Print Friendly and PDF

BERTRAND RUSSELL- 7-


Türkçesi: Melih Ölçer
I
Tarih çağları boyunca bakıldığında, insan toplumundaki değişmelerin, zaman zaman birbirini tekrarlayan dönemler biçiminde geliştiği; zaman zaman ise tek yönde ilerlemeler gösterdiği görülür. Bu açıdan değerlendirilince değişim, devamlı olarak tekrarlanan, ama her defasında bir öncekinden daha yüksek perdeden ve daha kalabalık bir orkestra ile çalınan bir melodiye benzer. Bu melodide durgun bölümleri hırçın bölümler izler, sonra son kerte yüksek bir noktaya erişilir ve melodi yeniden başlayana kadar süren bir sessizliğe ulaşılır. Bugün, içinde bulunduğumuz, ya da sonuna ulaşmak üzere olduğumuz dönem işte bu yüksek noktaya bir örnektir. Eğer melodiyi tek başına ele alıp düşünürsek, hiçlikte yok olup gidiyor diyebiliriz; eğer yalnızca tekrarları düşünürsek, o zaman da bütün bu sürecin bir gereği yok demektir. Ancak dikkatimizi gelişen şeylerin, bir dönemi diğerinden ayıran etkenlerin üzerinde toplarsak, çağlar boyunca süregelen ilerlemelerin farkına varabilir; yüzeydeki gelgitlerin yarattığı çalkantıların derinliklerindeki düzenli hareketleri görebiliriz.
Eskiçağların Mısır ve Babil İmparatorluklarını Persler’in yıktığım biliyoruz. Pers İmparatorluğunu Makedonyalılar, Makedonyalıları Romalılar, Romalıları Germenler ve Araplar, Arapları Germenler tarihten silmişlerdir. Bu dönemlerin hepsinde de önce belli bir düzeye ulaşana kadar yükselip sonra eskiyerek yozlaşan uygarlıklar yıkılmış, onların yıkıntıları üzerine yenileri kurulmuş, bu yeniden kuruluşlar bazen uzunca süren kargaşa dönemlerinden sonra olabilmiştir. Bugün eskiyip yozlaşmış uygarlığımız da yıkılmaya hazır görünmektedir. Bizler bütün bu değişmelere bakıp yalnızca tarihin birbirini tekrarlayan hareketini görüyoruz: imparatorluklarda olsun, uygarlıklarda olsun, hayvanlarda görülenin aynısı olan şey: Doğma, gelişip büyüme, yaşlanma ve_ ölüm...
Buna karşılık bu uygarlıkların herhangi birisini kendinden öncekilerle karşılaştırdığımızda, özellikle iki bakımdan kesin ve belirli bir gelişme ortaya çıkmaktadır. Bunların birincisi bilginin artması, İkincisi düzenli kuruluşların, özellikle devlet örgütünün büyüyüp genişlemesidir. Bu iki alanda geçmişte görülen gelişmeler, günümüz için olmasa bile gelecek için umut beslemeyi haklı göstermektedir.
Bilginin artması ve devletlerin büyüyüp genişlemeleri, aynı zamanda hem birtakım iyiliklerin; hem de birtakım kötülüklerin kaynağıdırlar. Bilim, savaşları daha yıkıcı yapmış; büyük imparatorluklar ise bu savaşları yaygınlaştırmıştır. Ama bunlar kötülüklere yol açma özelliğine ne kadar sahip olurlarsa olsunlar, yine de son derece önemli gelişmelerin vazgeçilmez etkenleridirler. Bilgi yönünden bunun böyle olduğu tartışmasız kabul edebilir. Devletlerin büyüyüp gelişmelerinin zorunluluğu ve gerekliliği ise, dünyadaki kargaşanın üzerinde durma; bunu giderme yollarını arama sonunda ortaya çıkmaktadır. Savaşları ortadan kaldırmanın biricik kesin yolu, uluslararasındaki anlaşmazlıkları yasalara göre çözebilecek kadar güçlü bir Dünya Devleti; ya da bir Üstün Devlet yaratmaktır. Böyle bir Dünya Devleti ise, ancak dünyanın çeşitli bölgeleri arasında, çok yakın ilişkiler kurulduktan sonra, düşünülebilir. Çünkü bu durumda hiç bir bölge, diğerlerinde olup bitenlere kayıtsız kalamayacaktır. Bugün bu aşamaya erişilmiştir: Son zamanlara kadar Uzak Doğu’nun Avrupa ile önemli ilişkileri yoktu. Kristof Kolomb’a kadar Amerika, kendi başına yaşayıp gidiyordu. Büyük Petro’ya kadar Rusya, Batı Avrupa Güçleri ile bağlantı kurmamıştı. Son Savaş ise, yıkıp yok etme gücünün sınır tanımamazlığı yanında, insanların çıkarlarının ortak yanlarını da gözler önüne serdi. Bu çıkar ortaklığı, her ikisi de bilimin ürünü olan mekanik buluşlarla endüstrileşmenin sonucudur. Çağımıza, geçmiş çağlara göre, iyi kötü her iki yönde de değişik bir özellik kazandıran etkenlerin en önemlisi bilimdir. Ve doğurduğu birtakım kötülükler yanında insanlığı geçmişte ulaşabildiğinden çok daha iyi koşullara kavuşturacak olan etken de yine bilimdir. 
Bu genel çerçeve içinde, bugünkü kargaşanın ileride varacağı sonuç konusunda iyimser olmak, haklı bir dayanak kazanmış oluyor. Ama bugün için dünyanın görünümü korku vericidir; üstelik ne yazık ki, durum yakın zamanda daha da kötüye gidecek gibi görünmektedir. Eğer bu karanlık dönemde akıllıca davranmaya kararlıysak, eğer yakılıp yıkılmaktan doğacak zararları en aza indirmekte bize düşecek görevi yapacaksak, uygarlığı yeniden kurma döneminde bu işlemi en kısa zamanda ve en sağlam biçimde yürütme işini ciddîye alıyorsak; bu durumda şimdi var olan cesaret kırıcı her şeye, yakın gelecekte karşılaşacağımız bütün tehlikelere göğüs germeyi göze almalıyız. Bulgularımızı, tanımlarımızı, korkmadan, parti sloganlarına aldırmadan, yersiz umutların kolay avuntularına kapılmadan ortaya koymalıyız. Düşüncelerimize, çağımızın en yeni bilgilerini, en parlak ülkülerini katmak zorundayız. Hepsinden daha önemli olarak, gerçekleşmesini arzuladığımız hedeflerle aramızda kümeleşen karşı konulmaz güçlerin görüntüsünden doğabilecek yüreksizlik ve beceriksizlik duygularından kaçınmalıyız. Bu konuda başarıya ulaşabilmek için, siyasal güçlerin kamuoyu tarafından desteklenmedikçe etkinlik kazanamayacaklarını; kural olarak da kötülüklerin kamuoyunca desteklenmesine yalnızca bilgisizliğin yol açtığım hatırlamak yeterli olacaktır. Karşılıklı düşmanlıklar, çılgınlıklar ve asılsız görüşler arasında, gerçeklere yol açarak onların toplum çoğunluğuna ulaşmalarını sağlamak; ya da düşünceleri tutkular yerine verilere göre geliştirme alışkanlığını yaymak güçtür. Ama gerçekte insanlığın umutları herhangi bir siyasal iksire değil, bunlara dayanmaktadır.
Sağlam düşünce alışkanlığı ile bilimsellik, bugün bütün insanlık için her zamankinden daha gereklidir. Çünkü akıl dışı otoriteler üzerinde kurulmuş özdeyişler, varsayımlar artık yıkılmıştır. Tabular, dinsel inançlar, toplumsal gelenekler, uygarlaşmamış toplumlardaki düzenin (bu toplumlardaki düzene ne denli düzen denilebilirse) kaynağıdırlar. Bu etkenler, en sonunda, kuşkucu akıl bunların asılsızlığını gösterinceye kadar, birbirini izleyen kültür aşamaları boyunca düzen kaynağı olmaya devam ederler. Asılsızlığın böyle ortaya çıkmasının bir örneği Atina’nın siyasal ve kültürel alanda en yüksek düzeyde olduğu sırada görülmüş; bunu izleyen kargaşanın sonunda Atina silinip gitmiştir.
Aynı durum İtalya’da on beşinci yüzyılın sonlarında olmuş; bunun sonucunda da İtalya, bağnaz İspanyolların eline düşmüştür. Bunlara benzer bir durum bugün bütün uygar dünyada oluşmaktadır: Geleneksel otoritelerin bağlayıcı güçleri, savaşla gevşemiş bulunuyor; insanlar artık birtakım kurallara, salt ataları da onlara uymuş diye boyun eğmiyorlar. Birtakım hakların kullanılmasından caymak için bunun nedenleri sorulmakta; üstelik ileri sürülen gerekçeler, yalnızca bunlara inanmaktan bencil bir haz duyanları kandırabilen asılsız gerekçeler olarak görünmektedir. Bu başkaldırma eğilimi erkeklere kargı kadınlarda, onları ezenlere karşı ezilen uluslarda, en çok da sermayeye karşı işgücünde görülüyor. Tarihin gösterdiğine göre bu eğilim tehlikelerle doludur. Ama ezilenlerin başkaldırmaları çok şiddetli bir çatışma olmadan başarıya ulaşır, yeni ve dengeli bir toplumsal düzen böylece kurulabilirse, yeni bir umut kapısı da açılıyor demektir.
Bugün birbirleri ile çatışan, bu çatışma sonucunda dünyaya biçim veren güçler nelerdir? Bunların birbirlerine göre ağırlıkları nedir? Aralarındaki çatışmaların sonuçları neler olabilir? Ben bu sorunların üzerinde, savaşanlardan biri gibi değil de, tarafsız bir bilimsel araştırıcı olarak durmak istiyorum.
Dünyada bugün etkinlikleri artan güçler yanında, gittikçe önemini yitiren güçler de bulunmaktadır. Bu İkinciler arasında etkilerini hâlâ sürdürenler varsa da, bunlar artık altın çağlarını geçirmiş durumdadırlar; —ve eğer uygarlığımız felâketten kaçınabilirse— gün geçtikçe de etkinliklerini yitireceklerdir. Önemleri büyüyüp artan güçler arasında ise özellikle ikisi, endüstrileşme ile ulusçuluk, diğerlerine göre öne çıkmış görünüyor. Bunların her ikisinin ardında da, kendisi siyasal nitelikli olmadığı halde, bütün siyasal olayları etkileyen bilim vardır.
Endüstrileşme ile ulusçuluğun her ikisinin de, birer tanesi güçleri ellerinde tutanlar; birer tanesi de kendilerini bu güçlerden kurtarmaya çalışanlar için olan ikişer biçimi vardır. Endüstrileşme akımının iki biçimi Kapitalizm ile Sosyalizm; Ulusçuluk eğiliminin iki biçimi ise Emperyalizm ile «ezilen uluslar için özgürlük sağlama» dır. Ezilen uluslar için özgürlük sağlama, Başkan Wilson’un «self-determination»  [ulusların kendi kaderlerini kendilerinin seçme hakları, bağımsızlık.] deyimiyle dünyaya benimsetmeye çalıştığı kavramın aynısıdır. Ama savaştan üstün çıkanlar bu ilkenin yalnızca «itilâf Devletleri» nin düşmanları tarafından ezilen uluslara uygulanabileceğine karar verdiler; İtilâf devletlerince ezilen ulusların bağımsızlık istemeye hakları olamaz, denildi. Bundan dolayı örneğin bağımsızlık ilkesine, Ruslar tarafından, onların düşmanlarına bağlı topraklar açısından anlam verildi ve böylece kavram Sosyalizm ilkesine bağlandı. Oysa ki bağımsızlık ilkesi bütünüyle farklı bir düşünce ve duygu sistemine ilişkindir ve bununla Karl Marx’ınkiler gibi temeli enternasyonalizm olan ilkeler arasında yüzeysel bir ilişkiden daha ileri bir yakınlık kurulamaz. Böylece dünya üzerinde dört büyük güç var demektir :
Endüstrileşmenin iki görünümü, yani Kapitalizm ile Sosyalizm;
Ulusçuluğun iki görünümü, yani Emperyalizm ve Bağımsızlık,
Dünyadaki kargaşalık, Kapitalizm ile Emperyalizm bir yanda, Sosyalizm ile Bağımsızlık öte yanda olmak üzere bu güçler arasında devasa bir çatışma biçiminde görünmektedir.
2
Endüstrileşmenin iki biçimi ile ulusçuluğun iki biçimi arasında pek çok ortak yan vardır. Ama siyasal ve askerî çatışmaların sertliği bu ortak özellikleri hem dünya kamuoyundan; hem de çatışan taraflardan gizlemektedir. Bugünkü durumu çözümleme çabalarımız sırasında doğru yoldan sapmamak için birbirlerine karşıt bu güçlerin aralarındaki bağlılıkları iyi görebilmemiz gereklidir.
Önce endüstrileşme deyince ne anladığımızı belirtelim.
Endüstrileşme, temel olarak büyük ölçüde sabit sermaye * yatırımlarına dayalı üretim ve dağıtımdır.
* Sermaye para değil, bir üretim aracıdır. Para ile sermaye satın alınabilir ve kural olarak yatırıma dönüştürüldüğünde de para bu amaçla kullanılmış olur. Ama sermaye parayı kapsamaz; makineler, tezgâhlar, demiryolları gemiler, vb.,’lerini kapsar.
Başka bir deyişle endüstrileşme, işgücünün gereksinim ve isteklerimizi karşılayacak malların yapımı için gerekli aletlerin ve tezgâhların üretiminde, çok miktarda kullanılmasıdır. Bu, alet kullanma alışkanlığımızın bir bakıma devamıdır. Ekimden önce toprağı sürmeyi akıl eden ilk insan, endüstrileşmede de ilk adımı atmıştır. Sabanın kendisi bizim gereksinim ve isteklerimizin hiç birini karşılayamaz; ama açlığımızı gidermek için gerekli işgücü miktarını azaltır, işte endüstrileşme, bu alet yapma becerisinin gelişmesidir. Öyle ki giderek bu aletler, onların üretiminde ve kullanımında çok sayıda işçinin işbirliğini gerektiren modern makinelere, tezgâhlara dönüşmüştür. Endüstriyel üretim yönteminin örneği olarak demiryollarını ele alabiliriz. Demiryolu yapımı için başlangıçta büyük miktarda işgücü gereklidir; buna karşılık yapılıp bittiği zaman isteklerimizin hiç birisini kendi başına gideremez: Onu ne yiyebiliriz, ne giyebiliriz, ne de (önemli ölçüde ölüm tehlikesini göze almadan) üzerinde uyuyabiliriz. Demiryolu, örneğin bir somun ekmek gibi dolaysız yoldan tüketilemez; ancak kullanılabilir, yani ekmek ve diğer tüketim mallarının sağlanmasında ondan bir araç olarak yararlanılabilir. Bu yararlanma sonucunda ise, başka yollara göre daha az işgücü kullanılmış olur. Demiryolu yapılırken ve kullanılmasına başlayıncaya kadar onun yapımında çalışanlar kendi çalışmaları ile hayatlarını sürdüremezler.
Çünkü bu çalışmaları, onların yaşamaları için gerekli gereksinmeleri karşılamaz. Öyleyse bu işçiler başkalarının ürettikleri mallardan artanlar ile bakılıp beslenmelidir. Buna göre endüstriye ayrılan sermayenin arttırılması demek, gereksinmelerin giderilmesinde o gün için bir düşüş, bir azalma demek olacaktır: Endüstrileşme yolundaki bir toplum, gelecekte sağlayacağı daha geniş çaptaki gereksinme giderme olanakları karşılığında o günkü gereksinme giderme olanaklarını sürekli olarak kısıyor ve kısıtlıyor demektir.
Açıkça bellidir ki, endüstrileşme, onu başarı ile gerçekleştirecek toplumlar açısından belli birtakım özellikleri gerektirir. İlk olarak bu toplumlarda ortaklaşa yapılacak bir işe girişecek büyük işçi kitlelerine gerek vardır. Örneğin bir demiryolu tek bir kişi ya da tek bir aile tarafından yapılıp bitirilemez. İkinci olarak, böyle toplumlardaki işgücünü yönetecek olanlarda, ileride sağlanacak zenginliğe karşılık o günkü gereksinmelerin daha az giderilmesine razı olma eğilimi bulunmalıdır. Üçüncü olarak, bu fedakârlığa katlananların ileride bunun karşılığını görebilmesi için yeterince dengeli ve kararlı bir hükümet olmalıdır; yoksa herkes, «Eldeki bir kuş daldaki iki kuştan yeğdir» özdeyişini benimser. Dördüncü olarak, endüstriyel üretimin pek çok yönü karmaşık ve güç bir nitelik taşıdığından, elde oldukça büyük sayıda vasıflı işçi bulunmalıdır. Son olarak, yine böyle toplumlarda mekanik buluşları yaratmak ve onlardan yararlanmak için bilimsel bir birikim de bulunmalıdır. Bu son koşul, daha önce sayılanların hepsinden önemlidir: Endüstrileşmenin yakın çağların ürünü olmasının nedeni, daha önceki çağlarda yeterince bilimsel birikimin bulunmayışıdır.
Bir ülke endüstrileşme sürecinin başlangıcında iken, ekonomik düzenin oligarşik bir özellik göstermesi; gelişmiş ülkelerden büyük çapta borç sağlayamıyorsa halkın çoğunluğunun da ileri derecede fakirliğe düşmesi, hemen hemen kaçınılmaz olarak görünmektedir. Fakirlikle ilgili ilk sorunu ele alırsak, ülke henüz endüstrileşmediğinden üretim yöntemleri fazla verimli olmayacak; genel kural olarak en düşük geçim düzeyi için yetecek miktarlardan daha fazla mal her halde üretilemeyecektir. Böyle bir ülkede endüstriyi geliştirme çabalarının ilk sonucu, bir miktar işçiyi doğrudan doğruya üretken olan birtakım işlerden ayırmak; bunlara demiryolları, makineler yaptırmak; ya da üretilen mallan makinelerin satın alınacağı, çelik rayların yapıldığı ülkelere ihraç etmek olacaktır. Bundan dolayı da sürecin başlangıcında dağıtım yapılabilecek tüketim mallarının miktarlarında bir azalma görülecektir. Zaten ortada bir fazlalık bulunmadığından —çünkü ülke henüz endüstrileşmemiştir— böyle bir azalma, çalışanlar yönünden ciddî bir fakirliğe yol açacaktır. Bunu önlemenin yolu, ya çok yavaş endüstrileşmek; ya da ekonomik bakımdan gelişmiş ülkelerden büyük miktarda borç almaktır. Gelişmiş ülkeler ile ilişkiler dostça ise, genellikle bu ikinci yola başvurulduğu görülür. Ama Sovyet Rusya örneğinde olduğu gibi zıtlıklar ve uyuşmazlıklar gibi nedenlerle borç alma olanak dışı ise o zaman geriye kalan yöntemler, ileri derecede fakirliğe razı olma; ya da çok yavaş endüstrileşmedir.
Endüstriyel gelişmesinin henüz başlangıcındaki bir ülke için endüstri kesiminin ekonomik düzen yönünden oligarşik olması daha da kaçınılmaz bir durumdur. Endüstrileşmesini tamamlamış ülkelerin en eskisi İngiltere’de, endüstri kesiminin kendi kendisini yönetmesi yolunda çok güçlü bir eğilim vardır ve bu eğilim anlayışla karşılanmalıdır. Bu, İngiliz işçi sendikaları arasında son derece canlılık ve güç kazanmış bir sosyalizm biçimidir. Ama buna karşılık aynı eğilim 1917, 1918 yıllarında Rusya’da da vardı; fakat bu eğilim günümüzde bütünü ile bastırılmış; otoritelerce bunun yerine fabrikalarda tek kişinin yönetimine, bütün endüstri kesiminin tepeden ve antidemokratik bir biçimde denetimine dönülmüştür. Bu farklılık, temelde bütünü ile gereksiz olan bir görüş ayrılığına yol açmış bulunmaktadır: Rus komünistleri ile onların Batı’daki izleyicileri, Rusya deneyinin, endüstrinin kendi kendisini yönetmesinin hiç değilse bugün için geçersizliğini kanıtladığını belirtirlerken; sendikacılık görüşünü tutanlar bu alanda Bolşeviklerin uygulamalarım eleştirmek zorunluluğunu duyuyorlar. Bana gelince, ben, kendi kendini yönetme konusunda İngiliz ve Rus Sosyalizmleri arasındaki ayrılığı, endüstriyel gelişmelerin farklı aşamalarının kaçınılmaz bir sonucu olarak görüyorum. Öyle sanıyorum ki siyasal çatışmaların savaş naraları apaçık gerçekleri örtmese, bu durum herkesçe de görülebilir. Rusya gibi henüz gelişmemiş bir ülkede endüstrinin kendi kendini yönetmesini nasıl açıkça olanak dışı görüyorsam; İngiltere’de bunun hiç bir aksaklığa yol açmadan uygulanabileceğini de aynı şekilde açıklıkla görüyorum. Bunun neden böyle olduğunu açıklamaya çalışacağım.
İlk olarak, yukarıda da gördüğümüz gibi, gelişmemiş bir ülkenin endüstrileşmesi, eğer bu ülke borç sağlayamazsa orta karar bir emekçi yönünden büyük ölçüde geçim sıkıntılarına yol açar. Bu sıkıntılar, endüstrinin gelişmeye başlamasından önceki dönemlerde çekilen sıkıntılardan daha da ağırdır. Eğer emekçiler ekonomide söz sahibi iseler, bu artan sıkıntıdan dolayı kızıp gücenecekler; çocukları ve torunlarına ileride sağlanacak yararlar için bugünden verilecek sözler onları yatıştırmayacaktır. İngiltere’deki endüstri devriminin ilk yıllarında, makineler, aynı miktar malı daha az işgücü ile üreterek işçilerin çıkarılmalarına neden oluyorlar diye, işçi grupları tarafından kırılmışlardır. Eğer işçiler o günlerde üretim yöntemleri üzerinde denetim yetkisine sahip olsalardı endüstri devrimi asla gerçekleştirilemezdi.
Ancak, henüz gelişme yolundaki endüstride kendi kendini yönetimi olanaksızlaştıran yalnızca fakirliğin geçici olarak artması değildir. Aynı zamanda —ki bu daha önemli bir nedendir— endüstri yeniyken, kişiler üretimi gerçekleştirecek büyük kitleler biçiminde örgütlenmeye ve aralarında işbirliği yapmaya alışkın değillerdir. Endüstriyel olmayan üretim tek kişinin, tek bir ailenin; ya da küçük bir ustalar grubunun işidir. Bu biçim üretimde yüzlerce, binlerce işçinin gönüllü olarak bir araya gelmelerini kolaylaştıracak gelenekler de yoktur. Yeni örgütler, gönüllü olarak pek ender durumlarda kurulur. Bir grup insanı, kendilerinin seçmediği yukarıdan saptanan ortak bir amaç için çalışmaya zorlamak, ancak yine yukarıdan uygulanacak bir güçle olabilir. Ama kişiler böyle çalışma alışkanlığım bir kez edinip de yararını görünce artık dışarıdan bir zorlamaya gerek kalmadan bunu sürdürürler. Bu, siyasal alanda da böyle olagelmiştir: Kralların daha önce sağlam ve düzenli devlet kurdukları yerlerde demokrasi başarıya ulaşmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nin durumunu da bu kuralın dışında saymayacağım; çünkü «Amerikan Anayasasının Babaları»nın siyasal gelenekleri, 17’nci yüzyılda İngiltere’de oluşan törelerden başka şeyler değildi. Yine aynı nedenle tek bir devletin ya da birbirlerine yakından bağlı birkaç devletin üstün oldukları bir dönemden geçmeden uluslararası bir dünya devletinin gerçekleşeceğine de inanmıyorum. Gerekli örgütlenme oluşunca, onun yapısı içinde çalışma alışkanlığı da edinilince, kendi kendini yönetim olanağı doğar ve özgürlüğe adım adım ulaşılır. Bu, endüstride de böyledir: Adına ister kapitalist, ister komünist denilsin; gelişmesinin başlangıcındaki bir endüstri az çok despot eğilimli olmak zorundadır. Despotlar ise, birinci örnekte kapitalistler; ikinci örnekte devlet yetkilileridir. Bolşeviklerin bütün denemelerinin doğruladığı bu görüşün, Hindistan’da da, Çin’de de, diğer gelişmemiş ülkeler için de geçerli olduğundan kuşkum yok.
Bu düşüncelerden anlaşılacağı üzere, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki gerçek farklar, her iki yanı tutan politikacıların sandıkları kadar büyük değildir. Belli birtakım özellikler endüstrileşmenin başlangıcında her iki düzende de görülür; endüstrileşmenin ileri aşamalarında ise yine her iki düzende de başka ortak özelliklere rastlanır. Bolşevik yönetimindeki Rus endüstrisi yüz yıl önceki İngiliz endüstrisini hatırlatmaktadır: çalışma sürelerinin uzunluğu, ücretlerin düşüklüğü, grev yasağı, işçilerin yöneticilerine boyun eğme zorunlulukları her iki durumun ortak yanlarıdır; ve her iki durum da endüstrileşmeyi yabancı sermaye yardımı olmaksızın geliştirme çabasının örneklerini ortaya koyduklarından, bu ortak yanların bulunması olağandır.
Yine yukarıdaki düşüncelerden anlaşılacağı üzere sosyalizmin amaçladığı iyiliklere, ancak endüstri gelişip toplumun alışkanlıkları da «endüstrileşince» ulaşılabilir. İngiltere, ya da Amerika’da sosyalizm kurulur ve buna uzun süren bir çatışmaya, ya da endüstride bir sarsıntıya gerek kalmadan ulaşılabilirse; çalışan her yetişkin vatandaştan günde dört beş saatlik işten fazlası istenmeyerek nüfusun tümüne büyük ölçüde yaşama ve geçim rahatlığı sağlanabilir. İşçiler edindikleri deneyimler sonucu kendi çalıştıkları endüstri kesimlerini anlamış, öğrenmiş; bu kesimleri yönetmekte de ustalaşmış olacaklarından, kurulacak sosyalist düzenin merkezden yönetilen bürokratik bir düzen olması da gerekmez. Bütün bu yararlara doğru adım adım yürütülecek bir yaklaşım, kapitalist düzenin bir anda bırakılmasını gerektirmeden; dolayısıyla endüstrileşmeyi ve giderek bütün uygarlık dokusunu topyekün bir sınıf çatışması ile büyük tehlikelere atmadan başarıya ulaşabilir. Buna karşılık henüz endüstrileşmemiş bir ülkede, bu ülke görünüşte ne kadar komünist olursa olsun, bu yararlar sağlanamaz. Çünkü böyle bir ülkede işgücünün sağladığı toplam üretim, yaşama ve geçinme için kesinlikle zorunlu olan miktarlardan pek fazla değildir. Bundan başka nüfus kitlesi içinde, endüstriyel üretim işlemlerinin demokratik açıdan yönetimi ve denetimi için gerekli bilgi, deneyim ve alışkanlıklar da yoktur.
Eğer bu düşünceler doğru ise, sınıfların çatışması çevresinde yoğunlaşan siyasal tartışmalar ne kadar önemli olurlarsa olsunlar; önce makinelerin, sonra onları kullanma deneyimlerinin Ve en son olarak alışkanlık ve geleneklerin daha büyük çaptaki önemlerini gölgeleyemezler. Çünkü bir ülkedeki gelir dağılımı düzeni ne olursa olsun, o ülkenin ekonomik yaşamının genel çizgilerini bu etkenler belirler. Yine bu etkenler, biri sosyalist, diğeri kapitalist olan az gelişmiş iki ülkeyi; endüstride gelişmiş bir başka ülkeye benzemekten çok birbirlerine benzer duruma getirirler.
3
Endüstrileşmenin yanında çağımız dünyasına yön veren ikinci etkin güç ulusçuluktur. Endüstrileşme gibi ulusçuluğun da iki biçimi, iki görünümü vardır. Bunlardan birisi güçleri ellerinde tutanlar, diğeri kendilerini bu güçlerden kurtarmaya savaşanlar içindir. Güçleri ellerinde tutanların ulusçuluğu emperyalizm, ezilen ulusların ulusçuluğu bağımsızlık diye adlandırılır. Toplu endüstrileşme konusunda olduğu gibi ulusçuluğun bu iki biçiminin ortak özellikleri de, bunlar arasındaki çatışmaya katılanların sandıklarından çok daha fazladır.
Ama ilk önce ulusçuluktan ne anladığımızı açıklayalım.
Ulusçuluk, sürü içgüdüsünün gelişmesinden doğmuştur. Yani ulusçuluk bir insanın; kendi sürüsünü, içinde yaşadığı topluluğu; bağlı olduğu ulus olarak kabul etmesidir. Bir ulusu oluşturan şey için kesinlikle söylenebilecek tek söz, ulus kavramının coğrafî açıdan tanımlanabileceğidir. Bu konuyla ilgili olarak daha başka özellikler taşıyan gruplara, örneğin dinlere, mesleklere, belli bir sanat koluyla uğraşanlara, bilim adamlarına da bağlılık duyulabilir. Ama ancak kişinin bağlılık duyduğu grup coğrafî bir nitelik taşıyorsa buna ulus, bu bağlılığa da ulusçuluk denilebilir. Buna göre «Ulus» ve «Ulusçuluk» birlikte tanımlanmalıdır; çünkü bu kavramların her ikisi de coğrafî bir gruba yönelmiş bulunan sürü içgüdüsünden oluşmuştur. Sürü içgüdüsünün bu görünümünün diğer içgüdülerimize göre ve onların üzerinde dikkate değer bir üstünlük kazanmış bulunması, çağımızın bir özelliğidir. Oysa geçmişteki birçok dönemlerde insanların bağlı oldukları topluluklar, onların yurttaşlarından çok dindaşlarından oluşmaktaydı. Dünya tarihini sınıflar arası bir çatışma biçiminde gören; feodal aristokrasinin yerini bur juvaziye; burjuvazinin de yerini proleteryaya bırakacağım belirten Marx ise; insanın sürü içgüdüsünü ulusunun değil, bağlı olduğu sınıfın yöneteceğine inanıyordu. Bundan dolayıdır ki onun izleyicileri, işçilerin yurtseverlikleri karşısında şaşırmışlar; kapitalist sınıfın yurtsever görünümdeki tutum ve davranışlarım ise kuşkuyla karşılaşmışlardır. «Bütün dünya ülkelerinin işçileri, birleşiniz!» sözü, işçilerin topluluk içgüdülerini ülkelerinden ayırıp bağlı oldukları sınıfa yöneltmek amacını güden Marksça bir çağrıydı. Gerçi bu çağrı, son savaşın da gösterdiği gibi, bugüne değin en küçük bir başarı sağlayamamıştır; ama bu durumda kalacağı da kesin değildir. Rekabet insan yaradılışının içgüdüsel bir örneğidir. Uygarlık ilerledikçe birbirlerine rakip olan topluluklar, aileden kabileye, kabileden küçük uluslara, küçük uluslardan da büyük uluslara doğru, gittikçe büyüme eğilimi göstermişlerdir. Ulusçuluğun temeli ise insanın kendi ulusu ile diğer uluslar arasındaki rekabet duygusudur. Bu duygu vatandaşlara yönelik bağlılık ve iyi duygular yanında, rakip ulusların üyelerine karşı kin ve düşmanlık duygularım doğurur ve geliştirir. Ulusçuluğa bağlanmış kişi, kendi ülkesinin dünyanın en uygar ve en insancıl ülkesi olduğuna; oysa düşmanlarının akla gelebilecek her türlü kötülük ve kıyıcılıktan suçlu bulunduklarına inanır. Bizler bu denli uygar ve insancıl olduğumuz halde onlar böyle kötü ve kıyıcı iseler, biz de onlara haklı olarak her türlü kötülüğü ve kıyıcılığı uygulayabiliriz. İşte ulusçuluğun özü budur.
Açıkça görülmektedir ki bu öz, niteliği gereği yanlış bir temele dayanmakta; bundan dolayı da savaşlara, zulme ve yıkıcılığa yol açmaktadır. Ulusçuluğa bağlı olanların inançları her ülkede başka başkadır. Almanlar kendi «kültür» lerine o kadar değer vermişlerdir ki; onu yaymak için bir Avrupa Savaşını göze alabilmişlerdir. Buna karşılık İngilizler de kendi kültürlerinin üstünlüğüne o derece inanmaktadırlar ki, benimsetmek için süngü ve kamçı kullanmaktan çekinmemektedirler.*
* Örneğin «Daily News»in 5 Ocak 1920 günkü sayısına bakınız: Amritsar  da bir ayaklanma girişimi olmuştur. Ama hangi hükümet görevde olursa olsun, Hindistan’da özgürlük ile yönetim arasındaki çatışmalar olağan sayılagelmektedir. (Amritsar: Hindistan’da Pencap Eyaletinde bir kent. 1919 da kentte çıkan ayaklanmanın bastırılmasına sonradan «Amritsar Kıyımı» adı verilmiştir. Çev.)
 Her ikisi de ulusçuluktan yana oldukları halde İngilizler ve Almanlar birbirlerinin görüşlerini kabul etmemektedirler. Hiç kuşkusuz ki bütün uluslardan daha üstün bir ulus varsa, o da (hangisi olursa olsun) okuyucunun bağlı olduğu ulustur. Öyleyse diğer bütün uluslar, ulusçuluk görüşünü benimsemekle büyük bir hata işlemektedirler: Bu uluslar, okuyucunun ulusunun üstünlüğü benimsemeli; onun isteklerine sessiz sedasız uymalıdır. Ama ne yazık! Diğer ulusların üstünlük iddiaları da, sanki geçerli temellere dayanıyormuşçasına ısrarlı; bizim gerçekten üstün olan ulusumuz örneğinde olduğu kadar da inançlıdır!
Ezilen ulusların tuttuğu ulusçuluk ile emperyalizmin arasındaki farkın küçüklüğü, ezilmekte olan herhangi bir ulus bağımsızlığına kavuşunca daha iyi görülür. Bu konuda Polonya’nın durumunu yeni ve göz kamaştırıcı bir örnek biçiminde ele alabiliriz. Ruslar Polonyalı’ları bir buçuk yüzyıl boyunca ezmiş; Polonyalılar bu süre içinde özgürlükten, bağımsızlıktan başka bir amaç gütmemişlerdir. Dünyadaki bütün özgürlük yanlıları Polonyalıları desteklemişler; onları, altında ezildikleri tiranlığı cezalandırmayacak kadar güçsüz, fakat asil ve uygar bir ulus olarak göre gelmişlerdir. Buna karşılık Polonyalılar ulusal bağımsızlıklarını kazanır kazanmaz, kendilerinin çar elinden çektiklerinin acısını çıkarmak amacıyla Ruslara karşı bir saldırıya girişmişlerdir. Bunda şaşılacak bir taraf yoktur; bu ulusçuluğa körü körüne bağlanmış bütün ülkelerden beklenebilecek doğal bir davranıştır.
Ulusçuluğun kötü etkilerine yalnızca yapay sınırlar, ya da diplomatların hataları yol açmaz; bazı ulusların ezen; bazılarının ezilen durumda olması da bu kötülüklerin başlıca etkeni değildir. Bazı ulusların ezen, bazılarının ezilen durumunda olması gerçekten de çok önemli bir kötülüktür; ama bu, ulusların güçleri arasında tam bir dengenin sağlanamadığı dünyamızda ulusçuluk duygularının kaçınılmaz bir sonucudur. Uygar insanlığın büyük çoğunluğu, toplumsal borçlarının yalnızca kendi ülkelerine karşı olduğunu düşündükçe, dolayısıyla kendi ülkelerinin çıkarları için başka ülkelerdeki insanlara az ya da çok zarar vermeyi haklı gördükçe, hiç bir diplomatik uyuşma ya da siyasal reform yaşanılır bir dünya yaratamaz.
Zayıf uluslar büyük güçlerle savaşırlarken bağımsızlık ilkesine tutunurlar. Ama bağımsızlığın kendisi ulusçuluk değildir. Bağımsızlık aslında enternasyonalist açıdan ulusçuluğa karşı çıkmak için kullanılan bir araçtır. Ulusçuluk görüşünün gerçek izleyicisi, dostluk gerekleri diğer ulusların isteklerine karşı haksever görünmesi gerektirse de, bağımsızlığı yalnızca kendi ülkesi için ister. Eğer ulusçuluk eğilimi bugünkü etkinliğini sürdürürken bağımsızlık ilkesi de güçlü uluslara karşı gerçekleştirilip uygulanacaksa, o zaman bu bağımsızlık ilkesi uluslararasındaki sınırların düzenlenmesinde bulunabilecek en iyi yöntemdir. Ama ulusçuluk eğilimi bugünkü gibi kaldıkça bunun başarıya ulaşması olacak gibi görünmüyor. Çünkü böyle bir durumda sınır boylarındaki ordular tetikte bekleyecek; uluslararası alışveriş güçleşecek; ticarî ilişkiler kurulup sürdürülebilirse, bu, ulusların birbirlerine karşı düşmanlıklarını körüklemekte kullanılacak; en küçük uyuşmazlıklardan savaşlar patlak verecek ve o zaman galipler bağımsızlık ilkesini unutup gideceklerdir. Ulusçuluğun doğurduğu kötülükler önceden bize uygun gibi görünen hiç bir formülle giderilemez. Bu kötülükler bugün ezilmekte olan ulusların görüşlerine sımsıkı sarılmakla da yok edilemez. Çünkü eğer söz konusu görüşleri savunmada başarıya ulaşırsak bu kez o uluslar ezen durumuna geçeceklerdir. Ulusçuluğun kötülüklerini gidermenin tek yolu, ulusçuluk eğiliminin gücünü kırmak; insanların duygu ve enerjilerini ulusçuluk rekabetinin yararsız uğraşından başka yönlere çevirebilmektir. İleride yeri geldiğinde bunun olup olmayacağı; olursa nasıl olabileceği sorunlarına eğileceğim. Kanım odur ki, bu, bugün için uygarlığımızın karşı karşıya olduğu en önemli sorundur. Hatta bu sorun, daha iyi bir ekonomik düzen kurulmasından da önemlidir.
Bu kesimde çağımız dünyasına yön verdiklerine inandığım iki önemli etken üzerinde durdum. Bu etkenleri, birbirleriyle olan ilişkilerini gözönüne almadan ayrı ayrı açıkladım. Oysa bunların arasındaki ilişkiler hem çok önemli hem de çok ilginçtir. Endüstrileşme, ulusçuluğun güçlenmesine birçok bakımdan katkıda bulunduğu gibi; tarihte ilk kez bütün dünyayı kapsayacak bir uluslararası devletin teknik olanaklarını da hazırlamıştır. Sosyalizm, enternasyonalizmi ve ezilen ulusların kurtarıcılığını savunurken, emperyalizm, ulusçuluğu, emeği ile geçinenleri sosyalist düşüncelerden saptırmanın bir yöntemi olarak benimsemektedir. Emekçilerin yabancı uluslara düşmanlık duymaları sürdürülebilse kapitalistlere o kadar kızmaya zaman bulamayacakları düşünülmektedir. Bütün bunlar, uygarlığımızı yıkıma götürebilecek olan çatışmayı incelemek için gerekli etkenlerdir.
Bu belirtilenlerden başka, geçmişten günümüze dek ulaşmış, eski önemlerini yavaş yavaş yitirmekle birlikte hâlâ güçlü olan etkenler de vardır. El sanatları, eski tarım yöntemleri, din, düşüncelerin anlatımında izlenen alışkanlıklar, bunlar arasındadır. Çağımız düşüncelerinin birbirlerine rakip olan önderleri karşılıklı bir çatışma ile birbirlerini susturmaya çalışırlarken eskiden kalma bu etkenler yeniden güç kazanıyor. Öyle ki, bu gidişle kesin üstünlüğün bu eski güçlere geçmesi hiç de olanak dışı görünmüyor. Ama bütün bu olanakların üzerinde, ilerideki kesimlerde, ayrıntılı olarak duracağım.
Sh: 17-29
Eğitim konusu, evrimden yana kişilerin üzerinde durmak zorunda oldukları konuların en zorlarından birisidir. Toplumsal gelişmenin anahtarı olarak ilk bakışta eğitim görülür. Çünkü kuşkusuz daha iyi eğitim diğer alanlardaki evrimlerin gerçekleştirilmesini kolaylaştırır. Ne var ki bugünkü eğitim düzenimizin pek çok kötü özellikleri, endüstriyel uygarlığımızın da zarar gördüğü başka kötülüklerin sonuçlan niteliğindedir. Eğitimin bu kötü özellikleri, ekonomik düzen değişmedikçe köklü bir iyiliğe dönüştürülemez. Bununla birlikte öğretmenler ve —daha az etkili olarak— ana babalar arasındaki ortak görüşlerle bazı başarılar sağlanarak bugün için eğitim düzeni daha az zararlı bir özelliğe kavuşturulabilir. Toplumda rekabetin ve haksızlığın azalacağı bir örgütlenmeyi amaçlayanlar için bu yönden hedef alınacak bir tek görev yeri değil aynı anda hedef olarak alınacak birbirlerine bağlı birçok görev yeri vardır. Çünkü bir yerde değişiklik başka yerlerde de değişikliklere neden olur. Bu kesimde «Utopia» ülkesindeki eğitim üzerinde duracak değiliz; eğitimin bugünkü durumuyla taşıdığı önemli kötülükleri gidermek için hemen şimdi nelerin yapılabileceğini araştıracağız. Konumuzla ilgili olarak hemen bütünüyle ilköğretim üzerinde durmaya kararlıyım; çünkü bir kitabın da üzerinde durduğu en önemli ve en geniş kapsamlı olgu budur.
Kitabımızın üzerinde durduğu temel sorun, endüstrileşmenin gerektirdiği maddî yönden bir ömekleşme ve büyük çapta örgütlenme ile; yaşamın maddî olmayan yönünün gerektirdiği içtenlik, farklı ve özel olmanın nasıl bağdaştırılabileceğidir. Bu sorun en keskin yönüyle eğitime bağlanır: Endüstriyel bir toplumdaki eğitimde de, fabrika yapısı mallarda her zaman görmeye alıştığımız sakatlık ve bozuklukların bulunması kaçınılmaz mıdır? Eğitim düzenimizin gençlerimize aşıladığı mekanik hayat görüşü ve alışkanlıklar olmadan endüstride makineleşmenin yararlan elde edilemez mi?
İlköğretim bugün büyük ölçüde devletçe sağlanmakta; küçük bir bölümü ise yine devletin yardımıyla kilise tarafından yönetilmektedir. Her iki bölümün de yanlış ve aksak yanları vardır; ama bunlar birbirlerinden farklı aksaklıklardır. Devlet yönetimindeki eğitim; ulusçuluk; rekabet ve başarının üstün tanıtılması; makineleşmeye tapma; bir örnekliği ve biteviyeliği sevme; kişilik sahibi olmayı kötü görme gibi çağımız dünyasının bütün kötülüklerini içermektedir. Kilisenin eğitimi ise aynı şekilde ulusçudur; ama diğer yönlerden çağdaş değil; ortaçağ tutumunu izlemektedir. Kilise eğitiminin amaçları, otoriteye boyun eğme alışkanlığını yaratmak; erken başlayan ve sık sık tekrar edilen öğretilerin yarattığı «hipnotizma» etkisi ile boş şeylere inandırmak; topluluk duygusu yerine üstün bireylere bağlılığı yaymaktır. Çocukların kafalarına ve gönüllerine devletin mi, kilisenin mi daha çok zarar verdiğini söylemek gerçekten güçtür.
Eğer yaygın ve zorunlu eğitimin uygulanması ilke olarak benimsenirse, bunun paraca devlet tarafından karşılanması kaçınılmazdır. Ancak bu zorunluluğun kapsamı içinde de iki yoldan birisi seçilebilir: Devlet eğitimi kendisi yönetip yürütebileceği gibi yalnız denetimle yetinerek eğitimin yürütülüp yönetilmesini özel örgütlere bırakabilir. İlk bakışta ikinci yol, farklı çözüm ve yöntemlere yol açıp ana babaların kendi isteklerine uygun okul seçme olanaklarını arttıracağından, daha iyi gibi görünür. Eğer kilise kurumu olmasaydı bu görüş şimdikinden daha fazla bir gerçeklik kazanırdı. 'Ama uygulamada geniş çapta eğitim yapma görevini yüklenen tek kurum kilisedir ve kilise bunu, çocuklarımızın düşünme yeteneklerini körletmek için yapmaktadır. Çünkü düşünen insanların çoğu, geleneğin hiç bir çeşidini benimsemezler. Böyle bir görüşü ileri sürmenin sertliğini bilmiyor değilim; ama düşünmeyi engellemeyi amaçlayan bir eğitim biçiminin de iyi olduğu en azından kuşku götürür, öyleyse devletin dışında çeşitli örgütlerin eğitim yaptırmalarının, yarardan çok sorun yaratacakları yukarıdaki görüşe göre ortadadır.
Ancak devletten başka örgütlerin eğitim yaptırmalarından yana başka görüşler de vardır: Devlet bugün için eğitim yaptırma yetkisini devredeceği örgütlere karşı tarafsız değildir; örneğin Katolik ve Anglikan Kurumlarım bu amaçla benimseyip onların okullarını paraca desteklediği halde sosyalistleri aynı amaç yönünden kabul etmemektedir. Eğer Bağımsız İşçi Partisi ilkokul açmaya kalksa şimdi egemen olan devletin, sözü geçen Partiye de din kurumlarına yaptığı gibi yumuşak ve olumlu davranacağı düşünülemez.*
*«The Times»te çıkan Melbourne, 20 Temmuz 1923 günlü bir telgrafta şöyle denilmektedir : New South Wales’in Adalet Bakanı, Sydney kentinde Komünist Pazar okullarının bulunduğunu ve buralarda nelerin öğretildiğini duyunca büyük bir telâşa kapılmıştır. Parlamentoya sunacağı ve kendisinin hazırladığı tasarıda, 15 yaşından küçüklere devleti ve düzeni yıkıcı öğretileri okutanlara 3 ay hapis ve 50 dolar para cezasını önermektedir.» Muhafazakâr milletvekilleri, burada da buna benzer yasaların çıkarılmasına çalışmaktadırlar. «The Times», (27 Şubat 1923) (Pazar Okulu). Din eğitiminin yapıldığı okul; ya da kurslar. (Çev.)

Bununla birlikte çok uzak olmayan bir gelecekte bu durum düzelebilir; eğer düzelirse de çok sayıda işçi çocuğu kapitalizmin yargılarından arınmış bir eğitim görme olanağına kavuşurlar. Bu, bir İşçi Partisi Hükümetinin işbaşına geçer geçmez düşünmesi gereken konulardan birisidir.
İkinci olarak bugün devlet de, kilise gibi, yalnız düşüncesizlerin ya da çıkarcıların bağlandıkları birtakım boş inançlara önem vermektedir. Ulusçuluk, Kapitalizm, otoritelere boyun eğme, Devletçe yürütülen eğitimdeki bu dayanaksız inançların bir bölümünü oluşturmaktadır. Hiç kuşkusuz bunlar zararlı inançlardır. Bunlar için söylenebilecek tek iyi şey, devletin yarattığı bu zararlı inançların, kilise doğmalarına göre benimsenmelerinin daha kolay olduğu; öte yandan bu inançların düşün dünyasının büyük bir bölümünü kapsamadıklarıdır. Bu nedenlerle bu inançların kazandırılması din eğitiminin gerektirdiğin den daha az yapaylıkla ve çağdaş düşün akımlarından fazla kopmadan sağlanabilmektedir. Ancak bu özellik geçicidir. Devlet kendi durumunun sarsıldığını hissettikçe çocukların çağdaş düşüncelerle ilgilerini kesmeye, sunî bir akılsızlık yaratmaya daha çok yönelir. Bugüne değin devletin kiliseye üstün olması devletin hücum ve eleştiriye daha az uğramasıdır. Bu durum değişmeye başladığında devlet de kilise gibi karanlık amaçlara yönelebilecektir.
Ne var ki devletten yana; ya da ona karşı neler ileri sürülürse sürülsün, daha uzun bir süre eğitim devletin elinde yürütülecek gibi görünmektedir. Bu durumda gerekli olan soru şu olmaktadır: Devlet eğitiminin kötülüklerini azaltacak bir etken var mıdır?
Ana babaların ortak görüşleri fazla önemli sayılamaz. Ana babalar genel olarak çocuklarının ekmek parası kazanmak için gerekli bir şeyler öğrenmelerini isterler. Bu arada eğer kendileri dindarsa çocuklarına da din kural ve inançlarının öğretilmesini benimserler. Ancak ana babalar öğretilen şeyler o gün egemen olan görüşlere göre çok aykırı değilse, çocuklarının nasıl bir hayat görüşü kazandıkları ile genel olarak pek ilgilenmezler. Ayrıca ana babaların büyük çoğunluğu, eğitimin ne denli kuru ve mekanik olduğunu görecek düzeyde eğitimden geçmiş de değillerdir.
Bu durumda bütün umut öğretmenlerdedir. Öğretmenler, öğretim uygulaması istenilen düzeyde yürütüldüğü sürece, tam bir bağımsızlık üzerinde ısrar edebilirler. Başka bir deyişle, devlet okullarında çalışan öğretmenler, kendi görüşlerinden; eğitim sırasında belirttikleri görüşlerden; okul dışı yaşam ve çalışmalarından dolayı kınanmamalarını isteyip bunu sağlayabilirler. Bunun için aranacak tek koşul öğrencilerinin bilgilerinde gerçek bir yanlışlığın olmamasıdır. Bugünlerde İngiltere’nin birçok yerinde öğretmenlerin bağımsızlığını büyük ölçüde zedeleyen tuhaf bir girişim göze çarpmaktadır: Bununla evli kadın öğretmenlerin işten çıkarılmalarım demek istiyorum.[ Bu tutuma İşçi Partisinin şiddetle karşı koyuşu ile ilgili olarak «Dail Herald’ın 3 Mart 1923 günlü sayısına bakınız.] Evli kadınların bekârlardan daha iyi öğretmenlik yaptıkları savunulamaz. Tersine, bekâr kızların bir yaştan sonra sinir dengelerinin bozulduğunu, histeriye tutulma olasılıklarının arttığını; böylece normal bir yaşam süren kadınlara göre daha kötü öğretmen olabileceklerini herkes bilir. Ama ne yazık ki hiç bir eğitim yetkilisi eğitimi düşünmez.
Öğretmenlerin bağımsızlıklarıyla ilgili daha önemli bir engelleme girişimi son birkaç yıldan beri New York eyaletinde uygulanmaktadır. [21 Şubat 1922 günlü «The New Republic’»e bakınız.] Bu eyalette hiç bir okulun, bütünüyle özel kaynaklardan beslenenlerin bile «eğer buralarda izlenen eğitimde egemen hükümetlerin zorla, eylemle ve yasa dışı yollarla devrilmesine ilişkin öğretilerin okutulduğu görülürse» varlıklarını sürdürmelerine izin verilmemektedir. New York eyaleti okullarında hiç kimse eğer «Bu Eyalet Hükümetine ve Amerika Birleşik Devletleri Hükümetine sadık ve bağlı» değilse yasalara göre öğretmenlik görevi alamamaktadır. Aynı şekilde «Bu Eyaletin Hükümetinden ya da Amerika Birleşik Devletleri Hükümetinden başka bir Hükümeti» savunursa yine öyle bir kimseye öğretmenlik yaptırılmamaktadır. Bu yasal hükümleri koyan Lusk Komitesi, yürürlükteki toplumsal düzeni benimsemeyen öğretmenlerin Komite bürosuna teslim olmalarını; bütün öğretmenlerin «toplumsal değişme kurumlan ile savaşmaya istekli» olmaları gerektiğini belirtmiştir. Bu, Bolşeviklerin, işbaşına geldiklerinden beri yürüttükleri tutumun aynısıdır. *
*Bolşeviklerin eğitim politikalarının resmî açık’&ması için Lunat- charsky nin Communist International - 1919 Yıllığında çıkan yaygın eğitimle ilgili üç makalesine bakınız. İngiliz Dominyonlarının hiç değilse bazılarında da eğitim politikası en azından N ew York Eyaletindeki kadar kötü dür. «The Maoriland Worker, Siegfried Sassoon’un bir şiirini yayımlama suçunu işledi diye mahkemeye çağrılmıştır. Noah AbletVin Outlines of Economies'i, Friedrich Engels’in Socialism, Utopian and Srirntific’i, ülkeye girmesi yasaklanan kitaplar listesine eklenmiştir, öğretmenler, hatta üniversite profesörleri ve (bir dereceye kadar hükümet denetiminde olan) işçi Öğretim Derneği okutmanları düşünce özgürlüklerinden caymak; ya da işlerinden olmak durumundadırlar. İşçi Öğretim Derneği okutmanlarından birisi kısa bir süre önce Bolşevik görüş yanlısı diye işten çıkarılmıştır. Maori dil ve kültürü üzerine ders veren bir diğerine, Komünist Partisi’ne yakındır diye yeniden görev verilmemiştir. Oysa derslerinde komünist propagandası yaptığı yolunda en küçük bir kanıt bulunmuş değildir. Yirmi yaşlarında başarılı bir öğrenci olan Miss Weitzel «Comunist» adlı gazeteyi satıyor diye Yüksek öğretmen Okulundan çıkarılmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki göçmenlik yasalarına göre adı geçen ülkedeki ailesinin yanma da gidemeyen Miss Weitzel, şimdi hizmetçilik ve garsonluk yaparak geçimini sağlamaya çalışmaktadır.» «Dail Herald», 14 Ocak 1922.) 
Yine bu, hangi devlet varlığını tehlikede görürse o devletin benimsediği tutumdur. Ama buna öğretmenlerin de uymaları gereklidir: Bu, kafası ya da yüreği olan hiç kimsenin, son derece korkak olup düşüncelerini kendine saklamaya razı olmadan, öğretmen olamaması demektir.
Bu durum yine öğretmenler tarafından düzeltilebilir. Bunun için öğretmenler kendi mesleklerinin üstünlüğünü ve şerefini göz önüne alarak çalışmalarında kararlılıklarından cay mamalıdırlar. Ulusal öğretmenler birliği çok güçlü bir örgüttür. En üstün öğretim ülküsünü benimserse daha da güçlü ola bilir.
Öğretim yetersizliği; yani gerekli öğretimi yapamama dışında öğretmenlerin görevlerinden alınmaması üzerinde ısrarla durulmalıdır. Böyle bir nedenle bir öğretmen işten çıkarılınca, Ulusal öğretmenler Birliği kendi yönünden de inceleme yapıp durumun gerçekten böyle olduğu, başka saklı bir nedenin olmadığı yolunda kendini ayrıca inandırmalıdır. Bu düzeye ulaşılınca okul müdürlerinin Merkezî Eğitim Kurumu ve mahalli Eğitim Müdürlükleri karşısında bağımsızlıklarını adım adım arttırmaya yönelmelidir. Doğaldır ki bu yapılırken üstün düzeyde öğretim yapılması sürekli olarak kollanacak ve gözetilecektir. Okul müdürleri ders kitaplarını seçmede ve müfredat programlarını daha üstün düzeye çıkarmada özgür olmalıdır. Bütün bunlar eğitim yetkililerinin açısından zorluk çıkaracaktır. Ama eğitim yetkilileri kolay iş görsünler diye eğitimin niteliğinden caymak, olacak şey değildir.
Öğretmenlerin «tarafsızlıklarını korumaları» yani yalnızca Merkezî Eğitim Kurumunun çoğunlukla saptadığı görüşleri öğretmeleri diye bir şey olmamalıdır. En iyi öğretmenler tarafsız olmayanlardır; bu öğretmenler coşkuludur, eğitim çalışma ve uygulamalarına görüşlerini de katarlar. Öğrencilerin tarafsızlığı ise, gerçeklerin genel olarak benimsenen şey olduğu inancına götüren renksiz bir eğitim ile değil, onların farklı ön yargılara sahip öğretmenlerle karşılaştırılmalarıyla sağlanır. Bu yöntemin sonucu bütün aşın görüşler hakkında kuşku duymaya varırsa bundan iyisi de olamaz; çünkü günümüz dünyasının gerek duyduğu şey de budur.
Eğitimi uygularken öğretmenler öğrencilerin düşünce ve davranışlarını kaçınılmaz olarak etkilerler. Eğer öğretmenlerin kendileri birtakım ülküleri benimsemişlerse, bunları öğrencilerinin bir bölümüne olsun aşılayacaklardır. Bunu söylerken Katoliklik, Sosyalizm; ya da başka bir «izm»le ilgili propagandayı düşünmüyorum. Şu durumuyla eğitim içinde bu yolda gereğinde çok propaganda zaten vardır. Demek istediğim, «izm»lerden daha belirsiz şevlerdir: Aydın dürüstlüğü, hoşgörü, geniş görüşlülük, bilim sevgisi; başka bir deyişle aydın olmanın erdemleri diye adlandırılacak nitelikler... Küçük bir çocuk doğal olarak kendisinin bağlı olduğu yanın güçlenmesinden hoşlanır: Manchesterli bir çocuk Liverpool takımının övülmesine dayanamaz. Ancak oyunda haklıdan yana olmak nasıl öğretilebilirse düşüncede de hakkı teslim etmek öğretilebilir. Ne yazık ki oyunda hakkın teslim edilmesi kuralının düşünceye uygulanmasına kötü gözle bakılmaktadır, örneğin savaş sırasında düşmanın yanlışlıklarını reddeden bir kişi vatan haini diye görülür.
Öğretmenlerin benimsedikleri belli bazı görüşler öğrencilerde karşı durma tepkisine yol açar. Ama yine de öğretmenlerin gerçekten benimsedikleri görüşler öğrencileri de aynı yöne yöneltir. Öyleyse öğretmenlerin benimsemeleri gereken ülküler neler olmalıdır?
Bir eğitim düzeninin ulaşmayı istediği iki temel amaç vardır: İyi yurttaş; ya da iyi insan yetiştirmek. Geniş bir hayat görüşü açısından bakılırsa bu iki amaç birbirine zıt değildir; ama yöneticilerin bakma eğiliminde oldukları dar açıdan değerlendirilirse bu iki amaç arasında önemli ölçüde zıtlık görülecektir. Mekanik görüşün tutsağı olan kimseler iyi insan yetiştirmeden çok iyi yurttaş yetiştirmeye önem verecekler; iyi yurttaş yetiştirme yöntemini de iyi insan yetiştirme üzerinde hiç durmadan izleyeceklerdir. Ben hükümetlerin iyi yurttaş yetiştirme anlayışlarında üç tehlikeli yanılgı görmekteyim:
İlk olarak, kadın erkek herkes dünyanın değil; tek bir devletin yurttaşı olarak görülmektedir.
İkinci olarak devlet; yada mahallî idare, kendi yurttaşlarınkinden başka ve daha üstün bir iyiliğe sahip diye varsayılmaktadır.
Üçüncü olarak düşünülen bu iyilik; ya da yarar, bireylerin düşünsel yeteneklerine bağlı değil de; yalnızca mekanik yöntemlerle sağlanabilen bir iyilik ya da yarar olarak görülmektedir. Bu yanılgılardan ilkinin; yani ulusçuluğun, makineleşme ile yapısal bir bağlılığı yoktur. Ancak ulusçuluğun bugünkü büyük gücünü kazanması endüstrileşmenin ulusal kapsamda gelişmesiyle olmuştur, öyleyse ulusçuluğun makineleşme ile mantıksal bağlılığı yoksa bile gerçek bir bağlılığı vardır.
Doğaldır ki bir kamu eğitimi düzeni, hiç değilse kişilerin çağdaş bir toplumdaki işlevlerini yapmalarını sağlayacak gerekli bilgileri onlara vermelidir: Herkes okuryazar, basit toplama çıkarma işlerini yapabilir olmalıdır vb... Zamanla devlet bu en az bilgi düzeyini arttırır; sonunda bu düzey önemli ölçüde yükselir. Ancak ben isin önemli olduğu kadar üzerinde anlaşmaya varılmış denilebilecek bu yönü üzerinde değilim. Üzerinde duracağım konular aykırı görüşlerin çıkabileceği konulardır.
Öğretim süreci içinde öğretmenler belli düsünsel alışkanlıkları verebilirler. İşte tartışma burada başlar: Öğretmen hangi düşünsel alışkanlıkları öğretip kazandıracaktır? Bu alanda çok sayıda seçenek vardır. Cizvitler iyi bir öğretim verme süreci içinde, Katolik Kilisesi’nin dogmalarını hiç tartışmadan benimsemeyi öğretirler. Amerika’da ilkokullar çocuklara yüzde yüz Amerikalı olmayı; yani Amerika’nın bir Taun Cenneti olduğunu, anayasalarının tanrısal bir esinden doğduğunu, milyonerlerinin pazar okulu erdemlerine örnek meydana getirdiklerini öğretirler; bunlara inandırılırlar.
İngiliz İlkokulları İmparatorluğumuzun büyük ve erdemli olduğunu, Hindistan’ı ezmediğini, Çin’e zorla afyon sokmadığını, Afrika’da bir insanlık örneği meydana getirdiğini, bütün Almanların kötü olduğunu öğretirler. Rusya’daki ilkokullar komünistlerin erdemli, anarşistlerin kötü, burjuvaların sapık olduğunu; sosyalist devrimin çok yakında bütün Avrupa’yı saracağını; Komünist Partisinde emperyalist eğilime yer olmadığını, çünkü emperyalizmin kapitalizme dayandığını öğretirler. Japonlar Mikado’nun Tanrısal olduğunu, güneş tanrısından geldiğini, Japonya’nın dünyanın diğer bölgelerinden daha önce yaratıldığını, bütün bunlardan dolayı Japonlar ne derse Çinlilerin boyun eğmelerinin gerektiğini öğretirler. Bildiğim kadarı bunlara benzer görüşler Uruguay’da, Paraguay’da, San Marino’da da öğretilmekte; bütün bu ülkeler Tanrının kendilerini üstün kıldığını, komşularından çok daha üstün olduklarını söylemektedirler. Kısacası nerede bağımsız bir ülke varsa; o ülke, okuma yazma öğretme tekelini, gençlere birtakım gülünç inançları aşılamada kullanmaktadır. Bu inançların amacı ise gençlerin kıyım eğilimlerini arttırmaktır.*
* Fransız Eğitim Kurumunca Alsace - Lorraine’de kullanılmak üzere benimsenip onaylanan bir okuma kitabında yazılanlar: «Unutmayın. Hatıranızdan çıkarmayın. Küçük Fransızlar. Fransa’ya saldıran, onu Büyük Savaşa girmeye zorlayan Almanya’dır... Almanlar akıl almaz bir kıyımın suçlusudurlar: Çocukları sakatlamış ve öldürmüşlerdir, kadınları ve yaşlıları vurmuşlardır... Almanya’ya sonsuzluğa dek lânet yağsın. Güzel vatanımız Fransa ve onun dostlarının zaferleri ölümsüz olsun.» («Dail Herald», 15 Mayıs 1922)
  Yine bu inançları güçlendirmek için özel bilinçsel alışkanlıklar üzerinde durulur: Bir şeyi fazla incelemeden benimseme, gözü kapalı peşin yargılar, toplu yabanıllık; hepsi de ilkel insanlarda olup eğitimin yumuşatacağı umulur nitelikler... Dünyayı yönetenler erdemin yanlış ve yalan şeyler öğretilerek kazanılacağına ve gerçeği bilenlerin kötü kişiler olacağına inana gelmektedirler. Buna asla katılmıyor ve inanmıyorum. İnandığım şey gerçek tutkusunun bütün erdemlerin temeli olduğu; yalanlara dayanan «erdemlerin» 'zarardan başka bir şey sağlayamayacağıdır. Buna yalnızca bir İnanç olarak da bağlanabilirim; ama bu inancın gerçekliğini kanıtlayan pek çok örnek vardır. Ulusçuluk bu örneklerin en göze çarpıcılarından birisidir. Tarih öğretim kitaplarının yurtseverlik nedeni ile bile bile yazılan yanlışlarla dolu olduğunu dünyadaki bütün eğitim bakanları bilirler. Tarih öğretiminin yanlışlarla dolu olması çok önemli değildir; asıl kötüsü bu yanlışların savaş olasılığını arttırıcı nitelikte olmalarıdır. Ekonomik alanda enternasyonalizmin önemi yolunda sosyalistlerce çok şey söylenmiştir. Ama eğitim alanında enternasyonalizm de en az birincisi kadar önemlidir. Bütün uygar ülkelerde çocuklara aynı tarih öğretilirse, ülkeler birbirlerine daha az düşmanlık beslerler; ayrıca hiç bir ülke bir savaştan galip çıkacağına yüzde yüz güvenemezdi. Okul kitaplarının yazımı ve tarih öğretmenlerinin eğitim yönetimi uluslararası bir otorite tarafından yapılmalıdır. Bugünkü uygulama, her ulusun kendisinin haklılığı ve gücü konularındaki kendi inancını; sonuç olarak da savaş hevesini arttırmaktadır. Gerçekten de yanlış tarih öğretiminin amacı bu olsa gerektir.
Bunun doğurduğu kötülük o kadar fazladır ki sonunda eğitimin bütün genel yararını silip süpüreceğe benzer. Rusya, ya da Çin’deki cahil köylüler ulusçu değildirler; çünkü ulusçuluk gibi geniş kapsamlı ve soyut bir kavramı bilinçlerinde canlandıramazlar. Ülkeleri savaş halinde iken bunu hükümetlerinin bir sorunu diye görür; kendilerine düşen rolün emirlere gönülsüzce uymak olduğunu düşünürler. Rusya ve Çin’in diğer ülkelere, İngiltere. Fransa ve Almanya kadar zarar vermeyecek durumda olmalarının nedeni budur. Eğer Rusya ve Çin ilköğretim düzeylerini Batı Ülkelerinin ulaşmış olduğu düzeye getirebilirlerse; onlar da kendi kalabalık nüfuslarına, gecen savaşı olası yanan «ulusçuluk körlüğünü» kazandırabilirler. işte o zaman Batı Avrupa’nın küçük ulusları Macbeth’in dediğinin çıktığını görüp pişman olacaklardır:
Kanlı öğretiler döner dolaşır da
Onları öğreteni yıkar
Ulusçuluğun kötülüklerinin güçlenmesinden doğan ve önümüzde biriken tehlike bulutları dağıtılamaz değildir. Bunun için yapılacak şey eğitimin yanlışlar yerine gerçekleri öğretmeye yönelmesi; ya da eğitim yetkilerinin, gençleri şimdi yaşamakta oldukları coğrafî bölgelerin değil de bütün dünyanın gelecekteki yurttaşları olarak görebilmeleridir.
Öte yandan ulusçuluğun kötülüklerinin körüklenmesinin bütün suçunu yanlış eğitime yüklemek haksızlıktır. Bir kişinin kendi grubuna bağlılık duyması; grubunun (gerçek, ya da hayal ürünü) başarılan ile göğsünün kabarması, diğer rakip gruplara karşı düşmanca duygular beslemesi insanlardaki içgüdünün görünümleridir. Eğitimini yaptığı, bu içgüdüsel duygulara dayanıp onları belli bir yöne yöneltmektir. Eğitimi yönetenler de bu içgüdülere sahiptirler ve gerçekliğine inandıkları şeylerin tersini bilinçlerini kullanarak yapamamaktadırlar. Ama içgüdülerine uymanın sonucunda Batı uygarlığının yakın gelecekte yıkılıp gideceğini görebilirlerse; diğer konular için olduğu gibi bu konuda da eğitimin, akılcı bir öngörü ile kaba içgüdüleri denetim altına almak; tutkuları düzenleyerek yaşamı kolaylaştırmak amaçlarına dönük olması gerektiğini anlayabilirler. Bugün özel yaşamamızda pek azımız adam öldürürüz; ama ilkel bir kafatası avcıları topluluğunda çoğunluk adam öldürür. Böyle ilkel topluluklarda kişilerin adam öldürmeleri için gerekli içgüdüyü güçlendirmek amacıyla elden gelen her şey yapılır; bizim toplumlarımızda ise bu içgüdü —bir avuç kişi bir yana— başarıyla bastırılmış durumdadır. Ne var ki savaşlarda topluca kıyım açısından izlediğimiz yol kafatasçılarının kişisel katilliklerinin aynısıdır. Tek tek kişilerin adam öldürme içgüdülerini engellemek için yararlandığımız yöntemler, aynı içgüdü savaş tutkusu biçimini aldığında da onu engelleyebilir. Bu yöntemler eğitim alanında uygulanmalı; öldürme içgüdüsü tohumlarını ulusal silahlanma ve uluslararası gerginlik ağaçlarına dönüştüren şimdiki yöntemlerin yerini almalıdır.
Bütün insanlığın bir tek büyük aile olduğu; uluslar ayrımının yapaylığı inancı gençlere çok kolay aşılanabilir. Bunun için gerekli olan da eğitimin bu yöne yöneltilmesidir. İnsanların atalarından ve insanın ortaya çıkışından başlayan gelişmeleri, tüm ulusların katkısı ile gerçekleşen bir bütün olarak açıklayan H. G. Wells’in «Dünya Tarihinin Ana Çizgileri» adlı kitabı gibi eserler, daha insancıl bir görüş yaratmada kesinlikle Agincourt, Trafalgar, Lexington ve Saratoga konu ve olaylarını anlatan yurtseverce eğitimden daha etkilidir. Belki de bir şeyden nefret etmek içgüdülerimizin bir gereğidir. Ortaçağda şeytandan nefret ediliyordu; bunun insanlara bir zararı da yoktu. Ama bugün savaşta olsun, barışta olsun şeytanın varlığına inananlar kalmamış gibidir, öyleyse insanların komşu ülkelerdeki hemcinslerinden nefret etmelerini önlemek istiyorsak yeni bir nefret konusu bulmalıyız, örneğin insanlar Mani dinine, cehalete, salgın hastalıklara karşı nefret duyabilirler. Bunlara düşmanlık duymak yararlıdır ve ufak bir mantık çabasıyla bu duygular nefret içgüdümüzü doyuracak duruma getirilebilir. Diğer insan topluluklarından nefret ise kötülüklere yol açar. Eğitim düzeninin yalanlar ve düşmanca kötülüklerle bu nefreti amaçlaması doğrusu çok yazıktır. Ama yine yazıktır ki Çin bir yana bütün büyük uluslarda durum budur; Çin ise böyle olmadığı için diğer büyük uluslar karşısında zayıf duruma düşmüştür.
Şimdi eğitimimizdeki ikinci yanılgıya gelmiş bulunuyoruz Bu yanılgı bugünkü eğitim düzenimizde güçlenme olanağın,' bulmaktadır. Bu yanılgı devletin ya da toplumun, bireyler için gerekli olandan daha değişik bir «iyiliğe», sahip olduğu ve bu «iyiliğin» bireylerin iyiliğinden daha üstün bir iyilik olduğu yolundaki sanıdır. Bu, benim «yönetici yanılgısı» adını önerdiğim yanılgıdır. Doğaldır ki kişilerin ancak belli birtakım nitelikleri içeren topluluklarda mutlu yaşayabileceklerini söylemek yanılgı değildir: Robinson Crusoe’nin (sözgelimi) Perikles çağında Atinalı bir yurttaş kadar mutlu olabildiğini öneriyor değilim (Perikles çağı da bizim çağımızdan daha iyi olmayabilir, ama o çağın iyiliğini Varsaymak yanlış değildir ve ben Perikles çağını burada yalnızca örnek gösterme amacıyle belirtmekteyim.) Karşı durmaya çalıştığım yanılgı, bazı toplulukların, içlerinde yaşayanlara iyi şeyler sağladıkları yolundaki olgu değildir. Ama kişilerin yaşamlarındaki bütün iyi şeyler alınıp götürüldükten sonra sırf devlete, ya da topluma bağlı iyi, ya da kötü bir şeylerin kalacağı yolundaki kanıdır. Bu kuram Hegel tarafından savunulmuş, onu izleyen bazı İngiliz düşünürlerince de benimsenmiştir. Kuramın hayli karmaşık olan gerekçesi daha önce de birkaç kez belirttiğim nedenlerle bana göre bütünüyle yanlıştır. Burada gerekçeleri üzerinde yeniden duracak değilim; ancak konumuzla ilgili sonuçlarına eğileceğim.
Devlete ya da topluma bu garip değeri veren kuramı benimseyenler, buna toplumun «organik» açıdan değerlendirilişi diyorlar. Bu adlandırma yanıltıcıdır; çünkü birbirleriyle ilgili bölümlerin ortak amacı sağlaması yönünden toplumlar organiktirler. Bu, tıpkı canlıların organlarının ortak olan yaşama amacına dönük çalışmalarına benzer. Bu örnek, toplumların organik nitelikleri yolundaki görüşün fazla incelenmeden benimsenmesine yol açabilmektedir. Ne var ki söz konusu kuramı savunan toplumbilimciler burada «organik» deyimini kendilerine özgü özel ve felsefî bir anlamda kullanmaktadırlar. Onların demek istediklerine göre toplum, birbirlerini karşılıklı olarak etkileyen, az çok işbirliği yapan kişilerden kurulu değildir: kendi başına bir yaşam ve bir kişiliği olan bir kavramdır. Söz konusu kuramcılar kişilerin kendi kafalarına, kollarına, ayak parmaklarına ayrı ayrı bağlı olmayan; kendi bütünlerine bağlı olan iyi şeylerden yararlandıklarım, hoşnut olabildiklerini öne sürerler; bunun gibi devletlerin de, tek tek, yurttaşların yaşamlarından ayrı birtakım iyi şeylere sahip olduklarını söylerler. Bunun sonucu olarak kuramcılar tıpkı insan vücudundaki organlardan beklenenin insanın bütün olarak yaşamına dönük çalışmaları olduğu gibi; yurttaşlardan da devletin yaşamasına dönük görev yapmalarını ve bu amaçla yaşamalarının beklendiği görüşüne inanırlar. Böylece devlete olan görevimiz komşularımıza olan görevlerimizden daha büyük bir ağırlık kazanmakta; devletin iyiliği ve yararı, yurttaşların çoğunluğuna zarar veren yöntemlerle de olsa korunması gerekli bir özellik kazanmaktadır.
Bu görüş, uygulamada aristokrat ve mekanik bir toplumun övülmesine yol açmaktadır. Uygulamada «devletin yararı» «devlet adamlarının yararı» demek olmaktadır. Bunu çıkar sağlama anlamına söylemiyorum: «Devlet adamlarının yararı» ndan demek istediğim zenginlik ya da bencillerin genellikle peşinden koştukları şeyler değildir. Gerçi işin içinde bunlar da olabilir; ama iyi yetişmiş kişiler bunlardan uzak durmayı başarabilirler. Öte yandan bu kadar belirgin olmayan başka bazı çekici şeyler vardır ki bunlardan kaçınılması daha zordur; insanlar bilinçaltlarının etkisiyle bunlara yönelme eğilimindedirler. Devlet üzerine kafa yoran bir kişi belli düzendeki bir devlet çeşidi üzerinde durmaya başlar; önünde sonunda bu devlet düzeninin iyi olduğu kanısını benimser. Yöneticilik eğilimi olan bir kimse, yönetim tarafı ağır basan; sıkı bir düzenin egemen olduğu; yurttaşların her birisinin büyük makinede bir vida rolü oynadığı bir devlet düzeni özler: Ama böyle bir devlet, kişilikleri başka olan kimseler; örneğin artistlerce yaşanmaz bir düzen özelliğinde olacaktır. Ne var ki sonuncu kişiler kendi kişiliklerinin yapısı dolayısıyla politikacı, yönetici, ya da girişimci olamazlar. Böylece tek bir eğilim ve istek; hem de pek yaygın olmayan eğilim ve istek «devletin iyiliği»ni saptamada egemen olmuş olur. «Devletin iyiliği»ne inanç sürdükçe bu eğilim kendi isteklerini topluluğa zorla benimsetir; çünkü bunlar devlet kişiliğinin istekleri diye varsayılır. Bu, sonuç olarak, birtakım masum kişilerin yetkililerce suçlanması; yavaş yavaş sanatın, bilimin ve giderek yaşamdan zevk almanın yok edilmesidir.
Devleti organik açıdan değerlendirmeyi savunanlar, bunun mekanik görüşün karşıtı olduğuna inana gelmişlerdir. Bu, şaşılaşacak bir yanılgıdır. Çünkü makinenin parçalan da tek bir yararlı amaca yönelik olarak hep birlikte çalışır ve parçalar ayrı ayrı pek az değer taşır; öyleyse makine de bir anlamda organiktir. Gerçi makineler organik olma özelliğine hayvanlar kadar iyi bir örnek değildir; ama bizler canlı organizma değil; makine yapabildiğimiz için toplumumuzu da «organik» yapmayı isterken düşünebildiğimiz örnekleri makinelere benzetiyor; çünkü toplumu canlı nasıl yapabileceğimizi bilmiyoruz. Ayrıca mekanik endüstriyel düzenin gelişmesi ile de toplumlar bu açıdan organikleşmişlerdir. Çünkü bu düzen insanların büyük örgütler içinde birbirleriyle işbirliği yaparak çalışmalarını gerektirmiştir. Ayrıca ticaret, insanları eskiçağlara göre birbirlerine çok daha fazla bağımlı kılmıştır. Böylece makineleşme «devletin iyiliği» inancım doğurmuş; giderek bu iyilik, ne üretildiğine bakılmadan —ister yararlı mal, ister zehirli gaz üretsinler— makinelerin bolluğu anlamına gelmeye başlamıştır.
Bu alanda şaşılacak şeylerden birisi de Marx’ın izleyicisi olan, Marx’ın Hegel’den aktardığı bütün görüşleri sürdüren Bolşeviklerin, yurttaşların iyilikleri karşısında devletin iyilik ve üstünlüğünü şiddetle savunanlar arasında olmalarıdır. Bencil olmayıp toplum yanlısı görünen Bolşevikler bile, içinde yaşayanlara mutluluk verip vermeyeceğine aldırmaksızın kendiliğinden iyi olacağına inandıkları bir toplum yaratma peşindedirler. Kendileri farkında değil görünüyorlar ama, amaçladıkları toplum durumları iyi yöneticilerden başka hiç kimseye mutluluk getirecek değildir. Aynı şekilde Kayzer ve Junker’ler de, Almanlar’ın değil; Almanya’nın iyiliği peşinde idiler. Ama bu iyiliğin aslında kendilerinin yararına bir iyilik olduğu ortaya çıktı. Kendimizden de örnek verelim: İngiliz İmparatorluğunu yüceltenler İmparatorluğun adına bütün yurttaşların eziyete katlanmaları gereğinden yanadırlar, buna katlanmayacak olanlar, kendi isteklerine uyan bir İmparatorluğu isteyen yöneticilerdir. Aynı şeyleri Amerikalı tröst kralları ve yöneticiler için de söyleyebiliriz. Bütün bu durumlardaki kişiler, yönetici yanılgısına karşı sürekli uyanık bulunmadıkça, kendi isteklerine uyan bir kamusal iyiliğin peşinden giderler.
Bu görüşün zararı yalnızca onun haksızlığından ileri gelmemektedir. (Söylemek istediğim üçüncü nokta ile ilgili olarak) Sıradan bir yönetimin eğilimi, üretilen mal ve hizmetlerden ikinci kalite ve makine işi olanlara değer vermeden yanadır.
Büyük sanatçılar, büyük düşünürler, büyük din adamları büsbütün farklı değerlendirme ölçülerini uygularlar: Bunlar tek tek kişileri, içtenliği överler, dıştan bir baskı ile zorlanan hayata değil, kendiliğinden yaşanılan hayata güzel derler. İnsanları, yöneticilerin ellerinde yoğrulmaya uygun bir araç değil; bilinçsel ve ruhsal yönlerden özgür birer varlık yapmak isterler. İsa’nın, Buda’nın, Lao-Tze’nin öğretileri de bu yoldadır. Kişilere ve kişiliğe değer verme Shakespeare in eserlerinde de görülür. Galile’nin engizisyona direnmesi de kişiliğin üstünlüğüne dayanır. İnsan hayatının en üstün nitelikleri, kişinin kendine olan saygısına ve döneklik etmemesine bağlıdır. Kendi yaşamının amaçlarını dıştan gelen baskılarla saptayan kişiler esirlikten başkasına lâyık olamazlar.
Bugünkü devlet eğitimimiz, devletin çıkarma uygun yurttaşlar «üretmeye» ağırlık vermekte, içtenliği özendirmek istememektedir; çünkü içtenlik düzeni aksatıp bozar. Benzerlikten, kişisel yargıyı ezmekten, yöneticilere boyun eğmeye ve düşmanlardan nefrete şartlandırılmış toplum yaratmaya doğru bir eğilim vardır. Uygarlığımız savaşlarla yıkılmaktan kurtulsa bile devlet eğitiminin bu özelliği düşünsel bir esirliğe yol açmakta olduğundan, buna dur denilmezse, giderek bilimde ve sanatta değerli ne varsa; hatta insan sevgisi diye ne varsa ölecek, içtenliğin ortadan kalkacağı ortamda yaşama sevinci de kalmayacaktır.
Demokrasinin bu kötülükleri kendi başına yenebileceği sanılmamalıdır. Çünkü söz konusu kötülükler hükümetlerin biçimiyle ilgili değil; güçlülük dereceleriyle ilgilidir. Hükümetlerin güçlü, yöneticilerin yetkili olduğu ortamda, yöneticilerin eğilimleri (pek az görülen ayrıcalı durumlar bir yana) mekanik olmadan yanadır. Çoğunluk grupları da azınlıklar kadar sert tutumlu olabilir. Yenilik yaratan ya da yenilik peşinde koşanlar ise hemen hiç bir zaman çoğunluk olamazlar. Kişiliğe ve kişisel çabalara değer verme, benzerliğin ortadan kalkması, gelişmenin temel koşullarıdır. Geleceğimizi tehdit eden şey herhangi bir sınıfın üstünlük kazanmasından çok politikacılar ve yöneticilerin üstünlükleridir. Önceleri bu kişilerin güçleri çok sınırlı idi. Şimdi ise endüstrileşme ve onun sonucunda savaşların etkinliklerinin artması ile devletin gücü, insanlık tarihinde görülmedik derecede artmıştır. Tek bir Dünya Devleti yaratıla bilse de tehlike yine devam edecek; ama bu durumda onu önlemek daha kolay olacaktır. Bugün için dünyada çok sayıda devlet olduğuna göre bütün büyük devletlerin amacı savaştan üstün çıkmaktır. Devletlerin şaşılacak ölçülere ulaşmış yetki ve güçleri bu amaca yönelmiştir. Söz konusu amaca, kişiliğe değer verilerek ulaşılamayacağı açıktır; bundan dolayı savaşa hazır olmak için sıradan insanların mekanik esirlere dönüştürülmesi büyük bir ağırlık kazanmıştır. Bütün bu eğilimlerin dünyadaki bellibaşlı ülkelerin eğitim düzenlerini nasıl etkilediği ne kadar söylense azdır.
Bu düşünceleri belirtirken eğitim konusundan uzaklaştığım düşünülebilir. Ancak bir eğitim düzeni, kendini yaratan toplumun ülkülerini benimser; bu nedenle ülkülerde bir reforma gidilmeden, eğitim düzeninde de reform yapılamaz. Eğer öğretmenlerin yetiştirilmesinde yetkili olsam özellikle iki şey üzerinde dururdum:
Bunlardan birincisi şudur: İnsanın topluma karşı ödevi herhangi bir sınıfa, ya da bir ulusa yönelik olmaktan çok bütün insanlığa yöneliktir.
İkincisi ise, iyi denilebilecek toplumların iyi insanlardan kurulu toplumlar olduğu; yani böyle toplumlarda yaşayanların yıkıcılık ve düşmanlıklardan uzak, özgür bir hayat sürmeleridir.
Birinci nokta ile ilgili olarak moral bir gelişmenin giderici etkisi olmadan bilimin sürgit yeni yıkım araçları bulması sonucu uygarlığımızın karşı karşıya olduğu tehlikeye ilgi çekmek istiyorum. Bu tehlikeyi pek çok kişi görmekte, ancak bunların içinde pek azı hükümetlerden ve topluluklardan gelen savaş yanlısı baskılardan kendilerini kurtararak ulusçuluğun bugünkü biçimiyle insanları suça yönelten bir kötülük olduğunu kabule yanaşmaktadırlar. Bütün bu tehlikeleri göstermek her öğretmenin başlıca ödevi olmalıdır; öğretmenler tarafsızca yargılara varabilmeyi, kimseden yana olmadan gerçekleri aramayı, parti sloganlarına kapılmamayı öğretmelidir. Ayrıca farklı gruplar ya da ulusların kötülüğü konusundaki doğal eğilimi de gidermeye çalışmalıdırlar. Başarılı bir propaganda ile başımızdakilerin nefret etmemizi istediklerinden bizler de haksız yere nefret etmeye yöneltiliyoruz. Bu nefretin etkisiyle yaptığımız şeyler sonucu, kendilerinden nefret ettiklerimiz de bize karşı nefretle doluyorlar. Böylece haksız nefret dünyadaki kötülüklerin kaynağı oluyor. Cezalandırmak insanların eksik ve yanlış yanlarını düzeltmek için iyi bir yöntem olmadığı gibi bu hakkı kullanacak kadar masum kişi de yok dense yeridir. Bugünkü durumda düşmanlarımızın günahını biliyor; ama kendimizin kileri bilmiyoruz. Böylece haksız nefret karşılıklı düşmanlıkları körüklemekten başka şeye yol açmamaktadır: Amerikalılar Japonların Kore’de yaptıkları kıyımı bilmekte; ama aynı kıyımdan on Japon’un dokuzunun haberi bulunmamaktadır. Buna karşılık Japonlar Amerika’da zencilerin linç edilmesi olayları hakkında Amerikalıların kendilerinden çok bilgi sahibidirler. Böylece nefret karşılıklı olarak körüklenmekte; bunun giderilmesi için iki taraf da bir şey yapmamaktadır. Suçlulara nefret duymak sorunun çözümü değildir. Yapılacak şey kötülüğe uğrayanlara acıyıp yardım etmek, kötülüklerin yalnız düşmanlarımızca yapılmadığı gerçeğine gözümüzü yummamaktır. Eğitimde dünyanın farklı bölgelerinin karşılıklı çıkar ve bağlılıkları üzerinde durmak insancıl tartışma denilen şeyin üzerinde durmaktan çok daha iyidir. Kendimize de zarar vermeden düşmanlarımıza zarar verilemez, sırf kendi çıkarlarımız açısından uluslararası düşmanlıklar böyle sürüp gidemez. Yok, dünyanın bugünkü nüfusunda bir azalma isteniyorsa o zaman iş başkadır.
İkinci noktaya, kişi özgürlüğüne gelince, bu da eğitimcilerin önem vermesi gerekli bir konudur; çünkü sözünü ettiğimiz özgürlük maddî ve ekonomik değil; düşünsel ve ruhsal özgürlüktür. Endüstrileşme, yaşamamızın maddî yönü bakımından kişilerin büyük örgütler içinde birbirleriyle işbirliği yapmalarını gerektirmektedir. Toplumun, her yetenekli üyesinden tüketimine eşdeğer bir üretimde bulunmasını beklemesi haklı ve ye rindedir. Bu ölçüye göre mutlu azınlığın bugüne değin sahip olduğu özgürlük ileride onlar için azalacaktır. Ama öte yandan savaşları, silahlanmayı, reklam kampanyalarım, ticarî rekabetin boşa harcamalarını terk edebilirsek günde dört saatlik çalışma hepimiz için bol bol yeterli olabilecektir. Zamanımızın geri kalan bölümü serbest olmalı, eğitim düzeni ise günde boş kalan yirmi saati nasıl iyi geçirebileceğimiz yolunda bizi hazırlamalıdır. Kurulacak siyasal düzen ne olursa olsun, geçmişte olduğu gibi gelecekte de üstün uğraş ve çabaların çıkar karşılığında değil içten ve gönülden yapılmasını umabilmeliyiz. Herkese fırsat eşitliği sağlanırsa bu çalışmaların bugüne göre çok ileri gideceğini ummak yanlış olmayacaktır. Ama devlet kendi okullarında gençlerin beyinlerini aynı kalıba dökme çabalarını sürdürdükçe bu üstün uğraş ve çabalar ortadan silinecektir. Bürokratların işlerine gelmese bile düşünce özgürlüğü özendirilmelidir. Özellikle gençlerin eğitiminde geçim amacıyla değil de zevk için çalışacak gönüllü öğretmenlere fırsat tanınmalıdır. Yaşam için gerekli şeylerin sağlanması dışında bireycilik, içtenlik ve farklılık egemen olmalıdır. Özgürlüğü elde etme çabası, ekonomik düzenimizde olacak bir değişiklikle başarıya ulaşamaz; bunun için yöneticilerin diktatörlüklerine karşı sürekli olarak direnmek, düşünce özgürlüğünün elde edilebilecek şeylerin en değerlisi olduğunu hiç akıldan çıkarmamak gereklidir. Makineleşmenin de yararı vardır Bu yarar onlar olmadan yaşayamayacağımız yiyecek, giyecek ve barınak sağlanması alanlarındadır. Ama sanat gibi, bilim gibi, dostluk ve sevgi gibi, mutluluk gibi yaşamı değerli yapan şeylerde mekanikliğin yeri yoktur. Bütün bunlar özgürlüğü gerektirir; hem de yalnızca dıştan tanınan özgürlüğü değil, düşüncemizde ve yüreğimizde duyabileceğimiz bir özgürlüğü gerektirir. Okullarımızda olsun ekonomik devrimcilerin hazırladıkları planlarda olsun bu özgürlüğe gereken önem verilmemektedir. Değindiğimiz özgürlük maddî amaçların egemenliği sonucu yok olma tehlikesi geçirmektedir. Ama iyi bir düzen için bunun yerini tutacak başka bir şey yoktur; bizler insanların yalnız ekmekle yaşayamayacaklarını anlamadıkça da bu özgürlüğün yitip gitmesini hiç bir şey önleyemeyecektir.
Sh: 188-204
Bu kitabın ilk bölümünde, insanlığa büyük yararlar sağlayabilecek özellikteki bir düzenin anlatılmaz kötülüklere yol açmakta olduğunu; bu kötülüklerin ileride daha da şiddetleneceğini gördük. Bu kötülüklerin üç nedenini de özel mülkiyet, ulusçuluk ve mekanik bir hayat görüşü diye saptadık. Düzenin insanların iyiliğine yöneltilebilmesi için; toprak ve doğal kaynaklar üzerindeki özel mülkiyetin yerine kamusal bir denetim konulması; ulusçuluğun yerine duygusal açıdan olsun, belli bazı hükümet görevleri, örneğin savaşlar, göçler, hammaddelerin dağıtımı gibi işler açısından olsun uluslararası görüşün geçmesi; mekanik görüşün yerini makineleşmeye daha geniş değer veren, ama makineleşmeye başlı başına bir iyilik diye tapınmayan bir görüşün alması gereğini ortaya koyduk. Yine ortaya koyduk ki toplumcu görüşün gelişmesinin, Marx’tan yana kişilerin inandıkları gibi, sertlikle olması hiç de gerekli değildir; tersine bu gelişme olacaksa, kamuoyu ve insanların inanç ve istekleri yoluyla denetim altına alınabilir. Bu nokta insanlar bilinçlendikçe, doğayı denetimi altına alma yetenekleri arttıkça daha da gerçeklik kazanmaktadır. Bugün için biz insanlar kendi dışımızdaki doğal güçlerin değil; kendi içimizdeki yanılgıların ve kötü tutkularımızın tutsağı bulunmaktayız: «Yanılgı bizim talih yıldızlarımızda değil Brutus; bizim içimizde!» Yaygın olan hayat görüşümüz yanlıştır; bu değişirse dünyadaki bütün kötülükler silinip gidecektir.
Bu sonuncu kesimde önce mekanik hayat görüşü ile onun karşıtı olan insancıl hayat görüşü arasındaki ayrımı belirtmeye çalışacağım; ondan sonra da mekanik hayat görüşünün kötü yanları giderilebilirse makinelerin ve makineleşmenin, insanlığı sürekli bir ölüm dansı tutsağı yapmak için değil de yaşamı özgürleştirmek için nasıl kullanılabileceğini göstereceğim.
Üstünlüğün, yüceliğin mekanik ve insancıl görüşlere göre farklılığının belirtilmesi; birbirine karşıt ülkülerin farklılıklarının belirtilmeleri arasında en önemli olanıdır. Mekanik görüş, iyiliği kişilerin dışında bir şey; toplumun aracılığıyla sağlanabilen bir şey olarak görür. Buna ulaşılması için gerekli işbirliğinin gönüllü olarak sağlanıp sağlanmamasına bakmaz. İnsancıl görüş ise iyiliğe kişilerin yaşamlarında var olan bir şey diye bakar ve toplumsal işbirliğine yurttaşların mutluluğunu sağlayabildiği ölçüde değer verir. Mekanik görüş kişilere tek tek böyle değer vermez; onları büyük makinenin birer vidası olarak görür. Kişileri öyle yetiştirmek, onların niteliklerini öyle değiştirmek ister ki; Kamusal Plan onların ayrı ayrı istekleri ile çatıştığında boyun eğsinler; devlete, «senin dediğin olsun» demeyi öğrensinler. Oysa insancıl görüş çocuğa bir bahçıvanın fidana baktığı gibi bakar; onu özünde belli yetenekleri taşıyan; uygun toprak, su ve hava koşullarında hayranlık duyulacak bir gelişme gösterebilecek bir şey diye görür. Mekanik görüşün en ucunda Calvin’cilik; insancıl görüşün en ucunda Tao’culuk vardır.
Calvinciler insanların Tanrıya hizmet için yaratıldıklarını savunurlar. Erdemliler Tanrıya hizmet etmeli. Onun merhametine sığınmalıdırlar; günahkârlar da aynı şekilde Tanrıya hizmet etmeli, onun adaletine sığınmalıdırlar. Durum böyle olunca çoğunluğun Tanrının sevgili kulu, azınlığın lânetli ya da çoğunluğun lânetli, azınlığın Tanrı sevgilisi olması sonuçları aynı kapıya çıkmaktadır: Calvinciler esirgenen kulların aslında azınlık olduklarını söylerler; ama —hep de bir rastlantı sonucu— kendileri bu esirgenenler arasındadırlar. İnsanların esirgenmiş, ya da lânetlenmiş olmaları, erdemli ya da günahkâr bir yaşam sürmelerine bağlı değildir; alınyazıları böyle saptanmıştır. Büyük çoğunluğun sonsuza kadar lânetlenmiş olması kötülüğe, günaha ağırlık kazandırır (çünkü lânetlenmiş olanlar hep günahkâr kalırlar); bu böyle olsa da insanlığın niye böyle yaratıldığına üzülmek gerekmez; çünkü hepsi Tanrı hizmetindedirler; önemli olan da budur.
Calvinci görüşün hemen hemen ortadan kalktığı; insanların bu görüşün yanlış yanını gördüğü ileri sürülebilir; ama kanımca mekanik hayat görüşü hele kapitalist ortamda, Calvinci görüşe son derece benzemektedir. Makineleri Tanrı, makinelerin verimini Tanrının zaferi, zenginlerle fakirleri esirgenmiş ve lanetlenmiş kullar, mirası da alınyazısı yerine koyarsak; Calvinci görüşün bütün öğelerinin günümüz toplumunda karşılıklarının olduğunu görürüz. Bu yeni dine göre insanlar mutlu olabilmek için değil, verimli olsunlar diye yaratılmış bulunmaktadırlar. Afrika Kıtasını geliştirmeye çalışanların karşılaştıkları en büyük güçlüğün, yaşamak için çalışma zorunluluğu duymayan yerlilerin mutlulukları olduğunu işittim. Bunu ortadan kaldırmak için beyazların hükümetleri yerlilere kulübe başına ödenecek bir vergi koymaktadırlar. Öyle ki yerlilerin, beyaz sömürgeciler için çalışmaya razı olmadan bu vergi ödemeleri olanaksızdır. Bunu yapan beyazlar yalnız bencillik etkisi altında değil; tıpkı ortaçağ engizisyoncuları gibi din etkisi altında bulunuyorlar. Yine konumuzla ilgili olarak düzenimiz sonucu az sayıda zengin, çok sayıda yoksul kişi bulunmaktadır. Ama makinelerin yüceliğini gölgelemeden bu değiştirilemeyecekse bu özellikten dolayı düzenimize kötü denilemez. Zenginin, yoksulun saptanması da beceri ve yetenek yerine pek çok durumlarda miras ile olmaktadır. Bu da Tanrının sevgili kulları ile lânetli kullarını özgürce seçip saptamasına benzer. Bu dinlerin her ikisi de insan yaşamının amacını yaşamımızın dışında görmekte birleşmektedirler; her ikisinde de bulunan eziyetin kaynağı da budur.
İnsanların pek çok tuhaf özellikleri vardır. Bunların içinde en tuhaflarından birisi bize yararlı olan şeyleri tapınırcasına yüceltmek; bunu yaparak onun yararını ortadan kaldırmaktır. İnsanlar bir zamanlar tarımcılığı yücelttiler ve tarım tanrısının gazabını yatıştırmak için insanları kurban ettiler.
İnsanlar cinsel içgüdüye taptılar, sonunda sapıklıklara düştüler; buna tepki olarak bekârete taptılar, bu kez de kendilerini yaşam boyu evlenmemeye bağladılar. Savaşlardan ve diğer insanları etkileyen kötülüklerin pek çoğundan etkilenmemiş olan Avustralya yerlileri, kendileri üzerinde pek fazla eziyet verici ameliyatlar yapmakta; bunu, cinsel içgüdüye karşı duydukları büyülü bir yüceltme inancı nedeniyle uygulamaktadırlar. Aynı biçimde biz beyazlar da makineleri yaratıp onların büyük gücünü görünce makinelere tapınmaya başladık; böyle ce onları zararlı duruma getirdik.
Mekanik hayat görüşüne karşı çıkarken makinelere de karşı çıkıyorum sanılmasın; makinelerin kullanılması değil onlara tapılması zarara yol açmaktadır: Tahıl ruhlarına tapınmayı bütün kötü sonuçlarıyla birlikte bırakmamıza karşın tarımcılık süregelmekte değil midir? Tıpkı bunun gibi makinelerin tanrısına tapınmayı bırakınca da makinelerden yararlanmayı sürdürebiliriz.
Mekanik hayat görüşünün tam karşıtı M.Ö. altıncı yüzyılda Çin’de ortaya çıkmış olan Tao’cu görüştür. Tao’cu görüş, canlı cansız, bütün varlıkların kendilerine özgü belli nitelik ve özelliklerine göre varlıklarını sürdürmelerinin gerektiğini benimser. Bunun olması için dıştan etki gelmemesi gereklidir. Taocu görüşün St. Paul’ü olan Chuang-Tze, canlı  cansız varlıkları doğal yönlerinden saptıran her girişimin karşısındadır. Bu arada insanları denetim altına aldığı için hükümet örgütünün de karşısındadır. Yine insanlara iyilik edebilmemiz söz konusu olmadığına ve görevimiz onları etkilememek olduğuna göre, komşularımızı sevmekten yana olan Konfüçyüs öğretisinin de karşısındadır. Çuang-Tze yol yapımına, denizde kayık, karada at kullanılmasına, hatta marangozluk ve çömlekçilik işlerine bile karşıdır; çünkü bunların hepsi de doğayı kendi yolundan saptırmaktadır. Öğretisini belirten bir eserden alman aşağıdaki bölüm Çuang-Tze’nin görüşlerini daha iyi belirleyecektir: [ Lionel Giles, Musings of a Chinese Mystic, s. 6768. Legge’nin çevirisi için bkz., Sacred Books of the East, cilt XXXIX, s. 277 vd. (Clarendon Press.)]
«İnsanların belli doğal içgüdüleri vardır: Kumaş dokuyup giyinmek, tarımcılık yapıp kendilerini beslemek bunlar arasındadır. Bunlar bütün insanlık için ortaktır ve varlıkları benimsenip onaylanmıştır. Bu içgüdüler «Tanrısal Tanrı'nın verdiği» içgüdülerdir. Doğal içgüdülerin egemen olduğu günlerde insanlar yavaş ama sürekli olarak geziyor, yer değiştiriyorlardı. O çağlarda dağları aşan yollar, denizleri aşan gemiler, nehirleri aşan köprüler yoktu. Her şey kendi kendine olup bitiyordu. Hayvanlar ve kuşlar ürüyor, çalılar ve ağaçlar büyüyordu. Hayvanların, kuşların yaşamları izlenebilir: İsteyen ağaca tırmanıp bir kuzgunun yuvasını gözleyebilir. O zamanlar imanlar da hayvanlar ve kuşlarla birlikte yaşıyordu. Bütün yaratıklar birdi, birlikti. Kötü insan iyi insan ayrımı yoktu. İnsanlar bilinçli olarak değil, kendiliğinden eşit olduklarından, erdemlilikleri yolundan sapmıyordu. Hiç bir kötü isteğin etkisinde olmadan herkes eşitlik içinde yaşıyor, doğal bir birlik içinde yaşamlarım sürdürüp gidiyorlardı. Varlığımızın en yüce en eksiksiz düzeyi işte budur. Ama, Ukalâlar çıkıp insanları sadaka vermeye yöneltmeye; komşularına karşı ödevleri olduğunu onlara söylemeye başlayınca kuşku da doğdu; Müziğe ve Törenlere düşkünlük ise imparatorluğun parçalanmasına yol açtı.»
Çuang-Tze’nin görüşünde de, mekanik görüşünkine benzer bir yanılgı bulunmaktadır : Mekanik görüş, kullanılan yararlı şeylere tapınılmadan yanadır; Taocu görüş ise tapınılmayan şey kullanılamaz, onlardan yararlanılmaz demeye getirmektedir. Ayrıca hükümetler de hafife alınarak ortadan kaldırılamazlar. İnsanlar içgüdüsel olarak birbirlerinin işlerine karışırlar. Bundan dolayı hükümet örgütünün bulunmadığı toplumlarda yalnızca güçlüler özgürlükten yararlanırlar. Herkesin kişilik ve özelliğinin özgürce geliştiği bir dünya olacak bir şey değildir; çünkü birtakım kişiler içgüdüsel olarak başkalarının özgürce gelişmelerine karışırlar. Ancak hükümetler aracılığıyle örgütlenmekten ve çeşitli «zanaatları» uygulamaktan cayarak Çuang-Tze’nin amacına ulaşamayacağımız açıksa da, onun amaçladığı şeye karşı çıkmamıza bir neden yoktur. Bir toplumsal düzenin amaçlaması gereken şey, kanımca bireylerin en ileri derecede gelişmelerinin özgürce sağlanması olmalıdır. Bunun için adalet ile özgürlük arasında bir denge bulmalıyız: Herkese yaşam gereklerini ve fırsatları sağlamak için adalet; bu fırsatları —adalete aykırı düşmemek koşuluyla— kullanmak için özgürlük gereklidir.
Adalet ve özgürlüğün kapsamları farklıdır. Adalet iyi bir yaşamın dış koşulları demektir.
Özgürlük ise mutluluğun kişisel aracı ya da insanların mutluluktan kişisel olarak anladıkları şeydir.
Adaletin kapsadığı işlev alanı mekanik görüşe bırakılabilir; ama asıl değeri kargaşa ve çatışmayı önleyici yöntem olarak herkesin anlayabileceği basit bir ekonomik temele dayanması; bir kez kurulunca da çoğunluğun desteğini görmesidir. Özgürlüğün değeri ise daha gerçektir.
Adalet, yaşantımızın sürdürülmesi için gerekli olan şeylerin sağlanması için zorunludur. Karne ile dağıtım ve zorunlu çalıştırma, adaletin iyi kötü yönleridir. Adil bir dünyada paranın mirasla geçmesi kısıtlanacak, kimse ekip biçebileceğin den fazla toprağa sahip olmayacak, çalışabilecek kişilerin boş oturmalarına olanak tanınmayacaktır. Bunun yanında kimse açlığa terk edilmeyecek, becerileri o an için geçerli olmayanlar iş buluncaya kadar desteklenecek, ya da kendilerine yeni bir iş öğretilecektir. İstenenlerin bu bölümü uzak bir ülkü değildir; hatta bugün için yarı yarıya gerçekleşmiştir. Yoksullukla savaş haksız zenginliklerle savaştan daha kolaydır. Bugün bazı ellerde toplanmış haksız zenginliğin zararı yoksulluğa yol açtığından dolayı değildir. (Bu yöndeki zarar çok fazla değildir); asıl büyük zarar, böyle zenginliğe sahip olanların, çalıştırdıkları kişilerin bilinçsel yaşamalarını tutsak etmelerinden doğmaktadır. Bu durum yalnız işçiler için değil; (daha fazla değilse) en az onlar kadar meslek sahipleri için de geçerlidir. Pek çok aydın kişinin (özellikle basında çalışanların) kuşkuculuğu, sert alaycılığı, beğenmedikleri birtakım kişilere kendi bilinç ürünlerini «satmak» zorunda olmalarındandır. Farklı bir toplumsal düzen bu kişilere de, işçilere olduğu gibi, daha geniş bir özgürlük sağlayacak; ama belki maddî olanaklarını arttırmayacaktır.
İyi düzenlenmiş bir toplumsal ortamda endüstrileşmenin gerçek işlevi, yaşam için gerekli şeyleri, birtakım daha rahat yaşama araç ve olanaklarını, çok fazla çalışmaya zorunlu kılmadan sağlamak ve yaygınlaştırmaktır. Toplum için gerekli çalışma, bu çalışmayı yapanlarca yönetilirse, üretim ile boş zaman arasında bir dengeye ulaşılabilir; oysa bugün için bu denge yoktur. Böylece ulusun tümü günde bir saat fazla çalışarak daha fazla maddî olanak sağlamak ile günde bir saat az çalışıp az maddî olanak; fakat daha çok boş zaman elde etmek sonuçlan arasında bir karar verebilir. Bu durumda gereksiz çalışmanın yapılması büyük ölçüde önlenebilir. Toplumcu bir düzende endüstriyi kamçılayan kâr ve rekabet etkenleri bulunmayacaktır. Ayrıca reklamcılıktan, pazarlamadan, üretim fazlasından da tasarruf edilebilecektir. Enternasyonalizm de gerçekleşirse silahlanmadan, uluslararası rekabetten, gümrük vergilerinden ve diplomasi masraflarından tasarruf edebiliriz. Bütün bunların sonucunda insanların emek biçiminde topluma ayırmaları gereken yaşam bölümleri bugünküne göre çok azalacak, kendi isteklerini yapabilecekleri bölüm ise çok artacaktır.
Bu işler büyük ölçüde planlama ve örgütlenme çalışmalarını gerektirir görünmektedir. Ayrıca mekanik olanaklar da en iyi biçimde kullanılmalıdır. İnsanların yaşamlarını sürdürmek için yapmaları gerekli iş, sıkıcı ve biteviye olmaktan kurtarılamaz. Mekanik uygulamalar kolayca insancıllaştırılamazlar. Ne var ki zorunlu çalışma süresi azaltılabilir, öyle ki bugünkü teknolojik düzeyimize göre söz konusu çalışma süresi günde dört saate indirilebilir, teknolojinin adım adım gelişmesiyle bu süre daha da azalabilir.
Bu öneri, doğal ki, besin üretimini yetersiz duruma düşürecek olan nüfus artışının önlenebileceği varsayımına dayanmaktadır. Toplumcu düzen; hele uluslararası toplumcu düzen, ancak nüfusun hiç artmadığı ya da hemen hemen artmadığı toplumlarda uygulanabilir. Yavaş bir artış tarımsal yöntemlerdeki gelişmeler ile karşılanabilir ama hızlı artışlar toplulukları yoksulluğa düşürür ve hemen hemen kesin olarak savaşlara yol açar. Fransa’nın nüfus artışının durduğuna, diğer beyaz ırk ülkelerinde de nüfus artış hızının çok düştüğüne bakılacak olursa dünyadaki beyaz ırk toplam nüfusunun artmayacağı umulabilir. Ancak Asya ırklarının artışlarının durması açlık ve savaşlar olmadan dengede kalması daha çok zaman alacak görünmektedir. Siyah ırk için bu zaman daha da uzun sürecektir. Bütün bunlara karşın umulur ki doğum kontrolünü şimdi engelleyen din inançları ileride silinecek ve örneğin önümüzdeki iki yüz yıllık süre içinde bütün dünya yavaş yavaş gereksiz yere üremenin yararlarını öğreneceklerdir. Bu gerçekleşene kadar toplumcu düzenin amaçladığı yasalar ancak bir bölümüyle gerçekleşebilecek, yavaş çoğalan ırklar, hızlı çoğalan ırklara karşı kendilerini zorunlu bile olsa üzücü yöntemlerle savunmak durumunda kalacaklardır. Bundan dolayı bugünkü koşullara göre toplumcu görüşlerimizi şimdilik beyaz ırk grupları ile sınırlandırmak bunlara belki de çok uzak olmayan bir zamanda Çinliler ile Japonlar da girebilir demekle yetinmek zorundayız.
Yaşamımızın maddî yönü için böyle bir düzen sağlanabilirse bilinçsel özgürlüğü korumak olası mıdır? Yoksa ekonomik düzeni denetimleri altında tutanlar, düşünce ve davranışlarını beğenmediklerini zorla susturmak için güçlerini kullanmaya giderler mi?
Bana öyle geliyor ki üretimin dağıtımında görev alacak olanlar yenilikleri, töresel ve bilinçsel gelişmeleri söndürmek için bütün güçlerini seferber etmekten yana olacaklardır. Bunların görüşleri bugünkü bazı işverenlerin görüşlerinden pek farklı olmayacaktır. Eğer söz konusu yöneticilerin güçleri denetlenmezse bunlar hiç kuşkusuz sanatı, bilimi, yaşam ve dünya ile ilgili özgürce düşünceleri yok edeceklerdir.
Bu konuda birkaç örnek düşünelim: Evli kadın öğretmenler için ne düşünülecektir? Ya da yeni düzen içinde yeniden kapitalizme dönülmesinden yana yazılar yazanlara ne yapılacaktır?
Mormon inancını yaymak için boş zamanlarını kullanan kişiye ne söylenecektir? Kesinlikle doğru mu bilmiyorum ama, duyduğuma göre Bolşevikler, insanların maddî gerçekçiliğini zayıflatıyor diye Einstein kuramının okutulmasını yasaklamış bulunuyorlar. Bu doğru olmasa bile Devlet Sosyalizminin egemenliğinde bilime karışma girişimleri kesinlikle olur, olacaktır. Çin’den dönüp de kendime bir ev aradığım sıralarda uygun bir apartman dairesi buldum, yönetici evi bana kiralayacakken ev sahibi benim görüşlerimi tutmadığını söyleyerek evi kiralamama razı olmadı. Bir iki yazışma ve görüşmeden sonra çok yüksek bir kira karşılığı evi tutmama izin veren ev sahibi oturduğum sürece politik propaganda yapmamaya söz vermemi de istedi. Neyse başka kiralık evlerin ve başka ev sahiplerinin olması, beni sıkıntılı bir duruma düşmekten kurtardı, ama eğer bütün evlerin devlete ait olduğu bir düzenin içinde bulunsaydım başka bir ülkede yaşayıp oturmak zorunda kalmaz mıydım?
Eğer devlet toprağın ve yiyecek arzının denetimini eline geçirirse bu ekonomik gücün etkinliği bugün ceza yasalarının etkinliğinden aşağı olmayacaktır. Devletin kiralık ev ya da yiyecek karnesi vermeyi reddedeceği kişiler bugün sabıkalı suçluların içinde bulundukları kötü duruma düşeceklerdir. Bunun için eğer hiç kimsenin dayanamayacağı kadar sert bir baskı düzeni istemiyorsak, devletin elde edeceği ekonomik güç, bugün polisin gücünün denetim altına alınmasına benzer biçimde denetim altına alınmalıdır. Örneğin devlet, belli bir alandaki ekonomik gücünü, ancak önce genel ya da yalnız bu amaçla kurulmuş bir yargı organında onaylatmadan kullanamamalı dır. Bu yargı organları, tıpkı bugün ceza yasasını belli durumlara uygularken yapılageldiği gibi titiz davranmalıdırlar. Bu yasal koşulun uygulanmasını kesinlikle sağlamak için kamuoyu bürokrasinin tehlikelerine karşı sürekli olarak uyanık olmalı, sendikalar devlet yöneticilerine bugün işverenlere baktıkları gözle bakmalıdırlar. Çeşitli örgünler, özgürlüğün dokunulmazlığı için yöneticilerle uğraşmaya hazır olmalıdırlar. Bununla birlikte bu örgütler varlık ve etkinliklerini sürdürebiliyorlarsa özgürlüğün olmaması için bir neden de kalmamış olacaktır.
Bu yeni ortamda çalışmayı özendirme açısından bazı güçlükler olacaktır. Kuşkusuz pek çok kişi başkalarına iyi görünmek, daha yüksek görevlere çıkmak için çalışıp çaba gösterecektir. Ama bazıları için daha fazla özendirici etkenler gerekebilecektir. Herkes kendi için gereken en az düzeydeki şeyleri elde ettikten sonra bile ekonomik etkenler geçerliliğini koruyabilir: Tembel, ya da savruk kişilerin sigara, içki, hatta et hakları kısılabilir; bu gibi kişiler buna benzer yollardan ekonomik kayba uğratılabilirler. Belki çok zorunlu durumlarda hapis cezası da gerekebilir. Bolşevikler bunu gerekli görmüş bulunuyorlar. Buradaki güçlük, herhangi bir işçinin gerçekten işini savsaklayıp savsaklamadığına karar verecek olanların işyerindeki yetkililer olduğu; oysa bu durumda kişisel kızgınlıklar ve eksik kanıtların işi cezalandırmaya götürebileceğidir. Arkadaşları tarafından pek sevilmeyen bir kimsenin böyle bir haksızlığa uğramasını sürekli olarak önlemek olası değildir. Bununla birlikte, endüstriye kendi kendini yönetme ilkesi tanınırsa çalışanların birbirlerini desteklemeleri bu gibi haksızlıkları genellikle önlemeye yetebilir.
Öte yandan kendi geçimini sağlamak için bir grup insanın desteğini elde edebilen kişilerin devlete, çalışma zorunluluğu da olmamalıdır. Sanatçılar, yazarlar, basın  yayın görevlileri ve bunlar gibi işleri yalnız belli bir topluluğun ilgisini çekenler buraya girerler.
Bütün bunlardan anlaşıldığına göre herhangi bir toplumcu düzende bilinçsel özgürlüğün korunması bazı koşullan gerektirmektedir. Devletin işveren olarak çalışma saatleri dışında yapılacak şeylere karışmasına karşı çıkmayı amaçlayan bir kamuoyu oluşmalıdır. Buna ancak (gizli işlerin görüşülmesi gibi) işle ilgili olmak koşuluyla izin verilebilir. Suçlulara karşı devletin ekonomik gücü değil ceza yasası işletilmelidir. İşveren olarak devlet, kişilerin işlerindeki verimlilik durumlarından başka hiç bir şeyleri ile ilgilenmemelidir: Kişilerin görüşleri, ahlâk anlayışları, çalışma saatleri dışındaki uğraşları üzerinde asla durulmamalıdır. Bu gerçekleşemez bir ülkü değildir, sendikalar bunu kolayca başarabilirler.
Resmî havadan doğan bir örnekliği azaltmak için endüstride kendi kendini yönetim yetkisinin kapsamı elden geldiğince çok olmalıdır. Fiyatlan devlet saptamalı, ama bunu endüstri kesimi ile görüşerek yapmalıdır. Ayrıca hangi maldan ne kadar üretmek gerekli, bunu da devlet belirtmek durumundadır. Gençler kendi iş ve uğraş alanlarını seçmekte özgür bırakılırlarsa, bu kolay yoldan hiç bir iş ve uğraş alanının boş kalmaması sağlanabilir. Bu durum sadece çalışma saatlerine eşit ücret ödemekle sağlanamaz; çünkü birtakım uğraşlar diğerlerine göre daha zor ve daha az istenir niteliktedir. Endüstrinin iç örgütlenmesi ve yönetimi pek önemli durumlar dışında, kendine bırakılmalı, devlet bu işlere karışmamalıdır.
Böyle bir düzenin yararları neler olabilir?
İlk olarak, bu düzende ekonomik rekabet olmayacak, giderek savaş nedenleri de hemen hemen bütünüyle ortadan kalkacaktır. Rekabet ortadan kalkınca doğal kaynakların bugün olduğu gibi düşüncesiz ve savruklukla kullanılması da gerekli olmayacaktır. Büyük reklam kampanyaları, pazarlama işlerinde kıyıcılık cambazlıkları, her şeye rağmen başarı diyen ahlâk anlayışı ve bu anlayışı destekleyen acımasız şartlandırmalar, bütün bunlar da olmayacaktır. Birbirlerinin omuzlarına basa basa yükselme gereğini duymamaya başlayacak insanların hayat görüşleri ve huyları da yavaş yavaş değişmeye başlayacaktır. İşte o zaman umulur ki Çinli aydınlar arasında gördüğümüz ve Çin’deki yaşantıyı beğenilir yapan hoşgörülü bir görgülülük ve incelik, batı ülkelerinde de yaygınlaşabilir. Böyle bir düzende —çok yoksullar bir yana— herkesin konuya komşuya övünmek için yaptıkları özenti harcamaları; örneğin pahalı cenaze törenleri de olmayacaktır. Böyle bir düzende şimdi milyonların karabasanı olan, onları yaşam çabasında onursuzluğa sürükleyen sürekli açlık ve yoksulluk korkusu da olmayacaktır.
Bütün bu değişikliklerin sonucunda daha durgun ve sessiz bir yaşam egemen olacaktır. Hızlı ve ateşli yaşantı dengelenecek, maddî alandaki değişmeler azalacak, insanların kendi kendilerine dalıp düşünmeleri için daha çok zamanları olacak, kurnazlık azalacak, akıl artacaktır. Bugün saygınlık zenginlikle sağlanmaktadır. Aşırı zenginliğin ulaşılamayacağı, yoksulluktan korkulmayacak bir toplumda, maddî ölçülerin önemi bugünkünden daha az olacaktır. O zaman kişiler «iyi adam» olmaktan; iyi kalpli, cömert, ya da zeki olmaktan dolayı saygınlık kazanacaklardır. Bilim ve sanat yetenekleri işadamlığı yeteneğinin gölgesinden sıyrılacak; bu yeteneklere sahip olanlar geçinmek için milyonerlerin desteğine muhtaç durumda kalmayacaktır. Bu ortamda sanat canlılığını kazanacak; bilim, ticaret ve savaş isteklerinin orta malı olmaktan kurtulacaktır. Maddî isteklere bağlılıktan kurtulacak olan insanlık artık bütün yeteneklerini ortaya koyabilecek duruma kavuşabilecektir. Yaşam herkes için hoşnutluk; üstün kişiler için ise nerdeyse erişilmez ve dayanılmaz derecede mutluluk sağlayacaktır.
Peki, bu amaç ile bizim aramızda şimdi hangi engeller var?
Açgözlülük, güçlü olma tutkusu ve geleneklerin baskısı! Belki önümüzdeki yılların kargaşası bu huylarımızın birazını ayıklayacaktır; umutsuzluk duymak yerine umut etmeyi öğreneceğiz. Eğer bu kadarı bile gerçekleşirse dünyamızın şimdi sürmekte olduğu karanlık çağa dişimizi sıkıp dayanmaya çalışmamız boşa gitmeyecek demektir.
Sh: 205-215
Kaynak: Dora ve Bertrand Russell, Endüstri Toplumunun Geleceği [1923. The Prospects of Industrial Civilization, in collaboration with Dora Russell. London: George Allen & Unwin ] Türkçesi: Melih Ölçer, Birinci Basım Mayıs 1979 İstanbul


EĞİTİM VE TOPLUM DÜZENİ
Education and the Social Order
Bertrand RUSSELL
 Çeviren : NAÎL BEZEL
Din karmaşık bir fenomendir. Hem bireysel hem toplumsal yönleri var. Tarihsel zamanın başlangıcında bile din eskiydi. Tarih boyunca uygarlığın artışı dinin azalması ile bağıntılı olmuştur. Bildiğimiz en eski dinler bireysel olmaktan çok toplumsaldı. Kabilede bulunan bireylerin zarar verici ya da hoşnut edici davranışlarına göre tüm kabileye ödül veren ya da onu cezalandıran güçlü ruhlar vardı. Hangi davranışların iyi ya da kötü olduğu konusunda ruhların duyguları tümevarımla anlaşılır, rahiplerin kayıtlarına geçirilirdi. Bir deprem ya da salgın, bir bölgenin halkını kırarsa, sağ görülü kişiler sözü geçen halkın hangi alışkanlıklarının aykırı olduğunu araştırır, bunlardan kaçınılması gerektiği sonucuna varırlardı. Bu görüş bugün bile yaşamaktadır. Tanıdığım bir papaz, ki İngiltere Kilisesine bağlıydı, büyük savaşta Almanların yenilgisini, onların eleştirmeye düşkünlüklerine veriyordu. Çünkü ona göre evrenin yaratıcısı, İbranice elyazmalarının çalışılıp açıklanmasını istemiyordu.
Savunucularının da söyledikleri gibi din, toplumsal zorunluluk duygusunun kaynağıdır. Kişi, tanrıların hoşuna gitmeyen bir şey yaptığı zaman, tanrılar yalnız onu değil tüm kabileyi cezalandırırdı. Böylece kişinin davranışı herkesi ilgilendirirdi, çünkü kişisel kötülükler kamu zararlarına yol açıyordu. Bugün bile ceza kanunu bu görüşün etkisi altındadır. Cinsel sapıncı olan insanlar tutuklanıyor; oysa sağduyu ile görülürse, onların davranışları yalnız kendilerini ilgilendirir. Cezaları haklı gösterilecekse, Sodom ve Gomore şehirlerinin başına gelenlerle bağıntısı gösterilmektedir. Çünkü ancak o zaman davranışları toplumu ilgilendirir. Gariptir ki, tanrıların beğenmediği şeyler çoğunlukla onları öfkelendirir; oysa bunlar zarar veren şeyler değildir. Tanrılar, domuz ya da sığır eti yenmesini, ya da ölen karısının kızkardeşi ile evlenilmesini istemezler. Kral Davud’un zamanında Tanrı nüfus sayımını istemedi; bir salgınla o kadar insanın hayatına son verdi ki Davud'un istatistikleri işe yaramaz oldu. Aztek tanrıları, tapınanların isteklerini kabul etmeden önce insan kurbanları ve insan eti yenmesini isterdi. Dinden doğan törel kurallar gariptir; ama bu kuralları ortaya çıkaran şeyin yine de din olduğu kabul edilmelidir. Herhangi bir töre, töresizlikten daha iyi ise, din olumlu yönde bir güç olmuştur denilebilir.
Her ne kadar din bir kabile sorunu olarak ortaya çıkmışsa da, kısa zamanda tümüyle bireysel bir yön geliştirmiştir. M.Ö. altıncı yüzyıldan sonra eski dünyada çok ayrı akımlar gelişmeye başladı. Bu akımlar birey ruhu ve Hıristiyanların Kurtuluş dedikleri şeyle ilgiliydi. Çin’de Taoizm, Hindistan’da Budizm, Yunanistan’da Orfik dini ve İbranî peygamberleri bu nitelikleri taşıyorlardı. Bu dinler, doğal yaşamın acılı olduğu sezgisinden ve insanın, kötülükten kurtulmayı yada ona katlanmayı mümkün kılacak bir yaşam yolu aramasından doğdu. Çok geçmeden Parmenides, zamanın gerçek olmadığı ve her şeyin bir olduğu öğretisi ile büyük din felsefesi geleneğini açtı. Eflâtun, Plotinus, ilk Hıristiyan yazarlar, Spinoza, Hegel, Bergson ve tüm gizemci filozoflar aynı yolu izlediler. İbranî peygamberlerden, fizik ötesinden çok, doğrulukla ilgilenen bir din geldi. Protestanlık bu dinin etkisi altındadır. Hıristiyanlığın bütün biçimlerinde hem törel hem de fizikötesi unsurlar var; çünkü Hıristiyanlık, Yahudilikle Helenizmin karışımından doğdu. Ama genellikle Hıristiyanlık batıya doğru ilerledikçe daha az metafiziksel ve daha çok törel olmuştur. Müslümanlık, Iran dışında, metafizikle çok az ilgilendi; oysa Hindistan’da doğan dinler çoğunlukla felsefîdir.
Bireyci dinin doğuşundan bugüne, dinsel yaşamın kişisel ve kuramsal unsurları çatışma durumundadır. Siyasal yönden, kurumsal unsurlar genellikle daha güçlü olmuşlardır. Çünkü bunları, hükümet ve yasaların yanında, rahipler, bağışlar ve gelenek te desteklenmiştir. Kişisel din, özel bir kişi sorunudur; hiçbir şekilde toplumu ilgilendirmemelidir. Oysa kurumsal din büyük siyasal önemi olan bir sorundur. Kurumsal dinin bulunduğu yerde, mal onunla bağıntılıdır ve bir insan bu dinin ilkelerini savunarak hayatını kazanabilir, ama onlara karşı olanlar için bu, kolay olmaz. Eğitim dinin etkisinde kalıyorsa bu kurumsal bir dindir; eski kurumlan, ve birçok ülkelerde, Devleti denetler. Bugün çoğu Batı Avrupa ülkelerinde din, zenginlerin eğitimini etkisi altında tutar. Oysa yoksulların eğitimi üzerinde etkisi daha azdır. Bir bakıma bu bir siyasal rastlantıdır. Hiçbir dinin Devlet’i etkileyecek kadar güçlü olmadığı bir yerde, Devlet okulları herhangi bir dinin öğretilerini gösteremez. Oysa öğrencilerden alınan paralarla yaşayan okullar, ana-babaların parayı ödemeyi değer buldukları şeyleri öğretebilir. İngiltere ve Fransa’da, genellikle devlet işlerinin bir sonucu olarak, zenginler kentli yoksullardan daha dindardırlar. «Dindar» dediğim zaman sözcüğü siyasal anlamda kullanıyorum. Onların doğruluğu kapsayan anlamda dindar olduklarını, ya da Hıristiyanlık inancını metafizik anlamda kabul ettiklerini söylemiyorum. Onlar ancak Hıristiyanlık örgütünü destekler, yaşama sorunlarında bu örgüte oy verir, çocuklarının onun öğretisini kabul edenlerin elinde olmasını isterler. Bu nedenlerden ötürü Hıristiyanlık örgütü bugün de önemlidir.
Liberal kişiler arasında, Hıristiyanlık örgütünün artık toplum yaşamındaki büyük etkisini yitirdiğini düşünenler var. Bence bu çok büyük bir yanılgıdır. Evlenme ve boşanma tümüyle rahiplerin istedikleri gibi değilse bile, saçma ve gaddar yönlerini sürdürüyor; delilik halinde boşanmanın kabul edilmemesi gibi. Hıristiyanlık örgütü olmasa bunlar bir hafta bile yaşamazdı. Hıristiyanlığa açıkça karşı koyanlar, daha dindar ya da sakıngan olanlarla yarışlarında engellerle karşılaşıyorlar. Uygulamada, tanrı bilmezlere karşı birçok kapılar açık değildir. Bunların başarılı olabilmesi daha büyük yetenekler gerektirir.
Bugün kurumsal dinin en önemli olduğu alan eğitimdir. İngiltere’de halk okullarının tümü ve hazırlık okullarının çoğu ya Anglikan ya da Roma Katolik mezhebindendirler. Çocuklarını bu okullara gönderen özgür düşünceli ana-babalar, çoğu insanın eğitime karşı tepki gösterdiğini, bu tepkiden sonra doğruyu bulmaları için çocuklara yanlış şeylerin öğretilmesinin iyi olduğunu söylüyorlar. Bu, korkaklık yüzünden geleneğe uyanların bir özürüdür. Bir an düşünme, istatistik yönünden bunun yanlış olduğunu gösterir. Yetişkinlerin büyük çoğunluğunu yaşamları boyunca, çocuklukta öğrendiklerinin çoğuna inanırlar. Yüzyıllarca ülkeler Protestan, Katolik, Müslüman ve bağlı oldukları öbür dinlerde kalıyorlar. Karşı tepki kuramı doğru olsaydı, her kuşakta dinlerin değişmesi gerekirdi. Çocuklarının geleneksel dinde eğitilmesi için böyle tartışmaları öne süren kimseler, ne ölçüye dek karşı tepkide bulunduklarını kendi tutumları ile gösteriyorlar, iki kere ikinin dört olduğuna inanıyor ama bu kanınızı açıkça söylemekten kaçınıyorsanız, kamu parasının kendi çocuklarınıza ve başka çocuklara iki kere ikinin beş olduğunu öğretmekte harcanmasını doğru buluyorsanız, toplum yönünden etkili olan kanınız iki kere ikinin beş olduğudur. Buna, kargı olan kişisel inancınız önemsiz kalır. Böylece kendileri dindar olmadıkları halde dinsel bir eğitimin iyiliğine inananlar, kendi dinsel eğitimlerine karşı hiçbir tepkide bulunmuş olmazlar. Bunun aksini ileri sürmeleri anlam taşımaz.
Dinsel dogmaları zihinsel yönden kabul etmeyenlerden birçoğu yine de dinin zararsız, hattâ yararlı olduğu görüşündedirler. Bu noktada «liberal» düşünürlere karşı, gelenekçilerle birim. Bir Tanrı olup olmadığı, ölümden sonra yaşamaya devam edip etmediğimiz sorunu bence önemlidir. Bu konularda mümkün olduğu kadar doğru düşünmek iyidir. Tanrıya inanmak insanları iyi davranışa iteler düşüncesi ile Tanrı yoksa bile var olduğunu düşünmenin iyi olacağını öne süren siyasa adamının görüşünü kabul edemem. Çocuklar söz konusu olduğunda birçok özgür düşünceliler bu tutumu benimsiyor. Çocuklara din öğretmeden iyilik nasıl öğretilebilir, diye soruyorlar. Onlara şu cevabı verirdim: alışkanlık olarak ve bile bile çocuklara yalan söylerseniz, iyi insan olmayı onlara nasıl öğretebilirsiniz? Gerçekten İyi davranışlar yanlış nedenlere dayanabilir mi? «iyi» saydığınız davranışlar konusunda geçerli kanıtlar yoksa, iyilik kavramınızda bir yanlışlık olmalı. Zaten çocukların davranışlarını etkileyen din değil, ana-babanın onlar üzerindeki yetkisidir. Din ancak belirli duygular verir. Bu duygular eylemle sıkı bağıntılı olmazlar ve çoğunlukla istenilir nitelikte değildir. Dolaylı olarak davranışlar üzerine etkili olurlar elbette; ama bu dinci eğitimcilerin istediği gibi bir etki değildir. Bu konuya ilerde yine dönülecektir.
Dinci eğitimin kötü etkileri, aşılanan öğretilere ve bazı şüpheli önermelerin doğru olarak kabul edilmesine dayanır. Bu önermelerin doğru olup olmadığını anlamak olanaksız olabilir. Dinci öğretmenler gençlere bu önermeleri kesin doğrular olarak göstermeğe çalışıyor, böylece yanlış olan şeyi öğretiyorlar. Çünkü bu önermeler özellikle kesin değildir. Sözgelimi, ölümden sonra hayatı ele alalım. Bilge kişiler bu konuda bilgisizliklerini itiraf ediyorlar: kanıtlar yetersizdir; şimdilik bu sorun üzerinde kesin karara varmamak akla uygun olan tek yoldu. Oysa Hıristiyanlık ölümden sonraki hayatı kabul etmiştir. Bu din altında eğitim gören gençlere bunu kesin saymaları öğretilir. «Ne önemi var?» diyebilir okuyucuya, «buna inanmak avutucudur, hiçbir zararı da yok». Şu zararları yaptığını söylerim.
En başta, ölümsüzlük konusundaki tartışmaların bir sonuca varmayacağım düşünce yolu ile bulan özel yetenekli bir çocuğu öğretmenleri köreltir, hattâ cezalandırır. Aynı yolda düşünmek eğiliminde olan öteki çocuklar da böyle konularda konuşmaktan çekinecekler, elden gelirse bilgi ve usa vurma güçlerini artıran kitapları okumaları önlenecektir.
İkincisi, bugün, zekâları ortanın pek üstünde olan insanların çoğu açık ya da gizli, agnostik olarak, bu sorunun sonuna bağlanamayacağına inandıklarına göre, dinde direnen bir okulun öğretmenleri ya aklı kıt, ya da ikiyüzlü kişiler olmalı. Yoksa onlar, zihinsel yetenekleri olduğu halde kafalarındaki bir düğümden dolayı usa vurma güçleri olmayan küçük bir azınlıktırlar. Gerçekte olan şudur: skolastik bir meslek seçmek niyetinde olanlar erken yaşta atılgan düşüncelere karşı kafalarını kapamaya başlar, önce tanrı bilim alanında, sonra öteki bütün konularda çekingen ve gelenekçi olurlar. Kuyruğunu kaybetmiş olan tilki gibi onlar da öğrencilerine çekingen ve gelenekçi olmanın iyi olduğunu söylerler. Bir süre böyle yaptıktan sonra yetkililer onların değerlerini görür, onları güçlü kilit noktalarına getirirler. Böylece, tanrıbilimsel ve öbür testler bir öğretmen olarak kalıp, işinde başarılı olabilecek kişilerin niteliklerini belgiler. Bu testler, açık ya da kapalı olarak, öğretmenlerin seçilmesini sınırlar. Gençleri zihinsel ve törel yönden uyandırmaya en yetenekli olanların çoğu öğretmenlik mesleğinin dışında bırakılır.
Üçüncüsü, bazı önermeler kutsal ve şüphe götürmez sayıldıkça gençlere bilimsel ruh aşılamak mümkün değildir. Bilimsel tutum inanılacak şeyler için kanıtlar ister, bu kanıtlar hangi yöne götürülürse götürülsün, onları izler. Yaşatılması istenen bir inan bulunduğu zaman ise onun duygu ve yasalarla donatılması gerekir. Erkekçe ve acıklı bir sesle onun «yüce» gerçekleri içinde bulundurduğu anlatılır. Biliminkinden, özellikle kalbin duyduklarından ve «iyi» insanların törel doğrularından ayrı bir gerçeklik ölçeği kurulur. Dinin büyük günlerinde insanların, Thomas Aquinas gibi, katkısız sağduyunun Hıristiyanlık tanrıbiliminin temel önermelerini tanıtlayabileceğine inandıkları zamanlarda duygular gereksizdi. Thomas Aquinas’ın [ (1225?-1274)ı, İtalyalı skolastik filozof.] Summa (En büyük) adlı eseri David Hume kadar soğuk ve akılcıdır. Ama o günler geçti. Bugünün tanrıbilimcisi duygularla dolu sözcükler kullanıyor, okuyucuda bir tartışmayı mantıksal yönden anlamayacak bir zihinsel durum yaratmaya çalışıyor. Duyguların işe karıştırılması kötü bir durumun belirtisidir. Dini savunanların 2 + 2 = 4 önermesine uyguladıkları yöntemleri düşünün. Sonuç şuna yakın bir şey olurdu: «Bu büyük gerçeği, dairesindeki iş adamı, trafiğin kalabalık saatlerinde gereksinmeleri karşılamaya çalışan biletçi memur, küçük kardeşini hoşnut etmek için çubuklu şeker alan saf çocuk ve Arktik okyanusunun buzlu kıyılarında yakaladığı balığı sayan Eskimo aynı şekilde kabul ediyor.
Derin bir ruh gereksinmesinin insanlarca anlaşılmasından başka bir şey bu birliği sağlayabilir mi?
Sonsuzluğa, bizim caz çağımızda daha yakın olan geçmiş zamanlardan bize parlak bir bilgelik geleneği kalmıştır. Bizi bu bilgelikten yoksun kılmak isteyen alaylı şüpheciyi dinleyecek miyiz? Hayır! Bin kere hayır! Oysa çocukların bu metotla mı, yoksa bugünün metotları ile mi daha iyi aritmetik öğrenecekleri şüphe götürebilir.
Bu nedenlerle, bilimsel inançlarımızı etkileyen zihinsel araştırmadan geçmeyen her inanç eğitimde zararlı olacaktır. Bununla birlikte Hıristiyan ülkelerdeki çocukların büyük bir yüzdesini etkileyen dinsel öğretime karşı belirli itirazlar var.
En başta, din, tutucu bir güçtür, geçmişteki kötülükleri sürdürür, ikinci Punik Savaşı'na kadar Romalılar tanrılara insan kurban ederlerdi. Oysa din olmasa böylesine barbarca bir şeyi yapmazlardı. Aynı şekilde günümüzde insanlar dinsel nedenlerle öyle şeyler yapıyorlar ki, din için olmasa bunlar dayanılmayacak kadar gaddar gelirdi. Roma Katolik Kilisesi bugün bile cehenneme inanır. Canterbury ve York başpiskoposlarının direnmesine karşı Özel Meclis’ in aldığı bir karar gereğince, Anglikan Kilisesi cehennemi inan için gerekli saymaz. Bununla birlikte, Anglikan rahiplerin çoğu cehenneme inanır. Cehenneme inanan herkes öc alıcı cezayı doğru bulur. Bu nedenle, eğitimde ve suçlulara karşı davranışta gaddarca yöntemler kullanmakta kendilerini kuramsal yönden haklı görürler. Ne zaman savaş olsa rahiplerin çok büyük bir çoğunluğu onu destekler.  Oysa barışta çoğu kez barışçıdırlar. Savaşı desteklerken, Tanrının kendi yanlarında olduğunu kesinlikle söyler, toptan öldürmenin iyi olmadığını düşünenlere işkence edilmesini dinsel yönden desteklerler. Köleliğin yaşadığı günlerde dinsel tartışmalar onun desteğindeydi. Bugün kapitalist sömürgesi de benzer tartışmalarla destekleniyor. Toplumun törel duygusu bir yön değişimini zorunlu kılmadıkça, hemen bütün geleneksel gaddarlık ve haksızlıklar örgütlenmiş dinden destek görmüşlerdir.
İkincisi, Hıristiyanlık dini isteyenlere avuntu verir; inanç yok olunca bu avuntuya katlanmak bile acı gelir. Tanrıya ve ölümden sonraki hayata inanmak, şüpheciler için gerekli olandan daha az bir stoacı yürekliliği ile yaşayabilmeyi mümkün kılar. Pek çok genç, kolayca umutsuzluğa düşülecek bir çağda bu dogmalara karşı inançlarını yitiriyor. Böylece onların çektikleri mutsuzluk, hiç dinsel eğitim görmemiş olanlarınkinden daha acıklıdır. Hıristiyanlık, ölümden ve evrenden korkulmaması için nedenler gösterir, böylece yüreklilik erdemini yeteri kadar öğretemez. Dinsel inanç gereksinmesi geniş çapta korkunun sonucu olduğundan, dini savunanlar bazı korkuların hiç de kötü olmadığını düşünürler. Bence bu konuda onlar tümüyle yanılıyorlar. Korkudan kaçınmak için boş inançlarla yaşamak en İyi hayat yolu değildir. Din korkudan yararlandıkça, insanı küçük düşürür.
Üçüncüsü, din ciddiye alındığı zaman, öbür dünyaya kıyasla bu dünyanın önemsiz olduğu görüşüne götürür. Böylece, cennette mutluluğa ermek için, burada yoksulluk ve sıkıntı yaratan eylemleri savunmaya iteler. Bu görüş en iyi şekilde cinsel sorunlarda açıklanabilir. Ama Hıristiyanlık öğretisini içtenlikle benimseyenlerde, yoksulluk ve hastalık gibi kötülükleri küçümseme eğilimi vardır. Çünkü onlar ancak bu dünyayı ilgilendirir. Bu öğreti zenginlerin çıkarlarına çok iyi uyuyor; belki de ileri gelen zenginlerin çoğunun pek dindar olmamanın nedenlerinin birisi budur. Ölümden sonra hayat varsa, ve bu dünyada çekilen yoksulluğun ödülü ise, buradaki koşulları iyileştirmeyi amaç güden çabaları engellememiz doğrudur. Bu dünyadaki geçici acıların başkalarının tekelinde kalmasına göz yuman endüstri yöneticilerinin bu iyilikseverliğine hayranlık duymamız gerekir. Ama öbür dünya inancı yanlışsa, gölge uğruna asıl maddeyi atmış olacağız; bir ömür boyunca ayırdığı paraları batık bir işe yatıran kişilerin bahtsızlığına uğrayacağız.
Dördüncüsü, dinci eğitimin ahlâk üzerine etkisi birçok yönlerde kötüdür. Özellikle günah çıkarma ile bağıntılı olduğu zaman, kendine güveni yıkar. Çocuklara yetkiye bağlı kalmayı öğreterek onları çok kez kendi kendilerini yönetemez duruma getirir. Roma Katoliği olarak öyle insanlar tanıdım ki inançlarını yitirince üzücü sayılacak biçimde davranmağa başladılar. Bazılarına göre bu dinin törel yararlarım gösterir. Ben tam bunun tersini söylüyorum. Çünkü bu insanların istemlerinin zayıflığı eğitimlerinin sonucudur. Bundan başka din, ahlâkın tek temeli olarak gösterilince, din inancını yitiren insan ahlâka da inanmayabilir. Samuel Butler’in The Way of ali Flesh adlı eserindeki kahramanı, din inancını yitirir yitirmez evde hizmetçi kıza saldırır. Hizmetçi kıza saldırmamak için birçok geçerli nedenler var; ama sözü edilen gence bunlardan hiçbirisi öğretilmemişti. Ona ancak Tanrının böyle davranışları beğenmeyeceği öğretilmişti. Günümüzde, inancın yitirileceği beklenilebilecek bir olay olarak düşünülürse, tüm ahlâkı, hattâ kaçınılmaz en küçük parçasını, çökebilecek böyle bir temele dayandırmak sağduyuya aykırı düşer.
Dinci eğitimin törel yönden iyi olmayan başka bir yanı, zihinsel erdemlere gerektiğinden az değer vermesidir. Çok önemli bir nitelik olan zihinsel yansızlığı kötü sayar. En iyi durumda, zor sorunları anlamak için gösterilen sürekli çabayı ancak hoş görür. Bugün hayranlık duyulması için öne sürdüğü kimseler çok kez üstün zekâlı kişiler değildir. Zeki bile olsalar, onlara hayranlık duyuran şey, düşüncesiz anlarında söyledikleri saçmalıklardır. Din erdemlik olarak anlaşıldığından, ve en dindar kimseler hiç de en zeki kimseler olmadığından, dinci eğitim aptallara göz pekliği verir; onlar da eğitim görmüş kişilerin yetkisine karşı direnç gösterirler. Sözgelimi, evrimin öğretilmesinin yasaklandığı yerlerde böyle olmuştur. Hatırladığıma göre, İncil’de zekâyı öğen bir söz bile yoktur. Din görevlilerinin İncil’i en yakından izledikleri yön de budur. Bu, Hıristiyan eğitim kurumlarında öğretilen ahlâkın eksik bir yanı olarak görülmelidir.
Hıristiyan ahlâkının temel eksikliği, toplumsal sonuçları ile ilgisi olmayan nedenlere dayanarak bazı davranışları «günah», bazılarını «erdem» saymasıdır. Boş inançlardan doğmamış bir ahlâk önce hangi toplumsal etkiyi başarmak, hangilerinden kaçınmak istediğini kararlaştırmalıdır. Sonra, bilgimizin mümkün kıldığı ölçüde, hangi eylemlerin istenilen sonuçlara götüreceğini kestirmeliyiz. Bu eylemler övülmeli, karşı etki yapanlar yerilmelidir. İlkel ahlâk bu biçimde gelişmez. Bazı davranış biçimleri baskı görür. Baskının nedenleri ise antropolojinin karanlıklarında yitirilmiştir. Genellikle, başarılı uluslararasında yerilen davranışlar zararlı, övülenler yararlı oluyor. Ama bu tüm ayrıntılarda böyle değil. Aslında hayvanların faydacı amaçlarla değil, dinsel nedenlerle evcilleştirildiğini, timsah ya da aslanı evcilleştirmeğe çalışan budunların yok olduğunu, koyun ve ineği seçenlerin başarılı olduğunu öne sürenler var. Aynı şekilde, ayrı törel kuralları olan budunlar çatıştığında, kuralları daha az saçma olanların kazanmış olacakları beklenir. Ama boş inanlardan doğan hiçbir kural saçmalıklardan kurtulmuş olamaz. Hıristiyanlık kurallarında, bugün daha az olsa bile, böyle saçmalıklar görülür. Pazar günü çalışmanın yasaklanması sağduyu açısından savunulabilir, oyun ve eğlencenin yasaklanması savunulamaz. Hırsızlığın yasaklanması genellikle iyidir. Ama, savaş sonrası Almanya’sında Hıristiyanlık örgütlerinin yaptığı gibi, sürgün edilmiş prenslerin mallarına halkın elkoymasma karşı uygulandığı zaman değil. Hıristiyan ahlâkının boş inanlara dayanan kökü, en açık şekilde cinsiyet konusunda görülür. Bu öyle geniş bir konu ki, ayrı bir bölüm ister.
Sh: 68-79
EĞİTİM VE TOPLUM DÜZENİ
Education and the Social Order
Bertrand RUSSELL
 Çeviren : NAÎL BEZEL
Çok kez uygar yetişkinlerin cinsel ahlâk konusundaki kanıları, çocuklarına öğretilmesini istediklerinden oldukça ayrıdır. Bugün bile bir bölük insanın içtenlikle benimsediği, öbür insanların da bir saygı sorunu olarak kabul ettiği geleneksel bir törel kural var. Genellikle, cinsiyet sorunlarındaki kanıları geleneğe uyanlar, görüşlerini güvenle ortaya atar ve örgütlerler.
Oysa, gelenek arkadaşlarının kişisel davranışları konusunda geniş düşünceli olanlar, törel kuralların ne olduğunu kesinlikle bilmezler ve geleneksel kurallara karşı görüşlerini açıkça söylemekten kaçınırlar. Bundan başka, kurallar ne olursa olsun, cinsel ihtirasların insanları onlara karşı davranışlara iteleyecek güçte olduğunu düşünürler. Bu nedenle, davranışlarda uygun ölçüde bir özgürlüğün gerçeklerin gözetilmesi ile değil, sıkı bir kuramla sağlanabileceği kanısındadırlar. Evlilik dışı cinsel ilişkilerin hiçbir şekilde haklı sayılamayacağı görüşünde olan bir kimse, derin bir sevginin etkisi altında, kendi koşullarının çok ayrı olduğunu, kuralların yumuşayabileceğim düşünebilir. Büyük bir sevginin evlilik dışı ilişkileri haklı kılabileceğini düşünen kişi, her geçici hevesin büyük sevgi olduğunu sanacaktır. Para karşılığı olmayıp karşılıklı duygulara dayanan geçici sevgileri de doğru bulan insan, sık sık duyguları unutup istediğini para ile sağlama yönüne gidebilir. Böylece, çoğu insan uygulamada, kuramda olduğundan daha büyük bir özgürlüğe gider. Bu nedenle, cinsel özgürlükleri savunurken, insanların tanınan özgürlükten daha ileri gideceğini akılda tutmak gerekir. Yetişkinler için doğru cinsel kurallar konusunda hangi görüş benimsenirse benimsensin, çocukların cinsel eğitimleri ile ilgili bazı sorunlar var. Bunlar, temel sorunlara inmeden, sağduyu ve psikoloji açılarından ele alınabilir. Eğitimi, son derece bilgisiz, bağnaz ve dar görüşlü kişiler eline bırakmak bir alışkanlık olmuştur. Zengin çocukları, ilk yıllarda çoğunlukla dadılara bırakılır. Bunlar genellikle hiç evlenmemiş, aşırı iffet taslayan kimselerdir. Bu çocuklar sonraları daha çok eğitim görmüş kadınların eline gelirler. Bu kadınlar da genellikle evlenmemişlerdir ve eksiksiz törel nitelikte olmaları beklenir. Bu demektir ki, çekingen ve duygulu olur, gerçeklerden korkarlar. Cinsiyet konusundaki kanıları sert ve sıkıdır, ama yanlış kaynaklardan elde edilmiştir. Okul müdürlerinin, müzmin bekâr olmasalar bile, çok yüksek törel görüşte olmaları beklenir. Kılgısal sorunları bilimsel psikolojiye göre değil, geleneksel önyargılara göre çözümlerler. Çoğuna göre, çocuğun cinsiyet psikolojisi kötü bir konudur; bu alanda bilgisiz olmak daha iyidir. Bu bilgisizliğin yaptığı zararlardan habersiz kalır, mutlu olurlar.
Çoğu çocuklar iki yaşlarına geldiklerinde, cinsel organlarını boş inanlar açısından görecek şekilde eğitilmişlerdir. Bu organlar özel davranış gerektiren esrarlı ve korkunç şeyler olarak görülür. Çocuklara, doğal gereksinmelerini fısıltı ile ya da kaba sayılan sözcükler yerine daha incelerini kullanarak anlatmaları öğretilmiştir. Dadılar vücudun bazı bölümlerini dokunulmaz sayarlar. Çocuklar oralara dokunurlarsa kendilerine sert dersler verilir. Küçükken böyle yaptıkları sırada anneleri tarafından görülmüş olan İnsanlar tanıyorum. Anneleri onlara ölseler daha iyi olacağım söylemiştir. (Bu hiç de az rastlanan bir şey değildir.) Üzülerek söyleyeyim ki, bu insanlar geleneksel erdemlerin örneği olmamışlardır. Küçük çocuklar arasında istimna (masturbasyon) çok yaygındır; buna karşı ancak korkunç gözdağı veriliyor. Freud’dan öğrendiğimize göre, Almanya'da erkek çocuklara bir leyleğin gelip kendilerini sakat edeceği söylenir. Bu çocuklar bir kızı çıplak olarak görürlerse, onun başına böyle bir şey gelmiş olduğunu düşünebilirler. Bunun gibi gerçekler psikanaliz konusunda yazılanları okuyanlarca bilinmektedir. Bazı kimselerin bu yazıları okuması yasaya aykırıdır. Oysa, böylece o kimseler zararlı oluyorlar. Yetişkinlik çağındaki sinir bozukluklarının kökleri çok kez, çocuklukta istimnanın korkunç sonuçları konusunda verilen gözdağına dayanıyor. Okul yılları boyunca erkek çocuklara istimnanın deliliğe götürdüğü söylenir. Gerçek şu ki, istimnanın kötü sonuçları konusunda verilen gözdağının deliliğe götürdüğü olur. Oysa istimna, yetişkinler ona aldırmadıkça, çok az zarar verir; özellikle çocuklukta.
Çocukların dünyaya nasıl geldiğinin gizli tutulmasının birçok kötü etkileri var. En başta bu, bazı bilgilerin, özellikle ilgi çekici bilgilerin, kötü olduğu inancı ile bağıntılıdır. Tüm bilgilerin iyi olduğu, sağlam ahlâkın temel ilkelerinden biri olmalıdır. Hiçbir bilgi bu ilkelerin dışında bırakılmamalıdır. Bazı doğal meraklarının kaş çatma ve azarlama ile karşılandığını gören çocuk, ilginç bilgilerin kötü olduğunu düşünmeyi öğrenir; ilginç olmayan bilgiler ise iyidir. Böylece bilimsel ilgi erdeme karşı olur. Çocuğun iyi olma çabalan, budala olma çabalan olma haline gelir. Ne yazık ki bu da başarılı olma çabası ile birdir. Kızların gebelik konusunda bilgisiz bırakılmaları çok kötüdür. Kızlar erkek çocuklar yanında kendilerini küçük görür, erkek olabilmeyi isterler. Gebelik konusunda bilgileri olmadığı sürece, erkeklerin hemen her yönde kadınlardan üstün olduğunu sanırlar. Çocukların dünyaya gelişinde kadınların yerini öğrenir öğrenmez, kendi cinslerine saygı duymaya ve durumlarından memnun olmaya başlayan kızlar gördüm. Ama babanın payından söz edilmeden yalnız annenin yeri anlatılırsa, erkek çocuklara haksızlık olur. Bu, hiçbir şey söylememekle, kızlara karşı yapılan haksızlığa benzer. Bundan başka, babalarına düşkün olan çocuklar, anneleriyle olduğu gibi babalarıyla da fiziksel bağıntıları olduğunu öğrenmekten memnunluk duyarlar. Kızların kendilerine saygı duymaları için gebelikte annenin payını bilmeleri gibi, erkek çocukların da doğumda babanın payını bilmeleri gerekir.
Cinsel gerçekler konusunda susmanın başka bir kötü etkisi, çocukların ana-babalarının yalan söylediklerini anlamalarıdır. Genellikle çocuklar gerçeği ana-babaların sandığından daha çabuk anlarlar. Bunu anladıktan sonra da çok kez ana-babalarına sorular sormaya devam eder, gerçeğe aykırı cevapları gençliğe yakışır bir alaycılıkla akıllarında tutarlar. Törebilimciler aynı kanıda olmasalar bile, çocuklara yalan söylemek istenilir bir davranış değildir. Bunu gerekli sayan bir ahlâk sağlam bir ahlâk olamaz.
Cinsiyet konularında bilginin, öteki konulardaki bilgi gibi aynı ses tonu ve aynı tavırla ve doğrudan doğruya verilmesi çok önemlidir. Bir düşünce akımına göre, çocuklara önce çiçeklerin aşkı, sonra İstakozların saf oyunları anlatılmalıdır. Ancak uzun bir girişten sonra ana-babaların davranışlarından söz edilebilir. Bunun da inceden inceye savunulması gerekir. Bu girişi, gerekli bulanlar yalnız yasakçı yetişkinlerin iffet taslaması ile bozulmamış bir çocuğa cinsiyet, öteki konular gibi doğal görünür. Ana-babalar bu konuda çocuklarıyla rahatça konuşamıyorlarsa, onlara böyle konuşabilecek, gelenek ve yasalarla daha az ezilmiş bir kişi bulmalıdırlar. Ergenlik çağından önce çocuğun cinsiyeti doğal görmesini sağlamak güç değildir. Oysa, ergenlikten sonra bu daha zor olur. Ama çocuklar akıllıca yetiştirilirse, ergenlikten sonra bile bu güçlükler küçük; kafaları akla uymayan korku ve yasaklarla doldurulursa daha büyük olur.
Daha büyük çocuklar arasında doğan cinsel sorunlara, olumlu cinsel bir ahlâk dışında bir çözüm yolu bulmak zordur. Alışılagelen görüş, bu türlü ilişkilerden tümüyle kaçınmanın zararlı olmayacağı görüşüdür. İngiltere’de kadın ve erkeklerin ayrılması, karşı cinsle cinsel ilişkileri önler. Ancak bazı girişken gençler bunun dışında kalırlar. Bunun sonucu olarak, az girişken olanlar istimna yönüne gidiyorlar. Bunların kötü ve zararlı olduğu söylenir. Birçokları da buna inanırlar. Bunlar gizli yapmak zorundadırlar, çünkü görülürse sert cezalara uğrarlar. Görülmeleri genellikle bir rastlantı sonucudur. Bu nedenle cezalar haksızca ve rasgele olur. Yaptıkları gizli kalanlar üzerinde de ceza korkusunun ve saklamanın kötü etkileri vardır. Halk okulları, çocuklara boş zaman bırakmayacak ve cinsel eğilimleri önleyecek yolda onları uğraştırmak ve yormak yoluna gidiyor, zekâyı erdeme feda ediyorlar. Bu nedenle, bugün yaşayan düzenin şu kötü yanları var. En başta, çocukların büyük bir yüzdesini korkak, ikiyüzlü yapıyor. Üçüncüsü, cinsel konularda düşünce ve duyguyu ayıp ve bağnaz kılıyor. Dördüncüsü, bilimsel ilgileri günah gibi gösteriyor; bu yüzden bu ilgiler ya yok oluyor, ya marazî hale geliyor. Beşincisi, boş zamanı, böylece de zihinsel gelişmeyi, önlüyor.
Bugünkü düzenin böyle kötü yanları var. Bununla birlikte, tüm törel kurallar değişmedikçe, bütün şikâyetlerden ırak bir düzen düşünebilmek kolay değil. Çağdaş toplumdaki erkek için ergenlikten evliliğe kadar geçen süre uzun yılları kaplıyor. Bu yıllar boyunca cinsel ilişkilerden kaçınmanın iyi olduğu varsayılsa bile, çoğu erkeğin bunu yapmayacağı bellidir. Oysa, bugünkü törel kurallar sürdükçe, bu kurallara aykırı her davranış zararlı olacaktır. Kiralık kadınlara gitmek kötüdür. Çünkü bu bir hastalık nedeni olabilir. Sonra, kadınların kendilerini satması, böyle kadınlar aşağılık görüldüğü sürece, istenilir bir meslek değildir. Ayrıca, bir erkeğin ilk cinsel ilişkileri paraya dayanır, duygudan yoksun olursa, o evlendiğinde karısını ya bir satılık kadın ya da bir ermiş olarak görebilir. Bunlardan hiçbiri de mutluluğa götürmez. Ergenlikten sonra istimna, gelenekçi törebilimcilerin öne sürdüğü ölçüde olmasa bile, yine de zararlıdır. Erkeğin bencil, içe dönük ve çekingen olmasına sebep olur; kimi zaman da olumlu cinsel ilişkilere yetersiz kılar. Göz yumulursa, başka çocuklarla homoseksüel ilişkiler fazla zararlı olmayabilir. O zaman da doğal cinsel gelişmenin engellenmesi tehlikesi vardır. Erkeklerle kızlar ayrılmazsa, aralarında cinsel ilişkiler çok olabilir. Bu da yalnız eğitimi engellemekle kalmaz, istenilmeyen yaşlarda gebeliğe yol açar. Toplumun ve kamuoyunun bugünkü düzeyinde bu soruna bir çözüm bulunabileceğini sanmıyorum. Belki bir zaman gelecek ki, bugünkü kuralların gençlikte yarattığı psikolojik bozukluklar ciddi olarak ele alınacak. O zaman, Samoa’da ve öteki pasifik adalarında gençlere tanınan özgürlükler bütün gençlere tanınacak. Bu gerçekleşirse, gebeliğe karşı korunma bilgileri verilmesi gerekecek; yine de gebelik olursa, anında önlenmesi öğretilecektir. Böyle bir geleceği beğendiğimi söyleyemem. Ergenlik çağında cinsel gereksinmelerden kaçınmak çok zor olmayabilir; ancak bu gereklilik yirmi yaşında son bulmalıdır. Bu, yargıç Lindsey’in geçici, evlenme düzeni ile sağlanabilir. Üniversite öğrencilerinin çoğu, geçici çocuksuz evlilikler yapabilse, üniversite hayatı zihinsel ve törel yönlerden daha iyi duruma gelirdi. Bu cinsel zorunluluğa karşı bir çözüm olurdu. Bu çözüm ne sinir yıpratıcı ne gizli olur; ne paraya dayanır ne de tez gelip geçer. Aynı zamanda iş için gerekli olan zamanı almaz.
Ergenlikten önce eğitimde cinsiyet sorunu, cinsel ahlâk konusunda kesin yargılara varmadan, ruh sağlığı yönünden ele alınabilir. Fakat cinsel davranışta neyin iyi neyin kötü olduğu konusunda kesin kanılarımız yoksa, okulun son yıllarında ve üniversitede cinsiyetin nasıl ele alınacağını kararlaştırmak zordur. Çoğu insanın cinsel ahlâk görüşü çok karmaşıktır ve üç kaynaktan doğmuştur.
Birincisi, evli kadınların erdemli olmaları ısrarla istenir: bu da ataerkil aile kuruluşu için gereklidir.
İkincisi, evlilik dışı bütün cinsel ilişkilerin günah olduğu konusundaki Hıristiyanlık öğretisidir.
Üçüncüsü ise, çok yeni olan, kadınların eşitliği öğretisidir.
Bu üç unsurdan en eskisi ataerkil aileden gelendir. Bu unsur bugün öbür ikisinden ayrı olarak Japonya’da görülebilir. Japonlar tüm cinsel yasaklardan özgürdürler; cinsel ahlâklarında boş inana dayanan çok az şey vardır. Erkekle kadının eşitliği ileri sürülmez; kadınlar kesinlikle erkeklere bağlıdır. Ataerkil aile köklü olarak kurulmuştur ve soyut törel öğretimden çok, kadınların boyun eğmesi ile desteklenir. Çocuklukta cinsel bilgilere, cinsel konuşmalara ve bir Avrupalıyı şaşırtacak ölçüde cinsel oyuna izin verilir. Yetişkin ahlâkı yalnız kadınlar içindir. Erkeğin üstün gücü bunu kadına zorla kabul ettirir. Bu, Hıristiyanlıktan önceki uygarlıklarda çok yaygın olan eski bir düzendir.
Başlangıçta Hıristiyanlık, cinsel isteklerin aslında kirli bir şey bulunduğu inancını getirdi. Cinsiyet ancak insan ırkını sürdürmek gerekçesiyle hoş görülebilirdi. Evlilik sınırları içinde bile olsa, kaçınmak kadar saygıya değer olamazdı. Hıristiyanlığın doğuşundan önce buna benzer duyguların bulunmadığım söylemek istemiyorum, insan yaratılışının öyle bir yönü var ki, insanlar cinsiyete karşı duygulara eğilimli oluyorlar. Hıristiyanlık zaten var olan bu duyguları işlemiştir. Yahudilerin çok sıkı cinsel yasakları vardı. Ama, bugün kutsallığı kabul edilmeyen eski kitaplarda cinsiyetin kirliliği konusunda doğmaya başlayan duygular görülürse de, Yahudilerde böyle bir duygu yoktur. Tarihte ilk olarak, Hıristiyan ahlâkı erkekle kadın arasında eşitliği kuramsal yönden kabul ediyordu. Oysa uygulamada erkeklerin erdemsizliği daha yumuşak karşılanıyordu. Böylece Hıristiyanların davranışları, Hıristiyanlıktan önceki ataerkil uygarlıklarınkinden pek ayrı olmuyordu. Ancak, erkeğin cinsel özgürlüklerinin günah sayılması büyük bir psikolojik ayrılık olarak kalıyordu.
Cinslerin eşitliği öğretisi ile bu düzen yıkıldı. Kadın hakları öncülerinin dediği gibi ya erkekler kadınlar kadar erdemli olmalı, ya da günümüzde kadın haklarım savunanların öne sürdüğü gibi, kadınların erkekler kadar erdemsiz olmaları kabul edilmeli. Ama kadınların erdemli olmaları istenmezse ataerkil aile zor yaşar. Ataerkil aile düzeninden ayrılmak ise toplumsal düzende büyük değişiklikler gerektirir. Böylece bir karışıklık ortaya çıkıyor. Hıristiyan ahlâkı erkeklerin dayanamayacağı kadar sıkı olagelmiştir. Kadınlar da erkekler kadar özgür olursa, bu ahlâka uymak onlar için de zor gelecek. Aile, kökleri çok derinde olan bir kurumdur. insanlar onun değiştirilmesine göz yummazlar. Bu karışıklıktan çıkmanın bir yolu var: babanın yerini Devletin alması. Bu da ancak Komünizmle sağlanabilir ve özel mal ve miras kurumlarına uyarlanması kolay değildir. Bu yönden özel servet sorunu cinsel ahlâk sorunu ile bağıntılı oluyor. Bir erkeğin kendine ait olmayan çocuklara bakmak için çalışması beklenemez. Bu nedenle, ataerkil aile ile birlikte kişisel servet düzeni, kadınların bir ölçüye dek erdemli olmasını gerektirir. Erkeklerin değil, yalnız karılarının erdemli olmasını istemek cinslerin eşitliği öğretisine aykırıdır. Oysa, baskı ve yasaklar olmadan erdemlerin sağlanabilmesi zordur. Şüphe yok ki, bunun tek çözüm yolu, babanın öneminin gittikçe azalması ve çocuklara babanın yerine devletin bakması eğiliminin geliştirilmesidir. Bunun da İyi bir şey olduğunu sanmıyorum. Babalık duygusu ve oğulların babalarına kargı duygulan uygarlık tarihinin çok önemli unsurları olmuşlardır. Bu duygulardan yoksun bir uygarlığın nasıl bir uygarlık olacağını bilmiyorum. Ama iyi de olsa kötü de olsa, çocuklarla ilişkilerde Devletin önemi gittikçe artıyor, buna bağlı olarak babanınki azalıyor.
Gençlerin eğitimi ile ilgilenenler, bütün bu çağdaşı sorunları ve karışıklıkları görmemekte direniyorlar. Katı Hıristiyan ahlâkı yetişkinlere kabul ettirilemese bile, gençleri yetiştirmekle sorumlu olanların davranışlarını bu ahlâkın yönetmesi gerektiğine inanıyorlar. Okulların ve İngiliz üniversitelerinin törel tutumları, halkınkinden daha katı kalıyor. Bunun sonucu olarak eğitim, gençleri toplum için hazırlayacağı yerde, toplumdan gittikçe koparıyor. Kamu oyu ve toplumsal kurumlar böyle kaldıkça, buna kestirmeden bir çözüm yolu bulunabileceğini sanmıyorum. Çünkü kadınla erkeğin eşitliği ile ataerkil aile artısında köklü bir uyuşmazlık var. Fakat bu uyuşmazlığa rağmen, genel törel ilkeler ve cinselliğin bağnazca görülmemesi çok geyi değiştirebilir.
Çocuklarla İlişkilerde onları iyiye yöneltmek için yalan söylememek, her konuyu akıl yolu ile tartışmak ve bilimsel yönden ele almak saltık bir ilke olmalıdır. Ataerkil aile düzeninin yaşatılması ahlâkın temeli olacakla, bundan, döl vermeyen cinsel ilişkilerin günah olduğu sonucunu çıkarmak zordur. Oysa, yalnız Hıristiyan ahlâkının değil, ceza hukukunun da korkunç saydığı şeyler bu İlişkilerdir. Aynı zamanda şurası anlaşılmalıdır ki, bazı davranışlar istenilmeye değer olsalar bile, katı bir disiplinle ya da marazî korkularla kişinin bu davranışlara zorlanması iyi olmayabilir. Bu ilkeler çocuğun törel eğitiminin büyük bir bölümünü kapsıyor. Bundan ötesi için, hızla değişen karışık toplumu muzun gelişmiş ve yerleşmiş bir biçime girmesini beklemeliyiz.
Çocuklarla bütün ilişkilerde, cinsiyetin aslında kötü ve gizli olduğu sanısına varmalarının önlenmesi gerekir. Cinsiyet ilginç bir konudur; İnsanların onu düşünüp, onun üzerine konuşmaları doğaldır. Çocukların çok doğal olan bu isteği bugün yetişkinlerce kötü sayılıyor. Sonuç olarak çocuklar bu konuya daha çok ilgi duyuyor, hep o konuda, yasak meyve tadı ile konuşuyorlar. Bu konuşmalar bilgisiz ve budalacadır, çünkü tahminleri ve yarım bilgileri ile başbaşa bırakılıyorlar. Çoğu çocuk için cinsiyet konusu alaycı gülüşler ve açık saçık hikâyeler durumuna geliyor. Cinsiyet kavramı, kimi zaman şiire dek yükselen doğal bir haz, kimi zaman neşeli ve şen, kimi zaman acıklı derinliklere inen bir tutku olarak, eğitim ahlâkçılarının görüş açıları dışındadır. Onlara göre, haz verdiği zaman cinsiyet kötü, sıkıcı ve alışılmış olduğu zaman erdemlidir. Bu çirkinlikler ahlâk ve yaşamı şiir, sevinç ve güzellikten yoksun kılıyor; bütün insan ilişkilerine bir katılık ve sertlik getiriyor. Bu hayat görüşünün sonucu erdemlilik taslama, dar görüşlülük ve düş gücünün ölmesidir. Daha özgür bir hayat gücünün de tehlikeli yanları olabilir. Ama bunlar hayatın tehlikeleridir, ölümün değil.
Sh: 80-89

EĞİTİM VE TOPLUM DÜZENİ
Education and the Social Order
Bertrand RUSSELL
 Çeviren : NAÎL BEZEL

Bugün Batı ülkelerindeki halk eğitiminin eleştirmeyi gerektiren niteliklerini önceki bölümlerde gördük. Eğitimdeki ve başka alanlardaki bozuklukların ekonomik nedenlere dayandığı kanısında olanlar var. Ben buna inanmıyorum. Her ekonomik düzende bir ölçüde saçmalık ve iktidar sevgisi olacağını, bunların da yetkin bir eğitim düzeninin yaratılmasını engelleyeceğini sanıyorum. Bununla birlikte ekonomik etkenlerin eğitim üzerine etkisi çok derindir; çok kez ilk bakışta anlaşılmaz. Bu bölümde, çeşitli çağlarda ve ülkelerde, eğitimdeki ekonomik etkenleri ayırmaya çalışacağım.
Avrupa’da Karanlık Çağlardan sonra tekrar canlanan eğitim, papazlar sınıfının özel hakkıydı. Eğitimin dinsel köklere dayanan bazı özellikleri bugüne dek yaşamıştır. Rönesans’tan önce orta soylular genellikle oldukça bilgisizdi. Oysa papazlar, özellikle keşişler, çok kez geniş bilgiye sahiptiler. Biraz Latince bilmek mesleğin bir gereksinmesiydi, ama bu fazla bir şey sayılmaz. On bir, on iki ve on üçüncü yüzyıllarda öğrenimin yeniden canlanmasının asıl nedenleri, özellikle Sicilya ve İspanya’daki Araplarla ilişkilerdi. Bu ilişkilerin geniş çapta ekonomik nedenleri vardı elbette.
Ama öğrenim üzerine etkileri küçük sayıda insanın çıkarlara bağlı olmayan zihinsel meraklarının sonucu olmuştur.[ Bak, The Legacy of Israel (İsrail'in Mirası), Oxford University Press, çeşitli yazarlar, sayfa 204.]
Skolastik felsefe ve genellikle ortaçağ öğrenimi, rahipler sınıfından küçük bir azınlığın öğrenme isteğinden doğmuştur. Bunlardan çoğu çalışmalarından pek az maddi çıkar elde ediyordu. Atak düşünüşlerinden ötürü adlan kötüye çıkanların sayısı da az değildi. Bu akım için keşişlerin ve rahiplerin varlığı gerekliydi, ama temel neden yalnız bilgi susuzluğuydu.
Dinle uğraşan toplumun dışında kalan Boyluların eğitimi bu biraz daha sonra başlamıştır konusunda da aynı şey söylenebilir. Denilebilir ki, bu dünya ile ilgili öğrenim imparator II. Frederik’le başlamıştır. II. Frederik erken yaşta müslümanla ilişkilerde bulunmuştu, doğruluğu saptanabilecek her şeye karşı doymaz bir merak içini kemiriyordu. On beşinci yüzyılda İtalya’da Yunancanın canlanması ve İtalya’dan kuzey uluslarına yayılan saray aşkının başlangıcı, öğrenmek için öğrenme sevgisine verilebilir. Kısa zamanda bu itici gücün yitirildiği doğrudur. Latince ve yunanca bilmek bir efendinin ayırıcı niteliği haline geldi; çocuklar bunları öğrenmeye zorlandı. Sonuç olarak insanlar öğrenme zevkini yitirdiler. Bununla birlikte o zaman bile klasikleri öğrenme nedeni ekonomik değil gösterişçi idi. Kültür edinemediği nedeni ile hiçbir toprak sahibi kiralarını almaktan geri kalmıyordu. Keşiş gibi soylu da çok boş zamanı olan insandı; isterse, faydacı amaç gütmeden, zevk için öğrenebilirdi. Bilginin kendi başına değerli olduğu kavramı henüz bazı üniversitelerde ve geç kalmış birkaç filozof (ben de bunlardan biriyim) arasında yaşıyor. Ama eğitimin görevinin ne olduğu görüşünü tümüyle değiştiren olaylar olmuştur. Bunların en önemlisi herkes için zorunlu eğitimin kabul edilmesidir. Çocuklar okuma yazmayı bilirlerse daha iyi yurttaşlar ve daha becerikli işçiler olabilecekleri anlaşılmıştır. Skolastik geleneğin bu amaç için çalışan devlet adamlarını engellediği doğrudur. İlkokullarda eğitim hemen tümüyle kitaplara dayanır. Oysa, yarısı kılgılı bir eğitimin devlet adamının amacına daha iyi hizmet edeceği ileri sürülebilir. Bu yönden Rus eğitimi çağımıza daha iyi uyarlanmıştır. Bununla birlikte ilkokullar genellikle kendilerinden istenileni yapmışlardır. Bugün tüm uygar ülkelerde hükümetin en gerekli araçlarından biri ilkokullardır.
Faydacı bir eğitim görüşüne götüren başka bir etken, bilim ve endüstrinin gelişmesidir. Bugün teknik işlemler bilgi gerektirir; yeni buluşlar servetin ve ulusal büyüklüğün kaynağıdır. Daha önceki bir çağın gelenekleri bu yönden de günün gereksinmelerine uymayı, Rusya dışında, engellemiştir. Eğitimi yalnız faydacı düşünüşler yönetse, bilim ve endüstri tekniğine bugünkünden fazla yer verilir, edebiyat kültürü çok daha az yer alırdı. Henüz tümüyle böyle olmasa bile, durum yavaş yavaş değişiyor. Çok geçmeden o duruma gelinecek.
Ekonomik nedenlerin eğitim üzerine etkisi beş bölüm altında incelenebilir. Bunları sıra ile ele alalım.
Bir: Bir devletin ekonomik koşullarına göre eğitime harcayabileceği para miktarı değişir. Endüstri devrimi ile Batı ulusları zenginleşmesiydi, herkes için zorunlu eğitim mümkün olmazdı. Hiçbir ulus bilgiye, Çinlilerin Batı ölçülerini benimsemeden önce gösterdikleri saygıyı göstermemiştir. Fakat Çin, nüfusunun yüzde beşinden fazlasına okuma yazma öğretecek zenginlikte değildi. 1780 ya da 1830 İngiltere’sinde, herkese eğitim sağlamaya yeterli vergiler yüklemek çok zor olurdu. Bugün bile ana okulları sağlamak, az rastlanan bazı durumlar dışında, olanaksız sayılıyor. Öte yandan, okuldan ayrılma yaşının yükseltilmesinin ekonomik sorunlar doğuracağı düşünülmüyor. İşsizlikten ve yüksek gümrüklerden ötürü, iş adamları bir kimsenin işinin diğerini yoksulluğa itelediği düşüncesinde birleşiyorlar. Böylece toplumun bir bölümünün verimli işlerden alıkonması toplumun yararına olacak. Buna dayanarak, çocuklar daha uzun süre okulda tutulursa hepimizin zengin olacağı düşünülüyor. İngiltere’de okul yaşını yükseltmeye karşı engel ekonomik değil, tanrı-bilimseldir; mezhepler çocukların hayata hangi boş inanlarla atılması konusunda anlaşamıyorlar.
İki: Eğitimin amaçlarından biri verimin artırılmasıdır. Belki de bu herkes için eğitim görüşünü ilk ortaya atanların kafalarındaki temel nedendi. Bu sağlam bir nedendir elbette. Okuyup yazabilen bir toplum, okuyup yazamayanlardan daha beceriklidir. Verimi en yüksek düzeyine çıkarma isteği teknik eğitim, bilimsel öğretim ve araştırmanın geliştirilmesinde daha doğrudan etkili olmuştur. İngiliz Hükümeti araştırma alanına çok az para harcıyor. Sağlam ekonomik hesaplarla hareket etse çok daha fazla harcardı. Bunun nedeni, devlet hizmetlerinde çalışanların çoğunu klasik bir eğitim görmüş olması, çağdaş insanın bilmesi gereken şeyleri bilmemesidir, örneğin, tıp araştırmalarını ele alın. Orta bir yurttaş yaşamının başında ve sonunda toplum için bir gider, çalışma yılları süresince bir gelir kaynağıdır. Ölen çocuklar tümüyle ekonomik bir kayıptır. Bu nedenle erken yaşlarda ölümün azaltılması devlet için bir kazançtır. Ya da tarımın birçok kollarında önemli bir sorun olan böcekler bilimini düşünün. Bu konuda yapılan harcamaların azlığı bile bile para yitirmek demektir. Açıkça belli olan ve iyi reklâm edilen endüstri kolları sentetik boyalar, yüksek patlayıcılar, zehirli gazlar v.b.  üzerine bir şey söylemiyorum. Bunların bazıları zararlıdır, bazıları değil. Aydın sayılan kişilerin bile çoğu bilimsel bilginin yararını anlamamışlardır.
Bu anlaşıldığında, daha büyük bilimsel bağışlar olacağını, ve orta öğretim programlarında bilime daha büyük yer verilebileceğini bekleyebiliriz.
Üç : Dağıtım düzeninin eğitim üzerine çok derin etkisi var. Bu etki yukarıda ele alınan iki etkeninkinden daha büyüktür. Dağıtım düzeni, toplumun sınıflara bölünmesini belgiler; sınıflı bir toplumda ayrı sınıflar ayrı eğitim görecektir. Kapitalist bir toplumda en az eğitim görenler ücretli işçilerdir. En çok eğitimi bilgi gerektiren bir mesleğe girmek isteyenler görür. «Efendi» ya da iş adamı olacaklar için orta bir eğitim uygun sayılır. Genellikle bir çocuk ana babasıyla aynı toplumsal sınıfa bağlıdır. Ama üstün yetenekleri ile burs kazananlar ücretli işçi sınıfından meslek sınıflarına yükselebilirler. Böylece İngiltere’de ücretli işçi sınıfında doğan en büyük beyinler siyasal yönden kısırlaştırılıyor, doğumdan bağlı olmaları gereken sınıftan ayrılıyorlar. Sınıfların bu değişkenliği açısından bir zenginler toplumu soylular toplumundan ayrılık gösterir. Zenginler toplumunda soylular toplumundakinden daha az ihtilâl eğilimleri görülmesinin bir nedeni budur.
Ona karşı olanların «kapitalizm» adını verdikleri ekonomik düzen karmaşık bir düzendir. Bu düzenin bir ölçüye dek çözümlenmesi amaçlarımız yönünden önemlidir. Bugün Sovyet Rusya dışında çağdaş dünyada üç ana servet kaynağı olduğu söylenebilir. Bunlardan birincisi, toprağa ve doğal tekellere sahip olmak; İkincisi, aterkil ailede kalıt; üçüncüsü iş teşebbüsleridir. Bunlar birbirleriyle ayrılmaz biçimde bağlı değildir. Henry George İkinciye ve üçüncüye dokunmadan birincisini ortadan kaldırmak istedi. Katolik örgütünde birincisi vardır, üçüncüsü de olabilir; ama İkincisi yoktur. Yahudilere karşı olan belirli kişilerin acı eleştirilerine bakılırsa, birincisini ve İkincisini yaşatmak, üçüncüsünü yok etmek isterler. Kanımca, soylular düzeninin kalıntıları olan toprak sahipleri ve kalıt, sosyalist eleştiriye iş teşebbüsünden daha açıktır. Bazan yalnız iş teşebbüsüne dayanıyorsa, Henry Ford'un durumunda olduğu gibi, bunun topluma faydası kadar zararı olduğu söylenemez. Kanıt olmadan genel olarak anlaşıldığı biçimde bir sınıf kavramı mümkün değildir, özellikle eğitimde önemli olan, zengin çocuklarının ücretli işçi çocuklarınınkinden ayrı bir eğitim görüyor olmasıdır. Soyluluk kalıntılarının zenginliği Avrupa'ya göre daha az etkilediği Amerika’da iş teşebbüsü asıl servet kaynağı sayılır. Bunun gençlerin kafasındaki etkisi, saygı gören servet kaynaklarının toprak sahipliği ve kalıt olduğu bir toplumda kinden ayrıdır. Burada bireysel çabalara önem verilir; bu iyidir. Ama yarışçılık biçiminde bir çabaya önem verildiğinden toplumculuğa karşıdır. Daha hakbilir bir ekonomik düzende böyle yarışma ve bildiğimiz şekilde sınıflar olmazdı. Yine de bir biçim yarışma ve bir anlamda ayrı sınıflar olabileceği doğrudur. Ama bu biçim ve anlam alışageldiğimizden ayrı olacaktır. Komünist toplumda iktidar mevkileri ve yapılması hiç hoşa gitmeyen işler olacak. Bu mevkilerde bulunan kişiler bir anlamda yüksek bir sınıf meydana getirecekler. Daha iktidarlı ve daha hoşa giden işleri ele geçirmek için yarışma olacak. Ama servet ve ana-baba gücünün olmadığı bir dünyada her birey yalnız kendi yeteneklerine dayanarak yarışır, daha iyi eğitim koşulları sağladığı durumlara dayanarak değil. Komşusundan daha iyi bir eğitim görmüşse bu babasının zenginliğinden değil, daha iyi bir eğitimi alabilecek nitelikte olduğunu gösterdiği içindir. Bu nedenle, böyle bir toplumda sınıfları haklı kılacak nedenler bireylerin doğal niteliklerine dayanır, örneğin, büyük bir kemancı orta bir kemancıdan daha fazla para almasa bile, ondan üstün olacak ve daha fazla onurlanacaktır. Bu ölçüde bir eşitsizlik ve yarışçılık kaçınılmazdır. Eşitsizliğin kökleri nesnenin yaratılışındadır. Zor işlerin en yeteneklilere verilmesi için de yarış gereklidir, önceki bir bölümde ele aldığımız aşırı eğitim sorununun zor oluşu bu yüzdendir. Ama ekonomik eşitsizlik ve ekonomik güvenlik yalnız kişiler için değil çocuklar için de sağlanırsa eğitimde yarış bu kadar çetin olmayacaktır. Bugün yarışçılığı böyle acı duruma getiren eşitsizlik ve güvensizliktir. Bunlar yok edilirse, yarışçılığın iğnesi alınmış olur.
Yurtseverlik konusunda başka nedenler işe karışır, ama gene de kişisel servetle bağıntı vardır. Bu bağıntı ilk bakışta görünmez ve çoğu bireylerde bilinçli değildir. Daha yağmacı kapitalizm biçimlerinin doğurduğu dolaylı bir bağıntıdır. Yatırımcı açısından, geri kalmış ülkelerin iki yararı vardır: pazar ve hammadde kaynağı. Bu ülkeler yatırımcının bağlı olduğu devletin denetlemesinde bulunursa her iki yönden daha yararlı olurlar. Fransız kapitali Kuzey Afrika’da, İngiliz kapitali Hindistan’da, Amerikan kapitali Güney Amerika’da kazançlı yatırım alanları buluyor. Böylece kendi ülkesi dışında yatırımlar yapmayı düşünen kişi, toprak yönünden olmasa bile ekonomik yönden emperyalizme ilgi duyar. Uygun bir yurtseverlik propagandası ile teşebbüsü için gerekli harcamaların büyük bölümünün vergi ödeyenlerin omuzuna yükletilebileceğini görür. Güçlü ulusların yurtseverliğinin çoğu bu kaynaktan gelir. Oysa bayrak için bağıran yurttaşlar genellikle kendilerini buna iteleyen kötü güçler konusunda bilinçsizdirler. Zayıf ülkelerin ulusçuluğu yağmacı uluslarınkine karşı bir savunmadır. Kendileri sömürmeyip sömürülmeye karşı direndikleri sürece güçlü uluslardan daha iyi bir törel düzeydedirler. Ama özgürlüğü için çarpışan bir ulusta öyle duygular geliştirilir ki, başarıya ulaşır ulaşmaz daha önce kıyıcı uluslarda yerdikleri kötülükleri benimser. Polonya iki yüzyıla yaklaşan bir bağlılıktan sonra bağımsızlığını kazandı; ama daha önce Polonya, halkının çektiği sıkıntıları Ukraynalılara çektirmede bir sakınca görmedi. İlke olarak ulusçuluk kötüdür; özgürlüğü için savaşan uluslarda bile beğenilmeye değmez. Bu, uluslar kıyına karşı direnmesinler anlamına gelmez. Ama yalnız ulusçuluk açısından değil, uluslararası bir açıdan direnmelidirler. Güçlü ya da zayıf bir ulusta olsun, ulusçuluğun kötülükleri kişisel servetle bağıntılıdır. Bu kötülükler sömürü ya da sömürüye karşı direnme ile ilgilidir. Bu nedenle, kişisel kapitalizm ortadan kaldırılırsa, bugün ulusçuluğun üzerindeki kötü etkilerinin tümüyle yok olmasa bile oldukça azalacağını düşünmek akla uygundur.
Ekonomik nedenlerin eğitim üzerine etkileri konusunda dördüncü bölüm bağışlardır. Vasiyet özgürlüğü bulunan bir yerde kişi servetini kamu tutumuna karşı sayılmayan herhangi bir amaca bırakabilir. Yakın zamanlara dek akılcılığın geliştirilmesi amacı için bırakılan vasiyetler İngiltere’de, Hıristiyan bir ülkede akılcılığın kamu tutumuna aykırı olduğu gerekçesiyle hükümsüz sayılırdı. Artık bu değişmiştir. Ama ileri amaçlar için vasiyetler yasaya aykırı sayılmasa bile, bağışların genellikle tutucu bir güç olacakları kaçınılmaz bir gerçektir. Bunlar ölülerin, yüzyıllarca önce ölmüşlerin istekleridir. Din örgütleri, eski üniversiteler ve birçok okullar az ya da çok eski bağışlara dayanırlar. Amerika’da bağışlar çoğunlukla yenidir ve seçkin zenginlerden gelir. Bu zenginler ise tutucu ve genellikle eğitim görmemiş kişilerdir. Eğitimde ilerici hareketleri geciktirme çok etkilidirler. Profesörlerin radikal olduğu sanılan bir üniversite, başkanının iyiliksever endüstri yöneticilerinden bağışlar koparabilmesi, profesörleri statükonun savunmasında bölünmez bir bütün olan başkanınkinden daha az olasılıdır.
Eğitimin dinsel yanının daha tutucu oluşunda başların büyük etkisi vardır. Dinle kişisel servet arasındaki bağıntı, kişilerin paralarını din örgütlerine bırakmalarından ve ölümlerinden yüzyıllar sonla boş inanlarının sürdürülmesinden doğar, İngiltere ve İskoçya’da bunun yasalarla değiştirilebileceği doğrudur. Ortaçağ dindarlarının bıraktığı servet Reform sırasında asıl amaçlarından alınıp Anglikanlık eğitimine yöneltilmiştir. İskoçya’daki özgür Kiliselerin servetlerinin kilise üyelerine ait olduğu yasaya göre kararlaştırılınca, yasa değiştirildi; bağnaz kadercilerin (Predestinarian) bağışlarının kader inancının yok edildiği öğretilerinin yayılmasında kullanılabilmesi sağlandı. Ama Amerika’da böyle yasamalar Anayasaya aykırıdır. Paranızı, Kentaki halkının On Yitik Budun’dan olduğu öğretisine içten bağlı bir kuruma bırakırsanız, paranız başka alanda kullanılamaz. İngiltere’de paranın başka bir yöne çevrilmesi mümkün olsa bile buna çok az rastlanır. Anglikan Kilisesi ve Roma Katolik Kilisesi zengin kuruluşlardır ve gelirleri ancak uygun öğretiler öne sürenlerce harcanabilir. Böylece, uzak atalarla aynı kanılarda olmak için büyük bir ekonomik neden var. Zihinsel yönden her ilerleme ceza ile karşılanıyor; Colenso tavşanın geviş getirmediğini anladığı zaman aylığı kesildi.
Dinsel bağışlar olmasa her şeyin daha çabuk değişeceğinde şüphe yok. Bugünkü durumda bile asıl, biçimden daha çabuk değişiyor. Bugün Anglikan rahiplerinin inandıklarını söylemeleri gereken birçok şeyler var, ama bunun sözde kaldığım da söyleyebilirler, kimse de onlar için kötü düşünmez. Hıristiyan dogmacılığının bazı bölümleri bir çağda, başka bölümleri başka bir çağda canlılık gösterir, örneğin, bugün çoğu Hıristiyanlar İsa’nın boşanma konusunda öylece anlaşılması gerektiği görüşündedirler. Oysa yetkiye karşı direnmeme, yeminden kaçınma ve servetini yoksullara verme gibi konulardaki sözlerinin mecazi yönden, anlaşılması gerektiği, söylenilenin aksi bir anlam taşıdığı düşünülür. Ama İsa’nın öğretilerinden hangilerinin bir Hıristiyan için uygun olduğu sorunu karmaşık bir sorundur, daha fazla üzerinde durmayacağım.
Eğitim üzerindeki ekonomik etkileri konusunda beşinci bölüm gelenektir. Genel anlamda bir geleneği demek istemiyorum; o çok geniş bir konudur. Demek istediğim, geçmişte etkili olup bugün etkili olmayan ekonomik nedenlerden doğmuş bir gelenektir. Genellikle çok tutucu olan cinsel ahlak bu konuya iyi bir örnektir. Dünya nüfusunun az, çocuk ölümü oranlarının yüksek olduğu eski günlerde çiftlerin çok çocuk yapması bir kamu göreviydi. Eğitim ve çocukların çalıştırılması çocukları bir gider kaynağı durumuna getirmeden önce, çocuklara ana-babaları için mali yönden yararlı oluyorlardı. Doğum kontrolü ve çocuk aldırmaya karşı duygular o günlerde haklı nedenlere dayanıyordu. Bugün böyle nedenler yok, ama duygu yine yaşıyor, çünkü dinle arasında bağıntı kurulmuştur.
Ataerkil ailenin kökü ekonomikti. Çünkü kadın gebelik ve emzirme süresince başarıyla avlanamazdı. Çok yakın zamanlara dek kadının kendi hayatını kazanma olanakları azdı. Bu nedenle kocasına ya da erkek akrabalarına bağlı kalmak zorundaydı. Kadınlara bakılmasını ve erkeklere bağlı bir düzeni gerektiren ataerkil aile, kadın erdemlerine fazla önem verilmesine yol açtı. Bu erdemler, çetin ahlâk ve din kurallarıyla ve ilk uygarlıklarda zina işleyen kadınlara verilen ölüm cezasıyla, zorlanırdı. Kanunî cezalar hafifleyip en sonunda, New York eyaleti gibi bazı ırak bölgeler dışında her yerde, ortadan kalkarken törel ve bilimsel baskı olduğu gibi kaldı. Geleneksel kuralların bu bölümü, kuramda olmasa bile uygulamada, kadın ve erkeğin eşitliği ile bağdaşamaz. Kadınlar kendi hayatlarını kazanınca eşitlik isteklerine karşı durulamaz. Evli kadınların iş bulmalarını önlemek için çılgınca çabalar harcanıyor. Ama bu çabaların sürekli bir başarı sağlayacağı düşünülemez. Aynı zamanda bir kadının geleneğin iyi saymadığı şekilde hayatını kazanma yolları gittikçe artacaktır. Bu nedenle bugün yaşayan kurallar ekonomik nedenlerden ötürü yıkılmak üzeredir. Doğum oranının azalması ve savaşçı eğilimler devleti çocuk gönenci ile gittikçe daha çok ilgilenmeye iteliyor. Çünkü bir erkeğin savaş alanında öldürülebilecek yaşa gelmeden ölmesi hükümet açısından bir boşa harcamadır. Ekonomik nedenler kadınların erdemlerini azaltmak ve çocukların bakımında devletin payını artırmak yönünde birlikte etki yaptıkça, babanın öneminin, onunla birlikte ataerkil aileye bağlı tüm duygu ve törel yargıların azalacağı açıkça bellidir. Bugün ana-babalarla devlet, çocuklara geçmişten kalan ve çağımızın dünyasına uymayan bir cinsel görüş öğretmenin iyi olduğu düşüncesinde birleşiyorlar. Bu, cinsiyet ve aile konularındaki tutucu duygulara bir örnektir. Bu tutuculuk özellikle eğitim alanında güdüdür. Çünkü çoğu kimse gençlere çok sıkı bir ahlâk öğretilmesinin hiçbir zararı olmayacağı kanısındadır. Bu nedenle eğitim, toplumların yeni gereksinmelere gerektiği kadar çabuk uymasını önlüyor; birçok yetişkinleri, doğal olarak kabul edilmesi gereken bazı şeylere karşı ilk yaşlardaki eğitimden dolayı dehşet duymaya iteliyor. Okulda öğretilen cinsel ahlâkın doğuşunda ekonomik nedenlerin önemli yeri olmuşsa da, bu nedenler geçmiştedir ve günümüzün ekonomik ihtiyaçlarında haklı gösterilemezler.
Görüldüğü gibi, kişisel servetle bağıntılı ekonomik nedenler eğitimi tutucu yapıyor. Ama ihtilâlci devreden sonra komünist eğitiminin daha az tutucu olacağı şüphelidir. O zaman eğitim tek elden yönetilen bürokratik bir denetlemeye bağlı kalacaktır. Oysa, genellikle memurlar değişikliği sevmezler. Belki o zaman bugünkü kadar hızlı değişikliğe gereksinme duyulmayacak. Belki barışçı bir dayanışma çağı gelecek, insanlık daha iyiye gidecek. Öyle de olsa, bir eğitim ülküsü olarak yarışçılığın yerini işbirliğinin alması somut bir törel gelişme olarak değerini koruyacaktır. Bu da ancak ekonomik düzende köklü bir değişiklikle mümkün olur. Yalnız buna dayanarak komünist eğitimin bugünkü Batı düzeninin yetiştirebileceğinden daha iyi yetiştireceği umulabilir.
Sh: 136-147
Kaynak: EĞİTİM VE TOPLUM DÜZENİ /BERTRAND RUSSELL ,[ 1932. Education and the Social Order, London: George Allen & Unwin.] Çeviren : NAÎL BEZEL, Ocak 1976, İstanbul

         

1914 öncesi dünyasını anımsayamayacak kadar genç olan­lar benim yaşımda bir kimse için çocukluk anılarıyla bugünün dünyası arasında ne denli geniş bir uçurum bulunduğunu anlayamazlar. Ben bugün kendimi yepyeni bir dünyaya alıştırma­ya çalışıyorum. Eriyip yok olan imparatorluklar, komünizm, atom bombası, Asya’lı devletlerin-varlığını duyurması aristok­rasinin çöküşü bu yenidünyanın yeni gerçekleri. Bu garip ve güvensiz ortamda kimse yarını göreceğinden emin değil, koca devletler haritadan silinip gidiyor. Benim gibi gençliği boyun­ca yıkılmaz bildiği birtakım değerlere sırtını vermiş olanlar için bu gerçekler korkulu bir düşten farksız. Ben çocukken her­kesçe sarsılmaz bilinen kuramlardan, değişmez sanılan yaşayış tarzından bugün yalnızca birkaç iz kalmıştır.
Geleneklerle yoğrulmuş bir ortamda büyüdüm diyebilirim. Annemle babam ben çok küçükken ölmüşler bu yüzden onları hatırlamıyorum. Beni büyükannemle, büyükbabam yetiş­tirdiler. Büyükbabam Fransa ihtilali yıllarında doğmuştu. Napolyon’un İmparatorluğu sırasında İngiliz Parlamentosunda üyeyiydi. Fox (Charles Fox 18. ci yüzyıl sonlarında İngiliz Whig Partisinin (şimdiki adıyla liberal Parti) başkanıydı. çev.) taraflısı bir Whig olduğu için İngiltere’­nin Fransa ihtilali ve Napolyon’a karşı olan düşmanca tutumu­nu aşın ve yersiz buluyordu. Sonraları Elbe’de sürgüne yolla­nan İmparatoru görmeye bile gitmişti. İngiltere’ye demokra­si yolunu açan Reform kanunu tasarısını 1832 de meclise getiren de oydu. Meksika savaşı ve 1848 ihtilalleri sırasında başbakan­lık yapmıştı. 1688 ihtilâlinin temel öğelerinden biri olan aris­tokratik; liberalizm bütün Russell’lar gibi büyükbabamın da inandığı bir ilke idi. İçinde büyüdüğüm çevrenin etkisiyle Ku­ramsal Cumhuriyetçiliği benimsemiştim. Buna göre Kral halk tarafından görevlendirilmiş olduğunu, kendisinden bekleneni veremezse görevinden alınabileceğini hiçbir zaman aklından çıkarmamalıydı. Ancak bu koşullar altında bir Kral’a hoşgö­rürlükle bakılabilirdi. Önemli kişilere karşı gerektiği kadar saygılı davranmayan büyükbabam bu görüşü Kraliçe Victoria’­ya da açıklamaya çalışmış, Kraliçe bundan pek hoşlanmamış­tı. Ama yine de büyükbabama Richmond Park’ta benim gençli­ğimi geçirdiğim evi vermişti.
Birtakım siyasal ilkeler ve umutlar edinmiştim. İlkeleri­mi az çok koruyabildiysem de umutlarımı zamanla bir yana itmek zorunda kaldım. Bütün dünyada düzenli bir ilerleme olmalıydı. İhtilallerin bir sonu gelmeliydi artık; savaş ta ortadan kalkmalıydı. Daha Parlamento nedir bilmeyen geri kalmış ül­kelerde parlamenter yönetim kurulmalıydı. Babaannem Rus Büyükelçisiyle yaptığı bir konuşmayı hatırladıkça gülerdi hep; kendisi Büyükelçiye «Belki» demişti, «bir gün sizin de Rusya’da bir Parlamentonuz olacak.» Büyükelçi buna, «Tanrı korusun hanımefendi!» diye karşılık vermişti. Bugün bir Rus elçisi o söze yine aynı karşılığı verir sanırım. yalnız cümlesinin başı­na başka bir sözcük koyarak. O günlerin umutları şimdi biraz saçma geliyor bana. Demokrasinin gerekliliğine inanmıştım. Halkın hep sağgörü sahibi, olgun aristokratların öğütlerine uyacağını, davranışlarını buna göre ayarlayacağını düşünüyor­dum. Sömürgecilik rejimine artık bir son verilmeliydi. İngil­tere elbet bir gün Asya ve Afrika’daki sömürgelerinden kendi isteğiyle el çekecek, tabii bu arada egemenliklerine kavuşan bu ülkelerin halkı aşağı yukarı eşit sayıda Whig ve Tory’lerden [İngiltere’de Muhafazakar Partinin eski adı. (çev)]kurulu bir «çift meclis» sisteminin devlet yönetiminde ne denli yararlı olduğunu anlamış olacaklardı. En büyük siyasal önyargılarımı edindiğim sıralarda büsbütün kızışmış olan Disraeli-Gladstone (Disraeli muhafazakâr Gladstone Liberal Parti ileri gelenlerindendi.) tartışmalarının benzerleri böylece o tropik ülkelerde de yer alacaktı. İngiliz gücünün sarsılabileceği düşün­cesi kimsenin akimın ucundan bile geçmezdi. Britanya denizin dalgalarına değin hükmederdi; gerçek buydu apaçık. Gerçi or­tada Bismark denen bir serseri vardı (bana böyle tanıtmışlar­da Bismark’ı) ama Goethe ve Schiller’in uygarlaştırıcı etkisi Almanların bu yabani köylü tarafından yanlış yollara sürük­lenmesine engel olacaktı elbet. Pek uzak sayılmayacak bir geç­mişte kanlı olaylara sahne olmuştu dünya.. Bunu ister istemez kabul etmeliydik. Gerçi Fransızlar ihtilâl olaylarını gericilerin fazlaca büyüttüğünü öne sürüyorlardı ama o' sıralarda gerek­siz birtakım aşırılıklara kapıldıktan da bir gerçekti. Cromwell’in de kralın başını kestirmekle belki biraz ileri gittiği söylenebilirdi-o kadar. Genellikle krallara karşı olan bu tutum­lar iyi ve hoş karşalanmalıydı tabii işe örneğin Becket gibi din adamları karışmadıkça o zaman insan ister istemez kral­dan yana oluveriyordu.
Evimizin genel havasına tam bir pûriten dindarlığı [Püriten, 16. ve 17. yüzyıllarda I. Elizabeth'in İngiliz Kilisesi'nde başlattığı reformist harekete karşı çıkan, kendini "saflığı" aramak olarak tanımlayan bir Protestan doktrin ve ibadet şeklidir.] ve ağır­başlılığı hakimdi. Her sabahın 8 i dua saatiydi., bütün aile bir araya gelip dua ederdik. Evde sekiz hizmetçimiz olduğu halde pişen yemekler son derece basitti. Üstelik bu kadarı bile ço­cuklar için çok sayılırdı. Örneğin yemekte hem elma tatlısı hem sütlaç varsa ben yalnız sütlaç yiyebilirdim. Yılın her mevsiminde soğuk duş alır her sabah daha şömine yanmandan yarım saat kadar piyano çalışırdım. Büyükannem akşam olmadan koltuğuna oturup şöyle bir dinlenmeyi aklından bile geçirmez­di. Alkollü içkilerle tütüne hiçbir zaman iyi gözle bakılmazdı evimizde; ama geleneğe uymak kaygısıyla konuklara biraz şa­rap ikram edilirdi. Sağlık, mutluluk ve düşünsel özgürlük paha­sına da olsa yalnızca erdem’e değer verilirdi bu çevrede.
Ben bu baskıya önce düşünsel özgürlük yönünden baş­kaldırdım. Yapayalnız, çekingen, ukala bir gençtim o za­manlar. Çocukken kendi yaşıtlarımla bir arada oynayıp eylenmenin ne olduğunu pek bilmezdim-bu yüzden böyle şeylere karşı bir özlem yoktu içimde. Ama matematiği severdim. Ailem bu sevgiyi hoş karşılamazdı hiç, çünkü matematiğin törel bir konusu yoktu. Ailemin dinsel düşüncelerine katılmıyordum, yaşım ilerledikçe onların hiç de iyi gözle bakmadıkları felsefe’ye karşı daha bir ilgi uyanmaya başladı içimde. Felsefe konu­su ne zaman ortaya atılsa hemen alaya alırlardı beni-hem de hep aynı sözlerle: «Akıl nedir?
 Hiçbir şey; madde nedir?
 Boş ver.» Elli altmış kez tekrarlandıktan sonra artık bu şaka da güldürmez olmuştu beni.                                     ,
Onsekiz yaşında Cambridge’e gittiğim zaman birden ken­dimi bana doğal gelen bir dille konuşan insanlar arasında bul­muştum. Bu beni çok sevindirmişti. Onlara düşüncelerimi açıkladığım zaman bana ne deli gözüyle bakıyorlar, ne de bir suç işlemişim gibi benden yüz çeviriyorlardı. Zararlı bir törel kay­gının düşünsel canlılığı söndürdüğü dar görüşlü bir çevrede geçirmiştim çocukluğumu. Şimdi kendimi aklın ve mantıklı dü­şüncenin değerlendirildiği bir ortamda bulmak bana sınırsız bir kıvanç veriyordu. Normal bir eğitim ve öğrenim görmemiş olanların genellikle toplum hayatına uymakta güçlük çektikleri söylenir. Oysa ben böyle bir güçlükle karşılaşmadım. Cambridge’de kendimi uzun zaman özlemini duyduğum tam bana gö­re bir çevre içinde bulmuştum. Daha ilk yılda bir yaşam boyu sürecek arkadaşlıklar kurdum, çocukluk yıllarımın o dayanıl­maz yalnızlığını duymadım içimde bir daha. Cambridge’deki ilk üç yılımı matematiğe verdim, dördüncü yıl felsefe çalıştım. Gerçi orada öğrendiğim felsefe sistemlerinin hiçbirini sonra­ları beğenmez olmuştum ama felsefe öğrenimi zevkli bir şeydi, çözümlemek istediğim birtakım ilginç sorunlar uyandırıyordu kafamda. Özellikle matematiğin temelleri konusundaki sorun­lar ilgimi çekiyordu. Doğru, kesin bir bilginin varlığına inan­mak istiyor, bunu da matematikte bulacağımı umuyordum. Ama bir yandan da öğretmenlerimin gösterdiği matematik tanıt­larının çürük olduğunu anlamıştım. Gelecekte daha sağlam ta­nıtların bulunacağına inancım vardı. Sonraları matematik çalışmalarımı derinleştirince bu gibi umutlar beslemekte az çok haklı olduğumu anladım, ama bunun için yirmi yıl bekle­mem gerekmişti.
Cambridge’deki öğrenimimi bitirdikten sonra felsefe ile po­litika arasında bir seçme yaparak hayatımı buna göre düzen­lemek zorunluğuyla karşılaştım. Politika, 16. yüzyıldan bu ya­na Russell ailesinin tek uğraşıydı; başka bir yol seçmek ata­larıma karşı yapılabilecek en büyük saygısızlık olacaktı. Polititikayı seçmekle rahat bir yaşam süreceğimi ben de biliyor­dum. İrlanda Bakanı olan John Morley bana bir memurluk teklif etmişti. Paris’te İngiliz Büyükelçisi olan Lord Dufferin de konsoloslukta bir iş bulmuştu. Ailem bana her yoldan baskı yapmakta devam ediyordu. Bir süre kararımı veremedim, ama sonunda felsefenin çağırışı daha ağır bastı. Bu, ilk çatışmam olması bakımından acı bir yaşantı idi benim için. Ondan son­ra başımdan öyle çok çatışmalar geçti ki, birçok kimse benim bundan hoşlandığıma bile inanır oldu. Oysa ben herkesle uyu­şarak dingin (sakin) bir yaşam sürdürmeyi isterdim. Ama doğ­ruluğuna yürekten inandığım birtakım ilkeler uğruna hep sa­vaşmak zorunda kaldım-hem de en istemediğim zamanlarda. Felsefeyi seçtikten sonra uzun bir süre her şey yolunda gitti. Felsefeyle uğraşmanın budalalık ve züppelik sayılmadığı bilim­sel bir ortamda yaşıyordum. Bu dinginlik 1914 e değin sürdü.
O  yıl birinci dünya savaşı patlak verdi. Savaşın korkunç bir budalalık olduğuna inanıyor, her iki tarafın yöneticilerini so­rumlu ve suçlu buluyordum. İngiltere’nin savaşa girmeyip ta­rafsız kalmasını istiyordum-bu da olmayınca savaşı yermeye devam ettim. Artık eski arkadaşlarımın çoğu yüz çevirmişti benden; daha kötüsü ulusal eğilimden ayrı kalmıştım. Bu du­rumda kendimde varolduğunu daha önce bilmediğim bir takım güçlere dayanmak zorunda kaldım. Dindar olsam Tanrının Sesi diyebileceğim bir şey beni tuttuğum yolda gitmeye zorlu­yordu. Ne o zaman, ne de daha sonra savaşın bütün bütün saç­ma ve kolayca kaçınabilecek bir şey olduğunu iddia etmedim. Ama özellikle bu Birinci Dünya Savaşı bana gereksiz görünü­yordu. Oysa İkinci Dünya Savaşının gerekliliğine inanmıştım savaş hakkındaki görüşlerimi değiştirdiğimden değil, bu kez koşullar öncekinden çok başka olduğu için böyle düşünüyordum. Daha doğrusu İkinci Dünya Savaşını hazırlayan neden­ler Birinci Dünya Savaşının doğal sonuçlarıydı. Rus komüniz­mi, İtalyan faşizmi ve Alman Nazizizmi hep Birinci Dünya Sa­vaşından almışlardı köklerini. İkinci Dünya Savaşının, sonuncu dünya savaşı olmadığı korkusunu haklı gösteren bu karmaka­rışık ve dengesiz ortamda her gün biraz daha artan bir komü­nizm tehlikesi vardır; Almanya, Fransa ve bir zamanların Avusturya-Macaristan İmparatorluğu uygarlık alanında eski parlak günlerini yitirmiştir; Asya ve Afrika’da durum son de­rece gergindir, her an karışıklıklar çıkabilir. Bu ortamda dünya şimdiye değin görülmemiş kanlı savaşlara sahne olabilir. İşte bu ortamı yaratan Birinci Dünya Savaşıdır. Bütün bu bozuk­luklar Birinci Dünya Savaşından almışlardır kaynaklarını. Şimdi, bir an için İngiltere’nin tarafsız kalıp savaşa katılmadı­ğını düşünelim. Ne olurdu bu durumda?
 Bir kere savaş o kadar uzun sürmezdi ve Almanya’nın başarısı ile sonuçlanırdı. Ame­rika da savaşa katılmak zorunda kalmazdı. İngiltere eski gücünden ve zenginliğinden bir şey yitirmemiş olurdu. Almanya Nazizme sürüklenmez, Rusya’da ise belki yine bir devrim hareketi olurdu ama bu bir Komünist ihtilâli olmazdı elbet. Çün­kü, öyle kısa sürecek bir savaş sonunda Rusya 1917 deki gibi korkunç bir karışıklığa düşmezdi. Gerçi bizim, tarafın savaş propagandası Almanya’daki imparatorluğu son derece sert bir rejim olarak gösteriyordu ama aslında bu rejimin yaptık­ları kuru kabadayılık ve budalalıktan pek öteye gitmiş değildi. Kaiser’in Almanya’sında bir süre yaşamış, bu ülkedeki ilerici güçlerin sonunda mutlak başarıya ulaşacakları kanısına var­mıştım. Kaiser’in Almanyasında İngiltere ve İskandinavya dı­şında kalan ülkelerin bugün hiçbirinde bulunmayan bir özgür­lük vardı. O zamanlar bize bu savaşın özgürlük ve demokrasi uğruna yapıldığını, ve militarizme karşı olduğunu söylemişler­di. Oysa, savaşın sonunda özgürlük iyice azaldı, militarizm de gittikçe yaygın bir hal aldı. Demokrasiye gelince sonunun ne ye varacağı bugüne değin belli değil. Bence İngiltere savaşa katılmayarak tarafsız kalsaydı Almanya’nın çabuk ve kolay bir başarıya ulaşmasını sağlamış olurdu. Bugün de dünyanın duru mu bu denli karışık, bu denli bozuk olmazdı. Ben buna inanı­yorum. Savaş sırasındaki tutumumu bu yüzden her zaman hak­lı görmüşümdür. Yine Birinci Dünya Savaşı boyunca Almanla­rın «resmi ağızlar»ın gösterdiği kadar kötü bir ulus olmadığına çevremi inandırmaya çalıştığım için kendimi haksız görmüyorum, Çünkü, Versailles antlaşmasının ağır koşullarla dolu olması birçok kötü sonuçlar doğurmuştur; ve eğer Almanya’ya karşı duyulan bu aşırı ve yersiz korku olmasaydı Versailles antlaşmasının koşulları da o denli ağır olmazdı. İkinci Dünya Savaşı apayrı bir durum sayılmalıydı. Çünkü o zaman kendi budalalıklarımızın cezası olarak insanlığın geleceğini kurtarmak için Nazi Almanyası ile savaşmak zorunda kalmıştık. Eğer bu­gün Ruslar bütün dünyayı egemenlikleri altına almaya kalkış­salar korkarım bu kere de onlara karşı savaşmak zorunda ka­lacağız. Ama bütün bunlar hep 1914 ün hatalarından çıkmış sonuçlardır; eğer bu hatalardan kaçınılsaydı bu sonuçlar or­taya çıkmazdı.
Birinci dünya savaşının sonu yalnızlığımın da sonu değildi, tersine daha yoğun bir yalnızlığın başlangıcıydı benim için (bir­kaç yakın arkadaşımı saymazsam). Bunun da nedeni Rusya’­daki yeni ihtilal hükümetini tutmayışımdı. Rus devrim hareketi patlak verince hemen herkes gibi (hatta o zamanki adı ile Petrograddaki İngiliz elçiliği gibi) ben de bunu iyi karşılamış­tım. 1918 ve 19 un karmaşık olaylarını uzaktan izlemek pek kolay olmuyordu; ve ben Bolşevikler hakkında henüz olumlu ya da olumsuz bir yargıya varmış değildim. Ama 1920 de Rus­ya’ya gittim, Lenin ve diğer Rus ileri gelenleriyle uzun ve et­raflı konuşmalar yaptım. Bu yönetim örgütünün nasıl işledi­ği hakkında bilgi edindim. Sonunda şu kanıya vardım ki bu rejim altında tasarlanan ve uygulanan her şey liberal tutumlu bir kimsenin isteklerine taban tabana zıt niteliktedir. Bu reji­min hiçbir iyi yanını göremiyor, insanlar için gittikçe daha da çekilmez olacağını düşünüyordum. Bolşevik rejimindeki tüm kötülüklerin bir tek kaynağı vardı: o da bağnazlığın doğal bir sonucu olan özgürlük ve demokrasi düşmanlığı idi. O günlerde radikaller Rus devriminin her ne pahasına olursa olsun desteklenmesini istiyor, gerekçe olarak da gerici çevrelerin bu devrime karşı olduklarını, devrimi yermenin onların işine yarayacağını söylüyorlardı. Önceleri ben de bu gerekçenin Rus devrimini tutmak için yeterli olduğunu düşünmüş, nasıl bir tutum izliyeceğime bir türlü karar verememiştim. Ama sonun­da doğruya daha yakın bulduğum bir tutumu benimsedim. Bolşevik rejiminin kötü bir rejim olduğunu, buna yürekten inan­dığımı açıkça söyledim. (Bugüne değin bu görüşümü değişti­recek bir sebeple karşılaşmış değilim). Bu konuda 1914 den o yana edindiğim arkadaşların çoğu ile düşüncelerimiz ayrılı­yordu; birçok kimse savaşa karşı tutumum yüzünden benden hâlâ nefret etmekteydi. Küçük bir azınlık da Bolşevikleri öv­medim diye düşman olmuştu bana.
1920’de Rusya’ya gidişim hayatımda bir dönüm noktası oldu. Orada kaldığım süre boyunca gittikçe artan ve sonunda dayanılmaz bir saplantı halini alan bir korku uyanmıştı içim­de. Rusya bana acımasız, ikiyüzlü gardiyanların yönettiği uç­suz bucaksız bir zindan gibi göründü. Arkadaşlarımın bu adamları özgürlük kahramanları gibi el-üstünde tutmaları, kurdukları rejimi bir cennet saymaları beni şaşkına çevirmişti. Bu muydu cennet?
Ya ben çıldırmıştım, ya da onlar. Ama savaş yıllan sırasında başkalarının etkisine kapılmayıp kendi görüş­lerime dayanarak yargıya varmasını öğrenmiştim. Tarih ku­rallarını gözönünde tutarak Rusya’daki devrim gücünün de Fransa ihtilalinde olduğu gibi ergeç emperyalizme kayacağını düşünüyordum. Bolşevikler hakkındaki gerçek düşüncelerimi ( açıkladığım zaman eski politika arkadaşlarım ve daha sonra­ları bana bu konuda hak verecek olan birçok kimse beni burju­vazinin dalkavukluğunu yapmakla suçladılar, ve benden yüz çevirdiler. Öte yandan gerici çevreler neler söylediğime pek dikkat etmedikleri ve bu yüzden kendilerinden yana olduğum kanısına kapılmadıkları için benden şurada burada, hatta ya­zılarında «ciğeri beş para etmez bolşevik domuzu» diye söz et­meye devam ediyorlardı. Böylece her iki çevrenin de düşman­lığını kazanmıştım. Bütün bunlar benim için acı şeylerdi. Ama o sıralarda Çin’e giderek orada Avrupa’nın karışıklığından uzak bir yıl geçirmem acılarımı biraz olsun unutmama yardım etti. Ondan sonra yine bir takım çatışmalarım oldu ama bunlar savaş ve bolşevikler hakkındaki düşüncelerim yüzünden giriştiğim çatışmalara kıyasla daha düzeyde kalan, daha etkisiz şeylerdi.
1921’de Çin’den döndükten sonra bir süre aile işleriyle, çocuklarımın eğitimi ile uğraştım. Geleneksel eğitimi beğen­miyordum ama birçok okullarda uygulanan «yeni eğitim»i de bilimsel yönden oldukça yetersiz buluyordum. Bana öyle geli­yordu ki (bugün de aynı düşüncedeyim) eğer bir adam genç­liğinde sıkı ve özlü bir öğrenim görmemişse İngiltere’deki gibi teknik bakımdan gelişmiş uygar bir toplumda önemli bir yeri olamaz. O zamanki okullar arasında benim istediğim nitelikte bir öğretim, programı uygulayanı yoktu. Kendim bir okul aç­mayı düşündüm. Ama bu yönetim bilgisi gerektiren bir şeydi, bense bu konuda kendimi oldukça yetersiz buluyordum. Böyle­ce okul kurma tasarılarım da boşa çıkmıştı. Neyse o sıralarda gittikçe düzelerek gerçekten öteki okullar arasında sivrilmiş olan bir okul bulabilmiştim. Eğitim üstüne iki kitap yazdım, ve bu konuda uzun uzadıya kafa yordum; ama tabii bir şeyi dü­şünmek her zaman onu yapmaktan çok daha kolaydı. Çocuk­lara tam özgürlük verilmesine karşıyımdır. Bence çocukların günlük yaşayışı belirli bir düzene sokulmalıdır. Ama bu düze­nin uygulanmadığı günler de olmalıdır. Yetişkin bir insandan topluma kolaylıkla uyması bekleniyorsa ona daha çok küçük yaşta evrenin merkezinde kendisinin bulunmadığı ve herhan­gi bir durumda en önemli şeyin kendi istekleri olmadığı öğre­tilmelidir. Birçok ’yeni eğitimci okullarda olduğu gibi teknik yetkinliği gözetmeden yalnızca özgünlüğe (originality) değer vermek de yanlış bir tutumdur. Yeni eğitimin beğendiğim birçok yanlan var: özellikle konuşabilme özgürlüğü, hayat gerçeklerini görerek, deneyerek öğrenme özgürlüğü, ve acıma­sız bir davranıştan çok ağızdan kaçan basit bir küfür üstün­de duran o saçma törelciliğin bir yana itilmiş olması gibi. Ama genellikle kötü bir disipline karşı olanların disiplinin kaçınıl­maz gerekliliğini unutacak kadar ileri gittikleri çok görülmüş­tür. Oysa disiplin, özellikle öğrenim alanında son derece ge­rekli olan bir şeydir.
İlerleyen yaşım ve yaşantılarım eski inançlarımı belki de­ğiştirmeli ya da onlara bir şeyler katmalıydı, ama pek öyle oldu diyemem. Yalnız özgürlüğün çok belirli sınırlan olan bir ilke olduğuna inancım gittikçe artmıştı; bu sınırların özellikle eği­tim alanında çok tipik bir durum gösterdiklerini anlamıştım. İnsanların belirli bir durum karşısında nasıl davranacakları ençok alışkanlıklarına bağlıdır; iyi alışkanlıklar ise disiplinsiz elde edilemez. Çoğumuz hayatımız boyunca hiç bir şey çalmayı düşünmemişizdir; ama şimdi bize çok doğal gelen bu alışkanlığın yerleşmesinde yüzyıllar boyu süregelmiş polis disiplini­nin büyük payı olmuştur. Eğer çocuklara iyi ve doğru davranış yollan öğretilmezse hepsi birbirinin elindekini kapmaya çalı­şır ve en iyi yiyecekler en güçlülerin elinde kalır. Bugün dün­yanın daha düzgün bir ortama girmesi devletlerarası anarşi­nin sürüp gitmesiyle değil ulusarası bir yasanın yürütülmesiyle gerçekleşebilir. Bunun başarılması için de uluslarası bir gücün desteği gerekir. Ekonomi dünyasında eski Laissez Faire (Hükümetin endüstri ve ticaret işlerine karışmaması) öğretisini hâlâ düş peşinde koşan birkaç kişiden başka tutan kalmamıştır bugün. Dünya kalabalıklaştıkça yönetim düzenini sağlamak için denetleme daha da gerekli olmaktadır. Tabii bu sevilecek bir durum değildir. Odysseus’un dünyası ilginç bir dünyadır: gemi ile bir adadan ötekine yolculuk yapmak her limanda güzel bir kadının sevgisini kazanmak iyi bir şey olsa gerek. Ama şimdi göçmen kotaları varken böyle bir yaşam sür­dürmek olacak şey değildir. Tek başına olan Odysseus için ora­dan oraya göçmek zor değildi, ama Yüz milyon Çinli Calypso’nun adasına çıkıverseydi hayat pek de öyle kolay olmazdı sanınm. Aslında basit bir kural var bu gerçeklerin ardında. İn­sanlar yalnızca kendilerini ilgilendiren konularda özgür olmalıdır, ama başkalarının hakkını yemek eğiliminde oldukları zaman özgürlüklerinin kısıtlanması gerekir. Bu kural basit gi­bi görünürse de bütün ayrıntıları ile uygulanması çok zordur. Bu yüzden insan özgürlüğünün sınırları bugüne değin kesinlik­le belirlenmiş değildir.
Hayatım boyunca hep dünyada olup biten önemli olaylarla uğraştığım halde yine de kendimi bir soyut düşünür olarak görürüm. Çağlar boyu boş ve belirsiz birtakım varsayımların, elinde kalmış olan alanlara bilimin ve matematiğin kesin, ta­nımlayıcı yöntemlerini getirmeye çalıştım. Kesinliği, belirli sı­nırlan severim; bulanıldıktan, belirsizlikten nefret ederim. Anlayamadığım bir sebepten dolayı bu görüşlerim birçok kim­sede benim duygudan yoksun soğuk bir insan olduğum kanı­sını uyandırmıştır. Duygulu bir insanın kendi kendini aldata­rak mutlu olması, başka türlüsüne erişemediği için bir buda­lalar cennetinde yaşamaya boyun eğmesi gerek onlarca. Oysa ben hiç de bu düşüncede değilim. Bir şeye karşı ilgi duydum mu, onun hakkındaki bütün gerçekleri bilmek isterim-iyi de olsa, kötü de olsa. Felsefeyle ilgilenmeye başladığım zaman içimde kalmış bir özlem vardı: bir dine bağlanma, inanma isteği. Fel­sefede bu özlemimi giderecek bir şeyler bulmayı umuyordum. Bir süre Platon’un sonsuz ideler dünyasında avutmaya çalış­tım kendimi. Ama. sonunda bütün çabalarımın boş olduğunu anladım. Bugüne değin felsefede dinsel inanç özlemlerimi karşılayacak bir şey bulamadım diyebilirim Bu bakımdan felsefe beni hayal kırıklığına uğrattı, ama felsefenin insanlığı ilgilen­diren birçok sorunu aydınlattığı da yadsınamaz. Gençliğimde «görüş meselesi» diye savuşturulan birçok konu bugün kesin ve bilimsel bir nitelik kazanmıştır. Ben bundan kıvanç duyu­yorum ve bu sonuca ulaşılmasında benim de bir payım oldu­ğunu düşündükçe felsefe alanındaki çabalarımın boşa gitme­diğine inanıyorum.
Ama bugün içinde yaşadığımız dünyada soyut sorunlar üs­tünde durmak gittikçe daha imkansız bir şey olmuştur. Günün olayları düşünürün ilgisini beklemekte, içine çekildiği o fildişi kuleyi yavaş yavaş yıkmaktadır. İnsanlığın geleceği ne olacak sorusu her gün biraz daha sanyor düşüncelerimi. Ben, Viktorya Çağının iyimser havası içinde büyüdüm. Bu yüzden o günler­den kalma bir alışkanlıkla biraz çabuk umutlanıyorum belki. Oysa bugünün dünyasında umutlanmak kolay değil; dayanıklı olmak çok ilerisini görebilmek gerek. Ama ben önümüzde karanlık günlerde olsa insanlığın sonunda aydınlığa çıkacağına inanıyorum; elbet bir gün hep birlikte beklemeyi, dayanmayı öğreneceğiz; elbet bir gün kaba kuvvetin baskısı sona erecek. İnsanlık birtakım gerçekleri görmelidir artık. Sağgörünün ge­lişmesini gözetmeden yalnızca uzmanlığa önem vermek bizi hiçbir yere götürmeyecektir. Bugün törel ve düşünsel nitelikler birbirinden ayrılamayacak kadar içiçe girmişlerdir. Kötü tut­kular insanın gerçeği görmesini engeller. Yanlış inançlar da kötü tutkuları özürlü gösterirler. Bu dünyanın üzerine çöken karanlıktan sıyrılıp aydınlığa çıkması için hem mantıklı ve sağlam bir düşünüşe, hem de iyi duygulara ihtiyaç vardır. Ama ne yazık ki insanoğlu bu aşamalara ancak her şey elden gittik­ten ve en büyük yıkımlara uğradıktan sonra ulaşabiliyor. Bu görüşümde yanılmış olmayı yürekten dilerdim. Ne olurdu sağ­görü daha kolay, daha acısız bir yolla elde edilebilseydi... Ama bu yeni dünyanın gereksindiği yeni anlayışa en zor yoldan da olsa ulaşacağız ergeç. İnsanlık tarihinin altın çağlan geçmişte değil gelecektedir-buna sarsılmaz bir inancım var.

İnsanoğlunu düşünür olmaya sürükleyen birçok etken var­dır. Bunlar arasında en saygıdeğeri dünyayı tanıma, öğrenme isteğidir. Felsefe ile bilim’in kesin olarak ayrılmadığı çağlarda bu etken ağır basıyordu. İnsanları felsefeye yönelten başka bir etken de duyularımızın aldatıcılığıdır. Bu yüzden bir takım sorular takılagelmiştir insanoğlunun aklına:
Gökkuşağı nere­dedir?
 Varlıklar gerçekte gün ışığında göründükleri gibi mi­dir, yoksa ayışığında göründükleri gibi mi?
 Aynı sorunun daha yeni bir şekli-Varlıklar gözümüzle gördüğümüz gibi midir, yok­sa mikroskoptan göründükleri gibi mi?
 Bu türlü bilmecemsi sorulara daha sonra yeni ve büyük bir sorun eklendi: Yunanlı­lar Olympos Tanrılarının varlığına kuşku ile bakmaya başla­dıkları zaman yaşamlarında geleneksel inançlarından boşalan yeri doldurmak için felsefe’ye başvurdular. İşte bu iki temel etkenin birleşmesiyle felsefe’de iki yoldan [gelişen bir akım başgösterdi: Bir yanda günlük hayatta bilgi olarak kabul edi­len birçok şeyin gerçek bilgi olmadığını tanıtlama amacı-bir yanda evren’i istediğimiz biçime sokan basit inançlarımızın ötesinde çok daha sağlam ve derin bir felsefi gerçek bulundu­ğunu belirlemek amacı güdülüyordu. Genellikle felsefe’de kuşku bir itici güç, kesinlik ise tek amaç olmuştur. İnsanoğlu za­manla duyularına da, bilime de, dine de kuşkuyla bakmaya başlamıştır. Her düşünürde bu kuşkulardan birinin ötekilere kıyasla daha ağır bastığını görürüz. Düşünürlerin bu konular­da öne sürdükleri çözümler de hiç birbirine benzemez. Bu ba­kımdan aralarında düşünce birliği yoktur. Giderek, bu soru­lara bir çözüm bulunup bulunmayacağı konusunda da anlaşmış değillerdir.
Benim felsefeye yönelmemde bütün bu saydığım gelenek­sel etkenlerin payı olmuştu. Ama bunlar arasında ikisinin et­kisi daha belirliydi. İlk ve en devamlı etken kesin olarak doğ­ruluğuna inanılabilecek nitelikte bir bilgi’ye ulaşma amacıydı İkinci önemli etkense içimdeki dinsel özlemleri gidermek çabasıydı. Sanırım beni felsefeye yönelten olayların ilki daha felsefenin ne demek olduğunu bilmediğim sıralarda-onbir ya­şımdayken geçmişti başımdan. Bir tek kardeşim vardı, o da benden yedi yaş büyük olduğu için çocukluğum genellikle yal­nız geçmişti. Bu yüzden ben ağırbaşlı bir çocuk olarak büyü­düm. Düşünmek için çok zamanım oluyordu, ama üstünde dü­şünmeye değer konularda bilgisiz sayılırdım. Kendim pek far­kında değildim ama bende tam bir matematik kafası vardı. Çünkü tanıtlama eyleminden çok hoşlanıyordum. Sonra bü­yüyünce benim bu zevkimi paylaşan daha birçok kimse bulun­duğunu anladım. (Kuramsal matematik profesörü olan arka­daşım G.H. Hardy bunlardan biriydi.) Bir keresinde bana 'şim­di senin beş dakika sonra öleceğini belirleyen bir tanıt ele geçirsem seni yitirdiğime çok üzülürdüm ama bir tanıt bulmuş olmanın vereceği kıvanç bütün üzüntümü dağıtırdı..’ demişti. Hiç gücenmemiştim ona, böyle düşünmesini garip karşılamamıştım. Geometri öğrenimine başlamadan önce birisi bana bu bilimin tanıtlayıcı bir niteliği olduğunu söylemişti. Bu yüzden ağabeyim bana geometri öğreteceğini bildirdiği zaman çok se­vinmiştim. O zamanlar da geometri deyince akla Euclid gelir­di tabii. Ağabeyim önce tanımlardan başladı öğretmeye. Bun­ları mantığım çabucak kavrıyor, kabul ediyordu. Ama sıra ak­siyomlara gelince iş değişti. «Bunlar tanıtlamaz» demişti ağabeyim. «Ama geometride herhangi bir şey tanıtlamak istediğin zaman bu aksiyomların doğruluğunu varsayacaksın.» Bu sözleri duyunca bütün umutlarım dağılmıştı. Bir şeyi gerçek­ten tanıtlayabilmek bana büyük kıvanç verecekti, ama bunun için tanıtlanamayan bazı varsayımların doğruluğunu önceden kabul etmek gerekiyordu. Ağabeyime biraz kızgınlıkla bakarak «Peki ama bu varsayımlar tanıtlanamazsa doğru olduklarını nasıl kabul edeyim?» diye sordum. «Sen bilirsin,» demişti ağa­beyim «kabul etmiyorsan bu derslere devam edemeyiz.» Bunun üzerine ben-işin nereye varacağını anlamak istediğim için aksiyomların doğruluğunu geçici olarak kabul etmek zo­runda kaldım. Ama kesinlik ve açıklık bulacağımı umduğum bir ortamda kuşku ve karışıklık içinde kalmıştım. Benim bil­mediğim bir yanıtlaması olduğunu sandığım, çoğu kez de unut­tuğum bu kuşkular beni matematikten soğutmamıştı. Bilimler içinde yine en çok matematiği seviyordum. Matematik kural­larının fiziksel dünyaya nasıl uygulanabileceğini hep düşünür dururdum. Günün birinde insan davranışlarının da makinelerinki kadar kesin bir matematiği olacağını umuyordum. Böy­le bir umuda kapılmamın nedeni tanıtlama eyleminden hoşlanmamdı. Bu tutkum bendeki «özgür istem»e inanma eğili­mini bile baltalıyordu zaman zaman. Ama matematiğin geçer­liliği hakkındaki esas kuşkularımı hiçbir zaman gideremediği­mi söylemeliyim.
Yüksek matematik öğrenmeye başladığım zaman yepyeni birtakım zorluklarla karşılaştım. Öğretmenlerim bana çürük olduğunu sandığım birtakım tanıtlar gösteriyorlardı. Sonradan bu tanıtların öteden beri çürük olarak bilindiğini öğrendim. Cambridge’deki öğrenimim sırasında ve okulu bitirdikten sonra bir süre Alman matematikçilerin daha tutarlı birtakım yanıt­lar bulduğundan habersizdim. Bu yüzden Kant felsefesinin dev ölçülemden etkilenmek için en uygun bir durumdaydım. Kant’ın felsefesi bana yepyeni ve geniş bir görüş açısı vermişti; bu açıdan daha önceleri aklıma takılan sorunlar küçük ve önem­siz geliyordu bana. Sonradan bütün bunların boş ve çürük ka­nılar olduğunu anladım, ama bu sonuca ancak metafizik kar­maşıklıklar içinde kendimi yitirdikten sonra varabilmiştim.. Felsefe’ye yönelişimde önemli etkenlerden biri de matematiğe karşı duymaya başladığım nefret olmuştu. Bunun da nedeni matematik üstüne aşırı derecede kafa yormuş olmam ve sınavlarda başarı sağlama yeteneklerimi geliştirmek için harca­dığım çabalardı. Bu çabalarım sonunda matematiğin kurnazlık oyunları ve aldatmacalardan meydana gelmiş bir çapraz bulmaca olduğu kanısı uyandı bende. Cambridge’deki üçüncü yı­lımın bitiminde hayatımın sonuncu matematik sınavından çık­tığım zaman bir daha tek kelime matematik okumamaya andiçtim ve bütün matematik kitaplarımı sattım. Bu durumda felsefe’ye yönelişim bana sınırsız kıvanç vermişti bir düzlü­ğü aşıp ta yepyeni bir görünümle karşılaşmaşcasına tatlı bir kıvanç.
Kesinliği yalnızca matematikte aramamıştım. Dekart gibi (o zamanlar Dekart’ın felsefesini hiç bilmiyordum) kendi var­lığımın kendim için kuşku götürmez bir gerçek olduğunu sanıyordum. Yine Dekart gibi dış dünyanın yalnızca bir düş olduğunu varsaymak mümkün görünüyordu bana. Ama dış dün­ya bir düş olsa da bu ’düş’ün varlığı yadsınamazdı, benim bu ’düş’ü yaşadığım apaçık bir gerçekti. Bu düşünce dizisi ilk ön­ce onaltı yaşımdayken aklımdan geçmişti, sonraları Dekart’ın felsefesini bu temel üzerine kurduğunu öğrenince doğrusu sevinmiştim.
Cambridge’de felsefe’ye karşı duyduğum ilgiyi arttıran bir etken vardı. Matematiğe karşı bile güvenimi sarsan kuşkucu­luk dinin temel öğretilerine körükörüne inanmama engeldi. Ama ben hiç olmazsa içimde dinsel inanç denebilecek bir şey kal­sın istiyordum. Onbeş yaşımdan onsekizime değin bu dinsel inanç konusu üstünde çok kafa yordum. Hristiyanlığın temel öğretilerini birer birer inceledim. Bu öğretilerde kendimi inan­dırabilmek için küçük de olsa bir sebep bulmayı bütün yüre­ğimle istiyordum. Düşüncelerimi hep bir deftere yazardım o zamanlar bu defteri hâlâ saklarım. Gençlik çağının tecrübe­sizliği yansıtan düşüncelerdi bunlar, ama o zaman aklıma ta­kılan bu sorunlardaki bilinmezciliğe (agnosticism) (İnsanın kendi yaşantıları dışında bir şeyi bilemeyeceğini, gerçek ve kesin bir bilgi olmadığını öne süren felsefe. (Çev.)) verecek bir yanıt bulamazdım.
Cambridge’de daha önce adını bilmediğim birtakım, düşün­ce sistemlerini öğrenmiş, bunların etkisinde kalarak çocukluk yıllarımın yalnızlığında oluşan düşüncelerimi bir yana bırak­mıştım. Derslerde Hegel’in felsefesini de okumuştuk. On dokuz cilt dolusu karmaşık birtakım söz kalabalığı sonunda ortaya sürdüğü şey daha bilimsel ve daha yapay bir biçime sokulmuş geleneksel inançlardan başka bir şey değildi. Hegel evren’i sıkı örülmüş bir bütün olarak görüyordu. Onun kafasında canlan­dırdığı evren bir tabak pelteye benzetilebilirdi-çünkü bir yanı­na dokunulsa bütünü sarsılan bir evrendi Hegel’in evreni. Ama pelteye benzemeyen bir yanı vardı ki o da parçalara ayrılamayışıydı. Hegel’e göre bir bütünün parçalardan meydana gelir­miş gibi görünmesi aslında insanın bir aldanmasıydı. Tek ger­çek Saltık olan’dı; bu da Hegel’in Tanrıya verdiği addı. Ben bu felsefede bir süre için aradığım dinginliği bulmuştum. Hegel, hele o sıralarda yakın arkadaşım olan Mc Taggart’tan öğrendiğim şekliyle Hegel felsefesi bana hem güzel, hem, de geçerli bir felsefe olarak görünmüştü.
Mc Taggart benden altı yaş büyük bir düşünürdü, yaşamı boyunca Hegel’in ateşli izleyicilerinden biri olarak kaldı. Çağdaşları üstünde Mc. Taggart’ın belirli bir etkisi olmuştu-ben de bir ara onun etkisine kapılmıştım. Zaman ve uzay’ın gerçek olmadığına, evrenin yalnızca akıl’dan meydana geldiğine inanmak insana garip bir kıvanç duygusu veriyordu. Ama nasıl olduysa bir gün ben bu Hegel hayranlarının çemberinden sıyrılıp Hegel’in kendine çe­virdim gözlerimi. Bu ünlü düşünürde gördüğüm yalnızca an­lamsız bir karışıklık vs birtakım kelime oyunlarından meydana gelmiş bir söz kalabalığı oldu. Bu yüzden artık Hegel felsefesine de inancım kalmamıştı.
Bundan sonra bir süre başka bir öğretide aradıklarımı bul­duğumu sandım. Bu öğreti aslında Platon felsefesine dayanı­yordu ama ayrıntılarda değişiklikler gösteriyordu. Platon öğretisine göre ki ben bu öğretinin oldukça ılımlı bir şeklini ka­bul etmiştim değişmez, süresiz bir ideler dünyası vardı. Du­yularımızla kavradığımız dünya ise ideler dünyasının eksik bir kopyasıydı. Yine bu öğretiye göre matematiğin konusu bu ide­ler dünyasındaydı, bu yüzden matematik bu dünyada bulun­mayan bir kesinlik ve yetkinliğe sahipti. Platon’un Pythagoras’dan aldığı bu türlü ’mistik’ bir matematik anlayışı benim kafama da uyuyordu. Ama sonunda bu öğretilere de inancımı yitirdim. O zamandan bu yana mantığımın kabul edebildiği hiçbir düşünsel öğretide dinsel özlemlerimi gideremedim.
Küçük yaşımda bütün çoçuklar gibi ben de hayal kurmak­tan hoşlanırdım. Ama belki başkalarınkinden farklı olarak be­nim düşlerimin birkaçı gerçekleşti. Bu düşlerden biri beni eser­lerimden tanıyan birtakım ünlü bilginlerden övgü dolu mek­tuplar almaktı. Bu çeşit bir mektubu ilk kez alışım düşünsel yaşamımda bir dönüm noktası olmuştu. Mektubu yazan Louis Couturat adlı foir Fransız düşünürüydü. Couturat’nın «mate­matiksel sonsuz» konusunda bir kitabı çıkmıştı; ben de bu ki­tap üstüne olumlu bir eleştiri yazmıştım bir yerde. Couturat mektubunda benim geometrinin temelleri konusundaki kita­bımdan söz ediyordu. Kendisinden bu kitap üstüne bir eleştiri yazmasını istemişler, o da söylediğine göre-eline koca bir sözlük almış ve işe koyulmuş. (Çünkü pek az biliyormuş İngi­lizceyi) Mektubun geri kalan kısmı düşlerimde canlandırdığım gibi övgülü cümlelerle doluydu. Kısa zamanda aramızda bir arkadaşlık doğmuştu. Onunla ilk kez Caen’da bir de Paris’te görüştüm. Sonra ikimiz de birbirimizden habersiz Leibniz üs­tüne birer kitap yazmıştık. Benimki 1901 de onunki 1902 da çıktı. Benim kitabım Leibniz felsefesinin yepyeni bir yorumunu veriyordu. Bu yoruma varmak için belirli birkaç metinden ya­rarlanmıştım. Özellikle bu metinler üstünde durmamın nedeni bu konudaki geleneksel yorumlara kaynak olan metinlere kı­yasla bunların Leibniz felsefesini çok daha derin ve tutarlı bir biçimde yaratmış olmalarıydı.
Couturat benim kitabımın varlığından habersiz Leibniz el­yazmalarını yerinde incelemek üzere Hanover’e gitti, ve ora­da benimkine çok yakın bir yorumun doğruluğunu tanıtlıyan (Tanıtlamaya yarayan belge veya herhangi bir şey, beyyine, hüccet. ) bir sürü basılmamış yazı geçti eline. Ama bundan sonra yolla­rımız ayrıldı. Couturat kendini yeni bir amaca vermişti. Uluslararası bir dil’in bütün dünyaya yayılması ve tutunması için çalışıyordu... (aslına bakarsanız uluslararası dillerin sayısı ulu­sal dilleri bile geçti diyebilirim) Couturat bu dillerin en çok tutulanı olan Esperanto’yu hiç beğenmiyor İdo’yu hepsine üs­tün buluyordu. Bana hep Esperantocuların aklın alamayacağı kadar alçak ve kötü ruhlu olduğunu söyler dururdu, ama bu yargıya hangi kanıtlarla vardığını sormamıştım kendisine. Couturat’dan duyduğuma göre Esperanto’nun tek üstün yanı aynı kökten Esperantist (Esperantocu) diye bir sözcük türetilmiş olmasıydı. Oysa İdo sözcüğünden böyle bir türeme yapıla­mıyordu. Ben bir keresinde dayanamayıp «Niçin türetilmesin canım» demiştim. «İdiot (Bön, kalasız anlamına gelen bir sözcük.) sözcüğü var ya!» Ama arkadaşım İdo’yu tutanlara «idiot» denmesini istememişti nedense. Son­radan işittiğime göre Couturat 1914 seferberliği sırasında bir kamyon kazasında ölmüştü.
Alman bilim dünyasıyla ilk önemli ilişkim Kant yoluyla olmuştur, öğrencilik yıllarım sırasında Kant’a karşı korkuyla karışık bir saygı duyardım. Öğretmenlerim Hegel’e de en azın­dan bu denli bir saygı beslemem gerektiğini söylemişlerdi ba­na. Ben de onların sözünü yeterli bir gerekçe olarak kabul etmiştim-Hegel’in kendisini okuyana değin. Hegel’i okuyunca da beni özellikle ilgilendiren matematik felsefesi konusunda ne denli bilgisiz olduğunu, nasıl saçmaladığını gözlerimle görmüş oldum. Bu, Hegel’in felsefesini tümü ile yadsımama yol açtı; aynı zamanda başka birtakım sebeplerle Kant felsefesinden de yüz çevirdim. Gerçi böylece geleneksel Alman felsefesinden uzaklaşıyordum ama bir yandan da Alman matematikçilerin matematik kuralları üstüne yazdıkları eserler ilgimi çekmeye başlamıştı. O sıralarda bu konular üstüne yazılmış en iyi eser­lerdi bunlar. Weiterstrass ve Dedekind’in kitaplarını yutarcasına okudum. Leibniz’den o yana matematik biliminin teme­linde yatan bir yığın fizikötesi molozunu bu Alman matematik­çiler ortadan kaldırmışlardı.
Hem bilimsel kişiliği, hem de benim üzerimdeki etkisi ba­kımından bu iki Alman bilgininden daha önemli olan biri de Georg Cantor’du. Matematik alanında yeni çığırlar açan bir kitap yazmıştı Cantor. Her satırında olağanüstü bir dehanın izleri bulunan bu eserde olumlu bir şekilde geliştirdiği bitimsiz sayılar kuramını açıklıyordu. Kitap çok zor geldi bana önce, içindeki bilgiyi iyice kavrayamadım. Yeniden okumaya başladım ama bu kez okuduklarımı satır satır bir deftere çekiyor­dum. Böyle yavaş yavaş ilerleyerek daha iyi varıyordum kita­bın anlamına. Bu arada kitapta birtakım yanlışlıklar gözüme çarpmıştı. Ama yine okuduklarımı deftere çekmeye devam et­miştim. Eserin sonuna gelince asıl yanılanın kendim olduğunu anladım. Cantor kimseye benzemeyen garip bir adamdı ma­tematikle uğraşmadığı zamanlar Shakespeare’in eserlerini Bacon’a mal eden kitaplar yazardı. Bana da bunlardan bir tane yollamıştı. Kapağında şöyle yazıyordu: «Parolanız ya Kant ya da Cantor değil mi?» Kant onun için korkulu bir umacıydı. Bana yazdığı ‘bir mektubunda ondan «şu matematikten hiç anlamayan safsatacı ukalâ» diye söz ediyordu. Dikkafalı adamdı Cantor. Fransız matematikçisi Henri Poincare ile aralarında süregelen tartışma sırasında bana yazdığı bir mektubunda «sonunda yeniden ben olmayacağım» demişti açıkça. Gerçek­ten de sözünde durmuştu. Onunla hiç karşılaşmamış olmama üzülürüm. Bir keresinde buluşmayı kararlaştırmıştık ama tam o sırada oğlu hastalandığından hemen Almanya’ya dönmek zorunda kalmıştı.
Bu saydığım kişilerin üzerimdeki etkisi daha çok 19. yüz­yılın sonlarında kendini belli eder. Yirminci yüzyılın başlarında kendisine karşı her zaman derin saygı duyduğum bir adamı ta­nıdım. O zamanlar hiç adı duyulmamış bir bilgin olan Frege idi bu. Eserlerinin gereken ilgiyi görmemiş olması bence ger­çekten üzülecek bir durumdur. Dedekind haklı bir ün yapmıştı bilim alanında; oysa Frege aynı konularda Dedekind’den çok daha derinlere inmişti. Onunla aramızdaki ilişki aslında ben daha okul sıralarındayken başlamış olmalıydı. Çünkü felsefe öğretmenim James Ward bana Frege’nin Begriffsschrift adlı küçük bir kitabını vermiş kendisi henüz okumadığı için değeri hakkında bir fikri olmadığını belirtmişti. Utanarak söylemeli­yim ki, kitabı ben de okumamıştım-matematik çalışmalarımı kendi başıma ilerlettiğim zamana değin. Daha açıkçası 1879 da basılan kitabı ben ancak 1901 de okuyabilmiştim; sanırım yine de ilk okuyucusu bendim. Frege ile ilk kez ilgilenişim onun da­ha sonraki bir eseri üstüne Peano’nun yazdığı bir eleştiri yü­zünden olmuştu. Peano yazısında Frege’yi gereksiz bir ayrmtı düşkünlüğü ile suçluyordu. Peano’nun kendisi o güne değin tanıdığım mantıkçılar arasında ayrıntı düşkünlüğü ile ün yap­mış olduğu için Frege’nin çok ilginç bir yazar olabileceğini dü­şündüm. Aritmetik üstüne yazdığı kitabın ilk cildini aldım, oku­maya başladım, (ikinci cildi daha basılmamıştı o zaman.) Ki­tabın önsözünü hayranlıkla okudum. Ama yazısında kullandı­ğı kendi buluşu olan çapraşık simgeliği hiç beğenmemiştim. Kitabın geri kalan bölümlerinde Frege’nin ne demek istediğini ancak bu konudaki çalışmalarımı ilerlettikten sonra kavraya­bilmişim. Benim de katıldığım ve bugüne değin benimsediğim matematiği mantığın bir devamı sayan görüşü ilk kez belirle­yerek açıklayan Frege olmuştu. Yine matematikte sayılan mantık terimleriyle ilk kez tanımlayan oydu. Bütün bunları 1884 de başarmıştı Frege-ama bundan kimsenin haberi yoktu.
Frege de benim yirminci yüzyılın ilk aylarında düşündü­ğüm gibi matematiğin mantık biliminin sınırlan içinde kaldı­ğına, bu gerçeğin artık iyice kesinleştiğine inanıyordu. Ama ben 1901 in Haziranında bu düşüncelerimde de denli yanıldığı­mı ortaya koyan bir çelişmeyle karşılaştım. Hemen bu konuda Frege’ye bir mektup yazdım. Frege benim bu uyarmama karşı çok soylu bir davranış örneği gösterdi. Aritmetik üstüne yazdığı kitabın ikinci cildi o sıralarda henüz basılmamıştı. Bu kitabına, benim belirttiğim çelişmeyi göz önüne alarak «die Arithmetik ist ins Schwanken geraten» («Aritmetiğin temelleri sallantı halinde...») diye bir ek not koydu. Anladı­ğıma göre Frege sonraları yadrasyonel matematik kavramları ile başa çıkamayınca Pythagoras’ın yaptığı gibi aritmetiğe geometri ölçülerini uygulama yoluna sapmıştı. Onun bu tutu­muna hiçbir zaman katılmadım, ama belirli bir çıkmaz karşı­sında yüzyıllar önce yaşamış bir matematikçi ile çağdaş bir bilginin aynı tepkiyi göstermiş olman ilginç bir durumdu. Ne yazık ki Frege ile hiç karşılaşamadım. Ama ben bu değerli bil­gini bilim dünyasına tanıtmak için elimden gelen her şeyi yap­tığımı düşünerek bundan kıvanç duyuyorum.
Felsefe alanındaki daha da önemli bir ilişkim Avusturya’lı düşünür Ludwig Wittgenstein’la olmuştur. Bir ara öğrencim olan bu genç sonra hem Oxford, hem de Cambridge’de benim yerimi almıştı. Başlangıçta mühendis olmayı kafasına koyan Wittgenstein bu amaçla Manchester’a gelmişti. Mühendislik öğrenimi sırasında matematiğe karşı ilgi duymaya başlamış ve matematiğin temelleri üstüne bilgisini genişletmek istemiş. Bu konuda çalışmalar yapan kendisine yardımcı olabilecek birini  aramış çevresinde, beni salık vermişler o da kalkmış beni bulmak için Cambridge’e gelmiş. Garip bir adamdı Wittgenstein, düşünceleri de kendisi gibi garipti. Bütün bir ders döne­mi boyunca onun gerçekten üstün zekalı bir genç mi, yoksa acayip yaratığın biri mi olduğunu anlayamamıştım. Dönem so­nunda bana 'geldi, «Size bir şey soracağım» dedi, «ben acaba aptal mıyım, yoksa değil miyim?». «Ben ne bileyim canım» de­dim, «hem bunu bana niçin soruyorsun?». «Soruyorum, çünkü eğer kafasızsam gidip havacı olacağım, ama değilsem bir dü­şünür olmak istiyorum» dedi. Ona tatil içinde felsefi bir konu üstüne bir yazı hazırlamasını söyledim. Bunu okuyunca gerçek­ten kafasız olup olmadığını anlayacaktım. İkinci dönemin ba­şında yazısını getirdi elime verdi. Daha ilk cümlesini okur oku­maz ona «hayır Wittgenstein, sen havacı olmamalısın» dedim; o da olmadı. Wittgenstein’le uğraşmak kolay iş değildi doğ­rusu. Gece yarılarında kalkar beni görmeye gelir saatler boyu odamda kafese kapatılmış bir kaplan gibi bir aşağı bir yukarı gezinir dururdu. Kapıdan girerken hep buradan dönüşte ken­dimi öldüreceğim, derdi. Bu yüzden uykudan gözlerim kapan­dığı halde ona kalk git demek istemezdim. Yine bu gecelerden birinde iki saat kadar süren uzun bir sessizlikten sonra ona, «Ne düşünüyorsun Wittgenstein,» diye sormuştum. «Felsefeyi mi, yoksa günahlarını mı?». «İkisini de» diye cevap vermişti bana-sonra yine sessizliğe dalmıştı. Yalnızca geceleri görüşmezdik tabii. Ara sıra Cambridge çevresinde yürüyüşlere de çık­tığımız olurdu. Bir keresinde ısrarlarıma dayanamayıp Madingley’lerin koruluğuna girmişti benimle. Sonra kendisinden umul­madık bir şey yapmış önüne çıkan bir ağaca tırmanıvermişti. Wittgenstein üst dallara vardığı bir sırada korucu tüfeği elin­de karşımıza dikilmiş beni bir güzel azarlamıştı. Ben Wittgenstein’a seslenerek bir dakika içinde aşağı inerse korucunun kendisini vurmamaya söz verdiğini söyledim. Bana inanmış ve ağaçtan inmişti. Birinci Dünya Savaşı sırasında Wittgenstein Avusturya ordusunda savaşmış ve ateş kes antlaşmasından iki gün sonra İtalyanlar tarafından tutsak edilmişti. Bana göz al­tında bulundurulduğu Monte Casino’dan bir mektup yazdı. «İyi bir şans eseri tutsak alındığım sırada yazılarım yanım­daydı» diyordu. Sonraları basılan ve geniş yankılar uyandıran bu yazılan Wittgenstein cephedeyken kaleme almıştı. Baba­sından kendisine büyük bir servet kaldı. Ama o, paranın bir düşünür için sıkıcı bir yük olduğunu söyleyerek hepsini şuraya buraya dağıttı. Sonra geçimini sağlamak için Trattenbach adlı küçük bir köyde öğretmenlik yapmaya başladı. Bana oradan yazdığı karamsar bir mektubunda «Trattenbach’lılar çok kötü insanlar» diyordu. Ben, «Aslında bütün insanlar kötü» diye cevap verdim ona. Bu kez, «Öyle ama dünyanın hiçbir yerin­deki insanlar Trattenbach’lılar kadar kötü olamaz» diye karşı­lık verdi. Ben böyle saçma bir şeyi mantığımın hiçbir zaman kabul edemeyeceğini kesinlikle söyleyince mesele böylece ka­panmıştı. Neyse arkadaşım Trattenbach’dan başka yerleri de yakından tanımak fırsatını bulmuş, kötülüğün ne denli yaygın bir şey olduğunu anlamıştı. Wittgenstein sonraları Oxford ve Camridge’de felsefe profesörü oldu. Bu okullardan yetişen genç düşünürlerin çoğu onun öğrencisiydi. Ben bile onun ilk öğreti­lerinden etkilenmiştim, ama yıllar geçtikçe görüşlerimiz iyice ayrılmıştı. Birbirimizi çok seyrek görür olmuştuk artık; ama onu iyi tanıdığım sıralarda keskin zekâsı, arı bilim kafası ile son derece etkili bir kişiliği vardı.
Bilimsel yeteneklerinden çok en olumsuz bir ortamda ken­dini felsefeye verebilmesiyle hayranlığımı kazanan biri vardı. O zamanın tek Yugoslav düşünürü olan Branislav Petronievic’ti bu. Onunla yalnızca bir kez 1917 de karşılaşmıştım. İkimizin ortaklaşa bildiği dil almanca idi. Aramızda anlaşabilmek için Almanca konuşmak zorunda kalmıştık ama sokakta yanımız­dan geçenler bile kuşkuyla bakıyordu bize. Kısa bir süre önce Sırplar Alman orduları önünde kitle halinde geri çekilmişlerdi. Ben bu olay hakkında bir görgü tanığı olarak Petronievic’den bilgi edinmek istiyordum. Ama onun aklı başka yerdeydi. Uzay­da sıralanan noktaların bitimli bir sayısı olduğunu ve bunun sayılar kuramına dayanan varsayımlarla yaklaşık olarak be­lirlenebileceğini iddia eden kendi öğretisini bana açıklamaya çalışıyordu. Bu zıt amaçlarımız yüzünden aramızdaki konuşma garip bir nitelik kazanıyordu.
Ben: «Çekilme hareketinde siz de var mıydınız?»
O: «Evet, şimdi bakın uzayda sıralanan nok­taların sayısını belirlemek için... «
Ben: «Yaya mıydınız?»
O: «Evet... bu sayının bir asal sayı olması gerekir, anlıyorsunuz değil mi?»
Ben: «Bir yerden bir at bulup binemediniz mi?»
o: «Binmiştim ama sonra düştüm... bu asal sayıyı bulmak güç bir şey olmamalı...»
Bütün çabâlarıma rağmen bunlardan başka söz alamadım ağzından. Anlaşılan öyle Dünya Savaşı gibi önemsiz konularda konuşmaktan hoşlanmıyordu. Petronievic’in çevresinde olup bitenlerden, bedensel varlığının kaygıların­dan düşünsel varlığım bütün bütün sıyırabilmesi hayranlık uyandırmıştı bende. Eski çağların ünlü Stoa’cılan arasında bile onun gibisi az bulunurdu. Birinci Dünya Savaşından sonra Yu­goslav hükümeti Petronievic’i 18. yüzyıl Yugoslav düşünürü Boscovic’in eserlerini yeniden derlemekle görevlendirmişti bundan sonrasını bilmiyorum.
Bu saydıklarım yaşamım boyunca beni etkilemiş olan dü­şünür ya da bilginlerin yalnızca bir kaçıdır. Üzerimde bunlarınkinden de derin bir etkisi olan iki kişi hatırlıyorum yalnızca: İtalyan Peano ile arkadaşım G.E.Moore.

Yaşamımı kesin olarak iki bölüme ayırabilirim: Birinci Dünya Savaşından önceki ve sonraki bölümler bunlar. Bu sa­vaş bana çok şeyler öğretti, saplandığım bir takım önyargılardan kurtulmamı, insanlığın önemli sorunlarına yeni bir açıdan bakmamı sağladı.
Gittikçe artan savaş tehlikesi birçok kimseleri olduğu gibi beni de korkuya düşürüyordu. Bağdaşık Devletlerin izlediği politikayı hiç beğenmiyordum. Bu politikanın etraflı bir açıklamasını ve savunmasını ilk kez 1902 de bir zamanlar üye­si bulunduğum küçük bir tartışma klübünde Sir Edward Grey’den dinlemiştim. O sıralarda İngiltere Hükümeti Bağdaşık Devletler’in politikasını resmen benimsemiş değildi. Sir Edward Grey ve hükümetin bir üyesi olmamıştı henüz, ama hü­kümetin eğilimini biliyor ve bunu destekliyordu. Ben bu poli­tikaya karşı olduğumu elimden geldiği kadar belirttim. Çarlık Rusya’sıyla yakınlaşmamızı hiç istemiyordum. Üstelik Alman­ya ile geçici bir anlaşmaya girişemememiz için önemli bir sebep yoktu ortada. Büyük çapta yaygın bir savaşın içinde bulun­duğumuz çağı sona erdireceğini ve genel uygarlık düzeyini çok aşağılara düşüreceğini biliyordum. Bu yüzden İngiltere’nin tarafsız kalmasını çok istedim. Bu konuda ne kadar haklı ol­duğumu yakın tarih yeterince tanıtlamıştır sanırım.
Temmuz sonunun o bunaltıcı günlerinde Cambridge’de herkesle bu konuyu tartışıyordum. Avrupanın böyle gözü ka­palı savaşa atılacak kadar çıldırmış olabileceğine bir türlü in an amı yo rdum. Ama bir savaş çıkacak olursa İngiltere’nin çekimser kalamayacağını anlamıştım artık. Manchester Guardian’da çıkan ve tarafsızlık politikasının yararlarını belirten bir yazının altına birçok profesör ve öğrenciden imza topladım.
Ama İngiltere’nin savaşa katıldığı gün bu imza sahiplerinin çoğu fikrini değiştirmişti. Şimdi düşünüyorum da insanların gözleri önünde büyüyen felaketi nasıl olup da göremediklerine şaşıyorum.
O yılın 4 Ağustos akşamı sokaklarda amaçsız dolaşıp du­ruyor, özellikle Trafalgar Alanı çevresinde geziniyordum. Se­vinç gösterisi yapan topluluklara rastlıyordum ara sıra. Ya­nımdan geçenlerin duygularını yüzlerinden okumaya çalışıyor­dum. O gün ve daha sonraki günlerde beni şaşkınlığa düşüren bir gerçekle karşılaştım. Halk savaşı istiyordu, savaşa giriyo­ruz diye mutluydu neredeyse. Oysa ben, birçok barışçılar gibi tarih boyunca insanlığın zorba ve çıkarcı yönetimlerin baskısı ile savaşa sürüklendiklerine inanmak saflığında bulunmuş­tum.
Bir yandan yurt sevgisi de eziyordu yüreğimi; Almanların Marne Savaşından önceki başarıları dayanılmaz bir üzüntü vermişti, bana. Almanya'nın yenilmesini bir emekli albay ka­dar istekle bekliyordum. Yurt sevgisi duygularım içinde en güçlüsüdür diyebilirim. Böyle bir durumda kendimi bu duygunun etkisinden sıyırmak çok zorlu bir özveri oluyordu benim için. Ama yine de ne yapmam, nasıl davranmam gerektiği hakkın­da bir an bile duraksamaya düşmedim. Bazen, kuşkuculuk eli­mi kolumu bağlardı, bazen karamsarlığa kaptırırdım kendimi, her şeye kayıtsız kaldığım da olurdu kimi zaman. Ama savaş gelip çatınca bunların hepsini unuttum. Tanrının sesini duy­muştum sanki. Boşuna da olsa savaşa karşı olduğumu belirt­menin benim için bir görev olduğuna inanıyordum. Bütün (benliğim bütün inançlarımla yapıyordum bunu. Gerçek sever bir insan olarak o birbirine girmiş kavgacı devletlerin ulusal propagandalarından nefret ediyordum. Uygarlık âşığı bir in­san orlarak bu barbarlığa dönüş’e korku ve umutsuzlukla ba­kıyordum. Acı çekmiş bir baba olarak genç kuşağın kırımı yü­reğimi parçalıyordu. Tek başına savaşa karşı durmamın bir ya­ra, n olabileceğini sanmıyordum elbet, ama insanlık şerefi adına bu savaş kasırgasına kendilerini kaptırmamış olanlar dimdik ayakta durduklarını göstermeliydiler. Waterloo’da erleri cep­heye götüren trenlerin yola çıkışını gördükten sonra bir takım imgeler canlanmaya başlamıştı gözümün önünde: Londra’yı görüyordum-köprüleri yıkılıp dökülen Londra’yı, koca kentin bir sis bulutu gibi eriyip yok oluverdiğini... Londra’lıları yürü­yen hortlaklara benzetiyordum. Bazen, acaba içinde yaşadığım bu dünya beynimi saran ateşli karabasanların yarattığı bir dünya mı diye soruyordum kendi kendime. Ama çalışma 20runluğu bu korkulu düşleri bana kısa zamanda unutturuyordu.
Bu arada Barışçıların düzenlediği birçok toplantıda konuş­malar yaptım, önemli bir olayla da karşılaşmadım sayılır. Yal­nız bir gün Kerensky ihtilalini desteklemek amacı ile yaptığı­mız bir toplantıda birtakım kimseler karışıklık çıkardılar. Olay, Southgate Road’daki Brotherhood Kilisesinde patlak verdi. Birtakım yurtsever gazeteler o çeverenin bütün meyhaneleri­ne bastırdıkları bir bildiriyi dağıtmışlardı. Bu bildiride bizim Almanlarla işbirliği yaptığımız ve bombalanacak yerleri onlar için işaretlediğimiz söyleniyordu. Halkın gözünü öfke bürümüş­tü bir anda. Büyükçe bir kalabalık toplantı yerimiz olan kili­seyi dışardan sarmıştı. Onlara karşı koymanın akıllıca bir iş ol­madığı düşüncesindeydik. Çünkü içimizden birkaç kişi tam karşı koymazlık taraflısıydı. Geri kalan bir avuç insanın da bu gözü dönmüş kalabalıkla başa çıkması düşünülemezdi. Ama ar­kadaşlarımızdan birkaçı-aralarında Francis Meynell de vardı sanırım-bu saldırıya karşı koymaya çalışmışlardı. Hiç unutmam, kapıdan döndüğü zaman Meynell’in yüzü gözü kan içindeydi. Kalabalık önde bir kaç polisle birlikte içeri daldı. Polislerden başka herkes az çok içkiliydi. Ama en ateşlileri ucunda paslı çiviler bulunan sopalarla üzerimize saldıran gözü dönmüş ka­dınlardı. Polisler önce aramızda bulunan kadın üyelerin olay yerinden uzaklaşmasını istediler. Böylece hepsinin birer kor­kak olduğuna inandıkları Barışçı erkekleri yola getirecekler­di. İşte o zaman Bn. Snowden unutulmayacak bir davranış ör­neği göstererek salondan yalnız erkek üyelerle birlikte çıkabi­leceğini söyledi, geri kalanlar da onu desteklediler. Polisler güç durumda kalmışlardı. Kadınlara karşı zor kullanmak istemi­yorlardı tabii. Ama yandan da kalabalık iyice coşmuştu, bir kaçışına kovalamacadır başlamıştı içeride. Polisler bütün bu olanlara seyirci kalıyordu, içkili kadınlardan ikisi ellerindeki çivili sopalarla üstüme saldırmaya başlamışlardı. Bu türlü bir saldırıya karşı kendimi nasıl koruyacağımı düşünürken üye ar­kadaşlarımdan biri polislere giderek beni korumaları gerekti­ğini söyledi. Ama polisler omuz silkip yerlerinden kımıldamadılar bile. Arkadaşım «Ama kendisi tanınmış düşünürlerimiz­den biridir» dedi. Polisler yine aldırmıyordu. «Ama dünya ça­pında bir bilgindir» diye diretti. Yine ses yok. Sonunda «Ama kendisi bir asilzadenin kardeşidir.» deyince orada bulunan bü­tün polisler yardımıma koştular. Oysa artık yardımlarını ge­reksindiğim yoktu. Çünkü o sırada tanımadığım bir genç ka­dın saldırgan cadılarla benim arama girerek oradan uzaklaş­mamı sağlamış böylece hayatımı kurtarmıştı. Bu kere ona yö­nelen saldırılara polisler engel olabilmişlerdi neyse. Sonunda ortalık durulup kalabalık dağılırken birçok kimsenin bu ara­da kadınların da giysileri yırtılmış olduğu göze çarpıyordu.
Brotherhoord Kilisesinin papazı oldukça gözüpek bir Barış­çıydı. Bütün bu olanlar onu yıldırmamış benden aynı Kilisede bir konuşma yapmamı istemişti. Ama bu kere de halk kürsüyü ateşe verdi, konuşmamı yapamadım. Hayatım boyunca karşılaş­tığım şiddet hareketleri bunlar oldu. Yoksa katıldığım hiçbir toplantıda böyle karışıklık çıktığını hatırlamıyorum. Öte yan­dan gazeteler olanlan öyle büyütmüşlerdi ki, karşı tutumdaki birçok arkadaşım bana gelip «Her toplantınız halkın tepkisi ile dağıtıldığına göre niçin bu işten vazgeçmiyorsunuz artık?» diye soruyorlardı.
1918 de Barışçı propagandası yapmak suçu ile dört buçuk ay hapis yattım. Neyse Arthur Balfour yetkisini kullanarak beni cezaevinin birinci bölümüne aldırmıştı. Böylece Barışçı propagandası yapmamak şartı ile istediğim kadar okuyup yazabili­yordum. Cezaevindeki hayat birçok bakımlardan hoşuma gitti. Birtakım insanlarla buluşup görüşmek, önemli kararlar vermek, zorunluluğu, habersiz bastıran konuklar yoktu bu hayatta. Ça­lışmalarımı engelleyecek hiçbir şeyle karşılaşmıyordum. Ce­zaevinde bulunduğum süre boyunca çok okudum. Introduction to Mathemathical Philosophy (Matematiksel Felsefeye Giriş) adlı bir kitap yazdım ve Analysis of Mind (Akıl’ın Çözümlen­mesi) adlı kitabım için çalışmalara başladım. Bu arada koğuş arkadaşlarımla da iligileniyordum. Ahlak düzeyleri dışarıdakilerden hiç de aşağı görünmedi bana. Yalnız, zeka düzeylerinin biraz düşük olduğu yakayı ele vermiş olmalarından belliydi. Birinci bölümde bulunmayanlar için-hele okumaya yazmaya düşkünseler-hapis cezaevi korkunç bir ceza. Neyse ben Arthur Balfour’uft kayırması ile böyle kötü bir duruma düşmekten kurtulmuştum Hiç unutmam cezaevine girerken kapıda bir görevli bana bir takım sorular sorup karşılıklarını bir deftere geçiriyordu. Bu arada hangi dinden olduğumu da sormuştu. «Agnostic» (Bilinemezci) dedim. «Nasıl yazılıyor?» diye sordu, onu da söyledim. Sonunda adamcağız için çekerek «Şu dün­yada bir sürü din var ama sanırım hepsi de aynı Tanrıya ta­pıyor.» dedi. Bu söz bir hafta eğlendirmişti beni.
1918 in Eylül ayında cezaevinden çıktım. Savaşın son haf­talarında birçok kimse gibi ben de umutlarımı Wilson’un on dört Barış İlkesi ile Milletler Cemiyeti’ne bağlamıştım. Ama sa­vaş öyle çabuk, öyle garip bir şekilde sona ermişti ki, başında kimse ne olduğunu pek anlayamamıştı. 11 Kasım sabahı savaşın bittiğini, antlaşma yapılacağını herkesten birkaç saat önce haber almıştım. Hemen sokağa fırladım. Karşılaştığım bir Belçika’lı askere sevinçli haberi verdim. «Tiens, c’est chic!» dedi adam. Sonra her zaman alışveriş ettiğim tütüncüye git­tim. Yaşlı kadın «Bakın buna çok sevindim» dedi, «çünkü artık burada gözaltına alınmış olan Almanlardan kurtulacağız.» Saat On birde antlaşma ilân edildiği zaman ben Tottenham Court yolundaydım. İki dakika içinde bütün mağazalarda, iş­yerlerinde ne kadar insan varsa sokağa dökülmüştü. Otobüs­leri yoldan çeviriyor, içine dolup istedikleri yere sürdürüyor­lardı. Sokakta birbirini hiç tanımayan bir adamla bir kadının yol ortasında kucaklaşıp öpüştüklerini gördüm. Herkes sevinç­liydi. Ben de sevinçliydim ama eskisi gibi yalnızdım yine.
Birinci Dünya Savaşı beni birçok önyargılarımdan kurtar­dı, insanlığın önemli birtakım sorunlarına yeni bir açıdan bakmamı sağladı demiştim. Bu savaş, ayrıca yeni bir uğraş getirmişti yaşamıma. Önceleri matematiksel mantık’da sı­kıntılarımı unuturdum, ama konusu yine de kuru gelirdi bana. Oysa bu yeni uğraşın hiç de sıkıcı, kuru bir yanı yoktu. Ben bu değişim yüzünden kendimi, yaşıyan bir Faust’a benzetiyordum, Mephistopheles de benim için Birinci Dünya Savaşı olmuştu.
Mantık ve soyut felsefeyi bütün bütün bırakmadım ama toplumsal sorunlar, özellikle savaşları hazırlayan nedenler, sa­vaşı ortadan kaldırmanın yollan gibi konular beni gittikçe daha çok ilgilendirmeye başlamıştı. Bu alandaki çalışmalarım matematiksel mantık konusundaki çalışmalarımdan daha zor ve başarısız oluyordu. Toplumsal ve politik alandaki çalışma­lar inandırıcılık esasına dayanır. Oysa, benim ne yetişme tar­zım, ne de geçmişteki yaşantılarım inandırıcılık yeteneklerimi geliştirmeme yardımcı olmuştu.
Toplumsal sorunlar ötedenberi ilgimi çekerdi; zorbalıktan nefret ederdim. Bu yüzden savaş denen şeye bütün benliğim­le karşıydım. 1890 larda bir süre Sidney Webıbs’in etkisinde ka­larak neredeyse bir emperyalist olup çıkmıştım, öyle ki Boer Savaşını (*) bile hoşgörürlükle karşılamıştım.
(*) Güney Afrika’ya Hollanda’dan göç ederek yerleşmiş ve bir cumhuriyet kurmuş olan Boer’lerin, topraklarında bu­lunan elmas ve altın madenleri yüzünden Avrupacılarla arala­rı açılmış, bu arada İngiltere bir anlaşmazlığı bahane ederek Boer Cumhuriyetine savaş açmıştı.
Ama 1901 in baş­larında geçirdiğim bir yaşantı düşüncelerimin yönünü değiş­tirdi. Birden insanların içinde bulunduğu korkunç yalnızlığın farkına varmıştım. Bu yalnızlığı hiç değilse azaltmanın yollarını araştırmak için güçlü bir istek doğmuştu içimde. Birkaç dakika kadar kısa bir süre içinde Boer Savaşı, eğitim sistemi ve ceza kanununun sertliği, insanlar arasındaki ilişkilere hakim olan kavgacılık konularındaki düşüncelerimi değiştirmiştim.
Bu yaşantılarımın sonucunu The Free Man’s Worship (Öz­gür Adam’ın Tanrısı) adlı kitabımda belirttim. On yıllık bir süre boyunca bütün çabamı arkadaşım Whitehead’le ortaklaşa yazdığımız Principia Mathematica adlı kitabın tamamlan­masına harcamıştım. Başka konularla ilgilenecek zamanım ol­mamıştı bu ara. Kitabın tamamlanması ile yeni bir düşünse! özgürlüğe kavuşmuş, böylece savaş sırasında oluşan düşünce­lerime yeniden bir yön verebilecek duruma girmiştim.
Savaşın ilk günlerinde politik ortam ile bireyin ruh duru­mu arasında ne denli yakın bir ilişki bulunduğunu görmek şaş­kınlık vermişti bana. Aslında geniş bir insan topluluğunun ver­diği kararlar o topluluğu meydana getiren bireylerin ortak duygularına, dayanır. Ben, bu duyguların politik kuramcıların dillerinden düşürmedikleri duygularla hiç bağdaşmadığını ka­bul etmek zorunda kaldım. O zamanlar psikanaliz diye bir şeyin varlığından habersizdim, ama savaşa susamış insan topluluk­larının bende uyandırdığı izlenimler sonra gördüm ki, psi­kanalizcilerin insanlar hakkındaki genel düşüncelerine çok benziyordu. Dövüşmekten, öldürmekten kıvanç duyan toplu­luklar üstüne bir barış dünyası kurulamayacağı gerçeğine vardım; hangi iç ya da dış yenilgilerin insanı sertliğe, zorbalı­ğa sürüklediğini anlar gibi oldum. Bir toplum içinde hiçbir dev­rimin bireylerin inançlarım kökünden değiştirmedikçe yerleşemeyeceği kanısına vardım. Yetişkin bir insanın duygularında, çeşitli etkenlerin payı vardır: çocukluk yaşantıları, eğitim, ge­çim çabaları, kişisel ilişkilerde başarı ya da başarısızlık gibi. Genel olarak insanların birbirlerine karşı iyi ya da kötü duy­gular beslemeleri kendi yaşamlarının başarılı ya da başarısız oluşuna bağlıdır. Tabii bu kuralı herkese uygulayanlayız. Hiç kötümserliğe kapılmadan felaketlere göğüs gerebilenler de var­dır, hiç bir başarının yumuşatamadığı taş yürekli, yıkıcı adam­lar da. Ama genel olarak bir toplumun politik tutumuna yön veren o toplumdaki çoğunluğun ortak duygulandır. Çoğun­luğun iyi ya da kötü duygulara sahip olması ise duruma göre değişebilir. 1914 Ağustosunun ilk günlerinden bu yana kafam­da iyice yerleşen bir inanç var: insanlığın mutluluğunu sağlamak için yapılacak ilk şey iyi duygulan arttırmak, kötü duygu­lan azaltmaktır.
1920 de Rusya’ya gittiğim zaman orada benimkinden çok başka, nefret ve zorbalık üstüne kurulmuş bir toplum felsefe­siyle karşılaştım. Savaş konusundaki kişisel görüşlerim yüzün­den geleneksel düşünce akımının dışında kalmıştım. Rusya’da olan bitenlerin bende uyandırdığı derin tepki yüzünden de sol kanattan ayrılmış oldum. Ama bu yalnızlığım, pek uzun sür­medi; çünkü Batının solcuları Sovyet Komünistlerinin bir yer­yüzü cenneti yaratmadıklarını yavaş yavaş anlamaya başlamış­lardı. Moskova’nın yorumladığı şekliyle Marxist felsefede ben­ce iki büyük yanılma vardı-biri kuramsal, biri de duygusal ba­kımdan. Kuramsal yanılma bir toplum için en dayanılmaz bas­kının ekonomik güç’ten gelen baskı olduğuna, bunun mutsuz­luğa, yol açtığına inanılması ve ekonomik güc’ün mülkiyet hak­kı ile bir tutulması idi. Bu kuramda askeri, siyasal diğer bütün güçler ve propaganda gücü nedense göz önüne alınmıyor, ge­niş bir ekonomik örgütlenmede bütün gücün anaparaçı ya da ortakların tümüne dağılmayıp belirli bir yürütme organında toplandığı gerçeği unutuluyordu. Bu yüzden devletin tüm ana­paraya sahip olması ile baskının, sömürücülüğün ortadan kal­kacağına inanılmıştı. Böylece anapara sahibi bireylerin elinde bulunacak olan baskı gücünün hükümet içinde görev alanların hepsine, hatta bunlara yakın bir takım çevrelere geçeceği göz önüne alınmamıştı. Duygusal yanılma sadece bir sağgörü yanılmasıydı. Bu da gücünü nefretten alan bir akım üstüne mut­lu bir ortam kurulabileceği inancından doğuyordu. Nefretlerini özellikle kapitalistlere ve toprak sahiplerine yöneltmiş olanlar için nefret etmek bir alışkanlık olmuş, amaçlarına ulaştıktan sonra nefret edecek yeni bir takım şeyler aramaya başlamış­lardı. Sonra bunun doğal bir psikolojik sonucu olarak temiz­lik hareketleri, zengin Kulak köylülerinin kitle halinde öldü­rülmesi, zorunlu çalışma kamplarının kurulması birbirini izle­di. Bence Lenin ve onun ilk arkadaşları insanlığın iyiliğini dü­şünerek hareket etmişlerdi. Ama düştükleri kuramsal ve psi­kolojik yanılmalar yüzünden cennet yerine bir cehennem ya­ratmışlardı. Ben bundan önemli bir ders çıkarmıştım. O da şuydu: insanlararası ilişkilerin örgütlenmesine iyi sonuçlar alınmak isteniyorsa sakat duygu ve düşüncelere yer vermemek gerekir.
Rusya’da kısa bir süre kaldıktan sonra Çin’e gittim, bir yı­lımı da orda geçirdim. Böylece Asya’nın dev sorunlarını daha iyi kavramış olduğumu sanıyorum,. O sıralarda Çin tam bir anarşi içindeydi. Rusya’da fazlası ile güçlü bir hükümet varken Çin’de hemen hemen hiç yoktu. Çin geleneklerinin çok güzel tarafları vardı ama bir yanda Batı’nın, bir yanda Japonya’nın bozucu etkileri bunların yaşamasına engel olacaktı şüphesiz. Çin’i en azından karşısına dikilen devletler kadar güçlenmiş modern bir endüstri ülkesi olarak görmek istiyordum. Zamanla üç büyük ülkenin bütün dünya ülkeleri arasında sivrileceğine inanıyordum. Bunlar Amerika, Rusya, ve Çin’di. Bu yeni Çin’in eski Çin’den çok başkalaşmış, eski Çin’in erdemlerinden çok uzaklaşmış olacağı kanısındaydım, Bu görüşlerim artık gerçek­leşmeye başladı sanırım.
Dünya yüzündeki bütün kötülükleri ortadan kaldıracak, bütün bozuklukları düzeltecek basit bir çözüm yolu bulunabi­leceğine hiçbir zaman yürekten inanmış değilim. Tersine, ben­ce bugün dünyamızın en büyük dertlerinden biri iyiliği ya da doğruluğu yeterince tanıtlanmamış birtakım öğretilere insan­ların körükörüne inanmış, bağlanmış olmalarıdır. Milliyetçilik, Faşizm, Komünizm ve şimdi de Anti-komünizm gibi akımlara kendilerini kaptırmış olanlar arasında tuttukları tarafın çı­karları için her türlü çılgınlığı göze almaya, hazır bir sürü bağ­naz insan türemiştir. Bütün bu aşırılıkların özünden benim Moskova Marksistlerinde gördüğüm sakat bir anlayış yatıyor, çünkü bunların hepsi de tüm güçlerini nefretten alan akım­lar.
Yaşamım boyunca ben de duygularım, ilkelerini paylaştı­ğım bir topluluğa ait olma duygusunun özlemini çekmişimdir. Bu özlem, zaman zaman beni öylesine etkilemiştir ki, kendimi Liberal, Sosyalist, ya da Barışçı sandığım olmuştur. Ama ger­çekte bu tutumların hiçbirini benimsedim diyemem. Çünkü mantığım, sesini en duymak istemediğim zamanlarda bile kuş­kular fısıldamıştır kulağıma; çevremdekilerin kolay umut­larına, coşkunluklarına katılmama engel olmuş, sonunda beni bomboş bir yalnızlığa götürmüştür. Birinci Dünya Savaşı sıra­sında Quaker’ler Karşıkoymazcılar, ve Sosyalistlerle birlikte çalışırken çevremin nefretini üstüme çekme pahasına çoğunlu­ğun paylaşmadığı görüşleri benimsemiştim. Ama bir yandan da örneğin Quaker’lere tarihte birçok kez savaşın gerekli ol­duğu durumlar görüldüğünü, sosyalistlere aşın devlet baskısı­nın zararlı sonuçlar doğurabileceğini çekinmeden söylerdim. Bana kuşku ile bakarlar, yardımlarımı yine kabul ederlerdi ama, kendilerinden olmadığımı da anlarlardı. İlk gençlik yılla­rımdan bugüne değin bütün uğraşlarımın, zevklerimin gidere­mediği bir yanlışlığın acısını duymuşumdur. Bu 'herkesten ayrı olmak’ duygusu 1939 dan bu yana biraz azalır gibi oldu; çünkü, son on beş yıldır yurttaşlarım arasında birçok kimse önemli konularda benimle aşağı yukarı aynı düşünceleri paylaşıyor­lar.
1914 den bu yana dünyada birçok gelişimler oldu. Ama bun­lar benim beklediğim, umduğum yönde gelişimler değildi: Mil­liyetçilik arttı, millitarizm arttı, özgürlük ise azaldı. Dünyanın birçok yerlerinde uygarlık ilerliyeceğine geriledi. İki büyük sa­vaşta kazandığımız başarı birtakım değerleri yitirmemize se­bep oldu. Bugün insanoğlunun tüm duygularını, düşüncelerini karartan bir şey var: öncekilerden çok daha korkunç olabile­cek yeni bir savaşın gölgesi. Bilimin yıkıcı gücünü sınırlamak artık elde olan bir şey değildir. Ama bütün bu korkulu durumlara karşın ölçülü bir iyimserliği benimsememiz için zayıf olsa bir­takım nedenler var ortada. Bugünün teknik olanakları bütün dünya ülkelerinin biraraya gelerek ’Savaş’ı ortadan kaldırma­sını sağlayacak niteliktedir. Yine aynı olanaklar bütün dünyada yoksulluğun önüne geçilmesi için yeterlidir. Bütün bunlar yapılabilir-eğer insanlar düşmanlarının kötülüğünü düşünecek­lerine kendi iyiliklerini düşünebilselerdi. Geçmişte insanlığın mutluluğa erişmesini engelleyen birtakım somut nedenler vardı ortada. Ama şimdi bütün engeller insanların kendi içlerindedir. Nefret, budalalık, sapık inançlar-işte bugün mutlu­lukla bizim aramızda duran engeller yalnızca bunlar. Bu sap­lantılarımız yüzünden korkunç bir tehlike ile karşıkarşıya bu­lunuyoruz. Ama belki tehlikenin büyüklüğü sonunda bizi uya­racak sağduyuya yaklaştıracaktır.
1898 yılı içinde arkadaşım G. E. Moore’un da yardımı ile Hegel Öğretilerini inancımdan söküp attıktan sonra kendi ken­dime özgün bir felsefe geliştirmeğe başladım. Sisli bir Londra sabahında size doğru gelen bir otobüs düşünün: ilk önce algı­ladığınız şey belirsiz, yoğun bir karartıdır. Sonra yavaş yavaş bu görüntünün bir taşıt aracı olduğunu, çeşitli parçalardan meydana geldiğini, içinde yolcuları bulunduğunu görürsünüz. İşte Hegel’e göre ilk gördüğünüz o bulanık imge sonraki izle­nimlerinizden daha gerçeğe yakındır; çünkü sonraki izlenim­lerinizi esinleyen, 'çözümsel akıl’ın yanıltıcı uyarıları olmuştur. İşte ben bu görünüşü bir türlü benimseyememiştim, çünkü eski Yunan düşünürleri gibi kesin çizgilerden, belirli sınırlardan hoşlanıyordum. Hegel’den yüz çevirdikten sonra bir süre doğa’nın o garip, görkemli çeşitliliğine inanabilmenin kıvancını tattım. Kendi kendime «Hegel yalnız bir tek ’Gerçek’in varlığı­na inanıyor, ama Kant’ın felsefesinde Oniki kategori var.» diye düşünüyorum. ’Çoğulluk’ örneği olarak özellikle bundan etkilenmiş olmam biraz garip gibi görünebilir ama ben burada gerçekleri olduğu gibi anlatmak istiyorum.
Hegel’den yüz çevirdikten sonra birkaç yıl onunkilere kar­şıt görüşlere kaptırdım kendimi. Hegel’in yadsıdığı her şeyin gerçek olduğuna inanıyordum. Hegel salt gerçeğin varolmadığı­nı öne sürmüştü. Onca salt gerçeğe en çok yaklaşan Saltık hakkındaki gerçekti, ama bu da tam gerçek sayılamazdı; çünkü özne ile nesne’yi gereksiz olarak ayıran bir anlatımdı. Buna karşılık ben içimden taşan bir tepkiyle, özellikle matematikte salt gerçeklerin sayısız denecek kadar çok olduğunu öne sür­düm. Hegel bütün ayrımların bir görüş aldanması olduğunu evren’in bir küme tüfek saçmasından çok bir çanak pekmeze benzediğini söylemişti. Bu yüzden ben, «Evren tıpkı bir küme tüfek saçmasına benzer» diye direttim. O zamanki inancıma göre kümedeki katı ve kesin bir yüzeye, bir bütünlüğe sahip­ti ve Hegel’in ’Saltık’ı kadar saltıktı. Hegel mantık yolu ile sayı, uzay, zaman ve madde gibi şeylerin aslında insan usunun yarattığı birtakım kavramlar olduğunu tanıtlamaya çalışmış­tı. Bense bütün bu kavramların gerçekliğini açık ve kesin bir şe­kilde tanıtlayan yeni bir mantık dizisi geliştirmiştim. 1900 yı­lında Paris’de toplanan Felsefe Kurultayı’na bir yazımı oku­dum. Bu yazıda zaman ve uzay içinde belirli durum ve konum­ların gerçekten varolduğunu öne sürüyordum. Aslında söyle­mek istediğim, şuydu: Hegel bir tanıtında herhangi bir şeyin varolmadığını belirtiyor diyelim. Eğer bu tanıtın geçerli ol­madığı anlaşılmışsa o tanıtta varolmadığı öne sürülen şeyin var­olduğunu kabul edebiliriz-özellikle böyle bir varsayım matema­tikçinin işine yarıyorsa. Pythagoras ve Platon evren görüş­lerini matematiğin biçimlemesine bırakmışlardı, ben de mutlu bir yürekle onları izlemiştim.
Bu aydınlık ve bulutsuz cennette mutluluğumu bozan Şey­tan Whitehead olmuştu. Bir keresinde bana «Sen dünyayı açık bir havada öğle-üstü gözüne nasıl görünüyorsa öyledir sanıyor­sun. Bana sorarsan dünya aslında sabahın ilk saatlerinde uy­kudan uyanır uyanmaz gözüne göründüğü gibidir.» demişti. Onun bu görüşünü korkunç ve sevimsiz bulmuştum, ama kendi yorumun daha iyi ya da doğru olduğunu tanıtlayamıyordum. Sonra Whitehead matematiksel mantık yöntemini o belirsiz, karmakarışık dünyasına nasıl uyguladığını anlattı bana. Böy­lece o sevimsiz dünyasını bayramlık giysileri içinde matema­tikçinin gözleri önüne sermiş oluyordu. Whitehead’den öğren­diğim bu yöntem beni çok etkilemişti. Artık yalın gerçeğin ma­tematik giysilerine bürünmüş gerçek kadar sevimli olmasını beklemiyordum.
Gerçi bilimsel açıdan böyle bir görüşün benimsenmesi ge­rektiğine şimdi de inanıyorum ama yalın gerçeğin giysileri olan matematik ve mantık ’örtü’lerinin sandığımdan çok daha derin düzeylere indiği kanısındayım. Üstelik bu giysilerden arın­mış gerçeğin yalın derisi sandığım şeylerin aslında ustaca bi­çimlendirilmiş giysiler olduğunu kavramış bulunuyorum. Şim­di örneğin sayılan ele alalım: Sayı saydığımız zaman bir şey’leri sayarız, oysa bu şey’leri insanlar kendi kolaylıkları için uy­durmuşlardır. Ama, üzerinde yaşadığımız dünyanın nitelikleri bu gerçeği görmemize engeldir. Çünkü dünyamızda ısı düşük­lüğünün sağladığı az çok bir somutluk, bir belirlilik vardır. Oy­sa, bambaşka bir ortamda, örneğin kasırga gibi dönüp duran sıcak gazlardan meydana gelmiş güneşte yaşamış olsak aynı gerçeği kavramamız pek zor olmazdı-çünkü bilincimizde ’şey’ ya da ’nesne’ gibi kavramlar bulunmazdı. Böylece ortada sayacak bir ’şey’ler olmadığına göre sayı saymayı da düşünemezdik. Böy­le bir ortamda Hegel’in felsefesi sağduyu olarak kabul edilebilirdi-tabii bugünkü sağduyu da garip bir fizikötesi varsayım olmaktan öteye gidemezdi.
Bu gibi düşünceler matematik kesinliğin yaklaşık olarak bilinebilen bir gerçeğin simgesi değil de yalnızca bir düş oldu­ğu kanısını uyandırıyordu bende. Önceleri her konuda erişil­mesi zor da olsa, imkansız da olsa son ve kesin bir gerçek vardır diye düşünüyordum. Örneğin, diyelim ki, elimizde aşağı yukarı bir yarda uzunluğunda olduğunu bildiğimiz bir çubuk var. Matematiğe sarsılmaz bir güvenle bağlandığım o eski mut­lu günlerde size hiç düşünmeden bu çubuğun bir yarda’dan ya biraz kısa ya biraz uzun, ya da tam bir yarda olduğunu söyledim. Oysa şimdi anlamış bulunuyorum ki, bir çubuğun bir yarda’dan uzun ya da kısa olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz ama tam bir yarda olduğunu belirleyemeyiz. Aslında ’tam bir yar­da’ sözünün belirli bir anlamı yok bence. Zaten kesinlik Platon’un bu dünya dışına yerleştirdiği bir Helenik mit idi. Bu kavramın yaşadığımız dünyada yeri olamayacağını düşünmek­te çok haklıymış. Ama bu, benim Platon ve Pythagoras’ın ülkü­leriyle uyumlaşan matematik anlayışım için acı bir darbe ol­muştu. Şimdiyse matematiği doğa düzeninin işleyişinde gerekli bir araç olarak görmekle kendimi avutuyorum. Bugün bir sa­vaş gemisi ya da bomba yapmağa kalkışsanız, ya da buğ­dayın yetişmediği kuzey enlemlerinde yeni bir buğday türü geliştirmek isteseniz matematiğe başvurmak zorundasınız. Bir adamı baltayla da öldürebilirsiniz, neşterle de. Matematik belki neştere benzer gibi gelir insana ama aslında daha çok balta’ya benzer. Daha doğrusu gerçek dünyaya uygulandığı za­man baltanın ham kabalığını gösterir; yoksa kendi alanı içinde operatörün elindeki neşter kadar kıvrak ve kesindir. Matema­tik ve mantık dünyası kendi sınırlan içinde güzel bir dünya­dır, ama bu dünya imgelemdedir yalnız. Matematik insan dü­şüncesinin yarattığı bir güzellik ülkesinde müzikle, şiirle bir arada yaşamalıdır. Bu dünyanın tozu, çamuru içinde değil.
Biraz önce Hegel’e tepki olarak evreni bir çanak pekmez gibi değil de bir küme tüfek saçması gibi gördüğümü söylemiş­tim. Bugün de bu görüşün genel hatlanyla doğru olduğuna inanıyorum. Yalnız küme içinde somut birer saçma tanesi san­dığım birtakım şeylerin bu niteliğe hak kazanmadıklarım arı­lamış bulunuyorum. Atomların bağımsız birer bütünlük olduğu­na inanmaya başladığım sıralarda, o coşkunlukla, anlamlı ola­rak kullanılan her sözcüğün bir şey belirlediğini, bunun da bir şey’i belirlemek anlamına geldiğini, sanmıştım. Oysa bu görüş açısından, mantıkçıları en çok ilgilendiren eğer, ya da, değil gibi sözcükleri tanımlamak çok zordu. Ben de çıkar yol ola­rak düşsel bir mantık dünyasında bu gibi sözcüklerin birer karşılığı bulunduğuna, bir gün mantıkçıların bu karşılıkları daha gerçek bir ortamda yakalayabileceklerine inanmaya çalış­tım. Ya da, eğer, değil hakkındaki kuşkularımı böylece gider­miştim ama bununla birlikte gibi sözcükler için bir çözüm yolu bulunabileceğini sanmıyordum. Bu sözcüklerin tümünü hay­vanat bahçesindeki yaratıklara benzetiyordum. Aralarında ga­rip birtakım canavarlar vardı-ötede beride rahatça gezindik­leri halde varolmamak gibi garip bir nitelikleri olan canavar­lar. Böyle şeylere inanan düşünürler yine var, bunların inanç­ları varoluşçuluk felsefesinin temeli olmuştur. Ama ben, kendi hesabıma bir çok sözcüğün vs sözcük gurubunun tek başına bir anlamı olmadığı, yalnızca yetkin tümcelerin anlamına bir şeyler kattığı kanısındayım. Bu yüzden düşsel bir dünyada eğer, ya da, değil’in karşılıklarını bulmaktan umudu kestim, Karmaşık bir yöntemin dolambaçlı yollarını izleyerek önceki düşüncele­rimden çok daha sağduyuya yakın birtakım görüşlere ulaştım.
Bütün bu değişmelere karşın elli beş yıl önce benimsediğim mantıksal inançlarımın çoğunu bugün de korumaktayım. Dün­yanın sayısız küçük parçacıklardan meydana geldiğine, ve mantığın gösterdiği kadarı, bu parçacıklardan her birinin öbür parçalar olmasa da aynı biçimde var olacağına inanıyorum. Hegel’in gerçeklerin ussal olması gerektiğini belirten önerme­sini doğru bulmuyorum. Bence gerçeğin ne olduğunu bilirlemek olanaklarımızın dışındadır. Whitehead’e göre matematik­çinin zaman ve uzay’ı insan elinden çıkmış yetkin araçlardı.
Ben de onun bu görüşüne katılmıştım. Ama Whitehead doğa içinde bu araçları meydana getirecek bir 'hammadde’ olmadı­ğına inandırmış değildi beni-ne de kendisi böyle bir şey düşü­nüyordu sanırım. Ben bugün de inanıyorum ki, dünya hakkın­da ya da yaşayan varlıkların duyguları, düşünceleri hakkında bütün bildiklerimizi yalnızca fiziksel bilim yolu ile öğreniriz; çevremiz hakkında bildiklerimizi ise karmaşık bir takım kanıt­larla değil gözlem yolu ile kavrarız.
Matematiksel mantığı en önemli uğraş olarak benimsedi­ğim süre boyunca toplumsal sorunlarla yakından ilgilenmek­ten geri kalmadım. Boş zamanlarımda bu sorunlar üstüne uzun uzadıya düşünürdüm. Gümrük reformuna karşıydım, kadın­lara oy hakkı verilmesini istiyordum. Bu ilkeler uğruna etkin­lik göstermekten çekinmedim. Parlamentoyu tutuyor, genel se­çimlerde gönüllü olarak görev alıyordum. Ama ancak 1914 den sonradır ki toplumsal sorunlar başlıca uğraşım olmuştu.

Seksen iki yıllık yaşamım boyunca dünya belki her zaman­kine oranla daha hızlı bir değişim geçirdi. Gençliğimdeki dün­yanın görünüşte oldukça oturmuş bir düzeni, bir dokusu vardı. Bu düzenin temelden değişmesi hiç bir zaman beklenmezdi. Her şey İngiltere’de olduğu gibi ağır bir evrimle gelişecekti. Bir­takım Büyük Devletler vardı-hepsi de Avrupa’lıydı. (O sıralar­da iç savaşın sarsıntısından henüz kurtulmamış olan Amerika’yı çoğu kimse hesaba katmıyordu). Fransa dışındaki büyük devlet­lerin hepsi krallıkla yönetiliyordu. Fransa da ben doğmadan iki yıl önce krallık rejiminden çıkmıştı. Ben belirli bir siyasal inan­ca eriştiğim sıralarda Disraeli başbakandı; İngiltere emperya­lizmin mutlu günlerini yaşıyordu. Kraliçe Victoria’nın Hindis­tan İmparatoriçesi ilân edildiği, başbakanın «şerefle barışı sağ­ladık,» diye övündüğü zamanlar. Disraeli’nin ’barış’ dediği şey Rusya ile savaşa girmemek, ’şeref’ dediği şeyse bugün bizim için büyük bir utanç kaynağı olan Kıbrıs Adasıydı. İşte jingo (1877 Türk-Rus savaşında Rusya'ya savaş açma taraf­lısı olan aşırı milliyetçi İngiliz. (Çev.)) sözcüğü ilk kez o yıllarda ortaya çıkmıştı. İngiltere’nin deniz­aşırı güçleri Afgan Savaşı, Zulu Savaşı ve Birinci Boer Savaşında kendini göstermişti. Oysa benim yetişme tarzım bunlara hoşgö­rürlükle bakmama engeldi. Çünkü çevremin etkisiyle İmpara­torluğa karşı bir tutumu benimsemiştim. Ama bu ülkünün içten bir yanı yoktu. İmparatorluğa karşı olanların en aşırısı bile İn­giltere’nin güçlülüğünden kıvanç duyuyordu yüreğinin ta için­de. Aristokratlar ve toprak ağaları eskisi gibi güçlüydüler yine. Amcam büyük bir endüstri kralı’nın kızı ile nişanlandığı zaman büyükannem oğlunun ’esnaf’ sınıfından biriyle evlenmesine karşı gelmemekle ne büyük bir açıkgörüşlülük örneği verdiği­ni söyler övünürdü. İngiltere’nin dışında üç büyük doğulu imparatorluk göze çarpıyordu: Almanya, Avusturya ve Rus İm­paratorlukları idi bunlar. Alman İmparatorluğu daha ben doğ­madan bir yıl önce kurulmuştu. Rus İmparatorluğu Batılı liberallere göre nasılsa sonunda parlamenter bir anayasayı ka­bul edecekti. Ama bu üç büyük imparatorluğun bir gün yıkıla­bileceğine kimse inanmazdı. Ben iyimser bir liberalizm’e içten inanmış bir genç olarak büyüdüm. Parlamenter demokrasi ve kişisel özgürlüğün zamanla bütün dünyaya yayılacağını, Av­rupa’nın ve bu arada İngiltere’nin baskısı altında yaşayan ulusların özgürlüğe kavuşacaklarını umuyor ve bekliyordum. Zamanla herkes serbest ticaretin yararlarını kanıtlarla belir­leyen Cobden’e hak verecek, milliyetçilik yavaş yavaş yerini evrensel bir insancılığa bırakacaktı. John Stuart Mill’in öğre­tilerini benimseyen annemle babam kadın haklarının kısıtlan­masına karşıydılar; ben de bu tutumlarında onları izliyordum. O karanlık, korkulu 1914 öncesi ortamında bile iyimser olabi­liyor, diplomatik yollarla gerginliğin azaltılabileceğine, sava­şın önleneceğine inanıyordum.
O  günlerde dünya için yararlı bulduğum, doğru bildiğim şeylere inancımı bu güne değin yitirmiş değilim. Bunların an­cak birkaçı gerçekleşti; geri kalanından umudu kesmek zorun­da kaldım. Özellikle İngiltere’nin kendi içinde olumlu birtakım gelişimler gösterdiğini söyleyebilirim. Kadınlara oy hakkı ta­nınması ile demokrasi bütünlenmiş oldu. Kişisel özgürlüğü kı­sıtlamayan ılımlı bir sosyalizm uygulanmaya başlandı. Bugü­nün ahlâk anlayışına Viktorya Çağı’na kıyasla geniş bir hoş­görürlük gelmiştir. İşçilerin yaşayış düzeyi oldukça yükselmiş­tir. Ölüm oranı, özellikle çocuk ölümleri son derece azalmış, buna karşılık nüfusta korkulacak bir artış olmamıştır. Bütün bunlar büyük aşamalardır ve sanırım bu barış ortamında İn­giltere gençlik yıllarımın İngiltere’sinden çok daha mutlu bir ülke olmuştur.
Öte yandan uluslararası duruma göz atacak olursak bam­başka bir görünümle karşılaşırız. Rusya’daki zorba Çarlık rejimi yerini çok daha aşırı ve acımasız bir yönetime bırakmış du­rumda. Egemenliği altında tuttuğu ülkelerde baskı yönetimi uygulayan ve gericiliğin simgesi diye bilinen eski Avusturya İmparatorluğu’nun bugün büyük bir kısmı Moskova’dan gelen daha zorlu bir baskı altına girmiş bulunuyor. Uzun bir süre anarşi içinde bocalayan Çin şimdi korkunç bir askeri güç ha­line sokuluyor.
Ötedenberi liberalizm’in beşiği diye bilinen Amerika bu ni­teliğini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bugün-ama yine de her an bir dönüş yapabilir. Bütün bunların üstünde ise her an patlak verebilecek bir atom savaşının korkusu.
Bu dünya gençlik yıllarımın o toz pembe Viktorya Çağı dünyasından o kadar -başka ki yeni koşullara alışmak benim için pek kolay olmuyor. Gerçekleşmesi zor olan ya da uzun zaman isteyen ülkülerin ardından koşmak çoğu kez bıktırır in­sanı; geçici bir yenilginin verdiği usançla o güne değin el üs­tünde tuttuğu birtakım, değerlere sarılmanın artık hiçbir anlamı olmadığını düşünebilir. Belki de insanlığın hak ettiği şey düzenli bir zindan hayatından başka bir şey değildir. Bazen en umutsuz anlarımda Şeytan’ın sesi bunu fısıldıyor kula­ğıma. Ama içimden taşan insanlık gururu bu sinsi kışkırtmala­ra başkaldırıyor. Kendi kendime, neyin iyi neyin kötü olduğu­nu kararlaştırırken yargılarımı geçici koşullara bağlamayaca­ğım, diyorum. Savaş kazanacaklar diye kölelerden meydana gelmiş bir orduyu alkışlamayacağım. Bugün dünyamız yeni bir takım tehlikelerle karşı karşıya. Bunları savuşturmak için yep­yeni yollar düşünmeliyiz. Ama bu bizim «iyi yaşayış» ve «ideal toplum» kavramlarının gerçekleşmesi için öngördüğümüz ko­şullar hakkındaki görüşleri değiştirmemizi gerektirmez.
İçinde bulunduğumuz zamanın koşullarına kendini uydu­rabilmek genellikle olumlu bir yetenek sayılır. Biraz da öyle­dir. Gerçeklere gözlerini kapamak, ya da hoşumuza gitmediği için onları yadsımak yanlış bir tutumdur. Ama her yeni çı­kan şeyin doğru olduğunu düşünerek, gerçekleri olduğu gibi kabul etme kaygısına kapılıp kötülüğe boyun eğmek de gerek­mez. Kötülüğe bile bile boyun eğmekten daha zararlı olan şey kötülüğün varlığını yadsıyarak kendi kendini aldatmaktır. Dünyanın her yanında kişisel özgürlüğün yönetim kontrolü ile kısıtlandığını görürken ben kalkıp bu bakımdan yönetim kont­rolünün iyi bir şey olduğunu söyleyemem. Bu kontrol bir süre gerekli olabilir ama ideal toplumun ayrılmaz bir parçası oldu­ğunu kimse iddia edemez.
Gençliğimde birey ve toplum açışından yararlı bulduğum şeylere bugün de inanıyorum, gerçekleşmelerini umutla bekli­yorum. Bunların en önde geleni modern bir savaşın sebep olabileceği büyük yıkımlara karşı güvenliğin sağlanması. İkincisi: dünyanın her yanında, yoksulluğun önüne geçilmesi. Üçüncüsü: güvenlik ve ekonomik refahın sonucu olarak hoşgörürlü gün, iyi duyguların yaygın halde gelişmesi. Dördüncüsü ise kişinin-topluma zararlı olmamak şartı ile-yeteneklerini geliştir­mek, atılımlar yapmak imkanlarına sahip olması. Bunlar yapılamayacak şeyler değildir. İnsanlar isteseler bunların hepsini gerçekleştirebilirler. Ama gel gör ki bugün bütün dünya birbi­rinden nefret eden, birbirine düşman edilmiş gruplara ayrılmış her gurup karşısındakini son bireyine değin yok etmekle kor­kutuyor. İnsanlığın bu usanç verici yaşayış şeklinden önünde sonunda bir gün vazgeçeceğini umuyorum. Özel hayatında böyle davranan bir insana deli derler. Şimdi ben elime taban­cayı alıp komşumu öldüreceğimi söylesem şüphesiz kom­şum da kendini korumak için bir tabanca edinecektir-eğer polisin ve kanunların bulunmadığı bir ortam içindeysek. Bu durumda hayat ikimiz için de eskisinden daha tatsız, daha çe­kilmez olacaktır tabii. İşte çağımız devletlerinin-sözde insan yeteneklerinin sağlayabildiği en üstün zeka ve sağgörü ile yöne­tilen o koca devletlerin de yaptığı bundan başka bir şey değil­dir. Dünyanın bu durumu karşısında, bir insan olarak ne yapa bileceğimi kendi kendime sorunca birbirine zıt iki düşünce geliyor aklıma. Durmadan çatışma halinde olan bu iki kar­şıt görüşten birini 'içimdeki Şeytanin Sesi dile getiriyor diye­ceğim, ötekini ise İyimser Toplumcu’nun sesi. Russell ailesi dört yüz yıl İngiltere’nin toplumsal hayatında önemli bir rol oynamıştır. Üstelik aldığım eğitimin de etkisiyle içimde belirli bir sorumluluk duygusu oluşmuştur zamanla. Bu sorumluluk duygusu bende nedense çok kökleşmiş bir duygudur. İçimdeki Şeytanın sesini ise bir dereceye kadar mantığın sesi olarak tanımlıyabilirim. Bu kötümser, alaycı ses bazen «Hâlâ anlamıyor musun?» der bana
«Bu dünyada olup bitenler senin oyu’na su­nulmuyor. İnsanlığın yaşamaya devam edip etmeyeceği Kruschev, Mao Tse-Tung ve Mr. John Foster Dulles’ın kararlarına bağlı, senin gibi sıradan bir ölümlünün dileklerine değil. Onlar ’Öl’ deseler öleceğiz, ’Yaşa deseler yaşıyacağız. Onlar senin ki­taplarını okumuyorlar-okusalar bile yazdıklarını budalaca ve saçma bulurlardı. Unutma ki 1688 de yaşamıyorsun. Russell aile­si ile birkaç güçlü ailenin biraraya gelerek kralı tahtından indi­rip yerine yeni bir kral getirdikleri çağlar geçti artık. Sen deği­şen zamana ayak uyduramadığın için böyle toplumsal sorun­larla uğraşıp duruyorsun.»
Belki de Şeytan’ın Sesi haklı-ama belki de değil. Belki diktatörler göründükleri kadar güçlü değil­dirler gerçekte; belki kamoyu onları bir dereceye kadar da olsa dizginleyebilecek durumdadır. Belki de kitaplar kamuoyu­nun oluşmasında yardımcı olabilir. Bu umutlarla yüklenip içim­deki Şeytan’ın Sesini bastırmaya, doğru bildiğim yolda gitme­ye çalışıyorum. Ama bazen yumuşadığı da oluyor Şeytan’ın «Hiç olmazsa,» diyor «kitap yazmak zararsız bir uğraş. Üstelik seni birtakım kötülüklere kapılmaktan da alıkoyuyor.» İşte bu yüzden ben yaptığım işin bir yararı olup olmayacağını bilmi­yorum ama yine de kitap yazmaya devam ediyorum.

Bu konuda fikir yürütmek benim için kolay olmayacak, çünkü biliyorum, okuyucularım arasında bazı saygıdeğer tarih bilginleri de bulunabilir. Kendilerine tarihin nasıl yazılması gerektiği üstüne öğüt vermeye kalkışmış gibi olmak istemem tabii. Ben bu konuda bir tarih yazarı olarak değil bir okuyucusu olarak düşüncelerimi belirteceğim. Ticarette bir söz vardır, «Müşteri her zaman haklıdır» derler. Ama biz bilimsel yazarlar (kendime de bu niteliği yakıştırıyorum) pek alçak gönüllü değilizdir. Eğer okuyucu kendisine verileni beğenmediyse bu yal­nızca onun anlayıştan ya da beğeniden yoksun olduğunu göste­rir. Çünkü, okuyucu kendisi için neyin iyi ya da yararlı oldu­ğunu bilemez. Bu görüşe bir yere kadar ben de katılıyorum. Bir matematikçinin hiçbir zaman okuyucu çoğunluğunu mem­nun etmeye çalışması gerekmez. Doğal bilimler konusundaki eserler yalnızca kendi alanlarındaki uzmanların anlayabile­ceği bir dille yazılabilir. Ama birtakım serüvenci bilginler bu konularda insanın tüylerini ürperten kitaplar da yazıyorlar. Bu türlü kitaplar gerçi kendilerinin ağırbaşlı eserleri arasına katılmıyor ama yine de isimleri zarar görüyor bundan. Bu ba­kımdan tarih’in durumu matematik ve doğal bilimlerinkinden farklıdır sanırım. Şimdilik toplum içinde fizik ve matematik bilginlerine ihtiyaç var-hesap makineleri iyice ucuzlayana de­ğin. Ama bu mutlu duruma erişildiği zaman artık kimseye top­lama çıkarma öğretmek gerekmeyecek. Çarpım tablosunu mo­dası geçmiş bir eğitim aracı olarak falakanın yanına atabile­ceğiz. Çarpım tablosu gerçi yararlı bir şeydir, ama güzel oldu­ğunu kimse söyleyemez. Üstelik sağgörünün gelişmesine de pek yardım etmez. Oysa tarih genel olarak insanın kültürünü tamamlayan bir gereç olarak kabul edilir-şiir gibi. Bu görevini yerine getirebilmesi için tarihin genel okuyucu kitlesinin ilgi­sini çekecek biçimde yazılması gerekir. Ben tarih okumaktan her zaman hoşlanırım; bir okuyucu olarak bana eserlerinde is­tediğimi veren tarihçilere içten bir saygı duymuşumdur. Bu ya­zımda tarih üstüne düşüncelerimi işte bu görüş açısından be­lirtmek istiyorum. İlk önce tarihçi olmayanların tarihten nasıl yararlanabileceği konusunu ele alacağım. Sanırım tarih bil­gini olmayanların da bu konuda söz söyleme yetkisi vardır.
Tarihin bir bilim mi, yoksa bir sanat mı olduğu uzun tar­tışmalara yol açmış bir sorudur. Ben bu tartışmaları bütünü ile saçma ve gereksiz buluyorum. Çünkü tarihin hem bilim hem sanat olduğunun yeteri kadar açık bir gerçek olduğu kanısın­dayım. Örneğin Trevelyan’ın Social History of Engrland (İngil­tere’nin Toplumsal Tarihi) adlı kitabı sanat açısından gerçek­ten övülmeye değer bir yapıt. Ama içinde İngiltere’nin deniz gücünü ringa balıklarının alışkanlıklarındaki değişikliğe bağlayan bir önermeye de rastladım. Ben ringa balıkları hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Bu yüzden önermeyi bir uzmandan gel­diği için kabul ediyorum. Bu bir bilimsel önermedir-bilimsel ni­teliği ne olursa olsun tüm yapıtın sanat değerinden bir şey ek­siltmez. Ama yine de tarih yapıtlarını iki guruba ayırabiliriz sanat kaygısının ya da bilimsel kaygının ağır basmasına göre
Tarihten bir bilim olarak söz edilirken genellikle birbi­rinden çok farklı iki anlam belirir. Bunlardan birincisi oldukça düzeyde kalmış bir değerlendirmedir: tarihsel gerçeklerin belirlenmesinde bilimin yardımcı olduğu gerekçesine dayanır. Bu durum özellikle kanıtların sayıca az ve belirsiz olduğu ilkel ta­rih alanında ortaya çıkar. Ama daha yakın tarihte de çelişen kanıtlar söz konusu olunca-ki bu duruma sık sık rastlanır yine bilimin tarihe yardımcı olması gerekir. Procopius’a (Beşinci Yüzyılda yaşamış Bizanslı tarihçi) ne dereceye kadar inanabiliriz?
 Napolyon’un St. Helena’da kaleme aldığı anılarının tarihsel bir değeri var mıdır?
 Bu gibi sorular bir bakıma bilimi de ilgilendirir. Çünkü, bu durum­larda birtakım kanıtların kaynaklarını değerlendirmek gere­kir. Böyle konularda bir tarihçi yalnızca kendisi gibi uzmanla­ra hitap edebilir, çünkü incelenen konu karmaşıktır ve uzman­lık işidir. Geniş çapta bir tarih yapmak için bu türlü derinlemesine çalışmaların daha önceden yapılması gerekir. Tarih gerçi sanat kaygısı gözetleyerek yazılabilir ya da okunabilir, ama gerçeğe bağlılık bakımından değerlendirilmesi zorunludur. Ger­çeğe bağlılık sanatın da öngördüğü bir koşuldur, ama kendi başına bir sanat üstünlüğü sağlamaz. Bunu sone’nin kural­larına benzetebiliriz-sone’nin kurallarına sıkı sıkıya bağlı kal­mak şiirin kendisine sanat açısından bir değer kazandırmayabilir. Ama bir tarihçi gerçeklere elinden geldiği kadar bağlı kalmamışsa eserini yalnızca sanat açısından da olsa övemeyiz Bu bakımdan bilim, tarih çalışmalarında kesinlikle gerekli olmak­tadır.
Tarihin bilimsel niteliğini başka bir yönden değerlendiren ikinci görüş, ortaya karmaşık bir takım sorunlar çıkarmakta­dır. Bu anlamda tarih, çeşitli olguları birbirine bağlayan bir­takım neden-etki kanunlarını belirlemeye çalışır-tıpkı doğal bilimlerin olgular arasındaki karşılıklı ilişkileri belirlediği gibi. Tarih içinde birtakım neden-etki kanunları arama çabası ger­çi övülmeye değer bir şeydir, ama sanırım tarih alanındaki ça­lışmaların en değerli yanı bu değildir. Bu konuya değinen çok aydınlatıcı bir denemeyi kırk yıl kadar önce okumuştum Ay­rıntıları ile pek hatırlayamıyorum ama George Trevelyan’ın İlham Perisi Clio adlı bir yazısıydı. Bu yazısında Trevelyan ta­rihte önemli olan şeyin yalnızca olgular arasındaki neden-etki bağlantıları değil olguların kendileri olduğunu söylüyordu. Baza kimselerin öne sürdüğü gibi Napolyon’un Leipzig Savaşında yenilgiye uğraması Dresden Savaşından sonra şeftali yemiş ol­masına bağlanabilir belki. Gerçek durum buysa şüphesiz ilgiyi çekecektir. Ama bu basit olayın birbirine bağladığı olaylar ken­di başlarına çok daha önemlidirler. Doğal bilimlerde bu du­rumun tam tersini görürüz. Örneğin güneş tutulması kendi ba­şına ilgi çekici bir olay değildir. Ama ilk çağlarda birtakım ta­rihlerin belirlenmesinde yardımcı olan bir şeydir. Buna örnek olarak Thales’in yaşadığı zamanı belirleyen Anadolu’daki güneş tutulmasını, M Ö. 776 da Çin’de görülen güneş tutulmasını ve­rebiliriz. (Birtakım yetkili uzmanlar M.Ö. 775 üstünde duruyorlar-bu konuyu tarihçilerle gökbilimcilere bırakıyorum.) Gü­neş tutulması kendi başına ilgi çekici olmamakla birlikte bu olayın tekrarını belirleyen kurallar son derece önemlidir. Bu kuralların bulunması ile birçok boş inan da ortadan kalkmıştır. Aynı şekilde modern fiziğin temelini meydana getiren deneysel olgular yalnızca birtakım neden-etki kanunlarını belirledik­leri için önem kazanırlar. Oysa tarih’te bu durumu göremeyiz. Tarihe konu olan olaylar kendi başlarına ilgi çekici değilse ta­rih değerinden bir şeyler yitirir. Bu bakımdan tarih şiire ben­zer. Örneğin Coleridge’in Kubla Khan’ı nasıl yazdığım öğren­mekle merakımızı gideririz, ama bu, şiirin bizde bıraktığı iz­lenim yanında çok önemsiz bir şeydir.
Tarihte birtakım neden-etki dizilerini bulup ortaya çıkar­mak gereksizdir demiyorum; yalnızca ‘bunların çok dar bir alanda geçerli olabileceği kanısındayım. Gresham’ın «Kötü para iyi parayı kovar» kuralı bu neden-etki bağlantılarının en tanınmış örneklerinden biridir. Aslında ekonomi biliminin geçerliliği tarihsel olgularla örneklenmiş birtakım neden-etki kanunlarına dayanır. Ama bugün herkesin kabul ettiği bir ger­çek de bu varsayılan ekonomi kanunlarının yüz yıl öncesine kıyasla çok daha değişken ve sınırlı bir geçerliliğe sahip olduklarıdır. Tarih alanında bu türlü kanunları bulup belirlemedeki en büyük zorluk tarihte astronomidekinden çok daha az tek­rarlama olmasıdır. Meyers’in The Dam of History (Tarihin Doğuşu) adlı küçük kitabında öne sürdüğü gibi tarih boyunca dört kez Arabistan’da başgösteren kıtlığın ardından bir Sami istilâsı gelmiş olabilir. Ama bugün aynı durumun aynı sonucu doğuracağı şüphelidir. Tarih içinde geçmişe dayanarak birta­kım neden-etki dizileri bulunsa bile bunların gelecek zamanlar için de geçerli olacağını kesinlikle söyleyemeyiz. Çünkü neden-etki dizilerini meydana getiren olgular o denli karmaşıktır ki daha önceden kestirilemeyen bir takım değişiklikler bütün öndüşünceleri altüst edebilir. Hiçbir tarihçi, elindeki bütün bi­limsel olanakları kullansa da, 14. Yüzyıla Colorob’la Vasco de Gama’nın getireceği yenilikleri önceden kestiremezdi. Bu yüz­den ben tarih’te «bilimsel» kanunların sanıldığı kadar önemli olmadığına ve kolaylıkla bulunamayacaklarına inanıyorum.
Aynı durum St. Augustine’den Prof. Toynbee’ye değin bir­çok ünlü tarih bilgininin belirlemeye çalıştığı geniş çaptaki tarihsel gelişim kuralları için de söz konusudur. Çağımızda in­sanlığın gelişimi üstüne genel kuramlar ortaya atan iki önemli düşünür vardı: Hegel ile öğrencisi Marx. İkisi de geçmiş tari­hin mantığa uygun bir çizgeyi (şema) izlediğine, bu çizgeye bakarak geleceğin önceden kestirilebileceğine inanıyorlardı. Ama ne Hegel, ne de Marx Hidrojen bombasının yapılacağını önceden söyleyebildiler. Bugün insanlığın gelişimini konu edi­nen hiçbir öğreti bu korkunç silahın ileride ne gibi etkileri ola­bileceğini bize açıklayamıyor.
Bu düşüncelerim size biraz karamsar geldiyse şimdi daha aydınlık bir görüşümü belirteyim: Spengler’in «Her toplum zamanla yıpranıp çürür» diye özetlediği görüşüne katılmıyo­rum. Bence bu görüş toplumsal ve bireysel varlıklar arasındaki benzerlik ya da ilişkileri gereksiz bir şekilde zorlamaktadır. Tarih boyunca insan topluluklarını tüketen şey kırımdır, yaş­lılık değil. Bazı kimseler Çin uygarlığının Han Sülalesinden bu yana çöküntü halinde olduğunu söylerler. Ama bu toplum yi­ne de varlığını sürdürmektedir, çünkü batısında, kalan komşu ülkelerin nüfus yoğunluğu azdır. Aslında geleneksel Çin uygar­lığını çökerten şey sonradan dışa vurmuş bir yozlaşma değil Çin’in Batı ile olan ilişkilerindeki gelişmedir. Stoa’cılar arasın­da dünyanın önce yanıp kül olacağına, sonra yeniden yaratılacağına, bunun çağlar boyu tekrarlanacağına inananlar vardı. Bu inançta insanoğlunun gelecek hakkındaki önyargılarına uyan bir şey olmalı, çünkü tarihçilerin insanlığın gelişimi ko­nusunda ortaya attıkları bütün genel kuramlarda aynı tema daha ılımlı şekilleriyle kendini gösterir. Bana sorarsanız bu türlü kuramların hepsi de birer 'mit’den başka bir şey değildir. İyimser ya da kötümser nitelikte olmaları ise bulucularının ki­şiliğine göre değişir.
Tarihin kapsadığı konular içinde biri özellikle ilgimi çeki­yor: anavatanlarından, bir parçası oldukları ulusun genel ya­şayış akımından ayrı kalmış, zamanla birtakım çapraşık yol­lardan sızarak başka ulusların akıntısına karışmış topluluk­lar. Bu topluluklar arasında beni en çok şaşırtan Belh’li Yu­nanlılar (Bugün Afganistan sınırları içinde kalan Belh kenti eski çağlarda Yunanlıların Asya'daki kültür merkezlerinden biriydi. (Çev.)) oldu. Ben onların soyu tükendiğini, çölde kumlara karışıp kuruyan bir ırmak gibi yok olduklarını sanırken bir gün şaşkınlık ve sevinçle öğrendim ki Belh Grekleri Budist sa­natının kaynağı olmuşlar, çağlar boyu birçok doğu ülkesinde heykel sanatını esinlemiş ve etkilemişlerdir.

Yine buna benzer bir örneğe Bulgar Bogomilleri'nde rastlı­yoruz. Bogomiller Marcion ve Mani (*) nin öğretilerini benim­semişlerdi.
* Marcion — M.S. II yüzyılda yaşamış Marchionite mezhebini kurmuştur. Hristiyanlığı 'yepyeni bir din olarak gören Marcion Kutsal kitabın Tevrat bölümündeki Tanrı ile İsa’nın simgelediği Tanrı arasında başkalık olduğunu öne sürmüştü.
Mani — M.S. III. Yüzyılda yaşamış Manichaeism mezhebini kurmuştur. Hristiyarilıkta Zerdüşt dininin karşılığı olan bu mezhebin inancına göre karanlık kötülüktür, ışık ise Tanrı’dır. (Çev.)
Sonra aynı öğretilerin esas amacını yitirmiş birta­kım haçlılar yolu ile Kuzey İtalya’daki Cathari’lerle Fransa’­nın güneyinde yaşayan Albigens’lere iletildiği görülmüştür. Bu­na benzer çok daha ilginç bir duruma New England’ın tarihin­de rastlıyoruz. Daha çocukken İngiliz tarihinde Albay Pride’ın (*) yerini bilirdim. ’Dinsel gerçekler’ ve ’askerlerin ücreti’ ko­nularında Parlamento ile anlaşmayan bu kibirli askerin parla­mento üyelerini nasıl korkudan titrettiğini kitaplardan oku­muştum.
* 17. Yüzyılda İngiltere’deki iç savaşlar sırasında parlamento ile ordu arasındaki anlaşmazlık Albay Pride’ın orduya karşı tutumda olan birtakım kralcı milletvekillerini tutuklaması ile sonuçlanmıştı. Meclisin geri kalan üyeleri kralın yargılanmasını kararlaştırmışlardı. Albay Pride kralı yargılayanlar arasındaydı. (Çev.)
Ama 1660 dan sonra Pride’a ne olduğunu hiç düşün­memiştim. 1896 da New England’da bulunduğum bir sırada Pride Geçidi diye bir yere yolum düştü. Orya niçin bu adın ve­rildiğini araştırınca gerçeği öğrendim. Kral tekrar başa geçin­ce Pride yurdunu terketmek zorunda kalmış buraya gelip ıssız, kayalık bir deniz kıyısında, kışları uzun geçen, toprağı verimsiz üstelik Kızılderililerin saldırılarına açık olan bir yerde yerleş­mek zorunda, kalmıştı. O zaman İkinci Charles ve çevresinde­kiler Pride cezasını buldu diye belki sevinmişlerdir ama aradan iki yüz elli yıl geçmiş, bugün Pride’ın torunları dünyayı avu­cunda tutuyor, İkinci Charles’ınkilerse onların bir sert bakışı karşısında titriyor.
Şimdi tekrar yazımın esas konusuna dönüyorum: Tarih alelade okuyucuya neler verebilir ya da vermelidir. Burada ’tarih’ derken tarihçilerin anladığı bilimsel anlamdaki tarih’ten söz etmiyorum. Tarih’i insana gerekli olan kültürün bir parçası olarak düşünüyorum. Şiiri yalnızca ozanlar okumaz, müziği de dinleyen yalnız besteciler değildir. Aynı şekilde tarih bilgisi yalnızca tarihçilere özgü bir şey olmamalıdır. Tarihçi ol­mayanların da okuyup yararlanabilecekleri tarih kitapların­da uzmanlar için yazılan eserlerde gereksinmeyen birtakım ni­telikler bulunmalıdır. Buna karşılık ayrıntılı bilimsel eserler­de aranan birtakım niteliklerin bu kitaplarda bulunması ge­rekmez. Şimdi benim için biraz zor olacak ama bugüne değin tarih okumakla kendi açımdan ne gibi yararlar sağladığımı be­lirtmek istiyorum. Tarih okumak her şeyden önce yaşamıma, görüşlerime yeni bir derinlik ve açıklık getirdi. Bu, insanın kendisini çevresiyle ilintisiz, yetkin bir varlık gibi görmekten çıkıp uçsuz bucaksız bir ırmağın sularında bir damla olduğunu anlaması gibi bir şey. Yaşadığı süre boyunca yalnız kendi za­manının olaylarıyla ilgilenen bir adam dar görüşlüdür, anlayı­şı sınırlıdır, bu yüzden dilekleri, umutları da yücelemez. Aynı durum bir toplum için de söz konusu olabilir. Henüz köklü bir tarihi olmayan topluluklar Avrupalı’nın gözünde, kenarda kal­mış yoğun bir yaşamı olmayan topluluklardır. Bu topluluklar kendilerini çağlar boyu süregelmiş uygarlığın mirasçısı olarak görmezler. Bu yüzden genç kuşaklarına aşıladıkları anlayış, uygarlığın geçirdiği yavaş ve yorucu gelişimin bilincine varmış bir kimse için duygudan yoksun, yavan bir anlayış olacaktır. Tarih bize insanlığı ilgilendiren sorunların sonu gelmediğini, değişmez bir yetkinliğe, her aşamanın ötesinde bir sağduyuya ulaşmanın olanaklarımız dışında bulunduğunu gösterir. Ulaş­tığımız sağgörü ulaşabileceğimiz aşamalar yanında önemsiz kalacaktır her zaman. Güvenle sarıldığımız en bilinçli inanç­larımız bile bir gün anlamını yitirebilir. Bu inançların sonsuz gerçekleri simgelediğini düşünsek bile değişen koşulların yarın bizi gülünç duruma düşürebileceğini unutmamalıyız. Birtakım şeylerin doğruluğuna körü körüne inanmak çağımızda birçok bozukluğun kaynağı olmaktadır. Bu yanlış saplantılardan tari­hin bizi kurtarması gerekir. Çünkü tarihi okumakla yalnızca gelmiş geçmiş birtakım bilgelerin görüşlerinden yararlanmış olmayız, geçmişte sağgörü sayılan birçok şeyin aslında ne denli saçma ve sakat olduğunu da görmüş oluruz. Bu da bugün sağ­görü diye benimsediğimiz anlayışın ne denli geçerli olabilece­ğini bize açıkça gösterir.
Ama bu yüzden işin kolayını kuşkuculukta bulup hiçbir şeye inanmayalım demiyorum. İnançlarımıza sarılmalıyız elbet-hem de sıkı sıkı. Çünkü insanın içinde istek olmadan bü­yük aşamalara ulaşması imkânsızdır. Ama tutkularımızın, amacımızın esinlediği davranışları dizginleyen nesnel bir gö­rüş açısı ve değerlendirme yetisine de sahip olmalıyız. Örneğin Komünizme ya da Kapitalizme karşı iseniz, «Dünyada bir tek komünist ya da kapitalist kalmasın da ne olursa olsun» deyip tüm insan neslini tüketmeniz mi gerekir?
 Pek az kimse böyle bir davranışın doğru olduğunu söyleyebilir. Oysa tarih anlayışı olmayan birtakım politikacılar insanlığı böyle bir sonuca sü­rüklemektedirler. Bu aşırı bir örnek olabilir ama buna benzer sayısız durum düşünebiliriz.
Şimdi bütün bunları bir yana bırakıp yine esas konumuza dönelim, ve genel okuyucunun en iyi şekilde yararlanabileceği bir tarih eserinin nasıl yazılması gerektiğinden söz edelim. İlk ve en basit kural şu: Eser ilgi çekici olmalıdır. Öyle ki tarihsel olgular üstüne bilgi edinmek için kitap karıştıran kimseyi de, tarihi şiir ya da roman okur gibi okuyan kimseyi de anlattığı olaylara, canlandırdığı kişilere karşı kayıtsız kalma­ması gerekir. Tabii, bir tarihçi olguları hiç bir zaman olduğun­dan başka bir şekilde yansıtmamalıdır, ama bazı durumlarda örneğin birtakım çekişmelerde ya da çarpışmalarda taraf tu­tabilir. Tarafsız bir tarihçi, yani bir olayı anlatırken ne o yanı, ne bu yanı tutan, canlandırdığı kişiler arasında 'kahramanlar ya da ’kötü adam’lar bulunmayan bir tarihçi kuru bir yazar­dır. Yazar okuyucunun ilgisini uyandırmak istiyorsa onun da bir yanı benimsemesini, böylece okuduğu olayların içinde ya­şamasını sağlamalıdır. Eğer bunlar bir tarihçiyi nesnellikten uzaklaştırıyorsa okuyucunun yapacağı şey karşı tutumda olan başka bir tarihçiyi bulup onun da aynı konuda yazdıklarını okumaktır. Örneğin, onaltıncı yüzyılda dindeki Reform hare­ketleri Protestan tarihçinin kaleminden olduğu kadar Katolik tarihçinin kaleminden de ilgi çekicidir. Büyük din savaşları sıra­sında yaşamanın nasıl bir şey olduğunu anlamak istiyorsanız hem Protestan hem Katolik tarihçilerin eserlerini okumanız gerekir. Belki böylece o çağı ve ortamı kafanızda canlandırabilirsiniz; ama bu olayları, onlara kayıtsız kalan bir kimsenin kaleminden okumakla sanırım aynı sonuca ulaşamazsınız. Cariyle kendi yaz­dığı Fransa İhtilalinin Tarihi konulu eseri için, bu kitap kendi başına bir Fransa İhtilali’dir, demişti. Doğrudur, bu niteliği yü­zünden Carlyle’ın kitabı bilimsel bakımdan yetersiz olduğu hal­de bugün de sevilerek okunmaktadır. Bu kitabı okurken için­deki kişilerin niçin şu ya da bu şekilde davranmış olduklarını, yani davranışlarının nedenlerini anlarsınız. Bu da, sanırım tari­hin okuyucuya vermesi gereken bir şeydir. Bir keresinde Sicil­yalı Diodor’un (Augustus devrinde yaşamış ünlü bir Yunanlı tarihçi.) Agatokles (Kartacalılara karşı savaşmış ünlü Sirakuza tiranı) hakkında neler yazdığını merak etmiş okumuştum. Bu yazara göre Agatokles kana susamış ca­navarın biriydi. Aynı adamı bir de günümüzde yazılmış bir da­nışma kitabından okudum. Buradaki Agatokles yumuşak başlı tam olgun bir devlet adamı denecek tipte bir insandı-görünüşe bakılırsa kendisine kondurulan bütün suçlarla ilgisizdi. Bu iki anlatımdan hangisinin gerçeğe daha yakın olduğunu tabii bi­lemiyorum ama Agatokles’i iyice temize çıkaran yorumu hiç il­ginç bulmadığımı söyleyebilirim. Birtakım çağdaş tarihçilerin benimsediği, olayları renksizleştirme, kahramanların pek de o kadar kahraman, kötü adamların pek de o kadar kötü olmadı­ğını belirtme eğiliminden hiç hoşlanmıyorum. Gerçi olayları 'dramlaştırma’ tutkusu bir tarihçiyi yanlış yollara sürükleye­bilir ama gerçekten ’dramatik’ niteliği olan birtakım olaylar vardır tarihte. Ama bunları özgün renkleriyle okuyucuya sun­mak da yazınsal ustalık gerektiren bir şeydir.
Yazınsal ustalık çok genel bir terim, bunu daha bir belir­lemek, sınırlamak gerekir kanısındayım. Bu kavrama en dar anlamıyla ’stil’ dediğimiz şey girer-yani sözcüklerin yerinde seçimi ve konuyla uyumlu bir akıcılık. Özellikle bilimsel amaç­larla uydurulmuş olan birtakım terimlerin yalnızca sözcükte kalan bir anlamı vardır. Örneğin bir yazıda tetrahedron söz­cüğüne rastlayınca yüzünüzü buruşturursunuz. Oysa piramit güzel, zengin bir sözcüktür, Firavunları, Aztek’leri anıştırır insana. Eserin hızı, akışı, yazarın duyuşlarına bağlı bir şeydir. Güçlü bir duygu tabii ki uyumlu ve değişken bir akış, doğal bir anlatım bulacaktır yazarın kaleminde. Bu yüzden başka nitelikler yanında bir yazarda bulunması gereken en önemli şey belirli bir duygu canlılığıdır. Bu canlılık, yorgunluk ya da bir takım ayrıntılar için çeşitli bilgi kaynaklarına başvurma zorunluğu yüzünden durulabilir. Bu bakımdan, kusursuz bir eser yazmak isteyen tarihçi bir bölümü kaleme almadan önce elindeki konuyu bütün ayrıntılarıyla öylesine kavramış olma­lıdır ki yazdığı şeyleri doğrulamak için yazısına ara vermek zorunda kalmasın. Doğrulamanın gereksiz olduğunu söylemek istemiyorum, çünkü herkesin belleği yanılabilir, ama bu türlü düzeltmeler yazılış, sırasında değil yazı bittikten sonra yapıl­malıdır. İyi bir ’stil’ yazarın duyuşlarını son derece özel bir an­latımla yansıtmasıdır. Bu yüzden en yetkin stili bile taklit et­mek doğru değildir.
Öğretici, bilgi verici bir yazının ilginç olması isteniyorsa yazarın gerekli bilgiyi edindikten sonra bir süre beklemesi, bu bilgiyi 'sindirmesi’ gerekir. Böylece kuru gerçekler daha bir canlanacak, benzetme, duygululuk, alaycılıkla renklenerek uyumlu bir akış, bir bütünlük kazanacaklardır. Bunu sağlayabilmek bir yazar için hiç de sanıldığı kadar kolay değildir. Çalışma­larına ayıracak geniş zamanı olmalı, küçümsenmeyecek bir çaba harcamalıdır. Sorumluluk duygusu olan kimseler genellikle çok çalışırlar, bu yüzden yaptıkları işi de bozarlar. Bagehot bir yazısında «günde sekiz saat çalıştıkları için iflas eden nice adam bilirim, dört saat çalışmakla yetinselerdi büyük para sa­hibi olurlardı» diyor. Bu basit örnekten birçok bilim adamının ders alması gerekir kanısındayım.
Sanat açısından düşünülecek olursa tarihin değişik türleri vardır. Bunların herbiri kendine göre birtakım özellikler göste­rir. Bu türlerden birini en yetkin şekliyle Gibbon’da görüyoruz. Gibbon’un eserlerinde, çağlar birbirini izlerken tarihsel kişiler önümüzde tantanalı bir ’geçit resmi’ yaparlar. Hepsinin sırtın­da saray giysileri vardır, ama kişiliklerinden hiçbir şey yitirmemişlerdir. Bundan bir süre önce Cambridg-e Ancient History’de Zenobia (*) hakında bir yazı okuyordum, ama üzülerek söyle­meliyim ki çizilen portrenin hiç ilginç bir yanı yoktu.
 * Üçüncü yüzyılda yaşamış Palmira Kraliçesi. Roma İmparatoru Aurelianus’a yenilerek tutsak düşmüştür. Kısa siireıı kraliçeliği sırasında Palmira dogu’nun en parlak kentlerinden biri olmuştu. (Çev.)
Gibbon’daki Zenobia’nm çok daha canlı bir kişiliği olduğunu hatırlıyor­dum. Aynı konuyu bir kez daha okudum Gibbon’dan-yüce kra­liçe sanki birden gözlerimin önünde canlanıvermişti. Gibbon işlediği konuya karşı kayıtsız kalmamıştı, Palmira’da Zenobia’nın sarayında yaşamanın nasıl bir şey olduğunu düşünmüş, canlandırmıştı kafasında. Satırlarını canlı bir hayal gücüyle renklendirmişti, yalnızca bilinen birtakım olguları kuru kuru­ya sıralamakla kalmamıştı. Gibbon’un çizdiği karakterlerin hepsinde bir onsekizinci yüzyıl damgası bulunması nedense insanı rahatsız etmiyor. Sanırım kitabının bir yerinde Genzerik’ten sonraki Vandallar’dan söz ederken «Afrikanın kibar ti­ranları» diyordu. Bu adamların 'kibarlıklarına inanmak zor ama 'tiran' olduklarına hiç şüphe yok. Bütün bunlara karşın Gibbon ele aldığı çağların olaylarını şaşılacak derecede canlı bir akış içinde veriyor bize. Kitabı benim doğruluğuna içten inandığım bir gerçeği tanıtlamış oluyor-büyük bir tarih eseri­nin ancak bir tek kişi tarafından yazılabileceğini, her bölümü­nü ayrı bir uzmanın yazdığı ortak çaba ürünü bir özetleme’nin sanat açısından aynı düzeye erişemeyeceğini belirtmesi bakı­mından. Çağımızda öğrenim öyle karmaşık, öyle dallı budaklı bir şey oldu ki tek bir kişinin geniş alanda bilgi sahibi olma­sına artık imkânsız gözüyle bakılıyor. Bence bu çok acı bir ya­nılmadır. Değeri bir danışma kitabı olmaktan öteye gidebilen bir eser tek kafanın eseri olmalıdır. Geniş bir konunun belirli bir anlayışla toparlanmasından meydana gelen bir bütünlük olmalıdır eserde. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi gün geçtikçe daha zor oluyor. Ama yine de bu yolu izlemek, bunun için elden geleni yapmak gerekir kanısındayım — yoksa büyük tarih ki­tapları da tarihe karışacaktır-.
Bu konuda iş bölümü gereklidir, bunu yadsımıyorum. Ör­neğin Gibbon Tillemont (Onyedinci yüzyılda yaşamış Fransız tarihçi) dan yararlanmıştır-bunu yapma­sa belki de o görkemli eserini bir yaşam boyuna sığdıramazdı. Bir arkeolog ya da eski elyazmalarını okumaya çalışan uzma­nın geniş çapta bir tarih eseri yazabilmek içi ne zamanı ne de gücü olabilir. Böyle bir eser yazacak olan kimseden örne­ğin kazma kürek işçiliği yapması beklenemez. Bilim alanında bu gerçek artık kabul edilmiştir. Kepler’in kanunlan Tycho Brahe’nin gözlemlerine dayanır; Clerk Maxwell’in kuramları­na Faradav’in deneyleri temel olmuştur; Einstein öğretilerini yalnızca kendi gözlemleri üstüne kurmamıştır. Daha açıkçası olguların toplanması başka şeydir, «sindirilmesi» başka şeydir. İkisini birden yürütmek-olgular çok ve karmaşık olduğu zaman tek kişinin başaracağı iş değildir. Örneğin diyelim ki Minos uygarlığının Klâsik Yunan Uygarlığı üzerindeki etkile­rini öğrenmek istiyorsunuz. Her halde en doğru ve inanılır bil­giyi yalnızca Minos uygarlığı üstünde incelemeler yapan bi: uzmandan edinmeyi düşünmezsiniz. Aynı şey daha basit so­runlar için de söz konusudur örneğin Plutarch’ın Franca İh­tilâli üstündeki etkileri gibi.
Plutarch’in adı bana başka bir tarih türünü ansıttı. Tarih, okuyucunun gözleri önüne yalnızca geniş bir «panorama» ser­mez, ya da çeşitli toplumların geçirdiği gelişimleri belirtmez. Tarih aynı zamanda kendi başlarına önemli olan kişileri de konu edinir kendine. Plutarch’ın Yunanlı ve Romalı Büyük Adamların Hayatları adlı eseri, içinde yükselme isteği olan birçok gence yiğitlik duyguları esinlemiş, parlak yaşamlara atılmalarına sebep olmuştur. Zamanımızda kişiler üstünde durmayıp yalnızca topluluklara önem vermek gibi bir eğilim var. «Alelade Adam»ın çağında yaşadığımıza öyle inanmışız ki, aramızda üstün varlık gösterebilecek birçok kimse bu akı­ma kapılıp sıradan bir adam olmaktan öteye gidemiyorlar. Gençlere verilen tarih eğitimde kişilerin, kahramanların ça­balarına karşıt olarak kültür tipleri üstünde durmak gibi bir akım başgöstermiştir. Bu, bir bakıma olumlu bir tutum sayıla­bilir. Cromagnon adamının, ya da Neanderthal adamının yaşa­yışları hakkında bilgimiz olursa, tarih içinde olayların akışı­nı daha kolaylıkla kavrarız. Plutarch’ın bize tanıtmadığı bin­lerce adsız Romalıya konut olan akaret tipi yapılar hakkında bir şeyler bilmek yararlıdır. Karı koca Hammond’ların eseri olan Village Labourer (Köy Emekçisi) adlı kitap o güne değin yazılmış hiçbir geleneksel tarih kitabında rastlayamayacağımız bir görüş açısından koca bir çağın izlenimlerini yansıtır. Bü­tün bunlar birer gerçektir, üstelik önemlidir. Ama önemli olup da gerçek olmayan, hem de zararlı bir yanılma olan şey tari­hin yalnızca bu açıdan ele alınmasının sonucu olan bir kanıdır: bireylerin toplum içinde bir önemi olmadığı, kahramanlaştırılan birtakım kişilerin yalnızca toplumsal güçlerin somut­laşmış birer anlatımı oldukları, bunların yaptığı şeyleri nasıl olsa başka birinin de yapabileceği kanısı yani kısacası, hiç kimsenin elinden zamanın, koşulların akımına kapılmaktan başka bir şey gelemeyeceği, hiç kimsenin kendiliğinden bir şeyler yapamayacağı inancı.
Yüce bir yaşamı ancak yüce amaçlar esinler. Hayat­ta yapılacak önemli bir şey olmadığına inanan bir gencin ya­şamı boyunca elle tutulur bir şey yapmayacağı, bir atılıma girişmeyeceği mutlaktır. İşte bu yüzden Plutarch’ın Büyük Adam­ların Hayatları adlı eseri gibi kitapları en azından daha geniş konuları kapsayan genelleyici tarih kitapları kadar gerekli bulduğumu söyleyebilirim. Topluluk dediğimiz şey yalnızca, birkaç insandan meydana gelebilir çağımızda bunun en gü­zel örneğini Lenin’le Stalin vermiştir bize. Ama kişisel yaşam­ları üstünde önemle durmaya değer birçok insan vardır ta­rihte. Bunlar arasında yalnızca örnek insan olarak kabul ede­bileceğimiz kimseler değil imgelemimize yeni bir şeyler getiren tipler de yer alır. Sözgelimi İmparator ikinci Frederik hiçbir zaman kendisine benzemek isteyeceğimiz bir örnek insan de­ğildir. Ama onun ilginç serüvenleri herkes için bilinmeye de­ğer şeylerdir. Maiyeti peşinde oradan oraya dolaşan, üstelik baş-nazırını da bir kafese kitleyip birliğinde götüren, İslâm bilgeleriyle fikir tartışmalarına girişen, afaroz edildiği halde haçlı seferlerine çıkan bu adam, dünyanın sayılı harikaların­dan biridir. Agamemnon, Oedipus, Hamlet vb. gibi büyük tra­jedi kahramanları hakkında bir şeyler bilmek isteriz. Oysa ya­şamları bunlarınkinden hiç de sönük olmayan nice adam ge­lip geçmiştir-üstelik gerçekten yaşamış olmak gibi bir üstün­lükleri de vardır bu trajedi kahramanlarına. İyi olsun kötü ol­sun her çeşit büyüklüğün paylaştığı ortak bir nitelik vardır. Ben bu niteliğin aleladelik hayranlığı gibi birtakım kaygılar­la görmezden gelinmesine karşıyım. Altmış yıl önce Amerika’­ya ilk gidişimde yeni anne olmuş bir hanımla tanışmıştım. Orada bulunan konuklardan biri lâf olsun diye çocuk için «bel­ki de büyüyünce bir dahi olacak» dedi. Anne yürekten gelen bir korkuyla «Aman Tanrı korusun!.» diye karşılık vermişti buna. Ne yazık ki dileği gerçekleşti.
Bu sözlerimden Carlyle’ın kahramanlar kültüne, hele Nietzsche’nin bu kültü çığırından çıkaran tutumuna katıldı­ğım anlamı çıkmasın. Toplum içinde alelade adam’ın da bir önemi olduğunu, insan topluluklarını incelemenin önemli ki­şilerin hayatlarını incelemek kadar gerekli olduğunu yadsımı­yorum. Yalnızca bu ikisi arasında bir denge sağlanmalıdır di­yorum. Birtakım üstün adamların tarihin akışım etkiledikle­rine inanıyorum. Onyedinci ve onsekizinci yüzyılın en büyük bilginlerinden yüz kadarı küçük yaşlarında ölmüş olsalardı çağımızın herhangi bir uygar toplumunda yaşayan alelade adam’ın hayatı bugünkünden çok başka olurdu. Shakespeare ve Milton yaşamamış olsalar onların eserlerini bir başkası yazamazdı. Ama nedense birtakım bilimsel’ tarihçilerin oku­yucularına böyle garip düşünceler aşılamak istedikleri görülü­yor.
Tarihte kişilere önem verenlerle birleştiğim bir nokta da­ha var, onu da belirteyim: Bence insanlığın ulaştığı aşamalar­da asıl bilmeye ve övülmeye değer olan şey topluluklardan çok kişilerin çabalarıdır. Bir topluluğun niteliklerini belirleyen o topluluğu meydana getiren bireylerdir. Bence hiçbir topluluk bireylerinin ortalama değeri ötesinde bağımsız bir değere eri­şemez. Tarihin Devit, Millet, Kilise vb. gibi kurumlan yücelt­mek kaygısı ile kişisel değerleri görmezden gelmesi hiç doğru bir tutum değildir. Ama şimdilik bu konuyu burada kesmeliyim, çünkü işi politikaya dökmekten korkuyorum.
Çağımızda tarih okumaya karşı ilginin azaldığı kanısın­dayım. Bu bence üzücü bir durum. Tabii bunun çeşitli neden­leri var. Önce, genel olarak okumaya karşı ilgi azalmış durum­da. İnsanlar çokluk sinemaya gidiyor, radyo dinliyor ya da televizyon seyrediyorlar. Yerküresi üstünde bugün burada, yarın şurada başdöndürücü bir hızla gidip gelmek, dünyanın her yanını birbirine benzer hale sokmak gibi garip birtakım zevk ve çabalara kaptırmışlar kendilerini. Aralarında okuma sev­gisinden vazgeçmemiş olanları varsa da bunlar zamanlarını pek azını tarih okumaya ayırabiliyorlar. Arkadaşım Whitehead bir keresinde bana Paolo Sarpi’nin Trento Konseyinin Ta­rihi adlı eserini «yastık kitabı» olarak kullandığını söylemişti. Bugün sanmam ki Whitehead’in yaptığını yapacak birtek kim­se çıksın. Günümüz insanı için tarih artık eskiden olduğu ka­dar ilginç bir konu değil. Bunun nedenlerini biraz da çağımızın özelliklerinde aramalıyız. İçinde yaşadığımız çağ, bir sürü önemli olaylar, hızlı değişimlerle öylesine dolu ki çoğu kimse­nin geçmiş çağlarla ilgilenmeye ne isteği var ne de zamanı. Bir Hitler’in, Lenin’in, Stalin ya da Trotsky'nin hayatı Napolyon’un hayatı kadar ilginç olabilir, üstelik günümüzün sorunlarıyla daha yakından ilgilidir. Ama-işte burada yadsıyamayacağımız acı bir gerçeğe değinmek istiyorum günümüzde tarih okurlarının azalmasına önemli bir sebep de o eski gör­kemli tarih eserlerinin artık yazılmaz oluşudur. Çağdaşları Herodot’u. Thucydides’i, Polybius’u, Plutarch ya da Tacitus’u ne denli hevesle okudular bilmem ama onsekiz ve ondokuzuncu yüzyıl tarihçilerinin karşılarında geniş bir okuyucu kitlesi buldukları herkesin bildiği bir gerçektir. Bu çağlarda tarih yazma sanatı İngiltere’de Clarendon’un History of tlıe RebelIion (İhtilâlin Tarihi) adlı eserinden başlayarak Macaulay’e değin uzanan bir gelişim gösterir. Fransa’da Voltaire’den bu yana tarih konusu karşıt felsefelerin savaş alanı olagelmiştir. Almanya’da Hegel felsefesinden esinlenen tarihçiler eserle­rinde yetkinlikle kötülüğü eşit oranda birleştirmeyi başarmış­lardır. Örneğin Mommsen’de başlıca iki tema vardır: Bir, Sezar’ın özgürlüğü ortadan kaldırdığı için çok büyük bir adam olduğu; bir de İngiltere’nin Kartaca’ya, Almanya'nın Roma’ya benzediği ve ileride bir gün çıkacak olan Pön Savaşlarının yi­ne eskisine benzer bir şekilde sonuçlanacağı... (Mommsen’i böyle özetlemekle ona karşı pek de haksız davranmış olmadım sanırım). Haince uydurulmuş zararlı bir mit’in yayılmasında Treitschke'nin büyük payı olmuştur. Tarihin öneminden sözederken etkisini hem iyiye hem de kötüye yöneltebileceğini ka­bul etmemiz gerekir. Bu duruma zamanla halkın inancına giren, folklorun bir parçası haline gelen mit’ler iyi bir örnek­tir. Hatırlıyorum, bundan yıllar önce iki küçük çocuğumla İr­landa’ya gitmiştim. Beş yaşındaki kızım kendisine karşı ya­kınlık gösteren bir köylü kadınla arkadaş oluvermişti. Dönüşte ayrılırken kadıncağız bana «kızınıza kanım kaynadı», demiş ve eklemişti «Cromwell’e rağmen...». Bu köylü kadın tarihi ya doğru dürüst bilseydi ya da hiç bilmeseydi daha iyi olma* mıydı diye düşünmüştüm o zaman.
Bugün tarih konusunda büyük eserler yazılmıyor artık demiştim-aynı durum başka alanlarda da söz konusudur. Günümü­zün bilginleri arasında Newton’un Principia’sı ya da Darvin’­in Origin of Species’iyle kıyaslanabilecek kitaplar yazan çık­mıyor. Ozanlarımız epik yazmıyor artık. Bilim dünyasında her şey o denli hızla değişiyor ki, öyle yazılması yıllar tutan bü­yük bir kitabın daha basılmadan çürüğe çıkması işten değil. Bilim alanına gelen yenilikler dergilerde kısa yazılar halinde anlatım buluyor-kitap halinde değil. Bugün herhangi bir bilim dalında çalışan kimseler arasında öyle dev eserler yazmak için gerekli çalışma ve araştırmalara ayıracak zaman bulabileni yok denecek kadar azdır. Tabii bu kuralın dışında kalanlar var,: buna verebileceğimiz en iyi örnek Prof. Toynbee’dir. Toynbee’nin bugün geçmişteki büyük tarihçilerinkiyle rahat­ça boy ölçüşebilecek dev eserleri vardır. Ama böyle bir iki ör­nek genel durumu değiştiremez tabii. Ayrıca bu eğilimin moda­sı geçeceğini sanmıyorum. Eğer günün birinde dünyamız şimdiki gibi gözü kapalı uçuruma gitmekten vazgeçer de daha bilinçli bir ilerleme yolu tutturursa o zaman her şey değişebilir.
Bu kendini bilmez çağımıza biraz sağduyu getirebilmesi bakımından tarihin önemli bir görevi vardır. Ama bunun bir­takım «tarih dersleri» ile gerçekleştirilebileceğini ya da ko­layca belirlenen birtakım kurallar halinde öğretilebileceğini söy­lemek istemiyorum. Tarih’in yalnızca tarihçilere değil, biraz eğitim görmüş, anlayışı gelişmiş herhangi bir insana vermesi gereken şey yeni ve geniş bir görüş açısı ve günün olaylarını değerlendirme, geçmiş ve gelecekle olan ilintilerini kavrayabilme yeteneğidir. Comford’un öne sürdüğü gibi Thucydides tarihini Yunan tragedyası anahatları üstüne işlemiş midir bilmiyorum ama eğer bu doğruysa Thucydides’in konu olarak ele aldığı olayların böyle bir biçimlendirmeye elverişli olduğu­nu söyleyebilirim. O zamanki Atinalılar kendilerini bu Traje­dide rol alan aktörler gibi görmüş olsalardı ’tarjik son’u de­ğiştirmek için bir şeyler yararlardı elbet.
Trajedinin hubris (Çöküntü, kargaşalık. (Çev.)) ten çıktığını iddia eden eski bir öğ­reti vardır-eski olduğu kadar da geçerlidir. Bu hubris denen şey her çağda sorumsuzluğun, bilinçsizliğin yol açtığı fela­ketleri unutan topluluklarda ortaya çıkan bir durumdur. Ça­ğımızda insanlar topluca kendilerini daha önce görülmemiş bir hubris’in içine bırakmışlardır. Eski çağlarda Prometheus’a bir «sözde kurtarıcı» gözü ile bakılırdı-insanlığın yaran için harcadığı çabalarına zorba Zeus tarafından set çekilen bir kurtarıcı. Ama şimdi çağımızın Prometheus’lanm dizginleyecek bir Zeus çıksa ortaya diye yakınıyoruz. Prometheus’un amacı insanlığa hizmet etmekti. Oysa günümüzün Prometheus’ları yalnızca insanlığın tutkularına hizmet ediyorlar-hem de en yıkıcı, en çılgınca tutkularına. Bugün akıllı adamlar la­boratuarlarda çalışadursun, güçlü mevkilerde budalalar oturuyor. Akıllı adamlar Binbir Gece Masallarındaki devler gibi tutsak olmuşlar. İnsanlık güçlü mevkilerdeki budalaların yö­netiminde akıllı kölelerin dahice buluşları ile kendi kendini yok etmek için çabalıyor. Böyle bir konuyu gerektiği gibi ele alabilecek bir Thucydides çıksa ortaya diye düşünüyorum. Bu­gün dünyayı yönetenlerin kafasında biraz olsun tarih anlayı­şı bulunsaydı hergün bir adım daha yaklaşan tehlikeyi savuş­turmak, korkunç son’dan kaçınmak için bir şeyler yaparlardı sanırım. Çünkü tarih bize yalnızca şu ya da bu ulusun, hatta şu ya da bu kıtanın zaman içinde geçirdiği aşamaları vermez. Tarihin konusu her şeyden önce «insan» dır-evrim’in garip bir ürünü olan insan, zekası ve becerikliliğiyle diğer bütün can­lıların üstünde yükselen, bununla da yetinmeyip büyük teh­likelere göğüs gererek cansız doğaya hakim olan yaratık. Ama insan o üstün zekasına karşın yine de kendi cinsini bir bütün olarak benimseyecek anlayışa erişememiştir. Orman’ı ardında bıraktığı halde yine de Ormanın yasalarına bağlı kalmıştır içten. İnsanlık kavramının gerektirdiği basit görevleri, insanlı­ğın geçmişte ulaştığı ve gelecekte ulaşabileceği büyük aşama­ları bilinçli olarak kavrayamamıştır. Soydaşını kendisi gibi or­tak amaca yönelmiş bir insan olarak değil de öldürmesi gere­ken yoksa kendisini öldürecek olan bir düşman gibi girmek­tedir. Bağlı bulunduğu gurup ya da taraf ne olursa olsun onca her zaman geçerli olacak bir sağgörünün doruğunu simgele­mektedir. Karşı taraf ise budalalık ve saçmalık bataklığının dibine değin gömülmüştür. Biraz tarih kültürü olan bir kimse böyle bir görüşün özünde yatan saçmalığı kavrayacaktır. Ta­rihe bir göz atacak olursak şunu açıkça görürüz ki hiçbir in­san topluluğu ne kendi kendinin sandığı kadar iyidir, ne de düşmanının onu gördüğü kadar kötü. Ama geçmişte insanlık bütün çekişmelere rağmen bir araya gelip ortak amaçlarına erişebiliyordu ara sıra duraklayarak ya da karşı akımlarla geri sürüklenerek de olsa. Oysa çağımızda yeni olanaklar an­cak yeni bir sağgörü ile birleşirse insanlığın geleceği garanti altına alınabilir. Gereksindiğimiz bu yeni sağgörü yalnızca bir tek anlamda ’yeni’dir-geniş insan topluluklarının ve özel­likle dünyanın yönetimini elinde tutanların bilincine yerleş­mesi gerekmektedir; yoksa geçmişte hiç bilinmemiş, hiç an­latım bulmamış bir anlayış değildir bu. Çağlar boyu ileriyi gören bilgeler insanlığı bu sağgörüye çağırmışlardır-ama ses­lerini pek duyuramamışlardır. Oysa şimdi artık sağgörüye omuz, silkip geçemeyiz. Bazen yaklaşan tehlike gözümün önünde her zamankinden açık bir şekilde beliriyor. O zaman, bu dün­yanın gereksindiği şey yeni bir peygamber-vari biridir, diyorum-gokgürleyişi gibi ama acıyan bir sesle insanlığa tuttuğu yolun yan­lış yol olduğunu, bu yolun bizi çocuklarımızın ölümüne, bütün umutların sönmesine götürdüğünü, insanların isterlerse izle­yebilecekleri başka bir yol bulunduğunu, bu yolun ise bizi şim­diye değin hiçbir çağda gerçekleşmemiş bir mutlu dünyaya götüreceğini söylese diye düşünüyorum. Ama bu düşünce kısa bir süre için avutabiliyor beni. Aslında dünyanın gereksindiği şey gerçekleşmesi çok daha zor olan bir şey. Bugün böyle bir peygamber Doğu’da çıksa fazla konuşmasına fırsat verilme­den hemen susturulur; Batıda çıksa söyledikleri Doğdakilerin kulağına erişmez, üstelik bulunduğu yerde herkesin nefretini üzerine çekmiş olur. Zaten ne denli yüce olursa olsun, ne den­li iyi konuşursa konuşsun bu dünyayı kurtarmak bir tek kişinin başaracağı iş değildir. Bugün eğer dünyadaki güçlü ülke­lerin başında bulunanlar ve onları izleyenler, ardından koş­tukları aldatıcı imgenin kendilerini nefret ve budalalık bataklığında aşağılık bir ölüme götürdüğünü anlayabilirlerse dünya ancak o zaman kurtulabilir. Kitleleri saran bu saçma budala­lık henüz evrenselleşmiş değildir. Birtakım ülkeler bunun dı­şında kalmayı başarmıştırlar, birtakım ülkeler de bu yaygın budalalığın etkisine bütün bütün kapılmamıştırlar henüz. İn­sanlığın bir geçmişi olduğu kadar bir geleceği de olduğunu dü­şünmek, buna inanabilmek için vakit henüz çok geç sayılmaz. Bence insanlığa, bu umudu yetince benimsemesi, ona yapıcı bir güç, bir anlatım verebilmesi için tarih bilinci, tarih anla­yışı yardımcı olacaktır.
İki bin yıl öncesinden bugüne değin mutluluk ağırbaşlı törecilerin gözünde değersiz ve bayağı bir konu olmaktan ileri gidememiştir. İnsanoğluna her şeyden önce mutluluğu salık veren Epikür Stoacıların saldırılarına uğramıştır yüzyıllar bo­yu. Stoacılar Epikür felsefesinin bir hayvanınkinden farksız olduğunu söylemişler, Epikür hakkında bir takım çirkin ya­lanlar uydurarak sözde kendi erdemlerinin yüceliğini bütün dünyaya tanıtlamışlardır. İşte bunlardan biri olan Cleanthes, Kopernik sistemini benimsedi diye Aristarchus’un ölüm ce­zasına çarptırılmasını istemiş, bir başkası, Marcus Aureulius, inançları yüzünden hıristiyanları işkence ile öldürtmüştü. Yi­ne ünlü bir Stoacı olan Seneca ise Neron’un çılgınlıklarını körüklemiş, büyük bir servet edinmiş, üstelik ödünç para verir­ken istediği yüksek faiz yüzünden Boadicea’nın Roma’ya baş­kaldırmasına sebep olmuştu. Eski çağlar için bu kadar örnek yeter sanırım. Şimdi gelin iki bin yıl ileri atlayarak o korkunç kuramları ile Almanya’yı uçurumun dibine sürükleyen ve bü­tün dünya ülkelerinin bugünkü durumundan sorumlu olan Al­man profesörlerden söz edelim biraz. Bu bilginlerin hepsi de İngiltere’deki taklitçileri Cariyle gibi mutluluktan nefret eden kimselerdi. Cariyle bize hep kutlu davranışlar uğruna mutlu­luktan kaçınmamızı öğütler dururdu. Kutlu davranışa verdiği örnekler de garip şeylerdi doğrusu: Cromwell’in İrlanda kat­liamı, Büyük Frederik’in kana susamış dönekliği, Vali Eyre’in Jamaika’da uyguladığı zorba yönetim v.b. Aslında mutluluğa değer vermez gözükenler başkalarının mutluluğunu çekeme­yenlerdir. Onların bu davranışları insanlığa karşı duydukları gizli bir nefretin sonucudur. Yüce bir amaç uğruna kendi mut­luluğunu gözden çıkaran bir insan bile yücelik peşinde koşma­yanların mutluluğunu kıskanabilir; bu kıskançlık, çoğu kez kendilerini bir ’aziz’ sananları acımasız ve yıkıcı yapar Günü­müzde bunun en güzel örneklerden birini de Komünistlerde görmekteyiz. İnsanın nasıl yaşaması gerektiği hakkında ku­ramlar öne sürenler doğanın koyduğu sınırlamaları nedense unuturlar. Eğer yaşayış tarzınız yüce bir amaç uğruna dür­tülerinizin durmadan engellenmesini gerektiriyorsa bu yüce amaç sizin için gittikçe anlamını yitirecektir. Doğal yollardan dışa vurulmayan dürtüler yüzeye çıkmak için başka yollara sapacaklar ve genellikle kin ve nefret şeklinde anlatım bulacaklardır. Eğlence tabii böyle bir şeyi kendinizden esirgemiyorsanız-yaşamınızın genel akışından ayrı kalacak, saçma ve aşın bir çılgınlık olacaktır sizin için. Böyle eğlence insana mutluluk vermez, tersine daha derin bir umutsuzluğa sürükler.
Mutluluk ardından koşmakla elde edilemez diye bir inanç vardır töreciler arasında. Bir bakıma doğru sayılır bu inanç eğer mutluluğun ardından nasıl koşulacağını bilmiyorsak. Monte Carlo’daki kumarcılar para peşinde koşarlar; çoğu da kazanacağına kaybeder. Oysa kumardan çok daha verimli pa­ra kazanma yolları vardır. Mutluluk için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Eğer mutluluğu içkide arıyorsanız sarhoşluğun ver­diği karamsarlığı unutuyorsunuz demektir. Epikür mutluluğa ulaşmak için sevdiği, anlaştığı kimselerden meydana gelmiş, bir çevrede yalnızca kuru ekmek yiyerek yaşamayı denedi. — Bayram günlerinde ekmeğin yanına biraz peynir katık ediyor­du. Gerçi bu yöntem kendisi için başarılı sonuçlar verdi ama Epikür zaten midesi zayıf bir adamdı. Sağlıklı bir insanın mut­lu olabilmek için daha çok besin alması gerekir, bunu yadsıya­mayız. Çoğu kimse için mutluluk peşinde koşmak kendi başına bir yaşayış kuralı olamayacak kadar soyut ve kuramsal bir şeydir. Ama bana kalırsa, kendinize ne türlü bir yaşayış kuralı seçerseniz seçin, bu kural hiçbir zaman mutlulukla çelişmemelidir tabii kahramanlık gösterilerinde bulunmak niyetinde değilseniz.
Nice adam vardır mutluluğun temel koşullarına, yani sağ­lık ve yeteri kadar paraya sahiptir, ama yine de mutlu ola­maz bir türlü. Böylelerine özellikle Amerika’da rastlıyoruz. Bu durumlarda bütün suçun yanlış bir yaşama kuralında olduğu sanılır. Aslında şöyle ya da böyle yaşanması gerektiğini öne süren bütün kuramlar yanlıştır diyebilirim. Biz kendimizi hayvanlardan çok farklı sanırız, oysa az çok ortak yanlarımız vardır onlarla. Hayvanlar yaşamları boyunca içlerinden gelen dürtülere bağlı kalırlar, ve çevrel koşullar iyi olduğu sürece mutludurlar. Kediniz yeterince karnını doyurabiliyor, yatacak sıcak bir köşe buluyor, ve arasıra dam üstünde bir gece geçirebiliyorsa hayatından memnundur. Sizin ihtiyaçlarınız kedininkinden daha karmaşıktır, ama yine de eninde sonunda dürtülerinize dayanırlar. Uygar toplumlarda özellikle İngi­lizce konuşan toplumlarda-bu gerçek yeteri kadar önemsen­mez nedense. Herkes kendisine yüce bir amaç edinir ve bu amaca ulaşmasına yardımcı olmayan tüm dürtülerine set çe­ker. Para kazanmaktan başka düşüncesi olmayan bir iş adamı bu amacı uğruna sağlığını yitirir, sevmeyi unutur. Sonunda zengin olunca herkese kendisi gibi olmayı salık vererek can sıkmaktan başka zevki kalmaz. Birçok varlıklı hanım tanırım kendilerinde tanrı vergisi bir sanat anlayışı olmadığı halde «kültürlü» niteliğini kazanmayı koymuşlardır kafalarına. Ye­ni çıkan bir kitap üstüne birkaç söz söyleyebilmek için kendi­lerini ne sıkıntılara sokmazlar. Bir kitabın züppelere tartışma konusu çıksın diye değil de, okuyucuya bir şeyler iletmek için yazıldığını nedense hiç düşünmezler. Çevrenizdeki mutlu di­yebileceğiniz insanlara, bakın, hepsinin 'birtakım ortak yanlan olduğunu göreceksiniz. Bu gibi insanlar genellikle boş zaman­larını hem eğlenceli, hem de yararlı olan bir faaliyetle değer­lendirirler. Çocuklan ile uğraşmaktan içgüdüsel bir zevk du­yan kadınlar (günümüz kadınlarının çoğunda hele özellikle kültürlü hanımlarımızda bu duygu pek kalmamıştır) bir yuva kurup çocuk yetiştirmekle mutlu olabilirler. Aynı şekilde bir sanatçı, yazar ya da bilim adamı çalışmalarından memnunsa mutlu demektir. Ama bu mutluluğu, bu zevki daha basit yollardan da duyabiliriz. Günlük çalışma hayatlarını kentte ge­çirenler çoğu kez hafta sonlarında bahçe işleri ile uğraşmayı tercih ederler. Sonra ilkyaz gelince güzel bir şey yaratmış ol­manın kıvancını duyarlar yüreklerinde.
Kendine göre bir faaliyet bulmadan insan mutlu olamaz. Ama bu faaliyet yorucu ya da sıkıcı bir nitelikte değilse. Bir faaliyet beklenen, istenen bir sonuca yönelirse, dürtülerle çelişmiyorsa insana zevk verir. Bir köpek soluğu kesilinceye değin av peşinde koşarken mutludur. Ama hayvanı «ayak değirmeni»ne koşar, yarım saat karnını doyurursanız yiyeceği önüne gelene değin mutlu olmayacaktır. Çünkü değirmen döndürmek doğal bir faaliyet değildir hayvan için. Çağımız insanı da yaşamı boyunca hep buna benzer güçlüklerle karşıkarşıyadır. Bugün uygar bir toplumda bir insan için yapılması gereken şeylerin pek azı 'avlanmak’ kadar doğaldır. Bu yüzden teknik bakımdan ileri bir toplum içinde yaşayanların çoğu mut­luluğu geçimlerini sağladıkları uğraşın dışında aramak zorun­dadırlar. Eğer işleri çok ağır ise yorucu olmayan pasif eğlen­celeri tercih edeceklerdir. Seyredilen bir futbol maçı ya da fil­min verdiği doygunluk nedir ki; üstelik devamlı da değildir, ve hiçbir zaman yaratıcı itileri tatmin etmez. Ama duruma bir de maçta ya da filimde oynayan oyuncuların açısından bakın, onların durumu apayrı bir şeydir.
Çevresi tarafından sayılma isteği ve küçük görülme kor­kusu insanları (ve özellikle kadınlan) içten gelmeyen zoraki bir takım davranışlara sürükler. Her zaman «doğru yolda» olan insanın hayatı sıkıntılıdır çoğu kez. Kibarlığa özenen an­nelerin çocuklarını uslu bir kukla gibi yetiştirerek onlardaki yaşama kıvancını öldürmeleri yürekler acısı bir durumdur.
Yarışmacılığın esas olduğu toplumlarda bireyin iyi bir ad yapmak ya da güçlü bir mevkiye ulaşmak için harcadığı çaba mutluluğunu engelleyen önemli bir öğedir. Başarının mutlu­luk için gerekli olduğunu yadsımıyorum. Birçokları için insa­nın mutluluğu hayattaki başarısına bağlıdır. Ama yalnızca başarıyı mutlu olmak için yeterli bulmayanlar da vardır. Pa­ranız bol olabilir, çevrenizin hayranlığını toplamış olabilirsi­niz, ama eğer hayatta birkaç arkadaş edinememişseniz, ken­dinize göre meraklarınız, içinizden gelen çocuksu bir takım zevkleriniz yoksa mutlu denemez size. Başarı için yaşamak bir çeşit kurama göre yaşamaktır. Kurama göre yaşanan hayat kuru ve sıkıcı olacaktır tabii.
Sağlığı yerinde, karnını yeterince doyurabilen bir insanın mutlu olabilmesi için ilk bakışta çelişir görünen iki şey gerek­lidir: önce temel bir amaç üstüne kurulmuş sağlam bir çatı, bir de «oyun» diyebileceğimiz şeyler-yani belirli bir amaç için değil de sırf eğlencesine yapılan bir takım şeyler. Sözünü etti­ğimiz sağlam çatıyı bir insanın işi ya da ailesiyle olan bağlan­tıları meydana getirmelidir. Eğer bir adam ailesinden nefret ediyor, işini çekilmez derecede sıkıcı buluyorsa ne aile hayatı, ne iş hayatı ona mutluluk verebilir. Ama ara sıra sinir bozucu ya da hoşa gitmeyen şeylere katlanmak da gerekir. Eğer bir insan «oyun» imkanlarından yeteri kadar yararlanabilirse bu gibi duyguların etkisi azalacaktır.
Bana sorarsanız bu mutluluk ötedenberi ince elenip sık do­kuna gelmiştir. İnsanların bir dine ya da bir hayat kuramına bağlanmadan mutlu olamayacağına inanmıştır. Gerçi,, yanlış bir kuram yüzünden mutsuz olanların daha iyi bir kuramı be­nimsemeleri gerekebilir-tıpkı hastalandığımız zaman ilaç al­mamız gerektiği gibi. Ama aslında bir insan ilaç almadan sağ­lıklı, bir kurama bağlanmadan mutlu olabilmelidir. Zaten önemli olan küçük şeylerdir. Eğer bir adam karısını, çocukla­rını gerçekten seviyorsa gecenin, gündüzün birbirini izlemesin­den mevsimlerin değişmesinden kıvanç duyuyorsa felsefesi ne olursa olsun mutlu demektir. Ama karısından nefret ediyor, çocuklarının gürültüsü ona çekilmez geliyorsa, işyeri onun için bir işkence odasından farksızsa, gündüzleri geceyi iple çe­kiyor, geceleri gün ışığının özlemini duyuyorsa gereksindiği şey yeni bir felsefe değil yeni bir hayat düzenidir: değişik bir rejim, daha çok çalışma v.b. İnsan da bir hayvandır, ve mutlu olması-belki buna pek inanmak istemez ama-en çok beden­sel durumuna bağlıdır. Bu çok basit bir çözüm yolu gibi görünüyorsa da ben başka türlüsüne kendimi inandıramıyorum. Bence mutsuz işadamları için hergün yapacakları altı millik bir yürüyüş her türlü felsefeden daha yararlı olacaktır. Sanırım Jefferson da bu düşüncedeydi, ve yine bu yüzden ata binmeyip yürüyerek giderdi gideceği yere. İleride bir gün insanoğlunun otomobili icad edeceğini bilseydi sanırım söyleyecek söz bula­mazdı.
Çağımız bilim bakımından önceki çağlan çok gerilerde bıraktığı halde sağgörü bakımından buna orantılı bir gelişim gösterememiştir. Sanırım bu görüşü paylaşan benim gibi bir­çok kimse vardır. Ama iş «sağgörümün tanımını yapmaya, onu geliştirmenin yollarını belirlemeye gelince görüşler ayrı­lır Ben burada önce sağgörünün ne olduğu sorusunu ele alaca­ğım, sonra da öğretilmesi için neler yapılabileceğini belirtece­ğim.
Sağgörü kavramını meydana getiren çeşitli katmanlar vardır. Bence bunların en önemlisi belirli bir «orantı» anlayı­şıdır, yani bir sorunu bütün öğeleriyle kavrayabilme, bunların her birine gereken değeri verebilme yetisi. Çağımızda erişil­mesi güç bir yeti olmuştur bu. Çünkü bilim o denli ilerlemiş­tir ki bugünün bilim adamı kendisinden beklenen karmaşık ve ayrıntılı bilgiye ulaşmak için çalışmalarını dar bir alanda de­rinleştirerek uzmanlaşmak zorundadır. Örneğin, diyelim ki tıp alanında araştırmalar yapıyorsunuz. Oldukça zor bir uğraştır bu, düşünsel gücünüzün bütününü kapsayacak nitelikte bir uğraş. Buluşlarınızın tıp alanı dışında ne gibi etkiler yapabile­ceğini düşünecek zamanımız yoktur. Modern tıbbın yaptığı gibi çocuk ölümü oranını iyice düşürmeyi başardınız diyelim — hem yalnız Avrupa ve Amerika’da değil, Asya ve Afrika’da da. Bu durum esas amacınızla ilintisiz başka bir takım so­nuçlar doğuracaktır: örneğin besin kaynaklarının yetersiz kalması, dünyanın en kalabalık bölgelerinde hayat düzeyinin düşmesi gibi. Daha korkunç bir örnek verelim — bugün her­kesin aklını kurcalayan bir sorun: Hiçbir çıkar gözetmeden, sırf öğrenmek amacıyla atomun yapısını inceliyorsunuz diye­lim. Buluşlarınızla güçlü  mevkilerdeki birtakım çılgınların eline insan neslini ortadan kaldırmanın imkânlarını da vermiş olursunuz. Bu bakımdan bilim alanındaki çalışmalar sağgörü ile bağdaşmadıkça zararlı olabilir. Kavrayışlı bir görüş anlamındaki sağgörü’den bilim peşinde koşan uzmanlar da yoksun olabilirler.
Aslında yalnızca kavrayışlı bir görüş sağgörü sahibi ol­mak için yeterli değildir. İnsanlığın çabalarını, ereklerini tü­müyle kavrayabilecek bir anlayışa varmış olmak gerekir. Buna tarih alanından bir örnek verebiliriz. Birtakım ünlü tarihçi­ler olguları kendi tutkularının açısından yansıttıktan için ya­rarlı olmaktan çok zararlı olmuşlardır. Örneğin Hegel’in ilk çağlardan başlayıp belirlenmeyen bir geleceğe değin uzanan tarih felsefesi kavrayışlılık bakımından yerilemezdi. Ama ünlü düşünürün tarihten çıkardığı ve okurlarına sunduğu tek bir öz vardı: M.S. 400’den o yana Alman ulusunun en önemli ulus olduğu ve uygarlığın öncülüğünü yaptığı. Her halde sağgörü kavramı yalnızca akıl’ı değil duygu’yu da kapsamalıdır. Bilgisi sınırsız ama duygusu kıt kimseler çok görülmüştür dünyada. Bu kimseler işte benim «sağgörü» dediğim şeyden yoksundur­lar.
Sağgörü yalnız toplum işlerinde değil kişisel hayatta da gereklidir. İnsan hayatta izleyeceği yollan seçmek, kişisel ön­yargılarından kurtulmak için sağgörüsünden yararlanır ancak. Bir amaç peşinde koşmak yüce bir davranış olabilir, ama eğer bu erişilmez bir amaçsa ne denli yüce olursa olsun peşinde koş­mak akıllıca bir davranış sayılamaz. Geçmişte birçok kimse hayatları boyunca Simya taşını ya da hayat iksirini aramışlar­dır. Gerçi bunları bulsalardı insanlığa büyük yararlar sağlamış olurlardı, ama zamanlarını ve hayatlarını boşuna harcamak­tan başka bir şey yapmadılar. Daha basit bir durum ele alalım.
Birbirinden nefret eden Bay A ile Bay B yi düşünelim. Önce Bay A ya gidip «Bay B den niçin nefret ediyorsunuz?» diye soracak olsanız size şüphesiz Bay B de gördüğü yarısı gerçek yarısı asılsız bütün kusurları sıralayacaktır.
Bay B ye gitseniz o da size Bay A için aynı şeyleri söyleyecektir. Bu kez Bay A’ya dönüp «Belki çok şaşıracaksınız ama Bay B de sizin için aynı şeyleri söylüyor dersiniz, Bay B ye de aynı sözleri tekrarlasanız sonunda ne olacağını kestirmek kolaydır. Bay A ile Bay B uğradıkları haksızlık karşısında şaşıracak, birbirlerinden daha da çok nefret etmeye başlayacaklardır. Ama eğer yeteri kadar sabırlıysanız belki biraz uğraşıp ikisini de karşısındakinin her insan gibi kötü yanları olabileceğine, bunu olağan karşılamak gerektiğine, aralarındaki düşmanlığın her ikisi içinde zararlı olduğuna inandırabilirsiniz. Bunu başarabilirseniz biraz sağ­görü aşılamış olursunuz onlara.
Sağgörü’nün özü bence içinde bulunduğumuz zaman ve ko­numun dar çemberinden mümkün olduğu kadar kurtulabil­mektedir. Duyularımızın bencilliğini gidermek elimizde olma­yan bir şeydir. İşitme, görme, dokunma duyulan bedenimizde kökleşmiştirler. Duygularımızın kaynağı da benliğimizdedir. Örneğin yeni doğmuş bir bebek açlık ya da bedensel rahat­sızlık duyabilir — kendi fiziksel durumu dışında hiçbir şey onu etkilemez. Ama yıllar geçtikçe çocuğun çevreni genişler; duy­guları, düşünceleri kişisel niteliğinden uzaklaşmaya, kendi fiziksel durumuyla daha az ilgili olmaya başladıkça aynı oran­da gelişen bir sağgörüye sahip olur. Tabii bu insandan insana değişen bir durumdur. Hiç kimse dünyaya tam olarak nesnel bir görüşle bakamaz — bakabilse bu dünyada yaşayamaz zaten. Ama nesnelliğe doğru devamlı bir ilerleme mümkündür. Bu­nun bir yolu da zaman ve uzay içinde bilgi alanımızı genişle­terek bize uzak olan birtakım gerçekleri kavramak, bunları bi­lincimizde değerlendirmektir. İşte nesnelliğe bu açıdan yönel­mekle sağgörü’ye yaklaşmış oluruz.
Bu anlamdaki sağgörü öğretilebilir mi?
 Öğretilebilirse bu eğitim’in amaçlarından biri mi olmalıdır?
 Ben bu soruların ikisine de «evet» diyeceğim. Pazar günleri kilisede bize komşu­muzu kendimiz gibi sevmemiz gerektiği söyleniyor Oysa geri kalan altı günde koşullar bizi komşumuzdan nefret etmeye zorluyor. Siz buna saçma diye omuz silker, koşulların sizi nefret etmeye zorladığı kimse ya da kimselerin komşunuz olmadı­ğını söyleyebilirsiniz. Ama unutmayınız ki «Komşunu sevmeli­sin» diyen kuralda komşu’ya örnek olarak Samiryeli’den söz edilmiştir. Şimdi artık Samiryelilerden nefret etmediğimiz için bu simgenin anlamı gözümüzden kaçıyor. Bu anlama varabil­mek için Samiryeli’nin yerine Komünist ya da Anti-komünist’i koymalısınız. Buna karşılık siz bana zararlı olandan nefret etmek gerekir diyeceksiniz. Bence gerekmez. Çünkü zararlı olana karşı duyduğunuz nefret sizi de zararlı yapacağı gibi karşınızdakini kötü yolundan çeviremeyecektir. Kötülükten nefret etmek bir bakıma kötülüğe tutsak olmaktır.. Çözüm yo­lu anlayışlılıktadır nefrette değil. Bu sözlerimle tam bir kar­şı koymazlık öğütlemek istemiyorum. Ama kötülüğün yayılmasını önlemek için bir karşı koyma hareketi gerekiyorsa bu ge­niş bir anlayışla çok az zor kullanarak uygulanmalıdır ki ko­rumak istediğimiz değerler yaşayabilsin.
Bu türlü bir görüşün güçlü bir tutumla bağdaşamayacağı iddia edilir. Ama sanırım tarih bize bunun tersini göstermek­tedir. İngiltere’de I. ci Elizabeth, Fransa’da IV. cü Henry herkesin bağnaz Katolik ya da Protestan olduğu bir ortamda yaşadılar. İkiside zamanlarının hatalarına kapılmadılar ve bu yüzden yönettikleri toplumlar üstünde yararlı bir etkileri oldu. Abraham Lincoln benim sağgörü dediğim şeyden bir adım ay­rılmadan koca bir savaşı yönetti.
Sağgörü’nün bir dereceye kadar öğretilebileceğini söyle­miştim. Bu türlü bir sağgörü öğretiminin «ahlâk eğitimi’ne oranla daha belirgin bir düşünsel yanı olmalıdır. Nefret ve dar kafalılığa saplanmış olanlara bunların zararlı sonuçlan üstü­ne bilgi verilmelidir. Ama bu bilgi verme işi sezdirmeden öğ­retim süreci içinde yapılmalıdır. Aslında bilimle ahlâk çok ke­sin bir şekilde ayrılmamalıdır. Gerçi çeşitli uzmanlık alanla­rında gereksinen karmaşık bilginin sağgörü ile pek ilişiği yok­tur. Ama sağgörünün, insan faaliyetleri arasındaki yerini ala­bilmesi için eğitim süreci içinde yapılacak geniş çapta incele­melerle desteklenmesi gerekir. En seçkin uzmanlardan bile iyi birer yurttaş olmaları beklenir Tabii burada yurttaş der­ken belirli bir sınıfı ya da ulusu değil tüm olarak insanlığı be­nimseyen bir dünya yurttaşını anlıyorum.
Bilim ve uzmanlık geliştikçe sağgörü daha da gerekli ol­maktadır, çünkü bu türlü gelişimler amaçlanmışı daha kolay­lıkla gerçekleştirmemizi sağladığı gibi kötülük yapma yetene­ğimizi de arttırır. Dünyamız sağgörüyü, önceki çağlara oranla daha çok gereksiniyor bugün, bilim ilerledikçe bu gereksinme daha da artacaktır.
Zamanımızda felsefenin görevleri sanırım geçmiş çağlardakinden pek farklı değildir. Felsefenin her zaman geçerli olan bir değeri vardır bence, bu da yalnız bir noktada değişik­lik gösterir: bazı çağlar sağgörüden öteki çağlara oranla daha çok ayrılırlar-bu yüzden hem felsefenin yardımını daha çok gereksinirler, hem de felsefenin gösterdiği gerçekleri yadsıma­ya daha bir yatkın olurlar. Çağımız birçok bakımlardan sağ­görüden yoksundur-bu yüzden felsefenin uyanlarından yararlanabilir.
Felsefenin değeri hem düşünce ile hem de duygu ile ilgili­dir; ama bu iki alandaki etkileri sıkısıkıya bağlıdır birbirine. Kuramsal açıdan felsefe evreni bir bütün olarak kavramamıza yardım eder. Duygu açısından felsefe insan yaşamanın amaçlarını değerlendirmemizi sağlar. Ben burada felsefenin hem düşüncelerimiz için, hem de duygulanınız için neler yapabileceğini belirtmeye çalışacağım.
İçinde Bulunduğumuz Zaman ve Ortam
Felsefenin ilk ve en önemli görevi insanın düşünsel imgelenimini geliştirmektir. Hayvanlar ve bu arada insanlar dün­yaya içinde bulundukları zaman ve ortam'ın açısından bakar­lar. Duyularımız çevremizdeki nesneler üstüne karanlıkta ya­nan mum ışığı gibi uzaklaştıkça azalan bir aydınlık yansıtır. Ama biz yaşayan bir varlık olarak her şeyi bulunduğumuz nok­tadan görmek zorundayız.
Bilim bu coğrafi ve kronolojik sınırlan aşmaya çabalar. Fizikte zaman ve uzay içindeki koordinatların konumu belir­li değildir hiç bir zaman. Fizikçinin anlatım vermek istediği gerçekler kendi kişisel görüşü ile hiçbir ilgisi olmayan, Sirius yıldızında ya da Samanyolu dışındaki bir nebula’da yaşayan bir kimsenin bile yadsıyamayacağı evrensel gerçeklerdir.
Yukarıda sözünü ettiğim coğrafi ve kronolojik sınırlardan kurtuluşun belirli birtakım aşamaları vardır. Tarih ve jeoloji bizi içinde bulunduğumuz zamandan, astronomi de içinde bu­lunduğumuz ortamdan uzaklaştırır. Bu konularda az çok bilgi sahibi olan bir insan varlığının zaman ve uzay akımı içinde belirli bir yer tutmasının rastgele ve önemsiz bir olgu olduğu­nu kolayca sezinleyebilir. Düşünsel etkinliği yavaş yavaş be­densel ihtiyaçlarından uzaklaşır. Böylece görüşleri bir genel­lik, açıklık ve güçlülük kazanır. Düşünce alanı bedensel ihti­yaçlarıyla sınırlanmış bir insanın erişemeyeceği bir aşamaya varmış olur.
Bu gerçek bir noktaya kadar bütün uygar ülkelerde kabul edilmiştir. Bir bilim adamından yiyeceğini kendi başına üret­mesi beklenemez-böylece sırf yaşamını sürdürebilmek için uğraşıp çaba harcamak zorunluğundan kurtulmuş olur. İşte bu toplumsal örgütün çalışmasıyladır ki insanlığın kişilik dışı bir görüşe ulaşması bir dereceye kadar mümkün olmaktadır. He­pimiz bedensel ihtiyaçlarımızı yaşamımızı sürdürebilecek ka­dar karşılamağa çalışırız. Ama üstün yetenekleri olan birtakım kimselerin kişisel ihtiyaçlarıyla sınırlanmayan bir duyuş ve düşünüş tarzını geliştirmeleri yararlı görülmüş, bu kimselere çalışmalarını rahatlıkla yürütebilecekleri bir ortam sağlamak gerekmiştir. Bu kişilik dışı duyuş ve düşünüş tarzını geliştir­mek herhangi bir bilim dalını benimsemekle de mümkün ola­bilir; ama her şeyden önce bu aşamaya ulaşmamızı sağlayan, felsefeye özgü o genel, kavrayışlı görüş açısıdır.
Değişik Evren Görüşleri
Geçmişte ünlü düşünürlerin geliştirdiği felsefe sistemleri­ne bakacak olursak görürüz ki belirli bir çeşit imgeleme sahip olan kimselerin beğenip benimsediği birtakım evren görüşleri vardır. Bazı düşünürlere göre evrende varolan yalnızca akıl’dır, fiziksel nesneler yalnızca birer imge’dir. Bazı düşünürle­re göre de evrende maddeden başka bir şey yoktur, ’akıl’ denen şey bir takım nesnelerin garip bir çeşit davranışından ibarettir. Ben şimdi bu değişik evren görüşlerinden herhangi birinin daha doğru ya da, daha iyi olduğunu söyleyecek değilim. Belirtmek istediğim şey bu değişik evren görüşlerini değerlendirme çabalarının akıl’ı geliştirdiğidir. Böylece akıl yeni ve belki de verimli birtakım varsayımlara daha bir açık olacaktır.
Felsefe’nin sağlaması gereken başka bir düşünsel ya­rar daha vardır-ama bu konuda şimdiye değin pek başarılı ol­duğu söylenemez. Felsefe bize insan aklının ne denli yanılma­ya yatkın olduğunu, bilgisi kıt kimselerin gerçek diye inan­dığı birçok şeyin ne denli kuşkulu bir geçerliliği olduğunu kavrayacak bir anlayış aşılamalıdır. Bir çocuğa dünyanın yuvarlak olduğunu söylediğiniz zaman önce buna inanmayacak size dünyanın düz olduğunu, bunu gözleriyle gördüğünü söyleye­cektir.
Benim asıl belirtmek istediğim kuşkulu durumlar dinsel inanç ya da toplum sistemleri gibi önemli konulardaki görüş ve düşüncelerle ilgilidir. Kişilik dışı bir düşünüş tarzına ulaştı­ğımız zaman bağlı bulunduğumuz ulusun, sınıfın ya da din gurubunun en yaygın ve kökleşmiş inançlarına bizden olma­yanların inançlarına baktığımız gibi nesnel gözle bakabilece­ğiz. Sonra göreceğiz ki, en çok içtenlikle inandığımız, güven­le sarıldığımız inançlar çoğu kez doğruluğu hakkında en az kanıt bulunanlardır. Bir gurup insan A ya inanır, bir gurup insan B ye inanırsa, her iki gurupta da ’böylesine saçma ve budalaca bir inanca sahip olduğu için karşı guruptan nefret etme eğilimleri başgösterir.
Bu yanlış eğilimi düzeltmenin tek yolu yargılarımızı her zaman kanıtlara dayanarak vermek, yeterli kanıt bulamadı­ğımız durumlarda ise körü körüne inanmaktan vazgeçmektir. Bu yalnızca dinsel ve siyasal inançlara değil toplumsal gele­neklere de uygulanması gereken bir kuraldır. Antropoloji bize dünya yüzünde aklın alamayacağı kadar sayısız gelenek bulunduğunu, toplumların insan tabiatına aykırı denilebilecek bir­takım alışkanlıkları sürdürebildiklerini gösteriyor. Bu türlü bilgi katı öğretilere karşı en iyi silâhtır özellikle çağımız gibi birbiriyle çekişen öğretilerin insanlığı uçuruma sürüklediği bir ortamda.
Kişilik dışı düşünceyle birlikte kişilik dışı duyguların da ge­lişmesi gerekir ki bu da en azından birincisi kadar önemlidir ve yine onun gibi düşünsel bir görüşün ürünü olmalıdır. İstekle­rimiz duyularımız gibi bencildir. İsteklerimizin bu bencil ni­teliği bilincimizdeki ahlak kavramını etkiler. Her iki durumda da yapmamız gereken şey yaşamaya devam etmek için gerekli olan bedensel ihtiyaçlarımızı karşılamaktan kaçınmak değil buna daha geniş, daha genel, kişisellikten daha arınmış bir şeyler katabilmektir. Örneğin kendi çocuklarını başkalarınınkinden fazla sevmeyen bir insanı övmemiz gerekmez; asıl öv­güyü hak eden kendi çocuklarına karşı duyduğu sevgi yüzün­den daha geniş anlamda bir insancıllığa, iyilikseverliğe yönel­miş olan kimsedir. Boğazına hiç düşkün olmadığı için çok az yemek yiyen adama değil acıktığı zaman duyduğu yemek ihti­yacını göz önünde tutarak açların halinden anlayabilen adama değer vermeliyiz.
Felsefenin duygu alanında sağlaması gereken şeyler dü­şünce alanında sağlaması gereken şeyleTle yakından ilgilidir. Felsefe kişisel hayattan bir şeyler eksiltmemeli, tersine bir şeyler katmalıdır ona. Düşünürün görüş açısı basit bir adamınkine oranla nasıl geniş bir kavrayışa sahipse dileklerinin, il­gilerinin çevreni de aynı oranda geniştir. Buddha’nın dünya yüzünde acı çeken bir tek insan olduğunu bilsem mutlu ola­mam’ dediği söylenir. Gerçi bu ilk bakıştaki anlamıyla aşırı bir tutum sayılabilir, ama benim sözünü ettiğim duyguların evrenselleştirilmesi’ durumunu çok iyi belirleyen bir örnektir. Yalnızca düşüncelerine değil duygularına da. felsefi bir yön verebilmiş olan kimse kendi açısından, kendi yaşantılarına dayanarak iyi ile kötüyü ayırdedecek, hem kendisi, hem de baş­kaları için iyi’yi arayacak, izleyecek, kötü’den kaçınacaktır.
Toplumsal Gelişimin Kökleri
Ahlak bilimi diğer bilimler gibi genel olmalı insan yara­dılışının izin verdiği oranda belirli bir zaman ya da ortam’ın sınırlarından kurtulmalıdır. Ahlâk maxim’lerinin [özdeyis, özlü söz, vecize ] geçerliliğini basit bir kuralla sınayabiliriz. O da şudur: «Bir ahlâk maxim’inde hiçbir özel isim bulunmamalıdır. Burada ’özel isim’ de­nince zaman — uzay akımının belirlenen her hangi bir bölümü anlaşılmalıdır; — yalnızca belirli kişilerin değil dinlerin, ülke­lerin, tarihsel çağların adları da bu kavrama giriyor. Ahlak maximlerinin böyle bir niteliği olması gerektiğini söylerken kuru bir sav öne sürmüyorum. Çünkü yalnızca düşüncede ka­lan cansız bir kuralın davranışlar üstünde çok az etkisi olabi­lir. Oysa ben bu ahlak maximlerinde çok daha etkin, insanla­rın içten gelen istekleri ya da dürtüleriyle bağdaşan, iyimser imgelem’in içinde kökleşmiş bir nitelik bulunması gerektiğini öne sürüyorum. Eğer umutlarınız, ülküleriniz yalnızca kendi benliğinize, ailenize, ulusunuza, sınıfınıza ya da inançlarınıza paylaşan guruplara sınırlanmışsa, bütün sevgilerinizin, iyi duy­gularınızın yanı başında bunlara karşıt birtakım nefretlere, düşmanca duygulara kapılmış olduğunuzu göreceksiniz. İnsan duygularının bu iki-yanlılığı zorbalık, acımazlık, savaş gibi gibi birçok kötülüğe kaynak olagelmiştir. Eğer içinde yaşadığı­mız dünyayı bu kötülüklerden arındırmak gerekiyorsa, insan­lar sevgi, iyi duygu, hoşgörü sınırlarını olduğundan çok geniş tutmayı öğrenmelidirler.
Bu gerçek hiçbir zaman geçerliliğini yitirmemiştir ama şimdi her zamankinden daha belirli bir şekilde ortaya çık­mıştır. İnsanlık elindeki bilimsel ve teknik olanakları kötü yol­da kullanmak bakımından söz birliği etmişçesine birleşmiştir; ama aynı olanakları iyi yollara yöneltmek için işbirliği yapa­cak düzeye henüz erişememiştir. İnsanlar bugün birbirlerini yok etmenin yolunu iyi biliyorlar, ama bir araya gelmenin, iş birliği yapmanın yolunu bir türlü öğrenememişlerdir. Bu konu­daki beceriksizliğimizin kaynağı duygusal yetersizliklerdir: iyi duyguları yalnızca kendi inançlarımızı paylaşanlara yönelt­mek, karşı tutumda olanlardan korkmak ya da nefret etmek bu yetersizliğin örnekleridir.
Elimizdeki olanaklarla dünya çapında yapılacak bir işbir­liği savaşın, yoksulluğun ortadan kalkmasını, insanlığın daha önceki çağlarda görülmemiş bir mutluluk ve refah düzeyine ulaşmasını sağlıyabilir Ama bu gerçek apaçık ortadayken in­sanlar yine de işbirliğini yalnızca kendi gurupları içinde yap­maktan, başka guruplara karşı aşırı bir düşmanlık beslemek­ten ve böylece hayatı kendilerine zehir etmekten vazgeçemi­yorlar. İnsanların kendi iyiliklerini düşünmek, davranışlarını buna göre ayarlamak konusunda gösterdikleri bu saçma ve acı yetersizliğin nedenleri birtakım dış etkenlerden değil kendi yaradılışlarından, duygularından doğmaktadır. Eğer ara sıra gerçekleri bir bilim adamı gibi kişilik dışı açıdan değerlendirebilsek bizi birbirimize düşüren ayrımların, yarışmacılığın özün­de yatan saçmalığı kavrayabilir, bizim yararımıza olan şeyle­rin başkalarının yararı ile uyumlaştığım, başkalarının felâ­keti ile bağdaşmadığını anlardık. İnsanlığın birtakım katı öğretilere bağnazca sarılması zamanımızın en büyük yaralarından biridir. Bu durum her şeyden önce bir düşünsel sakat­lıktır ve daha önce belirttiğim gibi felsefenin bu sakatlığı gi­derici bir etkisi olacaktır. Ama dünyayı saran bu öğreti düş­künlüğünün çoğu kez belirli bir duygusal kaynağı olduğu gö­rülür: Bu da korku’dur. Yalnızca sıkı ve yakın bir dayanışma ile düşmana karşı durulabileceğine, ilkelerden biraz da olsa ayrılmanın Savaş gücünü azaltacağına inanılması... Korkuya kapılmış topluluklar hoşgörüsüz topluluklardır. Bu bakımdan akıllıca bir tutum izledikleri söylenemez. Korku hiçbir zaman mantıklı bir davranış esinlemez insana, tersine çoğu kez kor­kulan şeyin gerçekleşmesini hızlandırır.
Dünyanın büyük bir kısmında yaygın olarak benimsenen mantığa sığmaz öğretiler bu duruma iyi birer örnektirler. Gerçek tehlikeye karşı en iyi savunma yolu felsefe’nin esinleyeceği kişilik dışı duyguları geliştirmektir. Kişilik dışı düşü­nebilme yetisinin belki en güzel örneklerinden birini vermiş olan Spinoza en olumsuz koşullar altında bile soğukkanlılığını yitirmeyen bir insandı. Hayatının son gününde bile çevresin­dekilere karşı sağlıklı zamanında gösterdiği insancıl ilgiyi de­vam ettirebilmişti. Umutları, ülküleri kişisel yaşamının ötesine uzanan bir insan daha sınırlı isteklere bağlanmış bir insanın kapılabileceği korkulardan uzaktır. Böyle bir insan kendisi öldükten sonra da aynı ülkü uğruna çalışacak başka kimsele­rin bulunacağını, geçmişte en büyük felâketlerin bile er geç atlatılmış olduğunu kavrayacak anlayıştadır. İnsanlığı bir bü­tün olarak görebilecek, tarihi insanın doğa’ya köle olmak­tan zamanla kurtuluşunun anlatımı olarak kabul edecektir. Bu aşamaya erişince çılgınca birtakım korkulara kapılmaktan kurtulacak, felâketlere karşı Stoacılarınkine benzer bir daya­nıklılıkla göğüs germesi kolaylaşacaktır. Böyle bir insanın her zaman mutlu olacağını söyleyemem. İçinde yaşadığımız gibisi •bir dünyada her zaman mutlu kalabilmek bütün olanakların dışında bir şey. Ama ne var ki gerçek düşünür bir yıkım karşı­sında diğer insanları sarıveren o şaşkın umutsuzluğa, o çılgın­ca korkuya kapılmayacak bir aşamaya varmıştır.

Kaynak: Bertrand Russell /Denemeler ; çev. Türkan Araz , Haziran 1965 İstanbul


Yüz yıl kadar önce herkesin çok kötü bir insan olarak tanıdığı Jeremy Bentham adında bir filozof yaşadı. Daha çocukken adını ilk duyduğum anı bugüne kadar hiç unutmadım. Bu, Muhterem Peder Sydney Smith’in, Bentham’ın insanların ölmüş büyükannelerinden çorba yapmaları gerektiğini düşündüğü yolundaki sözlerini duyduğum andı. Böyle bir uygulama bana aşçılık yönünden olduğu kadar ahlak yönünden de tatsız gelmişti. Bu nedenle Bentham hakkında kötü bir kanaat edinmiştim. Bu sözlerin, saygıdeğer insanların erdem uğruna söyleme alışkanlığında oldukları sorumsuz yalanlardan biri olduğunu çok sonraları keşfettim. Bundan başka, Bentham’a karşı gerçek suçlamanın ne olduğunu da anladım. Aşağı yukarı şöyle bir şeydi:
“İyi” insanı, iyilik yapan insan olarak tanımlamıştı. Aklı başında bir okuyucunun hemen anlayacağı gibi bu tanımlama gerçek ahlak ilkelerini altüst eden birşeydi. Bir iyiliğin, ondan yararlanan kişiye duyulan sevgiden kaynaklanıyorsa erdemli olmadığını, sadece ahlak kurallarından esinlenmişse erdemli olduğunu ortaya koyan Kant’ın düşüncesi çok daha yücedir. Aynı kurallar, doğaldır ki, ters yönde, acımasız hareketlere de yol açabilir. Erdemli olmanın ödülünün erdemin kendisi olduğunu biliyoruz. Bundan galiba şu sonuç çıkıyor ki, ona katlanmak da onun cezasını oluşturmaktadır. Bu nedenle Kant, Bentham’dan daha yüce bir moralisttir ve erdemi erdem olduğu için sevdiğini söyleyen herkes onun tarafını tutar.
Bentham’ın kendi iyi insan tanımına göre davrandığı doğrudur: çok iyilik yapmıştır. Ondokuzuncu yüzyılın ortalarındaki kırk yıl, İngiltere’nin maddi yönden, fikir ve ahlak yönlerinden inanılmaz ölçüde ilerleme gösterdiği yıllardır. Bu dönemin başlarında, daha önce aristokrasiyi temsil eden Parlamento’yu, orta sınıfı temsil eder duruma getiren Reform Yasası çıkmıştır.
Yasa İngiltere’de demokrasiye doğru atılan adımların en zoru olmuştur. Hemen arkasından da, Jamaica’da köleliğin kaldırılması gibi, başka önemli reformlar gelmiştir. Bu dönemin başında adi hırsızlığın cezası asılarak idamdı. Çok geçmeden ölüm cezası yalnız adam öldürme ve vatana ihanet suçlarıyla sınırlandırıldı. Yiyecek fiyatlarını korkunç sefalete yol açacak ölçüde artıran Hububat Yasaları 1846’da yürürlükten kalktı. 1870’de zorunlu eğitim getirildi. Victoria dönemini kötülemek bugün moda haline gelmiştir; ama ben bizim çağımızın, onların çağının yarısı kadar iyi not almasını dilerim. Ancak şimdiki konumuz bunlar değil. Gelmek istediğim nokta şudur: o yıllardaki ilerlemenin çok büyük bir bölümünün Bentham’ın etkisi sayesinde gerçekleştiği kabul edilmelidir. Geçen yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de yaşayan insanların onda dokuzunun, Bentham olmasaydı yaşayabileceklerinden daha mutlu yaşadıkları kuşku götürmez. Felsefesi öylesine yalındı ki, ona yaptıklarının bir gerekçesi olarak bakmış olabilir. Bizler, şimdiki daha aydın çağımızda, onun fikirlerinin abes olduğunu görebiliriz. Ancak, Bentham’ınki gibi pek de onurlu olmayan bir faydacılık ilkesini reddetme nedenlerine bir göz atmak bizi yüreklendirebilir.
2
Hepimiz “iyi” insandan ne anladığımızı biliriz. İdeal iyi insan içki ve sigara içmez, küfretmez, yalnız erkeklerin bulunduğu bir toplantıda orada hanımlar varmış gibi konuşur, kiliseye aksatmadan gider, her konuda isabetli fikirleri vardır. Haksızlığa karşı derin bir nefret duyar ve Günah’ı cezalandırmanın bizim acı bir görevimiz olduğunu bilir. Yanlış düşünmeye karşı daha da büyük bir nefret duyar ve genellikle orta yaşlı başarılı yurttaşlarının benimsediği görüşlerin isabetli olup olmadığını sorgulayan kişilerden gençleri korumanın bir devlet görevi olduğu kanısındadır. Titizlikle yürüttüğü mesleki faaliyetleri yanında hayır işlerine de hayli zaman ayırır: yurtseverliği ve askeri eğitimi teşvik eder; işçilerin ve onların çocuklarının çalışkan, serinkanlı ve erdemli olmalarını destekleyebilir ve bunu o konulardaki başarısızlıkların gereğince cezalandırılmasını sağlayarak yapar; belki bir üniversitenin mütevelli heyeti üyesidir ve yıkıcı fikirleri olan profesörlere görev vermeyerek eğitime yönelecek saygısızlığı önler. Kuşkusuz, her şeyden çok da, dar anlamıyla “kişisel ahlakı” kusursuzdur.
Bu anlamda “iyi” olan bir adamın, genelde, “kötü” bir adamdan daha çok iyilik yaptığı kuşku götürür. “Kötü” adam ile yukarıda tanımlananın tersi olan adamı kastediyorum. “Kötü” bir adam sigara, arada bir de içki içer; hatta damarına basıldığında ağzını bile bozabilir. Sohbetleri her zaman ağza alınacak türden değildir; güzel havalarda bazı pazar günleri kiliseye gitmek yerine kırlarda dolaşır. Yıkıcı fikirleri de vardır; örneğin, barış istiyorsanız savaşa değil barışa hazırlanmanız gerektiğini düşünebilir. Hatalara karşı tutumu bilimseldir; tıpkı arıza yapan otomobiline olan tutumu gibi. Vaazların ve hapis cezasının, patlak bir otomobil lastiğinin tamirine yararı neyse, kötü alışkanlıkları düzeltmekte de yararının o kadar olduğunu iddia eder. Yanlış düşünce konusunda daha da terstir. Ona göre “yanlış düşünme” sadece düşünme, “doğru düşünme” de sözcükleri papağan gibi tekrarlamaktır. Bu durum, onun her türden garip fikirleri olan kişilere yakınlık duymasına yol açar.
Çalışma saatleri dışında yaptıkları, sadece hoşlandığı şeylerle uğraşmaktan; ya da, daha kötüsü, iktidar sahiplerinin rahatına dokunmayan bazı önlenebilir kötülükler konusunda huzursuzluk yaratıp ortalığı karıştırmaktan ibarettir. Ve hatta olasıdır ki, “kişisel ahlak” konusundaki bazı kusurlarını, gerçekten erdemli olan kişiler gibi özenle gizlemez; kendini, dürüst olmanın iyi bir örnek olmaktan daha iyi olduğu gibi yanlış bir düşünce ile savunur. Sıradan ve saygın bir vatandaşın sözünü ettiğimiz bu niteliklerin bir veya birkaçını taşıyan bir kişi hakkındaki kanaati olumsuzdur; bu nedenle bir hakim, bir öğretmen veya bir vali gibi yetkileri olan görevler almasına izin verilmez. Bu tür işler yalnız “iyi” insanlara açıktır.
Bütün bu durum son zamanlara özgüdür. Cromwell zamanında Püritenlerin kısa süren egemenliği sırasında da durum böyleydi ve onlar tarafından Amerika’ya aşılanmıştı. İngiltere’de tekrar ortaya çıkışı Fransız Devrimi’nden sonra, Jacobinizm’e -yani şimdilerde Bolşevizm diyebileceğimiz şeye- karşı mücadelede yararlı olabileceği düşüncesiyle olmuştur. Wordsworth’ün yaşamı bu değişikliğe bir örnektir.
Gençliğinde Fransız Devrimi’ne yakınlık duymuş, Fransa’ya gitmiş, güzel şiirler yazmış ve evlilik dışı bir kızı olmuştu. Bu dönemde “kötü” adamdı. Daha sonra “iyi” oldu; kızını terketti, doğru ilkeler edindi ve kötü şiirler yazdı. Coleridge de benzer bir değişimden geçmiştir: kötü olduğu zaman Kubla Khan’ı yazdı; iyi olduğu zamanlar da teolojik yazılar.
İyi şiirler yazdığı zamanlar “iyi” olan bir şair örneği bulmak zordur. Dante yıkıcı propaganda yaptığı gerekçesiyle sınır dışı edilmişti. Sonelerine bakarak hüküm verilirse Amerikan göçmen bürosu yetkililerince Shakespeare’e New York’da karaya çıkma izni verilemezdi. “İyi” insanın özünde hükümet yanlısı olması yatar. Bu nedenle Milton, Cromwell’in egemenliği döneminde iyi, ondan önce ve sonraki dönemlerde kötü bir kişiydi; ancak şiir yazması bu önceki ve sonraki dönemlere rastlar -gerçekten de şiirlerinin çoğu bir bolşevik olarak idam edilmekten kıl payı kurtulduğu sonraki dönemde yazılmıştır. Donne, St.Paul Katedrali ruhani meclis başkanlığına getirildikten sonra erdemli oldu; ancak bütün şiirleri daha önce yazılmıştı ve bu nedenle, atanması bir skandala yol açtı. Swinburne gençliğinde, özgürlük için savaşanları öven Songs Before Sunrise (Şafak Öncesi Şarkılar)’ı yazdığı dönemde kötü adamdı; yaşlılığında, aşağılık tecavüzlere karşı özgürlüklerini savundukları için Boerlere oldukça saldırgan yazılar yazdığı zaman ise, erdemli bir kişiydi. Örnekleri artırmaya gerek yok; günümüzde geçerli olan erdem ölçütlerinin iyi şiir üretmekle bağdaşmadığına işaret eden yeterince söz söylenmiş bulunuyor.
Aynı şey başka alanlarda da geçerlidir. Hepimiz biliriz ki Galileo ve Darwin kötü kişilerdi. Ölümünden yüz yıl sonrasına kadar Spinoza’nın çok günahkâr bir adam olduğu düşünülüyordu. Descartes kovuşturmaya uğrayacağı korkusuyla yurt dışına kaçmıştı. Hemen bütün Rönesans sanatçıları kötü insanlardı. Daha hafif konulara gelince, önlenebilir ölümlere karşı çıkanlar mutlaka kötü kişilerdi. Ben Londra’nın bir bölümü çok zengin, bir bölümü de çok yoksul olan bir bölgesinde oturdum. Burada bebek ölümü oranları anormal derecede yüksektir ve zenginler rüşvet veya yıldırma yoluyla yerel yönetimi ellerinde tutarlar. Zenginler güçlerini kamu sağlığı ve bebeklere yardım giderlerini azaltmak; düşük ücretle yarı-zamanlı çalışacak sağlık görevlisi tutmak için kullanırlar. Zenginlerin sofralarının zenginliğini yoksulların çocuklarının yaşamından daha önemli saymayan hiç kimse o yöredeki önemli kişilerin saygısını kazanamaz.
Dünyanın bildiğim her yerinde aynı şey geçerlidir. Bunlara bakarak, iyi bir insanı oluşturan nitelikleri basite indirgeyebiliriz: İyi insan, düşünceleri ve eylemleri iktidar sahiplerine hoş gelen kişidir.
3
Geçmişte kötü oldukları halde maalesef yüceliğe erişmiş olan insanlar üzerinde durmamız hayli üzücü oldu. Şimdi de, daha iç açıcı bir konu olan erdemli insanlara geçelim.
3. George tipik bir erdemli kişiydi. Pitt (1759-1806): 1783-1801 ve 1804-1806 yıllarında başbakanlık yapan İngiliz devlet adamı) ondan katoliklere özgürlük vermesini istediğinde -o dönemde katoliklerin oy hakları yoktu- taç giyme töreninde yaptığı yemine ters düşeceği düşüncesiyle bunu reddetti. Onlara özgürlük vermenin iyi bir şey olduğu gerekçesine uyarak yanılgıya düşmekten haklı olarak kaçındı. Ona göre sorun yararlı olup olmamak değil, soyut olarak “doğru” olup olmamaktı. Amerika’nın bağımsızlık istemine yol açan siyasette onun politikaya müdahalesinin payı büyüktür; ancak müdahalesi her zaman en yüce amaçlardan kaynaklanmıştır. Aynı şey, çok dindar olan ve düşüşüne kadar Tanrı’nın kendi tarafında olduğuna içtenlikle inanmış ve -bildiğim kadarıyla- kişisel kötülüklerden tamamen arınmış bir kişi olan sabık Kaiser için de söylenebilir. Ama yine de, insanların acı çekmesine ondan daha çok yol açmış olan başka bir günümüz insanı bulmak kolay değildir.
İyi insanlar politikacılara bazı yararlar sağlarlar. Bu yararların başında da, başkalarının kuşku uyandırmadan işlerini yürütmelerine olanak veren bir duman perdesi oluşturmaları gelir. İyi insan arkadaşlarının karanlık işler yapabileceğini aklına getirmez; bu onun iyi yönüdür. Halk da bir insanın, iyiliğini kötüleri gizlemek -için kullanabileceğini hiç düşünmez; bu da onun yararlı yönüdür. Kamu gelirlerinin, onları hakeden zenginlerin eline geçmesine itiraz eden dar kafalı halkın söz konusu olduğu her durumda bu iki özelliğin iyi insanı son derece çekici kılacağı ortadadır. Bana söylendiğine göre -ama ben kesinlikle katılmıyorum- iyi insan olan ve bu amaca göre hareket eden bir Amerika Cumhurbaşkanı varmış. İngiltere’de de Whittaker Wright ününün doruğunda olduğu sıralarda, çevresini, erdemleri onun aritmetiğini anlamalarını ve anlamadıklarını farketmelerini önleyen kusursuz soylular doldurmuştu.
İyi insanın işe yaradığı bir başka alan da istenmeyen kişileri skandallarla politikadan uzak tutabilmeleridir. Yüz kişiden doksan dokuzu ahlak kurallarını ihlal eder; ancak bu gerçek, genellikle gün ışığına çıkmaz. Doksan dokuzuncu kişinin yaptığı ortaya çıktığında, yüz kişi içinde gerçekten masum olan bir kişi yürekten duyduğu nefreti dile getirir; öbür doksan sekizi de, kendilerinden de kuşkulanılabilir korkusuyla, onun peşinden giderler. Bu nedenle, hoşa gitmeyen görüşleri olan bir kimse politikaya atılıyorsa, toplumun geleneksel kurumlarını korumayı amaç edinmiş olan kişilerin, açığa vurulduğunda yeni politikacının kariyerini sona erdirecek birşeyler bulana kadar o kimsenin özel yaşamını geriye doğru adım adım kurcalamaları yeterlidir. O zaman üç seçenekleri olacaktır: gerçekleri açıklayarak onun bir utanç bulutu içinde gözlerden uzaklaşmasını sağlamak; veya açıklama tehditleriyle onu politikadan çekilmeye zorlamak; ya da şantaj yoluyla kendilerine iyi bir gelir sağlamak. Bu seçeneklerden ilk ikisi halkı korur; üçüncüsü de halkı koruyanları korur. Bu nedenle her üçü de övülmeye değer; her üçünü de olanaklı kılan iyi insanların varlığıdır.
Şimdi de örneğin zührevi hastalık konusunu ele alalım. Bunun önceden alınacak uygun önlemlerle hemen hemen tamamen önlenebileceği bilinmektedir. Ancak iyi insanların çabalarıyla bu bilgi mümkün olduğunca dar bir alana yayılır ve uygulanmasında her türlü engel yaratılır. Sonuçta günah yine “doğal” cezasına çarptırılır ve yine İncil’in emirleri uyarınca çocuklar babalarının günahlarını çekmeyi sürdürürler. Bunun tersi olsaydı durum ne kadar da korkunç olurdu. Çünkü eğer günah cezalandırılmazsa, yaptıkları günah değilmiş gibi davranacak kadar ahlaksız kişiler ortaya çıkabilirdi; ve eğer ceza masumları da kapsamazsa o denli korkutucu olmazdı. Bu nedenle, bilim adamlarının edindikleri derme çatma bilgilere rağmen, Doğa’nın bizler daha cehalet çağındayken koyduğu katı ceza yasalarının bugün bile işlemesini sağlayan bu iyi adamlara ne kadar minnettar olsak azdır.
Acılara neden olsun veya olmasın, kötü bir eyle”min kötü olduğunu, doğru düşünen herkes bilir. Ancak herkesin salt ahlak kurallarına uygun hareket etmesi olanaklı olmadığına göre, erdemin güvence altına alınması açısından, günahı acının izlemesi çok arzulanan birşeydir. İnsanların günahlara bilim öncesi çağlarda verilen cezalardan kaçınma yollarını öğrenmeleri engellenmelidir. Hayırsever insanlar bizleri bu tehlikeli bilgilerden korumamış olsalar da fiziksel ve zihinsel sağlığın korunması konusunda ne çok bilgi sahibi olabileceğimizi düşünmek beni dehşete düşürüyor. İyi insanlar bir de kendilerini katlettirerek yararlı olabilirler. Almanya Çin’in Shantung eyaletini iki misyonerin orada öldürülmesi sayesinde ele geçirmiştir. Saraybosna’da öldürülen Arşidük sanırım iyi bir insandı; ona ne kadar minnettar olsak azdır! Eğer o şekilde ölmeseydi savaş çıkmayabilirdi; dünya demokrasi için güvenli bir hale gelemezdi; militarizm yıkılmazdı; şimdi de İspanya, İtalya, Macaristan, Bulgaristan ve Rusya’daki askeri despotizmin keyfini çıkarıyor olmazdık.
Şaka bir tarafa, kamuoyunca genellikle kabul gören “iyilik” ölçütleri dünyayı daha mutlu kılmak için düşünülmüş şeyler değildir. Bunun çeşitli nedenleri vardır; başlıcası da gelenektir.
Ondan sonra en güçlü neden olarak egemen sınıfların sahip olduğu, haksız güçler gelir. İlkel ahlak kuralları tabu kavramından çıkmışa benziyor; bunlar başlangıçta tamamen boş-inan durumdaydılar ve tamamen zararsız olan bazı eylemler -örneğin kabile reisinin tabağından yemek yemek- bilinmez yollarla felakete yol açtıkları düşüncesiyle yasaklanmıştı. Yasaklar bu şekilde başladı ve başlangıçta varsayılan nedenler unutulduktan sonra da insanların duyguları üzerinde etkisini sürdürdü. Günümüzde geçerli olan ahlak kurallarının büyük bir bölümü hala bu türdendir: bazı davranış biçimleri, etkilerinin kötü olup olmadıklarına bakılmaksızın, dehşet hissi uyandırırlar. Birçok olayda, dehşet uyandıran bu davranış gerçekten de zararlıdır; öyle olmasaydı ahlak ölçütlerimizi düzeltme gereksinimi daha yaygın kabul görürdü.
Örneğin, uygar bir toplumda cinayetin hoşgörüyle karşılanmayacağı ortadadır; ancak cinayetin yasaklanmasının kökeninde yatan şey, tümüyle boş-inandır. Öldürülen kişinin kanının -veya daha sonra hayaletinin- öç almak isteyeceği ve yalnız suçluyu değil, ona yakınlık gösteren herkesi cezalandıracağı düşünülüyordu. Cinayetin yasaklanmasının boş-inan niteliği şundan da anlaşılıyor ki, belli dini ayinlerle kan suçundan temizlenmek olanaklıydı; başlangıçta bu ayinlerin amacı ise, hayaletin kendisini tanımaması için suçlunun kılık değiştirmesini sağlamaktı. En azından Sir J. G. Frazex’in teorisi böyledir. Pişmanlığın, suçu “arındırmasından” söz ederken yaptığımız mecaz çok eski zamanlarda kan lekelerini temizlemek için yıkama yapılmasından kaynaklanmaktadır. “Suç” ve “günah” gibi kavramların çok eski çağlardaki bu uygulama ile ilişkili duygusal bir kökeni vardır.
Rasyonel bir ahlak kuralı cinayet konusunda bile olaya değişik bir açıdan bakacak; hastalık için olduğu gibi, suç, ceza ve kefaret yerine önleme ve iyileştirme ile ilgilenecektir. Günümüzde ahlak ilkeleri boş-inan ve rasyonalizmin garip bir karışımıdır. Cinayet çok eski bir suçtur; ona uzun yıllar ötesine uzanan nefret ve korkunun oluşturduğu bir sis perdesi arkasından bakarız. Sahtekarlık modern bir suçtur; onu rasyonel bakış açısıyla ele alırız. Sahtekarları cezalandırırız; ama onları, canilere yaptığımız gibi, tuhaf yaratıklar olarak dışlamayız. Teoride nasıl düşünürsek düşünelim, toplumsal yaşamda erdemi, birşeyi yapmak olarak değil, yapmamak olarak algılarız. “Günah” olarak adlandırılan şeylerden kaçınan bir kimse, başkalarının yararına hiçbir şey yapmasa da, iyi insandır. İncil’de telkin edilen tutum kuşkusuz bu değildir: “Komşunu kendini sevdiğin gibi sev” olumlu bir yönergedir. Ancak bütün Hristiyan toplumlarda bu emre uyan kişi kovuşturulur; en azından yoksulluk, genellikle hapis ve bazen de ölümle cezalandırılır. Dünya haksızlıklarla doludur. Ödülleri ve cezaları verecek konumda olanlar da bu haksızlıklardan yarar sağlayanlardır. Ödüller eşitsizlik için çok ustaca gerekçeler bulanlara, cezalar ise ona çare arayanlara verilir. Komşusunu içtenlikle seven bir kimsenin halkın yergisinden uzun süre kaçınabileceği bir ülke bilmiyorum. Fransa da savaştan hemen önce Fransa’nın en iyi yurttaşı olan Jean Jaures öldürülmüş, katil ise, bir kamu hizmeti yaptığı gerekçesiyle, beraat etmişti. Bu çok çarpıcı bir örnektir; ancak bu tür şeyler dünyanın her yerinde olagelmektedir.
Geleneksel ahlakı savunanlar onun kusursuz, olmadığını bazen kabul ederler; ancak herhangi bir eleştirinin ahlakı toptan çökerteceğini ileri sürerler. Eleştiri olumlu ve yapıcıysa bu çöküntü gerçekleşmez; ancak, bir anlık bir zevkin ötesinde birşey için yapılmamış olması koşuluyla. Bentham’a dönersek, o ahlak kurallarına temel olarak “en çok insanın en fazla mutluluğu”nu savundu. Bu ilke doğrultusunda davranan bir kimsenin, yalnız geleneksel kurallara uyan bir kişiye göre çok daha çetin bir yaşamı olacaktır.
Kendisini ezilmişlerin savunucusu yapacak ve böylece güçlülerin düşmanlığına hedef olacaktır. Gücü elinde tutanların saklamak istediği gerçekleri açıklayacak; şefkate gereksinimi olanları ondan mahrum etmek için uydurulmuş yalanları reddedecektir. Böyle bir davranış gerçek ahlakın çöküşüne yol açmaz. Resmi ahlak her zaman olumsuz ve baskıcı olmuştur; “yapmayacaksın” der ve kuralların yasaklamadığı eylemlerin etkisini araştırmaya gerek görmez. Bütün büyük mistikler ve din öğreticileri böyle bir ahlak anlayışına boşuna karşı gelmişlerdir: müritleri onların en açık beyanlarını bile dikkate almamışlardır. Bu nedenle, onların yöntemlerinin büyük ölçüde bir iyileşmeye yol açması pek olası görünmüyor.
Düşünce ve bilimdeki ilerlemenin bu konuya katkısı, sanırım, daha umut verici olacaktır. İnsanlar yavaş yavaş şunun bilincine varacaklardır ki, durumları haksızlık ve nefret temeline dayalı olan bir dünya, mutluluğu yaratma olasılığı en büyük olan bir dünya olamaz. Son savaş az sayıda kişiye bu dersi öğretmiştir; eğer beraberlikle sonuçlanmasaydı daha fazlasını da öğretebilirdi. Bizler için gerekli olan, yaşama sevinci, gelişmenin getireceği mutluluk ve olumlu başarılar üzerine kurulmuş bir ahlaktır; yasak ve baskı temeline değil. Bir insan eğer mutluysa, coşkuluysa, cömertse ve başkalarının mutluluğuna seviniyorsa “iyi” insan sayılmalıdır. Bu durumda, ufak tefek kabahatler pek de önemsenmemelidir. Fakat sömürü ve gaddarlık yoluyla servet kazanan bir kişiye, şimdi “ahlaksız” olarak nitelediğimiz kişiler gibi bakmalıyız; düzenli olarak kiliseye gitse de, kötülükle elde ettiği kazancının bir bölümünü kamu amaçlarına bağışlasa da aynı şekilde değerlendirilmelidir.
Bunu sağlamak için, önemli kişiler arasında hala geçerli olan boş-inan ve baskı karışımı bir “erdem” yerine, ahlak sorunlarına karşı rasyonel bir tutum getirmek yeterlidir. Günümüzde mantıksal düşünce hafife alınmaktadır; ancak ben yine de uslanmaz bir rasyonalist olmakta direniyorum. Mantık belki zayıf bir güç olabilir; ama değişmezdir ve hep aynı yönde işler. Mantıksızlığın kuvvetleri ise boş yere didişerek birbirlerini yok eder. Bu nedenle mantıksızlığın -her taşkınlığı, sonunda mantık yanlılarını güçlendirir ve insanlığın yegane gerçek dostlarının onlar olduğunu tekrar tekrar gösterir.
Sorgulayan Denemeler: Bertrand Russell
Bertrand Russell, Felsefe - Psikoloji - Philosophy, Sorgulayan Denemeler
   



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar