyi koşullara kavuşturacak olan etken de yine
bilimdir.
Bu genel çerçeve içinde, bugünkü kargaşanın ileride
varacağı sonuç konusunda iyimser olmak, haklı bir dayanak kazanmış oluyor. Ama
bugün için dünyanın görünümü korku vericidir; üstelik ne yazık ki, durum yakın
zamanda daha da kötüye gidecek gibi görünmektedir. Eğer bu karanlık dönemde
akıllıca davranmaya kararlıysak, eğer yakılıp yıkılmaktan doğacak zararları en
aza indirmekte bize düşecek görevi yapacaksak, uygarlığı yeniden kurma
döneminde bu işlemi en kısa zamanda ve en sağlam biçimde yürütme işini ciddîye
alıyorsak; bu durumda şimdi var olan cesaret kırıcı her şeye, yakın gelecekte
karşılaşacağımız bütün tehlikelere göğüs germeyi göze almalıyız. Bulgularımızı,
tanımlarımızı, korkmadan, parti sloganlarına aldırmadan, yersiz umutların kolay
avuntularına kapılmadan ortaya koymalıyız. Düşüncelerimize, çağımızın en yeni
bilgilerini, en parlak ülkülerini katmak zorundayız. Hepsinden daha önemli
olarak, gerçekleşmesini arzuladığımız hedeflerle aramızda kümeleşen karşı
konulmaz güçlerin görüntüsünden doğabilecek yüreksizlik ve beceriksizlik
duygularından kaçınmalıyız. Bu konuda başarıya ulaşabilmek için, siyasal
güçlerin kamuoyu tarafından desteklenmedikçe etkinlik kazanamayacaklarını;
kural olarak da kötülüklerin kamuoyunca desteklenmesine yalnızca bilgisizliğin
yol açtığım hatırlamak yeterli olacaktır. Karşılıklı düşmanlıklar, çılgınlıklar
ve asılsız görüşler arasında, gerçeklere yol açarak onların toplum çoğunluğuna
ulaşmalarını sağlamak; ya da düşünceleri tutkular yerine verilere göre
geliştirme alışkanlığını yaymak güçtür. Ama gerçekte insanlığın umutları
herhangi bir siyasal iksire değil, bunlara dayanmaktadır.
Sağlam düşünce alışkanlığı ile bilimsellik, bugün bütün
insanlık için her zamankinden daha gereklidir. Çünkü akıl dışı otoriteler
üzerinde kurulmuş özdeyişler, varsayımlar artık yıkılmıştır. Tabular, dinsel
inançlar, toplumsal gelenekler, uygarlaşmamış toplumlardaki düzenin (bu
toplumlardaki düzene ne denli düzen denilebilirse) kaynağıdırlar. Bu etkenler,
en sonunda, kuşkucu akıl bunların asılsızlığını gösterinceye kadar, birbirini
izleyen kültür aşamaları boyunca düzen kaynağı olmaya devam ederler.
Asılsızlığın böyle ortaya çıkmasının bir örneği Atina’nın siyasal ve kültürel
alanda en yüksek düzeyde olduğu sırada görülmüş; bunu izleyen kargaşanın
sonunda Atina silinip gitmiştir.
Aynı durum İtalya’da on beşinci yüzyılın sonlarında
olmuş; bunun sonucunda da İtalya, bağnaz İspanyolların eline düşmüştür. Bunlara
benzer bir durum bugün bütün uygar dünyada oluşmaktadır: Geleneksel
otoritelerin bağlayıcı güçleri, savaşla gevşemiş bulunuyor; insanlar artık
birtakım kurallara, salt ataları da onlara uymuş diye boyun eğmiyorlar.
Birtakım hakların kullanılmasından caymak için bunun nedenleri sorulmakta;
üstelik ileri sürülen gerekçeler, yalnızca bunlara inanmaktan bencil bir haz
duyanları kandırabilen asılsız gerekçeler olarak görünmektedir. Bu başkaldırma
eğilimi erkeklere kargı kadınlarda, onları ezenlere karşı ezilen uluslarda, en
çok da sermayeye karşı işgücünde görülüyor. Tarihin gösterdiğine göre bu eğilim
tehlikelerle doludur. Ama ezilenlerin başkaldırmaları çok şiddetli bir çatışma
olmadan başarıya ulaşır, yeni ve dengeli bir toplumsal düzen böylece
kurulabilirse, yeni bir umut kapısı da açılıyor demektir.
Bugün birbirleri ile çatışan, bu çatışma sonucunda
dünyaya biçim veren güçler nelerdir? Bunların birbirlerine göre ağırlıkları nedir?
Aralarındaki çatışmaların sonuçları neler olabilir? Ben bu sorunların üzerinde,
savaşanlardan biri gibi değil de, tarafsız bir bilimsel araştırıcı olarak
durmak istiyorum.
Dünyada bugün etkinlikleri artan güçler yanında,
gittikçe önemini yitiren güçler de bulunmaktadır. Bu İkinciler arasında
etkilerini hâlâ sürdürenler varsa da, bunlar artık altın çağlarını geçirmiş
durumdadırlar; —ve eğer uygarlığımız felâketten kaçınabilirse— gün geçtikçe de
etkinliklerini yitireceklerdir. Önemleri büyüyüp artan güçler arasında ise
özellikle ikisi, endüstrileşme ile ulusçuluk, diğerlerine göre öne çıkmış
görünüyor. Bunların her ikisinin ardında da, kendisi siyasal nitelikli olmadığı
halde, bütün siyasal olayları etkileyen bilim vardır.
Endüstrileşme ile ulusçuluğun her ikisinin de, birer
tanesi güçleri ellerinde tutanlar; birer tanesi de kendilerini bu güçlerden
kurtarmaya çalışanlar için olan ikişer biçimi vardır. Endüstrileşme akımının
iki biçimi Kapitalizm ile Sosyalizm; Ulusçuluk eğiliminin iki biçimi ise
Emperyalizm ile «ezilen uluslar için özgürlük sağlama» dır. Ezilen uluslar için
özgürlük sağlama, Başkan Wilson’un «self-determination» [ulusların kendi kaderlerini kendilerinin
seçme hakları, bağımsızlık.] deyimiyle dünyaya benimsetmeye çalıştığı kavramın
aynısıdır. Ama savaştan üstün çıkanlar bu ilkenin yalnızca «itilâf Devletleri»
nin düşmanları tarafından ezilen uluslara uygulanabileceğine karar verdiler;
İtilâf devletlerince ezilen ulusların bağımsızlık istemeye hakları olamaz,
denildi. Bundan dolayı örneğin bağımsızlık ilkesine, Ruslar tarafından, onların
düşmanlarına bağlı topraklar açısından anlam verildi ve böylece kavram
Sosyalizm ilkesine bağlandı. Oysa ki bağımsızlık ilkesi bütünüyle farklı bir
düşünce ve duygu sistemine ilişkindir ve bununla Karl Marx’ınkiler gibi temeli
enternasyonalizm olan ilkeler arasında yüzeysel bir ilişkiden daha ileri bir
yakınlık kurulamaz. Böylece dünya üzerinde dört büyük güç var demektir :
Endüstrileşmenin iki
görünümü, yani Kapitalizm ile Sosyalizm;
Ulusçuluğun iki
görünümü, yani Emperyalizm ve Bağımsızlık,
Dünyadaki kargaşalık,
Kapitalizm ile Emperyalizm bir yanda, Sosyalizm ile Bağımsızlık öte yanda olmak
üzere bu güçler arasında devasa bir çatışma biçiminde görünmektedir.
Endüstrileşmenin iki biçimi ile ulusçuluğun iki biçimi
arasında pek çok ortak yan vardır. Ama siyasal ve askerî çatışmaların sertliği
bu ortak özellikleri hem dünya kamuoyundan; hem de çatışan taraflardan
gizlemektedir. Bugünkü durumu çözümleme çabalarımız sırasında doğru yoldan
sapmamak için birbirlerine karşıt bu güçlerin aralarındaki bağlılıkları iyi
görebilmemiz gereklidir.
Önce endüstrileşme deyince ne anladığımızı belirtelim.
Endüstrileşme, temel olarak büyük ölçüde sabit sermaye *
yatırımlarına dayalı üretim ve dağıtımdır.
*
Sermaye para değil, bir üretim aracıdır. Para ile sermaye satın alınabilir ve
kural olarak yatırıma dönüştürüldüğünde de para bu amaçla kullanılmış olur. Ama
sermaye parayı kapsamaz; makineler, tezgâhlar, demiryolları gemiler,
vb.,’lerini kapsar.
Başka bir deyişle endüstrileşme, işgücünün gereksinim ve
isteklerimizi karşılayacak malların yapımı için gerekli aletlerin ve
tezgâhların üretiminde, çok miktarda kullanılmasıdır. Bu, alet kullanma
alışkanlığımızın bir bakıma devamıdır. Ekimden önce toprağı sürmeyi akıl eden
ilk insan, endüstrileşmede de ilk adımı atmıştır. Sabanın kendisi bizim
gereksinim ve isteklerimizin hiç birini karşılayamaz; ama açlığımızı gidermek
için gerekli işgücü miktarını azaltır, işte endüstrileşme, bu alet yapma
becerisinin gelişmesidir. Öyle ki giderek bu aletler, onların üretiminde ve
kullanımında çok sayıda işçinin işbirliğini gerektiren modern makinelere,
tezgâhlara dönüşmüştür. Endüstriyel üretim yönteminin örneği olarak
demiryollarını ele alabiliriz. Demiryolu yapımı için başlangıçta büyük miktarda
işgücü gereklidir; buna karşılık yapılıp bittiği zaman isteklerimizin hiç
birisini kendi başına gideremez: Onu ne yiyebiliriz, ne giyebiliriz, ne de
(önemli ölçüde ölüm tehlikesini göze almadan) üzerinde uyuyabiliriz. Demiryolu,
örneğin bir somun ekmek gibi dolaysız yoldan tüketilemez; ancak kullanılabilir,
yani ekmek ve diğer tüketim mallarının sağlanmasında ondan bir araç olarak
yararlanılabilir. Bu yararlanma sonucunda ise, başka yollara göre daha az
işgücü kullanılmış olur. Demiryolu yapılırken ve kullanılmasına başlayıncaya
kadar onun yapımında çalışanlar kendi çalışmaları ile hayatlarını
sürdüremezler.
Çünkü bu çalışmaları, onların yaşamaları için gerekli
gereksinmeleri karşılamaz. Öyleyse bu işçiler başkalarının ürettikleri
mallardan artanlar ile bakılıp beslenmelidir. Buna göre endüstriye ayrılan
sermayenin arttırılması demek, gereksinmelerin giderilmesinde o gün için bir
düşüş, bir azalma demek olacaktır: Endüstrileşme yolundaki bir toplum,
gelecekte sağlayacağı daha geniş çaptaki gereksinme giderme olanakları
karşılığında o günkü gereksinme giderme olanaklarını sürekli olarak kısıyor ve
kısıtlıyor demektir.
Açıkça bellidir ki, endüstrileşme, onu başarı ile
gerçekleştirecek toplumlar açısından belli birtakım özellikleri gerektirir. İlk
olarak bu toplumlarda ortaklaşa yapılacak bir işe girişecek büyük işçi
kitlelerine gerek vardır. Örneğin bir demiryolu tek bir kişi ya da tek bir aile
tarafından yapılıp bitirilemez. İkinci olarak, böyle toplumlardaki işgücünü
yönetecek olanlarda, ileride sağlanacak zenginliğe karşılık o günkü
gereksinmelerin daha az giderilmesine razı olma eğilimi bulunmalıdır. Üçüncü
olarak, bu fedakârlığa katlananların ileride bunun karşılığını görebilmesi için
yeterince dengeli ve kararlı bir hükümet olmalıdır; yoksa herkes, «Eldeki bir kuş
daldaki iki kuştan yeğdir» özdeyişini
benimser. Dördüncü olarak, endüstriyel üretimin pek çok yönü karmaşık ve güç
bir nitelik taşıdığından, elde oldukça büyük sayıda vasıflı işçi bulunmalıdır.
Son olarak, yine böyle toplumlarda mekanik buluşları yaratmak ve onlardan
yararlanmak için bilimsel bir birikim de bulunmalıdır. Bu son koşul, daha önce
sayılanların hepsinden önemlidir: Endüstrileşmenin yakın çağların ürünü
olmasının nedeni, daha önceki çağlarda yeterince bilimsel birikimin
bulunmayışıdır.
Bir ülke endüstrileşme sürecinin başlangıcında iken,
ekonomik düzenin oligarşik bir özellik göstermesi; gelişmiş ülkelerden büyük
çapta borç sağlayamıyorsa halkın çoğunluğunun da ileri derecede fakirliğe
düşmesi, hemen hemen kaçınılmaz olarak görünmektedir. Fakirlikle ilgili ilk
sorunu ele alırsak, ülke henüz endüstrileşmediğinden üretim yöntemleri fazla
verimli olmayacak; genel kural olarak en düşük geçim düzeyi için yetecek
miktarlardan daha fazla mal her halde üretilemeyecektir. Böyle bir ülkede
endüstriyi geliştirme çabalarının ilk sonucu, bir miktar işçiyi doğrudan
doğruya üretken olan birtakım işlerden ayırmak; bunlara demiryolları, makineler
yaptırmak; ya da üretilen mallan makinelerin satın alınacağı, çelik rayların
yapıldığı ülkelere ihraç etmek olacaktır. Bundan dolayı da sürecin
başlangıcında dağıtım yapılabilecek tüketim mallarının miktarlarında bir azalma
görülecektir. Zaten ortada bir fazlalık bulunmadığından —çünkü ülke henüz
endüstrileşmemiştir— böyle bir azalma, çalışanlar yönünden ciddî bir fakirliğe
yol açacaktır. Bunu önlemenin yolu, ya çok yavaş endüstrileşmek; ya da ekonomik
bakımdan gelişmiş ülkelerden büyük miktarda borç almaktır. Gelişmiş ülkeler ile
ilişkiler dostça ise, genellikle bu ikinci yola başvurulduğu görülür. Ama
Sovyet Rusya örneğinde olduğu gibi zıtlıklar ve uyuşmazlıklar gibi nedenlerle
borç alma olanak dışı ise o zaman geriye kalan yöntemler, ileri derecede
fakirliğe razı olma; ya da çok yavaş endüstrileşmedir.
Endüstriyel gelişmesinin henüz başlangıcındaki bir ülke
için endüstri kesiminin ekonomik düzen yönünden oligarşik olması daha da
kaçınılmaz bir durumdur. Endüstrileşmesini tamamlamış ülkelerin en eskisi
İngiltere’de, endüstri kesiminin kendi kendisini yönetmesi yolunda çok güçlü
bir eğilim vardır ve bu eğilim anlayışla karşılanmalıdır. Bu, İngiliz işçi
sendikaları arasında son derece canlılık ve güç kazanmış bir sosyalizm
biçimidir. Ama buna karşılık aynı eğilim 1917, 1918 yıllarında Rusya’da da
vardı; fakat bu eğilim günümüzde bütünü ile bastırılmış; otoritelerce bunun
yerine fabrikalarda tek kişinin yönetimine, bütün endüstri kesiminin tepeden ve
antidemokratik bir biçimde denetimine dönülmüştür. Bu farklılık, temelde bütünü
ile gereksiz olan bir görüş ayrılığına yol açmış bulunmaktadır: Rus
komünistleri ile onların Batı’daki izleyicileri, Rusya deneyinin, endüstrinin
kendi kendisini yönetmesinin hiç değilse bugün için geçersizliğini
kanıtladığını belirtirlerken; sendikacılık görüşünü tutanlar bu alanda
Bolşeviklerin uygulamalarım eleştirmek zorunluluğunu duyuyorlar. Bana gelince,
ben, kendi kendini yönetme konusunda İngiliz ve Rus Sosyalizmleri arasındaki
ayrılığı, endüstriyel gelişmelerin farklı aşamalarının kaçınılmaz bir sonucu
olarak görüyorum. Öyle sanıyorum ki siyasal çatışmaların savaş naraları apaçık
gerçekleri örtmese, bu durum herkesçe de görülebilir. Rusya gibi henüz
gelişmemiş bir ülkede endüstrinin kendi kendini yönetmesini nasıl açıkça olanak
dışı görüyorsam; İngiltere’de bunun hiç bir aksaklığa yol açmadan
uygulanabileceğini de aynı şekilde açıklıkla görüyorum. Bunun neden böyle
olduğunu açıklamaya çalışacağım.
İlk olarak, yukarıda da gördüğümüz gibi, gelişmemiş bir
ülkenin endüstrileşmesi, eğer bu ülke borç sağlayamazsa orta karar bir emekçi
yönünden büyük ölçüde geçim sıkıntılarına yol açar. Bu sıkıntılar, endüstrinin
gelişmeye başlamasından önceki dönemlerde çekilen sıkıntılardan daha da
ağırdır. Eğer emekçiler ekonomide söz sahibi iseler, bu artan sıkıntıdan dolayı
kızıp gücenecekler; çocukları ve torunlarına ileride sağlanacak yararlar için
bugünden verilecek sözler onları yatıştırmayacaktır. İngiltere’deki endüstri
devriminin ilk yıllarında, makineler, aynı miktar malı daha az işgücü ile
üreterek işçilerin çıkarılmalarına neden oluyorlar diye, işçi grupları
tarafından kırılmışlardır. Eğer işçiler o günlerde üretim yöntemleri üzerinde
denetim yetkisine sahip olsalardı endüstri devrimi asla gerçekleştirilemezdi.
Ancak, henüz gelişme yolundaki endüstride kendi kendini
yönetimi olanaksızlaştıran yalnızca fakirliğin geçici olarak artması değildir.
Aynı zamanda —ki bu daha önemli bir nedendir— endüstri yeniyken, kişiler
üretimi gerçekleştirecek büyük kitleler biçiminde örgütlenmeye ve aralarında
işbirliği yapmaya alışkın değillerdir. Endüstriyel olmayan üretim tek kişinin,
tek bir ailenin; ya da küçük bir ustalar grubunun işidir. Bu biçim üretimde
yüzlerce, binlerce işçinin gönüllü olarak bir araya gelmelerini kolaylaştıracak
gelenekler de yoktur. Yeni örgütler, gönüllü olarak pek ender durumlarda
kurulur. Bir grup insanı, kendilerinin seçmediği yukarıdan saptanan ortak bir
amaç için çalışmaya zorlamak, ancak yine yukarıdan uygulanacak bir güçle
olabilir. Ama kişiler böyle çalışma alışkanlığım bir kez edinip de yararını
görünce artık dışarıdan bir zorlamaya gerek kalmadan bunu sürdürürler. Bu,
siyasal alanda da böyle olagelmiştir: Kralların daha önce sağlam ve düzenli
devlet kurdukları yerlerde demokrasi başarıya ulaşmıştır. Amerika Birleşik
Devletleri’nin durumunu da bu kuralın dışında saymayacağım; çünkü «Amerikan
Anayasasının Babaları»nın siyasal gelenekleri, 17’nci yüzyılda İngiltere’de
oluşan törelerden başka şeyler değildi. Yine aynı nedenle tek bir devletin ya
da birbirlerine yakından bağlı birkaç devletin üstün oldukları bir dönemden
geçmeden uluslararası bir dünya devletinin gerçekleşeceğine de inanmıyorum.
Gerekli örgütlenme oluşunca, onun yapısı içinde çalışma alışkanlığı da
edinilince, kendi kendini yönetim olanağı doğar ve özgürlüğe adım adım
ulaşılır. Bu, endüstride de böyledir: Adına ister kapitalist, ister komünist
denilsin; gelişmesinin başlangıcındaki bir endüstri az çok despot eğilimli
olmak zorundadır. Despotlar ise, birinci örnekte kapitalistler; ikinci
örnekte devlet yetkilileridir. Bolşeviklerin bütün denemelerinin
doğruladığı bu görüşün, Hindistan’da da, Çin’de de, diğer gelişmemiş ülkeler
için de geçerli olduğundan kuşkum yok.
Bu düşüncelerden anlaşılacağı üzere, kapitalizm ile
sosyalizm arasındaki gerçek farklar, her iki yanı tutan politikacıların
sandıkları kadar büyük değildir. Belli birtakım özellikler endüstrileşmenin
başlangıcında her iki düzende de görülür; endüstrileşmenin ileri aşamalarında
ise yine her iki düzende de başka ortak özelliklere rastlanır. Bolşevik
yönetimindeki Rus endüstrisi yüz yıl önceki İngiliz endüstrisini
hatırlatmaktadır: çalışma sürelerinin uzunluğu, ücretlerin düşüklüğü, grev
yasağı, işçilerin yöneticilerine boyun eğme zorunlulukları her iki durumun
ortak yanlarıdır; ve her iki durum da endüstrileşmeyi yabancı sermaye yardımı
olmaksızın geliştirme çabasının örneklerini ortaya koyduklarından, bu ortak
yanların bulunması olağandır.
Yine yukarıdaki düşüncelerden anlaşılacağı üzere
sosyalizmin amaçladığı iyiliklere, ancak endüstri gelişip toplumun
alışkanlıkları da «endüstrileşince» ulaşılabilir. İngiltere, ya da Amerika’da
sosyalizm kurulur ve buna uzun süren bir çatışmaya, ya da endüstride bir
sarsıntıya gerek kalmadan ulaşılabilirse; çalışan her yetişkin vatandaştan
günde dört beş saatlik işten fazlası istenmeyerek nüfusun tümüne büyük ölçüde
yaşama ve geçim rahatlığı sağlanabilir. İşçiler edindikleri deneyimler sonucu
kendi çalıştıkları endüstri kesimlerini anlamış, öğrenmiş; bu kesimleri
yönetmekte de ustalaşmış olacaklarından, kurulacak sosyalist düzenin merkezden
yönetilen bürokratik bir düzen olması da gerekmez. Bütün bu yararlara doğru
adım adım yürütülecek bir yaklaşım, kapitalist düzenin bir anda bırakılmasını
gerektirmeden; dolayısıyla endüstrileşmeyi ve giderek bütün uygarlık dokusunu
topyekün bir sınıf çatışması ile büyük tehlikelere atmadan başarıya ulaşabilir.
Buna karşılık henüz endüstrileşmemiş bir ülkede, bu ülke görünüşte ne kadar
komünist olursa olsun, bu yararlar sağlanamaz. Çünkü böyle bir ülkede işgücünün
sağladığı toplam üretim, yaşama ve geçinme için kesinlikle zorunlu olan
miktarlardan pek fazla değildir. Bundan başka nüfus kitlesi içinde, endüstriyel
üretim işlemlerinin demokratik açıdan yönetimi ve denetimi için gerekli bilgi,
deneyim ve alışkanlıklar da yoktur.
Eğer bu düşünceler doğru ise, sınıfların çatışması
çevresinde yoğunlaşan siyasal tartışmalar ne kadar önemli olurlarsa olsunlar;
önce makinelerin, sonra onları kullanma deneyimlerinin Ve en son olarak
alışkanlık ve geleneklerin daha büyük çaptaki önemlerini gölgeleyemezler. Çünkü
bir ülkedeki gelir dağılımı düzeni ne olursa olsun, o ülkenin ekonomik
yaşamının genel çizgilerini bu etkenler belirler. Yine bu etkenler, biri
sosyalist, diğeri kapitalist olan az gelişmiş iki ülkeyi; endüstride gelişmiş
bir başka ülkeye benzemekten çok birbirlerine benzer duruma getirirler.
Endüstrileşmenin yanında çağımız dünyasına yön veren
ikinci etkin güç ulusçuluktur. Endüstrileşme gibi ulusçuluğun da iki biçimi,
iki görünümü vardır. Bunlardan birisi güçleri ellerinde tutanlar, diğeri
kendilerini bu güçlerden kurtarmaya savaşanlar içindir. Güçleri ellerinde
tutanların ulusçuluğu emperyalizm, ezilen ulusların ulusçuluğu bağımsızlık diye
adlandırılır. Toplu endüstrileşme konusunda olduğu gibi ulusçuluğun bu iki
biçiminin ortak özellikleri de, bunlar arasındaki çatışmaya katılanların
sandıklarından çok daha fazladır.
Ama ilk önce ulusçuluktan ne anladığımızı açıklayalım.
Ulusçuluk, sürü içgüdüsünün gelişmesinden doğmuştur.
Yani ulusçuluk bir insanın; kendi sürüsünü, içinde yaşadığı topluluğu; bağlı
olduğu ulus olarak kabul etmesidir. Bir ulusu oluşturan şey için kesinlikle
söylenebilecek tek söz, ulus kavramının coğrafî açıdan tanımlanabileceğidir. Bu
konuyla ilgili olarak daha başka özellikler taşıyan gruplara, örneğin dinlere,
mesleklere, belli bir sanat koluyla uğraşanlara, bilim adamlarına da bağlılık
duyulabilir. Ama ancak kişinin bağlılık duyduğu grup coğrafî bir nitelik
taşıyorsa buna ulus, bu bağlılığa da ulusçuluk denilebilir. Buna göre «Ulus» ve
«Ulusçuluk» birlikte tanımlanmalıdır; çünkü bu kavramların her ikisi de coğrafî
bir gruba yönelmiş bulunan sürü içgüdüsünden oluşmuştur. Sürü içgüdüsünün bu görünümünün
diğer içgüdülerimize göre ve onların üzerinde dikkate değer bir üstünlük
kazanmış bulunması, çağımızın bir özelliğidir. Oysa geçmişteki birçok dönemlerde
insanların bağlı oldukları topluluklar, onların yurttaşlarından çok
dindaşlarından oluşmaktaydı. Dünya tarihini sınıflar arası bir çatışma
biçiminde gören; feodal aristokrasinin yerini bur juvaziye; burjuvazinin de
yerini proleteryaya bırakacağım belirten Marx ise; insanın sürü içgüdüsünü
ulusunun değil, bağlı olduğu sınıfın yöneteceğine inanıyordu. Bundan
dolayıdır ki onun izleyicileri, işçilerin yurtseverlikleri karşısında
şaşırmışlar; kapitalist sınıfın yurtsever görünümdeki tutum ve davranışlarım
ise kuşkuyla karşılaşmışlardır. «Bütün dünya ülkelerinin işçileri, birleşiniz!»
sözü, işçilerin topluluk içgüdülerini ülkelerinden ayırıp bağlı oldukları
sınıfa yöneltmek amacını güden Marksça bir çağrıydı. Gerçi bu çağrı, son
savaşın da gösterdiği gibi, bugüne değin en küçük bir başarı sağlayamamıştır;
ama bu durumda kalacağı da kesin değildir. Rekabet insan yaradılışının
içgüdüsel bir örneğidir. Uygarlık ilerledikçe birbirlerine rakip olan
topluluklar, aileden kabileye, kabileden küçük uluslara, küçük uluslardan da
büyük uluslara doğru, gittikçe büyüme eğilimi göstermişlerdir. Ulusçuluğun
temeli ise insanın kendi ulusu ile diğer uluslar arasındaki rekabet duygusudur.
Bu duygu vatandaşlara yönelik bağlılık ve iyi duygular yanında, rakip ulusların
üyelerine karşı kin ve düşmanlık duygularım doğurur ve geliştirir. Ulusçuluğa
bağlanmış kişi, kendi ülkesinin dünyanın en uygar ve en insancıl ülkesi
olduğuna; oysa düşmanlarının akla gelebilecek her türlü kötülük ve kıyıcılıktan
suçlu bulunduklarına inanır. Bizler bu denli uygar ve insancıl olduğumuz halde
onlar böyle kötü ve kıyıcı iseler, biz de onlara haklı olarak her türlü
kötülüğü ve kıyıcılığı uygulayabiliriz. İşte ulusçuluğun özü budur.
Açıkça görülmektedir ki bu öz, niteliği gereği yanlış
bir temele dayanmakta; bundan dolayı da savaşlara, zulme ve yıkıcılığa yol
açmaktadır. Ulusçuluğa bağlı olanların inançları her ülkede başka başkadır.
Almanlar kendi «kültür» lerine o kadar değer vermişlerdir ki; onu yaymak için
bir Avrupa Savaşını göze alabilmişlerdir. Buna karşılık İngilizler de kendi kültürlerinin
üstünlüğüne o derece inanmaktadırlar ki, benimsetmek için süngü ve kamçı
kullanmaktan çekinmemektedirler.*
* Örneğin «Daily News»in 5 Ocak 1920 günkü sayısına
bakınız: Amritsar da bir ayaklanma
girişimi olmuştur. Ama hangi hükümet görevde olursa olsun, Hindistan’da
özgürlük ile yönetim arasındaki çatışmalar olağan sayılagelmektedir. (Amritsar:
Hindistan’da Pencap Eyaletinde bir kent. 1919 da kentte çıkan ayaklanmanın
bastırılmasına sonradan «Amritsar Kıyımı» adı verilmiştir. Çev.)
Her ikisi de
ulusçuluktan yana oldukları halde İngilizler ve Almanlar birbirlerinin
görüşlerini kabul etmemektedirler. Hiç kuşkusuz ki bütün uluslardan daha üstün
bir ulus varsa, o da (hangisi olursa olsun) okuyucunun bağlı olduğu ulustur.
Öyleyse diğer bütün uluslar, ulusçuluk görüşünü benimsemekle büyük bir hata
işlemektedirler: Bu uluslar, okuyucunun ulusunun üstünlüğü benimsemeli; onun
isteklerine sessiz sedasız uymalıdır. Ama ne yazık! Diğer ulusların üstünlük
iddiaları da, sanki geçerli temellere dayanıyormuşçasına ısrarlı; bizim
gerçekten üstün olan ulusumuz örneğinde olduğu kadar da inançlıdır!
Ezilen ulusların tuttuğu ulusçuluk ile emperyalizmin
arasındaki farkın küçüklüğü, ezilmekte olan herhangi bir ulus bağımsızlığına
kavuşunca daha iyi görülür. Bu konuda Polonya’nın durumunu yeni ve göz
kamaştırıcı bir örnek biçiminde ele alabiliriz. Ruslar Polonyalı’ları bir
buçuk yüzyıl boyunca ezmiş; Polonyalılar bu süre içinde özgürlükten,
bağımsızlıktan başka bir amaç gütmemişlerdir. Dünyadaki bütün özgürlük
yanlıları Polonyalıları desteklemişler; onları, altında ezildikleri tiranlığı cezalandırmayacak
kadar güçsüz, fakat asil ve uygar bir ulus olarak göre gelmişlerdir. Buna
karşılık Polonyalılar ulusal bağımsızlıklarını kazanır kazanmaz, kendilerinin
çar elinden çektiklerinin acısını çıkarmak amacıyla Ruslara karşı bir saldırıya
girişmişlerdir. Bunda şaşılacak bir taraf yoktur; bu ulusçuluğa körü körüne
bağlanmış bütün ülkelerden beklenebilecek doğal bir davranıştır.
Ulusçuluğun kötü etkilerine yalnızca yapay sınırlar, ya
da diplomatların hataları yol açmaz; bazı ulusların ezen; bazılarının ezilen
durumda olması da bu kötülüklerin başlıca etkeni değildir. Bazı ulusların ezen,
bazılarının ezilen durumunda olması gerçekten de çok önemli bir kötülüktür; ama
bu, ulusların güçleri arasında tam bir dengenin sağlanamadığı dünyamızda
ulusçuluk duygularının kaçınılmaz bir sonucudur. Uygar insanlığın büyük
çoğunluğu, toplumsal borçlarının yalnızca kendi ülkelerine karşı olduğunu
düşündükçe, dolayısıyla kendi ülkelerinin çıkarları için başka ülkelerdeki
insanlara az ya da çok zarar vermeyi haklı gördükçe, hiç bir diplomatik uyuşma
ya da siyasal reform yaşanılır bir dünya yaratamaz.
Zayıf uluslar büyük güçlerle savaşırlarken bağımsızlık
ilkesine tutunurlar. Ama bağımsızlığın kendisi ulusçuluk değildir. Bağımsızlık
aslında enternasyonalist açıdan ulusçuluğa karşı çıkmak için kullanılan bir
araçtır. Ulusçuluk görüşünün gerçek izleyicisi, dostluk gerekleri diğer
ulusların isteklerine karşı haksever görünmesi gerektirse de, bağımsızlığı
yalnızca kendi ülkesi için ister. Eğer ulusçuluk eğilimi bugünkü etkinliğini
sürdürürken bağımsızlık ilkesi de güçlü uluslara karşı gerçekleştirilip
uygulanacaksa, o zaman bu bağımsızlık ilkesi uluslararasındaki sınırların
düzenlenmesinde bulunabilecek en iyi yöntemdir. Ama ulusçuluk eğilimi bugünkü
gibi kaldıkça bunun başarıya ulaşması olacak gibi görünmüyor. Çünkü böyle bir
durumda sınır boylarındaki ordular tetikte bekleyecek; uluslararası alışveriş
güçleşecek; ticarî ilişkiler kurulup sürdürülebilirse, bu, ulusların
birbirlerine karşı düşmanlıklarını körüklemekte kullanılacak; en küçük
uyuşmazlıklardan savaşlar patlak verecek ve o zaman galipler bağımsızlık
ilkesini unutup gideceklerdir. Ulusçuluğun doğurduğu kötülükler önceden bize
uygun gibi görünen hiç bir formülle giderilemez. Bu kötülükler bugün ezilmekte
olan ulusların görüşlerine sımsıkı sarılmakla da yok edilemez. Çünkü eğer söz
konusu görüşleri savunmada başarıya ulaşırsak bu kez o uluslar ezen durumuna
geçeceklerdir. Ulusçuluğun kötülüklerini gidermenin tek yolu, ulusçuluk
eğiliminin gücünü kırmak; insanların duygu ve enerjilerini ulusçuluk
rekabetinin yararsız uğraşından başka yönlere çevirebilmektir. İleride yeri
geldiğinde bunun olup olmayacağı; olursa nasıl olabileceği sorunlarına
eğileceğim. Kanım odur ki, bu, bugün için uygarlığımızın karşı karşıya olduğu en
önemli sorundur. Hatta bu sorun, daha iyi bir ekonomik düzen kurulmasından da
önemlidir.
Bu kesimde çağımız dünyasına yön verdiklerine inandığım
iki önemli etken üzerinde durdum. Bu etkenleri, birbirleriyle olan ilişkilerini
gözönüne almadan ayrı ayrı açıkladım. Oysa bunların arasındaki ilişkiler hem
çok önemli hem de çok ilginçtir. Endüstrileşme, ulusçuluğun güçlenmesine birçok
bakımdan katkıda bulunduğu gibi; tarihte ilk kez bütün dünyayı kapsayacak bir
uluslararası devletin teknik olanaklarını da hazırlamıştır. Sosyalizm,
enternasyonalizmi ve ezilen ulusların kurtarıcılığını savunurken, emperyalizm,
ulusçuluğu, emeği ile geçinenleri sosyalist düşüncelerden saptırmanın bir
yöntemi olarak benimsemektedir. Emekçilerin yabancı uluslara düşmanlık
duymaları sürdürülebilse kapitalistlere o kadar kızmaya zaman bulamayacakları
düşünülmektedir. Bütün bunlar, uygarlığımızı yıkıma götürebilecek olan
çatışmayı incelemek için gerekli etkenlerdir.
Bu belirtilenlerden başka, geçmişten günümüze dek
ulaşmış, eski önemlerini yavaş yavaş yitirmekle birlikte hâlâ güçlü olan
etkenler de vardır. El sanatları, eski tarım yöntemleri, din, düşüncelerin
anlatımında izlenen alışkanlıklar, bunlar arasındadır. Çağımız düşüncelerinin
birbirlerine rakip olan önderleri karşılıklı bir çatışma ile birbirlerini
susturmaya çalışırlarken eskiden kalma bu etkenler yeniden güç kazanıyor. Öyle
ki, bu gidişle kesin üstünlüğün bu eski güçlere geçmesi hiç de olanak dışı
görünmüyor. Ama bütün bu olanakların üzerinde, ilerideki kesimlerde, ayrıntılı
olarak duracağım.
Sh: 17-29
Eğitim konusu, evrimden yana kişilerin üzerinde durmak
zorunda oldukları konuların en zorlarından birisidir. Toplumsal gelişmenin
anahtarı olarak ilk bakışta eğitim görülür. Çünkü kuşkusuz daha iyi eğitim
diğer alanlardaki evrimlerin gerçekleştirilmesini kolaylaştırır. Ne var ki
bugünkü eğitim düzenimizin pek çok kötü özellikleri, endüstriyel uygarlığımızın
da zarar gördüğü başka kötülüklerin sonuçlan niteliğindedir. Eğitimin bu kötü
özellikleri, ekonomik düzen değişmedikçe köklü bir iyiliğe dönüştürülemez.
Bununla birlikte öğretmenler ve —daha az etkili olarak— ana babalar arasındaki
ortak görüşlerle bazı başarılar sağlanarak bugün için eğitim düzeni daha az
zararlı bir özelliğe kavuşturulabilir. Toplumda rekabetin ve haksızlığın
azalacağı bir örgütlenmeyi amaçlayanlar için bu yönden hedef alınacak bir tek
görev yeri değil aynı anda hedef olarak alınacak birbirlerine bağlı birçok
görev yeri vardır. Çünkü bir yerde değişiklik başka yerlerde de değişikliklere
neden olur. Bu kesimde «Utopia» ülkesindeki eğitim üzerinde duracak değiliz;
eğitimin bugünkü durumuyla taşıdığı önemli kötülükleri gidermek için hemen
şimdi nelerin yapılabileceğini araştıracağız. Konumuzla ilgili olarak hemen
bütünüyle ilköğretim üzerinde durmaya kararlıyım; çünkü bir kitabın da üzerinde
durduğu en önemli ve en geniş kapsamlı olgu budur.
Kitabımızın üzerinde durduğu temel sorun,
endüstrileşmenin gerektirdiği maddî yönden bir ömekleşme ve büyük çapta
örgütlenme ile; yaşamın maddî olmayan yönünün gerektirdiği içtenlik, farklı ve
özel olmanın nasıl bağdaştırılabileceğidir. Bu sorun en keskin yönüyle eğitime
bağlanır: Endüstriyel bir toplumdaki eğitimde de, fabrika yapısı mallarda her
zaman görmeye alıştığımız sakatlık ve bozuklukların bulunması kaçınılmaz mıdır?
Eğitim düzenimizin gençlerimize aşıladığı mekanik hayat görüşü ve alışkanlıklar
olmadan endüstride makineleşmenin yararlan elde edilemez mi?
İlköğretim bugün büyük ölçüde devletçe sağlanmakta;
küçük bir bölümü ise yine devletin yardımıyla kilise tarafından
yönetilmektedir. Her iki bölümün de yanlış ve aksak yanları vardır; ama bunlar
birbirlerinden farklı aksaklıklardır. Devlet yönetimindeki eğitim; ulusçuluk;
rekabet ve başarının üstün tanıtılması; makineleşmeye tapma; bir örnekliği ve
biteviyeliği sevme; kişilik sahibi olmayı kötü görme gibi çağımız dünyasının
bütün kötülüklerini içermektedir. Kilisenin eğitimi ise aynı şekilde ulusçudur;
ama diğer yönlerden çağdaş değil; ortaçağ tutumunu izlemektedir. Kilise
eğitiminin amaçları, otoriteye boyun eğme alışkanlığını yaratmak; erken
başlayan ve sık sık tekrar edilen öğretilerin yarattığı «hipnotizma» etkisi ile
boş şeylere inandırmak; topluluk duygusu yerine üstün bireylere bağlılığı
yaymaktır. Çocukların kafalarına ve gönüllerine devletin mi, kilisenin mi daha
çok zarar verdiğini söylemek gerçekten güçtür.
Eğer yaygın ve zorunlu eğitimin uygulanması ilke olarak
benimsenirse, bunun paraca devlet tarafından karşılanması kaçınılmazdır. Ancak
bu zorunluluğun kapsamı içinde de iki yoldan birisi seçilebilir: Devlet eğitimi
kendisi yönetip yürütebileceği gibi yalnız denetimle yetinerek eğitimin
yürütülüp yönetilmesini özel örgütlere bırakabilir. İlk bakışta ikinci yol,
farklı çözüm ve yöntemlere yol açıp ana babaların kendi isteklerine uygun okul
seçme olanaklarını arttıracağından, daha iyi gibi görünür. Eğer kilise kurumu
olmasaydı bu görüş şimdikinden daha fazla bir gerçeklik kazanırdı. 'Ama
uygulamada geniş çapta eğitim yapma görevini yüklenen tek kurum kilisedir ve
kilise bunu, çocuklarımızın düşünme yeteneklerini körletmek için yapmaktadır.
Çünkü düşünen insanların çoğu, geleneğin hiç bir çeşidini benimsemezler. Böyle
bir görüşü ileri sürmenin sertliğini bilmiyor değilim; ama düşünmeyi
engellemeyi amaçlayan bir eğitim biçiminin de iyi olduğu en azından kuşku götürür,
öyleyse devletin dışında çeşitli örgütlerin eğitim yaptırmalarının, yarardan
çok sorun yaratacakları yukarıdaki görüşe göre ortadadır.
Ancak devletten başka örgütlerin eğitim yaptırmalarından
yana başka görüşler de vardır: Devlet bugün için eğitim yaptırma yetkisini
devredeceği örgütlere karşı tarafsız değildir; örneğin Katolik ve Anglikan
Kurumlarım bu amaçla benimseyip onların okullarını paraca desteklediği halde
sosyalistleri aynı amaç yönünden kabul etmemektedir. Eğer Bağımsız İşçi Partisi
ilkokul açmaya kalksa şimdi egemen olan devletin, sözü geçen Partiye de din
kurumlarına yaptığı gibi yumuşak ve olumlu davranacağı düşünülemez.*
*«The Times»te çıkan Melbourne, 20
Temmuz 1923 günlü bir telgrafta şöyle denilmektedir : New South Wales’in Adalet
Bakanı, Sydney kentinde Komünist Pazar okullarının bulunduğunu ve buralarda
nelerin öğretildiğini duyunca büyük bir telâşa kapılmıştır. Parlamentoya
sunacağı ve kendisinin hazırladığı tasarıda, 15 yaşından küçüklere devleti ve
düzeni yıkıcı öğretileri okutanlara 3 ay hapis ve 50 dolar para cezasını
önermektedir.» Muhafazakâr milletvekilleri, burada da buna benzer yasaların
çıkarılmasına çalışmaktadırlar. «The Times», (27 Şubat 1923) (Pazar Okulu). Din
eğitiminin yapıldığı okul; ya da kurslar. (Çev.)
Bununla birlikte çok uzak olmayan bir gelecekte bu durum
düzelebilir; eğer düzelirse de çok sayıda işçi çocuğu kapitalizmin
yargılarından arınmış bir eğitim görme olanağına kavuşurlar. Bu, bir İşçi
Partisi Hükümetinin işbaşına geçer geçmez düşünmesi gereken konulardan
birisidir.
İkinci olarak bugün devlet de, kilise gibi, yalnız
düşüncesizlerin ya da çıkarcıların bağlandıkları birtakım boş inançlara önem
vermektedir. Ulusçuluk, Kapitalizm, otoritelere boyun eğme, Devletçe yürütülen
eğitimdeki bu dayanaksız inançların bir bölümünü oluşturmaktadır. Hiç kuşkusuz
bunlar zararlı inançlardır. Bunlar için söylenebilecek tek iyi şey, devletin
yarattığı bu zararlı inançların, kilise doğmalarına göre benimsenmelerinin daha
kolay olduğu; öte yandan bu inançların düşün dünyasının büyük bir bölümünü
kapsamadıklarıdır. Bu nedenlerle bu inançların kazandırılması din eğitiminin
gerektirdiğin den daha az yapaylıkla ve çağdaş düşün akımlarından fazla
kopmadan sağlanabilmektedir. Ancak bu özellik geçicidir. Devlet kendi durumunun
sarsıldığını hissettikçe çocukların çağdaş düşüncelerle ilgilerini kesmeye,
sunî bir akılsızlık yaratmaya daha çok yönelir. Bugüne değin devletin kiliseye
üstün olması devletin hücum ve eleştiriye daha az uğramasıdır. Bu durum
değişmeye başladığında devlet de kilise gibi karanlık amaçlara
yönelebilecektir.
Ne var ki devletten yana; ya da ona karşı neler ileri
sürülürse sürülsün, daha uzun bir süre eğitim devletin elinde yürütülecek gibi
görünmektedir. Bu durumda gerekli olan soru şu olmaktadır: Devlet eğitiminin kötülüklerini
azaltacak bir etken var mıdır?
Ana babaların ortak görüşleri fazla önemli
sayılamaz. Ana babalar genel olarak çocuklarının ekmek parası kazanmak için
gerekli bir şeyler öğrenmelerini isterler. Bu arada eğer kendileri dindarsa
çocuklarına da din kural ve inançlarının öğretilmesini benimserler. Ancak ana
babalar öğretilen şeyler o gün egemen olan görüşlere göre çok aykırı değilse,
çocuklarının nasıl bir hayat görüşü kazandıkları ile genel olarak pek
ilgilenmezler. Ayrıca ana babaların büyük çoğunluğu, eğitimin ne denli kuru ve
mekanik olduğunu görecek düzeyde eğitimden geçmiş de değillerdir.
Bu durumda bütün umut öğretmenlerdedir. Öğretmenler,
öğretim uygulaması istenilen düzeyde yürütüldüğü sürece, tam bir bağımsızlık
üzerinde ısrar edebilirler. Başka bir deyişle, devlet okullarında çalışan
öğretmenler, kendi görüşlerinden; eğitim sırasında belirttikleri görüşlerden;
okul dışı yaşam ve çalışmalarından dolayı kınanmamalarını isteyip bunu
sağlayabilirler. Bunun için aranacak tek koşul öğrencilerinin bilgilerinde
gerçek bir yanlışlığın olmamasıdır. Bugünlerde İngiltere’nin birçok yerinde
öğretmenlerin bağımsızlığını büyük ölçüde zedeleyen tuhaf bir girişim göze
çarpmaktadır: Bununla evli kadın öğretmenlerin işten çıkarılmalarım demek
istiyorum.[ Bu tutuma İşçi Partisinin şiddetle karşı koyuşu ile ilgili olarak
«Dail Herald’ın 3 Mart 1923 günlü sayısına bakınız.] Evli kadınların
bekârlardan daha iyi öğretmenlik yaptıkları savunulamaz. Tersine, bekâr kızların bir yaştan sonra
sinir dengelerinin bozulduğunu, histeriye tutulma olasılıklarının arttığını;
böylece normal bir yaşam süren kadınlara göre daha kötü öğretmen
olabileceklerini herkes bilir. Ama ne yazık ki hiç bir eğitim yetkilisi eğitimi
düşünmez.
Öğretmenlerin bağımsızlıklarıyla ilgili daha önemli bir
engelleme girişimi son birkaç yıldan beri New York eyaletinde uygulanmaktadır.
[21 Şubat 1922 günlü «The New Republic’»e bakınız.] Bu eyalette hiç bir okulun,
bütünüyle özel kaynaklardan beslenenlerin bile «eğer buralarda izlenen eğitimde
egemen hükümetlerin zorla, eylemle ve yasa dışı yollarla devrilmesine ilişkin
öğretilerin okutulduğu görülürse» varlıklarını sürdürmelerine izin
verilmemektedir. New York eyaleti okullarında hiç kimse eğer «Bu Eyalet
Hükümetine ve Amerika Birleşik Devletleri Hükümetine sadık ve bağlı» değilse
yasalara göre öğretmenlik görevi alamamaktadır. Aynı şekilde «Bu Eyaletin
Hükümetinden ya da Amerika Birleşik Devletleri Hükümetinden başka bir Hükümeti»
savunursa yine öyle bir kimseye öğretmenlik yaptırılmamaktadır. Bu yasal hükümleri
koyan Lusk Komitesi, yürürlükteki toplumsal düzeni benimsemeyen öğretmenlerin
Komite bürosuna teslim olmalarını; bütün öğretmenlerin «toplumsal değişme
kurumlan ile savaşmaya istekli» olmaları gerektiğini belirtmiştir. Bu,
Bolşeviklerin, işbaşına geldiklerinden beri yürüttükleri tutumun aynısıdır. *
*Bolşeviklerin eğitim
politikalarının resmî açık’&ması için Lunat- charsky nin Communist
International - 1919 Yıllığında çıkan yaygın eğitimle ilgili üç makalesine
bakınız. İngiliz Dominyonlarının hiç değilse bazılarında da eğitim politikası
en azından N ew York Eyaletindeki kadar kötü dür. «The Maoriland Worker,
Siegfried Sassoon’un bir şiirini yayımlama suçunu işledi diye mahkemeye
çağrılmıştır. Noah AbletVin Outlines of Economies'i, Friedrich Engels’in Socialism,
Utopian and Srirntific’i, ülkeye girmesi yasaklanan kitaplar listesine
eklenmiştir, öğretmenler, hatta üniversite profesörleri ve (bir dereceye kadar
hükümet denetiminde olan) işçi Öğretim Derneği okutmanları düşünce
özgürlüklerinden caymak; ya da işlerinden olmak durumundadırlar. İşçi Öğretim
Derneği okutmanlarından birisi kısa bir süre önce Bolşevik görüş yanlısı diye
işten çıkarılmıştır. Maori dil ve kültürü üzerine ders veren bir diğerine,
Komünist Partisi’ne yakındır diye yeniden görev verilmemiştir. Oysa derslerinde
komünist propagandası yaptığı yolunda en küçük bir kanıt bulunmuş değildir.
Yirmi yaşlarında başarılı bir öğrenci olan Miss Weitzel «Comunist» adlı
gazeteyi satıyor diye Yüksek öğretmen Okulundan çıkarılmıştır. Amerika Birleşik
Devletleri’ndeki göçmenlik yasalarına göre adı geçen ülkedeki ailesinin yanma
da gidemeyen Miss Weitzel, şimdi hizmetçilik ve garsonluk yaparak geçimini
sağlamaya çalışmaktadır.» «Dail Herald», 14 Ocak 1922.)
Yine bu, hangi devlet varlığını tehlikede görürse o
devletin benimsediği tutumdur. Ama buna öğretmenlerin de uymaları gereklidir:
Bu, kafası ya da yüreği olan hiç kimsenin, son derece korkak olup düşüncelerini
kendine saklamaya razı olmadan, öğretmen olamaması demektir.
Bu durum yine öğretmenler tarafından düzeltilebilir.
Bunun için öğretmenler kendi mesleklerinin üstünlüğünü ve şerefini göz önüne
alarak çalışmalarında kararlılıklarından cay mamalıdırlar. Ulusal öğretmenler
birliği çok güçlü bir örgüttür. En üstün öğretim ülküsünü benimserse daha da güçlü
ola bilir.
Öğretim yetersizliği; yani gerekli öğretimi yapamama
dışında öğretmenlerin görevlerinden alınmaması üzerinde ısrarla durulmalıdır.
Böyle bir nedenle bir öğretmen işten çıkarılınca, Ulusal öğretmenler Birliği
kendi yönünden de inceleme yapıp durumun gerçekten böyle olduğu, başka saklı
bir nedenin olmadığı yolunda kendini ayrıca inandırmalıdır. Bu düzeye
ulaşılınca okul müdürlerinin Merkezî Eğitim Kurumu ve mahalli Eğitim
Müdürlükleri karşısında bağımsızlıklarını adım adım arttırmaya yönelmelidir.
Doğaldır ki bu yapılırken üstün düzeyde öğretim yapılması sürekli olarak
kollanacak ve gözetilecektir. Okul müdürleri ders kitaplarını seçmede ve
müfredat programlarını daha üstün düzeye çıkarmada özgür olmalıdır. Bütün
bunlar eğitim yetkililerinin açısından zorluk çıkaracaktır. Ama eğitim
yetkilileri kolay iş görsünler diye eğitimin niteliğinden caymak, olacak şey
değildir.
Öğretmenlerin «tarafsızlıklarını korumaları» yani
yalnızca Merkezî Eğitim Kurumunun çoğunlukla saptadığı görüşleri öğretmeleri
diye bir şey olmamalıdır. En iyi öğretmenler tarafsız olmayanlardır; bu
öğretmenler coşkuludur, eğitim çalışma ve uygulamalarına görüşlerini de
katarlar. Öğrencilerin tarafsızlığı ise, gerçeklerin genel olarak benimsenen
şey olduğu inancına götüren renksiz bir eğitim ile değil, onların farklı ön
yargılara sahip öğretmenlerle karşılaştırılmalarıyla sağlanır. Bu yöntemin
sonucu bütün aşın görüşler hakkında kuşku duymaya varırsa bundan iyisi de
olamaz; çünkü günümüz dünyasının gerek duyduğu şey de budur.
Eğitimi uygularken öğretmenler öğrencilerin düşünce ve
davranışlarını kaçınılmaz olarak etkilerler. Eğer öğretmenlerin kendileri
birtakım ülküleri benimsemişlerse, bunları öğrencilerinin bir bölümüne olsun
aşılayacaklardır. Bunu söylerken Katoliklik, Sosyalizm; ya da başka bir «izm»le
ilgili propagandayı düşünmüyorum. Şu durumuyla eğitim içinde bu yolda gereğinde
çok propaganda zaten vardır. Demek istediğim, «izm»lerden daha belirsiz
şevlerdir: Aydın dürüstlüğü, hoşgörü, geniş görüşlülük, bilim sevgisi; başka
bir deyişle aydın olmanın erdemleri diye adlandırılacak nitelikler... Küçük bir çocuk
doğal olarak kendisinin bağlı olduğu yanın güçlenmesinden hoşlanır:
Manchesterli bir çocuk Liverpool takımının övülmesine dayanamaz. Ancak
oyunda haklıdan yana olmak nasıl öğretilebilirse düşüncede de hakkı teslim
etmek öğretilebilir. Ne yazık ki oyunda hakkın teslim edilmesi kuralının
düşünceye uygulanmasına kötü gözle bakılmaktadır, örneğin savaş sırasında
düşmanın yanlışlıklarını reddeden bir kişi vatan haini diye görülür.
Öğretmenlerin benimsedikleri belli bazı görüşler
öğrencilerde karşı durma tepkisine yol açar. Ama yine de öğretmenlerin
gerçekten benimsedikleri görüşler öğrencileri de aynı yöne yöneltir. Öyleyse
öğretmenlerin benimsemeleri gereken ülküler neler olmalıdır?
Bir eğitim düzeninin ulaşmayı istediği iki temel amaç
vardır: İyi yurttaş; ya da iyi insan yetiştirmek. Geniş bir hayat görüşü
açısından bakılırsa bu iki amaç birbirine zıt değildir; ama yöneticilerin bakma
eğiliminde oldukları dar açıdan değerlendirilirse bu iki amaç arasında önemli
ölçüde zıtlık görülecektir. Mekanik görüşün tutsağı olan kimseler iyi insan
yetiştirmeden çok iyi yurttaş yetiştirmeye önem verecekler; iyi yurttaş
yetiştirme yöntemini de iyi insan yetiştirme üzerinde hiç durmadan izleyeceklerdir.
Ben hükümetlerin iyi yurttaş yetiştirme anlayışlarında üç tehlikeli yanılgı
görmekteyim:
İlk olarak, kadın erkek herkes dünyanın değil; tek bir
devletin yurttaşı olarak görülmektedir.
İkinci olarak devlet; yada mahallî idare, kendi
yurttaşlarınkinden başka ve daha üstün bir iyiliğe sahip diye varsayılmaktadır.
Üçüncü olarak düşünülen bu iyilik; ya da yarar,
bireylerin düşünsel yeteneklerine bağlı değil de; yalnızca mekanik yöntemlerle
sağlanabilen bir iyilik ya da yarar olarak görülmektedir. Bu yanılgılardan
ilkinin; yani ulusçuluğun, makineleşme ile yapısal bir bağlılığı yoktur. Ancak
ulusçuluğun bugünkü büyük gücünü kazanması endüstrileşmenin ulusal kapsamda
gelişmesiyle olmuştur, öyleyse ulusçuluğun makineleşme ile mantıksal bağlılığı
yoksa bile gerçek bir bağlılığı vardır.
Doğaldır ki bir kamu eğitimi düzeni, hiç değilse
kişilerin çağdaş bir toplumdaki işlevlerini yapmalarını sağlayacak gerekli
bilgileri onlara vermelidir: Herkes okuryazar, basit toplama çıkarma işlerini
yapabilir olmalıdır vb... Zamanla devlet bu en az bilgi düzeyini arttırır;
sonunda bu düzey önemli ölçüde yükselir. Ancak ben isin önemli olduğu kadar
üzerinde anlaşmaya varılmış denilebilecek bu yönü üzerinde değilim. Üzerinde
duracağım konular aykırı görüşlerin çıkabileceği konulardır.
Öğretim süreci içinde öğretmenler belli düsünsel
alışkanlıkları verebilirler. İşte tartışma burada başlar: Öğretmen hangi
düşünsel alışkanlıkları öğretip kazandıracaktır? Bu alanda çok sayıda seçenek
vardır. Cizvitler iyi bir öğretim verme süreci içinde, Katolik Kilisesi’nin
dogmalarını hiç tartışmadan benimsemeyi öğretirler. Amerika’da ilkokullar
çocuklara yüzde yüz Amerikalı olmayı; yani Amerika’nın bir Taun Cenneti
olduğunu, anayasalarının tanrısal bir esinden doğduğunu, milyonerlerinin pazar
okulu erdemlerine örnek meydana getirdiklerini öğretirler; bunlara
inandırılırlar.
İngiliz İlkokulları İmparatorluğumuzun büyük ve erdemli
olduğunu, Hindistan’ı ezmediğini, Çin’e zorla afyon sokmadığını, Afrika’da bir
insanlık örneği meydana getirdiğini, bütün Almanların kötü olduğunu öğretirler.
Rusya’daki
ilkokullar komünistlerin erdemli, anarşistlerin kötü, burjuvaların sapık
olduğunu; sosyalist devrimin çok yakında bütün Avrupa’yı saracağını; Komünist
Partisinde emperyalist eğilime yer olmadığını, çünkü emperyalizmin kapitalizme
dayandığını öğretirler. Japonlar
Mikado’nun Tanrısal olduğunu, güneş tanrısından geldiğini, Japonya’nın dünyanın
diğer bölgelerinden daha önce yaratıldığını, bütün bunlardan dolayı Japonlar ne
derse Çinlilerin boyun eğmelerinin gerektiğini öğretirler. Bildiğim kadarı
bunlara benzer görüşler Uruguay’da, Paraguay’da, San Marino’da da öğretilmekte;
bütün bu ülkeler Tanrının kendilerini üstün kıldığını, komşularından çok daha
üstün olduklarını söylemektedirler. Kısacası nerede bağımsız bir ülke varsa; o
ülke, okuma yazma öğretme tekelini, gençlere birtakım gülünç inançları
aşılamada kullanmaktadır. Bu inançların amacı ise gençlerin kıyım eğilimlerini
arttırmaktır.*
* Fransız Eğitim Kurumunca Alsace - Lorraine’de
kullanılmak üzere benimsenip onaylanan bir okuma kitabında yazılanlar:
«Unutmayın. Hatıranızdan çıkarmayın. Küçük Fransızlar. Fransa’ya saldıran, onu
Büyük Savaşa girmeye zorlayan Almanya’dır... Almanlar akıl almaz bir kıyımın
suçlusudurlar: Çocukları sakatlamış ve öldürmüşlerdir, kadınları ve yaşlıları
vurmuşlardır... Almanya’ya sonsuzluğa dek lânet yağsın. Güzel vatanımız Fransa
ve onun dostlarının zaferleri ölümsüz olsun.» («Dail Herald», 15 Mayıs 1922)
Yine bu
inançları güçlendirmek için özel bilinçsel alışkanlıklar üzerinde durulur: Bir
şeyi fazla incelemeden benimseme, gözü kapalı peşin yargılar, toplu yabanıllık;
hepsi de ilkel insanlarda olup eğitimin yumuşatacağı umulur nitelikler...
Dünyayı yönetenler erdemin yanlış ve yalan şeyler öğretilerek kazanılacağına ve
gerçeği bilenlerin kötü kişiler olacağına inana gelmektedirler. Buna asla
katılmıyor ve inanmıyorum. İnandığım şey gerçek tutkusunun bütün erdemlerin
temeli olduğu; yalanlara dayanan «erdemlerin» 'zarardan başka bir şey
sağlayamayacağıdır. Buna yalnızca bir İnanç olarak da bağlanabilirim; ama bu
inancın gerçekliğini kanıtlayan pek çok örnek vardır. Ulusçuluk bu örneklerin
en göze çarpıcılarından birisidir. Tarih öğretim kitaplarının yurtseverlik nedeni ile bile
bile yazılan yanlışlarla dolu olduğunu dünyadaki bütün eğitim bakanları
bilirler. Tarih öğretiminin
yanlışlarla dolu olması çok önemli değildir; asıl kötüsü bu yanlışların savaş
olasılığını arttırıcı nitelikte olmalarıdır. Ekonomik alanda enternasyonalizmin
önemi yolunda sosyalistlerce çok şey söylenmiştir. Ama eğitim alanında
enternasyonalizm de en az birincisi kadar önemlidir. Bütün uygar ülkelerde
çocuklara aynı tarih öğretilirse, ülkeler birbirlerine daha az düşmanlık
beslerler; ayrıca hiç bir ülke bir savaştan galip çıkacağına yüzde yüz
güvenemezdi. Okul
kitaplarının yazımı ve tarih öğretmenlerinin eğitim yönetimi uluslararası bir
otorite tarafından yapılmalıdır. Bugünkü uygulama, her ulusun kendisinin
haklılığı ve gücü konularındaki kendi inancını; sonuç olarak da savaş hevesini
arttırmaktadır. Gerçekten de yanlış tarih öğretiminin amacı bu olsa gerektir.
Bunun doğurduğu kötülük o kadar fazladır ki sonunda
eğitimin bütün genel yararını silip süpüreceğe benzer. Rusya, ya da Çin’deki
cahil köylüler ulusçu değildirler; çünkü ulusçuluk gibi geniş kapsamlı ve soyut
bir kavramı bilinçlerinde canlandıramazlar. Ülkeleri savaş halinde iken bunu
hükümetlerinin bir sorunu diye görür; kendilerine düşen rolün emirlere
gönülsüzce uymak olduğunu düşünürler. Rusya ve Çin’in diğer ülkelere,
İngiltere. Fransa ve Almanya kadar zarar vermeyecek durumda olmalarının nedeni
budur. Eğer Rusya ve Çin ilköğretim düzeylerini Batı Ülkelerinin ulaşmış olduğu
düzeye getirebilirlerse; onlar da kendi kalabalık nüfuslarına, gecen savaşı
olası yanan «ulusçuluk körlüğünü» kazandırabilirler. işte o zaman Batı
Avrupa’nın küçük ulusları Macbeth’in dediğinin çıktığını görüp pişman
olacaklardır:
Kanlı öğretiler döner
dolaşır da
Onları öğreteni yıkar
Onları öğreteni yıkar
Ulusçuluğun kötülüklerinin güçlenmesinden doğan ve
önümüzde biriken tehlike bulutları dağıtılamaz değildir. Bunun için yapılacak
şey eğitimin yanlışlar yerine gerçekleri öğretmeye yönelmesi; ya da eğitim
yetkilerinin, gençleri şimdi yaşamakta oldukları coğrafî bölgelerin değil de
bütün dünyanın gelecekteki yurttaşları olarak görebilmeleridir.
Öte yandan ulusçuluğun kötülüklerinin körüklenmesinin
bütün suçunu yanlış eğitime yüklemek haksızlıktır. Bir kişinin kendi grubuna
bağlılık duyması; grubunun (gerçek, ya da hayal ürünü) başarılan ile göğsünün
kabarması, diğer rakip gruplara karşı düşmanca duygular beslemesi insanlardaki
içgüdünün görünümleridir. Eğitimini yaptığı, bu içgüdüsel duygulara dayanıp
onları belli bir yöne yöneltmektir. Eğitimi yönetenler de bu içgüdülere
sahiptirler ve gerçekliğine inandıkları şeylerin tersini bilinçlerini
kullanarak yapamamaktadırlar. Ama içgüdülerine uymanın sonucunda Batı
uygarlığının yakın gelecekte yıkılıp gideceğini görebilirlerse; diğer konular
için olduğu gibi bu konuda da eğitimin, akılcı bir öngörü ile kaba içgüdüleri
denetim altına almak; tutkuları düzenleyerek yaşamı kolaylaştırmak amaçlarına
dönük olması gerektiğini anlayabilirler. Bugün özel yaşamamızda pek azımız adam
öldürürüz; ama ilkel bir kafatası avcıları topluluğunda çoğunluk adam öldürür.
Böyle ilkel topluluklarda kişilerin adam öldürmeleri için gerekli içgüdüyü
güçlendirmek amacıyla elden gelen her şey yapılır; bizim toplumlarımızda ise bu
içgüdü —bir avuç kişi bir yana— başarıyla bastırılmış durumdadır. Ne var ki
savaşlarda topluca kıyım açısından izlediğimiz yol kafatasçılarının kişisel
katilliklerinin aynısıdır. Tek tek kişilerin adam öldürme içgüdülerini
engellemek için yararlandığımız yöntemler, aynı içgüdü savaş tutkusu biçimini
aldığında da onu engelleyebilir. Bu yöntemler eğitim alanında uygulanmalı;
öldürme içgüdüsü tohumlarını ulusal silahlanma ve uluslararası gerginlik
ağaçlarına dönüştüren şimdiki yöntemlerin yerini almalıdır.
Bütün insanlığın bir tek büyük aile olduğu; uluslar
ayrımının yapaylığı inancı gençlere çok kolay aşılanabilir. Bunun için gerekli
olan da eğitimin bu yöne yöneltilmesidir. İnsanların atalarından ve insanın
ortaya çıkışından başlayan gelişmeleri, tüm ulusların katkısı ile gerçekleşen
bir bütün olarak açıklayan H. G. Wells’in «Dünya Tarihinin Ana Çizgileri» adlı
kitabı gibi eserler, daha insancıl bir görüş yaratmada kesinlikle Agincourt,
Trafalgar, Lexington ve Saratoga konu ve olaylarını anlatan yurtseverce
eğitimden daha etkilidir. Belki de bir şeyden nefret etmek içgüdülerimizin bir
gereğidir. Ortaçağda
şeytandan nefret ediliyordu; bunun insanlara bir zararı da yoktu. Ama
bugün savaşta olsun, barışta olsun şeytanın varlığına inananlar kalmamış
gibidir, öyleyse insanların komşu ülkelerdeki hemcinslerinden nefret etmelerini
önlemek istiyorsak yeni bir nefret konusu bulmalıyız, örneğin insanlar Mani
dinine, cehalete, salgın hastalıklara karşı nefret duyabilirler. Bunlara
düşmanlık duymak yararlıdır ve ufak bir mantık çabasıyla bu duygular nefret
içgüdümüzü doyuracak duruma getirilebilir. Diğer insan topluluklarından nefret
ise kötülüklere yol açar. Eğitim düzeninin yalanlar ve düşmanca kötülüklerle bu
nefreti amaçlaması doğrusu çok yazıktır. Ama yine yazıktır ki Çin bir yana
bütün büyük uluslarda durum budur; Çin ise böyle olmadığı için diğer büyük
uluslar karşısında zayıf duruma düşmüştür.
Şimdi eğitimimizdeki ikinci yanılgıya gelmiş bulunuyoruz
Bu yanılgı bugünkü eğitim düzenimizde güçlenme olanağın,' bulmaktadır. Bu
yanılgı devletin ya da toplumun, bireyler için gerekli olandan daha değişik bir
«iyiliğe», sahip olduğu ve bu «iyiliğin» bireylerin iyiliğinden daha üstün bir
iyilik olduğu yolundaki sanıdır. Bu, benim «yönetici yanılgısı» adını önerdiğim
yanılgıdır. Doğaldır ki kişilerin ancak belli birtakım nitelikleri içeren
topluluklarda mutlu yaşayabileceklerini söylemek yanılgı değildir: Robinson
Crusoe’nin (sözgelimi) Perikles çağında Atinalı bir yurttaş kadar mutlu
olabildiğini öneriyor değilim (Perikles çağı da bizim çağımızdan daha iyi
olmayabilir, ama o çağın iyiliğini Varsaymak yanlış değildir ve ben Perikles
çağını burada yalnızca örnek gösterme amacıyle belirtmekteyim.) Karşı durmaya
çalıştığım yanılgı, bazı toplulukların, içlerinde yaşayanlara iyi şeyler
sağladıkları yolundaki olgu değildir. Ama kişilerin yaşamlarındaki bütün iyi
şeyler alınıp götürüldükten sonra sırf devlete, ya da topluma bağlı iyi, ya da
kötü bir şeylerin kalacağı yolundaki kanıdır. Bu kuram Hegel
tarafından savunulmuş, onu izleyen bazı İngiliz düşünürlerince de
benimsenmiştir. Kuramın hayli karmaşık olan gerekçesi daha önce de birkaç kez
belirttiğim nedenlerle bana göre bütünüyle yanlıştır. Burada gerekçeleri
üzerinde yeniden duracak değilim; ancak konumuzla ilgili sonuçlarına
eğileceğim.
Devlete ya da topluma bu garip değeri veren kuramı
benimseyenler, buna toplumun «organik» açıdan değerlendirilişi diyorlar. Bu
adlandırma yanıltıcıdır; çünkü birbirleriyle ilgili bölümlerin ortak amacı
sağlaması yönünden toplumlar organiktirler. Bu, tıpkı canlıların organlarının
ortak olan yaşama amacına dönük çalışmalarına benzer. Bu örnek, toplumların
organik nitelikleri yolundaki görüşün fazla incelenmeden benimsenmesine yol
açabilmektedir. Ne var ki söz konusu kuramı savunan toplumbilimciler burada
«organik» deyimini kendilerine özgü özel ve felsefî bir anlamda
kullanmaktadırlar. Onların demek istediklerine göre toplum, birbirlerini
karşılıklı olarak etkileyen, az çok işbirliği yapan kişilerden kurulu değildir:
kendi başına bir yaşam ve bir kişiliği olan bir kavramdır. Söz konusu
kuramcılar kişilerin kendi kafalarına, kollarına, ayak parmaklarına ayrı ayrı
bağlı olmayan; kendi bütünlerine bağlı olan iyi şeylerden yararlandıklarım,
hoşnut olabildiklerini öne sürerler; bunun gibi devletlerin de, tek tek,
yurttaşların yaşamlarından ayrı birtakım iyi şeylere sahip olduklarını
söylerler. Bunun sonucu olarak kuramcılar tıpkı insan vücudundaki organlardan
beklenenin insanın bütün olarak yaşamına dönük çalışmaları olduğu gibi;
yurttaşlardan da devletin yaşamasına dönük görev yapmalarını ve bu amaçla
yaşamalarının beklendiği görüşüne inanırlar. Böylece devlete olan görevimiz
komşularımıza olan görevlerimizden daha büyük bir ağırlık kazanmakta; devletin
iyiliği ve yararı, yurttaşların çoğunluğuna zarar veren yöntemlerle de olsa
korunması gerekli bir özellik kazanmaktadır.
Bu görüş, uygulamada aristokrat ve
mekanik bir toplumun övülmesine yol açmaktadır. Uygulamada «devletin yararı» «devlet
adamlarının yararı» demek olmaktadır. Bunu çıkar sağlama anlamına söylemiyorum:
«Devlet adamlarının yararı» ndan demek istediğim zenginlik ya da bencillerin
genellikle peşinden koştukları şeyler değildir. Gerçi işin içinde bunlar da
olabilir; ama iyi yetişmiş kişiler bunlardan uzak durmayı başarabilirler. Öte
yandan bu kadar belirgin olmayan başka bazı çekici şeyler vardır ki bunlardan
kaçınılması daha zordur; insanlar bilinçaltlarının etkisiyle bunlara yönelme
eğilimindedirler. Devlet üzerine kafa yoran bir kişi belli düzendeki bir devlet
çeşidi üzerinde durmaya başlar; önünde sonunda bu devlet düzeninin iyi olduğu
kanısını benimser. Yöneticilik eğilimi olan bir kimse, yönetim tarafı ağır
basan; sıkı bir düzenin egemen olduğu; yurttaşların her birisinin büyük
makinede bir vida rolü oynadığı bir devlet düzeni özler: Ama böyle bir devlet,
kişilikleri başka olan kimseler; örneğin artistlerce yaşanmaz bir düzen
özelliğinde olacaktır. Ne var ki sonuncu kişiler kendi kişiliklerinin yapısı
dolayısıyla politikacı, yönetici, ya da girişimci olamazlar. Böylece tek bir
eğilim ve istek; hem de pek yaygın olmayan eğilim ve istek «devletin iyiliği»ni
saptamada egemen olmuş olur. «Devletin iyiliği»ne inanç sürdükçe bu eğilim
kendi isteklerini topluluğa zorla benimsetir; çünkü bunlar devlet kişiliğinin
istekleri diye varsayılır. Bu, sonuç olarak, birtakım masum kişilerin
yetkililerce suçlanması; yavaş yavaş sanatın, bilimin ve giderek yaşamdan zevk
almanın yok edilmesidir.
Devleti organik açıdan değerlendirmeyi savunanlar, bunun
mekanik görüşün karşıtı olduğuna inana gelmişlerdir. Bu, şaşılaşacak bir
yanılgıdır. Çünkü makinenin parçalan da tek bir yararlı amaca yönelik olarak
hep birlikte çalışır ve parçalar ayrı ayrı pek az değer taşır; öyleyse makine
de bir anlamda organiktir. Gerçi makineler organik olma özelliğine hayvanlar
kadar iyi bir örnek değildir; ama bizler canlı organizma değil; makine
yapabildiğimiz için toplumumuzu da «organik» yapmayı isterken düşünebildiğimiz
örnekleri makinelere benzetiyor; çünkü toplumu canlı nasıl yapabileceğimizi
bilmiyoruz. Ayrıca mekanik endüstriyel düzenin gelişmesi ile de toplumlar bu
açıdan organikleşmişlerdir. Çünkü bu düzen insanların büyük örgütler içinde
birbirleriyle işbirliği yaparak çalışmalarını gerektirmiştir. Ayrıca ticaret,
insanları eskiçağlara göre birbirlerine çok daha fazla bağımlı kılmıştır.
Böylece makineleşme «devletin iyiliği» inancım doğurmuş; giderek bu iyilik, ne
üretildiğine bakılmadan —ister yararlı mal, ister zehirli gaz üretsinler—
makinelerin bolluğu anlamına gelmeye başlamıştır.
Bu alanda şaşılacak şeylerden birisi de Marx’ın
izleyicisi olan, Marx’ın Hegel’den aktardığı bütün görüşleri sürdüren
Bolşeviklerin, yurttaşların iyilikleri karşısında devletin iyilik ve
üstünlüğünü şiddetle savunanlar arasında olmalarıdır. Bencil olmayıp toplum
yanlısı görünen Bolşevikler bile, içinde yaşayanlara mutluluk verip
vermeyeceğine aldırmaksızın kendiliğinden iyi olacağına inandıkları bir toplum
yaratma peşindedirler. Kendileri farkında değil görünüyorlar ama, amaçladıkları
toplum durumları iyi yöneticilerden başka hiç kimseye mutluluk getirecek
değildir. Aynı şekilde Kayzer ve Junker’ler de, Almanlar’ın değil; Almanya’nın
iyiliği peşinde idiler. Ama bu iyiliğin aslında kendilerinin yararına bir
iyilik olduğu ortaya çıktı. Kendimizden de örnek verelim: İngiliz
İmparatorluğunu yüceltenler İmparatorluğun adına bütün yurttaşların eziyete
katlanmaları gereğinden yanadırlar, buna katlanmayacak olanlar, kendi
isteklerine uyan bir İmparatorluğu isteyen yöneticilerdir. Aynı şeyleri
Amerikalı tröst kralları ve yöneticiler için de söyleyebiliriz. Bütün bu
durumlardaki kişiler, yönetici yanılgısına karşı sürekli uyanık bulunmadıkça,
kendi isteklerine uyan bir kamusal iyiliğin peşinden giderler.
Bu görüşün zararı yalnızca onun haksızlığından ileri
gelmemektedir. (Söylemek istediğim üçüncü nokta ile ilgili olarak) Sıradan bir
yönetimin eğilimi, üretilen mal ve hizmetlerden ikinci kalite ve makine işi
olanlara değer vermeden yanadır.
Büyük sanatçılar, büyük düşünürler, büyük din adamları
büsbütün farklı değerlendirme ölçülerini uygularlar: Bunlar tek tek kişileri,
içtenliği överler, dıştan bir baskı ile zorlanan hayata değil, kendiliğinden
yaşanılan hayata güzel derler. İnsanları, yöneticilerin ellerinde yoğrulmaya
uygun bir araç değil; bilinçsel ve ruhsal yönlerden özgür birer varlık yapmak
isterler. İsa’nın, Buda’nın, Lao-Tze’nin öğretileri de bu yoldadır. Kişilere ve
kişiliğe değer verme Shakespeare in eserlerinde de görülür. Galile’nin
engizisyona direnmesi de kişiliğin üstünlüğüne dayanır. İnsan hayatının en
üstün nitelikleri, kişinin kendine olan saygısına ve döneklik etmemesine
bağlıdır. Kendi yaşamının amaçlarını dıştan gelen baskılarla saptayan kişiler
esirlikten başkasına lâyık olamazlar.
Bugünkü devlet eğitimimiz, devletin çıkarma uygun
yurttaşlar «üretmeye» ağırlık vermekte, içtenliği özendirmek istememektedir;
çünkü içtenlik düzeni aksatıp bozar. Benzerlikten, kişisel yargıyı ezmekten,
yöneticilere boyun eğmeye ve düşmanlardan nefrete şartlandırılmış toplum
yaratmaya doğru bir eğilim vardır. Uygarlığımız savaşlarla yıkılmaktan kurtulsa
bile devlet eğitiminin bu özelliği düşünsel bir esirliğe yol açmakta
olduğundan, buna dur denilmezse, giderek bilimde ve sanatta değerli ne varsa;
hatta insan sevgisi diye ne varsa ölecek, içtenliğin ortadan kalkacağı ortamda
yaşama sevinci de kalmayacaktır.
Demokrasinin bu kötülükleri kendi başına yenebileceği
sanılmamalıdır. Çünkü söz konusu kötülükler hükümetlerin biçimiyle ilgili
değil; güçlülük dereceleriyle ilgilidir. Hükümetlerin güçlü, yöneticilerin
yetkili olduğu ortamda, yöneticilerin eğilimleri (pek az görülen ayrıcalı
durumlar bir yana) mekanik olmadan yanadır. Çoğunluk grupları da azınlıklar
kadar sert tutumlu olabilir. Yenilik yaratan ya da yenilik peşinde koşanlar ise
hemen hiç bir zaman çoğunluk olamazlar. Kişiliğe ve kişisel çabalara değer
verme, benzerliğin ortadan kalkması, gelişmenin temel koşullarıdır.
Geleceğimizi tehdit eden şey herhangi bir sınıfın üstünlük kazanmasından çok
politikacılar ve yöneticilerin üstünlükleridir. Önceleri bu kişilerin güçleri
çok sınırlı idi. Şimdi ise endüstrileşme ve onun sonucunda savaşların
etkinliklerinin artması ile devletin gücü, insanlık tarihinde görülmedik
derecede artmıştır. Tek bir Dünya Devleti yaratıla bilse de tehlike yine
devam edecek; ama bu durumda onu önlemek daha kolay olacaktır. Bugün
için dünyada çok sayıda devlet olduğuna göre bütün büyük devletlerin amacı
savaştan üstün çıkmaktır. Devletlerin şaşılacak ölçülere ulaşmış yetki ve
güçleri bu amaca yönelmiştir. Söz konusu amaca, kişiliğe değer verilerek
ulaşılamayacağı açıktır; bundan dolayı savaşa hazır olmak için sıradan
insanların mekanik esirlere dönüştürülmesi büyük bir ağırlık kazanmıştır. Bütün
bu eğilimlerin dünyadaki bellibaşlı ülkelerin eğitim düzenlerini nasıl
etkilediği ne kadar söylense azdır.
Bu düşünceleri belirtirken eğitim konusundan
uzaklaştığım düşünülebilir. Ancak bir eğitim düzeni, kendini yaratan toplumun
ülkülerini benimser; bu nedenle ülkülerde bir reforma gidilmeden, eğitim
düzeninde de reform yapılamaz. Eğer öğretmenlerin yetiştirilmesinde yetkili olsam
özellikle iki şey üzerinde dururdum:
Bunlardan birincisi
şudur: İnsanın topluma
karşı ödevi herhangi bir sınıfa, ya da bir ulusa yönelik olmaktan çok bütün
insanlığa yöneliktir.
İkincisi ise, iyi denilebilecek toplumların iyi insanlardan kurulu toplumlar
olduğu; yani böyle toplumlarda yaşayanların yıkıcılık ve düşmanlıklardan uzak,
özgür bir hayat sürmeleridir.
Birinci nokta ile ilgili olarak moral bir gelişmenin
giderici etkisi olmadan bilimin sürgit yeni yıkım araçları bulması sonucu
uygarlığımızın karşı karşıya olduğu tehlikeye ilgi çekmek istiyorum. Bu
tehlikeyi pek çok kişi görmekte, ancak bunların içinde pek azı hükümetlerden ve
topluluklardan gelen savaş yanlısı baskılardan kendilerini kurtararak ulusçuluğun
bugünkü biçimiyle insanları suça yönelten bir kötülük olduğunu kabule
yanaşmaktadırlar. Bütün bu tehlikeleri göstermek her öğretmenin başlıca ödevi
olmalıdır; öğretmenler tarafsızca yargılara varabilmeyi, kimseden yana olmadan
gerçekleri aramayı, parti sloganlarına kapılmamayı öğretmelidir. Ayrıca
farklı gruplar ya da ulusların kötülüğü konusundaki doğal eğilimi de gidermeye
çalışmalıdırlar. Başarılı bir propaganda ile başımızdakilerin nefret etmemizi
istediklerinden bizler de haksız yere nefret etmeye yöneltiliyoruz. Bu nefretin
etkisiyle yaptığımız şeyler sonucu, kendilerinden nefret ettiklerimiz de bize
karşı nefretle doluyorlar. Böylece haksız nefret dünyadaki kötülüklerin kaynağı
oluyor. Cezalandırmak insanların eksik ve yanlış yanlarını düzeltmek
için iyi bir yöntem olmadığı gibi bu hakkı kullanacak kadar masum kişi de yok
dense yeridir. Bugünkü durumda düşmanlarımızın günahını biliyor; ama kendimizin
kileri bilmiyoruz. Böylece haksız nefret karşılıklı düşmanlıkları körüklemekten
başka şeye yol açmamaktadır: Amerikalılar Japonların Kore’de yaptıkları
kıyımı bilmekte; ama aynı kıyımdan on Japon’un dokuzunun haberi
bulunmamaktadır. Buna karşılık Japonlar Amerika’da zencilerin linç edilmesi
olayları hakkında Amerikalıların kendilerinden çok bilgi sahibidirler. Böylece
nefret karşılıklı olarak körüklenmekte; bunun giderilmesi için iki taraf da bir
şey yapmamaktadır. Suçlulara nefret duymak sorunun çözümü değildir.
Yapılacak şey kötülüğe uğrayanlara acıyıp yardım etmek, kötülüklerin yalnız
düşmanlarımızca yapılmadığı gerçeğine gözümüzü yummamaktır. Eğitimde dünyanın
farklı bölgelerinin karşılıklı çıkar ve bağlılıkları üzerinde durmak insancıl
tartışma denilen şeyin üzerinde durmaktan çok daha iyidir. Kendimize de zarar vermeden düşmanlarımıza
zarar verilemez, sırf kendi çıkarlarımız açısından uluslararası düşmanlıklar
böyle sürüp gidemez. Yok, dünyanın bugünkü nüfusunda bir azalma isteniyorsa o
zaman iş başkadır.
İkinci noktaya, kişi özgürlüğüne gelince, bu da
eğitimcilerin önem vermesi gerekli bir konudur; çünkü sözünü ettiğimiz özgürlük
maddî ve ekonomik değil; düşünsel ve ruhsal özgürlüktür. Endüstrileşme,
yaşamamızın maddî yönü bakımından kişilerin büyük örgütler içinde birbirleriyle
işbirliği yapmalarını gerektirmektedir. Toplumun, her yetenekli üyesinden tüketimine
eşdeğer bir üretimde bulunmasını beklemesi haklı ve ye rindedir. Bu ölçüye göre
mutlu azınlığın bugüne değin sahip olduğu özgürlük ileride onlar için
azalacaktır. Ama öte yandan savaşları, silahlanmayı, reklam kampanyalarım,
ticarî rekabetin boşa harcamalarını terk edebilirsek günde dört saatlik çalışma
hepimiz için bol bol yeterli olabilecektir. Zamanımızın geri kalan bölümü
serbest olmalı, eğitim düzeni ise günde boş kalan yirmi saati nasıl iyi
geçirebileceğimiz yolunda bizi hazırlamalıdır. Kurulacak siyasal düzen ne
olursa olsun, geçmişte olduğu gibi gelecekte de üstün uğraş ve çabaların çıkar
karşılığında değil içten ve gönülden yapılmasını umabilmeliyiz. Herkese fırsat
eşitliği sağlanırsa bu çalışmaların bugüne göre çok ileri gideceğini ummak yanlış
olmayacaktır. Ama devlet kendi okullarında gençlerin beyinlerini aynı kalıba
dökme çabalarını sürdürdükçe bu üstün uğraş ve çabalar ortadan silinecektir.
Bürokratların işlerine gelmese bile düşünce özgürlüğü özendirilmelidir.
Özellikle gençlerin eğitiminde geçim amacıyla değil de zevk için çalışacak
gönüllü öğretmenlere fırsat tanınmalıdır. Yaşam için gerekli şeylerin
sağlanması dışında bireycilik, içtenlik ve farklılık egemen olmalıdır.
Özgürlüğü elde etme çabası, ekonomik düzenimizde olacak bir değişiklikle
başarıya ulaşamaz; bunun için yöneticilerin diktatörlüklerine karşı sürekli
olarak direnmek, düşünce özgürlüğünün elde edilebilecek şeylerin en değerlisi
olduğunu hiç akıldan çıkarmamak gereklidir. Makineleşmenin
de yararı vardır Bu yarar onlar olmadan yaşayamayacağımız yiyecek, giyecek ve
barınak sağlanması alanlarındadır. Ama sanat gibi, bilim gibi, dostluk ve sevgi
gibi, mutluluk gibi yaşamı değerli yapan şeylerde mekanikliğin yeri yoktur.
Bütün bunlar özgürlüğü gerektirir; hem de yalnızca dıştan tanınan özgürlüğü
değil, düşüncemizde ve yüreğimizde duyabileceğimiz bir özgürlüğü gerektirir.
Okullarımızda olsun ekonomik devrimcilerin hazırladıkları planlarda olsun bu
özgürlüğe gereken önem verilmemektedir. Değindiğimiz özgürlük maddî amaçların egemenliği
sonucu yok olma tehlikesi geçirmektedir. Ama iyi bir düzen için bunun yerini
tutacak başka bir şey yoktur; bizler insanların yalnız ekmekle
yaşayamayacaklarını anlamadıkça da bu özgürlüğün yitip gitmesini hiç bir şey
önleyemeyecektir.
Sh: 188-204
Bu kitabın ilk bölümünde, insanlığa büyük yararlar
sağlayabilecek özellikteki bir düzenin anlatılmaz kötülüklere yol açmakta
olduğunu; bu kötülüklerin ileride daha da şiddetleneceğini gördük. Bu kötülüklerin
üç nedenini de özel mülkiyet, ulusçuluk ve mekanik bir hayat görüşü diye
saptadık. Düzenin insanların
iyiliğine yöneltilebilmesi için; toprak ve doğal kaynaklar üzerindeki özel
mülkiyetin yerine kamusal bir denetim konulması; ulusçuluğun yerine duygusal
açıdan olsun, belli bazı hükümet görevleri, örneğin savaşlar, göçler,
hammaddelerin dağıtımı gibi işler açısından olsun uluslararası görüşün geçmesi;
mekanik görüşün yerini makineleşmeye daha geniş değer veren, ama makineleşmeye
başlı başına bir iyilik diye tapınmayan bir görüşün alması gereğini ortaya
koyduk. Yine ortaya koyduk ki toplumcu görüşün
gelişmesinin, Marx’tan yana kişilerin inandıkları gibi, sertlikle olması hiç de
gerekli değildir; tersine bu gelişme olacaksa, kamuoyu ve insanların inanç ve
istekleri yoluyla denetim altına alınabilir. Bu nokta insanlar bilinçlendikçe,
doğayı denetimi altına alma yetenekleri arttıkça daha da gerçeklik
kazanmaktadır. Bugün için biz insanlar
kendi dışımızdaki doğal güçlerin değil; kendi içimizdeki yanılgıların ve kötü
tutkularımızın tutsağı bulunmaktayız: «Yanılgı bizim talih yıldızlarımızda değil
Brutus; bizim içimizde!» Yaygın olan hayat görüşümüz yanlıştır; bu değişirse
dünyadaki bütün kötülükler silinip gidecektir.
Bu sonuncu kesimde önce mekanik hayat görüşü ile onun karşıtı
olan insancıl hayat görüşü arasındaki ayrımı belirtmeye çalışacağım; ondan
sonra da mekanik hayat görüşünün kötü yanları giderilebilirse makinelerin ve
makineleşmenin, insanlığı sürekli bir ölüm dansı tutsağı yapmak için değil de
yaşamı özgürleştirmek için nasıl kullanılabileceğini göstereceğim.
Üstünlüğün, yüceliğin mekanik ve insancıl görüşlere göre
farklılığının belirtilmesi; birbirine karşıt ülkülerin farklılıklarının
belirtilmeleri arasında en önemli olanıdır. Mekanik görüş, iyiliği kişilerin
dışında bir şey; toplumun aracılığıyla sağlanabilen bir şey olarak görür. Buna
ulaşılması için gerekli işbirliğinin gönüllü olarak sağlanıp sağlanmamasına
bakmaz. İnsancıl görüş ise iyiliğe kişilerin yaşamlarında var olan bir şey diye
bakar ve toplumsal işbirliğine yurttaşların mutluluğunu sağlayabildiği ölçüde
değer verir. Mekanik görüş kişilere tek tek böyle değer vermez; onları büyük
makinenin birer vidası olarak görür. Kişileri öyle yetiştirmek, onların
niteliklerini öyle değiştirmek ister ki; Kamusal Plan onların ayrı ayrı
istekleri ile çatıştığında boyun eğsinler; devlete, «senin dediğin olsun»
demeyi öğrensinler. Oysa insancıl görüş çocuğa bir bahçıvanın fidana baktığı
gibi bakar; onu özünde belli yetenekleri taşıyan; uygun toprak, su ve hava
koşullarında hayranlık duyulacak bir gelişme gösterebilecek bir şey diye görür.
Mekanik görüşün en ucunda Calvin’cilik;
insancıl görüşün en ucunda Tao’culuk vardır.
Calvinciler insanların Tanrıya hizmet için
yaratıldıklarını savunurlar. Erdemliler Tanrıya hizmet etmeli. Onun merhametine
sığınmalıdırlar; günahkârlar da aynı şekilde Tanrıya hizmet etmeli, onun
adaletine sığınmalıdırlar. Durum böyle olunca çoğunluğun Tanrının sevgili kulu,
azınlığın lânetli ya da çoğunluğun lânetli, azınlığın Tanrı sevgilisi olması
sonuçları aynı kapıya çıkmaktadır: Calvinciler esirgenen kulların aslında
azınlık olduklarını söylerler; ama —hep de bir rastlantı sonucu— kendileri bu
esirgenenler arasındadırlar. İnsanların
esirgenmiş, ya da lânetlenmiş olmaları, erdemli ya da günahkâr bir yaşam
sürmelerine bağlı değildir; alınyazıları böyle saptanmıştır. Büyük çoğunluğun
sonsuza kadar lânetlenmiş olması kötülüğe, günaha ağırlık kazandırır (çünkü
lânetlenmiş olanlar hep günahkâr kalırlar); bu böyle olsa da insanlığın niye
böyle yaratıldığına üzülmek gerekmez; çünkü hepsi Tanrı hizmetindedirler;
önemli olan da budur.
Calvinci görüşün hemen hemen ortadan kalktığı;
insanların bu görüşün yanlış yanını gördüğü ileri sürülebilir; ama kanımca
mekanik hayat görüşü hele kapitalist ortamda, Calvinci görüşe son derece
benzemektedir. Makineleri Tanrı,
makinelerin verimini Tanrının zaferi, zenginlerle fakirleri esirgenmiş ve
lanetlenmiş kullar, mirası da alınyazısı yerine koyarsak; Calvinci görüşün
bütün öğelerinin günümüz toplumunda karşılıklarının olduğunu görürüz.
Bu yeni dine göre insanlar mutlu olabilmek için değil, verimli olsunlar diye
yaratılmış bulunmaktadırlar. Afrika Kıtasını geliştirmeye çalışanların
karşılaştıkları en büyük güçlüğün, yaşamak için çalışma zorunluluğu duymayan
yerlilerin mutlulukları olduğunu işittim. Bunu ortadan kaldırmak için
beyazların hükümetleri yerlilere kulübe başına ödenecek bir vergi
koymaktadırlar. Öyle ki yerlilerin, beyaz sömürgeciler için çalışmaya razı
olmadan bu vergi ödemeleri olanaksızdır. Bunu yapan beyazlar yalnız bencillik
etkisi altında değil; tıpkı ortaçağ engizisyoncuları gibi din etkisi altında
bulunuyorlar. Yine konumuzla ilgili olarak düzenimiz sonucu az sayıda zengin,
çok sayıda yoksul kişi bulunmaktadır. Ama makinelerin yüceliğini gölgelemeden
bu değiştirilemeyecekse bu özellikten dolayı düzenimize kötü denilemez.
Zenginin, yoksulun saptanması da beceri ve yetenek yerine pek çok durumlarda
miras ile olmaktadır. Bu da Tanrının sevgili kulları ile lânetli kullarını
özgürce seçip saptamasına benzer. Bu dinlerin her ikisi de insan yaşamının
amacını yaşamımızın dışında görmekte birleşmektedirler; her ikisinde de bulunan
eziyetin kaynağı da budur.
İnsanların pek çok
tuhaf özellikleri vardır. Bunların içinde en tuhaflarından birisi bize yararlı
olan şeyleri tapınırcasına yüceltmek; bunu yaparak onun yararını ortadan
kaldırmaktır. İnsanlar bir zamanlar tarımcılığı yücelttiler ve tarım tanrısının
gazabını yatıştırmak için insanları kurban ettiler.
İnsanlar cinsel içgüdüye
taptılar, sonunda sapıklıklara düştüler; buna tepki olarak bekârete taptılar,
bu kez de kendilerini yaşam boyu evlenmemeye bağladılar. Savaşlardan ve diğer
insanları etkileyen kötülüklerin pek çoğundan etkilenmemiş olan Avustralya
yerlileri, kendileri üzerinde pek fazla eziyet verici ameliyatlar yapmakta;
bunu, cinsel içgüdüye karşı duydukları büyülü bir yüceltme inancı nedeniyle
uygulamaktadırlar. Aynı biçimde biz beyazlar da makineleri yaratıp onların
büyük gücünü görünce makinelere tapınmaya başladık; böyle ce onları zararlı
duruma getirdik.
Mekanik hayat görüşüne karşı çıkarken makinelere de
karşı çıkıyorum sanılmasın; makinelerin kullanılması değil onlara tapılması
zarara yol açmaktadır: Tahıl ruhlarına tapınmayı bütün kötü sonuçlarıyla
birlikte bırakmamıza karşın tarımcılık süregelmekte değil midir? Tıpkı bunun
gibi makinelerin tanrısına tapınmayı bırakınca da makinelerden yararlanmayı
sürdürebiliriz.
Mekanik hayat görüşünün tam karşıtı M.Ö. altıncı
yüzyılda Çin’de ortaya çıkmış olan Tao’cu görüştür. Tao’cu görüş, canlı cansız,
bütün varlıkların kendilerine özgü belli nitelik ve özelliklerine göre
varlıklarını sürdürmelerinin gerektiğini benimser. Bunun olması için dıştan
etki gelmemesi gereklidir. Taocu görüşün St. Paul’ü olan Chuang-Tze, canlı cansız varlıkları doğal yönlerinden saptıran
her girişimin karşısındadır. Bu arada insanları denetim altına aldığı için
hükümet örgütünün de karşısındadır. Yine insanlara iyilik edebilmemiz söz
konusu olmadığına ve görevimiz onları etkilememek olduğuna göre, komşularımızı
sevmekten yana olan Konfüçyüs öğretisinin de karşısındadır. Çuang-Tze yol
yapımına, denizde kayık, karada at kullanılmasına, hatta marangozluk ve
çömlekçilik işlerine bile karşıdır; çünkü bunların hepsi de doğayı kendi
yolundan saptırmaktadır. Öğretisini belirten bir eserden alman aşağıdaki bölüm
Çuang-Tze’nin görüşlerini daha iyi belirleyecektir: [ Lionel Giles, Musings of
a Chinese Mystic, s. 6768. Legge’nin çevirisi için bkz., Sacred Books of the
East, cilt XXXIX, s. 277 vd. (Clarendon Press.)]
«İnsanların belli doğal içgüdüleri vardır: Kumaş dokuyup
giyinmek, tarımcılık yapıp kendilerini beslemek bunlar arasındadır. Bunlar
bütün insanlık için ortaktır ve varlıkları benimsenip onaylanmıştır. Bu
içgüdüler «Tanrısal Tanrı'nın verdiği» içgüdülerdir. Doğal içgüdülerin egemen
olduğu günlerde insanlar yavaş ama sürekli olarak geziyor, yer
değiştiriyorlardı. O çağlarda dağları aşan yollar, denizleri aşan gemiler,
nehirleri aşan köprüler yoktu. Her şey kendi kendine olup bitiyordu. Hayvanlar
ve kuşlar ürüyor, çalılar ve ağaçlar büyüyordu. Hayvanların, kuşların yaşamları
izlenebilir: İsteyen ağaca tırmanıp bir kuzgunun yuvasını gözleyebilir. O
zamanlar imanlar da hayvanlar ve kuşlarla birlikte yaşıyordu. Bütün yaratıklar
birdi, birlikti. Kötü insan iyi insan ayrımı yoktu. İnsanlar bilinçli olarak değil,
kendiliğinden eşit olduklarından, erdemlilikleri yolundan sapmıyordu. Hiç bir
kötü isteğin etkisinde olmadan herkes eşitlik içinde yaşıyor, doğal bir birlik
içinde yaşamlarım sürdürüp gidiyorlardı. Varlığımızın en yüce en eksiksiz
düzeyi işte budur. Ama, Ukalâlar çıkıp insanları sadaka vermeye yöneltmeye;
komşularına karşı ödevleri olduğunu onlara söylemeye başlayınca kuşku da doğdu;
Müziğe ve Törenlere düşkünlük ise imparatorluğun parçalanmasına yol açtı.»
Çuang-Tze’nin görüşünde de, mekanik görüşünkine benzer
bir yanılgı bulunmaktadır : Mekanik görüş, kullanılan yararlı şeylere
tapınılmadan yanadır; Taocu görüş ise tapınılmayan şey kullanılamaz, onlardan
yararlanılmaz demeye getirmektedir. Ayrıca hükümetler de hafife alınarak
ortadan kaldırılamazlar. İnsanlar içgüdüsel olarak birbirlerinin işlerine
karışırlar. Bundan dolayı hükümet örgütünün bulunmadığı toplumlarda yalnızca
güçlüler özgürlükten yararlanırlar. Herkesin kişilik ve özelliğinin özgürce
geliştiği bir dünya olacak bir şey değildir; çünkü birtakım kişiler içgüdüsel
olarak başkalarının özgürce gelişmelerine karışırlar. Ancak hükümetler
aracılığıyle örgütlenmekten ve çeşitli «zanaatları» uygulamaktan cayarak
Çuang-Tze’nin amacına ulaşamayacağımız açıksa da, onun amaçladığı şeye karşı
çıkmamıza bir neden yoktur. Bir toplumsal düzenin amaçlaması gereken şey,
kanımca bireylerin en ileri derecede gelişmelerinin özgürce sağlanması
olmalıdır. Bunun için adalet ile özgürlük arasında bir denge bulmalıyız:
Herkese yaşam gereklerini ve fırsatları sağlamak için adalet; bu fırsatları
—adalete aykırı düşmemek koşuluyla— kullanmak için özgürlük gereklidir.
Adalet ve özgürlüğün kapsamları farklıdır. Adalet iyi bir
yaşamın dış koşulları demektir.
Özgürlük ise mutluluğun kişisel aracı ya da insanların
mutluluktan kişisel olarak anladıkları şeydir.
Adaletin kapsadığı işlev alanı mekanik görüşe bırakılabilir; ama
asıl değeri kargaşa ve çatışmayı önleyici yöntem olarak herkesin anlayabileceği
basit bir ekonomik temele dayanması; bir kez kurulunca da çoğunluğun desteğini
görmesidir. Özgürlüğün değeri ise daha gerçektir.
Adalet, yaşantımızın sürdürülmesi için gerekli olan
şeylerin sağlanması için zorunludur. Karne ile dağıtım ve zorunlu çalıştırma,
adaletin iyi kötü yönleridir. Adil bir dünyada paranın mirasla geçmesi kısıtlanacak,
kimse ekip biçebileceğin den fazla toprağa sahip olmayacak, çalışabilecek
kişilerin boş oturmalarına olanak tanınmayacaktır. Bunun yanında kimse açlığa
terk edilmeyecek, becerileri o an için geçerli olmayanlar iş buluncaya kadar
desteklenecek, ya da kendilerine yeni bir iş öğretilecektir. İstenenlerin bu
bölümü uzak bir ülkü değildir; hatta bugün için yarı yarıya gerçekleşmiştir.
Yoksullukla savaş haksız zenginliklerle savaştan daha kolaydır. Bugün bazı
ellerde toplanmış haksız zenginliğin zararı yoksulluğa yol açtığından dolayı
değildir. (Bu yöndeki zarar çok fazla değildir); asıl büyük zarar, böyle
zenginliğe sahip olanların, çalıştırdıkları kişilerin bilinçsel yaşamalarını
tutsak etmelerinden doğmaktadır. Bu durum yalnız işçiler için değil; (daha
fazla değilse) en az onlar kadar meslek sahipleri için de geçerlidir. Pek çok
aydın kişinin (özellikle basında çalışanların) kuşkuculuğu, sert alaycılığı,
beğenmedikleri birtakım kişilere kendi bilinç ürünlerini «satmak» zorunda
olmalarındandır. Farklı bir toplumsal düzen bu kişilere de, işçilere olduğu
gibi, daha geniş bir özgürlük sağlayacak; ama belki maddî olanaklarını
arttırmayacaktır.
İyi düzenlenmiş bir toplumsal ortamda endüstrileşmenin
gerçek işlevi, yaşam için gerekli şeyleri, birtakım daha rahat yaşama araç ve
olanaklarını, çok fazla çalışmaya zorunlu kılmadan sağlamak ve
yaygınlaştırmaktır. Toplum için gerekli çalışma, bu çalışmayı yapanlarca
yönetilirse, üretim ile boş zaman arasında bir dengeye ulaşılabilir; oysa bugün
için bu denge yoktur. Böylece ulusun tümü günde bir saat fazla çalışarak daha
fazla maddî olanak sağlamak ile günde bir saat az çalışıp az maddî olanak;
fakat daha çok boş zaman elde etmek sonuçlan arasında bir karar verebilir. Bu
durumda gereksiz çalışmanın yapılması büyük ölçüde önlenebilir. Toplumcu bir
düzende endüstriyi kamçılayan kâr ve rekabet etkenleri bulunmayacaktır. Ayrıca
reklamcılıktan, pazarlamadan, üretim fazlasından da tasarruf edilebilecektir.
Enternasyonalizm de gerçekleşirse silahlanmadan, uluslararası rekabetten,
gümrük vergilerinden ve diplomasi masraflarından tasarruf edebiliriz. Bütün
bunların sonucunda insanların emek biçiminde topluma ayırmaları gereken yaşam
bölümleri bugünküne göre çok azalacak, kendi isteklerini yapabilecekleri bölüm
ise çok artacaktır.
Bu işler büyük ölçüde planlama ve örgütlenme
çalışmalarını gerektirir görünmektedir. Ayrıca mekanik olanaklar da en iyi
biçimde kullanılmalıdır. İnsanların yaşamlarını sürdürmek için yapmaları
gerekli iş, sıkıcı ve biteviye olmaktan kurtarılamaz. Mekanik uygulamalar
kolayca insancıllaştırılamazlar. Ne var
ki zorunlu çalışma süresi azaltılabilir, öyle ki bugünkü teknolojik düzeyimize
göre söz konusu çalışma süresi günde dört saate indirilebilir, teknolojinin
adım adım gelişmesiyle bu süre daha da azalabilir.
Bu öneri, doğal ki, besin üretimini yetersiz duruma
düşürecek olan nüfus artışının önlenebileceği varsayımına dayanmaktadır.
Toplumcu düzen; hele uluslararası toplumcu düzen, ancak nüfusun hiç artmadığı
ya da hemen hemen artmadığı toplumlarda uygulanabilir. Yavaş bir artış tarımsal
yöntemlerdeki gelişmeler ile karşılanabilir ama hızlı artışlar toplulukları
yoksulluğa düşürür ve hemen hemen kesin olarak savaşlara yol açar. Fransa’nın
nüfus artışının durduğuna, diğer beyaz ırk ülkelerinde de nüfus artış hızının
çok düştüğüne bakılacak olursa dünyadaki beyaz ırk toplam nüfusunun artmayacağı
umulabilir. Ancak Asya ırklarının artışlarının durması açlık ve
savaşlar olmadan dengede kalması daha çok zaman alacak görünmektedir. Siyah ırk
için bu zaman daha da uzun sürecektir. Bütün bunlara karşın umulur ki doğum
kontrolünü şimdi engelleyen din inançları ileride silinecek ve örneğin
önümüzdeki iki yüz yıllık süre içinde bütün dünya yavaş yavaş gereksiz yere
üremenin yararlarını öğreneceklerdir. Bu gerçekleşene kadar toplumcu düzenin
amaçladığı yasalar ancak bir bölümüyle gerçekleşebilecek, yavaş çoğalan ırklar,
hızlı çoğalan ırklara karşı kendilerini zorunlu bile olsa üzücü yöntemlerle
savunmak durumunda kalacaklardır. Bundan dolayı bugünkü koşullara göre toplumcu
görüşlerimizi şimdilik beyaz ırk grupları ile sınırlandırmak bunlara belki de
çok uzak olmayan bir zamanda Çinliler ile Japonlar da girebilir demekle
yetinmek zorundayız.
Yaşamımızın maddî yönü için böyle bir düzen
sağlanabilirse bilinçsel özgürlüğü korumak olası mıdır? Yoksa ekonomik düzeni
denetimleri altında tutanlar, düşünce ve davranışlarını beğenmediklerini zorla
susturmak için güçlerini kullanmaya giderler mi?
Bana öyle geliyor ki üretimin dağıtımında görev alacak
olanlar yenilikleri, töresel ve bilinçsel gelişmeleri söndürmek için bütün
güçlerini seferber etmekten yana olacaklardır. Bunların görüşleri bugünkü bazı
işverenlerin görüşlerinden pek farklı olmayacaktır. Eğer söz konusu
yöneticilerin güçleri denetlenmezse bunlar hiç kuşkusuz sanatı, bilimi, yaşam
ve dünya ile ilgili özgürce düşünceleri yok edeceklerdir.
Bu konuda birkaç örnek düşünelim: Evli kadın öğretmenler
için ne düşünülecektir? Ya da yeni düzen içinde yeniden kapitalizme
dönülmesinden yana yazılar yazanlara ne yapılacaktır?
Mormon inancını yaymak için boş
zamanlarını kullanan kişiye ne söylenecektir? Kesinlikle doğru mu bilmiyorum
ama, duyduğuma göre Bolşevikler, insanların maddî gerçekçiliğini zayıflatıyor
diye Einstein kuramının okutulmasını yasaklamış bulunuyorlar. Bu doğru olmasa bile
Devlet Sosyalizminin egemenliğinde bilime karışma girişimleri kesinlikle olur,
olacaktır. Çin’den dönüp de kendime bir ev aradığım sıralarda uygun bir
apartman dairesi buldum, yönetici evi bana kiralayacakken ev sahibi benim
görüşlerimi tutmadığını söyleyerek evi kiralamama razı olmadı. Bir iki yazışma ve görüşmeden sonra çok
yüksek bir kira karşılığı evi tutmama izin veren ev sahibi oturduğum sürece
politik propaganda yapmamaya söz vermemi de istedi. Neyse başka kiralık
evlerin ve başka ev sahiplerinin olması, beni sıkıntılı bir duruma düşmekten
kurtardı, ama eğer bütün evlerin devlete ait olduğu bir düzenin içinde
bulunsaydım başka bir ülkede yaşayıp oturmak zorunda kalmaz mıydım?
Eğer devlet toprağın ve yiyecek arzının denetimini eline
geçirirse bu ekonomik gücün etkinliği bugün ceza yasalarının etkinliğinden
aşağı olmayacaktır. Devletin kiralık ev ya da yiyecek karnesi vermeyi
reddedeceği kişiler bugün sabıkalı suçluların içinde bulundukları kötü duruma
düşeceklerdir. Bunun için eğer hiç kimsenin dayanamayacağı kadar sert bir baskı
düzeni istemiyorsak, devletin elde edeceği ekonomik güç, bugün polisin gücünün
denetim altına alınmasına benzer biçimde denetim altına alınmalıdır. Örneğin
devlet, belli bir alandaki ekonomik gücünü, ancak önce genel ya da yalnız bu
amaçla kurulmuş bir yargı organında onaylatmadan kullanamamalı dır. Bu yargı
organları, tıpkı bugün ceza yasasını belli durumlara uygularken yapılageldiği
gibi titiz davranmalıdırlar. Bu yasal koşulun uygulanmasını kesinlikle sağlamak
için kamuoyu bürokrasinin tehlikelerine karşı sürekli olarak uyanık olmalı,
sendikalar devlet yöneticilerine bugün işverenlere baktıkları gözle
bakmalıdırlar. Çeşitli örgünler, özgürlüğün dokunulmazlığı için yöneticilerle
uğraşmaya hazır olmalıdırlar. Bununla birlikte bu örgütler varlık ve
etkinliklerini sürdürebiliyorlarsa özgürlüğün olmaması için bir neden de
kalmamış olacaktır.
Bu yeni ortamda çalışmayı özendirme açısından bazı
güçlükler olacaktır. Kuşkusuz pek çok kişi başkalarına iyi görünmek, daha
yüksek görevlere çıkmak için çalışıp çaba gösterecektir. Ama bazıları için daha
fazla özendirici etkenler gerekebilecektir. Herkes kendi için gereken en az
düzeydeki şeyleri elde ettikten sonra bile ekonomik etkenler geçerliliğini
koruyabilir: Tembel, ya da savruk kişilerin sigara, içki, hatta et hakları
kısılabilir; bu gibi kişiler buna benzer yollardan ekonomik kayba
uğratılabilirler. Belki çok zorunlu durumlarda hapis cezası da gerekebilir.
Bolşevikler bunu gerekli görmüş bulunuyorlar. Buradaki güçlük, herhangi bir işçinin
gerçekten işini savsaklayıp savsaklamadığına karar verecek olanların
işyerindeki yetkililer olduğu; oysa bu durumda kişisel kızgınlıklar ve eksik
kanıtların işi cezalandırmaya götürebileceğidir. Arkadaşları tarafından pek
sevilmeyen bir kimsenin böyle bir haksızlığa uğramasını sürekli olarak önlemek
olası değildir. Bununla birlikte, endüstriye kendi kendini yönetme ilkesi
tanınırsa çalışanların birbirlerini desteklemeleri bu gibi haksızlıkları
genellikle önlemeye yetebilir.
Öte yandan kendi geçimini sağlamak için bir grup insanın
desteğini elde edebilen kişilerin devlete, çalışma zorunluluğu da olmamalıdır.
Sanatçılar, yazarlar, basın yayın
görevlileri ve bunlar gibi işleri yalnız belli bir topluluğun ilgisini çekenler
buraya girerler.
Bütün bunlardan anlaşıldığına göre herhangi bir toplumcu
düzende bilinçsel özgürlüğün korunması bazı koşullan gerektirmektedir. Devletin
işveren olarak çalışma saatleri dışında yapılacak şeylere karışmasına karşı
çıkmayı amaçlayan bir kamuoyu oluşmalıdır. Buna ancak (gizli işlerin
görüşülmesi gibi) işle ilgili olmak koşuluyla izin verilebilir. Suçlulara karşı
devletin ekonomik gücü değil ceza yasası işletilmelidir. İşveren olarak devlet,
kişilerin işlerindeki verimlilik durumlarından başka hiç bir şeyleri ile
ilgilenmemelidir: Kişilerin görüşleri, ahlâk anlayışları, çalışma saatleri
dışındaki uğraşları üzerinde asla durulmamalıdır. Bu gerçekleşemez bir ülkü
değildir, sendikalar bunu kolayca başarabilirler.
Resmî havadan doğan bir örnekliği azaltmak için
endüstride kendi kendini yönetim yetkisinin kapsamı elden geldiğince çok
olmalıdır. Fiyatlan devlet saptamalı, ama bunu endüstri kesimi ile görüşerek
yapmalıdır. Ayrıca hangi maldan ne kadar üretmek gerekli, bunu da devlet
belirtmek durumundadır. Gençler kendi iş ve uğraş alanlarını seçmekte özgür
bırakılırlarsa, bu kolay yoldan hiç bir iş ve uğraş alanının boş kalmaması
sağlanabilir. Bu durum sadece çalışma saatlerine eşit ücret ödemekle
sağlanamaz; çünkü birtakım uğraşlar diğerlerine göre daha zor ve daha az
istenir niteliktedir. Endüstrinin iç
örgütlenmesi ve yönetimi pek önemli durumlar dışında, kendine bırakılmalı,
devlet bu işlere karışmamalıdır.
Böyle bir düzenin yararları neler olabilir?
İlk olarak, bu düzende ekonomik rekabet olmayacak,
giderek savaş nedenleri de hemen hemen bütünüyle ortadan kalkacaktır. Rekabet
ortadan kalkınca doğal kaynakların bugün olduğu gibi düşüncesiz ve savruklukla
kullanılması da gerekli olmayacaktır. Büyük reklam kampanyaları, pazarlama işlerinde
kıyıcılık cambazlıkları, her şeye rağmen başarı diyen ahlâk anlayışı ve bu
anlayışı destekleyen acımasız şartlandırmalar, bütün bunlar da olmayacaktır. Birbirlerinin omuzlarına basa basa yükselme
gereğini duymamaya başlayacak insanların hayat görüşleri ve huyları da yavaş
yavaş değişmeye başlayacaktır. İşte o zaman umulur ki Çinli aydınlar
arasında gördüğümüz ve Çin’deki yaşantıyı beğenilir yapan hoşgörülü bir
görgülülük ve incelik, batı ülkelerinde de yaygınlaşabilir. Böyle bir düzende
—çok yoksullar bir yana— herkesin konuya komşuya övünmek için yaptıkları özenti
harcamaları; örneğin pahalı cenaze törenleri de olmayacaktır. Böyle bir düzende
şimdi milyonların karabasanı olan, onları yaşam çabasında onursuzluğa
sürükleyen sürekli açlık ve yoksulluk korkusu da olmayacaktır.
Bütün bu değişikliklerin sonucunda daha durgun ve sessiz
bir yaşam egemen olacaktır. Hızlı ve ateşli yaşantı dengelenecek, maddî
alandaki değişmeler azalacak, insanların kendi kendilerine dalıp düşünmeleri
için daha çok zamanları olacak, kurnazlık azalacak, akıl artacaktır. Bugün saygınlık zenginlikle sağlanmaktadır.
Aşırı zenginliğin ulaşılamayacağı, yoksulluktan korkulmayacak bir toplumda,
maddî ölçülerin önemi bugünkünden daha az olacaktır. O zaman kişiler «iyi
adam» olmaktan; iyi kalpli, cömert, ya da zeki olmaktan dolayı saygınlık
kazanacaklardır. Bilim ve sanat yetenekleri işadamlığı yeteneğinin gölgesinden
sıyrılacak; bu yeteneklere sahip olanlar geçinmek için milyonerlerin desteğine
muhtaç durumda kalmayacaktır. Bu ortamda sanat canlılığını kazanacak; bilim,
ticaret ve savaş isteklerinin orta malı olmaktan kurtulacaktır. Maddî isteklere
bağlılıktan kurtulacak olan insanlık artık bütün yeteneklerini ortaya
koyabilecek duruma kavuşabilecektir. Yaşam herkes için hoşnutluk; üstün kişiler
için ise nerdeyse erişilmez ve dayanılmaz derecede mutluluk sağlayacaktır.
Peki, bu amaç ile
bizim aramızda şimdi hangi engeller var?
Açgözlülük, güçlü olma tutkusu ve geleneklerin baskısı!
Belki önümüzdeki yılların kargaşası bu huylarımızın birazını ayıklayacaktır;
umutsuzluk duymak yerine umut etmeyi öğreneceğiz. Eğer bu kadarı bile
gerçekleşirse dünyamızın şimdi sürmekte olduğu karanlık çağa dişimizi sıkıp
dayanmaya çalışmamız boşa gitmeyecek demektir.
Sh: 205-215
Kaynak: Dora ve Bertrand Russell,
Endüstri Toplumunun Geleceği [1923. The Prospects of Industrial Civilization, in collaboration
with Dora Russell. London: George Allen & Unwin ] Türkçesi: Melih Ölçer, Birinci
Basım Mayıs 1979 İstanbul
EĞİTİM VE TOPLUM DÜZENİ
Education and the Social Order
Bertrand RUSSELL
Education and the Social Order
Bertrand RUSSELL
Çeviren : NAÎL BEZEL
Din karmaşık bir
fenomendir. Hem bireysel hem toplumsal yönleri var. Tarihsel zamanın başlangıcında bile din eskiydi. Tarih boyunca uygarlığın
artışı dinin azalması ile bağıntılı olmuştur. Bildiğimiz en eski dinler
bireysel olmaktan çok toplumsaldı. Kabilede bulunan bireylerin zarar verici ya
da hoşnut edici davranışlarına göre tüm kabileye ödül veren ya da onu
cezalandıran güçlü ruhlar vardı. Hangi davranışların iyi ya da kötü olduğu
konusunda ruhların duyguları tümevarımla anlaşılır, rahiplerin kayıtlarına
geçirilirdi. Bir
deprem ya da salgın, bir bölgenin halkını kırarsa, sağ görülü kişiler sözü
geçen halkın hangi alışkanlıklarının aykırı olduğunu araştırır, bunlardan
kaçınılması gerektiği sonucuna varırlardı. Bu görüş bugün bile yaşamaktadır. Tanıdığım bir papaz,
ki İngiltere Kilisesine bağlıydı, büyük savaşta Almanların yenilgisini, onların
eleştirmeye düşkünlüklerine veriyordu. Çünkü ona göre evrenin yaratıcısı,
İbranice elyazmalarının çalışılıp açıklanmasını istemiyordu.
Savunucularının da
söyledikleri gibi din, toplumsal zorunluluk duygusunun kaynağıdır. Kişi,
tanrıların hoşuna gitmeyen bir şey yaptığı zaman, tanrılar yalnız onu değil tüm
kabileyi cezalandırırdı. Böylece kişinin davranışı herkesi ilgilendirirdi,
çünkü kişisel kötülükler kamu zararlarına yol açıyordu. Bugün bile ceza kanunu
bu görüşün etkisi altındadır. Cinsel sapıncı olan insanlar tutuklanıyor; oysa
sağduyu ile görülürse, onların davranışları yalnız kendilerini ilgilendirir.
Cezaları haklı gösterilecekse, Sodom ve Gomore şehirlerinin başına
gelenlerle bağıntısı gösterilmektedir. Çünkü ancak o zaman davranışları toplumu
ilgilendirir. Gariptir ki, tanrıların beğenmediği şeyler çoğunlukla onları
öfkelendirir; oysa bunlar zarar veren şeyler değildir. Tanrılar, domuz ya da
sığır eti yenmesini, ya da ölen karısının kızkardeşi ile evlenilmesini
istemezler. Kral Davud’un zamanında Tanrı nüfus sayımını istemedi; bir salgınla
o kadar insanın hayatına son verdi ki Davud'un istatistikleri işe yaramaz oldu.
Aztek tanrıları, tapınanların isteklerini kabul etmeden önce insan kurbanları
ve insan eti yenmesini isterdi. Dinden doğan törel kurallar gariptir; ama bu
kuralları ortaya çıkaran şeyin yine de din olduğu kabul edilmelidir. Herhangi
bir töre, töresizlikten daha iyi ise, din olumlu yönde bir güç olmuştur
denilebilir.
Her ne kadar din bir
kabile sorunu olarak ortaya çıkmışsa da, kısa zamanda tümüyle bireysel bir yön
geliştirmiştir. M.Ö. altıncı yüzyıldan sonra eski dünyada çok ayrı akımlar
gelişmeye başladı. Bu akımlar birey ruhu ve Hıristiyanların Kurtuluş dedikleri
şeyle ilgiliydi. Çin’de Taoizm, Hindistan’da Budizm, Yunanistan’da Orfik
dini ve İbranî peygamberleri bu nitelikleri taşıyorlardı. Bu dinler, doğal
yaşamın acılı olduğu sezgisinden ve insanın, kötülükten kurtulmayı yada ona
katlanmayı mümkün kılacak bir yaşam yolu aramasından doğdu. Çok geçmeden
Parmenides, zamanın gerçek olmadığı ve her şeyin bir olduğu öğretisi ile büyük
din felsefesi geleneğini açtı. Eflâtun, Plotinus, ilk Hıristiyan yazarlar,
Spinoza, Hegel, Bergson ve tüm gizemci filozoflar aynı yolu izlediler. İbranî
peygamberlerden, fizik ötesinden çok, doğrulukla ilgilenen bir din geldi.
Protestanlık bu dinin etkisi altındadır. Hıristiyanlığın bütün biçimlerinde hem
törel hem de fizikötesi unsurlar var; çünkü Hıristiyanlık, Yahudilikle
Helenizmin karışımından doğdu. Ama genellikle
Hıristiyanlık batıya doğru ilerledikçe daha az metafiziksel ve daha çok törel
olmuştur. Müslümanlık, Iran
dışında, metafizikle çok az ilgilendi; oysa Hindistan’da doğan dinler
çoğunlukla felsefîdir.
Bireyci dinin
doğuşundan bugüne, dinsel yaşamın kişisel ve kuramsal unsurları çatışma
durumundadır. Siyasal yönden, kurumsal unsurlar genellikle daha güçlü
olmuşlardır. Çünkü bunları, hükümet ve yasaların yanında, rahipler, bağışlar ve
gelenek te desteklenmiştir. Kişisel din, özel bir kişi sorunudur; hiçbir
şekilde toplumu ilgilendirmemelidir. Oysa kurumsal din büyük siyasal önemi olan
bir sorundur. Kurumsal dinin
bulunduğu yerde, mal onunla bağıntılıdır ve bir insan bu dinin ilkelerini
savunarak hayatını kazanabilir, ama onlara karşı olanlar için bu, kolay olmaz. Eğitim dinin
etkisinde kalıyorsa bu kurumsal bir dindir; eski kurumlan, ve birçok ülkelerde,
Devleti denetler. Bugün çoğu Batı Avrupa ülkelerinde din, zenginlerin
eğitimini etkisi altında tutar. Oysa yoksulların eğitimi üzerinde etkisi
daha azdır. Bir bakıma bu bir siyasal rastlantıdır. Hiçbir dinin
Devlet’i etkileyecek kadar güçlü olmadığı bir yerde, Devlet okulları herhangi
bir dinin öğretilerini gösteremez. Oysa öğrencilerden alınan paralarla yaşayan
okullar, ana-babaların parayı ödemeyi değer buldukları şeyleri öğretebilir.
İngiltere ve Fransa’da, genellikle devlet işlerinin bir sonucu olarak,
zenginler kentli yoksullardan daha dindardırlar. «Dindar» dediğim zaman sözcüğü
siyasal anlamda kullanıyorum. Onların doğruluğu kapsayan anlamda dindar
olduklarını, ya da Hıristiyanlık inancını metafizik anlamda kabul ettiklerini
söylemiyorum. Onlar ancak Hıristiyanlık örgütünü destekler, yaşama sorunlarında
bu örgüte oy verir, çocuklarının onun öğretisini kabul edenlerin elinde
olmasını isterler. Bu nedenlerden ötürü Hıristiyanlık örgütü bugün de
önemlidir.
Liberal kişiler
arasında, Hıristiyanlık örgütünün artık toplum yaşamındaki büyük etkisini
yitirdiğini düşünenler var. Bence bu çok büyük bir yanılgıdır. Evlenme ve
boşanma tümüyle rahiplerin istedikleri gibi değilse bile, saçma ve gaddar
yönlerini sürdürüyor; delilik halinde boşanmanın kabul edilmemesi gibi.
Hıristiyanlık örgütü olmasa bunlar bir hafta bile yaşamazdı. Hıristiyanlığa
açıkça karşı koyanlar, daha dindar ya da sakıngan olanlarla yarışlarında
engellerle karşılaşıyorlar. Uygulamada, tanrı bilmezlere karşı birçok kapılar
açık değildir. Bunların başarılı olabilmesi daha büyük yetenekler gerektirir.
Bugün kurumsal dinin
en önemli olduğu alan eğitimdir. İngiltere’de halk okullarının tümü ve hazırlık
okullarının çoğu ya Anglikan ya da Roma Katolik mezhebindendirler. Çocuklarını
bu okullara gönderen özgür düşünceli ana-babalar, çoğu insanın eğitime karşı
tepki gösterdiğini, bu tepkiden sonra doğruyu bulmaları için çocuklara yanlış
şeylerin öğretilmesinin iyi olduğunu söylüyorlar. Bu, korkaklık yüzünden
geleneğe uyanların bir özürüdür. Bir an düşünme, istatistik yönünden bunun
yanlış olduğunu gösterir. Yetişkinlerin
büyük çoğunluğunu yaşamları boyunca, çocuklukta öğrendiklerinin çoğuna
inanırlar. Yüzyıllarca ülkeler Protestan, Katolik, Müslüman ve bağlı oldukları öbür
dinlerde kalıyorlar. Karşı tepki kuramı doğru olsaydı, her kuşakta dinlerin
değişmesi gerekirdi. Çocuklarının geleneksel dinde eğitilmesi için böyle
tartışmaları öne süren kimseler, ne ölçüye dek karşı tepkide bulunduklarını
kendi tutumları ile gösteriyorlar, iki kere ikinin dört olduğuna inanıyor ama
bu kanınızı açıkça söylemekten kaçınıyorsanız, kamu parasının kendi
çocuklarınıza ve başka çocuklara iki kere ikinin beş olduğunu öğretmekte
harcanmasını doğru buluyorsanız, toplum yönünden etkili olan kanınız iki kere
ikinin beş olduğudur. Buna, kargı olan kişisel inancınız önemsiz kalır. Böylece
kendileri dindar olmadıkları halde dinsel bir eğitimin iyiliğine inananlar,
kendi dinsel eğitimlerine karşı hiçbir tepkide bulunmuş olmazlar. Bunun aksini
ileri sürmeleri anlam taşımaz.
Dinsel dogmaları
zihinsel yönden kabul etmeyenlerden birçoğu yine de dinin zararsız, hattâ
yararlı olduğu görüşündedirler. Bu noktada «liberal» düşünürlere karşı,
gelenekçilerle birim. Bir Tanrı olup olmadığı, ölümden sonra yaşamaya devam
edip etmediğimiz sorunu bence önemlidir. Bu konularda mümkün olduğu kadar doğru
düşünmek iyidir. Tanrıya inanmak insanları iyi davranışa iteler düşüncesi ile
Tanrı yoksa bile var olduğunu düşünmenin iyi olacağını öne süren siyasa
adamının görüşünü kabul edemem. Çocuklar söz konusu olduğunda birçok özgür
düşünceliler bu tutumu benimsiyor. Çocuklara din öğretmeden iyilik nasıl
öğretilebilir, diye soruyorlar. Onlara şu cevabı verirdim: alışkanlık olarak ve
bile bile çocuklara yalan söylerseniz, iyi insan olmayı onlara nasıl
öğretebilirsiniz? Gerçekten İyi davranışlar yanlış nedenlere dayanabilir mi?
«iyi» saydığınız davranışlar konusunda geçerli kanıtlar yoksa, iyilik
kavramınızda bir yanlışlık olmalı. Zaten çocukların davranışlarını etkileyen
din değil, ana-babanın onlar üzerindeki yetkisidir. Din ancak belirli duygular
verir. Bu duygular eylemle sıkı bağıntılı olmazlar ve çoğunlukla istenilir nitelikte
değildir. Dolaylı olarak davranışlar üzerine etkili olurlar elbette; ama bu
dinci eğitimcilerin istediği gibi bir etki değildir. Bu konuya ilerde yine
dönülecektir.
Dinci eğitimin kötü etkileri, aşılanan
öğretilere ve bazı şüpheli önermelerin doğru olarak kabul edilmesine dayanır. Bu önermelerin doğru
olup olmadığını anlamak olanaksız olabilir. Dinci öğretmenler gençlere bu
önermeleri kesin doğrular olarak göstermeğe çalışıyor, böylece yanlış olan şeyi
öğretiyorlar. Çünkü bu önermeler özellikle kesin değildir. Sözgelimi, ölümden sonra hayatı ele alalım. Bilge kişiler bu konuda
bilgisizliklerini itiraf ediyorlar: kanıtlar yetersizdir; şimdilik bu sorun
üzerinde kesin karara varmamak akla uygun olan tek yoldu. Oysa Hıristiyanlık
ölümden sonraki hayatı kabul etmiştir. Bu din altında eğitim gören gençlere
bunu kesin saymaları öğretilir. «Ne önemi var?» diyebilir okuyucuya, «buna
inanmak avutucudur, hiçbir zararı da yok». Şu zararları yaptığını söylerim.
En başta, ölümsüzlük
konusundaki tartışmaların bir sonuca varmayacağım düşünce yolu ile bulan özel
yetenekli bir çocuğu öğretmenleri köreltir, hattâ cezalandırır. Aynı yolda
düşünmek eğiliminde olan öteki çocuklar da böyle konularda konuşmaktan
çekinecekler, elden gelirse bilgi ve usa vurma güçlerini artıran kitapları
okumaları önlenecektir.
İkincisi, bugün, zekâları
ortanın pek üstünde olan insanların çoğu açık ya da gizli, agnostik olarak, bu
sorunun sonuna bağlanamayacağına inandıklarına göre, dinde direnen bir okulun
öğretmenleri ya aklı kıt, ya da ikiyüzlü kişiler olmalı. Yoksa onlar, zihinsel
yetenekleri olduğu halde kafalarındaki bir düğümden dolayı usa vurma güçleri
olmayan küçük bir azınlıktırlar. Gerçekte olan şudur: skolastik bir meslek
seçmek niyetinde olanlar erken yaşta atılgan düşüncelere karşı kafalarını
kapamaya başlar, önce tanrı bilim alanında, sonra öteki bütün konularda
çekingen ve gelenekçi olurlar. Kuyruğunu kaybetmiş olan tilki gibi onlar da
öğrencilerine çekingen ve gelenekçi olmanın iyi olduğunu söylerler. Bir süre
böyle yaptıktan sonra yetkililer onların değerlerini görür, onları güçlü kilit
noktalarına getirirler. Böylece, tanrıbilimsel ve öbür testler bir öğretmen
olarak kalıp, işinde başarılı olabilecek kişilerin niteliklerini belgiler. Bu
testler, açık ya da kapalı olarak, öğretmenlerin seçilmesini sınırlar. Gençleri
zihinsel ve törel yönden uyandırmaya en yetenekli olanların çoğu öğretmenlik
mesleğinin dışında bırakılır.
Üçüncüsü, bazı önermeler
kutsal ve şüphe götürmez sayıldıkça gençlere bilimsel ruh aşılamak mümkün
değildir. Bilimsel tutum inanılacak şeyler için kanıtlar ister, bu kanıtlar
hangi yöne götürülürse götürülsün, onları izler. Yaşatılması istenen bir inan
bulunduğu zaman ise onun duygu ve yasalarla donatılması gerekir. Erkekçe ve
acıklı bir sesle onun «yüce» gerçekleri içinde bulundurduğu anlatılır.
Biliminkinden, özellikle kalbin duyduklarından ve «iyi» insanların törel
doğrularından ayrı bir gerçeklik ölçeği kurulur. Dinin büyük günlerinde
insanların, Thomas Aquinas gibi, katkısız sağduyunun Hıristiyanlık tanrıbiliminin
temel önermelerini tanıtlayabileceğine inandıkları zamanlarda duygular
gereksizdi. Thomas Aquinas’ın [ (1225?-1274)ı, İtalyalı skolastik
filozof.] Summa (En büyük) adlı eseri David Hume kadar
soğuk ve akılcıdır. Ama o günler geçti. Bugünün tanrıbilimcisi duygularla dolu
sözcükler kullanıyor, okuyucuda bir tartışmayı mantıksal yönden anlamayacak bir
zihinsel durum yaratmaya çalışıyor. Duyguların işe karıştırılması kötü bir
durumun belirtisidir. Dini savunanların 2 + 2 = 4 önermesine uyguladıkları yöntemleri
düşünün. Sonuç şuna yakın bir şey olurdu: «Bu büyük gerçeği, dairesindeki iş
adamı, trafiğin kalabalık saatlerinde gereksinmeleri karşılamaya çalışan
biletçi memur, küçük kardeşini hoşnut etmek için çubuklu şeker alan saf çocuk
ve Arktik okyanusunun buzlu kıyılarında yakaladığı balığı sayan Eskimo aynı
şekilde kabul ediyor.
Derin bir ruh
gereksinmesinin insanlarca anlaşılmasından başka bir şey bu birliği
sağlayabilir mi?
Sonsuzluğa, bizim
caz çağımızda daha yakın olan geçmiş zamanlardan bize parlak bir bilgelik
geleneği kalmıştır. Bizi bu bilgelikten yoksun kılmak isteyen alaylı şüpheciyi
dinleyecek miyiz? Hayır! Bin kere hayır! Oysa çocukların bu metotla mı, yoksa
bugünün metotları ile mi daha iyi aritmetik öğrenecekleri şüphe götürebilir.
Bu nedenlerle,
bilimsel inançlarımızı etkileyen zihinsel araştırmadan geçmeyen her inanç
eğitimde zararlı olacaktır. Bununla birlikte Hıristiyan ülkelerdeki çocukların
büyük bir yüzdesini etkileyen dinsel öğretime karşı belirli itirazlar var.
En başta, din, tutucu bir güçtür,
geçmişteki kötülükleri sürdürür, ikinci Punik Savaşı'na kadar Romalılar
tanrılara insan kurban ederlerdi. Oysa din olmasa böylesine barbarca bir
şeyi yapmazlardı. Aynı şekilde günümüzde insanlar dinsel nedenlerle öyle şeyler
yapıyorlar ki, din için olmasa bunlar dayanılmayacak kadar gaddar gelirdi. Roma
Katolik Kilisesi bugün bile cehenneme inanır. Canterbury ve York başpiskoposlarının
direnmesine karşı Özel Meclis’ in aldığı bir karar gereğince, Anglikan Kilisesi
cehennemi inan için gerekli saymaz. Bununla birlikte, Anglikan rahiplerin çoğu
cehenneme inanır. Cehenneme inanan herkes öc alıcı cezayı doğru bulur. Bu
nedenle, eğitimde ve suçlulara karşı davranışta gaddarca yöntemler kullanmakta
kendilerini kuramsal yönden haklı görürler. Ne zaman savaş olsa rahiplerin çok
büyük bir çoğunluğu onu destekler. Oysa
barışta çoğu kez barışçıdırlar. Savaşı desteklerken, Tanrının kendi yanlarında
olduğunu kesinlikle söyler, toptan öldürmenin iyi olmadığını düşünenlere
işkence edilmesini dinsel yönden desteklerler. Köleliğin yaşadığı günlerde
dinsel tartışmalar onun desteğindeydi. Bugün kapitalist sömürgesi de benzer
tartışmalarla destekleniyor. Toplumun törel duygusu bir yön değişimini zorunlu
kılmadıkça, hemen bütün geleneksel gaddarlık ve haksızlıklar örgütlenmiş dinden
destek görmüşlerdir.
İkincisi, Hıristiyanlık dini isteyenlere avuntu
verir; inanç yok olunca bu avuntuya katlanmak bile acı gelir. Tanrıya ve ölümden
sonraki hayata inanmak, şüpheciler için gerekli olandan daha az bir stoacı
yürekliliği ile yaşayabilmeyi mümkün kılar. Pek çok genç, kolayca umutsuzluğa
düşülecek bir çağda bu dogmalara karşı inançlarını yitiriyor. Böylece onların
çektikleri mutsuzluk, hiç dinsel eğitim görmemiş olanlarınkinden daha
acıklıdır. Hıristiyanlık, ölümden ve evrenden korkulmaması için nedenler
gösterir, böylece yüreklilik erdemini yeteri kadar öğretemez. Dinsel inanç
gereksinmesi geniş çapta korkunun sonucu olduğundan, dini savunanlar bazı
korkuların hiç de kötü olmadığını düşünürler. Bence bu konuda onlar tümüyle yanılıyorlar.
Korkudan kaçınmak için boş inançlarla yaşamak en İyi hayat yolu değildir. Din
korkudan yararlandıkça, insanı küçük düşürür.
Üçüncüsü, din
ciddiye alındığı zaman, öbür dünyaya kıyasla bu dünyanın önemsiz olduğu
görüşüne götürür. Böylece, cennette mutluluğa ermek için, burada yoksulluk ve
sıkıntı yaratan eylemleri savunmaya iteler. Bu görüş en iyi şekilde cinsel
sorunlarda açıklanabilir. Ama Hıristiyanlık öğretisini içtenlikle
benimseyenlerde, yoksulluk ve hastalık gibi kötülükleri küçümseme eğilimi
vardır. Çünkü onlar ancak bu dünyayı ilgilendirir. Bu öğreti zenginlerin
çıkarlarına çok iyi uyuyor; belki de ileri gelen zenginlerin çoğunun pek dindar
olmamanın nedenlerinin birisi budur. Ölümden sonra hayat varsa, ve bu dünyada çekilen yoksulluğun ödülü ise,
buradaki koşulları iyileştirmeyi amaç güden çabaları engellememiz doğrudur. Bu dünyadaki geçici acıların başkalarının tekelinde kalmasına göz yuman
endüstri yöneticilerinin bu iyilikseverliğine hayranlık duymamız gerekir. Ama
öbür dünya inancı yanlışsa, gölge uğruna asıl maddeyi atmış olacağız; bir ömür
boyunca ayırdığı paraları batık bir işe yatıran kişilerin bahtsızlığına
uğrayacağız.
Dördüncüsü, dinci eğitimin
ahlâk üzerine etkisi birçok yönlerde kötüdür. Özellikle günah çıkarma ile
bağıntılı olduğu zaman, kendine güveni yıkar. Çocuklara yetkiye bağlı kalmayı
öğreterek onları çok kez kendi kendilerini yönetemez duruma getirir. Roma
Katoliği olarak öyle insanlar tanıdım ki inançlarını yitirince üzücü sayılacak
biçimde davranmağa başladılar. Bazılarına göre bu dinin törel yararlarım
gösterir. Ben tam bunun tersini söylüyorum. Çünkü bu insanların istemlerinin
zayıflığı eğitimlerinin sonucudur. Bundan başka din, ahlâkın tek temeli olarak
gösterilince, din inancını yitiren insan ahlâka da inanmayabilir. Samuel
Butler’in The Way of ali Flesh adlı eserindeki kahramanı, din inancını yitirir
yitirmez evde hizmetçi kıza saldırır. Hizmetçi kıza saldırmamak için birçok
geçerli nedenler var; ama sözü edilen gence bunlardan hiçbirisi öğretilmemişti.
Ona ancak Tanrının böyle davranışları beğenmeyeceği öğretilmişti. Günümüzde,
inancın yitirileceği beklenilebilecek bir olay olarak düşünülürse, tüm ahlâkı,
hattâ kaçınılmaz en küçük parçasını, çökebilecek böyle bir temele dayandırmak
sağduyuya aykırı düşer.
Dinci eğitimin törel
yönden iyi olmayan başka bir yanı, zihinsel erdemlere gerektiğinden az değer
vermesidir. Çok önemli bir nitelik olan zihinsel yansızlığı kötü sayar. En iyi
durumda, zor sorunları anlamak için gösterilen sürekli çabayı ancak hoş görür.
Bugün hayranlık duyulması için öne sürdüğü kimseler çok kez üstün zekâlı
kişiler değildir. Zeki bile olsalar, onlara hayranlık duyuran şey, düşüncesiz
anlarında söyledikleri saçmalıklardır. Din erdemlik olarak anlaşıldığından, ve
en dindar kimseler hiç de en zeki kimseler olmadığından, dinci eğitim aptallara
göz pekliği verir; onlar da eğitim görmüş kişilerin yetkisine karşı direnç
gösterirler. Sözgelimi,
evrimin öğretilmesinin yasaklandığı yerlerde böyle olmuştur. Hatırladığıma
göre, İncil’de zekâyı öğen bir söz bile yoktur. Din görevlilerinin
İncil’i en yakından izledikleri yön de budur. Bu, Hıristiyan eğitim
kurumlarında öğretilen ahlâkın eksik bir yanı olarak görülmelidir.
Hıristiyan ahlâkının
temel eksikliği, toplumsal sonuçları ile ilgisi olmayan nedenlere dayanarak
bazı davranışları «günah», bazılarını «erdem» saymasıdır. Boş inançlardan
doğmamış bir ahlâk önce hangi toplumsal etkiyi başarmak, hangilerinden kaçınmak
istediğini kararlaştırmalıdır. Sonra, bilgimizin mümkün kıldığı ölçüde, hangi
eylemlerin istenilen sonuçlara götüreceğini kestirmeliyiz. Bu eylemler
övülmeli, karşı etki yapanlar yerilmelidir. İlkel ahlâk bu biçimde gelişmez.
Bazı davranış biçimleri baskı görür. Baskının nedenleri ise antropolojinin
karanlıklarında yitirilmiştir. Genellikle, başarılı uluslararasında yerilen
davranışlar zararlı, övülenler yararlı oluyor. Ama bu tüm ayrıntılarda böyle
değil. Aslında hayvanların faydacı
amaçlarla değil, dinsel nedenlerle evcilleştirildiğini, timsah ya da aslanı
evcilleştirmeğe çalışan budunların yok olduğunu, koyun ve ineği seçenlerin
başarılı olduğunu öne sürenler var. Aynı şekilde, ayrı törel kuralları olan
budunlar çatıştığında, kuralları daha az saçma olanların kazanmış olacakları
beklenir. Ama boş inanlardan doğan hiçbir kural saçmalıklardan kurtulmuş olamaz.
Hıristiyanlık kurallarında, bugün daha az olsa bile, böyle saçmalıklar görülür.
Pazar günü çalışmanın yasaklanması sağduyu açısından savunulabilir, oyun ve
eğlencenin yasaklanması savunulamaz. Hırsızlığın yasaklanması genellikle
iyidir. Ama, savaş sonrası Almanya’sında Hıristiyanlık örgütlerinin yaptığı
gibi, sürgün edilmiş prenslerin mallarına halkın elkoymasma karşı uygulandığı
zaman değil. Hıristiyan ahlâkının boş inanlara dayanan kökü, en açık şekilde
cinsiyet konusunda görülür. Bu öyle geniş bir konu ki, ayrı bir bölüm ister.
Sh: 68-79
EĞİTİM VE TOPLUM DÜZENİ
Education and the Social Order
Bertrand RUSSELL
Education and the Social Order
Bertrand RUSSELL
Çeviren : NAÎL BEZEL
Çok kez uygar
yetişkinlerin cinsel ahlâk konusundaki kanıları, çocuklarına öğretilmesini
istediklerinden oldukça ayrıdır. Bugün bile bir bölük insanın içtenlikle
benimsediği, öbür insanların da bir saygı sorunu olarak kabul ettiği geleneksel
bir törel kural var. Genellikle, cinsiyet sorunlarındaki kanıları geleneğe
uyanlar, görüşlerini güvenle ortaya atar ve örgütlerler.
Oysa, gelenek
arkadaşlarının kişisel davranışları konusunda geniş düşünceli olanlar, törel
kuralların ne olduğunu kesinlikle bilmezler ve geleneksel kurallara karşı
görüşlerini açıkça söylemekten kaçınırlar. Bundan başka, kurallar ne olursa
olsun, cinsel ihtirasların insanları onlara karşı davranışlara iteleyecek güçte
olduğunu düşünürler. Bu nedenle, davranışlarda uygun ölçüde bir özgürlüğün
gerçeklerin gözetilmesi ile değil, sıkı bir kuramla sağlanabileceği
kanısındadırlar. Evlilik dışı cinsel ilişkilerin hiçbir şekilde haklı
sayılamayacağı görüşünde olan bir kimse, derin bir sevginin etkisi altında,
kendi koşullarının çok ayrı olduğunu, kuralların yumuşayabileceğim düşünebilir.
Büyük bir sevginin evlilik dışı ilişkileri haklı kılabileceğini düşünen kişi,
her geçici hevesin büyük sevgi olduğunu sanacaktır. Para karşılığı olmayıp
karşılıklı duygulara dayanan geçici sevgileri de doğru bulan insan, sık sık
duyguları unutup istediğini para ile sağlama yönüne gidebilir. Böylece, çoğu
insan uygulamada, kuramda olduğundan daha büyük bir özgürlüğe gider. Bu
nedenle, cinsel özgürlükleri savunurken, insanların tanınan özgürlükten daha
ileri gideceğini akılda tutmak gerekir. Yetişkinler
için doğru cinsel kurallar konusunda hangi görüş benimsenirse benimsensin,
çocukların cinsel eğitimleri ile ilgili bazı sorunlar var. Bunlar, temel
sorunlara inmeden, sağduyu ve psikoloji açılarından ele alınabilir. Eğitimi, son derece bilgisiz, bağnaz ve
dar görüşlü kişiler eline bırakmak bir alışkanlık olmuştur. Zengin çocukları,
ilk yıllarda çoğunlukla dadılara bırakılır. Bunlar
genellikle hiç evlenmemiş, aşırı iffet taslayan kimselerdir. Bu çocuklar
sonraları daha çok eğitim görmüş kadınların eline gelirler. Bu kadınlar da
genellikle evlenmemişlerdir ve eksiksiz törel nitelikte olmaları beklenir. Bu
demektir ki, çekingen ve duygulu olur, gerçeklerden korkarlar. Cinsiyet
konusundaki kanıları sert ve sıkıdır, ama yanlış kaynaklardan elde edilmiştir.
Okul müdürlerinin, müzmin bekâr olmasalar bile, çok yüksek törel görüşte
olmaları beklenir. Kılgısal sorunları bilimsel psikolojiye göre değil,
geleneksel önyargılara göre çözümlerler. Çoğuna göre, çocuğun cinsiyet
psikolojisi kötü bir konudur; bu alanda bilgisiz olmak daha iyidir. Bu
bilgisizliğin yaptığı zararlardan habersiz kalır, mutlu olurlar.
Çoğu çocuklar iki
yaşlarına geldiklerinde, cinsel organlarını boş inanlar açısından görecek
şekilde eğitilmişlerdir. Bu organlar özel davranış gerektiren esrarlı ve
korkunç şeyler olarak görülür. Çocuklara, doğal gereksinmelerini fısıltı ile ya
da kaba sayılan sözcükler yerine daha incelerini kullanarak anlatmaları
öğretilmiştir. Dadılar vücudun bazı bölümlerini dokunulmaz sayarlar. Çocuklar
oralara dokunurlarsa kendilerine sert dersler verilir. Küçükken böyle
yaptıkları sırada anneleri tarafından görülmüş olan İnsanlar tanıyorum.
Anneleri onlara ölseler daha iyi olacağım söylemiştir. (Bu hiç de az rastlanan
bir şey değildir.) Üzülerek söyleyeyim ki, bu insanlar geleneksel erdemlerin
örneği olmamışlardır. Küçük çocuklar arasında istimna (masturbasyon) çok
yaygındır; buna karşı ancak korkunç gözdağı veriliyor. Freud’dan öğrendiğimize
göre, Almanya'da erkek çocuklara bir leyleğin gelip kendilerini sakat edeceği
söylenir. Bu çocuklar bir kızı çıplak olarak görürlerse, onun başına böyle bir
şey gelmiş olduğunu düşünebilirler. Bunun gibi gerçekler psikanaliz konusunda
yazılanları okuyanlarca bilinmektedir. Bazı kimselerin bu yazıları okuması
yasaya aykırıdır. Oysa, böylece o kimseler zararlı oluyorlar. Yetişkinlik
çağındaki sinir bozukluklarının kökleri çok kez, çocuklukta istimnanın korkunç
sonuçları konusunda verilen gözdağına dayanıyor. Okul yılları boyunca erkek
çocuklara istimnanın deliliğe götürdüğü söylenir. Gerçek şu ki, istimnanın kötü
sonuçları konusunda verilen gözdağının deliliğe götürdüğü olur. Oysa istimna,
yetişkinler ona aldırmadıkça, çok az zarar verir; özellikle çocuklukta.
Çocukların dünyaya
nasıl geldiğinin gizli tutulmasının birçok kötü etkileri var. En başta bu, bazı
bilgilerin, özellikle ilgi çekici bilgilerin, kötü olduğu inancı ile
bağıntılıdır. Tüm bilgilerin iyi olduğu, sağlam ahlâkın temel ilkelerinden biri
olmalıdır. Hiçbir bilgi bu ilkelerin dışında bırakılmamalıdır. Bazı doğal
meraklarının kaş çatma ve azarlama ile karşılandığını gören çocuk, ilginç
bilgilerin kötü olduğunu düşünmeyi öğrenir; ilginç olmayan bilgiler ise iyidir.
Böylece bilimsel ilgi erdeme karşı olur. Çocuğun iyi olma çabalan, budala olma
çabalan olma haline gelir. Ne yazık ki bu da başarılı olma çabası ile birdir.
Kızların gebelik konusunda bilgisiz bırakılmaları çok kötüdür. Kızlar erkek çocuklar yanında kendilerini
küçük görür, erkek olabilmeyi isterler. Gebelik konusunda bilgileri
olmadığı sürece, erkeklerin hemen her yönde kadınlardan üstün olduğunu
sanırlar. Çocukların dünyaya gelişinde kadınların yerini öğrenir öğrenmez,
kendi cinslerine saygı duymaya ve durumlarından memnun olmaya başlayan kızlar
gördüm. Ama babanın payından söz edilmeden yalnız annenin yeri anlatılırsa,
erkek çocuklara haksızlık olur. Bu, hiçbir şey söylememekle, kızlara karşı
yapılan haksızlığa benzer. Bundan başka, babalarına düşkün olan çocuklar,
anneleriyle olduğu gibi babalarıyla da fiziksel bağıntıları olduğunu
öğrenmekten memnunluk duyarlar. Kızların kendilerine saygı duymaları için
gebelikte annenin payını bilmeleri gibi, erkek çocukların da doğumda babanın
payını bilmeleri gerekir.
Cinsel gerçekler
konusunda susmanın başka bir kötü etkisi, çocukların ana-babalarının yalan
söylediklerini anlamalarıdır. Genellikle çocuklar gerçeği ana-babaların
sandığından daha çabuk anlarlar. Bunu anladıktan sonra da çok kez
ana-babalarına sorular sormaya devam eder, gerçeğe aykırı cevapları gençliğe
yakışır bir alaycılıkla akıllarında tutarlar. Törebilimciler aynı kanıda
olmasalar bile, çocuklara yalan söylemek istenilir bir davranış değildir. Bunu
gerekli sayan bir ahlâk sağlam bir ahlâk olamaz.
Cinsiyet konularında
bilginin, öteki konulardaki bilgi gibi aynı ses tonu ve aynı tavırla ve
doğrudan doğruya verilmesi çok önemlidir. Bir düşünce akımına göre, çocuklara önce çiçeklerin aşkı, sonra
İstakozların saf oyunları anlatılmalıdır. Ancak uzun bir girişten sonra
ana-babaların davranışlarından söz edilebilir. Bunun da inceden inceye
savunulması gerekir. Bu girişi, gerekli bulanlar yalnız yasakçı yetişkinlerin
iffet taslaması ile bozulmamış bir çocuğa cinsiyet, öteki konular gibi doğal
görünür. Ana-babalar bu konuda çocuklarıyla rahatça konuşamıyorlarsa, onlara
böyle konuşabilecek, gelenek ve yasalarla daha az ezilmiş bir kişi
bulmalıdırlar. Ergenlik çağından önce çocuğun cinsiyeti doğal görmesini
sağlamak güç değildir. Oysa, ergenlikten sonra bu daha zor olur. Ama çocuklar
akıllıca yetiştirilirse, ergenlikten sonra bile bu güçlükler küçük; kafaları
akla uymayan korku ve yasaklarla doldurulursa daha büyük olur.
Daha büyük çocuklar
arasında doğan cinsel sorunlara, olumlu cinsel bir ahlâk dışında bir çözüm yolu
bulmak zordur. Alışılagelen görüş, bu türlü ilişkilerden tümüyle kaçınmanın
zararlı olmayacağı görüşüdür. İngiltere’de kadın ve erkeklerin ayrılması, karşı
cinsle cinsel ilişkileri önler. Ancak bazı girişken gençler bunun dışında
kalırlar. Bunun sonucu olarak, az girişken olanlar istimna yönüne gidiyorlar.
Bunların kötü ve zararlı olduğu söylenir. Birçokları da buna inanırlar. Bunlar
gizli yapmak zorundadırlar, çünkü görülürse sert cezalara uğrarlar. Görülmeleri
genellikle bir rastlantı sonucudur. Bu nedenle cezalar haksızca ve rasgele
olur. Yaptıkları gizli kalanlar üzerinde de ceza korkusunun ve saklamanın kötü
etkileri vardır. Halk okulları, çocuklara boş zaman bırakmayacak ve cinsel eğilimleri
önleyecek yolda onları uğraştırmak ve yormak yoluna gidiyor, zekâyı erdeme feda
ediyorlar. Bu nedenle, bugün yaşayan düzenin şu kötü yanları var. En başta,
çocukların büyük bir yüzdesini korkak, ikiyüzlü yapıyor. Üçüncüsü, cinsel
konularda düşünce ve duyguyu ayıp ve bağnaz kılıyor. Dördüncüsü, bilimsel
ilgileri günah gibi gösteriyor; bu yüzden bu ilgiler ya yok oluyor, ya marazî
hale geliyor. Beşincisi, boş zamanı, böylece de zihinsel gelişmeyi, önlüyor.
Bugünkü düzenin
böyle kötü yanları var. Bununla birlikte, tüm törel kurallar değişmedikçe,
bütün şikâyetlerden ırak bir düzen düşünebilmek kolay değil. Çağdaş toplumdaki
erkek için ergenlikten evliliğe kadar geçen süre uzun yılları kaplıyor. Bu
yıllar boyunca cinsel ilişkilerden kaçınmanın iyi olduğu varsayılsa bile, çoğu
erkeğin bunu yapmayacağı bellidir. Oysa, bugünkü törel kurallar sürdükçe, bu
kurallara aykırı her davranış zararlı olacaktır. Kiralık kadınlara gitmek
kötüdür. Çünkü bu bir hastalık nedeni olabilir. Sonra, kadınların kendilerini satması,
böyle kadınlar aşağılık görüldüğü sürece, istenilir bir meslek değildir.
Ayrıca, bir erkeğin ilk cinsel ilişkileri paraya dayanır, duygudan yoksun
olursa, o evlendiğinde karısını ya bir satılık kadın ya da bir ermiş olarak
görebilir. Bunlardan hiçbiri de mutluluğa götürmez. Ergenlikten sonra
istimna, gelenekçi törebilimcilerin öne sürdüğü ölçüde olmasa bile, yine de
zararlıdır. Erkeğin bencil, içe dönük ve çekingen olmasına sebep olur; kimi
zaman da olumlu cinsel ilişkilere yetersiz kılar. Göz yumulursa, başka
çocuklarla homoseksüel ilişkiler fazla zararlı olmayabilir. O zaman da doğal
cinsel gelişmenin engellenmesi tehlikesi vardır. Erkeklerle kızlar ayrılmazsa,
aralarında cinsel ilişkiler çok olabilir. Bu da yalnız eğitimi engellemekle
kalmaz, istenilmeyen yaşlarda gebeliğe yol açar. Toplumun ve kamuoyunun
bugünkü düzeyinde bu soruna bir çözüm bulunabileceğini sanmıyorum. Belki bir
zaman gelecek ki, bugünkü kuralların gençlikte yarattığı psikolojik bozukluklar
ciddi olarak ele alınacak. O zaman, Samoa’da ve öteki pasifik adalarında
gençlere tanınan özgürlükler bütün gençlere tanınacak. Bu gerçekleşirse,
gebeliğe karşı korunma bilgileri verilmesi gerekecek; yine de gebelik olursa,
anında önlenmesi öğretilecektir. Böyle bir geleceği
beğendiğimi söyleyemem. Ergenlik çağında cinsel gereksinmelerden kaçınmak çok
zor olmayabilir; ancak bu gereklilik yirmi yaşında son bulmalıdır. Bu, yargıç
Lindsey’in geçici, evlenme düzeni ile sağlanabilir. Üniversite öğrencilerinin
çoğu, geçici çocuksuz evlilikler yapabilse, üniversite hayatı zihinsel ve törel
yönlerden daha iyi duruma gelirdi. Bu cinsel zorunluluğa karşı bir çözüm
olurdu. Bu çözüm ne sinir yıpratıcı ne gizli olur; ne paraya dayanır ne de tez
gelip geçer. Aynı zamanda iş için gerekli olan zamanı almaz.
Ergenlikten önce
eğitimde cinsiyet sorunu, cinsel ahlâk konusunda kesin yargılara varmadan, ruh
sağlığı yönünden ele alınabilir. Fakat cinsel davranışta neyin iyi neyin kötü
olduğu konusunda kesin kanılarımız yoksa, okulun son yıllarında ve üniversitede
cinsiyetin nasıl ele alınacağını kararlaştırmak zordur. Çoğu insanın cinsel ahlâk görüşü çok karmaşıktır ve üç kaynaktan doğmuştur.
Birincisi, evli
kadınların erdemli olmaları ısrarla istenir: bu da ataerkil aile kuruluşu için
gereklidir.
İkincisi, evlilik
dışı bütün cinsel ilişkilerin günah olduğu konusundaki Hıristiyanlık
öğretisidir.
Üçüncüsü ise, çok
yeni olan, kadınların eşitliği öğretisidir.
Bu üç unsurdan en eskisi ataerkil
aileden gelendir. Bu unsur bugün öbür ikisinden ayrı olarak Japonya’da
görülebilir. Japonlar tüm cinsel yasaklardan özgürdürler; cinsel ahlâklarında
boş inana dayanan çok az şey vardır. Erkekle kadının eşitliği ileri sürülmez;
kadınlar kesinlikle erkeklere bağlıdır. Ataerkil aile köklü olarak kurulmuştur
ve soyut törel öğretimden çok, kadınların boyun eğmesi ile desteklenir.
Çocuklukta cinsel bilgilere, cinsel konuşmalara ve bir Avrupalıyı şaşırtacak
ölçüde cinsel oyuna izin verilir. Yetişkin ahlâkı yalnız kadınlar içindir.
Erkeğin üstün gücü bunu kadına zorla kabul ettirir. Bu, Hıristiyanlıktan önceki
uygarlıklarda çok yaygın olan eski bir düzendir.
Başlangıçta
Hıristiyanlık, cinsel isteklerin aslında kirli bir şey bulunduğu inancını
getirdi. Cinsiyet ancak insan ırkını sürdürmek gerekçesiyle hoş görülebilirdi.
Evlilik sınırları içinde bile olsa, kaçınmak kadar saygıya değer olamazdı.
Hıristiyanlığın doğuşundan önce buna benzer duyguların bulunmadığım söylemek
istemiyorum, insan yaratılışının öyle bir yönü var ki, insanlar cinsiyete karşı duygulara eğilimli oluyorlar. Hıristiyanlık
zaten var olan bu duyguları işlemiştir. Yahudilerin çok sıkı cinsel yasakları
vardı. Ama, bugün kutsallığı kabul edilmeyen eski kitaplarda cinsiyetin
kirliliği konusunda doğmaya başlayan duygular görülürse de, Yahudilerde böyle
bir duygu yoktur. Tarihte ilk olarak, Hıristiyan ahlâkı erkekle kadın arasında
eşitliği kuramsal yönden kabul ediyordu. Oysa uygulamada erkeklerin
erdemsizliği daha yumuşak karşılanıyordu. Böylece Hıristiyanların davranışları,
Hıristiyanlıktan önceki ataerkil uygarlıklarınkinden pek ayrı olmuyordu. Ancak,
erkeğin cinsel özgürlüklerinin günah sayılması büyük bir psikolojik ayrılık
olarak kalıyordu.
Cinslerin eşitliği öğretisi ile bu düzen
yıkıldı. Kadın hakları öncülerinin dediği gibi ya erkekler kadınlar kadar erdemli
olmalı, ya da günümüzde kadın haklarım savunanların öne sürdüğü gibi,
kadınların erkekler kadar erdemsiz olmaları kabul edilmeli. Ama kadınların
erdemli olmaları istenmezse ataerkil aile zor yaşar. Ataerkil aile düzeninden
ayrılmak ise toplumsal düzende büyük değişiklikler gerektirir. Böylece bir
karışıklık ortaya çıkıyor. Hıristiyan ahlâkı erkeklerin dayanamayacağı kadar
sıkı olagelmiştir. Kadınlar da erkekler kadar özgür olursa, bu ahlâka uymak
onlar için de zor gelecek. Aile, kökleri çok derinde olan bir kurumdur. insanlar
onun değiştirilmesine göz yummazlar. Bu karışıklıktan çıkmanın bir yolu var:
babanın yerini Devletin alması. Bu da ancak Komünizmle sağlanabilir ve özel mal
ve miras kurumlarına uyarlanması kolay değildir. Bu yönden özel servet sorunu
cinsel ahlâk sorunu ile bağıntılı oluyor. Bir erkeğin kendine ait olmayan
çocuklara bakmak için çalışması beklenemez. Bu nedenle, ataerkil aile ile
birlikte kişisel servet düzeni, kadınların bir ölçüye dek erdemli olmasını
gerektirir. Erkeklerin değil, yalnız karılarının erdemli olmasını istemek
cinslerin eşitliği öğretisine aykırıdır. Oysa, baskı ve yasaklar olmadan
erdemlerin sağlanabilmesi zordur. Şüphe yok ki, bunun tek çözüm yolu, babanın
öneminin gittikçe azalması ve çocuklara babanın yerine devletin bakması
eğiliminin geliştirilmesidir. Bunun da İyi bir şey olduğunu sanmıyorum. Babalık
duygusu ve oğulların babalarına kargı duygulan uygarlık tarihinin çok önemli
unsurları olmuşlardır. Bu duygulardan yoksun bir uygarlığın nasıl bir uygarlık
olacağını bilmiyorum. Ama iyi de olsa kötü de olsa, çocuklarla ilişkilerde
Devletin önemi gittikçe artıyor, buna bağlı olarak babanınki azalıyor.
Gençlerin eğitimi
ile ilgilenenler, bütün bu çağdaşı sorunları ve karışıklıkları görmemekte
direniyorlar. Katı Hıristiyan ahlâkı yetişkinlere kabul ettirilemese bile,
gençleri yetiştirmekle sorumlu olanların davranışlarını bu ahlâkın yönetmesi
gerektiğine inanıyorlar. Okulların ve İngiliz üniversitelerinin törel
tutumları, halkınkinden daha katı kalıyor. Bunun sonucu olarak eğitim, gençleri
toplum için hazırlayacağı yerde, toplumdan gittikçe koparıyor. Kamu oyu ve
toplumsal kurumlar böyle kaldıkça, buna kestirmeden bir çözüm yolu
bulunabileceğini sanmıyorum. Çünkü kadınla erkeğin eşitliği ile ataerkil aile
artısında köklü bir uyuşmazlık var. Fakat bu uyuşmazlığa rağmen, genel törel
ilkeler ve cinselliğin bağnazca görülmemesi çok geyi değiştirebilir.
Çocuklarla
İlişkilerde onları iyiye yöneltmek için yalan söylememek, her konuyu akıl yolu
ile tartışmak ve bilimsel yönden ele almak saltık bir ilke olmalıdır. Ataerkil
aile düzeninin yaşatılması ahlâkın temeli olacakla, bundan, döl vermeyen cinsel
ilişkilerin günah olduğu sonucunu çıkarmak zordur. Oysa, yalnız Hıristiyan
ahlâkının değil, ceza hukukunun da korkunç saydığı şeyler bu İlişkilerdir. Aynı
zamanda şurası anlaşılmalıdır ki, bazı davranışlar istenilmeye değer olsalar
bile, katı bir disiplinle ya da marazî korkularla kişinin bu davranışlara
zorlanması iyi olmayabilir. Bu ilkeler çocuğun törel eğitiminin büyük bir
bölümünü kapsıyor. Bundan ötesi için, hızla değişen karışık toplumu muzun
gelişmiş ve yerleşmiş bir biçime girmesini beklemeliyiz.
Çocuklarla bütün
ilişkilerde, cinsiyetin aslında kötü ve gizli olduğu sanısına varmalarının
önlenmesi gerekir. Cinsiyet ilginç bir konudur; İnsanların onu düşünüp, onun
üzerine konuşmaları doğaldır. Çocukların çok doğal olan bu isteği bugün
yetişkinlerce kötü sayılıyor. Sonuç olarak çocuklar bu konuya daha çok ilgi
duyuyor, hep o konuda, yasak meyve tadı ile konuşuyorlar. Bu konuşmalar
bilgisiz ve budalacadır, çünkü tahminleri ve yarım bilgileri ile başbaşa
bırakılıyorlar. Çoğu çocuk için cinsiyet konusu alaycı gülüşler ve açık saçık
hikâyeler durumuna geliyor. Cinsiyet
kavramı, kimi zaman şiire dek yükselen doğal bir haz, kimi zaman neşeli ve şen,
kimi zaman acıklı derinliklere inen bir tutku olarak, eğitim ahlâkçılarının
görüş açıları dışındadır. Onlara göre, haz verdiği zaman cinsiyet kötü, sıkıcı ve alışılmış olduğu
zaman erdemlidir. Bu çirkinlikler ahlâk ve yaşamı şiir, sevinç ve güzellikten
yoksun kılıyor; bütün insan ilişkilerine bir katılık ve sertlik getiriyor. Bu
hayat görüşünün sonucu erdemlilik taslama, dar görüşlülük ve düş gücünün
ölmesidir. Daha özgür
bir hayat gücünün de tehlikeli yanları olabilir. Ama bunlar hayatın
tehlikeleridir, ölümün değil.
Sh: 80-89
EĞİTİM VE TOPLUM DÜZENİ
Education and the Social Order
Bertrand RUSSELL
Education and the Social Order
Bertrand RUSSELL
Çeviren : NAÎL BEZEL
Bugün Batı
ülkelerindeki halk eğitiminin eleştirmeyi gerektiren niteliklerini önceki
bölümlerde gördük. Eğitimdeki ve başka alanlardaki bozuklukların ekonomik
nedenlere dayandığı kanısında olanlar var. Ben buna inanmıyorum. Her ekonomik
düzende bir ölçüde saçmalık ve iktidar sevgisi olacağını, bunların da yetkin
bir eğitim düzeninin yaratılmasını engelleyeceğini sanıyorum. Bununla birlikte
ekonomik etkenlerin eğitim üzerine etkisi çok derindir; çok kez ilk bakışta
anlaşılmaz. Bu bölümde, çeşitli çağlarda ve ülkelerde, eğitimdeki ekonomik
etkenleri ayırmaya çalışacağım.
Avrupa’da Karanlık
Çağlardan sonra tekrar canlanan eğitim, papazlar sınıfının özel hakkıydı.
Eğitimin dinsel köklere dayanan bazı özellikleri bugüne dek yaşamıştır.
Rönesans’tan önce orta soylular genellikle oldukça bilgisizdi. Oysa papazlar,
özellikle keşişler, çok kez geniş bilgiye sahiptiler. Biraz Latince bilmek mesleğin
bir gereksinmesiydi, ama bu fazla bir şey sayılmaz. On bir, on iki ve on üçüncü
yüzyıllarda öğrenimin yeniden canlanmasının asıl nedenleri, özellikle Sicilya
ve İspanya’daki Araplarla ilişkilerdi. Bu ilişkilerin geniş çapta ekonomik
nedenleri vardı elbette.
Ama öğrenim üzerine
etkileri küçük sayıda insanın çıkarlara bağlı olmayan zihinsel meraklarının
sonucu olmuştur.[ Bak, The Legacy of Israel (İsrail'in Mirası), Oxford
University Press, çeşitli yazarlar, sayfa 204.]
Skolastik felsefe ve
genellikle ortaçağ öğrenimi, rahipler sınıfından küçük bir azınlığın öğrenme
isteğinden doğmuştur. Bunlardan çoğu çalışmalarından pek az maddi çıkar elde
ediyordu. Atak düşünüşlerinden ötürü adlan kötüye çıkanların sayısı da az
değildi. Bu akım için keşişlerin ve rahiplerin varlığı gerekliydi, ama temel
neden yalnız bilgi susuzluğuydu.
Dinle uğraşan
toplumun dışında kalan Boyluların eğitimi bu biraz daha sonra başlamıştır
konusunda da aynı şey söylenebilir. Denilebilir ki, bu dünya ile ilgili öğrenim
imparator II. Frederik’le başlamıştır. II. Frederik erken yaşta müslümanla
ilişkilerde bulunmuştu, doğruluğu saptanabilecek her şeye karşı doymaz bir
merak içini kemiriyordu. On beşinci yüzyılda İtalya’da Yunancanın canlanması ve
İtalya’dan kuzey uluslarına yayılan saray aşkının başlangıcı, öğrenmek için
öğrenme sevgisine verilebilir. Kısa
zamanda bu itici gücün yitirildiği doğrudur. Latince ve yunanca bilmek bir
efendinin ayırıcı niteliği haline geldi; çocuklar bunları öğrenmeye zorlandı.
Sonuç olarak insanlar öğrenme zevkini yitirdiler. Bununla birlikte o zaman
bile klasikleri öğrenme nedeni ekonomik değil gösterişçi idi. Kültür
edinemediği nedeni ile hiçbir toprak sahibi kiralarını almaktan geri
kalmıyordu. Keşiş gibi soylu da çok boş zamanı olan insandı; isterse, faydacı
amaç gütmeden, zevk için öğrenebilirdi. Bilginin kendi başına değerli olduğu
kavramı henüz bazı üniversitelerde ve geç kalmış birkaç filozof (ben de
bunlardan biriyim) arasında yaşıyor. Ama eğitimin görevinin ne olduğu görüşünü
tümüyle değiştiren olaylar olmuştur. Bunların en önemlisi herkes için zorunlu
eğitimin kabul edilmesidir. Çocuklar okuma yazmayı bilirlerse daha iyi
yurttaşlar ve daha becerikli işçiler olabilecekleri anlaşılmıştır. Skolastik
geleneğin bu amaç için çalışan devlet adamlarını engellediği doğrudur.
İlkokullarda eğitim hemen tümüyle kitaplara dayanır. Oysa, yarısı kılgılı bir
eğitimin devlet adamının amacına daha iyi hizmet edeceği ileri sürülebilir. Bu
yönden Rus eğitimi çağımıza daha iyi uyarlanmıştır. Bununla birlikte ilkokullar
genellikle kendilerinden istenileni yapmışlardır. Bugün tüm uygar ülkelerde
hükümetin en gerekli araçlarından biri ilkokullardır.
Faydacı bir eğitim
görüşüne götüren başka bir etken, bilim ve endüstrinin gelişmesidir. Bugün
teknik işlemler bilgi gerektirir; yeni buluşlar servetin ve ulusal büyüklüğün
kaynağıdır. Daha önceki bir çağın gelenekleri bu yönden de günün
gereksinmelerine uymayı, Rusya dışında, engellemiştir. Eğitimi yalnız faydacı
düşünüşler yönetse, bilim ve endüstri tekniğine bugünkünden fazla yer verilir,
edebiyat kültürü çok daha az yer alırdı. Henüz tümüyle böyle olmasa bile, durum
yavaş yavaş değişiyor. Çok geçmeden o duruma gelinecek.
Ekonomik nedenlerin eğitim üzerine etkisi beş
bölüm altında incelenebilir. Bunları sıra ile ele alalım.
Bir: Bir devletin ekonomik koşullarına göre
eğitime harcayabileceği para miktarı değişir. Endüstri devrimi ile Batı
ulusları zenginleşmesiydi, herkes için zorunlu eğitim mümkün olmazdı. Hiçbir
ulus bilgiye, Çinlilerin Batı ölçülerini benimsemeden önce gösterdikleri saygıyı
göstermemiştir. Fakat Çin, nüfusunun yüzde beşinden fazlasına okuma yazma
öğretecek zenginlikte değildi. 1780 ya da 1830 İngiltere’sinde, herkese eğitim
sağlamaya yeterli vergiler yüklemek çok zor olurdu. Bugün bile ana okulları
sağlamak, az rastlanan bazı durumlar dışında, olanaksız sayılıyor. Öte yandan,
okuldan ayrılma yaşının yükseltilmesinin ekonomik sorunlar doğuracağı
düşünülmüyor. İşsizlikten ve yüksek gümrüklerden ötürü, iş adamları bir
kimsenin işinin diğerini yoksulluğa itelediği düşüncesinde birleşiyorlar.
Böylece toplumun bir bölümünün verimli işlerden alıkonması toplumun yararına
olacak. Buna dayanarak, çocuklar daha uzun süre okulda tutulursa hepimizin
zengin olacağı düşünülüyor. İngiltere’de okul yaşını yükseltmeye karşı engel
ekonomik değil, tanrı-bilimseldir; mezhepler çocukların hayata hangi boş
inanlarla atılması konusunda anlaşamıyorlar.
İki: Eğitimin amaçlarından biri verimin
artırılmasıdır. Belki de bu herkes için eğitim görüşünü ilk ortaya atanların
kafalarındaki temel nedendi. Bu sağlam bir nedendir elbette. Okuyup yazabilen
bir toplum, okuyup yazamayanlardan daha beceriklidir. Verimi en yüksek düzeyine
çıkarma isteği teknik eğitim, bilimsel öğretim ve araştırmanın
geliştirilmesinde daha doğrudan etkili olmuştur. İngiliz Hükümeti araştırma
alanına çok az para harcıyor. Sağlam ekonomik hesaplarla hareket etse çok daha
fazla harcardı. Bunun nedeni, devlet hizmetlerinde çalışanların çoğunu klasik
bir eğitim görmüş olması, çağdaş insanın bilmesi gereken şeyleri bilmemesidir,
örneğin, tıp araştırmalarını ele alın. Orta bir yurttaş yaşamının başında ve
sonunda toplum için bir gider, çalışma yılları süresince bir gelir kaynağıdır.
Ölen çocuklar tümüyle ekonomik bir kayıptır. Bu nedenle erken yaşlarda ölümün
azaltılması devlet için bir kazançtır. Ya da tarımın birçok kollarında önemli
bir sorun olan böcekler bilimini düşünün. Bu konuda yapılan harcamaların azlığı
bile bile para yitirmek demektir. Açıkça belli olan ve iyi reklâm edilen
endüstri kolları sentetik boyalar, yüksek patlayıcılar, zehirli gazlar
v.b. üzerine bir şey söylemiyorum.
Bunların bazıları zararlıdır, bazıları değil. Aydın sayılan kişilerin bile çoğu
bilimsel bilginin yararını anlamamışlardır.
Bu anlaşıldığında,
daha büyük bilimsel bağışlar olacağını, ve orta öğretim programlarında bilime
daha büyük yer verilebileceğini bekleyebiliriz.
Üç : Dağıtım düzeninin eğitim üzerine çok derin
etkisi var. Bu etki yukarıda ele alınan iki etkeninkinden daha büyüktür.
Dağıtım düzeni, toplumun sınıflara bölünmesini belgiler; sınıflı bir toplumda
ayrı sınıflar ayrı eğitim görecektir. Kapitalist bir toplumda en az eğitim
görenler ücretli işçilerdir. En çok eğitimi bilgi gerektiren bir mesleğe girmek
isteyenler görür. «Efendi» ya da iş adamı olacaklar için orta bir eğitim uygun
sayılır. Genellikle bir çocuk ana babasıyla aynı toplumsal sınıfa bağlıdır. Ama
üstün yetenekleri ile burs kazananlar ücretli işçi sınıfından meslek
sınıflarına yükselebilirler. Böylece İngiltere’de ücretli işçi sınıfında doğan
en büyük beyinler siyasal yönden kısırlaştırılıyor, doğumdan bağlı olmaları
gereken sınıftan ayrılıyorlar. Sınıfların bu değişkenliği açısından bir
zenginler toplumu soylular toplumundan ayrılık gösterir. Zenginler toplumunda
soylular toplumundakinden daha az ihtilâl eğilimleri görülmesinin bir nedeni
budur.
Ona karşı olanların «kapitalizm» adını
verdikleri ekonomik düzen karmaşık bir düzendir. Bu düzenin bir ölçüye dek
çözümlenmesi amaçlarımız yönünden önemlidir. Bugün
Sovyet Rusya dışında çağdaş dünyada üç ana servet kaynağı olduğu söylenebilir. Bunlardan birincisi,
toprağa ve doğal tekellere sahip olmak; İkincisi, aterkil ailede kalıt;
üçüncüsü iş teşebbüsleridir. Bunlar birbirleriyle ayrılmaz biçimde bağlı
değildir. Henry George İkinciye ve üçüncüye dokunmadan birincisini ortadan
kaldırmak istedi. Katolik örgütünde birincisi vardır, üçüncüsü de olabilir; ama
İkincisi yoktur. Yahudilere karşı olan belirli kişilerin acı eleştirilerine
bakılırsa, birincisini ve İkincisini yaşatmak, üçüncüsünü yok etmek isterler.
Kanımca, soylular düzeninin kalıntıları olan toprak sahipleri ve kalıt,
sosyalist eleştiriye iş teşebbüsünden daha açıktır. Bazan yalnız iş teşebbüsüne
dayanıyorsa, Henry Ford'un durumunda olduğu gibi, bunun topluma faydası kadar
zararı olduğu söylenemez. Kanıt olmadan genel olarak anlaşıldığı biçimde bir
sınıf kavramı mümkün değildir, özellikle eğitimde önemli olan, zengin
çocuklarının ücretli işçi çocuklarınınkinden ayrı bir eğitim görüyor olmasıdır.
Soyluluk kalıntılarının zenginliği Avrupa'ya göre daha az etkilediği Amerika’da
iş teşebbüsü asıl servet kaynağı sayılır. Bunun gençlerin kafasındaki etkisi,
saygı gören servet kaynaklarının toprak sahipliği ve kalıt olduğu bir toplumda
kinden ayrıdır. Burada bireysel çabalara önem verilir; bu iyidir. Ama
yarışçılık biçiminde bir çabaya önem verildiğinden toplumculuğa karşıdır. Daha
hakbilir bir ekonomik düzende böyle yarışma ve bildiğimiz şekilde sınıflar
olmazdı. Yine de bir biçim yarışma ve bir anlamda ayrı sınıflar olabileceği
doğrudur. Ama bu biçim ve anlam alışageldiğimizden ayrı olacaktır. Komünist
toplumda iktidar mevkileri ve yapılması hiç hoşa gitmeyen işler olacak. Bu
mevkilerde bulunan kişiler bir anlamda yüksek bir sınıf meydana getirecekler.
Daha iktidarlı ve daha hoşa giden işleri ele geçirmek için yarışma olacak. Ama
servet ve ana-baba gücünün olmadığı bir dünyada her birey yalnız kendi
yeteneklerine dayanarak yarışır, daha iyi eğitim koşulları sağladığı durumlara
dayanarak değil. Komşusundan daha iyi bir eğitim görmüşse bu babasının
zenginliğinden değil, daha iyi bir eğitimi alabilecek nitelikte olduğunu
gösterdiği içindir. Bu nedenle, böyle bir toplumda sınıfları haklı kılacak
nedenler bireylerin doğal niteliklerine dayanır, örneğin, büyük bir kemancı
orta bir kemancıdan daha fazla para almasa bile, ondan üstün olacak ve daha
fazla onurlanacaktır. Bu ölçüde bir eşitsizlik ve yarışçılık kaçınılmazdır.
Eşitsizliğin kökleri nesnenin yaratılışındadır. Zor işlerin en yeteneklilere
verilmesi için de yarış gereklidir, önceki bir bölümde ele aldığımız aşırı
eğitim sorununun zor oluşu bu yüzdendir. Ama ekonomik eşitsizlik ve ekonomik
güvenlik yalnız kişiler için değil çocuklar için de sağlanırsa eğitimde yarış
bu kadar çetin olmayacaktır. Bugün yarışçılığı böyle acı duruma getiren
eşitsizlik ve güvensizliktir. Bunlar yok edilirse, yarışçılığın iğnesi alınmış
olur.
Yurtseverlik
konusunda başka nedenler işe karışır, ama gene de kişisel servetle bağıntı
vardır. Bu bağıntı ilk bakışta görünmez ve çoğu bireylerde bilinçli değildir.
Daha yağmacı kapitalizm biçimlerinin doğurduğu dolaylı bir bağıntıdır. Yatırımcı açısından, geri kalmış ülkelerin iki
yararı vardır: pazar ve hammadde kaynağı. Bu ülkeler yatırımcının bağlı olduğu
devletin denetlemesinde bulunursa her iki yönden daha yararlı olurlar. Fransız
kapitali Kuzey Afrika’da, İngiliz kapitali Hindistan’da, Amerikan kapitali
Güney Amerika’da kazançlı yatırım alanları buluyor. Böylece kendi ülkesi
dışında yatırımlar yapmayı düşünen kişi, toprak yönünden olmasa bile ekonomik
yönden emperyalizme ilgi duyar. Uygun bir yurtseverlik propagandası ile teşebbüsü
için gerekli harcamaların büyük bölümünün vergi ödeyenlerin omuzuna
yükletilebileceğini görür. Güçlü
ulusların yurtseverliğinin çoğu bu kaynaktan gelir. Oysa bayrak için bağıran
yurttaşlar genellikle kendilerini buna iteleyen kötü güçler konusunda bilinçsizdirler.
Zayıf ülkelerin ulusçuluğu yağmacı
uluslarınkine karşı bir savunmadır. Kendileri sömürmeyip sömürülmeye karşı
direndikleri sürece güçlü uluslardan daha iyi bir törel düzeydedirler. Ama
özgürlüğü için çarpışan bir ulusta öyle duygular geliştirilir ki, başarıya
ulaşır ulaşmaz daha önce kıyıcı uluslarda yerdikleri kötülükleri benimser. Polonya iki yüzyıla
yaklaşan bir bağlılıktan sonra bağımsızlığını kazandı; ama daha önce Polonya,
halkının çektiği sıkıntıları Ukraynalılara çektirmede bir sakınca görmedi. İlke olarak
ulusçuluk kötüdür; özgürlüğü için savaşan uluslarda bile beğenilmeye değmez.
Bu, uluslar kıyına karşı direnmesinler anlamına gelmez. Ama yalnız ulusçuluk
açısından değil, uluslararası bir açıdan direnmelidirler. Güçlü ya da zayıf bir
ulusta olsun, ulusçuluğun kötülükleri kişisel servetle bağıntılıdır. Bu
kötülükler sömürü ya da sömürüye karşı direnme ile ilgilidir. Bu nedenle,
kişisel kapitalizm ortadan kaldırılırsa, bugün ulusçuluğun üzerindeki kötü
etkilerinin tümüyle yok olmasa bile oldukça azalacağını düşünmek akla uygundur.
Ekonomik nedenlerin eğitim üzerine etkileri
konusunda dördüncü bölüm bağışlardır. Vasiyet özgürlüğü bulunan bir yerde kişi
servetini kamu tutumuna karşı sayılmayan herhangi bir amaca bırakabilir. Yakın
zamanlara dek akılcılığın geliştirilmesi amacı için bırakılan vasiyetler
İngiltere’de, Hıristiyan bir ülkede akılcılığın kamu tutumuna aykırı olduğu
gerekçesiyle hükümsüz sayılırdı. Artık bu değişmiştir. Ama ileri amaçlar için
vasiyetler yasaya aykırı sayılmasa bile, bağışların genellikle tutucu bir güç
olacakları kaçınılmaz bir gerçektir. Bunlar ölülerin, yüzyıllarca önce
ölmüşlerin istekleridir. Din örgütleri, eski üniversiteler ve birçok okullar az
ya da çok eski bağışlara dayanırlar. Amerika’da bağışlar çoğunlukla yenidir ve
seçkin zenginlerden gelir. Bu zenginler ise tutucu ve genellikle eğitim
görmemiş kişilerdir. Eğitimde ilerici hareketleri geciktirme çok etkilidirler.
Profesörlerin radikal olduğu sanılan bir üniversite, başkanının iyiliksever
endüstri yöneticilerinden bağışlar koparabilmesi, profesörleri statükonun
savunmasında bölünmez bir bütün olan başkanınkinden daha az olasılıdır.
Eğitimin
dinsel yanının daha tutucu oluşunda başların büyük etkisi vardır. Dinle kişisel servet
arasındaki bağıntı, kişilerin paralarını din örgütlerine bırakmalarından ve
ölümlerinden yüzyıllar sonla boş inanlarının sürdürülmesinden doğar, İngiltere
ve İskoçya’da bunun yasalarla değiştirilebileceği doğrudur. Ortaçağ
dindarlarının bıraktığı servet Reform sırasında asıl amaçlarından alınıp
Anglikanlık eğitimine yöneltilmiştir. İskoçya’daki özgür Kiliselerin
servetlerinin kilise üyelerine ait olduğu yasaya göre kararlaştırılınca, yasa
değiştirildi; bağnaz kadercilerin (Predestinarian) bağışlarının kader inancının
yok edildiği öğretilerinin yayılmasında kullanılabilmesi sağlandı. Ama
Amerika’da böyle yasamalar Anayasaya aykırıdır. Paranızı, Kentaki halkının On
Yitik Budun’dan olduğu öğretisine içten bağlı bir kuruma bırakırsanız, paranız
başka alanda kullanılamaz. İngiltere’de paranın başka bir yöne çevrilmesi
mümkün olsa bile buna çok az rastlanır. Anglikan Kilisesi ve Roma Katolik
Kilisesi zengin kuruluşlardır ve gelirleri ancak uygun öğretiler öne sürenlerce
harcanabilir. Böylece, uzak atalarla aynı kanılarda olmak için büyük bir ekonomik
neden var. Zihinsel yönden
her ilerleme ceza ile karşılanıyor; Colenso tavşanın geviş getirmediğini
anladığı zaman aylığı kesildi.
Dinsel bağışlar
olmasa her şeyin daha çabuk değişeceğinde şüphe yok. Bugünkü durumda bile asıl,
biçimden daha çabuk değişiyor. Bugün Anglikan rahiplerinin inandıklarını
söylemeleri gereken birçok şeyler var, ama bunun sözde kaldığım da
söyleyebilirler, kimse de onlar için kötü düşünmez. Hıristiyan dogmacılığının
bazı bölümleri bir çağda, başka bölümleri başka bir çağda canlılık gösterir,
örneğin, bugün çoğu Hıristiyanlar İsa’nın boşanma konusunda öylece anlaşılması
gerektiği görüşündedirler. Oysa yetkiye karşı direnmeme, yeminden kaçınma ve
servetini yoksullara verme gibi konulardaki sözlerinin mecazi yönden,
anlaşılması gerektiği, söylenilenin aksi bir anlam taşıdığı düşünülür. Ama
İsa’nın öğretilerinden hangilerinin bir Hıristiyan için uygun olduğu sorunu
karmaşık bir sorundur, daha fazla üzerinde durmayacağım.
Eğitim üzerindeki
ekonomik etkileri konusunda beşinci bölüm gelenektir. Genel anlamda bir
geleneği demek istemiyorum; o çok geniş bir konudur. Demek istediğim, geçmişte
etkili olup bugün etkili olmayan ekonomik nedenlerden doğmuş bir gelenektir.
Genellikle çok tutucu olan cinsel ahlak bu konuya iyi bir örnektir. Dünya
nüfusunun az, çocuk ölümü oranlarının yüksek olduğu eski günlerde çiftlerin çok
çocuk yapması bir kamu göreviydi. Eğitim ve çocukların çalıştırılması çocukları
bir gider kaynağı durumuna getirmeden önce, çocuklara ana-babaları için mali
yönden yararlı oluyorlardı. Doğum kontrolü ve çocuk aldırmaya karşı duygular o
günlerde haklı nedenlere dayanıyordu. Bugün böyle nedenler yok, ama duygu yine
yaşıyor, çünkü dinle arasında bağıntı kurulmuştur.
Ataerkil ailenin
kökü ekonomikti. Çünkü kadın gebelik ve emzirme süresince başarıyla
avlanamazdı. Çok yakın zamanlara dek kadının kendi hayatını kazanma olanakları
azdı. Bu nedenle kocasına ya da erkek akrabalarına bağlı kalmak zorundaydı.
Kadınlara bakılmasını ve erkeklere bağlı bir düzeni gerektiren ataerkil aile, kadın
erdemlerine fazla önem verilmesine yol açtı. Bu erdemler, çetin ahlâk ve din
kurallarıyla ve ilk uygarlıklarda zina işleyen kadınlara verilen ölüm
cezasıyla, zorlanırdı. Kanunî cezalar hafifleyip en sonunda, New York eyaleti
gibi bazı ırak bölgeler dışında her yerde, ortadan kalkarken törel ve bilimsel
baskı olduğu gibi kaldı. Geleneksel kuralların bu bölümü, kuramda olmasa bile
uygulamada, kadın ve erkeğin eşitliği ile bağdaşamaz. Kadınlar kendi
hayatlarını kazanınca eşitlik isteklerine karşı durulamaz. Evli kadınların iş
bulmalarını önlemek için çılgınca çabalar harcanıyor. Ama bu çabaların sürekli
bir başarı sağlayacağı düşünülemez. Aynı zamanda bir kadının geleneğin iyi
saymadığı şekilde hayatını kazanma yolları gittikçe artacaktır. Bu nedenle
bugün yaşayan kurallar ekonomik nedenlerden ötürü yıkılmak üzeredir. Doğum
oranının azalması ve savaşçı eğilimler devleti çocuk gönenci ile gittikçe daha
çok ilgilenmeye iteliyor. Çünkü bir erkeğin
savaş alanında öldürülebilecek yaşa gelmeden ölmesi hükümet açısından bir boşa
harcamadır. Ekonomik nedenler kadınların erdemlerini azaltmak ve çocukların bakımında
devletin payını artırmak yönünde birlikte etki yaptıkça, babanın öneminin,
onunla birlikte ataerkil aileye bağlı tüm duygu ve törel yargıların azalacağı
açıkça bellidir. Bugün ana-babalarla devlet, çocuklara geçmişten kalan ve
çağımızın dünyasına uymayan bir cinsel görüş öğretmenin iyi olduğu düşüncesinde
birleşiyorlar. Bu, cinsiyet ve aile konularındaki tutucu duygulara bir
örnektir. Bu tutuculuk özellikle eğitim alanında güdüdür. Çünkü çoğu kimse
gençlere çok sıkı bir ahlâk öğretilmesinin hiçbir zararı olmayacağı
kanısındadır. Bu nedenle eğitim, toplumların yeni gereksinmelere gerektiği
kadar çabuk uymasını önlüyor; birçok yetişkinleri, doğal olarak kabul edilmesi
gereken bazı şeylere karşı ilk yaşlardaki eğitimden dolayı dehşet duymaya
iteliyor. Okulda öğretilen cinsel ahlâkın doğuşunda ekonomik nedenlerin önemli
yeri olmuşsa da, bu nedenler geçmiştedir ve günümüzün ekonomik ihtiyaçlarında
haklı gösterilemezler.
Görüldüğü gibi,
kişisel servetle bağıntılı ekonomik nedenler eğitimi tutucu yapıyor. Ama
ihtilâlci devreden sonra komünist eğitiminin daha az tutucu olacağı şüphelidir.
O zaman eğitim tek elden yönetilen bürokratik bir denetlemeye bağlı kalacaktır.
Oysa, genellikle memurlar değişikliği
sevmezler. Belki o zaman bugünkü kadar hızlı değişikliğe gereksinme
duyulmayacak. Belki barışçı bir dayanışma çağı gelecek, insanlık daha iyiye
gidecek. Öyle de olsa, bir eğitim ülküsü olarak yarışçılığın yerini işbirliğinin
alması somut bir törel gelişme olarak değerini koruyacaktır. Bu da ancak
ekonomik düzende köklü bir değişiklikle mümkün olur. Yalnız buna dayanarak
komünist eğitimin bugünkü Batı düzeninin yetiştirebileceğinden daha iyi
yetiştireceği umulabilir.
Sh: 136-147
Kaynak: EĞİTİM VE TOPLUM DÜZENİ /BERTRAND RUSSELL ,[ 1932. Education and
the Social Order, London: George Allen & Unwin.] Çeviren : NAÎL BEZEL, Ocak
1976, İstanbul
1914 öncesi dünyasını anımsayamayacak kadar genç olanlar benim yaşımda bir
kimse için çocukluk anılarıyla bugünün dünyası arasında ne denli geniş bir
uçurum bulunduğunu anlayamazlar. Ben bugün kendimi yepyeni bir dünyaya
alıştırmaya çalışıyorum. Eriyip yok olan imparatorluklar, komünizm, atom
bombası, Asya’lı devletlerin-varlığını duyurması aristokrasinin
çöküşü bu yenidünyanın yeni gerçekleri. Bu garip ve güvensiz ortamda
kimse yarını göreceğinden emin değil, koca devletler haritadan silinip gidiyor.
Benim gibi gençliği boyunca yıkılmaz bildiği birtakım değerlere sırtını vermiş
olanlar için bu gerçekler korkulu bir düşten farksız. Ben çocukken herkesçe
sarsılmaz bilinen kuramlardan, değişmez sanılan yaşayış tarzından bugün
yalnızca birkaç iz kalmıştır.
Geleneklerle yoğrulmuş bir ortamda büyüdüm diyebilirim. Annemle babam ben
çok küçükken ölmüşler bu yüzden onları hatırlamıyorum. Beni büyükannemle,
büyükbabam yetiştirdiler. Büyükbabam Fransa ihtilali yıllarında doğmuştu.
Napolyon’un İmparatorluğu sırasında İngiliz Parlamentosunda üyeyiydi. Fox
(Charles Fox 18. ci yüzyıl sonlarında İngiliz Whig Partisinin (şimdiki adıyla
liberal Parti) başkanıydı. çev.) taraflısı bir Whig olduğu için İngiltere’nin
Fransa ihtilali ve Napolyon’a karşı olan düşmanca tutumunu aşın ve yersiz
buluyordu. Sonraları Elbe’de sürgüne yollanan İmparatoru görmeye bile
gitmişti. İngiltere’ye demokrasi yolunu açan Reform kanunu tasarısını 1832 de
meclise getiren de oydu. Meksika savaşı ve 1848 ihtilalleri sırasında başbakanlık
yapmıştı. 1688 ihtilâlinin temel öğelerinden biri olan aristokratik;
liberalizm bütün Russell’lar gibi büyükbabamın da inandığı bir ilke idi. İçinde
büyüdüğüm çevrenin etkisiyle Kuramsal Cumhuriyetçiliği benimsemiştim. Buna
göre Kral halk tarafından görevlendirilmiş olduğunu, kendisinden bekleneni
veremezse görevinden alınabileceğini hiçbir zaman aklından çıkarmamalıydı.
Ancak bu koşullar altında bir Kral’a hoşgörürlükle bakılabilirdi. Önemli
kişilere karşı gerektiği kadar saygılı davranmayan büyükbabam bu görüşü Kraliçe
Victoria’ya da açıklamaya çalışmış, Kraliçe bundan pek hoşlanmamıştı. Ama
yine de büyükbabama Richmond Park’ta benim gençliğimi geçirdiğim evi vermişti.
Birtakım siyasal ilkeler ve umutlar edinmiştim. İlkelerimi az çok
koruyabildiysem de umutlarımı zamanla bir yana itmek zorunda kaldım. Bütün
dünyada düzenli bir ilerleme olmalıydı. İhtilallerin bir sonu gelmeliydi artık;
savaş ta ortadan kalkmalıydı. Daha Parlamento nedir bilmeyen geri kalmış ülkelerde
parlamenter yönetim kurulmalıydı. Babaannem Rus Büyükelçisiyle yaptığı bir
konuşmayı hatırladıkça gülerdi hep; kendisi Büyükelçiye «Belki» demişti, «bir
gün sizin de Rusya’da bir Parlamentonuz olacak.» Büyükelçi buna, «Tanrı korusun
hanımefendi!» diye karşılık vermişti. Bugün bir Rus elçisi o söze yine aynı
karşılığı verir sanırım. yalnız cümlesinin başına başka bir sözcük koyarak. O
günlerin umutları şimdi biraz saçma geliyor bana. Demokrasinin gerekliliğine
inanmıştım. Halkın hep sağgörü sahibi, olgun aristokratların öğütlerine
uyacağını, davranışlarını buna göre ayarlayacağını düşünüyordum. Sömürgecilik
rejimine artık bir son verilmeliydi. İngiltere elbet bir gün Asya ve
Afrika’daki sömürgelerinden kendi isteğiyle el çekecek, tabii bu arada
egemenliklerine kavuşan bu ülkelerin halkı aşağı yukarı eşit sayıda Whig ve
Tory’lerden [İngiltere’de Muhafazakar Partinin eski adı. (çev)]kurulu bir «çift
meclis» sisteminin devlet yönetiminde ne denli yararlı olduğunu anlamış
olacaklardı. En büyük siyasal önyargılarımı edindiğim sıralarda büsbütün kızışmış
olan Disraeli-Gladstone (Disraeli muhafazakâr Gladstone Liberal Parti ileri
gelenlerindendi.) tartışmalarının benzerleri böylece o tropik ülkelerde de yer
alacaktı. İngiliz gücünün sarsılabileceği düşüncesi kimsenin akimın ucundan
bile geçmezdi. Britanya denizin dalgalarına değin hükmederdi; gerçek buydu
apaçık. Gerçi ortada Bismark denen bir serseri
vardı (bana böyle tanıtmışlarda Bismark’ı) ama Goethe ve Schiller’in
uygarlaştırıcı etkisi Almanların bu yabani köylü tarafından yanlış yollara
sürüklenmesine engel olacaktı elbet. Pek uzak sayılmayacak bir geçmişte kanlı
olaylara sahne olmuştu dünya.. Bunu ister istemez kabul etmeliydik. Gerçi
Fransızlar ihtilâl olaylarını gericilerin fazlaca büyüttüğünü öne sürüyorlardı
ama o' sıralarda gereksiz birtakım aşırılıklara kapıldıktan da bir gerçekti.
Cromwell’in de kralın başını kestirmekle belki biraz ileri gittiği
söylenebilirdi-o kadar. Genellikle krallara karşı olan bu tutumlar iyi ve hoş
karşalanmalıydı tabii işe örneğin Becket gibi din adamları karışmadıkça o zaman
insan ister istemez kraldan yana oluveriyordu.
Evimizin genel havasına tam bir pûriten dindarlığı [Püriten, 16. ve
17. yüzyıllarda I. Elizabeth'in İngiliz Kilisesi'nde başlattığı reformist harekete karşı
çıkan, kendini "saflığı" aramak olarak tanımlayan bir Protestan doktrin ve ibadet şeklidir.] ve ağırbaşlılığı hakimdi. Her sabahın 8 i
dua saatiydi., bütün aile bir araya gelip dua ederdik. Evde sekiz hizmetçimiz
olduğu halde pişen yemekler son derece basitti. Üstelik bu kadarı bile çocuklar
için çok sayılırdı. Örneğin yemekte hem elma tatlısı hem sütlaç varsa ben
yalnız sütlaç yiyebilirdim. Yılın her mevsiminde soğuk duş alır her sabah daha
şömine yanmandan yarım saat kadar piyano çalışırdım. Büyükannem akşam olmadan
koltuğuna oturup şöyle bir dinlenmeyi aklından bile geçirmezdi. Alkollü
içkilerle tütüne hiçbir zaman iyi gözle bakılmazdı evimizde; ama geleneğe uymak
kaygısıyla konuklara biraz şarap ikram edilirdi. Sağlık, mutluluk ve düşünsel
özgürlük pahasına da olsa yalnızca erdem’e değer verilirdi bu çevrede.
Ben bu baskıya önce düşünsel özgürlük
yönünden başkaldırdım. Yapayalnız, çekingen, ukala bir gençtim o zamanlar.
Çocukken kendi yaşıtlarımla bir arada oynayıp eylenmenin ne olduğunu pek
bilmezdim-bu yüzden böyle şeylere karşı bir özlem yoktu içimde. Ama matematiği
severdim. Ailem bu sevgiyi hoş karşılamazdı hiç, çünkü matematiğin törel bir
konusu yoktu. Ailemin dinsel düşüncelerine katılmıyordum, yaşım ilerledikçe
onların hiç de iyi gözle bakmadıkları felsefe’ye karşı daha bir ilgi uyanmaya
başladı içimde. Felsefe konusu ne
zaman ortaya atılsa hemen alaya alırlardı beni-hem de hep aynı sözlerle: «Akıl
nedir?
Hiçbir şey; madde nedir?
Boş ver.» Elli altmış kez tekrarlandıktan
sonra artık bu şaka da güldürmez olmuştu beni. ,
Onsekiz yaşında Cambridge’e gittiğim zaman birden kendimi bana doğal gelen
bir dille konuşan insanlar arasında bulmuştum. Bu beni çok sevindirmişti.
Onlara düşüncelerimi açıkladığım zaman bana ne deli gözüyle bakıyorlar, ne de
bir suç işlemişim gibi benden yüz çeviriyorlardı. Zararlı bir törel kaygının
düşünsel canlılığı söndürdüğü dar görüşlü bir çevrede geçirmiştim çocukluğumu.
Şimdi kendimi aklın ve mantıklı düşüncenin değerlendirildiği bir ortamda
bulmak bana sınırsız bir kıvanç veriyordu. Normal bir eğitim ve öğrenim
görmemiş olanların genellikle toplum hayatına uymakta güçlük çektikleri
söylenir. Oysa ben böyle bir güçlükle karşılaşmadım. Cambridge’de kendimi uzun
zaman özlemini duyduğum tam bana göre bir çevre içinde bulmuştum. Daha ilk
yılda bir yaşam boyu sürecek arkadaşlıklar kurdum, çocukluk yıllarımın o
dayanılmaz yalnızlığını duymadım içimde bir daha. Cambridge’deki ilk üç yılımı
matematiğe verdim, dördüncü yıl felsefe çalıştım. Gerçi orada öğrendiğim
felsefe sistemlerinin hiçbirini sonraları beğenmez olmuştum ama felsefe
öğrenimi zevkli bir şeydi, çözümlemek istediğim birtakım ilginç sorunlar
uyandırıyordu kafamda. Özellikle matematiğin temelleri konusundaki sorunlar
ilgimi çekiyordu. Doğru, kesin bir bilginin varlığına inanmak istiyor, bunu da
matematikte bulacağımı umuyordum. Ama bir yandan da öğretmenlerimin gösterdiği
matematik tanıtlarının çürük olduğunu anlamıştım. Gelecekte daha sağlam tanıtların
bulunacağına inancım vardı. Sonraları matematik çalışmalarımı derinleştirince
bu gibi umutlar beslemekte az çok haklı olduğumu anladım, ama bunun için yirmi
yıl beklemem gerekmişti.
Cambridge’deki öğrenimimi bitirdikten sonra felsefe ile politika arasında
bir seçme yaparak hayatımı buna göre düzenlemek zorunluğuyla karşılaştım.
Politika, 16. yüzyıldan bu yana Russell ailesinin tek uğraşıydı; başka bir yol
seçmek atalarıma karşı yapılabilecek en büyük saygısızlık olacaktı.
Polititikayı seçmekle rahat bir yaşam süreceğimi ben de biliyordum. İrlanda
Bakanı olan John Morley bana bir
memurluk teklif etmişti. Paris’te İngiliz Büyükelçisi olan Lord Dufferin de konsoloslukta bir iş bulmuştu. Ailem bana her
yoldan baskı yapmakta devam ediyordu. Bir süre kararımı veremedim, ama sonunda
felsefenin çağırışı daha ağır bastı. Bu, ilk çatışmam olması bakımından acı bir
yaşantı idi benim için. Ondan sonra başımdan öyle çok çatışmalar geçti ki,
birçok kimse benim bundan hoşlandığıma bile inanır oldu. Oysa ben herkesle uyuşarak
dingin (sakin) bir yaşam sürdürmeyi isterdim. Ama doğruluğuna yürekten
inandığım birtakım ilkeler uğruna hep savaşmak zorunda kaldım-hem de en
istemediğim zamanlarda. Felsefeyi seçtikten sonra uzun bir süre her şey yolunda
gitti. Felsefeyle uğraşmanın budalalık ve züppelik sayılmadığı bilimsel bir
ortamda yaşıyordum. Bu dinginlik 1914 e değin sürdü.
O yıl birinci dünya savaşı patlak
verdi. Savaşın korkunç bir budalalık olduğuna inanıyor, her iki tarafın
yöneticilerini sorumlu ve suçlu buluyordum. İngiltere’nin savaşa girmeyip tarafsız
kalmasını istiyordum-bu da olmayınca savaşı yermeye devam ettim. Artık eski
arkadaşlarımın çoğu yüz çevirmişti benden; daha kötüsü ulusal eğilimden ayrı
kalmıştım. Bu durumda kendimde varolduğunu daha önce bilmediğim bir takım
güçlere dayanmak zorunda kaldım. Dindar olsam Tanrının Sesi diyebileceğim bir
şey beni tuttuğum yolda gitmeye zorluyordu. Ne o zaman, ne de daha sonra savaşın bütün bütün saçma ve kolayca
kaçınabilecek bir şey olduğunu iddia etmedim. Ama özellikle bu Birinci Dünya Savaşı bana gereksiz görünüyordu. Oysa
İkinci Dünya Savaşının gerekliliğine inanmıştım savaş hakkındaki görüşlerimi
değiştirdiğimden değil, bu kez koşullar öncekinden çok başka olduğu için böyle
düşünüyordum. Daha doğrusu İkinci Dünya Savaşını hazırlayan nedenler Birinci Dünya
Savaşının doğal sonuçlarıydı. Rus komünizmi, İtalyan faşizmi ve Alman
Nazizizmi hep Birinci Dünya Savaşından almışlardı köklerini. İkinci Dünya
Savaşının, sonuncu dünya savaşı olmadığı korkusunu haklı gösteren bu karmakarışık
ve dengesiz ortamda her gün biraz daha artan bir komünizm tehlikesi vardır;
Almanya, Fransa ve bir zamanların Avusturya-Macaristan İmparatorluğu uygarlık
alanında eski parlak günlerini yitirmiştir; Asya ve Afrika’da durum son derece
gergindir, her an karışıklıklar çıkabilir. Bu ortamda dünya şimdiye değin
görülmemiş kanlı savaşlara sahne olabilir. İşte bu ortamı yaratan Birinci Dünya
Savaşıdır. Bütün bu bozukluklar Birinci Dünya Savaşından almışlardır
kaynaklarını. Şimdi, bir an için İngiltere’nin tarafsız kalıp savaşa katılmadığını
düşünelim. Ne olurdu bu durumda?
Bir kere savaş o kadar uzun sürmezdi
ve Almanya’nın başarısı ile sonuçlanırdı. Amerika da savaşa katılmak zorunda
kalmazdı. İngiltere eski gücünden ve zenginliğinden bir şey yitirmemiş olurdu.
Almanya Nazizme sürüklenmez, Rusya’da ise belki yine bir devrim hareketi olurdu
ama bu bir Komünist ihtilâli olmazdı elbet. Çünkü, öyle kısa sürecek bir savaş
sonunda Rusya 1917 deki gibi korkunç bir karışıklığa düşmezdi. Gerçi bizim,
tarafın savaş propagandası Almanya’daki imparatorluğu son derece sert bir rejim
olarak gösteriyordu ama aslında bu rejimin yaptıkları kuru kabadayılık ve
budalalıktan pek öteye gitmiş değildi. Kaiser’in Almanya’sında bir süre
yaşamış, bu ülkedeki ilerici güçlerin sonunda mutlak başarıya ulaşacakları
kanısına varmıştım. Kaiser’in Almanyasında İngiltere ve İskandinavya dışında
kalan ülkelerin bugün hiçbirinde bulunmayan bir özgürlük vardı. O zamanlar
bize bu savaşın özgürlük ve demokrasi uğruna yapıldığını, ve militarizme karşı
olduğunu söylemişlerdi. Oysa, savaşın sonunda özgürlük iyice azaldı,
militarizm de gittikçe yaygın bir hal aldı. Demokrasiye gelince sonunun ne ye
varacağı bugüne değin belli değil. Bence
İngiltere savaşa katılmayarak tarafsız kalsaydı Almanya’nın çabuk ve kolay bir
başarıya ulaşmasını sağlamış olurdu. Bugün de dünyanın duru mu bu denli
karışık, bu denli bozuk olmazdı. Ben buna inanıyorum. Savaş sırasındaki
tutumumu bu yüzden her zaman haklı görmüşümdür. Yine Birinci Dünya
Savaşı boyunca Almanların «resmi ağızlar»ın gösterdiği kadar kötü bir ulus
olmadığına çevremi inandırmaya çalıştığım için kendimi haksız görmüyorum,
Çünkü, Versailles antlaşmasının ağır koşullarla dolu olması birçok kötü
sonuçlar doğurmuştur; ve eğer Almanya’ya karşı duyulan bu aşırı ve yersiz korku
olmasaydı Versailles antlaşmasının koşulları da o denli ağır olmazdı. İkinci
Dünya Savaşı apayrı bir durum sayılmalıydı. Çünkü o zaman kendi
budalalıklarımızın cezası olarak insanlığın geleceğini kurtarmak için Nazi
Almanyası ile savaşmak zorunda kalmıştık. Eğer bugün Ruslar bütün dünyayı
egemenlikleri altına almaya kalkışsalar korkarım bu kere de onlara karşı
savaşmak zorunda kalacağız. Ama bütün bunlar hep 1914 ün hatalarından çıkmış
sonuçlardır; eğer bu hatalardan kaçınılsaydı bu sonuçlar ortaya çıkmazdı.
Birinci dünya savaşının sonu yalnızlığımın da sonu değildi, tersine daha
yoğun bir yalnızlığın başlangıcıydı benim için (birkaç yakın arkadaşımı
saymazsam). Bunun da nedeni Rusya’daki yeni ihtilal hükümetini tutmayışımdı.
Rus devrim hareketi patlak verince hemen herkes gibi (hatta o zamanki adı ile
Petrograddaki İngiliz elçiliği gibi) ben de bunu iyi karşılamıştım. 1918 ve 19 un karmaşık olaylarını uzaktan izlemek pek kolay olmuyordu; ve
ben Bolşevikler hakkında henüz olumlu ya da olumsuz bir yargıya varmış değildim.
Ama 1920 de Rusya’ya gittim, Lenin ve diğer Rus ileri gelenleriyle uzun ve etraflı
konuşmalar yaptım. Bu yönetim örgütünün nasıl işlediği hakkında bilgi edindim.
Sonunda şu kanıya vardım ki bu rejim altında tasarlanan ve uygulanan her şey
liberal tutumlu bir kimsenin isteklerine taban tabana zıt niteliktedir. Bu rejimin
hiçbir iyi yanını göremiyor, insanlar için gittikçe daha da çekilmez olacağını
düşünüyordum. Bolşevik rejimindeki tüm kötülüklerin bir tek kaynağı vardı: o da
bağnazlığın doğal bir sonucu olan özgürlük ve demokrasi düşmanlığı idi. O günlerde
radikaller Rus devriminin her ne pahasına olursa olsun desteklenmesini istiyor,
gerekçe olarak da gerici çevrelerin bu devrime karşı olduklarını, devrimi
yermenin onların işine yarayacağını söylüyorlardı. Önceleri ben de bu
gerekçenin Rus devrimini tutmak için yeterli olduğunu düşünmüş, nasıl bir tutum
izliyeceğime bir türlü karar verememiştim. Ama sonunda doğruya daha yakın
bulduğum bir tutumu benimsedim. Bolşevik rejiminin kötü bir rejim olduğunu,
buna yürekten inandığımı açıkça söyledim. (Bugüne değin bu görüşümü değiştirecek
bir sebeple karşılaşmış değilim). Bu konuda 1914 den o yana edindiğim
arkadaşların çoğu ile düşüncelerimiz ayrılıyordu; birçok kimse savaşa karşı
tutumum yüzünden benden hâlâ nefret etmekteydi. Küçük bir azınlık da Bolşevikleri övmedim diye düşman olmuştu bana.
1920’de Rusya’ya gidişim hayatımda bir dönüm noktası oldu. Orada kaldığım
süre boyunca gittikçe artan ve sonunda dayanılmaz bir saplantı halini alan bir
korku uyanmıştı içimde. Rusya bana acımasız, ikiyüzlü gardiyanların yönettiği
uçsuz bucaksız bir zindan gibi göründü. Arkadaşlarımın bu adamları özgürlük
kahramanları gibi el-üstünde tutmaları, kurdukları rejimi bir cennet saymaları
beni şaşkına çevirmişti. Bu muydu
cennet?
Ya ben çıldırmıştım,
ya da onlar. Ama savaş yıllan sırasında başkalarının etkisine kapılmayıp kendi
görüşlerime dayanarak yargıya varmasını öğrenmiştim. Tarih kurallarını
gözönünde tutarak Rusya’daki devrim gücünün de Fransa ihtilalinde olduğu gibi
ergeç emperyalizme kayacağını düşünüyordum. Bolşevikler
hakkındaki gerçek düşüncelerimi ( açıkladığım zaman eski politika arkadaşlarım
ve daha sonraları bana bu konuda hak verecek olan birçok kimse beni burjuvazinin
dalkavukluğunu yapmakla suçladılar, ve benden yüz çevirdiler. Öte yandan
gerici çevreler neler söylediğime pek dikkat etmedikleri ve bu yüzden
kendilerinden yana olduğum kanısına kapılmadıkları için benden şurada burada,
hatta yazılarında «ciğeri beş para
etmez bolşevik domuzu» diye söz etmeye devam ediyorlardı. Böylece her iki
çevrenin de düşmanlığını kazanmıştım. Bütün bunlar benim için acı şeylerdi.
Ama o sıralarda Çin’e giderek orada Avrupa’nın karışıklığından uzak bir yıl
geçirmem acılarımı biraz olsun unutmama yardım etti. Ondan sonra yine bir takım
çatışmalarım oldu ama bunlar savaş ve bolşevikler hakkındaki düşüncelerim
yüzünden giriştiğim çatışmalara kıyasla daha düzeyde kalan, daha etkisiz
şeylerdi.
1921’de Çin’den döndükten sonra bir süre aile işleriyle, çocuklarımın
eğitimi ile uğraştım. Geleneksel eğitimi beğenmiyordum ama birçok okullarda
uygulanan «yeni eğitim»i de bilimsel yönden oldukça yetersiz buluyordum. Bana öyle geliyordu
ki (bugün de aynı düşüncedeyim) eğer bir adam gençliğinde sıkı ve özlü bir
öğrenim görmemişse İngiltere’deki gibi teknik bakımdan gelişmiş uygar bir
toplumda önemli bir yeri olamaz. O zamanki okullar arasında benim istediğim
nitelikte bir öğretim, programı uygulayanı yoktu. Kendim bir okul açmayı
düşündüm. Ama bu yönetim bilgisi gerektiren bir şeydi, bense bu konuda kendimi
oldukça yetersiz buluyordum. Böylece okul kurma tasarılarım da boşa çıkmıştı.
Neyse o sıralarda gittikçe düzelerek gerçekten öteki okullar arasında sivrilmiş
olan bir okul bulabilmiştim. Eğitim üstüne iki
kitap yazdım, ve bu konuda uzun uzadıya kafa yordum; ama tabii bir şeyi düşünmek
her zaman onu yapmaktan çok daha kolaydı. Çocuklara tam özgürlük verilmesine
karşıyımdır. Bence çocukların günlük yaşayışı belirli bir düzene sokulmalıdır.
Ama bu düzenin uygulanmadığı günler de olmalıdır. Yetişkin bir insandan
topluma kolaylıkla uyması bekleniyorsa ona daha çok küçük yaşta evrenin
merkezinde kendisinin bulunmadığı ve herhangi bir durumda en önemli şeyin
kendi istekleri olmadığı öğretilmelidir. Birçok ’yeni eğitimci okullarda
olduğu gibi teknik yetkinliği gözetmeden yalnızca özgünlüğe (originality) değer
vermek de yanlış bir tutumdur. Yeni eğitimin beğendiğim birçok yanlan var:
özellikle konuşabilme özgürlüğü, hayat gerçeklerini görerek, deneyerek öğrenme
özgürlüğü, ve acımasız bir davranıştan çok ağızdan kaçan basit bir küfür üstünde
duran o saçma törelciliğin bir yana itilmiş olması gibi. Ama genellikle kötü
bir disipline karşı olanların disiplinin kaçınılmaz gerekliliğini unutacak
kadar ileri gittikleri çok görülmüştür. Oysa disiplin, özellikle öğrenim
alanında son derece gerekli olan bir şeydir.
İlerleyen yaşım ve
yaşantılarım eski inançlarımı belki değiştirmeli ya da onlara bir şeyler
katmalıydı, ama pek öyle oldu diyemem. Yalnız özgürlüğün çok belirli sınırlan
olan bir ilke olduğuna inancım gittikçe artmıştı; bu sınırların özellikle eğitim
alanında çok tipik bir durum gösterdiklerini anlamıştım. İnsanların belirli bir durum karşısında
nasıl davranacakları ençok alışkanlıklarına bağlıdır; iyi alışkanlıklar ise
disiplinsiz elde edilemez. Çoğumuz hayatımız boyunca hiç bir şey
çalmayı düşünmemişizdir; ama şimdi bize çok doğal gelen bu alışkanlığın
yerleşmesinde yüzyıllar boyu süregelmiş polis disiplininin büyük payı
olmuştur. Eğer çocuklara iyi ve doğru davranış yollan öğretilmezse hepsi
birbirinin elindekini kapmaya çalışır ve en iyi yiyecekler en güçlülerin
elinde kalır. Bugün dünyanın daha düzgün bir ortama girmesi devletlerarası
anarşinin sürüp gitmesiyle değil ulusarası bir yasanın yürütülmesiyle
gerçekleşebilir. Bunun başarılması için de uluslarası bir gücün desteği
gerekir. Ekonomi dünyasında eski Laissez
Faire (Hükümetin endüstri ve ticaret işlerine karışmaması) öğretisini hâlâ
düş peşinde koşan birkaç kişiden başka tutan kalmamıştır bugün. Dünya
kalabalıklaştıkça yönetim düzenini sağlamak için denetleme daha da gerekli
olmaktadır. Tabii bu sevilecek bir durum değildir. Odysseus’un dünyası ilginç
bir dünyadır: gemi ile bir adadan ötekine yolculuk yapmak her limanda güzel bir
kadının sevgisini kazanmak iyi bir şey olsa gerek. Ama şimdi göçmen kotaları
varken böyle bir yaşam sürdürmek olacak şey değildir. Tek başına olan Odysseus
için oradan oraya göçmek zor değildi, ama Yüz milyon Çinli Calypso’nun adasına
çıkıverseydi hayat pek de öyle kolay olmazdı sanınm. Aslında basit bir kural
var bu gerçeklerin ardında. İnsanlar yalnızca kendilerini ilgilendiren
konularda özgür olmalıdır, ama başkalarının hakkını yemek eğiliminde oldukları
zaman özgürlüklerinin kısıtlanması gerekir. Bu kural basit gibi görünürse de
bütün ayrıntıları ile uygulanması çok zordur. Bu yüzden insan özgürlüğünün
sınırları bugüne değin kesinlikle belirlenmiş değildir.
Hayatım boyunca hep dünyada olup biten önemli olaylarla uğraştığım halde
yine de kendimi bir soyut düşünür olarak görürüm. Çağlar boyu boş ve belirsiz
birtakım varsayımların, elinde kalmış olan alanlara bilimin ve matematiğin
kesin, tanımlayıcı yöntemlerini getirmeye çalıştım. Kesinliği, belirli sınırlan
severim; bulanıldıktan, belirsizlikten nefret ederim. Anlayamadığım bir sebepten
dolayı bu görüşlerim birçok kimsede benim duygudan yoksun soğuk bir insan
olduğum kanısını uyandırmıştır. Duygulu bir insanın kendi kendini aldatarak
mutlu olması, başka türlüsüne erişemediği için bir budalalar cennetinde
yaşamaya boyun eğmesi gerek onlarca. Oysa ben hiç de bu düşüncede değilim. Bir
şeye karşı ilgi duydum mu, onun hakkındaki bütün gerçekleri bilmek isterim-iyi
de olsa, kötü de olsa. Felsefeyle ilgilenmeye başladığım zaman içimde kalmış
bir özlem vardı: bir dine bağlanma, inanma isteği. Felsefede bu özlemimi
giderecek bir şeyler bulmayı umuyordum. Bir süre Platon’un sonsuz ideler
dünyasında avutmaya çalıştım kendimi. Ama. sonunda bütün çabalarımın boş
olduğunu anladım. Bugüne değin felsefede dinsel inanç
özlemlerimi karşılayacak bir şey bulamadım diyebilirim Bu bakımdan felsefe
beni hayal kırıklığına uğrattı, ama felsefenin insanlığı ilgilendiren birçok
sorunu aydınlattığı da yadsınamaz. Gençliğimde «görüş meselesi» diye
savuşturulan birçok konu bugün kesin ve bilimsel bir nitelik kazanmıştır. Ben
bundan kıvanç duyuyorum ve bu sonuca ulaşılmasında benim de bir payım olduğunu
düşündükçe felsefe alanındaki çabalarımın boşa gitmediğine inanıyorum.
Ama bugün içinde yaşadığımız dünyada soyut sorunlar üstünde durmak
gittikçe daha imkansız bir şey olmuştur. Günün olayları düşünürün ilgisini
beklemekte, içine çekildiği o fildişi kuleyi yavaş yavaş yıkmaktadır.
İnsanlığın geleceği ne olacak sorusu her gün biraz daha sanyor düşüncelerimi.
Ben, Viktorya Çağının iyimser havası içinde büyüdüm. Bu yüzden o günlerden
kalma bir alışkanlıkla biraz çabuk umutlanıyorum belki. Oysa bugünün dünyasında
umutlanmak kolay değil; dayanıklı olmak çok ilerisini görebilmek gerek. Ama ben
önümüzde karanlık günlerde olsa insanlığın sonunda aydınlığa
çıkacağına inanıyorum; elbet bir gün hep birlikte beklemeyi, dayanmayı
öğreneceğiz; elbet bir gün kaba kuvvetin baskısı sona erecek. İnsanlık birtakım
gerçekleri görmelidir artık. Sağgörünün gelişmesini gözetmeden yalnızca
uzmanlığa önem vermek bizi hiçbir yere götürmeyecektir. Bugün törel ve düşünsel
nitelikler birbirinden ayrılamayacak kadar içiçe girmişlerdir. Kötü tutkular
insanın gerçeği görmesini engeller. Yanlış inançlar da kötü tutkuları özürlü
gösterirler. Bu dünyanın üzerine çöken karanlıktan sıyrılıp aydınlığa çıkması
için hem mantıklı ve sağlam bir düşünüşe, hem de iyi duygulara ihtiyaç vardır. Ama ne yazık ki insanoğlu bu aşamalara
ancak her şey elden gittikten ve en büyük yıkımlara uğradıktan sonra
ulaşabiliyor. Bu görüşümde yanılmış olmayı yürekten dilerdim. Ne olurdu sağgörü
daha kolay, daha acısız bir yolla elde edilebilseydi... Ama bu yeni dünyanın
gereksindiği yeni anlayışa en zor yoldan da olsa ulaşacağız ergeç. İnsanlık
tarihinin altın çağlan geçmişte değil gelecektedir-buna sarsılmaz bir inancım
var.
İnsanoğlunu düşünür olmaya sürükleyen birçok etken vardır. Bunlar arasında
en saygıdeğeri dünyayı tanıma, öğrenme isteğidir. Felsefe ile bilim’in kesin
olarak ayrılmadığı çağlarda bu etken ağır basıyordu. İnsanları felsefeye
yönelten başka bir etken de duyularımızın aldatıcılığıdır. Bu yüzden bir takım
sorular takılagelmiştir insanoğlunun aklına:
Gökkuşağı nerededir?
Varlıklar gerçekte gün ışığında
göründükleri gibi midir, yoksa ayışığında göründükleri gibi mi?
Aynı sorunun daha yeni bir
şekli-Varlıklar gözümüzle gördüğümüz gibi midir, yoksa mikroskoptan
göründükleri gibi mi?
Bu türlü bilmecemsi sorulara daha
sonra yeni ve büyük bir sorun eklendi: Yunanlılar Olympos Tanrılarının
varlığına kuşku ile bakmaya başladıkları zaman yaşamlarında geleneksel
inançlarından boşalan yeri doldurmak için felsefe’ye başvurdular. İşte bu iki
temel etkenin birleşmesiyle felsefe’de iki yoldan [gelişen bir akım
başgösterdi: Bir yanda günlük hayatta bilgi olarak kabul edilen birçok şeyin
gerçek bilgi olmadığını tanıtlama amacı-bir yanda evren’i istediğimiz biçime
sokan basit inançlarımızın ötesinde çok daha sağlam ve derin bir felsefi gerçek
bulunduğunu belirlemek amacı güdülüyordu. Genellikle felsefe’de kuşku bir
itici güç, kesinlik ise tek amaç olmuştur. İnsanoğlu zamanla duyularına da,
bilime de, dine de kuşkuyla bakmaya başlamıştır. Her düşünürde bu kuşkulardan
birinin ötekilere kıyasla daha ağır bastığını görürüz. Düşünürlerin bu konularda
öne sürdükleri çözümler de hiç birbirine benzemez. Bu bakımdan aralarında
düşünce birliği yoktur. Giderek, bu sorulara bir çözüm bulunup bulunmayacağı
konusunda da anlaşmış değillerdir.
Benim felsefeye yönelmemde bütün bu saydığım geleneksel etkenlerin payı
olmuştu. Ama bunlar arasında ikisinin etkisi daha belirliydi. İlk ve en
devamlı etken kesin olarak doğruluğuna inanılabilecek nitelikte bir bilgi’ye
ulaşma amacıydı İkinci önemli etkense içimdeki dinsel özlemleri gidermek
çabasıydı. Sanırım beni felsefeye yönelten olayların ilki daha felsefenin ne
demek olduğunu bilmediğim sıralarda-onbir yaşımdayken geçmişti başımdan. Bir
tek kardeşim vardı, o da benden yedi yaş büyük olduğu için çocukluğum
genellikle yalnız geçmişti. Bu yüzden ben ağırbaşlı bir çocuk olarak büyüdüm.
Düşünmek için çok zamanım oluyordu, ama üstünde düşünmeye değer konularda
bilgisiz sayılırdım. Kendim pek farkında değildim ama bende tam bir matematik
kafası vardı. Çünkü tanıtlama eyleminden çok hoşlanıyordum. Sonra büyüyünce
benim bu zevkimi paylaşan daha birçok kimse bulunduğunu anladım. (Kuramsal
matematik profesörü olan arkadaşım G.H. Hardy bunlardan biriydi.) Bir
keresinde bana 'şimdi senin beş dakika sonra öleceğini belirleyen bir tanıt
ele geçirsem seni yitirdiğime çok üzülürdüm ama bir tanıt bulmuş olmanın vereceği
kıvanç bütün üzüntümü dağıtırdı..’ demişti. Hiç gücenmemiştim ona, böyle
düşünmesini garip karşılamamıştım. Geometri öğrenimine başlamadan önce birisi
bana bu bilimin tanıtlayıcı bir niteliği olduğunu söylemişti. Bu yüzden
ağabeyim bana geometri öğreteceğini bildirdiği zaman çok sevinmiştim. O
zamanlar da geometri deyince akla Euclid gelirdi tabii. Ağabeyim önce
tanımlardan başladı öğretmeye. Bunları mantığım çabucak kavrıyor, kabul
ediyordu. Ama sıra aksiyomlara gelince iş değişti. «Bunlar tanıtlamaz» demişti
ağabeyim. «Ama geometride herhangi bir şey tanıtlamak istediğin zaman bu
aksiyomların doğruluğunu varsayacaksın.» Bu sözleri duyunca bütün umutlarım
dağılmıştı. Bir şeyi gerçekten tanıtlayabilmek bana büyük kıvanç verecekti,
ama bunun için tanıtlanamayan bazı varsayımların doğruluğunu önceden kabul
etmek gerekiyordu. Ağabeyime biraz kızgınlıkla bakarak «Peki ama bu varsayımlar
tanıtlanamazsa doğru olduklarını nasıl kabul edeyim?» diye sordum. «Sen
bilirsin,» demişti ağabeyim «kabul etmiyorsan bu derslere devam edemeyiz.»
Bunun üzerine ben-işin nereye varacağını anlamak istediğim için aksiyomların
doğruluğunu geçici olarak kabul etmek zorunda kaldım. Ama kesinlik ve açıklık
bulacağımı umduğum bir ortamda kuşku ve karışıklık içinde kalmıştım. Benim bilmediğim
bir yanıtlaması olduğunu sandığım, çoğu kez de unuttuğum bu kuşkular beni
matematikten soğutmamıştı. Bilimler içinde yine en çok matematiği seviyordum.
Matematik kurallarının fiziksel dünyaya nasıl uygulanabileceğini hep düşünür
dururdum. Günün birinde insan davranışlarının da makinelerinki kadar kesin bir
matematiği olacağını umuyordum. Böyle bir umuda kapılmamın nedeni tanıtlama
eyleminden hoşlanmamdı. Bu tutkum bendeki «özgür istem»e inanma eğilimini bile
baltalıyordu zaman zaman. Ama matematiğin geçerliliği hakkındaki esas
kuşkularımı hiçbir zaman gideremediğimi söylemeliyim.
Yüksek matematik öğrenmeye başladığım zaman yepyeni birtakım zorluklarla
karşılaştım. Öğretmenlerim bana çürük olduğunu sandığım birtakım tanıtlar
gösteriyorlardı. Sonradan bu tanıtların öteden beri çürük olarak bilindiğini
öğrendim. Cambridge’deki öğrenimim sırasında ve okulu bitirdikten sonra bir
süre Alman matematikçilerin daha tutarlı birtakım yanıtlar bulduğundan
habersizdim. Bu yüzden Kant felsefesinin dev ölçülemden etkilenmek için en
uygun bir durumdaydım. Kant’ın felsefesi bana yepyeni ve geniş bir görüş açısı
vermişti; bu açıdan daha önceleri aklıma takılan sorunlar küçük ve önemsiz
geliyordu bana. Sonradan bütün bunların boş ve çürük kanılar olduğunu anladım,
ama bu sonuca ancak metafizik karmaşıklıklar içinde kendimi yitirdikten sonra
varabilmiştim.. Felsefe’ye yönelişimde önemli etkenlerden biri de matematiğe
karşı duymaya başladığım nefret olmuştu. Bunun da nedeni matematik üstüne aşırı
derecede kafa yormuş olmam ve sınavlarda başarı sağlama yeteneklerimi
geliştirmek için harcadığım çabalardı. Bu çabalarım sonunda matematiğin
kurnazlık oyunları ve aldatmacalardan meydana gelmiş bir çapraz bulmaca olduğu
kanısı uyandı bende. Cambridge’deki
üçüncü yılımın bitiminde hayatımın sonuncu matematik sınavından çıktığım
zaman bir daha tek kelime matematik okumamaya andiçtim ve bütün matematik
kitaplarımı sattım. Bu durumda felsefe’ye yönelişim bana sınırsız kıvanç
vermişti bir düzlüğü aşıp ta yepyeni bir görünümle karşılaşmaşcasına tatlı bir
kıvanç.
Kesinliği yalnızca matematikte aramamıştım.
Dekart gibi (o zamanlar Dekart’ın felsefesini hiç bilmiyordum) kendi varlığımın
kendim için kuşku götürmez bir gerçek olduğunu sanıyordum. Yine Dekart gibi dış
dünyanın yalnızca bir düş olduğunu varsaymak mümkün görünüyordu bana. Ama dış
dünya bir düş olsa da bu ’düş’ün varlığı yadsınamazdı, benim bu ’düş’ü
yaşadığım apaçık bir gerçekti. Bu düşünce dizisi ilk önce onaltı yaşımdayken
aklımdan geçmişti, sonraları Dekart’ın felsefesini bu temel üzerine kurduğunu
öğrenince doğrusu sevinmiştim.
Cambridge’de felsefe’ye karşı duyduğum ilgiyi arttıran bir etken vardı.
Matematiğe karşı bile güvenimi sarsan kuşkuculuk dinin temel öğretilerine
körükörüne inanmama engeldi. Ama ben hiç olmazsa içimde dinsel inanç
denebilecek bir şey kalsın istiyordum. Onbeş yaşımdan onsekizime değin bu
dinsel inanç konusu üstünde çok kafa yordum. Hristiyanlığın temel öğretilerini
birer birer inceledim. Bu öğretilerde kendimi inandırabilmek için küçük de
olsa bir sebep bulmayı bütün yüreğimle istiyordum. Düşüncelerimi hep bir
deftere yazardım o zamanlar bu defteri hâlâ saklarım. Gençlik çağının tecrübesizliği
yansıtan düşüncelerdi bunlar, ama o zaman aklıma takılan bu sorunlardaki
bilinmezciliğe (agnosticism) (İnsanın kendi yaşantıları dışında bir şeyi
bilemeyeceğini, gerçek ve kesin bir bilgi olmadığını öne süren felsefe. (Çev.))
verecek bir yanıt bulamazdım.
Cambridge’de daha önce
adını bilmediğim birtakım, düşünce sistemlerini öğrenmiş, bunların etkisinde
kalarak çocukluk yıllarımın yalnızlığında oluşan düşüncelerimi bir yana bırakmıştım.
Derslerde Hegel’in felsefesini de okumuştuk. On dokuz cilt dolusu karmaşık
birtakım söz kalabalığı sonunda ortaya sürdüğü şey daha bilimsel ve daha yapay
bir biçime sokulmuş geleneksel inançlardan başka bir şey değildi. Hegel
evren’i sıkı örülmüş bir bütün olarak görüyordu. Onun kafasında canlandırdığı
evren bir tabak pelteye benzetilebilirdi-çünkü bir yanına dokunulsa bütünü
sarsılan bir evrendi Hegel’in evreni. Ama pelteye benzemeyen bir yanı vardı
ki o da parçalara ayrılamayışıydı. Hegel’e göre bir bütünün parçalardan meydana
gelirmiş gibi görünmesi aslında insanın bir aldanmasıydı. Tek gerçek
Saltık olan’dı; bu da Hegel’in Tanrıya verdiği addı. Ben bu felsefede bir
süre için aradığım dinginliği bulmuştum. Hegel, hele o sıralarda yakın
arkadaşım olan Mc Taggart’tan öğrendiğim şekliyle Hegel felsefesi bana hem
güzel, hem, de geçerli bir felsefe olarak görünmüştü.
Mc Taggart benden altı yaş büyük bir düşünürdü, yaşamı boyunca Hegel’in
ateşli izleyicilerinden biri olarak kaldı. Çağdaşları üstünde Mc. Taggart’ın
belirli bir etkisi olmuştu-ben de bir ara onun etkisine kapılmıştım. Zaman ve
uzay’ın gerçek olmadığına, evrenin yalnızca akıl’dan meydana geldiğine inanmak
insana garip bir kıvanç duygusu veriyordu. Ama nasıl olduysa bir gün ben bu Hegel hayranlarının çemberinden sıyrılıp
Hegel’in kendine çevirdim gözlerimi. Bu ünlü
düşünürde gördüğüm yalnızca anlamsız bir karışıklık vs birtakım kelime
oyunlarından meydana gelmiş bir söz kalabalığı oldu. Bu yüzden artık Hegel
felsefesine de inancım kalmamıştı.
Bundan sonra bir süre başka bir öğretide aradıklarımı bulduğumu sandım. Bu
öğreti aslında Platon felsefesine dayanıyordu ama ayrıntılarda değişiklikler gösteriyordu.
Platon öğretisine göre ki ben bu öğretinin oldukça ılımlı bir şeklini kabul
etmiştim değişmez, süresiz bir ideler dünyası vardı. Duyularımızla
kavradığımız dünya ise ideler dünyasının eksik bir kopyasıydı. Yine bu öğretiye
göre matematiğin konusu bu ideler dünyasındaydı, bu yüzden matematik bu
dünyada bulunmayan bir kesinlik ve yetkinliğe sahipti. Platon’un
Pythagoras’dan aldığı bu türlü ’mistik’ bir matematik anlayışı benim kafama da
uyuyordu. Ama sonunda bu öğretilere de inancımı yitirdim. O zamandan bu yana
mantığımın kabul edebildiği hiçbir düşünsel öğretide dinsel özlemlerimi
gideremedim.
Küçük yaşımda bütün çoçuklar gibi ben de hayal kurmaktan hoşlanırdım. Ama
belki başkalarınkinden farklı olarak benim düşlerimin birkaçı gerçekleşti. Bu
düşlerden biri beni eserlerimden tanıyan birtakım ünlü bilginlerden övgü dolu
mektuplar almaktı. Bu çeşit bir mektubu ilk kez alışım düşünsel yaşamımda bir
dönüm noktası olmuştu. Mektubu yazan Louis Couturat adlı foir Fransız
düşünürüydü. Couturat’nın «matematiksel sonsuz» konusunda bir kitabı çıkmıştı;
ben de bu kitap üstüne olumlu bir eleştiri yazmıştım bir yerde. Couturat
mektubunda benim geometrinin temelleri konusundaki kitabımdan söz ediyordu.
Kendisinden bu kitap üstüne bir eleştiri yazmasını istemişler, o da söylediğine
göre-eline koca bir sözlük almış ve işe koyulmuş. (Çünkü pek az biliyormuş İngilizceyi)
Mektubun geri kalan kısmı düşlerimde canlandırdığım gibi övgülü cümlelerle
doluydu. Kısa zamanda aramızda bir arkadaşlık doğmuştu. Onunla ilk kez Caen’da
bir de Paris’te görüştüm. Sonra ikimiz de birbirimizden habersiz Leibniz üstüne
birer kitap yazmıştık. Benimki 1901 de onunki 1902 da çıktı. Benim kitabım
Leibniz felsefesinin yepyeni bir yorumunu veriyordu. Bu yoruma varmak için
belirli birkaç metinden yararlanmıştım. Özellikle bu metinler üstünde durmamın
nedeni bu konudaki geleneksel yorumlara kaynak olan metinlere kıyasla bunların
Leibniz felsefesini çok daha derin ve tutarlı bir biçimde yaratmış olmalarıydı.
Couturat benim kitabımın varlığından habersiz Leibniz elyazmalarını
yerinde incelemek üzere Hanover’e gitti, ve orada benimkine çok yakın bir
yorumun doğruluğunu tanıtlıyan (Tanıtlamaya yarayan belge veya herhangi
bir şey, beyyine, hüccet. ) bir sürü basılmamış yazı geçti eline. Ama
bundan sonra yollarımız ayrıldı. Couturat
kendini yeni bir amaca vermişti. Uluslararası bir dil’in bütün dünyaya
yayılması ve tutunması için çalışıyordu... (aslına bakarsanız uluslararası
dillerin sayısı ulusal dilleri bile geçti diyebilirim) Couturat bu dillerin en
çok tutulanı olan Esperanto’yu hiç beğenmiyor İdo’yu hepsine üstün buluyordu.
Bana hep Esperantocuların aklın alamayacağı kadar alçak ve kötü ruhlu olduğunu
söyler dururdu, ama bu yargıya hangi kanıtlarla vardığını sormamıştım
kendisine. Couturat’dan duyduğuma göre Esperanto’nun tek üstün yanı aynı kökten
Esperantist (Esperantocu) diye bir sözcük türetilmiş olmasıydı. Oysa İdo
sözcüğünden böyle bir türeme yapılamıyordu. Ben bir keresinde dayanamayıp «Niçin
türetilmesin canım» demiştim. «İdiot (Bön, kalasız anlamına gelen bir sözcük.)
sözcüğü var ya!» Ama arkadaşım İdo’yu tutanlara «idiot» denmesini istememişti
nedense. Sonradan işittiğime göre Couturat 1914 seferberliği sırasında bir
kamyon kazasında ölmüştü.
Alman bilim dünyasıyla ilk önemli ilişkim Kant yoluyla olmuştur, öğrencilik
yıllarım sırasında Kant’a karşı korkuyla karışık bir saygı duyardım.
Öğretmenlerim Hegel’e de en azından bu denli bir saygı beslemem gerektiğini
söylemişlerdi bana. Ben de onların sözünü yeterli bir gerekçe olarak kabul
etmiştim-Hegel’in kendisini okuyana değin. Hegel’i okuyunca da beni
özellikle ilgilendiren matematik felsefesi konusunda ne denli bilgisiz
olduğunu, nasıl saçmaladığını gözlerimle görmüş oldum. Bu, Hegel’in felsefesini
tümü ile yadsımama yol açtı; aynı zamanda başka birtakım sebeplerle Kant
felsefesinden de yüz çevirdim. Gerçi böylece geleneksel Alman felsefesinden
uzaklaşıyordum ama bir yandan da Alman matematikçilerin matematik kuralları
üstüne yazdıkları eserler ilgimi çekmeye başlamıştı. O sıralarda bu konular
üstüne yazılmış en iyi eserlerdi bunlar. Weiterstrass ve Dedekind’in
kitaplarını yutarcasına okudum. Leibniz’den o yana matematik biliminin temelinde
yatan bir yığın fizikötesi molozunu bu Alman matematikçiler ortadan
kaldırmışlardı.
Hem bilimsel kişiliği, hem de benim üzerimdeki etkisi bakımından bu iki
Alman bilgininden daha önemli olan biri de Georg Cantor’du. Matematik alanında
yeni çığırlar açan bir kitap yazmıştı Cantor. Her satırında olağanüstü bir
dehanın izleri bulunan bu eserde olumlu bir şekilde geliştirdiği bitimsiz
sayılar kuramını açıklıyordu. Kitap çok zor geldi bana önce, içindeki bilgiyi
iyice kavrayamadım. Yeniden okumaya başladım ama bu kez okuduklarımı satır
satır bir deftere çekiyordum. Böyle yavaş yavaş ilerleyerek daha iyi
varıyordum kitabın anlamına. Bu arada kitapta birtakım yanlışlıklar gözüme
çarpmıştı. Ama yine okuduklarımı deftere çekmeye devam etmiştim. Eserin sonuna
gelince asıl yanılanın kendim olduğunu anladım. Cantor kimseye benzemeyen garip
bir adamdı matematikle uğraşmadığı zamanlar Shakespeare’in eserlerini Bacon’a
mal eden kitaplar yazardı. Bana da bunlardan bir tane yollamıştı. Kapağında
şöyle yazıyordu: «Parolanız ya Kant ya
da Cantor değil mi?» Kant onun için korkulu bir umacıydı. Bana yazdığı ‘bir
mektubunda ondan «şu matematikten hiç anlamayan safsatacı ukalâ» diye söz
ediyordu. Dikkafalı adamdı Cantor. Fransız matematikçisi Henri Poincare ile
aralarında süregelen tartışma sırasında bana yazdığı bir mektubunda «sonunda
yeniden ben olmayacağım» demişti açıkça. Gerçekten de sözünde durmuştu. Onunla
hiç karşılaşmamış olmama üzülürüm. Bir keresinde buluşmayı kararlaştırmıştık
ama tam o sırada oğlu hastalandığından hemen Almanya’ya dönmek zorunda
kalmıştı.
Bu saydığım kişilerin üzerimdeki etkisi daha çok 19. yüzyılın sonlarında
kendini belli eder. Yirminci yüzyılın başlarında kendisine karşı her zaman
derin saygı duyduğum bir adamı tanıdım. O zamanlar hiç adı duyulmamış bir
bilgin olan Frege idi bu. Eserlerinin gereken ilgiyi görmemiş olması bence gerçekten
üzülecek bir durumdur. Dedekind haklı bir ün yapmıştı bilim alanında; oysa
Frege aynı konularda Dedekind’den çok daha derinlere inmişti. Onunla aramızdaki
ilişki aslında ben daha okul sıralarındayken başlamış olmalıydı. Çünkü felsefe
öğretmenim James Ward bana Frege’nin Begriffsschrift adlı küçük bir kitabını
vermiş kendisi henüz okumadığı için değeri hakkında bir fikri olmadığını
belirtmişti. Utanarak söylemeliyim ki, kitabı ben de okumamıştım-matematik çalışmalarımı
kendi başıma ilerlettiğim zamana değin. Daha açıkçası 1879 da basılan kitabı
ben ancak 1901 de okuyabilmiştim; sanırım yine de ilk okuyucusu bendim. Frege
ile ilk kez ilgilenişim onun daha sonraki bir eseri üstüne Peano’nun yazdığı
bir eleştiri yüzünden olmuştu. Peano yazısında Frege’yi gereksiz bir ayrmtı
düşkünlüğü ile suçluyordu. Peano’nun kendisi o güne değin tanıdığım mantıkçılar
arasında ayrıntı düşkünlüğü ile ün yapmış olduğu için Frege’nin çok ilginç bir
yazar olabileceğini düşündüm. Aritmetik üstüne yazdığı kitabın ilk cildini
aldım, okumaya başladım, (ikinci cildi daha basılmamıştı o zaman.) Kitabın
önsözünü hayranlıkla okudum. Ama yazısında kullandığı kendi buluşu olan
çapraşık simgeliği hiç beğenmemiştim. Kitabın geri kalan bölümlerinde Frege’nin
ne demek istediğini ancak bu konudaki çalışmalarımı ilerlettikten sonra kavrayabilmişim.
Benim de katıldığım ve bugüne değin benimsediğim matematiği mantığın bir devamı
sayan görüşü ilk kez belirleyerek açıklayan Frege olmuştu. Yine matematikte
sayılan mantık terimleriyle ilk kez tanımlayan oydu. Bütün bunları 1884 de
başarmıştı Frege-ama bundan kimsenin haberi yoktu.
Frege de benim yirminci yüzyılın ilk aylarında düşündüğüm gibi matematiğin
mantık biliminin sınırlan içinde kaldığına, bu gerçeğin artık iyice
kesinleştiğine inanıyordu. Ama ben 1901 in Haziranında bu düşüncelerimde de
denli yanıldığımı ortaya koyan bir çelişmeyle karşılaştım. Hemen bu konuda
Frege’ye bir mektup yazdım. Frege benim bu uyarmama karşı çok soylu bir davranış
örneği gösterdi. Aritmetik üstüne yazdığı kitabın ikinci cildi o sıralarda
henüz basılmamıştı. Bu kitabına, benim belirttiğim çelişmeyi göz önüne alarak
«die Arithmetik ist ins Schwanken geraten» («Aritmetiğin temelleri sallantı
halinde...») diye bir ek not koydu. Anladığıma göre Frege sonraları
yadrasyonel matematik kavramları ile başa çıkamayınca Pythagoras’ın yaptığı
gibi aritmetiğe geometri ölçülerini uygulama yoluna sapmıştı. Onun bu tutumuna
hiçbir zaman katılmadım, ama belirli bir çıkmaz karşısında yüzyıllar önce
yaşamış bir matematikçi ile çağdaş bir bilginin aynı tepkiyi göstermiş olman
ilginç bir durumdu. Ne yazık ki Frege ile hiç karşılaşamadım. Ama ben bu
değerli bilgini bilim dünyasına tanıtmak için elimden gelen her şeyi yaptığımı
düşünerek bundan kıvanç duyuyorum.
Felsefe alanındaki daha da önemli bir ilişkim Avusturya’lı düşünür Ludwig
Wittgenstein’la olmuştur. Bir ara öğrencim olan bu genç sonra hem Oxford, hem
de Cambridge’de benim yerimi almıştı. Başlangıçta mühendis olmayı kafasına
koyan Wittgenstein bu amaçla Manchester’a gelmişti. Mühendislik öğrenimi
sırasında matematiğe karşı ilgi duymaya başlamış ve matematiğin temelleri
üstüne bilgisini genişletmek istemiş. Bu konuda çalışmalar yapan kendisine
yardımcı olabilecek birini aramış
çevresinde, beni salık vermişler o da kalkmış beni bulmak için Cambridge’e
gelmiş. Garip bir adamdı Wittgenstein,
düşünceleri de kendisi gibi garipti. Bütün bir ders dönemi boyunca onun
gerçekten üstün zekalı bir genç mi, yoksa acayip yaratığın biri mi olduğunu
anlayamamıştım. Dönem sonunda bana 'geldi, «Size bir şey soracağım» dedi, «ben
acaba aptal mıyım, yoksa değil miyim?». «Ben ne bileyim canım» dedim, «hem
bunu bana niçin soruyorsun?». «Soruyorum, çünkü eğer kafasızsam gidip havacı
olacağım, ama değilsem bir düşünür olmak istiyorum» dedi. Ona tatil içinde
felsefi bir konu üstüne bir yazı hazırlamasını söyledim. Bunu okuyunca gerçekten
kafasız olup olmadığını anlayacaktım. İkinci dönemin başında yazısını getirdi elime verdi. Daha ilk cümlesini okur
okumaz ona «hayır Wittgenstein, sen havacı olmamalısın» dedim; o da olmadı.
Wittgenstein’le uğraşmak kolay iş değildi doğrusu. Gece yarılarında kalkar
beni görmeye gelir saatler boyu odamda kafese kapatılmış bir kaplan gibi bir
aşağı bir yukarı gezinir dururdu. Kapıdan girerken hep buradan dönüşte kendimi
öldüreceğim, derdi. Bu yüzden uykudan gözlerim kapandığı halde ona kalk git
demek istemezdim. Yine bu gecelerden birinde iki saat kadar süren uzun bir
sessizlikten sonra ona, «Ne düşünüyorsun Wittgenstein,» diye sormuştum.
«Felsefeyi mi, yoksa günahlarını mı?». «İkisini de» diye cevap vermişti
bana-sonra yine sessizliğe dalmıştı. Yalnızca geceleri görüşmezdik tabii. Ara
sıra Cambridge çevresinde yürüyüşlere de çıktığımız olurdu. Bir keresinde
ısrarlarıma dayanamayıp Madingley’lerin koruluğuna girmişti benimle. Sonra
kendisinden umulmadık bir şey yapmış önüne çıkan bir ağaca tırmanıvermişti.
Wittgenstein üst dallara vardığı bir sırada korucu tüfeği elinde karşımıza
dikilmiş beni bir güzel azarlamıştı. Ben Wittgenstein’a seslenerek bir dakika
içinde aşağı inerse korucunun kendisini vurmamaya söz verdiğini söyledim. Bana
inanmış ve ağaçtan inmişti. Birinci Dünya Savaşı sırasında Wittgenstein
Avusturya ordusunda savaşmış ve ateş kes antlaşmasından iki gün sonra
İtalyanlar tarafından tutsak edilmişti. Bana göz altında bulundurulduğu Monte
Casino’dan bir mektup yazdı. «İyi bir şans eseri tutsak alındığım sırada
yazılarım yanımdaydı» diyordu. Sonraları basılan ve geniş yankılar uyandıran
bu yazılan Wittgenstein cephedeyken kaleme almıştı. Babasından kendisine büyük
bir servet kaldı. Ama o, paranın bir düşünür için sıkıcı bir yük olduğunu
söyleyerek hepsini şuraya buraya dağıttı. Sonra geçimini sağlamak için
Trattenbach adlı küçük bir köyde öğretmenlik yapmaya başladı. Bana oradan
yazdığı karamsar bir mektubunda «Trattenbach’lılar çok kötü insanlar» diyordu.
Ben, «Aslında bütün insanlar kötü» diye cevap verdim ona. Bu kez, «Öyle ama
dünyanın hiçbir yerindeki insanlar Trattenbach’lılar kadar kötü olamaz» diye
karşılık verdi. Ben böyle saçma bir şeyi mantığımın hiçbir zaman kabul
edemeyeceğini kesinlikle söyleyince mesele böylece kapanmıştı. Neyse arkadaşım
Trattenbach’dan başka yerleri de yakından tanımak fırsatını bulmuş, kötülüğün
ne denli yaygın bir şey olduğunu anlamıştı. Wittgenstein sonraları Oxford ve
Camridge’de felsefe profesörü oldu. Bu okullardan yetişen genç düşünürlerin
çoğu onun öğrencisiydi. Ben bile onun ilk öğretilerinden etkilenmiştim, ama
yıllar geçtikçe görüşlerimiz iyice ayrılmıştı. Birbirimizi çok seyrek görür
olmuştuk artık; ama onu iyi tanıdığım sıralarda keskin zekâsı, arı bilim kafası
ile son derece etkili bir kişiliği vardı.
Bilimsel yeteneklerinden çok en olumsuz bir ortamda kendini felsefeye
verebilmesiyle hayranlığımı kazanan biri vardı. O zamanın tek Yugoslav düşünürü
olan Branislav Petronievic’ti bu. Onunla yalnızca bir kez 1917 de
karşılaşmıştım. İkimizin ortaklaşa bildiği dil almanca idi. Aramızda
anlaşabilmek için Almanca konuşmak zorunda kalmıştık ama sokakta yanımızdan
geçenler bile kuşkuyla bakıyordu bize. Kısa bir süre önce Sırplar Alman
orduları önünde kitle halinde geri çekilmişlerdi. Ben bu olay hakkında bir
görgü tanığı olarak Petronievic’den bilgi edinmek istiyordum. Ama onun aklı
başka yerdeydi. Uzayda sıralanan noktaların bitimli bir sayısı olduğunu ve
bunun sayılar kuramına dayanan varsayımlarla yaklaşık olarak belirlenebileceğini
iddia eden kendi öğretisini bana açıklamaya çalışıyordu. Bu zıt amaçlarımız
yüzünden aramızdaki konuşma garip bir nitelik kazanıyordu.
Ben: «Çekilme hareketinde siz de var mıydınız?»
O: «Evet, şimdi bakın uzayda sıralanan noktaların sayısını belirlemek
için... «
Ben: «Yaya mıydınız?»
O: «Evet... bu sayının bir asal sayı olması gerekir, anlıyorsunuz değil
mi?»
Ben: «Bir yerden bir at bulup binemediniz mi?»
o: «Binmiştim ama sonra düştüm... bu asal sayıyı bulmak güç bir şey
olmamalı...»
Bütün çabâlarıma rağmen bunlardan başka söz alamadım ağzından. Anlaşılan
öyle Dünya Savaşı gibi önemsiz konularda konuşmaktan hoşlanmıyordu. Petronievic’in
çevresinde olup bitenlerden, bedensel varlığının kaygılarından düşünsel
varlığım bütün bütün sıyırabilmesi hayranlık uyandırmıştı bende. Eski çağların
ünlü Stoa’cılan arasında bile onun gibisi az bulunurdu. Birinci Dünya
Savaşından sonra Yugoslav hükümeti Petronievic’i 18. yüzyıl Yugoslav düşünürü
Boscovic’in eserlerini yeniden derlemekle görevlendirmişti bundan sonrasını
bilmiyorum.
Bu saydıklarım yaşamım boyunca beni etkilemiş olan düşünür ya da
bilginlerin yalnızca bir kaçıdır. Üzerimde bunlarınkinden de derin bir etkisi
olan iki kişi hatırlıyorum yalnızca: İtalyan Peano ile arkadaşım G.E.Moore.
Yaşamımı kesin olarak iki bölüme ayırabilirim: Birinci Dünya Savaşından
önceki ve sonraki bölümler bunlar. Bu savaş bana çok şeyler öğretti,
saplandığım bir takım önyargılardan kurtulmamı, insanlığın önemli sorunlarına
yeni bir açıdan bakmamı sağladı.
Gittikçe artan savaş tehlikesi birçok kimseleri olduğu gibi beni de korkuya
düşürüyordu. Bağdaşık Devletlerin izlediği politikayı hiç beğenmiyordum. Bu
politikanın etraflı bir açıklamasını ve savunmasını ilk kez 1902 de bir
zamanlar üyesi bulunduğum küçük bir tartışma klübünde Sir Edward Grey’den
dinlemiştim. O sıralarda İngiltere Hükümeti Bağdaşık Devletler’in politikasını
resmen benimsemiş değildi. Sir Edward Grey ve hükümetin bir üyesi olmamıştı
henüz, ama hükümetin eğilimini biliyor ve bunu destekliyordu. Ben bu politikaya
karşı olduğumu elimden geldiği kadar belirttim. Çarlık Rusya’sıyla yakınlaşmamızı
hiç istemiyordum. Üstelik Almanya ile geçici bir anlaşmaya girişemememiz için
önemli bir sebep yoktu ortada. Büyük çapta yaygın bir savaşın içinde bulunduğumuz
çağı sona erdireceğini ve genel uygarlık düzeyini çok aşağılara düşüreceğini biliyordum.
Bu yüzden İngiltere’nin tarafsız kalmasını çok istedim. Bu konuda ne kadar
haklı olduğumu yakın tarih yeterince tanıtlamıştır sanırım.
Temmuz sonunun o bunaltıcı günlerinde Cambridge’de herkesle bu konuyu
tartışıyordum. Avrupanın böyle gözü kapalı savaşa atılacak kadar çıldırmış
olabileceğine bir türlü in an amı yo rdum. Ama bir savaş çıkacak olursa
İngiltere’nin çekimser kalamayacağını anlamıştım artık. Manchester Guardian’da
çıkan ve tarafsızlık politikasının yararlarını belirten bir yazının altına
birçok profesör ve öğrenciden imza topladım.
Ama İngiltere’nin
savaşa katıldığı gün bu imza sahiplerinin çoğu fikrini değiştirmişti. Şimdi
düşünüyorum da insanların gözleri önünde büyüyen felaketi nasıl olup da
göremediklerine şaşıyorum.
O yılın 4 Ağustos akşamı sokaklarda amaçsız dolaşıp duruyor, özellikle
Trafalgar Alanı çevresinde geziniyordum. Sevinç gösterisi yapan topluluklara
rastlıyordum ara sıra. Yanımdan geçenlerin duygularını yüzlerinden okumaya
çalışıyordum. O gün ve daha sonraki günlerde beni şaşkınlığa düşüren bir
gerçekle karşılaştım. Halk savaşı istiyordu, savaşa giriyoruz diye mutluydu
neredeyse. Oysa ben, birçok
barışçılar gibi tarih boyunca insanlığın zorba ve çıkarcı yönetimlerin baskısı
ile savaşa sürüklendiklerine inanmak saflığında bulunmuştum.
Bir yandan yurt sevgisi de eziyordu yüreğimi; Almanların Marne Savaşından
önceki başarıları dayanılmaz bir üzüntü vermişti, bana. Almanya'nın yenilmesini
bir emekli albay kadar istekle bekliyordum. Yurt sevgisi duygularım içinde en
güçlüsüdür diyebilirim. Böyle bir durumda kendimi bu duygunun etkisinden
sıyırmak çok zorlu bir özveri oluyordu benim için. Ama yine de ne yapmam, nasıl
davranmam gerektiği hakkında bir an bile duraksamaya düşmedim. Bazen,
kuşkuculuk elimi kolumu bağlardı, bazen karamsarlığa kaptırırdım kendimi, her
şeye kayıtsız kaldığım da olurdu kimi zaman. Ama savaş gelip çatınca bunların
hepsini unuttum. Tanrının sesini duymuştum sanki. Boşuna da olsa savaşa karşı
olduğumu belirtmenin benim için bir görev olduğuna inanıyordum. Bütün
(benliğim bütün inançlarımla yapıyordum bunu. Gerçek sever bir insan olarak
o birbirine girmiş kavgacı devletlerin ulusal propagandalarından nefret
ediyordum. Uygarlık âşığı bir insan orlarak bu barbarlığa dönüş’e korku ve
umutsuzlukla bakıyordum. Acı çekmiş bir baba olarak genç kuşağın kırımı yüreğimi
parçalıyordu. Tek başına savaşa karşı durmamın bir yara, n olabileceğini
sanmıyordum elbet, ama insanlık şerefi adına bu savaş kasırgasına kendilerini
kaptırmamış olanlar dimdik ayakta durduklarını göstermeliydiler. Waterloo’da
erleri cepheye götüren trenlerin yola çıkışını gördükten sonra bir takım
imgeler canlanmaya başlamıştı gözümün önünde: Londra’yı görüyordum-köprüleri
yıkılıp dökülen Londra’yı, koca kentin bir sis bulutu gibi eriyip yok
oluverdiğini... Londra’lıları yürüyen hortlaklara benzetiyordum. Bazen,
acaba içinde yaşadığım bu dünya beynimi saran ateşli karabasanların yarattığı
bir dünya mı diye soruyordum kendi kendime. Ama çalışma 20runluğu bu korkulu düşleri bana kısa zamanda unutturuyordu.
Bu arada Barışçıların düzenlediği birçok toplantıda konuşmalar yaptım,
önemli bir olayla da karşılaşmadım sayılır. Yalnız bir gün Kerensky ihtilalini
desteklemek amacı ile yaptığımız bir toplantıda birtakım kimseler karışıklık
çıkardılar. Olay, Southgate Road’daki Brotherhood Kilisesinde patlak verdi.
Birtakım yurtsever gazeteler o çeverenin bütün meyhanelerine bastırdıkları bir
bildiriyi dağıtmışlardı. Bu bildiride bizim Almanlarla işbirliği yaptığımız ve
bombalanacak yerleri onlar için işaretlediğimiz söyleniyordu. Halkın gözünü
öfke bürümüştü bir anda. Büyükçe bir kalabalık toplantı yerimiz olan kiliseyi
dışardan sarmıştı. Onlara karşı koymanın akıllıca bir iş olmadığı
düşüncesindeydik. Çünkü içimizden birkaç kişi tam karşı koymazlık taraflısıydı.
Geri kalan bir avuç insanın da bu gözü dönmüş kalabalıkla başa çıkması
düşünülemezdi. Ama arkadaşlarımızdan birkaçı-aralarında Francis Meynell de
vardı sanırım-bu saldırıya karşı koymaya çalışmışlardı. Hiç unutmam, kapıdan
döndüğü zaman Meynell’in yüzü gözü kan içindeydi. Kalabalık önde bir kaç
polisle birlikte içeri daldı. Polislerden başka herkes az çok içkiliydi. Ama en
ateşlileri ucunda paslı çiviler bulunan sopalarla üzerimize saldıran gözü
dönmüş kadınlardı. Polisler önce aramızda bulunan kadın üyelerin olay yerinden
uzaklaşmasını istediler. Böylece hepsinin birer korkak olduğuna inandıkları
Barışçı erkekleri yola getireceklerdi. İşte o zaman Bn. Snowden unutulmayacak
bir davranış örneği göstererek salondan yalnız erkek üyelerle birlikte çıkabileceğini
söyledi, geri kalanlar da onu desteklediler. Polisler güç durumda kalmışlardı.
Kadınlara karşı zor kullanmak istemiyorlardı tabii. Ama yandan da kalabalık
iyice coşmuştu, bir kaçışına kovalamacadır başlamıştı içeride. Polisler bütün
bu olanlara seyirci kalıyordu, içkili kadınlardan ikisi ellerindeki çivili
sopalarla üstüme saldırmaya başlamışlardı. Bu türlü bir saldırıya karşı kendimi
nasıl koruyacağımı düşünürken üye arkadaşlarımdan biri polislere giderek beni
korumaları gerektiğini söyledi. Ama polisler omuz silkip yerlerinden
kımıldamadılar bile. Arkadaşım «Ama kendisi tanınmış düşünürlerimizden
biridir» dedi. Polisler yine aldırmıyordu. «Ama dünya çapında bir bilgindir»
diye diretti. Yine ses yok. Sonunda «Ama kendisi bir asilzadenin kardeşidir.»
deyince orada bulunan bütün polisler yardımıma koştular. Oysa artık
yardımlarını gereksindiğim yoktu. Çünkü o sırada tanımadığım bir genç kadın
saldırgan cadılarla benim arama girerek oradan uzaklaşmamı sağlamış böylece
hayatımı kurtarmıştı. Bu kere ona yönelen saldırılara polisler engel
olabilmişlerdi neyse. Sonunda ortalık durulup kalabalık dağılırken birçok
kimsenin bu arada kadınların da giysileri yırtılmış olduğu göze çarpıyordu.
Brotherhoord Kilisesinin papazı oldukça gözüpek bir Barışçıydı. Bütün bu
olanlar onu yıldırmamış benden aynı Kilisede bir konuşma yapmamı istemişti. Ama
bu kere de halk kürsüyü ateşe verdi, konuşmamı yapamadım. Hayatım boyunca
karşılaştığım şiddet hareketleri bunlar oldu. Yoksa katıldığım hiçbir
toplantıda böyle karışıklık çıktığını hatırlamıyorum. Öte yandan gazeteler
olanlan öyle büyütmüşlerdi ki, karşı tutumdaki birçok arkadaşım bana gelip «Her
toplantınız halkın tepkisi ile dağıtıldığına göre niçin bu işten
vazgeçmiyorsunuz artık?» diye soruyorlardı.
1918 de Barışçı
propagandası yapmak suçu ile dört buçuk ay hapis yattım. Neyse Arthur Balfour
yetkisini kullanarak beni cezaevinin birinci bölümüne aldırmıştı. Böylece
Barışçı propagandası yapmamak şartı ile istediğim kadar okuyup yazabiliyordum. Cezaevindeki hayat
birçok bakımlardan hoşuma gitti. Birtakım insanlarla buluşup görüşmek, önemli
kararlar vermek, zorunluluğu, habersiz bastıran konuklar yoktu bu hayatta. Çalışmalarımı
engelleyecek hiçbir şeyle karşılaşmıyordum. Cezaevinde bulunduğum süre boyunca
çok okudum. Introduction to Mathemathical Philosophy (Matematiksel Felsefeye
Giriş) adlı bir kitap yazdım ve Analysis of Mind (Akıl’ın Çözümlenmesi) adlı
kitabım için çalışmalara başladım. Bu arada koğuş arkadaşlarımla da
iligileniyordum. Ahlak düzeyleri dışarıdakilerden hiç de aşağı görünmedi bana.
Yalnız, zeka düzeylerinin biraz düşük olduğu yakayı ele vermiş olmalarından
belliydi. Birinci bölümde bulunmayanlar için-hele okumaya yazmaya
düşkünseler-hapis cezaevi korkunç bir ceza. Neyse ben Arthur Balfour’uft
kayırması ile böyle kötü bir duruma düşmekten kurtulmuştum Hiç unutmam
cezaevine girerken kapıda bir görevli bana bir takım sorular sorup
karşılıklarını bir deftere geçiriyordu. Bu arada hangi dinden olduğumu da sormuştu. «Agnostic» (Bilinemezci) dedim.
«Nasıl yazılıyor?» diye sordu, onu da söyledim. Sonunda adamcağız için çekerek «Şu dünyada bir sürü din var ama sanırım
hepsi de aynı Tanrıya tapıyor.» dedi. Bu söz bir hafta eğlendirmişti beni.
1918 in Eylül ayında cezaevinden çıktım. Savaşın son haftalarında birçok
kimse gibi ben de umutlarımı Wilson’un on dört Barış İlkesi ile Milletler
Cemiyeti’ne bağlamıştım. Ama savaş öyle çabuk, öyle garip bir şekilde sona
ermişti ki, başında kimse ne olduğunu pek anlayamamıştı. 11 Kasım sabahı savaşın
bittiğini, antlaşma yapılacağını herkesten birkaç saat önce haber almıştım.
Hemen sokağa fırladım. Karşılaştığım bir Belçika’lı askere sevinçli haberi
verdim. «Tiens, c’est chic!» dedi adam. Sonra her zaman alışveriş ettiğim
tütüncüye gittim. Yaşlı kadın «Bakın buna çok sevindim» dedi, «çünkü artık
burada gözaltına alınmış olan Almanlardan kurtulacağız.» Saat On birde antlaşma
ilân edildiği zaman ben Tottenham Court yolundaydım. İki dakika içinde bütün
mağazalarda, işyerlerinde ne kadar insan varsa sokağa dökülmüştü. Otobüsleri
yoldan çeviriyor, içine dolup istedikleri yere sürdürüyorlardı. Sokakta
birbirini hiç tanımayan bir adamla bir kadının yol ortasında kucaklaşıp
öpüştüklerini gördüm. Herkes sevinçliydi. Ben de sevinçliydim ama eskisi gibi
yalnızdım yine.
Birinci Dünya Savaşı beni birçok önyargılarımdan kurtardı, insanlığın
önemli birtakım sorunlarına yeni bir açıdan bakmamı sağladı demiştim. Bu savaş,
ayrıca yeni bir uğraş getirmişti yaşamıma. Önceleri matematiksel mantık’da sıkıntılarımı
unuturdum, ama konusu yine de kuru gelirdi bana. Oysa bu yeni uğraşın hiç de
sıkıcı, kuru bir yanı yoktu. Ben bu değişim
yüzünden kendimi, yaşıyan bir Faust’a benzetiyordum, Mephistopheles de benim
için Birinci Dünya Savaşı olmuştu.
Mantık ve soyut felsefeyi bütün bütün bırakmadım ama toplumsal sorunlar,
özellikle savaşları hazırlayan nedenler, savaşı ortadan kaldırmanın yollan
gibi konular beni gittikçe daha çok ilgilendirmeye başlamıştı. Bu alandaki
çalışmalarım matematiksel mantık konusundaki çalışmalarımdan daha zor ve
başarısız oluyordu. Toplumsal ve politik alandaki çalışmalar inandırıcılık
esasına dayanır. Oysa, benim ne yetişme tarzım, ne de geçmişteki yaşantılarım
inandırıcılık yeteneklerimi geliştirmeme yardımcı olmuştu.
Toplumsal sorunlar ötedenberi ilgimi çekerdi; zorbalıktan nefret ederdim.
Bu yüzden savaş denen şeye bütün benliğimle karşıydım. 1890 larda bir süre
Sidney Webıbs’in etkisinde kalarak neredeyse bir emperyalist olup çıkmıştım,
öyle ki Boer Savaşını (*) bile hoşgörürlükle karşılamıştım.
(*) Güney Afrika’ya
Hollanda’dan göç ederek yerleşmiş ve bir cumhuriyet kurmuş olan Boer’lerin,
topraklarında bulunan elmas ve altın madenleri yüzünden Avrupacılarla araları
açılmış, bu arada İngiltere bir anlaşmazlığı bahane ederek Boer Cumhuriyetine
savaş açmıştı.
Ama 1901 in başlarında geçirdiğim bir yaşantı düşüncelerimin yönünü değiştirdi.
Birden insanların içinde bulunduğu korkunç yalnızlığın farkına varmıştım. Bu
yalnızlığı hiç değilse azaltmanın yollarını araştırmak için güçlü bir istek
doğmuştu içimde. Birkaç dakika kadar kısa bir süre içinde Boer Savaşı, eğitim
sistemi ve ceza kanununun sertliği, insanlar arasındaki ilişkilere hakim olan
kavgacılık konularındaki düşüncelerimi değiştirmiştim.
Bu yaşantılarımın sonucunu The Free Man’s Worship (Özgür Adam’ın Tanrısı)
adlı kitabımda belirttim. On yıllık bir süre boyunca bütün çabamı arkadaşım
Whitehead’le ortaklaşa yazdığımız Principia Mathematica adlı kitabın tamamlanmasına
harcamıştım. Başka konularla ilgilenecek zamanım olmamıştı bu ara. Kitabın
tamamlanması ile yeni bir düşünse! özgürlüğe kavuşmuş, böylece savaş sırasında
oluşan düşüncelerime yeniden bir yön verebilecek duruma girmiştim.
Savaşın ilk günlerinde politik ortam ile bireyin ruh durumu arasında ne denli
yakın bir ilişki bulunduğunu görmek şaşkınlık vermişti bana. Aslında geniş bir
insan topluluğunun verdiği kararlar o topluluğu meydana getiren bireylerin
ortak duygularına, dayanır. Ben, bu duyguların politik kuramcıların dillerinden
düşürmedikleri duygularla hiç bağdaşmadığını kabul etmek zorunda kaldım. O zamanlar psikanaliz diye bir şeyin
varlığından habersizdim, ama savaşa susamış insan topluluklarının bende
uyandırdığı izlenimler sonra gördüm ki, psikanalizcilerin insanlar hakkındaki
genel düşüncelerine çok benziyordu. Dövüşmekten, öldürmekten kıvanç duyan
topluluklar üstüne bir barış dünyası kurulamayacağı gerçeğine vardım; hangi iç
ya da dış yenilgilerin insanı sertliğe, zorbalığa sürüklediğini anlar gibi
oldum. Bir toplum içinde hiçbir devrimin bireylerin inançlarım kökünden
değiştirmedikçe yerleşemeyeceği kanısına vardım. Yetişkin bir insanın
duygularında, çeşitli etkenlerin payı vardır: çocukluk yaşantıları, eğitim, geçim
çabaları, kişisel ilişkilerde başarı ya da başarısızlık gibi. Genel olarak
insanların birbirlerine karşı iyi ya da kötü duygular beslemeleri kendi
yaşamlarının başarılı ya da başarısız oluşuna bağlıdır. Tabii bu kuralı herkese
uygulayanlayız. Hiç kötümserliğe kapılmadan felaketlere göğüs gerebilenler de
vardır, hiç bir başarının yumuşatamadığı taş yürekli, yıkıcı adamlar da. Ama
genel olarak bir toplumun politik tutumuna yön veren o toplumdaki çoğunluğun
ortak duygulandır. Çoğunluğun iyi ya da kötü duygulara sahip olması ise duruma
göre değişebilir. 1914 Ağustosunun ilk günlerinden bu yana kafamda iyice
yerleşen bir inanç var: insanlığın mutluluğunu sağlamak için yapılacak ilk şey
iyi duygulan arttırmak, kötü duygulan azaltmaktır.
1920 de Rusya’ya gittiğim zaman orada
benimkinden çok başka, nefret ve zorbalık üstüne kurulmuş bir toplum felsefesiyle
karşılaştım. Savaş
konusundaki kişisel görüşlerim yüzünden geleneksel düşünce akımının dışında
kalmıştım. Rusya’da olan bitenlerin bende uyandırdığı derin tepki yüzünden de
sol kanattan ayrılmış oldum. Ama bu yalnızlığım, pek uzun sürmedi; çünkü
Batının solcuları Sovyet Komünistlerinin bir yeryüzü cenneti yaratmadıklarını
yavaş yavaş anlamaya başlamışlardı. Moskova’nın yorumladığı şekliyle Marxist
felsefede bence iki büyük yanılma vardı-biri kuramsal, biri de duygusal bakımdan. Kuramsal yanılma bir toplum için en
dayanılmaz baskının ekonomik güç’ten gelen baskı olduğuna, bunun mutsuzluğa,
yol açtığına inanılması ve ekonomik güc’ün mülkiyet hakkı ile bir tutulması
idi. Bu kuramda askeri, siyasal diğer bütün güçler ve propaganda gücü nedense
göz önüne alınmıyor, geniş bir ekonomik örgütlenmede bütün gücün anaparaçı ya
da ortakların tümüne dağılmayıp belirli bir yürütme organında toplandığı
gerçeği unutuluyordu. Bu yüzden devletin tüm anaparaya sahip olması ile baskının,
sömürücülüğün ortadan kalkacağına inanılmıştı. Böylece anapara sahibi
bireylerin elinde bulunacak olan baskı gücünün hükümet içinde görev alanların
hepsine, hatta bunlara yakın bir takım çevrelere geçeceği göz önüne
alınmamıştı. Duygusal yanılma sadece bir sağgörü yanılmasıydı. Bu da gücünü
nefretten alan bir akım üstüne mutlu bir ortam kurulabileceği inancından
doğuyordu. Nefretlerini özellikle kapitalistlere ve toprak sahiplerine yöneltmiş
olanlar için nefret etmek bir alışkanlık olmuş, amaçlarına ulaştıktan sonra
nefret edecek yeni bir takım şeyler aramaya başlamışlardı. Sonra bunun doğal
bir psikolojik sonucu olarak temizlik hareketleri, zengin Kulak köylülerinin
kitle halinde öldürülmesi, zorunlu çalışma kamplarının kurulması birbirini
izledi. Bence Lenin ve onun ilk arkadaşları insanlığın iyiliğini düşünerek
hareket etmişlerdi. Ama düştükleri kuramsal ve psikolojik yanılmalar yüzünden
cennet yerine bir cehennem yaratmışlardı. Ben bundan önemli bir ders çıkarmıştım. O
da şuydu: insanlararası ilişkilerin örgütlenmesine iyi sonuçlar alınmak
isteniyorsa sakat duygu ve düşüncelere yer vermemek gerekir.
Rusya’da kısa bir süre kaldıktan sonra Çin’e gittim, bir yılımı da orda
geçirdim. Böylece Asya’nın dev sorunlarını daha iyi kavramış olduğumu sanıyorum,.
O sıralarda Çin tam bir anarşi içindeydi. Rusya’da fazlası ile güçlü bir
hükümet varken Çin’de hemen hemen hiç yoktu. Çin geleneklerinin çok güzel
tarafları vardı ama bir yanda Batı’nın, bir yanda Japonya’nın bozucu etkileri
bunların yaşamasına engel olacaktı şüphesiz. Çin’i en azından karşısına dikilen
devletler kadar güçlenmiş modern bir endüstri ülkesi olarak görmek istiyordum.
Zamanla üç büyük ülkenin bütün dünya ülkeleri arasında sivrileceğine
inanıyordum. Bunlar Amerika, Rusya, ve Çin’di. Bu yeni Çin’in eski Çin’den çok
başkalaşmış, eski Çin’in erdemlerinden çok uzaklaşmış olacağı kanısındaydım, Bu
görüşlerim artık gerçekleşmeye başladı sanırım.
Dünya yüzündeki bütün kötülükleri ortadan kaldıracak, bütün bozuklukları
düzeltecek basit bir çözüm yolu bulunabileceğine hiçbir zaman yürekten inanmış
değilim. Tersine, bence bugün dünyamızın en büyük dertlerinden biri iyiliği ya
da doğruluğu yeterince tanıtlanmamış birtakım öğretilere insanların körükörüne
inanmış, bağlanmış olmalarıdır. Milliyetçilik, Faşizm, Komünizm ve şimdi de
Anti-komünizm gibi akımlara kendilerini kaptırmış olanlar arasında tuttukları
tarafın çıkarları için her türlü çılgınlığı göze almaya, hazır bir sürü bağnaz
insan türemiştir. Bütün bu aşırılıkların özünden benim Moskova Marksistlerinde
gördüğüm sakat bir anlayış yatıyor, çünkü bunların hepsi de tüm güçlerini
nefretten alan akımlar.
Yaşamım boyunca ben de duygularım, ilkelerini paylaştığım bir topluluğa
ait olma duygusunun özlemini çekmişimdir. Bu özlem, zaman zaman beni öylesine
etkilemiştir ki, kendimi Liberal, Sosyalist, ya da Barışçı sandığım olmuştur.
Ama gerçekte bu tutumların hiçbirini benimsedim diyemem. Çünkü mantığım,
sesini en duymak istemediğim zamanlarda bile kuşkular fısıldamıştır kulağıma;
çevremdekilerin kolay umutlarına, coşkunluklarına katılmama engel olmuş,
sonunda beni bomboş bir yalnızlığa götürmüştür. Birinci Dünya Savaşı sırasında
Quaker’ler Karşıkoymazcılar, ve Sosyalistlerle birlikte çalışırken çevremin
nefretini üstüme çekme pahasına çoğunluğun paylaşmadığı görüşleri
benimsemiştim. Ama bir yandan da örneğin Quaker’lere tarihte birçok kez savaşın
gerekli olduğu durumlar görüldüğünü, sosyalistlere aşın devlet baskısının
zararlı sonuçlar doğurabileceğini çekinmeden söylerdim. Bana kuşku ile bakarlar,
yardımlarımı yine kabul ederlerdi ama, kendilerinden olmadığımı da anlarlardı.
İlk gençlik yıllarımdan bugüne değin bütün uğraşlarımın, zevklerimin gideremediği
bir yanlışlığın acısını duymuşumdur. Bu 'herkesten ayrı olmak’ duygusu 1939 dan
bu yana biraz azalır gibi oldu; çünkü, son on beş yıldır yurttaşlarım arasında
birçok kimse önemli konularda benimle aşağı yukarı aynı düşünceleri paylaşıyorlar.
1914 den bu yana
dünyada birçok gelişimler oldu. Ama bunlar benim beklediğim, umduğum yönde gelişimler
değildi: Milliyetçilik arttı, millitarizm arttı, özgürlük ise azaldı. Dünyanın
birçok yerlerinde uygarlık ilerliyeceğine geriledi. İki büyük savaşta
kazandığımız başarı birtakım değerleri yitirmemize sebep oldu. Bugün
insanoğlunun tüm duygularını, düşüncelerini karartan bir şey var: öncekilerden
çok daha korkunç olabilecek yeni bir savaşın gölgesi. Bilimin yıkıcı gücünü
sınırlamak artık elde olan bir şey değildir. Ama bütün bu korkulu durumlara
karşın ölçülü bir iyimserliği benimsememiz için zayıf olsa birtakım nedenler
var ortada. Bugünün teknik olanakları bütün dünya ülkelerinin biraraya gelerek
’Savaş’ı ortadan kaldırmasını sağlayacak niteliktedir. Yine aynı olanaklar
bütün dünyada yoksulluğun önüne geçilmesi için yeterlidir. Bütün bunlar yapılabilir-eğer
insanlar düşmanlarının kötülüğünü düşüneceklerine kendi iyiliklerini
düşünebilselerdi. Geçmişte insanlığın mutluluğa erişmesini engelleyen birtakım
somut nedenler vardı ortada. Ama şimdi bütün engeller insanların kendi
içlerindedir. Nefret, budalalık, sapık inançlar-işte bugün mutlulukla bizim
aramızda duran engeller yalnızca bunlar. Bu saplantılarımız yüzünden korkunç
bir tehlike ile karşıkarşıya bulunuyoruz. Ama belki tehlikenin büyüklüğü
sonunda bizi uyaracak sağduyuya yaklaştıracaktır.
1898 yılı içinde arkadaşım G. E. Moore’un da yardımı ile Hegel
Öğretilerini inancımdan söküp attıktan sonra kendi kendime özgün bir felsefe
geliştirmeğe başladım. Sisli bir Londra sabahında size doğru gelen bir otobüs düşünün:
ilk önce algıladığınız şey belirsiz, yoğun bir karartıdır. Sonra yavaş yavaş
bu görüntünün bir taşıt aracı olduğunu, çeşitli parçalardan meydana geldiğini,
içinde yolcuları bulunduğunu görürsünüz. İşte Hegel’e göre ilk gördüğünüz o
bulanık imge sonraki izlenimlerinizden daha gerçeğe yakındır; çünkü sonraki
izlenimlerinizi esinleyen, 'çözümsel akıl’ın yanıltıcı uyarıları olmuştur. İşte
ben bu görünüşü bir türlü benimseyememiştim, çünkü eski Yunan düşünürleri gibi
kesin çizgilerden, belirli sınırlardan hoşlanıyordum. Hegel’den yüz çevirdikten
sonra bir süre doğa’nın o garip, görkemli çeşitliliğine inanabilmenin kıvancını
tattım. Kendi kendime «Hegel yalnız bir tek ’Gerçek’in varlığına inanıyor, ama
Kant’ın felsefesinde Oniki kategori var.» diye düşünüyorum. ’Çoğulluk’ örneği
olarak özellikle bundan etkilenmiş olmam biraz garip gibi görünebilir ama ben
burada gerçekleri olduğu gibi anlatmak istiyorum.
Hegel’den yüz çevirdikten sonra birkaç yıl onunkilere karşıt görüşlere
kaptırdım kendimi. Hegel’in yadsıdığı her şeyin gerçek olduğuna inanıyordum.
Hegel salt gerçeğin varolmadığını öne sürmüştü. Onca salt gerçeğe en çok
yaklaşan Saltık hakkındaki gerçekti, ama bu da tam gerçek sayılamazdı; çünkü
özne ile nesne’yi gereksiz olarak ayıran bir anlatımdı. Buna karşılık ben
içimden taşan bir tepkiyle, özellikle matematikte salt gerçeklerin sayısız
denecek kadar çok olduğunu öne sürdüm. Hegel bütün ayrımların bir görüş
aldanması olduğunu evren’in bir küme tüfek saçmasından çok bir çanak pekmeze
benzediğini söylemişti. Bu yüzden ben, «Evren tıpkı bir küme tüfek saçmasına
benzer» diye direttim. O zamanki inancıma göre kümedeki katı ve kesin bir
yüzeye, bir bütünlüğe sahipti ve Hegel’in ’Saltık’ı kadar saltıktı. Hegel
mantık yolu ile sayı, uzay, zaman ve madde gibi şeylerin aslında insan usunun
yarattığı birtakım kavramlar olduğunu tanıtlamaya çalışmıştı. Bense bütün bu
kavramların gerçekliğini açık ve kesin bir şekilde tanıtlayan yeni bir mantık
dizisi geliştirmiştim. 1900 yılında Paris’de toplanan Felsefe Kurultayı’na bir
yazımı okudum. Bu yazıda zaman ve uzay içinde belirli durum ve konumların
gerçekten varolduğunu öne sürüyordum. Aslında söylemek istediğim, şuydu: Hegel
bir tanıtında herhangi bir şeyin varolmadığını belirtiyor diyelim. Eğer bu
tanıtın geçerli olmadığı anlaşılmışsa o tanıtta varolmadığı öne sürülen şeyin
varolduğunu kabul edebiliriz-özellikle böyle bir varsayım matematikçinin
işine yarıyorsa. Pythagoras ve Platon evren görüşlerini matematiğin
biçimlemesine bırakmışlardı, ben de mutlu bir yürekle onları izlemiştim.
Bu aydınlık ve bulutsuz cennette mutluluğumu bozan Şeytan Whitehead
olmuştu. Bir keresinde bana «Sen dünyayı açık bir havada öğle-üstü
gözüne nasıl görünüyorsa öyledir sanıyorsun. Bana sorarsan dünya aslında
sabahın ilk saatlerinde uykudan uyanır uyanmaz gözüne göründüğü gibidir.» demişti. Onun bu
görüşünü korkunç ve sevimsiz bulmuştum, ama kendi yorumun daha iyi ya da doğru
olduğunu tanıtlayamıyordum. Sonra Whitehead matematiksel mantık yöntemini o
belirsiz, karmakarışık dünyasına nasıl uyguladığını anlattı bana. Böylece o
sevimsiz dünyasını bayramlık giysileri içinde matematikçinin gözleri önüne
sermiş oluyordu. Whitehead’den öğrendiğim bu yöntem beni çok etkilemişti.
Artık yalın gerçeğin matematik giysilerine bürünmüş gerçek kadar sevimli
olmasını beklemiyordum.
Gerçi bilimsel açıdan böyle bir görüşün benimsenmesi gerektiğine şimdi de
inanıyorum ama yalın gerçeğin giysileri olan matematik ve mantık ’örtü’lerinin
sandığımdan çok daha derin düzeylere indiği kanısındayım. Üstelik bu
giysilerden arınmış gerçeğin yalın derisi sandığım şeylerin aslında ustaca biçimlendirilmiş
giysiler olduğunu kavramış bulunuyorum. Şimdi örneğin sayılan ele alalım: Sayı
saydığımız zaman bir şey’leri sayarız, oysa bu şey’leri insanlar kendi
kolaylıkları için uydurmuşlardır. Ama, üzerinde yaşadığımız dünyanın
nitelikleri bu gerçeği görmemize engeldir. Çünkü dünyamızda ısı düşüklüğünün
sağladığı az çok bir somutluk, bir belirlilik vardır. Oysa, bambaşka bir
ortamda, örneğin kasırga gibi dönüp duran sıcak gazlardan meydana gelmiş
güneşte yaşamış olsak aynı gerçeği kavramamız pek zor olmazdı-çünkü
bilincimizde ’şey’ ya da ’nesne’ gibi kavramlar bulunmazdı. Böylece ortada
sayacak bir ’şey’ler olmadığına göre sayı saymayı da düşünemezdik. Böyle bir
ortamda Hegel’in felsefesi sağduyu olarak kabul edilebilirdi-tabii bugünkü
sağduyu da garip bir fizikötesi varsayım olmaktan öteye gidemezdi.
Bu gibi düşünceler matematik kesinliğin yaklaşık olarak bilinebilen bir
gerçeğin simgesi değil de yalnızca bir düş olduğu kanısını uyandırıyordu
bende. Önceleri her konuda erişilmesi zor da olsa, imkansız da olsa son ve
kesin bir gerçek vardır diye düşünüyordum. Örneğin, diyelim ki, elimizde aşağı
yukarı bir yarda uzunluğunda olduğunu bildiğimiz bir çubuk var. Matematiğe
sarsılmaz bir güvenle bağlandığım o eski mutlu günlerde size hiç düşünmeden bu
çubuğun bir yarda’dan ya biraz kısa ya biraz uzun, ya da tam bir yarda olduğunu
söyledim. Oysa şimdi anlamış bulunuyorum ki, bir çubuğun bir yarda’dan uzun ya
da kısa olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz ama tam bir yarda olduğunu
belirleyemeyiz. Aslında ’tam bir yarda’ sözünün belirli bir anlamı yok bence.
Zaten kesinlik Platon’un bu dünya dışına yerleştirdiği bir Helenik mit idi. Bu
kavramın yaşadığımız dünyada yeri olamayacağını düşünmekte çok haklıymış. Ama
bu, benim Platon ve Pythagoras’ın ülküleriyle uyumlaşan matematik anlayışım
için acı bir darbe olmuştu. Şimdiyse matematiği doğa düzeninin işleyişinde
gerekli bir araç olarak görmekle kendimi avutuyorum. Bugün bir savaş gemisi ya
da bomba yapmağa kalkışsanız, ya da buğdayın yetişmediği kuzey enlemlerinde
yeni bir buğday türü geliştirmek isteseniz matematiğe başvurmak zorundasınız. Bir
adamı baltayla da öldürebilirsiniz, neşterle de. Matematik belki neştere benzer
gibi gelir insana ama aslında daha çok balta’ya benzer. Daha doğrusu gerçek
dünyaya uygulandığı zaman baltanın ham kabalığını gösterir; yoksa kendi alanı
içinde operatörün elindeki neşter kadar kıvrak ve kesindir. Matematik ve
mantık dünyası kendi sınırlan içinde güzel bir dünyadır, ama bu dünya
imgelemdedir yalnız. Matematik insan düşüncesinin yarattığı bir güzellik
ülkesinde müzikle, şiirle bir arada yaşamalıdır. Bu dünyanın tozu, çamuru
içinde değil.
Biraz önce Hegel’e tepki olarak evreni bir çanak pekmez gibi değil de bir
küme tüfek saçması gibi gördüğümü söylemiştim. Bugün de bu görüşün genel
hatlanyla doğru olduğuna inanıyorum. Yalnız küme içinde somut birer saçma
tanesi sandığım birtakım şeylerin bu niteliğe hak kazanmadıklarım arılamış bulunuyorum.
Atomların bağımsız birer bütünlük olduğuna inanmaya başladığım sıralarda, o
coşkunlukla, anlamlı olarak kullanılan her sözcüğün bir şey belirlediğini,
bunun da bir şey’i belirlemek anlamına geldiğini, sanmıştım. Oysa bu görüş
açısından, mantıkçıları en çok ilgilendiren eğer, ya da, değil gibi
sözcükleri tanımlamak çok zordu. Ben de çıkar yol olarak düşsel bir mantık
dünyasında bu gibi sözcüklerin birer karşılığı bulunduğuna, bir gün
mantıkçıların bu karşılıkları daha gerçek bir ortamda yakalayabileceklerine
inanmaya çalıştım. Ya da, eğer, değil hakkındaki kuşkularımı böylece
gidermiştim ama bununla birlikte gibi sözcükler için bir çözüm yolu
bulunabileceğini sanmıyordum. Bu sözcüklerin tümünü hayvanat bahçesindeki
yaratıklara benzetiyordum. Aralarında garip birtakım canavarlar vardı-ötede
beride rahatça gezindikleri halde varolmamak gibi garip bir nitelikleri olan
canavarlar. Böyle şeylere inanan düşünürler yine var, bunların inançları
varoluşçuluk felsefesinin temeli olmuştur. Ama ben, kendi hesabıma bir çok
sözcüğün vs sözcük gurubunun tek başına bir anlamı olmadığı, yalnızca yetkin
tümcelerin anlamına bir şeyler kattığı kanısındayım. Bu yüzden düşsel bir
dünyada eğer, ya da, değil’in karşılıklarını bulmaktan umudu kestim,
Karmaşık bir yöntemin dolambaçlı yollarını izleyerek önceki düşüncelerimden
çok daha sağduyuya yakın birtakım görüşlere ulaştım.
Bütün bu değişmelere karşın elli beş yıl önce benimsediğim mantıksal
inançlarımın çoğunu bugün de korumaktayım. Dünyanın sayısız küçük parçacıklardan
meydana geldiğine, ve mantığın gösterdiği kadarı, bu parçacıklardan her birinin
öbür parçalar olmasa da aynı biçimde var olacağına inanıyorum. Hegel’in
gerçeklerin ussal olması gerektiğini belirten önermesini doğru bulmuyorum.
Bence gerçeğin ne olduğunu bilirlemek olanaklarımızın dışındadır. Whitehead’e
göre matematikçinin zaman ve uzay’ı insan elinden çıkmış yetkin araçlardı.
Ben de onun bu
görüşüne katılmıştım. Ama Whitehead doğa içinde bu araçları meydana getirecek
bir 'hammadde’ olmadığına inandırmış değildi beni-ne de kendisi böyle bir şey
düşünüyordu sanırım. Ben bugün de inanıyorum ki, dünya hakkında ya da yaşayan
varlıkların duyguları, düşünceleri hakkında bütün bildiklerimizi yalnızca
fiziksel bilim yolu ile öğreniriz; çevremiz hakkında bildiklerimizi ise
karmaşık bir takım kanıtlarla değil gözlem yolu ile kavrarız.
Matematiksel mantığı en önemli uğraş olarak benimsediğim süre boyunca
toplumsal sorunlarla yakından ilgilenmekten geri kalmadım. Boş zamanlarımda bu
sorunlar üstüne uzun uzadıya düşünürdüm. Gümrük reformuna karşıydım, kadınlara
oy hakkı verilmesini istiyordum. Bu ilkeler uğruna etkinlik göstermekten
çekinmedim. Parlamentoyu tutuyor, genel seçimlerde gönüllü olarak görev
alıyordum. Ama ancak 1914 den sonradır ki toplumsal sorunlar başlıca uğraşım
olmuştu.
Seksen iki yıllık yaşamım boyunca dünya belki her zamankine oranla daha
hızlı bir değişim geçirdi. Gençliğimdeki dünyanın görünüşte oldukça oturmuş
bir düzeni, bir dokusu vardı. Bu düzenin temelden değişmesi hiç bir zaman
beklenmezdi. Her şey İngiltere’de olduğu gibi ağır bir evrimle gelişecekti. Birtakım
Büyük Devletler vardı-hepsi de Avrupa’lıydı. (O sıralarda iç savaşın
sarsıntısından henüz kurtulmamış olan Amerika’yı çoğu kimse hesaba katmıyordu).
Fransa dışındaki büyük devletlerin hepsi krallıkla yönetiliyordu. Fransa da
ben doğmadan iki yıl önce krallık rejiminden çıkmıştı. Ben belirli bir siyasal
inanca eriştiğim sıralarda Disraeli başbakandı; İngiltere emperyalizmin mutlu
günlerini yaşıyordu. Kraliçe Victoria’nın Hindistan İmparatoriçesi ilân
edildiği, başbakanın «şerefle barışı sağladık,» diye övündüğü zamanlar.
Disraeli’nin ’barış’ dediği şey Rusya ile savaşa girmemek, ’şeref’ dediği şeyse
bugün bizim için büyük bir utanç kaynağı olan Kıbrıs Adasıydı. İşte jingo (1877 Türk-Rus savaşında
Rusya'ya savaş açma taraflısı olan aşırı milliyetçi İngiliz. (Çev.)) sözcüğü
ilk kez o yıllarda ortaya çıkmıştı. İngiltere’nin denizaşırı güçleri Afgan
Savaşı, Zulu Savaşı ve Birinci Boer Savaşında kendini göstermişti. Oysa benim
yetişme tarzım bunlara hoşgörürlükle bakmama engeldi. Çünkü çevremin etkisiyle
İmparatorluğa karşı bir tutumu benimsemiştim. Ama bu ülkünün içten bir yanı
yoktu. İmparatorluğa karşı olanların en aşırısı bile İngiltere’nin
güçlülüğünden kıvanç duyuyordu yüreğinin ta içinde. Aristokratlar ve toprak
ağaları eskisi gibi güçlüydüler yine. Amcam büyük bir endüstri kralı’nın kızı
ile nişanlandığı zaman büyükannem oğlunun ’esnaf’ sınıfından biriyle
evlenmesine karşı gelmemekle ne büyük
bir açıkgörüşlülük örneği verdiğini söyler övünürdü. İngiltere’nin dışında üç
büyük doğulu imparatorluk göze çarpıyordu: Almanya, Avusturya ve Rus İmparatorlukları
idi bunlar. Alman İmparatorluğu daha ben doğmadan bir yıl önce kurulmuştu. Rus
İmparatorluğu Batılı liberallere göre nasılsa sonunda parlamenter bir anayasayı
kabul edecekti. Ama bu üç büyük imparatorluğun bir gün yıkılabileceğine kimse
inanmazdı. Ben iyimser bir liberalizm’e içten inanmış bir genç olarak büyüdüm.
Parlamenter demokrasi ve kişisel özgürlüğün zamanla bütün dünyaya yayılacağını,
Avrupa’nın ve bu arada İngiltere’nin baskısı altında yaşayan ulusların
özgürlüğe kavuşacaklarını umuyor ve bekliyordum. Zamanla herkes serbest
ticaretin yararlarını kanıtlarla belirleyen Cobden’e hak verecek,
milliyetçilik yavaş yavaş yerini evrensel bir insancılığa bırakacaktı. John
Stuart Mill’in öğretilerini benimseyen annemle babam kadın haklarının kısıtlanmasına
karşıydılar; ben de bu tutumlarında onları izliyordum. O karanlık, korkulu
1914 öncesi ortamında bile iyimser olabiliyor, diplomatik yollarla gerginliğin
azaltılabileceğine, savaşın önleneceğine inanıyordum.
O günlerde
dünya için yararlı bulduğum, doğru bildiğim şeylere inancımı bu güne değin
yitirmiş değilim. Bunların ancak birkaçı gerçekleşti; geri kalanından umudu
kesmek zorunda kaldım. Özellikle İngiltere’nin kendi içinde olumlu birtakım
gelişimler gösterdiğini söyleyebilirim. Kadınlara oy hakkı tanınması ile
demokrasi bütünlenmiş oldu. Kişisel özgürlüğü kısıtlamayan ılımlı bir
sosyalizm uygulanmaya başlandı. Bugünün ahlâk anlayışına Viktorya Çağı’na
kıyasla geniş bir hoşgörürlük gelmiştir. İşçilerin yaşayış düzeyi oldukça
yükselmiştir. Ölüm oranı, özellikle çocuk ölümleri son derece azalmış, buna
karşılık nüfusta korkulacak bir artış olmamıştır. Bütün bunlar büyük
aşamalardır ve sanırım bu barış ortamında İngiltere gençlik yıllarımın
İngiltere’sinden çok daha mutlu bir ülke olmuştur.
Öte yandan uluslararası duruma göz atacak olursak bambaşka bir görünümle
karşılaşırız. Rusya’daki zorba Çarlık rejimi yerini çok daha aşırı ve acımasız
bir yönetime bırakmış durumda. Egemenliği altında tuttuğu ülkelerde baskı
yönetimi uygulayan ve gericiliğin simgesi diye bilinen eski Avusturya
İmparatorluğu’nun bugün büyük bir kısmı Moskova’dan gelen daha zorlu bir baskı
altına girmiş bulunuyor. Uzun bir süre anarşi içinde bocalayan Çin şimdi
korkunç bir askeri güç haline sokuluyor.
Ötedenberi liberalizm’in beşiği diye bilinen Amerika bu niteliğini yitirme
tehlikesiyle karşı karşıya bugün-ama yine de her an bir dönüş yapabilir. Bütün
bunların üstünde ise her an patlak verebilecek bir atom savaşının korkusu.
Bu dünya gençlik yıllarımın o toz pembe Viktorya Çağı dünyasından o kadar
-başka ki yeni koşullara alışmak benim için pek kolay olmuyor. Gerçekleşmesi
zor olan ya da uzun zaman isteyen ülkülerin ardından koşmak çoğu kez bıktırır
insanı; geçici bir yenilginin verdiği usançla o güne değin el üstünde tuttuğu
birtakım, değerlere sarılmanın artık hiçbir anlamı olmadığını düşünebilir.
Belki de insanlığın hak ettiği şey düzenli bir zindan hayatından başka bir şey
değildir. Bazen en umutsuz anlarımda Şeytan’ın sesi bunu fısıldıyor kulağıma.
Ama içimden taşan insanlık gururu bu sinsi kışkırtmalara başkaldırıyor. Kendi
kendime, neyin iyi neyin kötü olduğunu kararlaştırırken yargılarımı geçici
koşullara bağlamayacağım, diyorum. Savaş kazanacaklar diye kölelerden meydana
gelmiş bir orduyu alkışlamayacağım. Bugün dünyamız yeni bir takım tehlikelerle
karşı karşıya. Bunları savuşturmak için yepyeni yollar düşünmeliyiz. Ama bu
bizim «iyi yaşayış» ve «ideal toplum» kavramlarının gerçekleşmesi için
öngördüğümüz koşullar hakkındaki görüşleri değiştirmemizi gerektirmez.
İçinde bulunduğumuz zamanın koşullarına kendini uydurabilmek genellikle
olumlu bir yetenek sayılır. Biraz da öyledir. Gerçeklere gözlerini kapamak, ya
da hoşumuza gitmediği için onları yadsımak yanlış bir tutumdur. Ama her yeni çıkan
şeyin doğru olduğunu düşünerek, gerçekleri olduğu gibi kabul etme kaygısına
kapılıp kötülüğe boyun eğmek de gerekmez. Kötülüğe bile bile boyun eğmekten
daha zararlı olan şey kötülüğün varlığını yadsıyarak kendi kendini aldatmaktır.
Dünyanın her yanında kişisel özgürlüğün yönetim kontrolü ile kısıtlandığını
görürken ben kalkıp bu bakımdan yönetim kontrolünün iyi bir şey olduğunu
söyleyemem. Bu kontrol bir süre gerekli olabilir ama ideal toplumun ayrılmaz
bir parçası olduğunu kimse iddia edemez.
Gençliğimde birey ve toplum açışından yararlı bulduğum şeylere bugün de
inanıyorum, gerçekleşmelerini umutla bekliyorum. Bunların en önde geleni
modern bir savaşın sebep olabileceği büyük yıkımlara karşı güvenliğin
sağlanması. İkincisi: dünyanın her yanında, yoksulluğun önüne geçilmesi.
Üçüncüsü: güvenlik ve ekonomik refahın sonucu olarak hoşgörürlü gün, iyi
duyguların yaygın halde gelişmesi. Dördüncüsü ise kişinin-topluma zararlı
olmamak şartı ile-yeteneklerini geliştirmek, atılımlar yapmak imkanlarına
sahip olması. Bunlar yapılamayacak şeyler değildir. İnsanlar isteseler bunların
hepsini gerçekleştirebilirler. Ama gel gör ki bugün bütün dünya birbirinden
nefret eden, birbirine düşman edilmiş gruplara ayrılmış her gurup
karşısındakini son bireyine değin yok etmekle korkutuyor. İnsanlığın bu usanç
verici yaşayış şeklinden önünde sonunda bir gün vazgeçeceğini umuyorum. Özel
hayatında böyle davranan bir insana deli derler. Şimdi ben elime tabancayı
alıp komşumu öldüreceğimi söylesem şüphesiz komşum da kendini korumak için bir
tabanca edinecektir-eğer polisin ve kanunların bulunmadığı bir ortam içindeysek.
Bu durumda hayat ikimiz için de eskisinden daha tatsız, daha çekilmez
olacaktır tabii. İşte çağımız devletlerinin-sözde insan yeteneklerinin
sağlayabildiği en üstün zeka ve sağgörü ile yönetilen o koca devletlerin de
yaptığı bundan başka bir şey değildir. Dünyanın bu durumu karşısında, bir
insan olarak ne yapa bileceğimi kendi kendime sorunca birbirine zıt iki düşünce
geliyor aklıma. Durmadan çatışma halinde olan bu iki karşıt görüşten birini
'içimdeki Şeytanin Sesi dile getiriyor diyeceğim, ötekini ise İyimser
Toplumcu’nun sesi. Russell ailesi dört yüz yıl İngiltere’nin toplumsal
hayatında önemli bir rol oynamıştır. Üstelik aldığım eğitimin de etkisiyle
içimde belirli bir sorumluluk duygusu oluşmuştur zamanla. Bu sorumluluk duygusu
bende nedense çok kökleşmiş bir duygudur. İçimdeki
Şeytanın sesini ise bir dereceye kadar mantığın sesi olarak tanımlıyabilirim.
Bu kötümser, alaycı ses bazen «Hâlâ anlamıyor musun?» der bana
«Bu dünyada olup
bitenler senin oyu’na sunulmuyor. İnsanlığın yaşamaya devam edip etmeyeceği
Kruschev, Mao Tse-Tung ve Mr. John Foster Dulles’ın kararlarına bağlı, senin
gibi sıradan bir ölümlünün dileklerine değil. Onlar ’Öl’ deseler öleceğiz,
’Yaşa deseler yaşıyacağız. Onlar senin kitaplarını okumuyorlar-okusalar bile
yazdıklarını budalaca ve saçma bulurlardı. Unutma ki 1688 de yaşamıyorsun.
Russell ailesi ile birkaç güçlü ailenin biraraya gelerek kralı tahtından indirip
yerine yeni bir kral getirdikleri çağlar geçti artık. Sen değişen zamana ayak
uyduramadığın için böyle toplumsal sorunlarla uğraşıp duruyorsun.»
Belki de Şeytan’ın Sesi haklı-ama belki de değil. Belki diktatörler
göründükleri kadar güçlü değildirler gerçekte; belki kamoyu onları bir
dereceye kadar da olsa dizginleyebilecek durumdadır. Belki de kitaplar kamuoyunun
oluşmasında yardımcı olabilir. Bu umutlarla yüklenip içimdeki Şeytan’ın Sesini
bastırmaya, doğru bildiğim yolda gitmeye çalışıyorum. Ama bazen yumuşadığı da
oluyor Şeytan’ın «Hiç olmazsa,» diyor «kitap yazmak zararsız bir uğraş. Üstelik
seni birtakım kötülüklere kapılmaktan da alıkoyuyor.» İşte bu yüzden ben
yaptığım işin bir yararı olup olmayacağını bilmiyorum ama yine de kitap
yazmaya devam ediyorum.
Bu konuda fikir yürütmek benim için kolay olmayacak, çünkü biliyorum,
okuyucularım arasında bazı saygıdeğer tarih bilginleri de bulunabilir.
Kendilerine tarihin nasıl yazılması gerektiği üstüne öğüt vermeye kalkışmış
gibi olmak istemem tabii. Ben bu konuda bir tarih yazarı olarak değil bir
okuyucusu olarak düşüncelerimi belirteceğim. Ticarette bir söz vardır, «Müşteri her zaman haklıdır» derler.
Ama biz bilimsel yazarlar (kendime de bu niteliği yakıştırıyorum) pek alçak
gönüllü değilizdir. Eğer okuyucu kendisine verileni beğenmediyse bu yalnızca
onun anlayıştan ya da beğeniden yoksun olduğunu gösterir. Çünkü, okuyucu
kendisi için neyin iyi ya da yararlı olduğunu bilemez. Bu görüşe bir yere
kadar ben de katılıyorum. Bir matematikçinin hiçbir zaman okuyucu çoğunluğunu
memnun etmeye çalışması gerekmez. Doğal bilimler konusundaki eserler yalnızca
kendi alanlarındaki uzmanların anlayabileceği bir dille yazılabilir. Ama
birtakım serüvenci bilginler bu konularda insanın tüylerini ürperten kitaplar
da yazıyorlar. Bu türlü kitaplar gerçi kendilerinin ağırbaşlı eserleri arasına
katılmıyor ama yine de isimleri zarar görüyor bundan. Bu bakımdan tarih’in
durumu matematik ve doğal bilimlerinkinden farklıdır sanırım. Şimdilik toplum
içinde fizik ve matematik bilginlerine ihtiyaç var-hesap makineleri iyice
ucuzlayana değin. Ama bu mutlu duruma erişildiği zaman artık kimseye toplama
çıkarma öğretmek gerekmeyecek. Çarpım tablosunu modası geçmiş bir eğitim aracı
olarak falakanın yanına atabileceğiz. Çarpım tablosu gerçi yararlı bir şeydir,
ama güzel olduğunu kimse söyleyemez. Üstelik sağgörünün gelişmesine de pek
yardım etmez. Oysa tarih genel olarak insanın kültürünü tamamlayan bir gereç
olarak kabul edilir-şiir gibi. Bu görevini yerine getirebilmesi için tarihin
genel okuyucu kitlesinin ilgisini çekecek biçimde yazılması gerekir. Ben tarih
okumaktan her zaman hoşlanırım; bir okuyucu olarak bana eserlerinde istediğimi
veren tarihçilere içten bir saygı duymuşumdur. Bu yazımda tarih üstüne
düşüncelerimi işte bu görüş açısından belirtmek istiyorum. İlk önce tarihçi
olmayanların tarihten nasıl yararlanabileceği konusunu ele alacağım. Sanırım
tarih bilgini olmayanların da bu konuda söz söyleme yetkisi vardır.
Tarihin bir bilim
mi, yoksa bir sanat mı olduğu uzun tartışmalara yol açmış bir sorudur. Ben bu tartışmaları
bütünü ile saçma ve gereksiz buluyorum. Çünkü tarihin hem bilim hem sanat
olduğunun yeteri kadar açık bir gerçek olduğu kanısındayım. Örneğin
Trevelyan’ın Social History of Engrland (İngiltere’nin Toplumsal Tarihi) adlı
kitabı sanat açısından gerçekten övülmeye değer bir yapıt. Ama içinde
İngiltere’nin deniz gücünü ringa balıklarının alışkanlıklarındaki değişikliğe
bağlayan bir önermeye de rastladım. Ben ringa balıkları hakkında hiçbir şey
bilmiyorum. Bu yüzden önermeyi bir uzmandan geldiği için kabul ediyorum. Bu
bir bilimsel önermedir-bilimsel niteliği ne olursa olsun tüm yapıtın sanat
değerinden bir şey eksiltmez. Ama yine de tarih yapıtlarını iki guruba
ayırabiliriz sanat kaygısının ya da bilimsel kaygının ağır basmasına göre
Tarihten bir bilim olarak söz edilirken genellikle birbirinden çok farklı
iki anlam belirir. Bunlardan birincisi oldukça düzeyde kalmış bir
değerlendirmedir: tarihsel gerçeklerin belirlenmesinde bilimin yardımcı olduğu
gerekçesine dayanır. Bu durum özellikle kanıtların sayıca az ve belirsiz olduğu
ilkel tarih alanında ortaya çıkar. Ama daha yakın tarihte de çelişen kanıtlar
söz konusu olunca-ki bu duruma sık sık rastlanır yine bilimin tarihe yardımcı
olması gerekir. Procopius’a (Beşinci Yüzyılda yaşamış Bizanslı tarihçi) ne
dereceye kadar inanabiliriz?
Napolyon’un St. Helena’da kaleme
aldığı anılarının tarihsel bir değeri var mıdır?
Bu gibi sorular bir bakıma bilimi de
ilgilendirir. Çünkü, bu durumlarda birtakım kanıtların kaynaklarını
değerlendirmek gerekir. Böyle konularda bir tarihçi yalnızca kendisi gibi
uzmanlara hitap edebilir, çünkü incelenen konu karmaşıktır ve uzmanlık
işidir. Geniş çapta bir tarih yapmak için bu türlü derinlemesine çalışmaların
daha önceden yapılması gerekir. Tarih gerçi sanat kaygısı gözetleyerek
yazılabilir ya da okunabilir, ama gerçeğe bağlılık bakımından değerlendirilmesi
zorunludur. Gerçeğe bağlılık sanatın da öngördüğü bir koşuldur, ama kendi
başına bir sanat üstünlüğü sağlamaz. Bunu sone’nin kurallarına
benzetebiliriz-sone’nin kurallarına sıkı sıkıya bağlı kalmak şiirin kendisine
sanat açısından bir değer kazandırmayabilir. Ama bir tarihçi gerçeklere elinden
geldiği kadar bağlı kalmamışsa eserini yalnızca sanat açısından da olsa
övemeyiz Bu bakımdan bilim, tarih çalışmalarında kesinlikle gerekli olmaktadır.
Tarihin bilimsel niteliğini başka bir yönden değerlendiren ikinci görüş,
ortaya karmaşık bir takım sorunlar çıkarmaktadır. Bu anlamda tarih, çeşitli
olguları birbirine bağlayan birtakım neden-etki kanunlarını belirlemeye
çalışır-tıpkı doğal bilimlerin olgular arasındaki karşılıklı ilişkileri
belirlediği gibi. Tarih içinde birtakım neden-etki kanunları arama çabası gerçi
övülmeye değer bir şeydir, ama sanırım tarih alanındaki çalışmaların en
değerli yanı bu değildir. Bu konuya değinen çok aydınlatıcı bir denemeyi kırk
yıl kadar önce okumuştum Ayrıntıları ile pek hatırlayamıyorum ama George
Trevelyan’ın İlham Perisi Clio adlı bir yazısıydı. Bu yazısında Trevelyan tarihte
önemli olan şeyin yalnızca olgular arasındaki neden-etki bağlantıları değil
olguların kendileri olduğunu söylüyordu. Baza kimselerin öne sürdüğü gibi
Napolyon’un Leipzig Savaşında yenilgiye uğraması Dresden Savaşından sonra
şeftali yemiş olmasına bağlanabilir belki. Gerçek durum buysa şüphesiz ilgiyi
çekecektir. Ama bu basit olayın birbirine bağladığı olaylar kendi başlarına
çok daha önemlidirler. Doğal bilimlerde bu durumun tam tersini görürüz.
Örneğin güneş tutulması kendi başına ilgi çekici bir olay değildir. Ama ilk
çağlarda birtakım tarihlerin belirlenmesinde yardımcı olan bir şeydir. Buna
örnek olarak Thales’in yaşadığı zamanı belirleyen Anadolu’daki güneş
tutulmasını, M Ö. 776 da Çin’de görülen güneş tutulmasını verebiliriz.
(Birtakım yetkili uzmanlar M.Ö. 775 üstünde duruyorlar-bu konuyu tarihçilerle
gökbilimcilere bırakıyorum.) Güneş tutulması kendi başına ilgi çekici
olmamakla birlikte bu olayın tekrarını belirleyen kurallar son derece
önemlidir. Bu kuralların bulunması ile birçok boş inan da ortadan kalkmıştır.
Aynı şekilde modern fiziğin temelini meydana getiren deneysel olgular yalnızca
birtakım neden-etki kanunlarını belirledikleri için önem kazanırlar. Oysa
tarih’te bu durumu göremeyiz. Tarihe konu olan olaylar kendi başlarına ilgi
çekici değilse tarih değerinden bir şeyler yitirir. Bu bakımdan tarih şiire
benzer. Örneğin Coleridge’in Kubla Khan’ı nasıl yazdığım öğrenmekle
merakımızı gideririz, ama bu, şiirin bizde bıraktığı izlenim yanında çok
önemsiz bir şeydir.
Tarihte birtakım neden-etki dizilerini bulup ortaya çıkarmak gereksizdir
demiyorum; yalnızca ‘bunların çok dar bir alanda geçerli olabileceği
kanısındayım. Gresham’ın «Kötü para iyi
parayı kovar» kuralı bu neden-etki bağlantılarının en tanınmış
örneklerinden biridir. Aslında ekonomi biliminin geçerliliği tarihsel olgularla
örneklenmiş birtakım neden-etki kanunlarına dayanır. Ama bugün herkesin kabul
ettiği bir gerçek de bu varsayılan ekonomi kanunlarının yüz yıl öncesine
kıyasla çok daha değişken ve sınırlı bir geçerliliğe sahip olduklarıdır. Tarih
alanında bu türlü kanunları bulup belirlemedeki en büyük zorluk tarihte
astronomidekinden çok daha az tekrarlama olmasıdır. Meyers’in The Dam of
History (Tarihin Doğuşu) adlı küçük kitabında öne sürdüğü gibi tarih boyunca
dört kez Arabistan’da başgösteren kıtlığın ardından bir Sami istilâsı gelmiş
olabilir. Ama bugün aynı durumun aynı sonucu doğuracağı şüphelidir. Tarih
içinde geçmişe dayanarak birtakım neden-etki dizileri bulunsa bile bunların
gelecek zamanlar için de geçerli olacağını kesinlikle söyleyemeyiz. Çünkü
neden-etki dizilerini meydana getiren olgular o denli karmaşıktır ki daha
önceden kestirilemeyen bir takım değişiklikler bütün öndüşünceleri altüst
edebilir. Hiçbir tarihçi, elindeki bütün bilimsel olanakları kullansa da, 14.
Yüzyıla Colorob’la Vasco de Gama’nın getireceği yenilikleri önceden
kestiremezdi. Bu yüzden ben tarih’te «bilimsel» kanunların sanıldığı kadar
önemli olmadığına ve kolaylıkla bulunamayacaklarına inanıyorum.
Aynı durum St. Augustine’den Prof. Toynbee’ye değin birçok ünlü tarih
bilgininin belirlemeye çalıştığı geniş çaptaki tarihsel gelişim kuralları için
de söz konusudur. Çağımızda insanlığın gelişimi üstüne genel kuramlar ortaya
atan iki önemli düşünür vardı: Hegel ile öğrencisi Marx. İkisi de geçmiş tarihin
mantığa uygun bir çizgeyi (şema) izlediğine, bu çizgeye bakarak geleceğin önceden
kestirilebileceğine inanıyorlardı. Ama ne Hegel, ne de Marx Hidrojen bombasının
yapılacağını önceden söyleyebildiler. Bugün insanlığın gelişimini konu edinen
hiçbir öğreti bu korkunç silahın ileride ne gibi etkileri olabileceğini bize
açıklayamıyor.
Bu düşüncelerim size biraz karamsar geldiyse şimdi daha aydınlık bir
görüşümü belirteyim: Spengler’in «Her
toplum zamanla yıpranıp çürür» diye özetlediği görüşüne katılmıyorum.
Bence bu görüş toplumsal ve bireysel varlıklar arasındaki benzerlik ya da ilişkileri
gereksiz bir şekilde zorlamaktadır. Tarih boyunca insan topluluklarını tüketen
şey kırımdır, yaşlılık değil. Bazı kimseler Çin uygarlığının Han Sülalesinden
bu yana çöküntü halinde olduğunu söylerler. Ama bu toplum yine de varlığını
sürdürmektedir, çünkü batısında, kalan komşu ülkelerin nüfus yoğunluğu azdır.
Aslında geleneksel Çin uygarlığını çökerten şey sonradan dışa vurmuş bir
yozlaşma değil Çin’in Batı ile olan ilişkilerindeki gelişmedir. Stoa’cılar
arasında dünyanın önce yanıp kül olacağına, sonra yeniden yaratılacağına,
bunun çağlar boyu tekrarlanacağına inananlar vardı. Bu inançta insanoğlunun
gelecek hakkındaki önyargılarına uyan bir şey olmalı, çünkü tarihçilerin
insanlığın gelişimi konusunda ortaya attıkları bütün genel kuramlarda aynı
tema daha ılımlı şekilleriyle kendini gösterir. Bana sorarsanız bu türlü
kuramların hepsi de birer 'mit’den başka bir şey değildir. İyimser ya da
kötümser nitelikte olmaları ise bulucularının kişiliğine göre değişir.
Tarihin kapsadığı konular içinde biri özellikle ilgimi çekiyor:
anavatanlarından, bir parçası oldukları ulusun genel yaşayış akımından ayrı
kalmış, zamanla birtakım çapraşık yollardan sızarak başka ulusların akıntısına
karışmış topluluklar. Bu topluluklar arasında beni en çok şaşırtan Belh’li Yunanlılar
(Bugün Afganistan sınırları içinde kalan Belh kenti eski çağlarda Yunanlıların
Asya'daki kültür merkezlerinden biriydi. (Çev.)) oldu. Ben onların soyu
tükendiğini, çölde kumlara karışıp kuruyan bir ırmak gibi yok olduklarını
sanırken bir gün şaşkınlık ve sevinçle öğrendim ki Belh Grekleri Budist sanatının
kaynağı olmuşlar, çağlar boyu birçok doğu ülkesinde heykel sanatını esinlemiş
ve etkilemişlerdir.
Yine buna benzer bir örneğe Bulgar Bogomilleri'nde rastlıyoruz. Bogomiller
Marcion ve Mani (*) nin öğretilerini benimsemişlerdi.
* Marcion — M.S. II yüzyılda yaşamış Marchionite mezhebini kurmuştur.
Hristiyanlığı 'yepyeni bir din olarak gören Marcion Kutsal kitabın Tevrat
bölümündeki Tanrı ile İsa’nın simgelediği Tanrı arasında başkalık olduğunu öne
sürmüştü.
Mani — M.S. III. Yüzyılda yaşamış Manichaeism mezhebini kurmuştur.
Hristiyarilıkta Zerdüşt dininin karşılığı olan bu mezhebin inancına göre
karanlık kötülüktür, ışık ise Tanrı’dır. (Çev.)
Sonra aynı öğretilerin esas amacını yitirmiş birtakım haçlılar yolu ile
Kuzey İtalya’daki Cathari’lerle Fransa’nın güneyinde yaşayan Albigens’lere
iletildiği görülmüştür. Buna benzer çok daha ilginç bir duruma New England’ın
tarihinde rastlıyoruz. Daha çocukken İngiliz tarihinde Albay Pride’ın (*)
yerini bilirdim. ’Dinsel gerçekler’ ve ’askerlerin ücreti’ konularında
Parlamento ile anlaşmayan bu kibirli askerin parlamento üyelerini nasıl
korkudan titrettiğini kitaplardan okumuştum.
* 17. Yüzyılda İngiltere’deki iç savaşlar sırasında parlamento ile ordu
arasındaki anlaşmazlık Albay Pride’ın orduya karşı tutumda olan birtakım kralcı
milletvekillerini tutuklaması ile sonuçlanmıştı. Meclisin geri kalan üyeleri
kralın yargılanmasını kararlaştırmışlardı. Albay Pride kralı yargılayanlar
arasındaydı. (Çev.)
Ama 1660 dan sonra Pride’a ne olduğunu hiç düşünmemiştim. 1896 da New
England’da bulunduğum bir sırada Pride Geçidi diye bir yere yolum düştü. Orya
niçin bu adın verildiğini araştırınca gerçeği öğrendim. Kral tekrar başa geçince
Pride yurdunu terketmek zorunda kalmış buraya gelip ıssız, kayalık bir deniz
kıyısında, kışları uzun geçen, toprağı verimsiz üstelik Kızılderililerin
saldırılarına açık olan bir yerde yerleşmek zorunda, kalmıştı. O zaman İkinci
Charles ve çevresindekiler Pride cezasını buldu diye belki sevinmişlerdir ama
aradan iki yüz elli yıl geçmiş, bugün Pride’ın torunları dünyayı avucunda
tutuyor, İkinci Charles’ınkilerse onların bir sert bakışı karşısında titriyor.
Şimdi tekrar yazımın esas konusuna dönüyorum: Tarih alelade okuyucuya neler
verebilir ya da vermelidir. Burada ’tarih’ derken tarihçilerin anladığı
bilimsel anlamdaki tarih’ten söz etmiyorum. Tarih’i insana gerekli olan
kültürün bir parçası olarak düşünüyorum. Şiiri yalnızca ozanlar okumaz, müziği
de dinleyen yalnız besteciler değildir. Aynı şekilde tarih bilgisi yalnızca
tarihçilere özgü bir şey olmamalıdır. Tarihçi olmayanların da okuyup
yararlanabilecekleri tarih kitaplarında uzmanlar için yazılan eserlerde
gereksinmeyen birtakım nitelikler bulunmalıdır. Buna karşılık ayrıntılı
bilimsel eserlerde aranan birtakım niteliklerin bu kitaplarda bulunması gerekmez.
Şimdi benim için biraz zor olacak ama bugüne değin tarih okumakla kendi açımdan
ne gibi yararlar sağladığımı belirtmek istiyorum. Tarih okumak her şeyden önce
yaşamıma, görüşlerime yeni bir derinlik ve açıklık getirdi. Bu, insanın
kendisini çevresiyle ilintisiz, yetkin bir varlık gibi görmekten çıkıp uçsuz
bucaksız bir ırmağın sularında bir damla olduğunu anlaması gibi bir şey.
Yaşadığı süre boyunca yalnız kendi zamanının olaylarıyla ilgilenen bir adam
dar görüşlüdür, anlayışı sınırlıdır, bu yüzden dilekleri, umutları da
yücelemez. Aynı durum bir toplum için de söz konusu olabilir. Henüz köklü bir
tarihi olmayan topluluklar Avrupalı’nın gözünde, kenarda kalmış yoğun bir
yaşamı olmayan topluluklardır. Bu topluluklar kendilerini çağlar boyu
süregelmiş uygarlığın mirasçısı olarak görmezler. Bu yüzden genç kuşaklarına
aşıladıkları anlayış, uygarlığın geçirdiği yavaş ve yorucu gelişimin bilincine
varmış bir kimse için duygudan yoksun, yavan bir anlayış olacaktır. Tarih bize
insanlığı ilgilendiren sorunların sonu gelmediğini, değişmez bir yetkinliğe,
her aşamanın ötesinde bir sağduyuya ulaşmanın olanaklarımız dışında bulunduğunu
gösterir. Ulaştığımız sağgörü ulaşabileceğimiz aşamalar yanında önemsiz
kalacaktır her zaman. Güvenle sarıldığımız en bilinçli inançlarımız bile bir
gün anlamını yitirebilir. Bu inançların sonsuz gerçekleri simgelediğini
düşünsek bile değişen koşulların yarın bizi gülünç duruma düşürebileceğini
unutmamalıyız. Birtakım şeylerin doğruluğuna körü körüne inanmak çağımızda
birçok bozukluğun kaynağı olmaktadır. Bu yanlış saplantılardan tarihin bizi
kurtarması gerekir. Çünkü tarihi okumakla yalnızca gelmiş geçmiş birtakım
bilgelerin görüşlerinden yararlanmış olmayız, geçmişte sağgörü sayılan birçok
şeyin aslında ne denli saçma ve sakat olduğunu da görmüş oluruz. Bu da bugün
sağgörü diye benimsediğimiz anlayışın ne denli geçerli olabileceğini bize
açıkça gösterir.
Ama bu yüzden işin kolayını kuşkuculukta bulup hiçbir şeye inanmayalım
demiyorum. İnançlarımıza sarılmalıyız elbet-hem de sıkı sıkı. Çünkü insanın
içinde istek olmadan büyük aşamalara ulaşması imkânsızdır. Ama tutkularımızın,
amacımızın esinlediği davranışları dizginleyen nesnel bir görüş açısı ve
değerlendirme yetisine de sahip olmalıyız. Örneğin Komünizme ya da Kapitalizme
karşı iseniz, «Dünyada bir tek komünist
ya da kapitalist kalmasın da ne olursa olsun» deyip tüm insan neslini
tüketmeniz mi gerekir?
Pek az kimse böyle bir davranışın doğru
olduğunu söyleyebilir. Oysa tarih anlayışı olmayan birtakım politikacılar
insanlığı böyle bir sonuca sürüklemektedirler. Bu aşırı bir örnek olabilir ama
buna benzer sayısız durum düşünebiliriz.
Şimdi bütün bunları bir yana bırakıp yine esas konumuza dönelim, ve genel
okuyucunun en iyi şekilde yararlanabileceği bir tarih eserinin nasıl yazılması
gerektiğinden söz edelim. İlk ve en basit kural şu: Eser ilgi çekici
olmalıdır. Öyle ki tarihsel olgular üstüne bilgi edinmek için kitap
karıştıran kimseyi de, tarihi şiir ya da roman okur gibi okuyan kimseyi de
anlattığı olaylara, canlandırdığı kişilere karşı kayıtsız kalmaması gerekir.
Tabii, bir tarihçi olguları hiç bir zaman olduğundan başka bir şekilde
yansıtmamalıdır, ama bazı durumlarda örneğin birtakım çekişmelerde ya da
çarpışmalarda taraf tutabilir. Tarafsız bir tarihçi, yani bir olayı
anlatırken ne o yanı, ne bu yanı tutan, canlandırdığı kişiler arasında
'kahramanlar ya da ’kötü adam’lar bulunmayan bir tarihçi kuru bir yazardır. Yazar
okuyucunun ilgisini uyandırmak istiyorsa onun da bir yanı benimsemesini,
böylece okuduğu olayların içinde yaşamasını sağlamalıdır. Eğer bunlar bir
tarihçiyi nesnellikten uzaklaştırıyorsa okuyucunun yapacağı şey karşı tutumda
olan başka bir tarihçiyi bulup onun da aynı konuda yazdıklarını okumaktır.
Örneğin, onaltıncı yüzyılda dindeki Reform hareketleri Protestan tarihçinin
kaleminden olduğu kadar Katolik tarihçinin kaleminden de ilgi çekicidir. Büyük
din savaşları sırasında yaşamanın nasıl bir şey olduğunu anlamak istiyorsanız
hem Protestan hem Katolik tarihçilerin eserlerini okumanız gerekir. Belki
böylece o çağı ve ortamı kafanızda canlandırabilirsiniz; ama bu olayları,
onlara kayıtsız kalan bir kimsenin kaleminden okumakla sanırım aynı sonuca
ulaşamazsınız. Cariyle kendi yazdığı Fransa İhtilalinin Tarihi konulu eseri
için, bu kitap kendi başına bir Fransa İhtilali’dir, demişti. Doğrudur, bu
niteliği yüzünden Carlyle’ın kitabı bilimsel bakımdan yetersiz olduğu halde
bugün de sevilerek okunmaktadır. Bu kitabı okurken içindeki kişilerin niçin şu
ya da bu şekilde davranmış olduklarını, yani davranışlarının nedenlerini
anlarsınız. Bu da, sanırım tarihin okuyucuya vermesi gereken bir şeydir. Bir
keresinde Sicilyalı Diodor’un (Augustus devrinde yaşamış ünlü bir Yunanlı
tarihçi.) Agatokles (Kartacalılara karşı savaşmış ünlü Sirakuza tiranı)
hakkında neler yazdığını merak etmiş okumuştum. Bu yazara göre Agatokles kana
susamış canavarın biriydi. Aynı adamı bir de günümüzde yazılmış bir danışma
kitabından okudum. Buradaki Agatokles yumuşak başlı tam olgun bir devlet adamı
denecek tipte bir insandı-görünüşe bakılırsa kendisine kondurulan bütün
suçlarla ilgisizdi. Bu iki anlatımdan hangisinin gerçeğe daha yakın olduğunu
tabii bilemiyorum ama Agatokles’i iyice temize çıkaran yorumu hiç ilginç
bulmadığımı söyleyebilirim. Birtakım çağdaş tarihçilerin benimsediği, olayları
renksizleştirme, kahramanların pek de o kadar kahraman, kötü adamların pek de o
kadar kötü olmadığını belirtme eğiliminden hiç hoşlanmıyorum. Gerçi olayları
'dramlaştırma’ tutkusu bir tarihçiyi yanlış yollara sürükleyebilir ama
gerçekten ’dramatik’ niteliği olan birtakım olaylar vardır tarihte. Ama bunları
özgün renkleriyle okuyucuya sunmak da yazınsal ustalık gerektiren bir şeydir.
Yazınsal ustalık çok genel bir terim, bunu daha bir belirlemek, sınırlamak
gerekir kanısındayım. Bu kavrama en dar anlamıyla ’stil’ dediğimiz şey
girer-yani sözcüklerin yerinde seçimi ve konuyla uyumlu bir akıcılık. Özellikle
bilimsel amaçlarla uydurulmuş olan birtakım terimlerin yalnızca sözcükte kalan
bir anlamı vardır. Örneğin bir yazıda tetrahedron sözcüğüne rastlayınca
yüzünüzü buruşturursunuz. Oysa piramit güzel, zengin bir sözcüktür,
Firavunları, Aztek’leri anıştırır insana. Eserin hızı, akışı, yazarın
duyuşlarına bağlı bir şeydir. Güçlü bir duygu tabii ki uyumlu ve değişken bir
akış, doğal bir anlatım bulacaktır yazarın kaleminde. Bu yüzden başka
nitelikler yanında bir yazarda bulunması gereken en önemli şey belirli bir
duygu canlılığıdır. Bu canlılık, yorgunluk ya da bir takım ayrıntılar için
çeşitli bilgi kaynaklarına başvurma zorunluğu yüzünden durulabilir. Bu
bakımdan, kusursuz bir eser yazmak isteyen tarihçi bir bölümü kaleme almadan
önce elindeki konuyu bütün ayrıntılarıyla öylesine kavramış olmalıdır ki
yazdığı şeyleri doğrulamak için yazısına ara vermek zorunda kalmasın.
Doğrulamanın gereksiz olduğunu söylemek istemiyorum, çünkü herkesin belleği
yanılabilir, ama bu türlü düzeltmeler yazılış, sırasında değil yazı bittikten
sonra yapılmalıdır. İyi bir ’stil’ yazarın duyuşlarını son derece özel bir anlatımla
yansıtmasıdır. Bu yüzden en yetkin stili bile taklit etmek doğru değildir.
Öğretici, bilgi verici bir yazının ilginç olması isteniyorsa yazarın
gerekli bilgiyi edindikten sonra bir süre beklemesi, bu bilgiyi 'sindirmesi’
gerekir. Böylece kuru gerçekler daha bir canlanacak, benzetme, duygululuk,
alaycılıkla renklenerek uyumlu bir akış, bir bütünlük kazanacaklardır. Bunu
sağlayabilmek bir yazar için hiç de sanıldığı kadar kolay değildir. Çalışmalarına
ayıracak geniş zamanı olmalı, küçümsenmeyecek bir çaba harcamalıdır. Sorumluluk
duygusu olan kimseler genellikle çok çalışırlar, bu yüzden yaptıkları işi de
bozarlar. Bagehot bir yazısında «günde sekiz saat çalıştıkları için iflas eden
nice adam bilirim, dört saat çalışmakla yetinselerdi büyük para sahibi
olurlardı» diyor. Bu basit örnekten birçok bilim adamının ders alması
gerekir kanısındayım.
Sanat açısından düşünülecek olursa tarihin değişik türleri vardır. Bunların
herbiri kendine göre birtakım özellikler gösterir. Bu türlerden birini en
yetkin şekliyle Gibbon’da görüyoruz. Gibbon’un eserlerinde, çağlar birbirini
izlerken tarihsel kişiler önümüzde tantanalı bir ’geçit resmi’ yaparlar.
Hepsinin sırtında saray giysileri vardır, ama kişiliklerinden hiçbir şey yitirmemişlerdir.
Bundan bir süre önce Cambridg-e Ancient History’de Zenobia (*) hakında bir yazı
okuyordum, ama üzülerek söylemeliyim ki çizilen portrenin hiç ilginç bir yanı
yoktu.
* Üçüncü yüzyılda yaşamış Palmira
Kraliçesi. Roma İmparatoru Aurelianus’a yenilerek tutsak düşmüştür. Kısa
siireıı kraliçeliği sırasında Palmira dogu’nun en parlak kentlerinden biri
olmuştu. (Çev.)
Gibbon’daki Zenobia’nm çok daha canlı bir kişiliği olduğunu hatırlıyordum.
Aynı konuyu bir kez daha okudum Gibbon’dan-yüce kraliçe sanki birden
gözlerimin önünde canlanıvermişti. Gibbon işlediği konuya karşı kayıtsız
kalmamıştı, Palmira’da Zenobia’nın sarayında yaşamanın nasıl bir şey olduğunu
düşünmüş, canlandırmıştı kafasında. Satırlarını canlı bir hayal gücüyle
renklendirmişti, yalnızca bilinen birtakım olguları kuru kuruya sıralamakla
kalmamıştı. Gibbon’un çizdiği karakterlerin hepsinde bir onsekizinci yüzyıl
damgası bulunması nedense insanı rahatsız etmiyor. Sanırım kitabının bir
yerinde Genzerik’ten sonraki Vandallar’dan söz ederken «Afrikanın kibar tiranları»
diyordu. Bu adamların 'kibarlıklarına inanmak zor ama 'tiran' olduklarına hiç
şüphe yok. Bütün bunlara karşın Gibbon ele aldığı çağların olaylarını şaşılacak
derecede canlı bir akış içinde veriyor bize. Kitabı benim doğruluğuna içten
inandığım bir gerçeği tanıtlamış oluyor-büyük bir tarih eserinin ancak bir tek
kişi tarafından yazılabileceğini, her bölümünü ayrı bir uzmanın yazdığı ortak
çaba ürünü bir özetleme’nin sanat açısından aynı düzeye erişemeyeceğini
belirtmesi bakımından. Çağımızda öğrenim öyle karmaşık, öyle dallı budaklı bir
şey oldu ki tek bir kişinin geniş alanda bilgi sahibi olmasına artık imkânsız
gözüyle bakılıyor. Bence bu çok acı bir yanılmadır. Değeri bir danışma kitabı
olmaktan öteye gidebilen bir eser tek kafanın eseri olmalıdır. Geniş bir
konunun belirli bir anlayışla toparlanmasından meydana gelen bir bütünlük
olmalıdır eserde. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi gün geçtikçe daha zor oluyor.
Ama yine de bu yolu izlemek, bunun için elden geleni yapmak gerekir
kanısındayım — yoksa büyük tarih kitapları da tarihe karışacaktır-.
Bu konuda iş bölümü gereklidir, bunu yadsımıyorum. Örneğin Gibbon
Tillemont (Onyedinci yüzyılda yaşamış Fransız tarihçi) dan yararlanmıştır-bunu
yapmasa belki de o görkemli eserini bir yaşam boyuna sığdıramazdı. Bir
arkeolog ya da eski elyazmalarını okumaya çalışan uzmanın geniş çapta bir
tarih eseri yazabilmek içi ne zamanı ne de gücü olabilir. Böyle bir eser
yazacak olan kimseden örneğin kazma kürek işçiliği yapması beklenemez. Bilim
alanında bu gerçek artık kabul edilmiştir. Kepler’in kanunlan Tycho Brahe’nin
gözlemlerine dayanır; Clerk Maxwell’in kuramlarına Faradav’in deneyleri temel
olmuştur; Einstein öğretilerini yalnızca kendi gözlemleri üstüne kurmamıştır.
Daha açıkçası olguların toplanması başka şeydir, «sindirilmesi» başka şeydir.
İkisini birden yürütmek-olgular çok ve karmaşık olduğu zaman tek kişinin
başaracağı iş değildir. Örneğin diyelim ki Minos uygarlığının Klâsik Yunan
Uygarlığı üzerindeki etkilerini öğrenmek istiyorsunuz. Her halde en doğru ve
inanılır bilgiyi yalnızca Minos uygarlığı üstünde incelemeler yapan bi:
uzmandan edinmeyi düşünmezsiniz. Aynı şey daha basit sorunlar için de söz
konusudur örneğin Plutarch’ın Franca İhtilâli üstündeki etkileri gibi.
Plutarch’in adı bana başka bir tarih türünü ansıttı. Tarih, okuyucunun
gözleri önüne yalnızca geniş bir «panorama» sermez, ya da çeşitli toplumların
geçirdiği gelişimleri belirtmez. Tarih aynı zamanda kendi başlarına önemli olan
kişileri de konu edinir kendine. Plutarch’ın Yunanlı ve Romalı Büyük
Adamların Hayatları adlı eseri, içinde yükselme isteği olan birçok gence
yiğitlik duyguları esinlemiş, parlak yaşamlara atılmalarına sebep olmuştur.
Zamanımızda kişiler üstünde durmayıp yalnızca topluluklara önem vermek gibi bir
eğilim var. «Alelade Adam»ın çağında yaşadığımıza öyle inanmışız ki, aramızda
üstün varlık gösterebilecek birçok kimse bu akıma kapılıp sıradan bir adam
olmaktan öteye gidemiyorlar. Gençlere verilen tarih eğitimde kişilerin,
kahramanların çabalarına karşıt olarak kültür tipleri üstünde durmak gibi bir
akım başgöstermiştir. Bu, bir bakıma olumlu bir tutum sayılabilir. Cromagnon
adamının, ya da Neanderthal adamının yaşayışları hakkında bilgimiz olursa,
tarih içinde olayların akışını daha kolaylıkla kavrarız. Plutarch’ın bize
tanıtmadığı binlerce adsız Romalıya konut olan akaret tipi yapılar hakkında
bir şeyler bilmek yararlıdır. Karı koca Hammond’ların eseri olan Village
Labourer (Köy Emekçisi) adlı kitap o güne değin yazılmış hiçbir geleneksel
tarih kitabında rastlayamayacağımız bir görüş açısından koca bir çağın
izlenimlerini yansıtır. Bütün bunlar birer gerçektir, üstelik önemlidir. Ama
önemli olup da gerçek olmayan, hem de zararlı bir yanılma olan şey tarihin
yalnızca bu açıdan ele alınmasının sonucu olan bir kanıdır: bireylerin toplum
içinde bir önemi olmadığı, kahramanlaştırılan birtakım kişilerin yalnızca
toplumsal güçlerin somutlaşmış birer anlatımı oldukları, bunların yaptığı
şeyleri nasıl olsa başka birinin de yapabileceği kanısı yani kısacası, hiç
kimsenin elinden zamanın, koşulların akımına kapılmaktan başka bir şey
gelemeyeceği, hiç kimsenin kendiliğinden bir şeyler yapamayacağı inancı.
Yüce bir yaşamı ancak yüce amaçlar esinler. Hayatta yapılacak
önemli bir şey olmadığına inanan bir gencin yaşamı boyunca elle tutulur bir
şey yapmayacağı, bir atılıma girişmeyeceği mutlaktır. İşte bu yüzden
Plutarch’ın Büyük Adamların
Hayatları adlı eseri gibi kitapları en azından daha geniş konuları kapsayan
genelleyici tarih kitapları kadar gerekli bulduğumu söyleyebilirim. Topluluk
dediğimiz şey yalnızca, birkaç insandan meydana gelebilir çağımızda bunun en güzel
örneğini Lenin’le Stalin vermiştir bize. Ama kişisel yaşamları üstünde önemle
durmaya değer birçok insan vardır tarihte. Bunlar arasında yalnızca örnek
insan olarak kabul edebileceğimiz kimseler değil imgelemimize yeni bir şeyler
getiren tipler de yer alır. Sözgelimi İmparator ikinci Frederik hiçbir zaman
kendisine benzemek isteyeceğimiz bir örnek insan değildir. Ama onun ilginç
serüvenleri herkes için bilinmeye değer şeylerdir. Maiyeti peşinde oradan
oraya dolaşan, üstelik baş-nazırını da bir kafese kitleyip birliğinde götüren,
İslâm bilgeleriyle fikir tartışmalarına girişen, afaroz edildiği halde haçlı
seferlerine çıkan bu adam, dünyanın sayılı harikalarından biridir. Agamemnon,
Oedipus, Hamlet vb. gibi büyük trajedi kahramanları hakkında bir şeyler bilmek
isteriz. Oysa yaşamları bunlarınkinden hiç de sönük olmayan nice adam gelip
geçmiştir-üstelik gerçekten yaşamış olmak gibi bir üstünlükleri de vardır bu
trajedi kahramanlarına. İyi olsun kötü olsun her çeşit büyüklüğün paylaştığı
ortak bir nitelik vardır. Ben bu niteliğin aleladelik hayranlığı gibi birtakım
kaygılarla görmezden gelinmesine karşıyım. Altmış yıl önce Amerika’ya ilk gidişimde yeni anne
olmuş bir hanımla tanışmıştım. Orada bulunan konuklardan biri lâf olsun diye
çocuk için «belki de büyüyünce bir dahi olacak» dedi. Anne yürekten gelen bir
korkuyla «Aman Tanrı korusun!.» diye karşılık vermişti buna. Ne yazık ki dileği
gerçekleşti.
Bu sözlerimden Carlyle’ın kahramanlar kültüne, hele Nietzsche’nin bu kültü
çığırından çıkaran tutumuna katıldığım anlamı çıkmasın. Toplum içinde alelade
adam’ın da bir önemi olduğunu, insan topluluklarını incelemenin önemli kişilerin
hayatlarını incelemek kadar gerekli olduğunu yadsımıyorum. Yalnızca bu ikisi
arasında bir denge sağlanmalıdır diyorum. Birtakım üstün adamların tarihin
akışım etkilediklerine inanıyorum. Onyedinci ve onsekizinci yüzyılın en büyük
bilginlerinden yüz kadarı küçük yaşlarında ölmüş olsalardı çağımızın herhangi
bir uygar toplumunda yaşayan alelade adam’ın hayatı bugünkünden çok başka
olurdu. Shakespeare ve Milton yaşamamış olsalar onların eserlerini bir başkası
yazamazdı. Ama nedense birtakım bilimsel’ tarihçilerin okuyucularına böyle
garip düşünceler aşılamak istedikleri görülüyor.
Tarihte kişilere önem verenlerle birleştiğim bir nokta daha var, onu da
belirteyim: Bence insanlığın ulaştığı aşamalarda asıl bilmeye ve övülmeye
değer olan şey topluluklardan çok kişilerin çabalarıdır. Bir topluluğun
niteliklerini belirleyen o topluluğu meydana getiren bireylerdir. Bence hiçbir
topluluk bireylerinin ortalama değeri ötesinde bağımsız bir değere erişemez.
Tarihin Devit, Millet, Kilise vb. gibi kurumlan yüceltmek kaygısı ile kişisel
değerleri görmezden gelmesi hiç doğru bir tutum değildir. Ama şimdilik bu
konuyu burada kesmeliyim, çünkü işi politikaya dökmekten korkuyorum.
Çağımızda tarih okumaya karşı ilginin azaldığı kanısındayım. Bu bence
üzücü bir durum. Tabii bunun çeşitli nedenleri var. Önce, genel olarak okumaya
karşı ilgi azalmış durumda. İnsanlar çokluk sinemaya gidiyor, radyo dinliyor
ya da televizyon seyrediyorlar. Yerküresi üstünde bugün burada, yarın şurada
başdöndürücü bir hızla gidip gelmek, dünyanın her yanını birbirine benzer hale
sokmak gibi garip birtakım zevk ve çabalara kaptırmışlar kendilerini.
Aralarında okuma sevgisinden vazgeçmemiş olanları varsa da bunlar zamanlarını
pek azını tarih okumaya ayırabiliyorlar. Arkadaşım
Whitehead bir keresinde bana Paolo Sarpi’nin Trento Konseyinin Tarihi adlı
eserini «yastık kitabı» olarak kullandığını söylemişti. Bugün sanmam ki
Whitehead’in yaptığını yapacak birtek kimse çıksın. Günümüz insanı için tarih
artık eskiden olduğu kadar ilginç bir konu değil. Bunun nedenlerini biraz da
çağımızın özelliklerinde aramalıyız. İçinde yaşadığımız çağ, bir sürü önemli
olaylar, hızlı değişimlerle öylesine dolu ki çoğu kimsenin geçmiş çağlarla
ilgilenmeye ne isteği var ne de zamanı. Bir Hitler’in, Lenin’in, Stalin ya
da Trotsky'nin hayatı Napolyon’un hayatı kadar ilginç olabilir, üstelik
günümüzün sorunlarıyla daha yakından ilgilidir. Ama-işte burada
yadsıyamayacağımız acı bir gerçeğe değinmek istiyorum günümüzde tarih
okurlarının azalmasına önemli bir sebep de o eski görkemli tarih eserlerinin
artık yazılmaz oluşudur. Çağdaşları Herodot’u. Thucydides’i, Polybius’u,
Plutarch ya da Tacitus’u ne denli hevesle okudular bilmem ama onsekiz ve
ondokuzuncu yüzyıl tarihçilerinin karşılarında geniş bir okuyucu kitlesi
buldukları herkesin bildiği bir gerçektir. Bu çağlarda tarih yazma sanatı
İngiltere’de Clarendon’un History of tlıe RebelIion (İhtilâlin Tarihi) adlı
eserinden başlayarak Macaulay’e değin uzanan bir gelişim gösterir. Fransa’da
Voltaire’den bu yana tarih konusu karşıt felsefelerin savaş alanı olagelmiştir.
Almanya’da Hegel felsefesinden esinlenen tarihçiler eserlerinde
yetkinlikle kötülüğü eşit oranda birleştirmeyi başarmışlardır. Örneğin
Mommsen’de başlıca iki tema vardır: Bir, Sezar’ın özgürlüğü ortadan kaldırdığı
için çok büyük bir adam olduğu; bir de İngiltere’nin Kartaca’ya, Almanya'nın
Roma’ya benzediği ve ileride bir gün çıkacak olan Pön Savaşlarının yine
eskisine benzer bir şekilde sonuçlanacağı... (Mommsen’i böyle özetlemekle ona
karşı pek de haksız davranmış olmadım sanırım). Haince uydurulmuş zararlı bir
mit’in yayılmasında Treitschke'nin büyük payı olmuştur. Tarihin öneminden
sözederken etkisini hem iyiye hem de kötüye yöneltebileceğini kabul etmemiz
gerekir. Bu duruma zamanla halkın inancına giren, folklorun bir parçası haline
gelen mit’ler iyi bir örnektir. Hatırlıyorum, bundan yıllar önce iki küçük
çocuğumla İrlanda’ya gitmiştim. Beş yaşındaki kızım kendisine karşı yakınlık
gösteren bir köylü kadınla arkadaş oluvermişti. Dönüşte ayrılırken kadıncağız
bana «kızınıza kanım kaynadı», demiş ve eklemişti «Cromwell’e rağmen...». Bu
köylü kadın tarihi ya doğru dürüst bilseydi ya da hiç bilmeseydi daha iyi olma*
mıydı diye düşünmüştüm o zaman.
Bugün tarih konusunda büyük eserler yazılmıyor artık demiştim-aynı durum
başka alanlarda da söz konusudur. Günümüzün bilginleri arasında Newton’un
Principia’sı ya da Darvin’in Origin of Species’iyle kıyaslanabilecek kitaplar
yazan çıkmıyor. Ozanlarımız epik yazmıyor artık. Bilim dünyasında her şey o
denli hızla değişiyor ki, öyle yazılması yıllar tutan büyük bir kitabın daha
basılmadan çürüğe çıkması işten değil. Bilim alanına gelen yenilikler
dergilerde kısa yazılar halinde anlatım buluyor-kitap halinde değil. Bugün
herhangi bir bilim dalında çalışan kimseler arasında öyle dev eserler yazmak
için gerekli çalışma ve araştırmalara ayıracak zaman bulabileni yok denecek
kadar azdır. Tabii bu kuralın
dışında kalanlar var,: buna verebileceğimiz en iyi örnek Prof. Toynbee’dir.
Toynbee’nin bugün geçmişteki büyük tarihçilerinkiyle rahatça boy ölçüşebilecek
dev eserleri vardır. Ama böyle bir iki örnek genel durumu değiştiremez tabii. Ayrıca bu eğilimin
modası geçeceğini sanmıyorum. Eğer günün birinde dünyamız şimdiki gibi gözü
kapalı uçuruma gitmekten vazgeçer de daha bilinçli bir ilerleme yolu tutturursa
o zaman her şey değişebilir.
Bu kendini bilmez çağımıza biraz sağduyu getirebilmesi bakımından tarihin
önemli bir görevi vardır. Ama bunun birtakım «tarih dersleri» ile
gerçekleştirilebileceğini ya da kolayca belirlenen birtakım kurallar halinde
öğretilebileceğini söylemek istemiyorum. Tarih’in yalnızca tarihçilere değil,
biraz eğitim görmüş, anlayışı gelişmiş herhangi bir insana vermesi gereken şey
yeni ve geniş bir görüş açısı ve günün olaylarını değerlendirme, geçmiş ve
gelecekle olan ilintilerini kavrayabilme yeteneğidir. Comford’un öne sürdüğü
gibi Thucydides tarihini Yunan tragedyası anahatları üstüne işlemiş midir
bilmiyorum ama eğer bu doğruysa Thucydides’in konu olarak ele aldığı olayların
böyle bir biçimlendirmeye elverişli olduğunu söyleyebilirim. O zamanki
Atinalılar kendilerini bu Trajedide rol alan aktörler gibi görmüş olsalardı
’tarjik son’u değiştirmek için bir şeyler yararlardı elbet.
Trajedinin hubris (Çöküntü, kargaşalık. (Çev.)) ten çıktığını iddia eden
eski bir öğreti vardır-eski olduğu kadar da geçerlidir. Bu hubris denen şey
her çağda sorumsuzluğun, bilinçsizliğin yol açtığı felaketleri unutan
topluluklarda ortaya çıkan bir durumdur. Çağımızda insanlar topluca
kendilerini daha önce görülmemiş bir hubris’in içine bırakmışlardır. Eski
çağlarda Prometheus’a bir «sözde kurtarıcı» gözü ile bakılırdı-insanlığın yaran
için harcadığı çabalarına zorba Zeus tarafından set çekilen bir kurtarıcı. Ama
şimdi çağımızın Prometheus’lanm dizginleyecek bir Zeus çıksa ortaya diye
yakınıyoruz. Prometheus’un amacı insanlığa hizmet etmekti. Oysa günümüzün Prometheus’ları yalnızca insanlığın tutkularına hizmet
ediyorlar-hem de en yıkıcı, en çılgınca tutkularına. Bugün akıllı adamlar laboratuarlarda
çalışadursun, güçlü mevkilerde budalalar oturuyor. Akıllı adamlar Binbir Gece
Masallarındaki devler gibi tutsak olmuşlar. İnsanlık güçlü mevkilerdeki
budalaların yönetiminde akıllı kölelerin dahice buluşları ile kendi kendini
yok etmek için çabalıyor. Böyle bir konuyu gerektiği gibi ele alabilecek bir
Thucydides çıksa ortaya diye düşünüyorum. Bugün dünyayı yönetenlerin kafasında
biraz olsun tarih anlayışı bulunsaydı hergün bir adım daha yaklaşan tehlikeyi
savuşturmak, korkunç son’dan kaçınmak için bir şeyler yaparlardı sanırım.
Çünkü tarih bize yalnızca şu ya da bu ulusun, hatta şu ya da bu kıtanın zaman
içinde geçirdiği aşamaları vermez. Tarihin konusu her şeyden önce «insan»
dır-evrim’in garip bir ürünü olan insan, zekası ve becerikliliğiyle diğer bütün
canlıların üstünde yükselen, bununla da yetinmeyip büyük tehlikelere göğüs
gererek cansız doğaya hakim olan yaratık. Ama insan o üstün zekasına karşın
yine de kendi cinsini bir bütün olarak benimseyecek anlayışa erişememiştir.
Orman’ı ardında bıraktığı halde yine de Ormanın yasalarına bağlı kalmıştır
içten. İnsanlık kavramının gerektirdiği basit görevleri, insanlığın geçmişte
ulaştığı ve gelecekte ulaşabileceği büyük aşamaları bilinçli olarak
kavrayamamıştır. Soydaşını kendisi gibi ortak amaca yönelmiş bir insan
olarak değil de öldürmesi gereken yoksa kendisini öldürecek olan bir düşman
gibi girmektedir. Bağlı bulunduğu gurup ya da taraf ne olursa olsun onca her
zaman geçerli olacak bir sağgörünün doruğunu simgelemektedir. Karşı taraf ise
budalalık ve saçmalık bataklığının dibine değin gömülmüştür. Biraz tarih
kültürü olan bir kimse böyle bir görüşün özünde yatan saçmalığı kavrayacaktır.
Tarihe bir göz atacak olursak şunu açıkça görürüz ki hiçbir insan topluluğu
ne kendi kendinin sandığı kadar iyidir, ne de düşmanının onu gördüğü kadar
kötü. Ama geçmişte insanlık bütün çekişmelere rağmen bir araya gelip ortak
amaçlarına erişebiliyordu ara sıra duraklayarak ya da karşı akımlarla geri
sürüklenerek de olsa. Oysa çağımızda yeni olanaklar ancak yeni bir sağgörü ile
birleşirse insanlığın geleceği garanti altına alınabilir. Gereksindiğimiz bu
yeni sağgörü yalnızca bir tek anlamda ’yeni’dir-geniş insan topluluklarının ve
özellikle dünyanın yönetimini elinde tutanların bilincine yerleşmesi
gerekmektedir; yoksa geçmişte hiç bilinmemiş, hiç anlatım bulmamış bir anlayış
değildir bu. Çağlar boyu ileriyi gören bilgeler insanlığı bu sağgörüye
çağırmışlardır-ama seslerini pek duyuramamışlardır. Oysa şimdi artık sağgörüye
omuz, silkip geçemeyiz. Bazen yaklaşan tehlike gözümün önünde her zamankinden
açık bir şekilde beliriyor. O zaman, bu dünyanın
gereksindiği şey yeni bir peygamber-vari biridir, diyorum-gokgürleyişi gibi ama
acıyan bir sesle insanlığa tuttuğu yolun yanlış yol olduğunu, bu yolun bizi
çocuklarımızın ölümüne, bütün umutların sönmesine götürdüğünü, insanların
isterlerse izleyebilecekleri başka bir yol bulunduğunu, bu yolun ise bizi şimdiye
değin hiçbir çağda gerçekleşmemiş bir mutlu dünyaya götüreceğini söylese diye
düşünüyorum. Ama bu düşünce kısa bir süre için
avutabiliyor beni. Aslında dünyanın gereksindiği şey gerçekleşmesi çok daha zor
olan bir şey. Bugün böyle bir peygamber Doğu’da çıksa fazla konuşmasına fırsat
verilmeden hemen susturulur; Batıda çıksa söyledikleri Doğdakilerin kulağına
erişmez, üstelik bulunduğu yerde herkesin nefretini üzerine çekmiş olur. Zaten ne denli yüce olursa olsun, ne denli
iyi konuşursa konuşsun bu dünyayı kurtarmak bir tek kişinin başaracağı iş
değildir. Bugün eğer dünyadaki güçlü ülkelerin başında bulunanlar ve onları
izleyenler, ardından koştukları aldatıcı imgenin kendilerini nefret ve
budalalık bataklığında aşağılık bir ölüme götürdüğünü anlayabilirlerse dünya
ancak o zaman kurtulabilir. Kitleleri saran bu saçma budalalık henüz
evrenselleşmiş değildir. Birtakım ülkeler bunun dışında kalmayı
başarmıştırlar, birtakım ülkeler de bu yaygın budalalığın etkisine bütün bütün
kapılmamıştırlar henüz. İnsanlığın bir geçmişi olduğu kadar bir geleceği de
olduğunu düşünmek, buna inanabilmek için vakit henüz çok geç sayılmaz. Bence
insanlığa, bu umudu yetince benimsemesi, ona yapıcı bir güç, bir anlatım verebilmesi için tarih bilinci, tarih anlayışı
yardımcı olacaktır.
İki bin yıl öncesinden bugüne değin mutluluk ağırbaşlı törecilerin gözünde
değersiz ve bayağı bir konu olmaktan ileri gidememiştir. İnsanoğluna her şeyden
önce mutluluğu salık veren Epikür Stoacıların saldırılarına uğramıştır
yüzyıllar boyu. Stoacılar Epikür felsefesinin bir hayvanınkinden farksız
olduğunu söylemişler, Epikür hakkında bir takım çirkin yalanlar uydurarak
sözde kendi erdemlerinin yüceliğini bütün dünyaya tanıtlamışlardır. İşte
bunlardan biri olan Cleanthes, Kopernik sistemini benimsedi diye Aristarchus’un
ölüm cezasına çarptırılmasını istemiş, bir başkası, Marcus Aureulius, inançları
yüzünden hıristiyanları işkence ile öldürtmüştü. Yine ünlü bir Stoacı olan
Seneca ise Neron’un çılgınlıklarını körüklemiş, büyük bir servet edinmiş,
üstelik ödünç para verirken istediği yüksek faiz yüzünden Boadicea’nın Roma’ya
başkaldırmasına sebep olmuştu. Eski çağlar için bu kadar örnek yeter sanırım.
Şimdi gelin iki bin yıl ileri atlayarak o korkunç kuramları ile Almanya’yı
uçurumun dibine sürükleyen ve bütün dünya ülkelerinin bugünkü durumundan
sorumlu olan Alman profesörlerden söz edelim biraz. Bu bilginlerin hepsi de
İngiltere’deki taklitçileri Cariyle gibi mutluluktan nefret eden kimselerdi.
Cariyle bize hep kutlu davranışlar uğruna mutluluktan kaçınmamızı öğütler
dururdu. Kutlu davranışa verdiği örnekler de garip şeylerdi doğrusu: Cromwell’in
İrlanda katliamı, Büyük Frederik’in kana susamış dönekliği, Vali Eyre’in
Jamaika’da uyguladığı zorba yönetim v.b. Aslında mutluluğa değer vermez
gözükenler başkalarının mutluluğunu çekemeyenlerdir. Onların bu
davranışları insanlığa karşı duydukları gizli bir nefretin sonucudur. Yüce bir
amaç uğruna kendi mutluluğunu gözden çıkaran bir insan bile yücelik peşinde
koşmayanların mutluluğunu kıskanabilir; bu kıskançlık, çoğu kez kendilerini
bir ’aziz’ sananları acımasız ve yıkıcı yapar Günümüzde bunun en güzel
örneklerden birini de Komünistlerde görmekteyiz. İnsanın nasıl yaşaması
gerektiği hakkında kuramlar öne sürenler doğanın koyduğu sınırlamaları nedense
unuturlar. Eğer yaşayış tarzınız yüce bir amaç uğruna dürtülerinizin durmadan
engellenmesini gerektiriyorsa bu yüce amaç sizin için gittikçe anlamını
yitirecektir. Doğal yollardan dışa vurulmayan dürtüler yüzeye çıkmak için başka
yollara sapacaklar ve genellikle kin ve nefret şeklinde anlatım bulacaklardır.
Eğlence tabii böyle bir şeyi kendinizden esirgemiyorsanız-yaşamınızın genel
akışından ayrı kalacak, saçma ve aşın bir çılgınlık olacaktır sizin için. Böyle
eğlence insana mutluluk vermez, tersine daha derin bir umutsuzluğa sürükler.
Mutluluk ardından koşmakla elde edilemez diye bir inanç vardır töreciler
arasında. Bir bakıma doğru sayılır bu inanç eğer mutluluğun ardından nasıl
koşulacağını bilmiyorsak. Monte Carlo’daki kumarcılar para peşinde koşarlar;
çoğu da kazanacağına kaybeder. Oysa kumardan çok daha verimli para kazanma
yolları vardır. Mutluluk için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Eğer mutluluğu
içkide arıyorsanız sarhoşluğun verdiği karamsarlığı unutuyorsunuz demektir.
Epikür mutluluğa ulaşmak için sevdiği, anlaştığı kimselerden meydana gelmiş,
bir çevrede yalnızca kuru ekmek yiyerek yaşamayı denedi. — Bayram günlerinde
ekmeğin yanına biraz peynir katık ediyordu. Gerçi bu yöntem kendisi için
başarılı sonuçlar verdi ama Epikür zaten midesi zayıf bir adamdı. Sağlıklı bir
insanın mutlu olabilmek için daha çok besin alması gerekir, bunu yadsıyamayız.
Çoğu kimse için mutluluk peşinde koşmak kendi başına bir yaşayış kuralı
olamayacak kadar soyut ve kuramsal bir şeydir. Ama bana kalırsa, kendinize ne
türlü bir yaşayış kuralı seçerseniz seçin, bu kural hiçbir zaman mutlulukla
çelişmemelidir tabii kahramanlık gösterilerinde bulunmak niyetinde değilseniz.
Nice adam vardır mutluluğun temel koşullarına, yani sağlık ve yeteri kadar
paraya sahiptir, ama yine de mutlu olamaz bir türlü. Böylelerine özellikle
Amerika’da rastlıyoruz. Bu durumlarda bütün suçun yanlış bir yaşama kuralında
olduğu sanılır. Aslında şöyle ya da böyle yaşanması gerektiğini öne süren bütün
kuramlar yanlıştır diyebilirim. Biz kendimizi hayvanlardan çok farklı sanırız,
oysa az çok ortak yanlarımız vardır onlarla. Hayvanlar yaşamları boyunca
içlerinden gelen dürtülere bağlı kalırlar, ve çevrel koşullar iyi olduğu sürece
mutludurlar. Kediniz yeterince karnını doyurabiliyor, yatacak sıcak bir köşe
buluyor, ve arasıra dam üstünde bir gece geçirebiliyorsa hayatından memnundur.
Sizin ihtiyaçlarınız kedininkinden daha karmaşıktır, ama yine de eninde sonunda
dürtülerinize dayanırlar. Uygar toplumlarda özellikle İngilizce konuşan
toplumlarda-bu gerçek yeteri kadar önemsenmez nedense. Herkes kendisine yüce
bir amaç edinir ve bu amaca ulaşmasına yardımcı olmayan tüm dürtülerine set çeker.
Para kazanmaktan başka düşüncesi olmayan bir iş adamı bu amacı uğruna sağlığını
yitirir, sevmeyi unutur. Sonunda zengin olunca herkese kendisi gibi olmayı
salık vererek can sıkmaktan başka zevki kalmaz. Birçok varlıklı hanım tanırım
kendilerinde tanrı vergisi bir sanat anlayışı olmadığı halde «kültürlü»
niteliğini kazanmayı koymuşlardır kafalarına. Yeni çıkan bir kitap üstüne birkaç söz söyleyebilmek için kendilerini
ne sıkıntılara sokmazlar. Bir kitabın züppelere tartışma konusu çıksın diye
değil de, okuyucuya bir şeyler iletmek için yazıldığını nedense hiç
düşünmezler. Çevrenizdeki mutlu diyebileceğiniz insanlara, bakın, hepsinin
'birtakım ortak yanlan olduğunu göreceksiniz. Bu gibi insanlar genellikle boş
zamanlarını hem eğlenceli, hem de yararlı olan bir faaliyetle değerlendirirler.
Çocuklan ile uğraşmaktan içgüdüsel bir zevk duyan kadınlar (günümüz
kadınlarının çoğunda hele özellikle kültürlü hanımlarımızda bu duygu pek
kalmamıştır) bir yuva kurup çocuk yetiştirmekle mutlu olabilirler. Aynı şekilde
bir sanatçı, yazar ya da bilim adamı çalışmalarından memnunsa mutlu demektir.
Ama bu mutluluğu, bu zevki daha basit yollardan da duyabiliriz. Günlük çalışma
hayatlarını kentte geçirenler çoğu kez hafta sonlarında bahçe işleri ile
uğraşmayı tercih ederler. Sonra ilkyaz gelince güzel bir şey yaratmış olmanın
kıvancını duyarlar yüreklerinde.
Kendine göre bir
faaliyet bulmadan insan mutlu olamaz. Ama bu faaliyet yorucu ya da sıkıcı bir
nitelikte değilse. Bir faaliyet beklenen, istenen bir sonuca yönelirse,
dürtülerle çelişmiyorsa insana zevk verir. Bir köpek soluğu kesilinceye değin
av peşinde koşarken mutludur. Ama hayvanı «ayak değirmeni»ne koşar, yarım saat
karnını doyurursanız yiyeceği önüne gelene değin mutlu olmayacaktır. Çünkü
değirmen döndürmek doğal bir faaliyet değildir hayvan için. Çağımız insanı da
yaşamı boyunca hep buna benzer güçlüklerle karşıkarşıyadır. Bugün uygar bir
toplumda bir insan için yapılması gereken şeylerin pek azı 'avlanmak’ kadar doğaldır.
Bu yüzden teknik bakımdan ileri bir toplum içinde yaşayanların çoğu mutluluğu
geçimlerini sağladıkları uğraşın dışında aramak zorundadırlar. Eğer işleri çok
ağır ise yorucu olmayan pasif eğlenceleri tercih edeceklerdir. Seyredilen bir
futbol maçı ya da filmin verdiği doygunluk nedir ki; üstelik devamlı da
değildir, ve hiçbir zaman yaratıcı itileri tatmin etmez. Ama duruma bir de
maçta ya da filimde oynayan oyuncuların açısından bakın, onların durumu apayrı
bir şeydir.
Çevresi tarafından sayılma isteği ve küçük görülme korkusu insanları (ve
özellikle kadınlan) içten gelmeyen zoraki bir takım davranışlara sürükler. Her
zaman «doğru yolda» olan insanın hayatı sıkıntılıdır çoğu kez. Kibarlığa özenen
annelerin çocuklarını uslu bir kukla gibi yetiştirerek onlardaki yaşama
kıvancını öldürmeleri yürekler acısı bir durumdur.
Yarışmacılığın esas olduğu toplumlarda bireyin iyi bir ad yapmak ya da
güçlü bir mevkiye ulaşmak için harcadığı çaba mutluluğunu engelleyen önemli bir
öğedir. Başarının mutluluk için gerekli olduğunu yadsımıyorum. Birçokları için
insanın mutluluğu hayattaki başarısına bağlıdır. Ama yalnızca başarıyı mutlu
olmak için yeterli bulmayanlar da vardır. Paranız bol olabilir, çevrenizin
hayranlığını toplamış olabilirsiniz, ama eğer hayatta birkaç arkadaş
edinememişseniz, kendinize göre meraklarınız, içinizden gelen çocuksu bir
takım zevkleriniz yoksa mutlu denemez size. Başarı için yaşamak bir çeşit
kurama göre yaşamaktır. Kurama göre yaşanan hayat kuru ve sıkıcı olacaktır
tabii.
Sağlığı yerinde, karnını yeterince doyurabilen bir insanın mutlu olabilmesi
için ilk bakışta çelişir görünen iki şey gereklidir: önce temel bir amaç
üstüne kurulmuş sağlam bir çatı, bir de «oyun» diyebileceğimiz şeyler-yani
belirli bir amaç için değil de sırf eğlencesine yapılan bir takım şeyler.
Sözünü ettiğimiz sağlam çatıyı bir insanın işi ya da ailesiyle olan bağlantıları
meydana getirmelidir. Eğer bir adam ailesinden nefret ediyor, işini çekilmez
derecede sıkıcı buluyorsa ne aile hayatı, ne iş hayatı ona mutluluk verebilir.
Ama ara sıra sinir bozucu ya da hoşa gitmeyen şeylere katlanmak da gerekir.
Eğer bir insan «oyun» imkanlarından yeteri kadar yararlanabilirse bu gibi
duyguların etkisi azalacaktır.
Bana sorarsanız bu mutluluk ötedenberi ince elenip sık dokuna gelmiştir.
İnsanların bir dine ya da bir hayat kuramına bağlanmadan mutlu olamayacağına
inanmıştır. Gerçi,, yanlış bir kuram yüzünden mutsuz olanların daha iyi bir
kuramı benimsemeleri gerekebilir-tıpkı hastalandığımız zaman ilaç almamız
gerektiği gibi. Ama aslında bir insan ilaç almadan sağlıklı, bir kurama
bağlanmadan mutlu olabilmelidir. Zaten önemli olan küçük şeylerdir. Eğer bir
adam karısını, çocuklarını gerçekten seviyorsa gecenin, gündüzün birbirini
izlemesinden mevsimlerin değişmesinden kıvanç duyuyorsa felsefesi ne olursa
olsun mutlu demektir. Ama karısından nefret ediyor, çocuklarının gürültüsü ona
çekilmez geliyorsa, işyeri onun için bir işkence odasından farksızsa,
gündüzleri geceyi iple çekiyor, geceleri gün ışığının özlemini duyuyorsa
gereksindiği şey yeni bir felsefe değil yeni bir hayat düzenidir: değişik bir
rejim, daha çok çalışma v.b. İnsan da bir hayvandır, ve mutlu olması-belki buna
pek inanmak istemez ama-en çok bedensel durumuna bağlıdır. Bu çok basit bir
çözüm yolu gibi görünüyorsa da ben başka türlüsüne kendimi inandıramıyorum. Bence mutsuz işadamları için hergün
yapacakları altı millik bir yürüyüş her türlü felsefeden daha yararlı
olacaktır. Sanırım Jefferson da bu düşüncedeydi, ve yine bu yüzden ata binmeyip
yürüyerek giderdi gideceği yere. İleride bir gün insanoğlunun otomobili icad
edeceğini bilseydi sanırım söyleyecek söz bulamazdı.
Çağımız bilim bakımından önceki çağlan çok gerilerde bıraktığı halde
sağgörü bakımından buna orantılı bir gelişim gösterememiştir. Sanırım bu görüşü
paylaşan benim gibi birçok kimse vardır. Ama iş «sağgörümün tanımını yapmaya,
onu geliştirmenin yollarını belirlemeye gelince görüşler ayrılır Ben burada
önce sağgörünün ne olduğu sorusunu ele alacağım, sonra da öğretilmesi için
neler yapılabileceğini belirteceğim.
Sağgörü kavramını meydana getiren çeşitli katmanlar vardır. Bence bunların
en önemlisi belirli bir «orantı» anlayışıdır, yani bir sorunu bütün öğeleriyle
kavrayabilme, bunların her birine gereken değeri verebilme yetisi. Çağımızda
erişilmesi güç bir yeti olmuştur bu. Çünkü bilim o denli ilerlemiştir ki
bugünün bilim adamı kendisinden beklenen karmaşık ve ayrıntılı bilgiye ulaşmak
için çalışmalarını dar bir alanda derinleştirerek uzmanlaşmak zorundadır.
Örneğin, diyelim ki tıp alanında araştırmalar yapıyorsunuz. Oldukça zor bir
uğraştır bu, düşünsel gücünüzün bütününü kapsayacak nitelikte bir uğraş.
Buluşlarınızın tıp alanı dışında ne gibi etkiler yapabileceğini düşünecek
zamanımız yoktur. Modern tıbbın yaptığı gibi çocuk ölümü oranını iyice
düşürmeyi başardınız diyelim — hem yalnız Avrupa ve Amerika’da değil, Asya ve
Afrika’da da. Bu durum esas amacınızla ilintisiz başka bir takım sonuçlar
doğuracaktır: örneğin besin kaynaklarının yetersiz kalması, dünyanın en
kalabalık bölgelerinde hayat düzeyinin düşmesi gibi. Daha korkunç bir örnek
verelim — bugün herkesin aklını kurcalayan bir sorun: Hiçbir çıkar gözetmeden,
sırf öğrenmek amacıyla atomun yapısını inceliyorsunuz diyelim. Buluşlarınızla
güçlü mevkilerdeki birtakım çılgınların
eline insan neslini ortadan kaldırmanın imkânlarını da vermiş olursunuz. Bu
bakımdan bilim alanındaki çalışmalar sağgörü ile bağdaşmadıkça zararlı
olabilir. Kavrayışlı bir görüş anlamındaki sağgörü’den bilim peşinde koşan
uzmanlar da yoksun olabilirler.
Aslında yalnızca kavrayışlı bir görüş sağgörü sahibi olmak için yeterli
değildir. İnsanlığın çabalarını, ereklerini tümüyle kavrayabilecek bir
anlayışa varmış olmak gerekir. Buna tarih alanından bir örnek verebiliriz.
Birtakım ünlü tarihçiler olguları kendi tutkularının açısından yansıttıktan
için yararlı olmaktan çok zararlı olmuşlardır. Örneğin Hegel’in ilk çağlardan başlayıp belirlenmeyen bir geleceğe değin
uzanan tarih felsefesi kavrayışlılık bakımından yerilemezdi. Ama ünlü düşünürün
tarihten çıkardığı ve okurlarına sunduğu tek bir öz vardı: M.S. 400’den o yana
Alman ulusunun en önemli ulus olduğu ve uygarlığın öncülüğünü yaptığı. Her
halde sağgörü kavramı yalnızca akıl’ı değil duygu’yu da kapsamalıdır. Bilgisi
sınırsız ama duygusu kıt kimseler çok görülmüştür dünyada. Bu kimseler işte
benim «sağgörü» dediğim şeyden yoksundurlar.
Sağgörü yalnız toplum işlerinde değil kişisel hayatta da gereklidir. İnsan
hayatta izleyeceği yollan seçmek, kişisel önyargılarından kurtulmak için sağgörüsünden
yararlanır ancak. Bir amaç peşinde koşmak yüce bir davranış olabilir, ama eğer
bu erişilmez bir amaçsa ne denli yüce olursa olsun peşinde koşmak akıllıca bir
davranış sayılamaz. Geçmişte birçok kimse hayatları boyunca Simya taşını ya da
hayat iksirini aramışlardır. Gerçi bunları bulsalardı insanlığa büyük yararlar
sağlamış olurlardı, ama zamanlarını ve hayatlarını boşuna harcamaktan başka
bir şey yapmadılar. Daha basit bir durum ele alalım.
Birbirinden nefret eden Bay A ile Bay B yi düşünelim. Önce Bay A ya gidip
«Bay B den niçin nefret ediyorsunuz?» diye soracak olsanız size şüphesiz Bay B
de gördüğü yarısı gerçek yarısı asılsız bütün kusurları sıralayacaktır.
Bay B ye gitseniz o da size Bay A için aynı şeyleri söyleyecektir. Bu kez
Bay A’ya dönüp «Belki çok şaşıracaksınız ama Bay B de sizin için aynı şeyleri
söylüyor dersiniz, Bay B ye de aynı sözleri tekrarlasanız sonunda ne olacağını
kestirmek kolaydır. Bay A ile Bay B uğradıkları haksızlık karşısında şaşıracak,
birbirlerinden daha da çok nefret etmeye başlayacaklardır. Ama eğer yeteri
kadar sabırlıysanız belki biraz uğraşıp ikisini de karşısındakinin her insan
gibi kötü yanları olabileceğine, bunu olağan karşılamak gerektiğine,
aralarındaki düşmanlığın her ikisi içinde zararlı olduğuna inandırabilirsiniz.
Bunu başarabilirseniz biraz sağgörü aşılamış olursunuz onlara.
Sağgörü’nün özü bence içinde bulunduğumuz zaman ve konumun dar çemberinden
mümkün olduğu kadar kurtulabilmektedir. Duyularımızın bencilliğini gidermek
elimizde olmayan bir şeydir. İşitme, görme, dokunma duyulan bedenimizde
kökleşmiştirler. Duygularımızın kaynağı
da benliğimizdedir. Örneğin yeni doğmuş bir bebek açlık ya da bedensel
rahatsızlık duyabilir — kendi fiziksel durumu dışında hiçbir şey onu
etkilemez. Ama yıllar geçtikçe çocuğun çevreni genişler; duyguları,
düşünceleri kişisel niteliğinden uzaklaşmaya, kendi fiziksel durumuyla daha az
ilgili olmaya başladıkça aynı oranda gelişen bir sağgörüye sahip olur. Tabii
bu insandan insana değişen bir durumdur. Hiç kimse dünyaya tam olarak nesnel
bir görüşle bakamaz — bakabilse bu dünyada yaşayamaz zaten. Ama nesnelliğe
doğru devamlı bir ilerleme mümkündür. Bunun bir yolu da zaman ve uzay içinde
bilgi alanımızı genişleterek bize uzak olan birtakım gerçekleri kavramak,
bunları bilincimizde değerlendirmektir. İşte nesnelliğe bu açıdan yönelmekle
sağgörü’ye yaklaşmış oluruz.
Bu anlamdaki sağgörü öğretilebilir mi?
Öğretilebilirse bu eğitim’in
amaçlarından biri mi olmalıdır?
Ben bu soruların ikisine de «evet»
diyeceğim. Pazar günleri kilisede bize komşumuzu kendimiz gibi sevmemiz
gerektiği söyleniyor Oysa geri kalan altı günde koşullar bizi komşumuzdan
nefret etmeye zorluyor. Siz buna saçma diye omuz silker, koşulların sizi nefret
etmeye zorladığı kimse ya da kimselerin komşunuz olmadığını söyleyebilirsiniz.
Ama unutmayınız ki «Komşunu sevmelisin» diyen kuralda komşu’ya örnek olarak
Samiryeli’den söz edilmiştir. Şimdi artık Samiryelilerden nefret etmediğimiz
için bu simgenin anlamı gözümüzden kaçıyor. Bu anlama varabilmek için
Samiryeli’nin yerine Komünist ya da Anti-komünist’i koymalısınız. Buna karşılık
siz bana zararlı olandan nefret etmek gerekir diyeceksiniz. Bence gerekmez. Çünkü zararlı olana karşı duyduğunuz
nefret sizi de zararlı yapacağı gibi karşınızdakini kötü yolundan
çeviremeyecektir. Kötülükten nefret etmek bir bakıma kötülüğe tutsak olmaktır..
Çözüm yolu anlayışlılıktadır nefrette değil. Bu sözlerimle tam bir karşı
koymazlık öğütlemek istemiyorum. Ama kötülüğün yayılmasını önlemek için bir
karşı koyma hareketi gerekiyorsa bu geniş bir anlayışla çok az zor kullanarak
uygulanmalıdır ki korumak istediğimiz değerler yaşayabilsin.
Bu türlü bir görüşün güçlü bir tutumla bağdaşamayacağı iddia edilir. Ama
sanırım tarih bize bunun tersini göstermektedir. İngiltere’de I. ci Elizabeth, Fransa’da IV. cü Henry herkesin bağnaz
Katolik ya da Protestan olduğu bir ortamda yaşadılar. İkiside zamanlarının
hatalarına kapılmadılar ve bu yüzden yönettikleri toplumlar üstünde yararlı bir
etkileri oldu. Abraham Lincoln benim sağgörü dediğim şeyden bir adım ayrılmadan koca bir
savaşı yönetti.
Sağgörü’nün bir dereceye kadar öğretilebileceğini söylemiştim. Bu türlü
bir sağgörü öğretiminin «ahlâk eğitimi’ne oranla daha belirgin bir düşünsel
yanı olmalıdır. Nefret ve dar kafalılığa saplanmış olanlara bunların zararlı
sonuçlan üstüne bilgi verilmelidir. Ama bu bilgi verme işi sezdirmeden öğretim
süreci içinde yapılmalıdır. Aslında bilimle ahlâk çok kesin bir şekilde
ayrılmamalıdır. Gerçi çeşitli uzmanlık alanlarında gereksinen karmaşık
bilginin sağgörü ile pek ilişiği yoktur. Ama sağgörünün, insan faaliyetleri
arasındaki yerini alabilmesi için eğitim süreci içinde yapılacak geniş çapta
incelemelerle desteklenmesi gerekir. En seçkin uzmanlardan bile iyi birer
yurttaş olmaları beklenir Tabii burada yurttaş derken belirli bir sınıfı ya da
ulusu değil tüm olarak insanlığı benimseyen bir dünya yurttaşını anlıyorum.
Bilim ve uzmanlık geliştikçe sağgörü daha da gerekli olmaktadır, çünkü bu
türlü gelişimler amaçlanmışı daha kolaylıkla gerçekleştirmemizi sağladığı gibi
kötülük yapma yeteneğimizi de arttırır. Dünyamız sağgörüyü, önceki çağlara
oranla daha çok gereksiniyor bugün, bilim ilerledikçe bu gereksinme daha da
artacaktır.
Zamanımızda felsefenin görevleri sanırım geçmiş çağlardakinden pek farklı
değildir. Felsefenin her zaman geçerli olan bir değeri vardır bence, bu da
yalnız bir noktada değişiklik gösterir: bazı çağlar sağgörüden öteki çağlara
oranla daha çok ayrılırlar-bu yüzden hem felsefenin yardımını daha çok
gereksinirler, hem de felsefenin gösterdiği gerçekleri yadsımaya daha bir
yatkın olurlar. Çağımız birçok bakımlardan sağgörüden yoksundur-bu yüzden
felsefenin uyanlarından yararlanabilir.
Felsefenin değeri hem düşünce ile hem de duygu ile ilgilidir; ama bu iki
alandaki etkileri sıkısıkıya bağlıdır birbirine. Kuramsal açıdan felsefe evreni
bir bütün olarak kavramamıza yardım eder. Duygu açısından felsefe insan
yaşamanın amaçlarını değerlendirmemizi sağlar. Ben burada felsefenin hem
düşüncelerimiz için, hem de duygulanınız için neler yapabileceğini belirtmeye
çalışacağım.
İçinde Bulunduğumuz
Zaman ve Ortam
Felsefenin ilk ve en önemli görevi insanın düşünsel imgelenimini
geliştirmektir. Hayvanlar ve bu arada insanlar dünyaya içinde bulundukları
zaman ve ortam'ın açısından bakarlar. Duyularımız çevremizdeki nesneler üstüne
karanlıkta yanan mum ışığı gibi uzaklaştıkça azalan bir aydınlık yansıtır. Ama
biz yaşayan bir varlık olarak her şeyi bulunduğumuz noktadan görmek
zorundayız.
Bilim bu coğrafi ve kronolojik sınırlan aşmaya çabalar. Fizikte zaman ve
uzay içindeki koordinatların konumu belirli değildir hiç bir zaman. Fizikçinin
anlatım vermek istediği gerçekler kendi kişisel görüşü ile hiçbir ilgisi
olmayan, Sirius yıldızında ya da Samanyolu dışındaki bir nebula’da yaşayan bir
kimsenin bile yadsıyamayacağı evrensel gerçeklerdir.
Yukarıda sözünü ettiğim coğrafi ve kronolojik sınırlardan kurtuluşun
belirli birtakım aşamaları vardır. Tarih ve jeoloji bizi içinde bulunduğumuz
zamandan, astronomi de içinde bulunduğumuz ortamdan uzaklaştırır. Bu konularda
az çok bilgi sahibi olan bir insan varlığının zaman ve uzay akımı içinde
belirli bir yer tutmasının rastgele ve önemsiz bir olgu olduğunu kolayca
sezinleyebilir. Düşünsel etkinliği yavaş yavaş bedensel ihtiyaçlarından
uzaklaşır. Böylece görüşleri bir genellik, açıklık ve güçlülük kazanır.
Düşünce alanı bedensel ihtiyaçlarıyla sınırlanmış bir insanın erişemeyeceği
bir aşamaya varmış olur.
Bu gerçek bir noktaya kadar bütün uygar ülkelerde kabul edilmiştir. Bir
bilim adamından yiyeceğini kendi başına üretmesi beklenemez-böylece sırf
yaşamını sürdürebilmek için uğraşıp çaba harcamak zorunluğundan kurtulmuş olur.
İşte bu toplumsal örgütün çalışmasıyladır ki insanlığın kişilik dışı bir görüşe
ulaşması bir dereceye kadar mümkün olmaktadır. Hepimiz bedensel
ihtiyaçlarımızı yaşamımızı sürdürebilecek kadar karşılamağa çalışırız. Ama
üstün yetenekleri olan birtakım kimselerin kişisel ihtiyaçlarıyla sınırlanmayan
bir duyuş ve düşünüş tarzını geliştirmeleri yararlı görülmüş, bu kimselere
çalışmalarını rahatlıkla yürütebilecekleri bir ortam sağlamak gerekmiştir. Bu
kişilik dışı duyuş ve düşünüş tarzını geliştirmek herhangi bir bilim dalını
benimsemekle de mümkün olabilir; ama her şeyden önce bu aşamaya ulaşmamızı
sağlayan, felsefeye özgü o genel, kavrayışlı görüş açısıdır.
Değişik Evren Görüşleri
Geçmişte ünlü
düşünürlerin geliştirdiği felsefe sistemlerine bakacak olursak görürüz ki
belirli bir çeşit imgeleme sahip olan kimselerin beğenip benimsediği birtakım
evren görüşleri vardır. Bazı düşünürlere göre evrende varolan yalnızca
akıl’dır, fiziksel nesneler yalnızca birer imge’dir. Bazı düşünürlere göre de
evrende maddeden başka bir şey yoktur, ’akıl’ denen şey bir takım nesnelerin
garip bir çeşit davranışından ibarettir. Ben şimdi bu değişik evren
görüşlerinden herhangi birinin daha doğru ya da, daha iyi olduğunu söyleyecek
değilim. Belirtmek istediğim şey bu değişik evren görüşlerini değerlendirme çabalarının akıl’ı geliştirdiğidir.
Böylece akıl yeni ve belki de verimli birtakım varsayımlara daha bir açık
olacaktır.
Felsefe’nin sağlaması gereken başka bir düşünsel yarar
daha vardır-ama bu konuda şimdiye değin pek başarılı olduğu söylenemez.
Felsefe bize insan aklının ne denli yanılmaya yatkın olduğunu, bilgisi kıt
kimselerin gerçek diye inandığı birçok şeyin ne denli kuşkulu bir geçerliliği
olduğunu kavrayacak bir anlayış aşılamalıdır. Bir çocuğa dünyanın yuvarlak
olduğunu söylediğiniz zaman önce buna inanmayacak size dünyanın düz olduğunu,
bunu gözleriyle gördüğünü söyleyecektir.
Benim asıl belirtmek istediğim kuşkulu durumlar dinsel
inanç ya da toplum sistemleri gibi önemli konulardaki görüş ve düşüncelerle
ilgilidir. Kişilik dışı bir düşünüş tarzına ulaştığımız zaman bağlı
bulunduğumuz ulusun, sınıfın ya da din gurubunun en yaygın ve kökleşmiş
inançlarına bizden olmayanların inançlarına baktığımız gibi nesnel gözle
bakabileceğiz. Sonra göreceğiz ki, en çok içtenlikle inandığımız, güvenle
sarıldığımız inançlar çoğu kez doğruluğu hakkında en az kanıt bulunanlardır.
Bir gurup insan A ya inanır, bir gurup insan B ye inanırsa, her iki gurupta da
’böylesine saçma ve budalaca bir inanca sahip olduğu için karşı guruptan nefret
etme eğilimleri başgösterir.
Bu yanlış eğilimi düzeltmenin tek yolu yargılarımızı
her zaman kanıtlara dayanarak vermek, yeterli kanıt bulamadığımız durumlarda
ise körü körüne inanmaktan vazgeçmektir. Bu yalnızca dinsel ve siyasal
inançlara değil toplumsal geleneklere de uygulanması gereken bir kuraldır.
Antropoloji bize dünya yüzünde aklın alamayacağı kadar sayısız gelenek
bulunduğunu, toplumların insan tabiatına aykırı denilebilecek birtakım
alışkanlıkları sürdürebildiklerini gösteriyor. Bu türlü bilgi katı öğretilere
karşı en iyi silâhtır özellikle çağımız gibi birbiriyle çekişen öğretilerin
insanlığı uçuruma sürüklediği bir ortamda.
Kişilik dışı düşünceyle birlikte kişilik dışı
duyguların da gelişmesi gerekir ki bu da en azından birincisi kadar önemlidir
ve yine onun gibi düşünsel bir görüşün ürünü olmalıdır. İsteklerimiz duyularımız
gibi bencildir. İsteklerimizin bu bencil niteliği bilincimizdeki ahlak
kavramını etkiler. Her iki durumda da yapmamız gereken şey yaşamaya devam
etmek için gerekli olan bedensel ihtiyaçlarımızı karşılamaktan kaçınmak değil
buna daha geniş, daha genel, kişisellikten daha arınmış bir şeyler
katabilmektir. Örneğin kendi çocuklarını başkalarınınkinden fazla sevmeyen bir insanı
övmemiz gerekmez; asıl övgüyü hak eden kendi çocuklarına karşı duyduğu sevgi
yüzünden daha geniş anlamda bir insancıllığa, iyilikseverliğe yönelmiş olan
kimsedir. Boğazına hiç düşkün olmadığı için çok az yemek yiyen adama değil
acıktığı zaman duyduğu yemek ihtiyacını göz önünde tutarak açların halinden
anlayabilen adama değer vermeliyiz.
Felsefenin duygu alanında sağlaması gereken şeyler düşünce alanında
sağlaması gereken şeyleTle yakından ilgilidir. Felsefe kişisel hayattan bir
şeyler eksiltmemeli, tersine bir şeyler katmalıdır ona. Düşünürün görüş açısı
basit bir adamınkine oranla nasıl geniş bir kavrayışa sahipse dileklerinin, ilgilerinin
çevreni de aynı oranda geniştir. Buddha’nın
dünya yüzünde acı çeken bir tek insan olduğunu bilsem mutlu olamam’ dediği
söylenir. Gerçi bu ilk bakıştaki anlamıyla aşırı bir tutum sayılabilir, ama
benim sözünü ettiğim duyguların evrenselleştirilmesi’ durumunu çok iyi
belirleyen bir örnektir. Yalnızca düşüncelerine değil duygularına da.
felsefi bir yön verebilmiş olan kimse kendi açısından, kendi yaşantılarına
dayanarak iyi ile kötüyü ayırdedecek, hem kendisi, hem de başkaları için
iyi’yi arayacak, izleyecek, kötü’den kaçınacaktır.
Toplumsal Gelişimin
Kökleri
Ahlak bilimi diğer bilimler gibi genel olmalı insan yaradılışının izin
verdiği oranda belirli bir zaman ya da ortam’ın sınırlarından kurtulmalıdır.
Ahlâk maxim’lerinin [özdeyis, özlü
söz, vecize ] geçerliliğini basit bir kuralla sınayabiliriz. O da şudur: «Bir ahlâk
maxim’inde hiçbir özel isim bulunmamalıdır. Burada ’özel isim’ denince zaman —
uzay akımının belirlenen her hangi bir bölümü anlaşılmalıdır; — yalnızca
belirli kişilerin değil dinlerin, ülkelerin, tarihsel çağların adları da bu
kavrama giriyor. Ahlak maximlerinin böyle bir niteliği olması gerektiğini
söylerken kuru bir sav öne sürmüyorum. Çünkü yalnızca düşüncede kalan cansız
bir kuralın davranışlar üstünde çok az etkisi olabilir. Oysa ben bu ahlak
maximlerinde çok daha etkin, insanların içten gelen istekleri ya da
dürtüleriyle bağdaşan, iyimser imgelem’in içinde kökleşmiş bir nitelik
bulunması gerektiğini öne sürüyorum. Eğer umutlarınız, ülküleriniz yalnızca kendi benliğinize, ailenize,
ulusunuza, sınıfınıza ya da inançlarınıza paylaşan guruplara sınırlanmışsa,
bütün sevgilerinizin, iyi duygularınızın yanı başında bunlara karşıt birtakım
nefretlere, düşmanca duygulara kapılmış olduğunuzu göreceksiniz. İnsan duygularının
bu iki-yanlılığı zorbalık, acımazlık, savaş gibi gibi birçok kötülüğe kaynak
olagelmiştir. Eğer içinde yaşadığımız dünyayı bu kötülüklerden arındırmak
gerekiyorsa, insanlar sevgi, iyi duygu, hoşgörü sınırlarını olduğundan çok
geniş tutmayı öğrenmelidirler.
Bu gerçek hiçbir zaman geçerliliğini yitirmemiştir ama şimdi her
zamankinden daha belirli bir şekilde ortaya çıkmıştır. İnsanlık elindeki
bilimsel ve teknik olanakları kötü yolda kullanmak bakımından söz birliği
etmişçesine birleşmiştir; ama aynı olanakları iyi yollara yöneltmek için
işbirliği yapacak düzeye henüz erişememiştir. İnsanlar bugün birbirlerini yok
etmenin yolunu iyi biliyorlar, ama bir araya gelmenin, iş birliği yapmanın
yolunu bir türlü öğrenememişlerdir. Bu konudaki beceriksizliğimizin kaynağı
duygusal yetersizliklerdir: iyi duyguları yalnızca kendi inançlarımızı
paylaşanlara yöneltmek, karşı tutumda olanlardan korkmak ya da nefret etmek bu
yetersizliğin örnekleridir.
Elimizdeki olanaklarla dünya çapında yapılacak bir işbirliği savaşın, yoksulluğun
ortadan kalkmasını, insanlığın daha önceki çağlarda görülmemiş bir mutluluk ve
refah düzeyine ulaşmasını sağlıyabilir Ama bu gerçek apaçık ortadayken insanlar
yine de işbirliğini yalnızca kendi gurupları içinde yapmaktan, başka guruplara
karşı aşırı bir düşmanlık beslemekten ve böylece hayatı kendilerine zehir
etmekten vazgeçemiyorlar. İnsanların kendi iyiliklerini düşünmek,
davranışlarını buna göre ayarlamak konusunda gösterdikleri bu saçma ve acı
yetersizliğin nedenleri birtakım dış etkenlerden değil kendi yaradılışlarından,
duygularından doğmaktadır. Eğer ara sıra gerçekleri bir bilim adamı gibi
kişilik dışı açıdan değerlendirebilsek bizi birbirimize düşüren ayrımların,
yarışmacılığın özünde yatan saçmalığı kavrayabilir, bizim yararımıza olan
şeylerin başkalarının yararı ile uyumlaştığım, başkalarının felâketi ile
bağdaşmadığını anlardık. İnsanlığın birtakım katı öğretilere bağnazca sarılması
zamanımızın en büyük yaralarından biridir. Bu durum her şeyden önce bir
düşünsel sakatlıktır ve daha önce belirttiğim gibi felsefenin bu sakatlığı giderici
bir etkisi olacaktır. Ama dünyayı saran bu öğreti düşkünlüğünün çoğu kez
belirli bir duygusal kaynağı olduğu görülür: Bu da korku’dur. Yalnızca sıkı ve
yakın bir dayanışma ile düşmana karşı durulabileceğine, ilkelerden biraz da
olsa ayrılmanın Savaş gücünü azaltacağına inanılması... Korkuya kapılmış
topluluklar hoşgörüsüz topluluklardır. Bu bakımdan akıllıca bir tutum
izledikleri söylenemez. Korku hiçbir zaman mantıklı bir davranış esinlemez insana,
tersine çoğu kez korkulan şeyin gerçekleşmesini hızlandırır.
Dünyanın büyük bir kısmında yaygın olarak benimsenen mantığa sığmaz
öğretiler bu duruma iyi birer örnektirler. Gerçek tehlikeye karşı en iyi
savunma yolu felsefe’nin esinleyeceği kişilik dışı duyguları geliştirmektir.
Kişilik dışı düşünebilme yetisinin belki en güzel örneklerinden birini vermiş
olan Spinoza en olumsuz koşullar altında bile soğukkanlılığını yitirmeyen bir
insandı. Hayatının son gününde bile çevresindekilere karşı sağlıklı zamanında
gösterdiği insancıl ilgiyi devam ettirebilmişti. Umutları, ülküleri kişisel
yaşamının ötesine uzanan bir insan daha sınırlı isteklere bağlanmış bir insanın
kapılabileceği korkulardan uzaktır. Böyle bir insan kendisi öldükten sonra da
aynı ülkü uğruna çalışacak başka kimselerin bulunacağını, geçmişte en büyük
felâketlerin bile er geç atlatılmış olduğunu kavrayacak anlayıştadır. İnsanlığı
bir bütün olarak görebilecek, tarihi insanın doğa’ya köle olmaktan zamanla
kurtuluşunun anlatımı olarak kabul edecektir. Bu aşamaya erişince çılgınca
birtakım korkulara kapılmaktan kurtulacak, felâketlere karşı Stoacılarınkine
benzer bir dayanıklılıkla göğüs germesi kolaylaşacaktır. Böyle bir insanın her
zaman mutlu olacağını söyleyemem. İçinde yaşadığımız gibisi •bir dünyada her
zaman mutlu kalabilmek bütün olanakların dışında bir şey. Ama ne var ki gerçek
düşünür bir yıkım karşısında diğer insanları sarıveren o şaşkın umutsuzluğa, o
çılgınca korkuya kapılmayacak bir aşamaya varmıştır.
Kaynak: Bertrand Russell /Denemeler ;
çev. Türkan Araz , Haziran 1965 İstanbul
Yüz
yıl kadar önce herkesin çok kötü bir insan olarak tanıdığı Jeremy Bentham
adında bir filozof yaşadı. Daha çocukken adını ilk duyduğum anı bugüne kadar
hiç unutmadım. Bu, Muhterem Peder Sydney Smith’in, Bentham’ın insanların ölmüş
büyükannelerinden çorba yapmaları gerektiğini düşündüğü yolundaki sözlerini
duyduğum andı. Böyle bir uygulama bana aşçılık yönünden olduğu kadar ahlak
yönünden de tatsız gelmişti. Bu nedenle Bentham hakkında kötü bir kanaat
edinmiştim. Bu sözlerin, saygıdeğer insanların erdem uğruna söyleme
alışkanlığında oldukları sorumsuz yalanlardan biri olduğunu çok sonraları
keşfettim. Bundan başka, Bentham’a karşı gerçek suçlamanın ne olduğunu da
anladım. Aşağı yukarı şöyle bir şeydi:
“İyi”
insanı, iyilik yapan insan olarak tanımlamıştı. Aklı başında bir okuyucunun
hemen anlayacağı gibi bu tanımlama gerçek ahlak ilkelerini altüst eden
birşeydi. Bir iyiliğin, ondan yararlanan kişiye duyulan sevgiden
kaynaklanıyorsa erdemli olmadığını, sadece ahlak kurallarından esinlenmişse
erdemli olduğunu ortaya koyan Kant’ın düşüncesi çok daha yücedir. Aynı
kurallar, doğaldır ki, ters yönde, acımasız hareketlere de yol açabilir.
Erdemli olmanın ödülünün erdemin kendisi olduğunu biliyoruz. Bundan galiba şu
sonuç çıkıyor ki, ona katlanmak da onun cezasını oluşturmaktadır. Bu nedenle
Kant, Bentham’dan daha yüce bir moralisttir ve erdemi erdem olduğu için
sevdiğini söyleyen herkes onun tarafını tutar.
Bentham’ın
kendi iyi insan tanımına göre davrandığı doğrudur: çok iyilik yapmıştır.
Ondokuzuncu yüzyılın ortalarındaki kırk yıl, İngiltere’nin maddi yönden, fikir
ve ahlak yönlerinden inanılmaz ölçüde ilerleme gösterdiği yıllardır. Bu dönemin
başlarında, daha önce aristokrasiyi temsil eden Parlamento’yu, orta sınıfı
temsil eder duruma getiren Reform Yasası çıkmıştır.
Yasa
İngiltere’de demokrasiye doğru atılan adımların en zoru olmuştur. Hemen
arkasından da, Jamaica’da köleliğin kaldırılması gibi, başka önemli reformlar
gelmiştir. Bu dönemin başında adi hırsızlığın cezası asılarak idamdı. Çok
geçmeden ölüm cezası yalnız adam öldürme ve vatana ihanet suçlarıyla
sınırlandırıldı. Yiyecek fiyatlarını korkunç sefalete yol açacak ölçüde artıran
Hububat Yasaları 1846’da yürürlükten kalktı. 1870’de zorunlu eğitim getirildi.
Victoria dönemini kötülemek bugün moda haline gelmiştir; ama ben bizim
çağımızın, onların çağının yarısı kadar iyi not almasını dilerim. Ancak şimdiki
konumuz bunlar değil. Gelmek istediğim nokta şudur: o yıllardaki ilerlemenin
çok büyük bir bölümünün Bentham’ın etkisi sayesinde gerçekleştiği kabul
edilmelidir. Geçen yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de yaşayan insanların
onda dokuzunun, Bentham olmasaydı yaşayabileceklerinden daha mutlu yaşadıkları
kuşku götürmez. Felsefesi öylesine yalındı ki, ona yaptıklarının bir gerekçesi
olarak bakmış olabilir. Bizler, şimdiki daha aydın çağımızda, onun fikirlerinin
abes olduğunu görebiliriz. Ancak, Bentham’ınki gibi pek de onurlu olmayan bir
faydacılık ilkesini reddetme nedenlerine bir göz atmak bizi yüreklendirebilir.
2
Hepimiz
“iyi” insandan ne anladığımızı biliriz. İdeal iyi insan içki ve sigara içmez,
küfretmez, yalnız erkeklerin bulunduğu bir toplantıda orada hanımlar varmış
gibi konuşur, kiliseye aksatmadan gider, her konuda isabetli fikirleri vardır.
Haksızlığa karşı derin bir nefret duyar ve Günah’ı cezalandırmanın bizim acı
bir görevimiz olduğunu bilir. Yanlış düşünmeye karşı daha da büyük bir nefret
duyar ve genellikle orta yaşlı başarılı yurttaşlarının benimsediği görüşlerin
isabetli olup olmadığını sorgulayan kişilerden gençleri korumanın bir devlet
görevi olduğu kanısındadır. Titizlikle yürüttüğü mesleki faaliyetleri yanında
hayır işlerine de hayli zaman ayırır: yurtseverliği ve askeri eğitimi teşvik
eder; işçilerin ve onların çocuklarının çalışkan, serinkanlı ve erdemli
olmalarını destekleyebilir ve bunu o konulardaki başarısızlıkların gereğince
cezalandırılmasını sağlayarak yapar; belki bir üniversitenin mütevelli heyeti
üyesidir ve yıkıcı fikirleri olan profesörlere görev vermeyerek eğitime
yönelecek saygısızlığı önler. Kuşkusuz, her şeyden çok da, dar anlamıyla
“kişisel ahlakı” kusursuzdur.
Bu anlamda “iyi” olan
bir adamın, genelde, “kötü” bir adamdan daha çok iyilik yaptığı kuşku götürür. “Kötü”
adam ile yukarıda tanımlananın tersi olan adamı kastediyorum. “Kötü” bir adam
sigara, arada bir de içki içer; hatta damarına basıldığında ağzını bile
bozabilir. Sohbetleri her zaman ağza alınacak türden değildir; güzel havalarda
bazı pazar günleri kiliseye gitmek yerine kırlarda dolaşır. Yıkıcı fikirleri de
vardır; örneğin, barış istiyorsanız savaşa değil barışa hazırlanmanız
gerektiğini düşünebilir. Hatalara karşı tutumu bilimseldir; tıpkı arıza yapan
otomobiline olan tutumu gibi. Vaazların ve hapis cezasının, patlak bir otomobil
lastiğinin tamirine yararı neyse, kötü alışkanlıkları düzeltmekte de yararının
o kadar olduğunu iddia eder. Yanlış düşünce konusunda daha da terstir. Ona göre
“yanlış düşünme” sadece düşünme, “doğru düşünme” de sözcükleri papağan gibi
tekrarlamaktır. Bu durum, onun her türden garip fikirleri olan kişilere
yakınlık duymasına yol açar.
Çalışma
saatleri dışında yaptıkları, sadece hoşlandığı şeylerle uğraşmaktan; ya da,
daha kötüsü, iktidar sahiplerinin rahatına dokunmayan bazı önlenebilir
kötülükler konusunda huzursuzluk yaratıp ortalığı karıştırmaktan ibarettir. Ve
hatta olasıdır ki, “kişisel ahlak” konusundaki bazı kusurlarını, gerçekten
erdemli olan kişiler gibi özenle gizlemez; kendini, dürüst olmanın iyi bir
örnek olmaktan daha iyi olduğu gibi yanlış bir düşünce ile savunur. Sıradan ve
saygın bir vatandaşın sözünü ettiğimiz bu niteliklerin bir veya birkaçını
taşıyan bir kişi hakkındaki kanaati olumsuzdur; bu nedenle bir hakim, bir
öğretmen veya bir vali gibi yetkileri olan görevler almasına izin verilmez. Bu
tür işler yalnız “iyi” insanlara açıktır.
Bütün
bu durum son zamanlara özgüdür. Cromwell zamanında Püritenlerin kısa süren
egemenliği sırasında da durum böyleydi ve onlar tarafından Amerika’ya aşılanmıştı.
İngiltere’de tekrar ortaya çıkışı Fransız Devrimi’nden sonra, Jacobinizm’e
-yani şimdilerde Bolşevizm diyebileceğimiz şeye- karşı mücadelede yararlı
olabileceği düşüncesiyle olmuştur. Wordsworth’ün yaşamı bu değişikliğe bir
örnektir.
Gençliğinde
Fransız Devrimi’ne yakınlık duymuş, Fransa’ya gitmiş, güzel şiirler yazmış ve
evlilik dışı bir kızı olmuştu. Bu dönemde “kötü” adamdı. Daha sonra “iyi” oldu;
kızını terketti, doğru ilkeler edindi ve kötü şiirler yazdı. Coleridge de
benzer bir değişimden geçmiştir: kötü olduğu zaman Kubla Khan’ı yazdı; iyi
olduğu zamanlar da teolojik yazılar.
İyi
şiirler yazdığı zamanlar “iyi” olan bir şair örneği bulmak zordur. Dante yıkıcı
propaganda yaptığı gerekçesiyle sınır dışı edilmişti. Sonelerine bakarak hüküm
verilirse Amerikan göçmen bürosu yetkililerince Shakespeare’e New York’da
karaya çıkma izni verilemezdi. “İyi” insanın özünde hükümet yanlısı olması
yatar. Bu nedenle Milton, Cromwell’in egemenliği döneminde iyi, ondan önce ve
sonraki dönemlerde kötü bir kişiydi; ancak şiir yazması bu önceki ve sonraki
dönemlere rastlar -gerçekten de şiirlerinin çoğu bir bolşevik olarak idam
edilmekten kıl payı kurtulduğu sonraki dönemde yazılmıştır. Donne, St.Paul
Katedrali ruhani meclis başkanlığına getirildikten sonra erdemli oldu; ancak
bütün şiirleri daha önce yazılmıştı ve bu nedenle, atanması bir skandala yol
açtı. Swinburne gençliğinde, özgürlük için savaşanları öven Songs Before
Sunrise (Şafak Öncesi Şarkılar)’ı yazdığı dönemde kötü adamdı; yaşlılığında,
aşağılık tecavüzlere karşı özgürlüklerini savundukları için Boerlere oldukça
saldırgan yazılar yazdığı zaman ise, erdemli bir kişiydi. Örnekleri artırmaya
gerek yok; günümüzde geçerli olan erdem ölçütlerinin iyi şiir üretmekle
bağdaşmadığına işaret eden yeterince söz söylenmiş bulunuyor.
Aynı
şey başka alanlarda da geçerlidir. Hepimiz biliriz ki Galileo ve Darwin kötü
kişilerdi. Ölümünden yüz yıl sonrasına kadar Spinoza’nın çok günahkâr bir adam
olduğu düşünülüyordu. Descartes kovuşturmaya uğrayacağı korkusuyla yurt dışına
kaçmıştı. Hemen bütün Rönesans sanatçıları kötü insanlardı. Daha hafif konulara
gelince, önlenebilir ölümlere karşı çıkanlar mutlaka kötü kişilerdi. Ben
Londra’nın bir bölümü çok zengin, bir bölümü de çok yoksul olan bir bölgesinde
oturdum. Burada bebek ölümü oranları anormal derecede yüksektir ve zenginler
rüşvet veya yıldırma yoluyla yerel yönetimi ellerinde tutarlar. Zenginler
güçlerini kamu sağlığı ve bebeklere yardım giderlerini azaltmak; düşük ücretle
yarı-zamanlı çalışacak sağlık görevlisi tutmak için kullanırlar. Zenginlerin
sofralarının zenginliğini yoksulların çocuklarının yaşamından daha önemli
saymayan hiç kimse o yöredeki önemli kişilerin saygısını kazanamaz.
Dünyanın
bildiğim her yerinde aynı şey geçerlidir. Bunlara bakarak, iyi bir insanı oluşturan
nitelikleri basite indirgeyebiliriz: İyi insan, düşünceleri ve eylemleri
iktidar sahiplerine hoş gelen kişidir.
3
Geçmişte
kötü oldukları halde maalesef yüceliğe erişmiş olan insanlar üzerinde durmamız
hayli üzücü oldu. Şimdi de, daha iç açıcı bir konu olan erdemli insanlara
geçelim.
3.
George tipik bir erdemli kişiydi. Pitt (1759-1806): 1783-1801 ve 1804-1806
yıllarında başbakanlık yapan İngiliz devlet adamı) ondan katoliklere özgürlük
vermesini istediğinde -o dönemde katoliklerin oy hakları yoktu- taç giyme
töreninde yaptığı yemine ters düşeceği düşüncesiyle bunu reddetti. Onlara
özgürlük vermenin iyi bir şey olduğu gerekçesine uyarak yanılgıya düşmekten
haklı olarak kaçındı. Ona göre sorun yararlı olup olmamak değil, soyut olarak
“doğru” olup olmamaktı. Amerika’nın bağımsızlık istemine yol açan siyasette
onun politikaya müdahalesinin payı büyüktür; ancak müdahalesi her zaman en yüce
amaçlardan kaynaklanmıştır. Aynı şey, çok dindar olan ve düşüşüne kadar
Tanrı’nın kendi tarafında olduğuna içtenlikle inanmış ve -bildiğim kadarıyla-
kişisel kötülüklerden tamamen arınmış bir kişi olan sabık Kaiser için de
söylenebilir. Ama yine de, insanların acı çekmesine ondan daha çok yol açmış
olan başka bir günümüz insanı bulmak kolay değildir.
İyi
insanlar politikacılara bazı yararlar sağlarlar. Bu yararların başında da,
başkalarının kuşku uyandırmadan işlerini yürütmelerine olanak veren bir duman
perdesi oluşturmaları gelir. İyi insan arkadaşlarının karanlık işler
yapabileceğini aklına getirmez; bu onun iyi yönüdür. Halk da bir insanın,
iyiliğini kötüleri gizlemek -için kullanabileceğini hiç düşünmez; bu da onun
yararlı yönüdür. Kamu gelirlerinin, onları hakeden zenginlerin eline geçmesine
itiraz eden dar kafalı halkın söz konusu olduğu her durumda bu iki özelliğin iyi
insanı son derece çekici kılacağı ortadadır. Bana söylendiğine göre -ama ben
kesinlikle katılmıyorum- iyi insan olan ve bu amaca göre hareket eden bir
Amerika Cumhurbaşkanı varmış. İngiltere’de de Whittaker Wright ününün doruğunda
olduğu sıralarda, çevresini, erdemleri onun aritmetiğini anlamalarını ve
anlamadıklarını farketmelerini önleyen kusursuz soylular doldurmuştu.
İyi
insanın işe yaradığı bir başka alan da istenmeyen kişileri skandallarla
politikadan uzak tutabilmeleridir. Yüz kişiden doksan dokuzu ahlak kurallarını
ihlal eder; ancak bu gerçek, genellikle gün ışığına çıkmaz. Doksan dokuzuncu
kişinin yaptığı ortaya çıktığında, yüz kişi içinde gerçekten masum olan bir
kişi yürekten duyduğu nefreti dile getirir; öbür doksan sekizi de,
kendilerinden de kuşkulanılabilir korkusuyla, onun peşinden giderler. Bu
nedenle, hoşa gitmeyen görüşleri olan bir kimse politikaya atılıyorsa, toplumun
geleneksel kurumlarını korumayı amaç edinmiş olan kişilerin, açığa vurulduğunda
yeni politikacının kariyerini sona erdirecek birşeyler bulana kadar o kimsenin
özel yaşamını geriye doğru adım adım kurcalamaları yeterlidir. O zaman üç
seçenekleri olacaktır: gerçekleri açıklayarak onun bir utanç bulutu içinde
gözlerden uzaklaşmasını sağlamak; veya açıklama tehditleriyle onu politikadan
çekilmeye zorlamak; ya da şantaj yoluyla kendilerine iyi bir gelir sağlamak. Bu
seçeneklerden ilk ikisi halkı korur; üçüncüsü de halkı koruyanları korur. Bu
nedenle her üçü de övülmeye değer; her üçünü de olanaklı kılan iyi insanların
varlığıdır.
Şimdi
de örneğin zührevi hastalık konusunu ele alalım. Bunun önceden alınacak uygun
önlemlerle hemen hemen tamamen önlenebileceği bilinmektedir. Ancak iyi
insanların çabalarıyla bu bilgi mümkün olduğunca dar bir alana yayılır ve
uygulanmasında her türlü engel yaratılır. Sonuçta günah yine “doğal” cezasına
çarptırılır ve yine İncil’in emirleri uyarınca çocuklar babalarının günahlarını
çekmeyi sürdürürler. Bunun tersi olsaydı durum ne kadar da korkunç olurdu.
Çünkü eğer günah cezalandırılmazsa, yaptıkları günah değilmiş gibi davranacak
kadar ahlaksız kişiler ortaya çıkabilirdi; ve eğer ceza masumları da kapsamazsa
o denli korkutucu olmazdı. Bu nedenle, bilim adamlarının edindikleri derme
çatma bilgilere rağmen, Doğa’nın bizler daha cehalet çağındayken koyduğu katı
ceza yasalarının bugün bile işlemesini sağlayan bu iyi adamlara ne kadar
minnettar olsak azdır.
Acılara
neden olsun veya olmasın, kötü bir eyle”min kötü olduğunu, doğru düşünen herkes
bilir. Ancak herkesin salt ahlak kurallarına uygun hareket etmesi olanaklı
olmadığına göre, erdemin güvence altına alınması açısından, günahı acının
izlemesi çok arzulanan birşeydir. İnsanların günahlara bilim öncesi çağlarda
verilen cezalardan kaçınma yollarını öğrenmeleri engellenmelidir. Hayırsever
insanlar bizleri bu tehlikeli bilgilerden korumamış olsalar da fiziksel ve
zihinsel sağlığın korunması konusunda ne çok bilgi sahibi olabileceğimizi
düşünmek beni dehşete düşürüyor. İyi insanlar bir de kendilerini katlettirerek
yararlı olabilirler. Almanya Çin’in Shantung eyaletini iki misyonerin orada
öldürülmesi sayesinde ele geçirmiştir. Saraybosna’da öldürülen Arşidük sanırım
iyi bir insandı; ona ne kadar minnettar olsak azdır! Eğer o şekilde ölmeseydi
savaş çıkmayabilirdi; dünya demokrasi için güvenli bir hale gelemezdi;
militarizm yıkılmazdı; şimdi de İspanya, İtalya, Macaristan, Bulgaristan ve
Rusya’daki askeri despotizmin keyfini çıkarıyor olmazdık.
Şaka bir tarafa, kamuoyunca genellikle kabul gören “iyilik”
ölçütleri dünyayı daha mutlu kılmak için düşünülmüş şeyler değildir. Bunun
çeşitli nedenleri vardır; başlıcası da gelenektir.
Ondan
sonra en güçlü neden olarak egemen sınıfların sahip olduğu, haksız güçler
gelir. İlkel ahlak kuralları tabu kavramından çıkmışa benziyor; bunlar
başlangıçta tamamen boş-inan durumdaydılar ve tamamen zararsız olan bazı
eylemler -örneğin kabile reisinin tabağından yemek yemek- bilinmez yollarla
felakete yol açtıkları düşüncesiyle yasaklanmıştı. Yasaklar bu şekilde başladı
ve başlangıçta varsayılan nedenler unutulduktan sonra da insanların duyguları
üzerinde etkisini sürdürdü. Günümüzde geçerli olan ahlak kurallarının büyük bir
bölümü hala bu türdendir: bazı davranış biçimleri, etkilerinin kötü olup
olmadıklarına bakılmaksızın, dehşet hissi uyandırırlar. Birçok olayda, dehşet
uyandıran bu davranış gerçekten de zararlıdır; öyle olmasaydı ahlak
ölçütlerimizi düzeltme gereksinimi daha yaygın kabul görürdü.
Örneğin,
uygar bir toplumda cinayetin hoşgörüyle karşılanmayacağı ortadadır; ancak
cinayetin yasaklanmasının kökeninde yatan şey, tümüyle boş-inandır. Öldürülen
kişinin kanının -veya daha sonra hayaletinin- öç almak isteyeceği ve yalnız
suçluyu değil, ona yakınlık gösteren herkesi cezalandıracağı düşünülüyordu.
Cinayetin yasaklanmasının boş-inan niteliği şundan da anlaşılıyor ki, belli
dini ayinlerle kan suçundan temizlenmek olanaklıydı; başlangıçta bu ayinlerin
amacı ise, hayaletin kendisini tanımaması için suçlunun kılık değiştirmesini
sağlamaktı. En azından Sir J. G. Frazex’in teorisi böyledir. Pişmanlığın, suçu
“arındırmasından” söz ederken yaptığımız mecaz çok eski zamanlarda kan
lekelerini temizlemek için yıkama yapılmasından kaynaklanmaktadır. “Suç” ve
“günah” gibi kavramların çok eski çağlardaki bu uygulama ile ilişkili duygusal
bir kökeni vardır.
Rasyonel
bir ahlak kuralı cinayet konusunda bile olaya değişik bir açıdan bakacak;
hastalık için olduğu gibi, suç, ceza ve kefaret yerine önleme ve iyileştirme
ile ilgilenecektir. Günümüzde ahlak ilkeleri boş-inan ve rasyonalizmin garip
bir karışımıdır. Cinayet çok eski bir suçtur; ona uzun yıllar ötesine uzanan
nefret ve korkunun oluşturduğu bir sis perdesi arkasından bakarız. Sahtekarlık modern bir suçtur; onu rasyonel bakış açısıyla ele
alırız. Sahtekarları cezalandırırız; ama onları, canilere yaptığımız gibi,
tuhaf yaratıklar olarak dışlamayız. Teoride nasıl düşünürsek düşünelim,
toplumsal yaşamda erdemi, birşeyi yapmak olarak değil, yapmamak olarak
algılarız. “Günah” olarak adlandırılan şeylerden kaçınan bir kimse,
başkalarının yararına hiçbir şey yapmasa da, iyi insandır. İncil’de
telkin edilen tutum kuşkusuz bu değildir: “Komşunu kendini sevdiğin gibi sev”
olumlu bir yönergedir. Ancak bütün Hristiyan toplumlarda bu emre uyan kişi
kovuşturulur; en azından yoksulluk, genellikle hapis ve bazen de ölümle
cezalandırılır. Dünya haksızlıklarla doludur. Ödülleri ve cezaları verecek
konumda olanlar da bu haksızlıklardan yarar sağlayanlardır. Ödüller eşitsizlik
için çok ustaca gerekçeler bulanlara, cezalar ise ona çare arayanlara verilir.
Komşusunu içtenlikle seven bir kimsenin halkın yergisinden uzun süre
kaçınabileceği bir ülke bilmiyorum. Fransa da savaştan hemen önce Fransa’nın en
iyi yurttaşı olan Jean Jaures öldürülmüş, katil ise, bir kamu hizmeti yaptığı
gerekçesiyle, beraat etmişti. Bu çok çarpıcı bir örnektir; ancak bu tür şeyler
dünyanın her yerinde olagelmektedir.
Geleneksel
ahlakı savunanlar onun kusursuz, olmadığını bazen kabul ederler; ancak herhangi
bir eleştirinin ahlakı toptan çökerteceğini ileri sürerler. Eleştiri olumlu ve
yapıcıysa bu çöküntü gerçekleşmez; ancak, bir anlık bir zevkin ötesinde birşey
için yapılmamış olması koşuluyla. Bentham’a dönersek, o ahlak kurallarına temel
olarak “en çok insanın en fazla mutluluğu”nu savundu. Bu ilke doğrultusunda
davranan bir kimsenin, yalnız geleneksel kurallara uyan bir kişiye göre çok
daha çetin bir yaşamı olacaktır.
Kendisini
ezilmişlerin savunucusu yapacak ve böylece güçlülerin düşmanlığına hedef
olacaktır. Gücü elinde tutanların saklamak istediği gerçekleri açıklayacak;
şefkate gereksinimi olanları ondan mahrum etmek için uydurulmuş yalanları
reddedecektir. Böyle bir davranış gerçek ahlakın çöküşüne yol açmaz. Resmi
ahlak her zaman olumsuz ve baskıcı olmuştur; “yapmayacaksın” der ve kuralların
yasaklamadığı eylemlerin etkisini araştırmaya gerek görmez. Bütün büyük
mistikler ve din öğreticileri böyle bir ahlak anlayışına boşuna karşı
gelmişlerdir: müritleri onların en açık beyanlarını bile dikkate almamışlardır.
Bu nedenle, onların yöntemlerinin büyük ölçüde bir iyileşmeye yol açması pek
olası görünmüyor.
Düşünce
ve bilimdeki ilerlemenin bu konuya katkısı, sanırım, daha umut verici
olacaktır. İnsanlar yavaş yavaş şunun bilincine varacaklardır ki, durumları
haksızlık ve nefret temeline dayalı olan bir dünya, mutluluğu yaratma olasılığı
en büyük olan bir dünya olamaz. Son savaş az sayıda kişiye bu dersi
öğretmiştir; eğer beraberlikle sonuçlanmasaydı daha fazlasını da öğretebilirdi.
Bizler için
gerekli olan, yaşama sevinci, gelişmenin getireceği mutluluk ve olumlu
başarılar üzerine kurulmuş bir ahlaktır; yasak ve baskı temeline değil. Bir
insan eğer mutluysa, coşkuluysa, cömertse ve başkalarının mutluluğuna
seviniyorsa “iyi” insan sayılmalıdır. Bu
durumda, ufak tefek kabahatler pek de önemsenmemelidir. Fakat sömürü ve
gaddarlık yoluyla servet kazanan bir kişiye, şimdi “ahlaksız” olarak
nitelediğimiz kişiler gibi bakmalıyız; düzenli olarak kiliseye gitse de,
kötülükle elde ettiği kazancının bir bölümünü kamu amaçlarına bağışlasa da aynı
şekilde değerlendirilmelidir.
Bunu
sağlamak için, önemli kişiler arasında hala geçerli olan boş-inan ve baskı
karışımı bir “erdem” yerine, ahlak sorunlarına karşı rasyonel bir tutum
getirmek yeterlidir. Günümüzde mantıksal düşünce hafife alınmaktadır; ancak ben
yine de uslanmaz bir rasyonalist olmakta direniyorum. Mantık belki zayıf bir
güç olabilir; ama değişmezdir ve hep aynı yönde işler. Mantıksızlığın
kuvvetleri ise boş yere didişerek birbirlerini yok eder. Bu nedenle
mantıksızlığın -her taşkınlığı, sonunda mantık yanlılarını güçlendirir ve
insanlığın yegane gerçek dostlarının onlar olduğunu tekrar tekrar gösterir.
Sorgulayan
Denemeler: Bertrand Russell
Bertrand
Russell, Felsefe - Psikoloji - Philosophy, Sorgulayan Denemeler
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar