BEYNİN GİZLİ HAYATI (INCOGNITO) İSİMLİ ESERDEN
“Geleceğimizin
Öngörüsüne Sahip Olmak İsteyenlerin Kitabı”
İki türlü insan vardır.
Beynini geliştirenler ve
koruyanlar; Vücudunu geliştirenler ve koruyanlar.
Ne yazık ki ölümsüzlük ve tanrısal
dürtüleri dizginleyemeyen insanoğlu her kapıdan kendine yol bulmaya
çalışmaktadır. Ancak beynin gizemi çözülene kadar çok şeylerin farkına
varılamayacağı kesin gibi görünüyor.
“Can”, “ruh”, “nefis” gibi maneviyatı
araştırmaların ileri seviyeye çıkması için “beyin bilgisi dopingi” ne
ihtiyacımız olduğu kesindir. Aşağıda çok
az bir kısmını paylaşacağım David EAGLEMAN tarafından hazırlanmış
olduğu INCOGNITO
isimli eserde güncel konuları anlamada ve geleceği önceden görmeye ve “farkı
fark eden” olmaya çalışan gayretli kardeşlerimizin başarılarına eklemeler
yapabileceklerdir.
Okuyucularda “yorum” ve “içerik
kalınlaşması”nda faydalı olabileceğinden öncelikle tavsiye ediyorum.
Alıntılara konulan başlıklar
ilginizi çeksin diye tarafımdan konulmuştur.
Çizgi Filmlerdeki Karakterlerin
Gözleri Neden Normalinden Büyük Olarak Çizildi
Yakın
geçmişte yapılan bir deneyde katılımcı erkeklerden, kendilerine gösterilen
farklı kadın yüzü fotoğraflarını çekicilik bakımından değerlendirmeleri
istenmişti. 20 cm x 25 cm boyutlarındaki fotoğraflarda kadınların
yüzleri ya kameraya doğrudan dönüktü ya da kameradan dörtte üçlük bir dönüş
yapmış durumdaydı.
Erkeklerin
farkında olmadığı gerçek ise, fotoğraflarında gözbebeklerinin büyümüş, diğer
yarısında büyümemiş olduğuydu. Katılımcılar tutarlı biçimde gözbebeği
büyümüş kadınları yeğlemişlerdi; ama şaşırtıcıdır ki, kendi kararlarıyla
ilgili herhangi bir içgörüye sahip değillerdi. “Bu fotoğraftaki kadının
gözbebeklerinin diğer fotoğraftakinden 2 milimetre daha büyük olduğunu fark ettim” diyen çıkmamıştı içlerinde. Üzerine parmak
basamadıkları bir nedenden dolayı, bazı kadınlar onlara diğerlerinden daha çekici
gelmişti yalnızca. (sh.5)
Göz Görmez, Beyin Görür
1960’lı yıllarda Wisconsin Üniversitesinde bir
nörobilimci olan Paul Bach-y-Rita, görme engellileri yeniden görüşe
kavuşturmanın yolları üzerinde kafa yormaya başladı. Babası geçirdiği inmeden
sonra yakın geçmişte mucizevi bir iyileşme göstermiş, Paul ise beynin dinamik
biçimde yeniden düzenlenme potansiyeli karşısında büyülenmişti.
Kafasında giderek büyüyen bir soru vardı: Beyin,
bir duyunun yerine yenisini koyabilir miydi?
Bach-y-Rita sonunda görme engellilere dokunsal bir “gösterim”
sunmaya karar verdi. Düzeneğin işleyiş ilkesi şöyle açıklanabilir:
Kişinin alın bölgesine yerleştirilmiş bir video
kameraya gelen video bilgisi, sırtta yer alan ve ufacık titreştiricilerden
oluşan bir dizgeye girdi olacak şekilde dönüştürülür. Böyle bir aygıtı takıp
gözleriniz bağlı halde odada yürüdüğünüzü düşünün. Önce sırtınızın bir bölümünde
tuhaf bir örüntüyle kendini gösteren titreşimler hissedeceksiniz. Titreşimler
sizin kendi hareketinize doğrudan bağlı olarak değişim gösterdiği halde neler
olup bittiğini anlamak size oldukça zor gelecek. Bacağınızı sehpaya vurduktan
sonra ise “bunun görmeyle uzaktan yakından ilgisi yok” diye
düşüneceksiniz. Ama acaba öyle midir gerçekten?
Gözleri görmeyen deney katılımcıları bu
görsel-dokunsal değişim gözlüklerini takıp bir hafta kadar ortalıkta
dolaştıktan sonra, yeni bir ortamda yönlerini bulmada oldukça başarılı hale
gelirler. Sırtlarında hissettiklerini, yönelecekleri doğrultunun bilgisine
çevirebiliyorlardır artık. Ama işin asıl şaşırtıcı yönü bu değildir. Asıl
şaşırtıcı olan, dokunsal girdileri algılamaya; onlar aracılığıyla görmeye
başlamalarıdır. Yeterince uygulama yaptıktan sonra bu dokunsal girdiler,
çevrilmeye ihtiyaç duyan bilişsel bir bilmece olmanın ötesine geçerek, dolaysız
bir duyum haline gelir.
Sırttan gelen sinirsel uyarıların görmeyi temsil
edebildiğine inanmak size güç geliyorsa, kendi görme duyunuzun da aslında tıpkı
bunlar gibi, yalnızca farklı kablolardan geçmeyi seçmiş bulunan milyonlarca
sinirsel uyarıyla taşındığını hatırlayın, yeter. Beyniniz, kafatasının içindeki
sığınağında mutlak bir karanlıkla çevrelenmiştir. Hiçbir şey görmez. Tek
bildiği, bu küçücük sinyallerden ibarettir. Ama siz buna rağmen dünyayı ışık
ve rengin bütün farklı dereceleri ve tonlarıyla algılarsınız. Beyniniz
karanlıktadır, ama zihniniz ışığı kurgulayabilir.
İster gözlerden, ister kulaklardan, ister bambaşka
yerlerden olsun, uyarıların nereden geldiği, beyni hiç mi hiç ilgilendirmez.
Uyarılar, siz nesneleri itip, yerden yere vurup, onlara tekmeler atarken
yaptığınız hareketlerle tutarlı biçimde ilişkilendirilebilir olduğu sürece
beyniniz de görme adını verdiğimiz dolaysız algıyı inşa edebilir.
Bu
türden başka duyusal değiş-tokuşlar da etkin biçimde incelenmektedir. Kaya
tırmanıcısı Eric Weihenmayer’i düşünün: Vücudunu hamlelerle ileri
itip, son derece tehlikeli ve küçük kaya basamaklarına tutunmasını sağlayan
konumlar alarak dimdik kayalıklarda kademe kademe ilerliyor. Kör olması ise
başarısını katlayan bir etken. Weihenmayer, kendisini 13 yaşında kör
bırakan ve retinoşizis adı verilen ender bir göz hastalığıyla dünyaya
gelmişti. Bu durumun dağcı olma düşünü yıkmasına izin vermeyerek 2001 yılında
Everest Dağı’na tırmanan ilk (ve kitabın yayımlandığı tarih itibariyle de tek)
görme engelli dağcı oldu. Artık tırmanışlarını 600 ufacık elektrot içeren ve
Brain-Port olarak bilinen küçük bir levha parçasını ağzında taşıyarak
gerçekleştiriyor. Bu, onun tırmanırken dili aracılığıyla görmesini sağlıyor.
Dil, normalde bir tat alma organı olduğu halde, taşıdığı nem ve yarattığı
kimyasal ortam, yüzeyine karıncalanma duygusu veren bir elektrot levhası
yerleştirildiğinde onu kusursuz bir beyin-makine arayüzü haline getirir.
Levha, video girdisini bir elektriksel uyarı örüntüsüne çevirerek dilin
normalde görme duyusuna atfedilen özellikleri (uzaklık, biçim, hareket
doğrultusu ve boyut gibi) algılamasını sağlar. Bu düzenek, bize gözümüzden çok
beynimizle gördüğümüzü hatırlatır niteliktedir. Başlangıçta Eric gibi görme
engellilere yardımcı olmak üzere geliştirilen tekniğin yeni uygulamalarında dil
levhasına kızılötesi ve sonar girdileri de verilmekte ve böylece dalgıçların
bulanık sularda görmesi, askerlerin de karanlıkta 360 derecelik görüşe sahip
olması sağlanmaktadır.
Eric, dilin bu şekildeki uyarımını başlangıçta
tanımlanamaz kenarlar ve şekiller olarak algıladığını, ancak uyarımı daha derin
bir düzeyde tanımayı hızla öğrendiğini ifade etmişti. Kendisi artık kahve
fincanını rahatlıkla eline alabiliyor, bir futbol topuna vurup kızıyla
karşılıklı paslaşabiliyor. (sh:40-42)
Geleceğin Hava Yollarını
“Beyin+Cihaz” larla Olacaktır.
Motor sinyaller ve duyu sinyallerinin zamanlamasını
yorumlama işi, beynin ortaya sürdüğü bir parti oyunu değildir elbet;
nedensellik sorununun çözülmesinde de çok önemli bir rol oynar. Nedensellik,
aslında ta temelinde zamansal sıralama değerlendirmesine gereksinim duyar: Yaptığım
motor hareket, duyusal uyarıdan önce mi, sonra mı geldi?
Çoklu duyulara açık bir beyinde bu sorunun doğru
biçimde yanıtlanmasının tek yolu, sinyallerle ilgili zamanlama beklentilerini
iyi ayarlanmış biçimde tutmaktır; böylelikle, farklı hızlarla işleyen farklı
duyusal yolların varlığında bile “öncelik” ve “sonralık” kesin biçimde
belirlenebilir.
Zaman algılaması, gerek benim laboratuvarımda gerekse
başkalarında, üzerinde etkin biçimde çalışılan bir alandır; ama burada
vurgulamak istediğim kapsayıcı husus, zaman duygusunun (neyin ne zaman
gerçekleştiği ve ne kadar sürdüğü) beynimiz tarafından oluşturulduğu ve
üzerinde kolaylıkla oynanabildiğidir; tıpkı görmede olduğu gibi.
Öyleyse duyularınıza güvenmek konusunda alacağınız ilk
ders oluşudur:
Siz siz
olun, güvenmeyin.
Bir
şeyin doğru olduğuna inanmanız ya da doğru olduğunu bilmeniz,
onun gerçekten doğru olduğu anlamına
gelmez.
Savaş pilotlarının akıldan çıkarmamaya çalıştığı en
önemli ders “cihazlarınıza güvenin” dir. Çünkü duyularınız size en alçakça yalanları söyleyebilir ve siz kokpit kadranları
yerine bunlara güvenmeyi yeğlerseniz, yere çakılırsınız. Sonuç olarak, biri
size bir daha “Kime inanıyorsun, bana mı, yoksa gözünün gördüğüne mi?” sorusunu
sorduğu zaman, yanıt vermeden önce iyice düşünün.
Ne de olsa “oralarda” olan bitenin çok azının
farkındayız. Beyin, zaman ve kaynaktan tasarruf sağlayan varsayımlarda bulunarak,
dünyayı yalnızca ihtiyacı olduğu kadarıyla görmeye çalışır. Kendimize onlarla
ilgili sorular sormaya başlayana kadar çoğu şeyin bilincine varmadığımızı
anlamaya başladığımız anda, kendi derinlerimize inme yolunda yaptığımız
yolculuğun ilk adımını da atmış sayılırız. Bu noktada, dış dünyada
algıladığımız şeylerin, beynin erişme olanağı bulamadığımız bölgelerince
üretildiğini anlarız.
Bu erişilmez düzenek ve yaşadığımız zengin yanılsama
çeşitliliğiyle ilgili ilkeler, yalnızca görme ve zamana ilişkin temel algılara
değil, birazdan göreceğimiz üzere daha üst düzeydeki işleyişlere de
(düşüncelerimiz, duygularımız ve inançlarımız) uygulanabilir. (sh:54-55)
Dünyanın en iyi tavuk seksörleri Japonlardır. (Seksör:
Hayvanlarda cinsiyet tayini yapan kişi) Civcivler yumurtadan çıktığında
genellikle büyük ticari kuluçkahanelerde hızla erkek-dişi olarak ayrılır.
Cinsler birbirinden farklı beslenme programlarına tabi tutulduklarından,
zorunlu bir uygulamadır bu: Sonunda yumurta üretecek olan dişiler bir programa,
yumurta üretimi sektöründe değer taşımayan ve etlerinden yararlanmak üzere
ayrılıp semirtilen küçük bir bölümü dışında genellikle imha edilen erkekler de
başka bir programa göre beslenir. Sonuçta tavuk seksörünün işi her bir civcivi
eline alıp, konulacağı bölmeyi belirlemek üzere hızla cinsiyetini saptamaktır.
Ancak bu iş, bilindiği üzere olağanüstü zordur, çünkü erkek ve dişi civcivler
birbirinden farksız görünürler.
Yani neredeyse. Japonların icadı olan ve civcivin arka
kısmındaki açıklığın özelliklerine bakarak cinsiyetini tayin eden uzman tavuk
seksörleri, bir günlük civcivlerin cinsiyetini hızla belirleyebiliyorlardı. 1930’lu
yıllardan başlayarak dünyanın dört bir yanındaki kümes hayvanı üreticileri,
tekniği öğrenmek için Japonya’daki Zen-Nippon Civciv Cinsiyet Tayini Okulu’na
seyahat eder olmuştu.
İşin gizemli yanı, kimsenin tekniğin işleyişini tam
olarak açıklayamamasıydı. Yöntem nasıl oluyorsa belli belirsiz görsel ipuçlarına
dayanıyor, ama profesyoneller bile bu ipuçlarının ne olduğunu söyleyemiyordu. Görünüşe
göre, civcivin gerisindeki deliğe bakar bakmaz hayvanı atacakları doğru bölmeyi
biliyorlardı. Profesyonellerin öğrencileri eğitme yöntemleri de
bundan ibaretti. Usta, çırağının yanı başında dikilir ve onu seyrederdi. Öğrenci
ise eline bir civciv alır, hayvanın gerisini inceler ve bölmelerden birine atıverirdi.
Ustanın tek yaptığı geribildirimde bulunmaktı: Evet ya da hayır
diyerek. Bu etkinlikle geçen haftalar sonunda öğrencinin beyni de
ustasınınkinin düzeyine erişirdi; tabii bilinçsizce.
Bu arada okyanuslar ötesinde benzer bir hikâye daha
gelişmekteydi. İkinci Dünya Savaşı sırasında sürekli bombalanma tehdidi
altında yaşayan İngilizler için, gelen uçakları hızlı ve doğru biçimde ayırt
etme gereksinimi doğmuştu. Hangi uçaklar eve dönen İngiliz uçakları, hangileri
bomba atmaya gelen Alman uçaklarıydı?
Bu alanda kusursuz birer “gözcü” olduklarını
ispatlayan bazı uçak meraklıları ordu tarafından hızla görevlendirildi. Bu
kişiler öylesine değerliydi ki, hükümet kısa sürede sayılarını artırabilmek
için kolları sıvadı; ancak sayıları çok az, bulunmaları da çok zordu. Hükümet
bunun üzerine “gözcüleri” diğerlerini eğitmekle görevlendirdi. Zorlu
bir girişimdi bu. Gözcüler izledikleri stratejiyi anlatmaya çalışıyor ancak
başarısız oluyorlardı. Kimse bir şey anlamıyordu; gözcülerin kendileri bile.
Tıpkı tavuk seksörleri gibi, gözcülerin de ne yaptıkları hakkında pek fikirleri
yoktu; doğru yanıtı bir şekilde buluyorlardı, o kadar.
İşe biraz yaratıcılık katan İngilizler, nihayet yeni
gözcüleri başarıyla eğitmenin yolunu buldular: deneme-yanılma geribildirimi.
Acemi gelişigüzel bir tahminde bulunuyor, uzman da evet ya da hayır
demekle yetiniyordu. Sonunda acemiler de, tıpkı akıl hocaları gibi bu
gizemli ve tarifsiz uzmanlıktan nasibini alıyordu. (sh:58-59)
TV Programı Hilelerinden
Kavramlar arasında yapılan basit bir eşleştirme, bir
bilinçdışı ilişkilendirmeyi tetiklemek için yeterlidir. Bunun sonucu, eşleştirmenin
doğru ve tanıdık bir şeyler içerdiği duygusudur. Belirli bir ürünün çekici,
güler yüzlü ve cinsel cazibeye sahip insanlarla eşleştirildiği bütün
reklamların temelinde yatan ilke budur. Aynı ilke George
W. Bush’un reklam ekibinin 2000 yılında Al Gore’a karşı
yürüttüğü kampanyanın da temelini oluşturmuştu. Bush’un 2,5 milyon dolarlık
televizyon reklamında, ekranda görülen “Gore’un reçete-ilaç programı” yazısı
ile birlikte RATS' sözcüğü ekranda bir anda parlayıp sönüyor ve hemen
ardından bunun aslında BUREAUCRATS [bürokratlar] sözcüğünün
devamı olduğu anlaşılıyordu. Reklam yapımcılarının peşinde oldukları -ve
hatırlanmasını umdukları etki ortadaydı. (sh: 66)
Başarıda En Yüksek Seviye Robotik
Düzeneğe Erişmek Midir?
Sporcular hata yaptıklarında antrenörleri genelde “Biraz
kafanı kullan” diye bağırır. Buradaki ironi, profesyonel
sporcuların hedefinin aslında düşünmemek olmasıdır. Binlerce
saatlik çalışma ve eğitim yatırımının amacı, mücadele alevlendiği sırada doğru
manevraların otomatik biçimde, bilincin katkısı olmaksızın yapılabilmesidir.
İlgili becerilerin, oyuncunun devrelerine kazınmak üzere zorlanması
gerekmektedir. Sporcular “sahaya çıktığında” ipleri ele alan, oyunu
hız ve verimle sürükleyen, sahip oldukları iyi eğitimli bilinçdışı düzenektir.
Kalabalık, dikkat dağıtmak için bağırır, ayaklarını gümbürtüyle yere vurur.
Sporcuyu bu arada yönlendiren şey bilinçli düzenekse, hamlesini mutlaka yanlış
yapacaktır. Eğer topu potadan geçirmeyi umuyorsa tek dayanağı ve
tek güvencesi, aşırı eğitimli robotik düzenektir.
Artık bu bölümde edindiğiniz bilgileri, teniste her
zaman kazanacak biçimde kendi yararınıza kullanabilirsiniz. Baktınız ki kaybediyorsunuz,
rakibinize bu kadar başarılı bir servis atmak için ne yaptığını sorun, yeter.
Servisinin mekaniklerine dalıp size anlatmaya çalıştığı an, batmış demektir.
Böylece anlıyoruz ki, işler otomatikleştikçe,
eylemlerimizin özüne bilinç düzeyinde erişme olanağımız da o ölçüde azalıyor.
Ama daha yeni başlıyoruz. Bir sonraki bölümde, bilginin daha da derinlere
nasıl gömülebildiğini göreceğiz. (sh: 74)
Sporculara yakından baktığınızda, kendilerini havaya
sokmak için bazı fiziksel rutinlerden yararlandıklarını görürsünüz. Sözgelimi,
basketbolcular, genellikle topu potaya atmadan önce üç kez zıplatır ve
boyunlarını sola kıvırırlar. Bu ritüeller bir anlamda öngörülebilirlik
sağlayarak kişiyi daha az bilinçli bir duruma getirmek yoluyla rahatlatıcı
etkide bulunur. Tekrarlamalı ve öngörülebilir nitelikteki ritüeller, bazı
dinsel uygulamalarda da aynı amaca hizmet eder. Sözgelimi ezbere dua okumak,
tespih çekmek ya da ilahi söylemek, bilinçli zihnin gürültüsünü azaltmada
yardımcıdır. (sh:214)
Basit Problemler Daha Zor
Çözülür.
Beynimize en köklü biçimde kazınmış içgüdüler,
psikologların yalnızca insana özgü durumları (yüksek bilişsel beceriler gibi)
ya da sorunları (zihinsel bozukluklar gibi) anlamaya daha fazla yönelmeleri
nedeniyle spotlardan uzağa itilmiştir genellikle. Ama en otomatik ve en az çaba
gerektiren (yani özelleşmişlik ve karmaşıklık bakımından en üst düzeydeki
nöral devreleri gerekli kılan) davranışlar, aslında ta başından beri gözümüzün
önündedir: cinsel çekim, karanlık korkusu, empati, tartışma becerisi,
kıskançlık, adalet arayışı, çözüm bulma, ensestten kaçınma, yüz ifadelerini
tanıma... Bu tür davranış ve eylemlerin altında yatan geniş nöral ağlar
öylesine ince bir ayardan geçmiştir ki, gündelik işleyişlerinin farkına bile
varmayız. Ve tıpkı tavuk seksörleri örneğinde olduğu gibi, bu devrelere kazınan
programlara erişmek için iç gözlemden yararlanmaya çalışmak da boşunadır.
Herhangi bir eylemin bilincimizce “kolay” ya da “doğal” olarak
değerlendirilmesi, bu eylemi olanaklı kılan devrelerin karmaşıklığını ciddi
biçimde azımsamamıza neden olabilir. Kolay işler, güçtür aslında: Kanıksama
sonucu doğal saydığımız şeylerin çoğu, sinirsel açıdan karmaşıktır.
Buna bir örnek vermek gerekirse, yapay zekâ alanında
olup bitenleri bir düşünün. Bu alan, 1960’lı yıllarda gerçeğe dayalı bilgiyle
(“at, bir memeli hayvan cinsidir” gibi) baş edebilen programlarda hızlı
ilerlemelere sahne olmuş, ancak bu ilerleme daha sonra yavaşlayarak neredeyse
durma noktasına gelmiştir. Kaldırım kenarında düşmeden yürümek, yemekhanenin
yerini hatırlamak, uzun bir vücudu küçücük iki ayak üzerinde taşımak, bir dostu
tanımak ya da bir espriyi anlamak gibi “basit” problemleri çözmenin çok daha
zor olduğu anlaşılmıştır. Gerçekten de hızlı, etkili ve bilinçsiz biçimde
yaptığımız şeyleri modellemek öylesine zordur ki, bunlar çözülememiş problemler
olarak yerlerini korumaktadırlar.
Herhangi bir durum bize ne kadar bariz ve zahmetsiz
görünürse, yalnızca altta yatan engin devreler ağından dolayı öyle göründüğünden
de o kadar kuşku duymamız gerekir. 2. Bölüm’de gördüğümüz üzere, görme
eyleminin bunca kolay ve hızlı olmasının en geçerli nedeni, karmaşık ve adanmış
bir düzenekçe destekleniyor olmasıdır. Bir şey ne kadar doğal ve
kolay görünürse, gerçekte durum o kadar tersidir”
Şehvet devrelerimiz çıplak kurbağa görüntüsüyle
harekete geçmez çünkü onlarla çiftleşemediğimiz gibi, genetik geleceğimiz ile
de pek alakaları olduğu söylenemez. Ama buna karşılık, ilk bölümde gördüğümüz
üzere bir kadının gözbebeklerinin büyümesi bizi pekâlâ ilgilendirir
çünkü bu tepki cinsel ilgi konusunda önemli bir bilgi yaymaktadır. Sonuçta,
kendi içgüdülerimizden oluşan bir umvvelt içinde yaşar ama onlarla ilgili pek
az şey algılarız; bir balık, içinde yüzdüğü suyu ne kadar algılayabiliyorsa o
kadar. (sh: 90-91)
Kadınların En Başarılı Ve Güzel
Olduğu Zamanlar
Cinsel cazibe ya da çekim duygusu sabit bir kavram
olmayıp, durumun gereklerine göre ayarlamalardan geçer. Hayvanlardaki
kızışma dönemini ele alalım. Neredeyse bütün dişi memeliler, kızışma
döneminde açık sinyaller verirler. Sözgelimi, dişi babunların gerisi parlak
pembeye döner ki bu değişim, şanslı bir erkek babun için yadsınamaz ve karşı
konulamaz bir davettir. Buna karşılık insan türünün dişileri, bütün yıl
boyunca çiftleşebilme konusunda benzersiz olup doğurgan dönemlerini herkese
ilan edecek özel bir sinyal de üretmezler.
Acaba? Kadınların en güzel olduğu dönemin, âdet döngüsü
içinde en doğurgan oldukları döneme, kanamadan yaklaşık on gün kadar öncesine
karşılık geldiği ortaya çıkmıştır..
Bu değerlendirmeyi yapan ister kadın ister erkek
olsun, sonuç her durumda aynıdır; üstelik bu dönemde nasıl davrandıklarının da
konuyla pek ilgisi yoktur çünkü aradaki fark, yalnızca fotoğrafa bakmakla bile
algılanabilir. Bu dönemdeki bir kadının verdiği sinyaller, babunun gerisiyle
verdiği sinyal kadar bariz değildir elbette, ama sinyalin biraz olsun
okunabilir olması, onunla aynı odadaki erkeklerin güdümlü bilinçdışı
mekanizmalarını harekete geçirmeye yeter de artar bile. Sinyaller bu devrelere
ulaşabiliyorsa, görev tamamlanmış demektir. Sinyaller, başka kadınların
devrelerine de ulaşabilir bu arada: Kadınlar, belki de eş bulmak için
girişilen kavgada rakiplerinin durumunu değerlendirmeye olanak sağladığı için,
diğer kadınların döngülerine karşı epeyce duyarlıdır. Doğurganlığın ipuçlarının
neler olduğu henüz açıklık kazanmış değildir. Kulakların ve memelerin
yumurtlamaya yakın günlerde daha simetrik hale gelişi ve bazı ten
özelliklerinin (cilt tonu yumurtlama döneminde biraz açılır) bu ipuçları
arasında yer aldığı düşünülmektedir. Ama ipuçları ne olursa olsun, bilinçli zihnin
hiçbirine erişimi olmasa da, beynimiz bunları kavramaya programlanmıştır.
Zihin, yalnızca arzunun güçlü ve açıklanamaz çekim gücünü hisseder.
Yumurtlama ve güzelliğin etkileri, yalnızca laboratuvarda
değil, gündelik yaşam içinde de ölçülebilir. New Mexico’da yakın geçmişte
yapılan bir çalışmada, yerel striptiz kulüplerindeki dansçıların aldıkları
bahşişin kadınların âdet döngüleriyle ilişkili olup olmadığı
değerlendirilmişti.
Doğurganlığın
zirveye çıktığı günlerde dansçılar saatte ortalama 68 dolar bahşiş kazanırken,
bu ortalama kanama dönemlerinde 35 dolara düşmüştü. Aradaki günlerin
ortalaması ise 52 dolardı. Bu kadınlar büyük olasılıkla bütün ay boyunca flört
davranışları sergilemişken, doğurganlık durumlarındaki değişim, beklentiyle
dolu müşterilerine vücut kokusu, ten rengi, bel/kalça oranı, hatta özgüven
değişimi biçiminde yansımaktaydı. İlginçtir ki, doğum kontrol hapı kullanan
striptizcilerde bu açıdan herhangi bir zirve değer saptanmamış, bu kadınların
aylık kazancının saatte ortalama 37 dolarla kaldığı ortaya çıkmıştı (hap
kullanmayanlardaki ortalama 53 dolara karşılık). Daha az kazanmalarının nedeni
tahminen, hapların erken gebelik dönemine özgü hormonal değişimlere, dolayısıyla
da dışa vuran göstergelerde değişimlere neden olması ve bu tür kulüplerin
müdavim Kazanovalarına artık o kadar da ilginç gelmemeleri olabilir.
Peki, bu araştırma bize ne anlatıyor?
Öncelikle, mali yönden endişe duyan striptizcilerin
doğum kontrol haplarından kaçınıp yumurtlamanın hemen öncesinde mesai
saatlerini ikiye katlamaları gerektiğini. Ama asıl önemlisi, kadın (ya da
erkek) güzelliğinin beyin devreleri tarafından önceden düzenlenmiş olduğudur.
Bu programlara bilinçli olarak erişemez ve onları ancak dikkatle tasarlanmış
çalışmalarla ortaya çıkarabiliriz. Bu arada beynin, devreye giren ipuçlarını
algılamada oldukça başarılı olduğunu da not edelim. Tanıdığınız en güzel insana
geri dönecek olursak da, farz edin ki, iki gözü arasındaki mesafeyi, burun
uzunluğunu, dudak kalınlığını, çene biçimini vb. belirlediniz. Bunları
çekicilik bakımından ortalama bir insanın değerleriyle karşılaştırsaydınız,
aradaki farkın belli belirsiz olduğunu görürdünüz. Bu iki insan, bir uzaylıya
ya da Alman kurduna bu açıdan ayırt edilemez gelir; nasıl ki uzaylılar ya da
Alman kurtlarının çekici olan ve olmayanları size ayırt edilemez geliyorsa.
Ancak kendi türünüzün bireylerinde görülen ufak tefek farkların beyniniz
üzerindeki etkisi büyüktür. Sözgelimi, kimileri kısa şort giymiş bir kadının
görüntüsünü büyüleyici bulurken, kısa şort giymiş bir erkek, onlara itici
gelir; oysa geometrik bakımdan iki görüntünün birbirinden farkı pek azdır.
Üstü kapalı ya da incelikli ayrıntılar temelinde ayrım
yapabilme becerimiz son derece gelişkindir, çünkü beynimiz eş bulma ve eş
seçimi gibi keskin tanımlı işleri yerine getirmek üzere düzenlenmiştir. Bütün
bunlar, bilinçli farkındalık yüzeyinin altında gerçekleşir, bizler yalnızca
yüzeyin üzerine ulaşmayı başarabilen o tatlı duyguların keyfine varmakla
kalırız. (sh:95-97)
Koku Deyip Geçmeyin (Kötü Parfüm
Kullanmayın!!!!)
Bunun yanıtını kimse bilmese de yakın geçmişte yapılan
bazı çalışmalar, insan burnunun iç yüzeyini döşeyen dokuda, farelerin
feromonlar aracılığıyla gerçekleştirdikleri haberleşmede rol oynayan
reseptörlerin benzerlerinin bulunduğunu ortaya koymuştur. Reseptörlerin
işlevsel olup olmadığı kesinlik kazanmış değilse de, davranışa odaklı araştırmalar
olumlu yönde ipuçları vermektedir. Bern Üniversitesinde yapılan bir çalışmada
kız ve erkek öğrencilerde MHC ölçümleri yapıldıktan sonra erkeklere ter emici
pamuklu tişörtler dağıtıldı. Daha sonra laboratuvara dönen kız öğrenciler,
burunlarını tişörtlerin koltukaltı bölgesine daldırarak hangi vücut kokusunu
yeğlediklerini belirttiler. Sonuç: Onlar da, tıpkı fareler gibi MHC’leri
kendininkilere benzemeyen erkekleri tercih etmişlerdi. Açık ki, burnumuz da
tercihlerimizi etkilemekte ve yine üreme görevini bilincin radarına
yakalanmaksızın yerine getirmektedir.
İnsan feromonları, üreme dışındaki durumlarda da
görünmez sinyaller taşıyor olabilir. Örneğin, yenidoğanların temiz bezlerden
çok, annelerinin memelerine sürülmüş bezlere yönelmeleri, olasılıkla
algıladıkları feromonal işaretlerden kaynaklanmaktadır. Kadınlarda âdet döngüsü
süresinin de bir başka kadının koltukaltı terini kokladıktan sonra
değişebildiği düşünülmektedir.
Feromonların sinyal taşıdığı açık olmakla birlikte,
insan davranışlarını ne ölçüde etkileyebildiği bilinmiyor. Bilişsel durumumuz
öylesine çok katmanlıdır ki, bu tür işaretlerin oynadığı rol önemini iyiden
iyiye yitirmiştir. Ama oynadıkları rol ne olursa olsun, en azından beynin
sürekli bir evrime tabi olduğunu hatırlatırlar bize. Çünkü bu moleküller
miadını doldurmuş miras yazılımların varlığını gözler önüne serer. (sh:98)
İçkinin Yasaklanması İnsanı
Korumak İçindir
Yunan şairi Mytileneli Alcaeus’un popüler deyişi En oino âletheia
(Şarapta gerçeklik vardır), Romalı âlim Yaşlı Plinius tarafından
In vino veritas biçiminde tekrarlanmıştı. Babil’in Talmud metinleri
de benzeri bir ifade içerir: “Şarap içeri girince, sırlar dışarı çıktı.” İzleyen
bölümlerde ise “Bir insan üç şeyle ele verir kendini: şarap kadehi,
cüzdanı ve gazabıyla” sözleri çıkar karşımıza. Romalı tarihçi Tacitus,
yalanı önlemek amacıyla Germen halklarının konsey toplantıları sırasında
mutlaka alkol aldığını yazar. (sh:105) (Bazı Siyasi partilerin kamp
uygulamaları altında milletvekillerini etkilemeleri ve bu şekilde sırlarını
çözmeleri veya daha değişik uygulamalar, ilaçlar ve gizli sinyallerle
mankurtlaştırıldığı düşünmekten kendimizi alamıyoruz.)
Politikacıların Yorumlarındaki
Matematik Hesabının Doğrusunu Nasıl Anlarız?
Akılcı ve duygusal sistemler arasındaki çatışma,
felsefecilerin “vagon açmazı” (“trolley
dilemma”) olarak adlandırdıkları durumla açıklanabilir. Şöyle bir senaryo
düşünün: Bir tren vagonu, kontrolden çıkmış, raylarda hızla ilerliyor, epeyce
aşağıda ise beş işçi ray onaranıyla uğraşmakta. Sizse yakından geçiyorsunuz ve
hepsinin öleceğini hemen anlıyor ama bu arada yanı başınızdaki makasa müdahale
ederek vagonu tek bir kişinin öleceği biçimde yönlendirebileceğinizi de fark
ediyorsunuz. Ne yaparsınız? (Soruda herhangi bir tuzak ya da gizli bilgi
olmadığını varsayın.)
Eğer siz de çoğu insan gibiyseniz, müdahalede bir an
bile tereddüt etmezsiniz: Bir kişinin ölmesi, beş kişinin ölmesinden iyidir
nasılsa, değil mi? Evet, doğru bir seçim.
Şimdi açmaza ilginç bir ekleme yapıyoruz: Aynı vagon
yine aynı raylardan geçiyor ve yine aynı beş kişi tehlikede. Ancak bu sefer
siz, rayların üzerinden uzanan köprüde bir izleyicisiniz ve yakınlarınızda da
çok şişman bir adam var. Fark ediyorsunuz ki eğer onu aşağı iterseniz, vücudu
treni durdurup o beş işçiyi kurtarmaya yetecek irilikte. Peki onu iter
misiniz?
Eğer çoğu
insan gibiyseniz, masum bir insanı öldürmek fikri sizin de tüylerinizi diken
diken edecektir. Ama durun bir dakika. Bunu, bir önceki seçiminizden farklı
kılan nedir ki? Yaptığınız şey, yine beş yaşama karşılık bir yaşamı feda etmek
değil mi? İşin aritmetiği, iki durumda da aynı değil mi?
Bu iki olgu arasındaki fark tam olarak nedir? Kant
geleneğini izleyen felsefeciler, farkın, insanların nasıl kullanıldığında
yattığını savunur. Birinci senaryoda yaptığınız, kötü bir durumu (beş kişinin
ölümü) daha az kötü bir duruma (tek kişinin ölümü) indirgemekten ibarettir.
İkincisinde ise, köprüdeki adamı belirli bir amaca hizmet eden bir araç olarak
kullanmaktasınızdır. Bu, felsefe literatüründe popülerlik kazanmış bir
açıklamadır. Ama ilginç biçimde, insanların seçimlerinde yaptıkları bu dönüşü
anlamaya yarayacak, daha beyin merkezli bir yaklaşım da olabilir.
Joshua Greene ve Jonathan Cohen adlı
nörobilimciler tarafından önerilen alternatif yoruma göre iki senaryo
arasındaki fark, bir insana “dokunmak”, yani onunla yakın mesafeden
etkileşim kurmakla ilgilidir. Aynı soru, köprüdeki adamın, bir düğmeye
bastığınızda açılan bir kapak yoluyla aşağı düşmesini olası kılacak biçimde
kurulduğunda, oyunu adamın düşmesi yönünde kullanan epeyce kişi çıkar. Adamla
yakın temasta bulunma düşüncesi, bir nedenle insanları onu ölüme itmekten
caydırmaktadır.
Neden mi?
Çünkü bu
tür bir kişisel etkileşim, duygusal ağları harekete geçirir; problemi soyut,
kişiler üstü bir matematik problemi olmaktan çıkarıp kişisel ve duygusal bir
karara dönüştürür.
Beyin görüntüleme teknikleri, vagon problemini düşünen
insanlarda şu bulguları ortaya çıkarmıştır: Köprü senaryosunda, motor
(hareketle ilgili) planlama ve duygularla ilgili alanlar etkinleşirken, makas
senaryosunda etkinleşen beyin bölgeleri, akılcı düşünmede rol oynayan
bölgelerden ibarettir. İnsan, birini itmek zorunda kaldığında duygusal
bakımdan hareketlenir ama yalnızca bir kaldıracı hareket ettirmek durumunda
kaldığında beyni Uzay Yolu'ndaki Mr. Spock’ınkinden farksız çalışır.
Beyindeki duygusal ve akılcı ağlar arasındaki çekişme,
Alacakaranlık Kuşağı dizisinin eski bölümlerinden birinde
oldukça iyi biçimde gözler önüne serilir. Hatırladığım kadarıyla öykü
şöyleydi:
Paltolu bir yabancı, bir adamın kapısında belirir ve
ona bir teklifte bulunur: “İşte üzerinde tek bir düğme bulunan bir kutu.
Tek yapman gereken, bu düğmeye basmak. Bunu yaparsan sana bin dolar vereceğim.”
“Peki, düğmeye bastığımda ne olacak?” diye sorar
adam. Yabancı yanıtlar:
“Düğmeye bastığında çok uzaklarda, hiç tanımadığın
biri ölecek.” Adam bütün gece, içine düştüğü bu ahlaki açmazdan
dolayı kıvranır. Düğmeli kutu mutfak masasının üzerinde öylece durmaktadır.
Kutuya uzun uzun bakar, çevresinde döner durur. Alın ter içinde kalmıştır.
Nihayet, içinde bulunduğu berbat mali durumu da
değerlendirmeye kattıktan sonra kutuya doğru atılır ve düğmeye basar. Hiçbir
şey olmaz. Ortalık sessizdir, sıradan bir hava hüküm sürmektedir.
Derken biri kapıya vurur. Paltolu yabancıdır gelen.
Adama parasını verir ve kutuyu alır. “Bekle” diye bağırır adam
arkasından. “Şimdi ne olacak?”
Yabancı yanıtlar: “Kutuyu alacağım ve sıradaki
kişiye vereceğim. Çok uzaklarda, hiç tanımadığın birine.”
“Şimdi Al” ile “Sonra Alın” Farkı
ile Kurulan Düzen
Öykümüz, kişisellik taşımayan bir tavırla düğmeye
basmanın kolaylığını vurgular. Adamdan istenen, eğer birine elleriyle saldır
seçimini o anda alabileceği 100 dolar yönünde yapmayı yeğlemişti. Bir on dolar
fazlası için koca bir hafta daha beklemeye değmezdi.
Araştırmacılar, daha sonra soruda küçük bir değişiklik
yaptılar: Size bundan 52 hafta sonra 100 dolar ya da 53 hafta sonra 110 dolar
vermeyi teklif etsem, hangisini seçerdiniz? Katılımcıların çoğu bu sefer
seçimlerini 53 haftalık bekleme süresi lehine değiştirdi. Burada dikkat
edilecek nokta, her iki senaryoda da fazladan bir haftalık bekleme süresinin
fazladan bir 10 dolar kazandırıyor olması. Öyleyse seçimlerin tersine dönerek önce
bir tanesinde, sonra diğerinde yoğunlaşmasının nedeni ne olabilir?
Bu durum, Sam McClure ve Jonathan Cohen adlı
nörobilimciler ile meslektaşlarına yeni bir fikir verdi. Seçimlerin tersinmesi
problemini, beyindeki çoklu rakip sistemler ışığında yeniden ele alan
araştırmacılar, gönüllülerden, bir beyin görüntüleme cihazıyla tarandıkları
sırada “ya hemen şimdi al ya da daha sonra daha fazlasını al” türünden
ekonomik kararlar vermelerini istediler. Amaçları, biri ânında
ödüllendirilmeyle, diğeri daha uzun dönemli akılcılıkla işleyen iki sistem
bulmaktı. Bu iki sistem birbirinden bağımsız olarak çalışıyor ve birbiriyle
çarpışıyor idiyse, bu durum verileri pekâlâ açıklayabilirdi. Sonuçlar, anlık ya
da kısa dönemli ödüllerin seçilmesinin gerçekten de duygularla ilgili bazı
beyin bölgelerini ciddi biçimde etkinleştirdiğini göstermekteydi. Bu alanlar,
alkol bağımlılığı gibi dürtüsel davranışlarla ilişkiliydi. Buna karşılık, daha
büyük getirisi olan, daha uzun dönemli ödüllerin seçildiği durumlarda
etkinleşen alanlar, korteksin üst düzey bilişsel işlevler ve düşünmeyle ilgili
yan (lateral) bölgeleriydi. Bu yan alanlardaki etkinlik ne kadar fazlaysa,
katılımcı da ödülü ertelemeye o kadar niyetliydi.
2005 ile 2006 yılları arasına karşılık gelen bir
dönemde, ABD’de emlak sektöründe büyük bir kriz patlak
vermişti. Sorun, son zamanlardaki ipotek işlemlerinin yüzde
80’inin değişken oranlı krediye bağlanmış olmasıydı. Bu yüksek risk faizli
kredilere imza atan borçlular, daha yüksek ödeme oranları karşısında kendilerini
bir anda köşeye sıkışmış bulmuşlardı. Borçlarını ödeyemeyenlerin sayısı hızla
artıyordu. 2007’nin sonlarıyla 2008 arasında ABD’de f haciz yoluyla el konulan
evlerin sayısı bir milyona yaklaşmış, ipotek teminatlı menkul değerler, büyük
oranda ve hızla değer kaybetmişti. Tüm dünyada kredi almak güçleşmişti artık.
Ekonomik çöküş yaşanıyordu.
Tüm bunların beyindeki rakip sistemlerle ne ilgisi
var? Yüksek risk faizli ipotek teklifleri, aslında “şimdi
istiyorum” sisteminden faydalanmaya son derece uygun hale getirilmişti: Bu
muhteşem evi, çok düşük geri ödeme oranlarıyla şimdi alın, arkadaşlarınızı ve
ailenizi etkileyin, düşünebileceğinizden çok daha rahat yaşayın. Değişken
oranlı ipotek faizi bir ara yükselecektir, doğru, ama bilinmeyen bir gelecekte
ve buna daha çok zaman var. Kredi veren bankalar, anlık ödül devrelerine
böylece doğrudan bağlanarak, Amerikan ekonomisini neredeyse tümüyle
hortumlamayı başardılar. Ekonomist Robert Shiller’in bu ipotek krizinin
başlangıcında söylediği gibi bu tür tartışmalı mali balonların nedeni “en
çok da fiyatların yükselişe geçtiği dönemde ortaya çıkan, gerçeklere bağışık,
bulaşıcı bir iyimserlik” idi. “Bu balonlar aslında temelde toplumsal
olgulardır” diye sürdürüyordu sözlerini Shiller; “ve bunlara yakıt sağlayan
psikolojiyi anlayıp onunla baş etmeye çalışana kadar da oluşmaya devam
edeceklerdir.”
“Şimdi istiyorum”a dayalı pazarlıklara ilişkin
örnekler aramaya başladığınızda, bunları her yerde görmeye başlarsınız. Kısa
süre önce tanıştığım bir adama, öldükten sonra vücudunu bir üniversitenin tıp
fakültesine bağışlaması karşılığında üniversitesi öğrencisiyken 500 dolar para
ödenmişti. Anlaşmayı kabul eden öğrencilerin hepsinin ayak bileğine, ilgili
hastaneyi belirten bir dövme yapılmıştı. Tıp fakültesi için kolay bir satış
olmuştu bu: 500 dolanın üzerinde şöyle yazıyordu: “Noel Kulübü’müze Katılın,
Paranız Ona En Çok Gereksinim Duyduğunuz An Elinizde Olsun.”)
Peki ama Noel kulüpleri neden bu kadar tuttu?
Müşteriler kendi paralarını yıl boyunca kendileri
kontrol etseler daha iyi faiz kazanabilir ya da ortaya çıkan fırsatlara yatırım
yapabilirlerdi. Herhangi bir ekonomist, onlara kendi sermayelerini elde
tutmaları tavsiyesinde bulunabilirdi. Öyleyse bu insanlar neden bile isteye
bir bankadan paralarını almasını talep ettiler; hele de bu kadar kısıtlama ve
parayı erken çekmeleri halinde ödenecek bir tutar da varken?
Sorunun yanıtı açık: İnsanlar istiyordu ki, birileri
onları para harcamaktan alıkoysun.
Para kendilerinde kalırsa, kısa sürede yiyip
bitirmeleri olasılığının yüksek olduğunu biliyorlardı. Birçok kişi artık Noel kulüplerinin yerine ABD Gelir
İdaresi’ni (Internal Revenue Service) kullanıyor: Maaşlarında yapılan daha
fazla kesinti sayesinde, Gelir İdaresi yıl boyunca paralarının daha büyük bir
oranını elinde tutabiliyor ve bu insanlar bir sonraki Nisan ayında posta
kutularında bir çek bulmanın mutluluğunu yaşıyorlar. Havadan gelivermiş gibi
görünen bu para, aslında kendi paraları. Yine de, fazla paranın yıl içinde
ceplerinde delik açacağı sezgisine kapılanlar, bu yolu seçer. Çünkü
kendilerini dürtüsel kararlardan koruma sorumluluğunu başkasına devretmek, daha
cazip bir seçenektir onlar için.
(sh:118-122)
Suçlu Kim?
Charles Whitman, 1966
Ağustosunun sıcak ve nemli ilk gününde, kendisini Austin’deki Teksas
Üniversitesi kulesinin en üst katına götürecek olan asansöre bindi. Yirmi beş
yaşındaki genç, daha sonra bir bavul dolusu silah ve cephaneyi de peşinden
sürükleyerek üç kat merdiven çıktı ve gözlem alanına ulaştı. Burada önce silahın
dipçiğiyle danışma görevlisini öldürdü, ardından merdiven aralığından çıkmakta
olan iki turist ailesine ateş açtı, en sonunda da aşağıdaki insanlara
gelişigüzel ateş etmeye başladı. Vurduğu ilk kadın hamileydi. Ona yardım etmek
için koşanlar da Whitman’ın silahından nasibini aldı. Ve sonra da sokaktaki
yayalar ve onları kurtarmaya gelen ambulans şoförleri.
Whitman, bir gece öncesinde daktilonun başına geçmiş
ve bir intihar notu yazmıştı:
Kendimi
şu günlerde tam olarak anlayamıyorum. Aklı başında ve zeki bir genç olarak
tanınmaktayım. Ama son zamanlarda (ne zaman başladığını hatırlayamıyorum)
birçok sıra dışı ve mantıksız düşüncenin kurbanı olmuş durumdayım.
Saldırının haberi yayılırken Austin’deki bütün polis
memurları da yerleşkeye yönlendirildi. Birkaç saat sonra üç memur ve hızla
görevlendirilen bir vatandaş merdivenleri çıkmayı ve Whitman’ı gözlem alanında
öldürmeyi başardı. Whitman hariç on üç kişi öldürülmüş, otuz üç kişi de
yaralanmıştı.
Ertesi gün bütün manşetlerde Whitman’ın saldırısı
vardı. Polis, ipucu bulmak için evine gittiğinde ise, tablonun göründüğünden de
ağır olduğu ortaya çıktı: Whitman, saldırı gününün çok daha erken saatlerinde
önce annesini, ardından da uykusunda bıçaklamak suretiyle karısını öldürmüştü.
Bu ilk cinayetlerden sonra intihar notuna geri dönmüş ve bu sefer el yazısıyla
devam etmişti.
Karım Kathy’yi bu gece öldürmeye, ancak üzerinde çok
uzun süre düşündükten sonra karar verdim. ... Onu çok seviyorum, ayrıca her
erkeğin düşlediği türden, çok iyi bir eş de oldu bana.
Bunu yapmama neden olacak mantıklı hiçbir neden
gelmiyor aklıma. ...
Cinayetlerin yarattığı şokun yanında, daha gizli, yeni
bir sürpriz de vardı: sapkınca davranışlarıyla sıradan kişisel hayatının üst
üste binmişliği. Eski bir izci olan Whitman, deniz piyadesi olarak çalışmış,
ardından da banka memurluğu yapmıştı. Austin İzcileri 5. Grup izci başılığı
için gönüllü de olan Whitman’ın çocukluğunda Stanford Binet zekâ testinden
aldığı 138 puan ise, onu ilk yüzde 0,1’lik dilime yerleştirmişti. Bu nedenle
Teksas Üniversitesi kulesinde ayrım gözetmeksizin gerçekleştirdiği kanlı
saldırının ardından, herkes bir açıklama bekler olmuştu.
Aslına bakılırsa, Whitman’ın da beklediği buydu.
İntihar notunda, beyninde bir şeylerin değişikliğe uğrayıp uğramadığını belirlemek
üzere kendisine otopsi yapılması isteğinde bulunmuştu; çünkü kendisi de bundan
kuşkulanmaktaydı. Saldırıdan birkaç ay önce günlüğüne şöyle yazmıştı:
Bir
keresinde bir doktorla iki saat kadar konuşup, ona çok güçlü biçimde
hissettiğim şiddet duygusunun altında ezildiğimi anlatmaya çalıştım. O
seanstan sonra Doktor’u bir daha görmedim. O zamandan beri bu zihinsel
çalkantıyla tek başıma mücadele etmekteyim ve görünen o ki, hiçbir yararı yok.
Whitman’ın cesedi morga götürüldü, kafatası kemik
testeresiyle açıldı ve beyin çıkarıldı. Otopsi incelemesini yapan doktor,
beyinde bozuk para büyüklüğünde bir tümör buldu. Gliyoblastom
adı verilen bu tümör, talamus denilen yapının alt kısmından çıkıp hipotalamusa
uzanıyor ve amigdala olarak bilinen üçüncü bir yapıyı sıkıştırıyordu.
Amigdala, özellikle de korku ve saldırganlık, merkezinde olmak üzere, duygu
mekanizmasının düzenlenmesinden sorumludur.
1800’lerin sonlarına gelindiğinde, araştırmacılar amigdalanın hasar görmesiyle
duygusal ve toplumsal rahatsızlıklar yaşandığını keşfetmişlerdi. 1930’lu
yıllarda ise Heinrich Klüver ve Paul Bucy adlı biyologlar, amigdalası zarar
gören maymunlarda korkusuzluk, duygusal körelme ve aşırı tepki gibi bir dizi
belirti ortaya çıktığını gösterdiler. Amigdalası hasarlı dişi maymunların
annelik davranışları bile bozuluyor, bu maymunlar sıklıkla yavrularını ihmal
ediyor ya da onlara fiziksel tacizde bulunuyorlardı. Sağlıklı insanlarda ise
amigdalanın etkinliği, özellikle ürkütücü yüzler gördüklerinde, korkulu anlar
ya da toplumsal fobiler yaşadıklarında artar.
Sonuçta Whitman’ın kendisiyle ilgili sezgileri
-beynindeki bir şeylerin davranışlarını değiştirdiğigerçekten de son derece isabetliydi.
Çok sevdiğim bu iki insanı da vahşice öldürmüş gibi
göründüğümü tahmin ediyorum. Ama ben işi hızlı ve tam biçimde yapmaya çalıştım
yalnızca.... Eğer yaşam sigortası poliçem hâlâ geçerliyse lütfen borçlarımı
ödeyin ... geri kalanını da ismimi vermeden bir akıl sağlığı kuruluşuna
bağışlayın. Bu tür trajediler, belki de araştırmalar sonucunda önlenebilir.
Whitman’daki değişimi fark eden başkaları da vardı.
Yakın arkadaşı Elaine Fuess “Tümüyle normal göründüğünde bile, içindeki bir
şeyleri denetlemeye çalıştığı izlenimini veriyordu” diye anlatmıştı. O
“bir şeyler” tahminen Whitman’ın içindeki öfkeli, saldırgan zombi programlar
topluluğuydu. Daha sakin ve akılcı olan taraflar, tepkisel, şiddete eğilimli
taraflarla mücadeleyi sürdürse de tümörle gelen hasar dengeyi öyle bozmuştu ki,
savaş artık adil olmaktan çıkmıştı.
Peki, Whitman’da beyin tümörü bulunmuş olması, onun
acımasız cinayetleriyle ilgili duygularınızı değiştiriyor mu?
Kendisi
o gün ölmemiş olsaydı, onun için normalde uygun göreceğiniz cezaya bir etkisi
olur muydu?
Bu tümör, onu ne ölçüde “suçlu” bulduğunuzu
etkiliyor mu?
Beyninde
bir tümör geliştiği için davranışların kontrolden çıkan kadersiz kişi, belki de
siz olamaz mıydınız?
Öte
yandan, tümörlü kişilerin baştan suçsuz sayılması ya da işledikleri suçlardan
aklanmaları gerektiği sonucuna varmak da tehlikeli olmaz mıydı?
Kuledeki beyin tümörlü adam, bizi aslında suçtan “sorumlu
tutulabilirlik” sorununun tam kalbine götürmektedir.
Adli bir
ifade kullanacak olursak, bu adam yaptıklarından sorumlu
tutulabilir miydi? Kendisine hiç seçim hakkı tanımayan yollarla beyni hasar
görmüş bir kişi, ne ölçüde kabahatlidir?
Ne de
olsa, biyolojimizden bağımsız davranamıyoruz, öyle değil mi? (sh:153-156)
Gelecekte Lobotomi Ameliyatı
Gerekli mi Olacak?
Lobotomi, ön loptan beyne giden
sinir yollarının birinin veya daha fazlasının alındığı frontal cerrahi ayırma
(eskiden bazı zihinsel hastalıkların tedavisinde yapılan)
Lobotominin
suçlu konumunda olmayan hastalarda başarılı bir uygulama olarak görülmesinin
nedeni, büyük ölçüde ailelerden gelen parlak raporlardı. Kaynakların ne kadar yanlı
olduğu başlangıçta anlaşılmamıştı. Ailelerinin kliniğe getirdiği sıkıntılı,
gürültücü, sorunlu çocuklar, ameliyattan sonra çok kolay baş edilir hale
geliyorlardı. Zihinsel sorunların yerini uysallık almıştı ve geribildirim de bu
nedenle hep olumluydu. Bir kadın, annesinin geçirdiği lobotomi ameliyatından
sonra durumu şöyle açıklamıştı:
“Öncesinde
çok ciddi biçimde intihara eğilimliydi. Transorbital lobotomi ameliyatından
sonra bir şeyi kalmadı. Bu davranış biçimi aniden sona erdi. Ortalık sakinledi.
Bunu size nasıl anlatabileceğimi bilmiyorum; göz açıp kapayıncaya kadar
değişmişti her şey. O kadar çabuk. Sonuçta [Dr. Freeman’ın] yaptığı şey her ne
idiyse, kesinlikle doğru bir şeydi.”
Ameliyatın
popülerliği arttıkça, kabul edilen yaş sınırı da giderek düşüyordu. Tedaviye
alman en genç kişi, Howard Dully adında, on iki yaşındaki bir çocuktu. Üvey
annesi, ameliyatı onun açısından zorunlu kılan durumu şöyle anlatmıştı: “Gece
yatağa gitmemekte direniyor ama yatınca da iyi uyuyor. Gündüzleri epeyce hayal
kuruyor ve ne düşündüğü sorulunca ‘bilmiyorum’ yanıtını veriyor. Dışarısı
apaydınlıkken odanın ışığını açıyor.” Ve Howard, bu gerekçelerle bıçak
altına yatmıştı. (sh:254)
Ama elimizde biyolojik bir sorunu saptamaya yetecek
teknoloji yoksa, pekâlâ suçlayabiliriz o kişiyi. Bu da bizi tartışmanın
kalbine; sorumlu tutulabilirliğin, özünde yanlış bir soru olduğuna götürecektir.
şizofreni ve depresyon gibi artık yardım aranan ve
yardım edilen başka tıbbi sorunlara baktığımız gözle bakılmasını sağlayacaktır.
Beyinle ilgili bu ve benzeri bozukluklar, artık suçluluk çizgisinin diğer
tarafında yerini almış ve şeytani değil, biyolojik olgu konumuna
kavuşmuşlardır. Peki ama ya diğer davranış biçimleri? Sözgelimi suça giren
davranışlar? Yasa yapıcı mercilerin ve oy hakkı olan vatandaşların çoğu,
suçluları tıka basa dolmuş durumdaki cezaevlerine yığmak yerine onları
rehabilite etmekten yana olsa da sorun, rehabilitasyonun nasıl
gerçekleştirilmesi gerektiği yönündeki yeni fikirlerin eksikliğidir.
Ortak bilinç içinde hâlâ yaşamakta olan bir korkuyu da
unutmamak gerekir bu arada: “frontal lobotomi”. Başlangıçta “lökotomi”
adı verilen lobotomi ameliyatlarının mucidi, beynin alın (frontal) loblarını
bir neşterle devre dışı bırakarak suçlulara yardım edilebileceği düşüncesiyle
yola çıkan Egas Moniz idi. Prefrontal korteksin (ön-alın korteksi)
bağlantılarının kesilmesinden ibaret olan bu basit sayılabilecek ameliyatın
sonucu, önemli düzeyde kişilik değişimi ve olası zihinsel gerilikti.
Ameliyatı bazı suçlular üzerinde deneyen Moniz
memnuniyetle fark etti ki, yöntem gerçekten de onları sakinleştiriyordu. Hatta
sakinleştirmekle kalmayıp kişiliklerini tümüyle sıfırlıyordu da. Moniz’in
takipçisi Walter Freeman ise, psikiyatrik hasta bakımını üstlenen kuruluşların
etkili tedavi yöntemlerinden yoksun olduğunu fark etmiş ve lobotomiyi, büyük
grupları tedaviden kurtarıp gündelik yaşamlarına kavuşturmanın elverişli bir
yolu olarak görmüştü.
Ancak yöntem, ne yazık ki insanları temel biyolojik
haklarından etmekteydi. Sorun, asi bakımevi hastası Randle McMurphy’nin
yetkililere başkaldırdığı için cezalandırıldığı, Ken Kesey’nin Guguk Kuşu
(One Flew Over the Cuckoo’s Nest) romanında uç noktaya
taşınmıştı. Romanda McMurphy, sonunda bir lobotomi ameliyatı geçirme
talihsizliğini yaşar. Canlı ve neşeli kişiliğiyle koğuştaki başka hastaların
yaşamlarına vurulan kilidi açmayı başarmış olan adam, artık bir sebzeye
dönüşmüştür. McMurphy’nin bu yeni durumuna tanık olan yumuşak başlı arkadaşı
“Şef” Bromden, diğer koğuş üyelerinin, liderlerinin düştüğü bu aşağılayıcı durumu
görmesine izin vermeden onu bir yastıkla boğma iyiliğini yapar. Moniz’e Nobel
Ödülü kazandıran frontal lobotomi, suçlu davranışlarımn düzeltilmesinde artık
doğru bir yaklaşım olarak görülmemektedir.
İyi ama lobotomi suça engel oluyorsa, neden
uygulanmasın?
Bu noktadaki etik sorun, bir devletin, vatandaşını ne
ölçüde değiştirmesine izin vermek gerektiğidir. Bana sorarsanız, modern
nörobilimin karşı karşıya olduğu belirleyici sorunlardan bir tanesi de budur:
Beyni giderek daha fazla anladıkça, hükümetlerin de onunla ilgili her şeye
burunlarını sokmasını nasıl önleyebiliriz?
Bu sorunun, karşımıza yalnızca lobotomi gibi fiziksel
biçimleriyle değil, daha incelikli biçimlerle de (sözgelimi, ikinci kez cinsel
suç işleyen kişilerin, şu anda California ve Florida’da yapıldığı gibi kimyasal
kısırlaştırmaya zorlanmaları gerekip gerekmediği) çıkabileceğinin altını çizelim.
Ancak bu noktada, etik kaygılar gütmemizi
gerektirmeyecek bir rehabilitasyon yöntemini gündeme getiren yeni bir çözüm
önerebiliriz. Buna prefrontal egzersiz adını veriyoruz. (sh:184-185)
Parkinson hastaları neden kumar
düşkünü oluyor?
Davranış değişikliklerinin beyinsel değişiklikleri
izlemesine bir başka örnek olarak, Parkinson hastalığının tedavisindeki gelişmeleri
ele alalım. 2001 yılında Parkinson hastalarının aileleri ve bakıcıları, bir
tuhaflık olduğunun farkına varmaya başladılar. Pramipeksol
adlı ilacın verildiği hastalardan bir kısmı kumarbaza
dönüşüyordu; üstelik öylesine kumar oynayanlara değil, hastalıklı
kumarbazlara. Daha önce kumara herhangi bir eğilim göstermemiş olan
bu hastalar, artık düzenli biçimde Vegas’a uçar olmuşlardı. Altmış sekiz
yaşındaki bir adam, ziyaret ettiği bir dizi kumarhanede altı ay içinde toplam
200 bin dolar tutarında para kaybetmişti. İnternet pokerine takılıp kalan kimi
hastalar ise ödeyemeyecekleri kredi kartı borçlarının altında ezilmişti.
Hastaların çoğu, bu kayıpları ailelerinden gizlemek için ellerinden geleni yapıyordu.
Bu yeni bağımlılık, bazıları için kumarın da ötesine geçerek “zorlanımlı”
(kompülsif) yeme alışkanlıklarına, alkol tüketimine ve aşırı cinselliğe
kadar varmıştı. (sh:158)
Dövmek Tedavi Edici Metod
Değildir
Suçlamadan biyolojiye yapılan geçişin açıklaması ne
olabilir? Bu konudaki en büyük itici güç, belki de ilaç tedavilerinin
etkililiği olmuştur. Hastayı ne kadar döverseniz dövün, depresyonu bertaraf
edemezsiniz, ama fluoksetin içeren küçücük bir hap çoğunlukla işinizi
görecektir. Şizofreni belirtileri şeytan çıkarma ayiniyle yok
olmaz ama risperidon adlı ilaçla denetim altına alınabilir. Maniler
ikna ya da sürgüne değil, lityuma yanıt verir. Çoğu geçtiğimiz altmış yıl
içinde kaydedilen bu başarılar, bazı bozuklukların beyne, bazılarının da
betimlenemez nitelikteki bir ruhsal âleme atfedilmesinin anlamlı bir yaklaşım
olmadığı görüşünün altını çizmektedir. Zihinsel sorunlara, artık kırık bir
bacağa yaklaşıldığı gibi yaklaşılmaya başlanmıştır. Nörobilimci Robert
Sapolsky, bizi bu kavramsal dönüşümü birkaç soru eşliğinde düşünmeye davet
ediyor:
Artık normal biçimde yaşamasına izin vermeyecek ölçüde
derin bir depresyona girmiş bir yakınınız, biyokimyasal temeli, diyelim ki şeker
hastalığınınki kadar “gerçek” olan bir hastalığın mı kurbanıdır, yoksa yalnızca
kendini yiyip bitirmekte midir?
Okulda sürekli başarısız olan bir çocuğun bu
başarısızlığının nedeni, motivasyonsuz ve yavaş olması mıdır, yoksa
nörobiyolojik temelli bir öğrenme bozukluğu mu?
Madde istismarı ciddi boyutlara varan dostunuz, basit
bir disiplinsizlik örneği mi sergilemekte, yoksa ödül mekanizmasının
nörokimyasıyla ilgili sorunlar mı yaşamaktadır? (sh:175)
Erdemli Kişi Aslında Çok İyi Bir
Kimse midir, Yoksa Motor-Fren Düzeneğini
İyi Kullanandır?
Erdem
kavramını ele alalım. Felsefeciler, binlerce yıldır erdemin ne olduğuna ve
nasıl güçlendirileceğine ilişkin sorular soruyorlar. Rakipler takımı çerçevesi,
bu konuda da yeni kapılar açar bize. Beyinde birbirine rakip unsurları
genellikle motor ve fren benzetmesiyle yorumlarız:
Bazı birimler
sizi belli bir davranışa yönlendirirken diğerleri sizi durdurmaya çalışır. İlk
bakışta, erdemin “kötü bir şey yapmayı istememek”ten ibaret olduğunu
düşünebilsek de daha incelikli bir çerçeveden baktığımızda, erdemli bir insanın da güçlü ahlak dışı dürtülere pekâlâ
sahip olabileceğini, ancak bunları aşmak için yeterli fren gücünü de harekete
geçirebildiğini görürüz.
(Erdemli
kişinin çok az sayıda “şeytani” düşünceye sahip olduğu ve bu nedenle de sağlam
frenlere ihtiyaç duymadığı durumlar da olabilir. Ama böyle baktığımızda,
şeytana uymamak için daha büyük bir savaş veren kişinin, ondan daha erdemli
olduğunu söylemek de yanlış olmasa gerek.)
Bu türden bir
yaklaşım, insanların tek bir zihne (mens rea, “suçlu zihin” kavramında olduğu
gibi) sahip olduğuna inandığımızda değil, perde arkasındaki rekabeti açıkça
gördüğümüzde mümkün hale gelir. Elimizdeki yeni gereçlerle, artık farklı beyin
bölgeleri arasındaki çarpışmayı ve bu çarpışmanın sonucunu daha ayrıntılı
şekilde gözleyebiliriz. Bu ise adalet sistemi içindeki rehabilitasyon
uygulamaları için yeni kapılar açacaktır: Beynin gerçekte nasıl çalıştığını ve
bazı insanların dürtülerini denetlemekte neden başarısız olduklarını anladıktan
sonra, uzun dönemli karar verme süreçlerini güçlendirip, çarpışmayı bu süreçler
lehine çevirmede işe yarayacak dolaysız ve yeni stratejiler geliştirebiliriz.
Beyni anlamak,
bunun da ötesinde bizi cezalandırma sistemleri konusunda daha üst seviyeye
taşıyacaktır. Bir önceki bölümde gördüğümüz gibi, “suçtan sorumlu
tutulabilirlik” ile özetlenen sorunlu kavramın yerine, geriye dönük
(Suçtaki payı neydi?) değil, ileriye yönelik (Bundan sonra nasıl bir tutum
izleyecek olabilir) ve uygulanabilir bir ceza sistemi getirebiliriz sözgelimi.
Ve hukuk sistemi, günün birinde sinirsel ve davranışsal sorunlara, tıbbın
akciğer ya da kemik sorunlarına yaklaştığı gibi yaklaşabilir. Böylesi bir
biyolojik gerçeklik suçluları ortadan kaldırmayacak ama geriye değil, ileriye
yönelik bir yaklaşımla akılcı bir ceza sisteminin yanında özelleşmiş bir
rehabilitasyon sistemini de mümkün kılacaktır.
Nörobiyolojiyle
ilgili daha iyi bir anlayışa kavuşmak, daha iyi toplumsal politikaları da
beraberinde getirecektir. İyi de bu, kendi yaşamımızı anlamamızla ilgili ne
söyleyecektir bize?
Kendini Bilmek nedir?
“Bil
öyleyse kendini ve bırakma işini Tanrı’ya. İnsansa üzerinde çalışacağın,
bakacağın da yine insandır, unutma.” -Alexander Pope
Fransız deneme yazarı Michel de Montaigne otuz
sekizinci yaş günü olan 28 Şubat 1571’de, hayatında kökten bir değişime gitme
kararı aldı. Toplumsal hayattan elini eteğini çekti, büyük malikânesinin
arkasındaki kuleye bin kitaplık bir kütüphane kurdu ve yaşamının geri kalanını
onu en çok ilgilendiren karmaşık, uçucu ve çok yönlü konu hakkında denemeler
yazarak geçirdi. Bu konu, kendisi idi. Vardığı ilk sonuç, insanın
kendini bilme arayışının abesle iştigalden öte bir şey olmadığıydı; çünkü
sürekli değişim geçiren özbenlik, tanımın önüne geçmeye mahkûmdu. Ama bu, onu
yine de aramaktan alıkoyamadı. Sorduğu soru ise yüzyıllar boyunca kulaklarda
çınladı: Que sais-je? (Ne biliyorum?)
Bu, o zamanlarda olduğu kadar, günümüzde de iyi bir
sorudur. İçsel evrenle ilgili gözlemlerimiz, kendimizi bilmek konusunda varmış
olduğumuz o ilk yalın ve sezgisel görüşlerden kurtarır bizi. Görürüz ki
kendimizi tanımak, içeriden olduğu kadar (iç gözlem yoluyla) dışarıdan da
(bilim yoluyla) çalışmayı gerektirir. Bu, iç gözlem konusunda kendimizi
geliştiremeyeceğimiz anlamına gelmez. Ne de olsa, orada gerçekten ne
gördüğümüze tıpkı bir ressam gibi dikkat etmeyi öğrenebilir, iç sinyallerimizle
de tıpkı bir yogi gibi daha yakından ilgilenebiliriz. Ama iç gözlemin de
sınırları vardır. Şu kadarını düşünün yeter: Çevresel sinir sisteminiz,
bağırsaklarınızda gerçekleşen etkinliklerin denetimi için tam yüz milyon
nöronu görevlendirmiştir (buna “enterik” [bağırsak ile ilgili] sinir sistemi
adı verilir). Yüz milyon nörondan bahsediyoruz burada. Ve istediğiniz kadar iç
gözlemde bulunun, bu işleyişi değiştirecek hiçbir şey yapamazsınız. Gerçi
yapmak da istemezsiniz olasılıkla. Sistemin bu şekliyle, yani otomatik ve
optimize düzenekler halinde işleyerek yiyecekleri bağırsaklarınızda
yönlendirmesi, fikrinizi sormadan sindirim fabrikasını denetleyecek kimyasal sinyalleri
sağlaması sizin için çok daha hayırlı olacaktır.
Bırakın erişim yokluğunu, erişim yasağı bile söz
konusu olabilir böyle bir durumda. Meslektaşım Read Montague bir keresinde
bizi kendimizden koruyan algoritmalara sahip olabileceğimiz düşüncesini dile
getirmişti. Bilgisayarlar, işletim sistemince erişilmez olan önyükleme kesimine
(boot sector) sahiptir. Önyükleme kesimi, bilgisayarın çalışması için, üst
düzeyde başka sistemlerin, erişebilecekleri iç yollar bulmalarına izin
verilemeyecek ölçüde önemlidir. Montague, kendimiz üzerinde ne zaman çok fazla
düşünsek, bir anda “boşluğa düşme” eğilimine girdiğimizi söylemişti.
Bunun nedeni, belki de önyükleme kesimine fazla yaklaşmamızdı. Ralph Waldo
Emerson ise bir yüzyılı aşkın süre önce şöyle yazmıştı: “Her şey, kendimize
ulaştığımız yolu keser.”
Bizi biz yapan şeyin büyük bölümü, görüşlerimizin ya
da seçimlerimizin dışında kalır. Güzellik ya da cazibe anlayışınızı değiştirmeye
çalıştırdığınızı varsayın. Toplum sizden, şu anda tercih etmediğiniz cinse
karşı bir eğilim geliştirip bunu sürdürmenizi isteseydi ne olurdu?
Ya da cazip
bulduğunuz yaş aralığının çok dışındaki bir kişiye ilgi göstermenizi
bekleseydi?
Ya da başka bir türe? Bunu yapabilir miydiniz? Çok
kuşkulu. En temel güdüleriniz, nöral devrelerinizin dokusuna sıkıca kaynamış
durumdadır ve bunlar sizin için erişilmezdir. Bazı şeyleri diğerlerinden daha
çekici bulsanız da nedenini bilmezsiniz.
Enterik sinir sisteminiz ve kendi cazibe anlayışınız
size ne kadar yabancıysa, iç evreninizin neredeyse tümü de o kadar yabancıdır.
Aklınıza birden gelen yeni fikirler, hayaller âlemine daldığınız zamanki
düşünceleriniz, rüyalarınızın tuhaf içeriği... Bütün bunlar, size gözden ırak
kafa-içi mağaraların sunduğu şeylerdir.
Öyleyse bütün bunlar, Didim’deki Apollon
Tapınağı’nın girişinde belirgin harflerle yazılmış Yunanca “kendini bili”
fadesi açısından ne anlam taşır?
Nörobiyolojimizi inceleyerek kendimizi daha iyi
tanımamız mümkün müdür?
Evet ama yalnızca belirli koşullarda. Fizikçi Niels
Bohr, kuantum fiziğinin sunduğu büyük gizemler karşısında, atomun yapısını
anlamanın tek yolunun, “anlamak” fiilinin tanımını değiştirmek olduğunu
söylemişti. Artık atomun resmi çizilemiyordu, doğru, ama bunun yerine “davranışlarını”
on dört ondalık basamağa ulaşabilen ayrıntıyla açıklayacak deneyler
tasarlanabiliyordu. Kaybedilen varsayımların yerini çok daha zengin başka
şeyler almıştı artık.
Tıpkı bunun gibi, insanın kendisini bilmesi de “bilmek”
fiilinin tanımını değiştirmekten geçiyor olabilir. Kendinizi bilmek, artık
bilinçli sizin beynin dev malikânesinde yalnızca küçücük bir odada
oturduğu ve sizin için kurulan gerçekliğin üzerinde çok az söz hakkı olduğu
anlayışını gerektirmektedir. Bu kavram, artık yeni yollarla ele alınmak
zorundadır.
Diyelim ki, kendini bilme fikrinin Yunan kökenleri
hakkında daha fazla şey öğrenmek için benden onu biraz daha açıklamamı
istediniz. Eğer size “Bilmek istediğiniz her şey, harflerinde gizli”
şeklinde bir yanıt verirsem, bu işinize fazla yaramayacaktır. Eğer Yunanca
okumayı bilmiyorsanız, bu harfler sizin için gelişigüzel birtakım şekiller
olmaktan öteye gitmez. Yunanca okumayı bilseniz bile ifadenin
altında yatan fikir, harflerden çok daha fazlasını içermektedir. Bu nedenle,
ifadenin köken aldığı kültürü, iç gözleme yapılan vurguyu ve aydınlanmaya
götürecek bir yol olarak neden önerildiğini bilmek istersiniz. Sonuçta bu
deyişi anlamak, harfleri öğrenmekten fazlasını gerektirir. İşte trilyonlarca
nörona ve bunların oradan oraya giden seksilyonlarca protein ve biyokimyasallarına
baktığımızda da durum farksızdır. O halde, bize hiç de aşina gelmeyen bu
perspektiften bakıldığında ne anlama gelir kendimizi bilmek? Birazdan
göreceğimiz gibi, nörobiyolojik verilere ihtiyacımız var ve ayrıca bundan
epeyce fazlasına da.
Biyoloji muhteşem bir yaklaşımdır ama sınırlıdır da.
Sevgiliniz size şiir okurken, bir tıbbi skopi cihazının borusunu boğazından
aşağı doğru ittiğinizi düşünün. Spazmlar halinde kasılıp gevşeyen sümüksü ve
parlak ses tellerini böylelikle yakından iyice görebilirsiniz. Mideniz
bulanana kadar incelemeye devam etseniz de -ki, biyolojinin sunduğu bu
görüntüye ne kadar tahammül edebileceğinize bağlı olarak, incelemeniz o kadar
da uzun sürmeyebilir gördükleriniz size sevgilinizle yaptığınız gece
sohbetlerini neden bu kadar sevdiğinizi daha iyi anlatmayacaktır. Biyoloji ham
haliyle ancak kısmi bir bakış sunar size. Şu anda yapabileceğimiz en iyi şey
biyolojiden destek almak olsa da, eksiksiz olmaktan çok uzak bir tabloyla karşı
karşıyayız. (sh:202-205)
Şakak Lobundaki Değişikler Neleri
Etkiler?
Zihinsel yaşamımız üzerindeki etkilerin sıralı olduğu
uzun listenin kimyasalların ötesine de uzanarak, devrelerdeki ayrıntıları da
içerdiğini unutmamak gerekir. Sara örneğini ele alalım. Sara nöbeti eğer şakak
lobundaki (temporal lob) belirli bir noktada odaklanıyorsa kişi motor nöbetler
geçirmeyecek, daha üstü kapak; bir deneyim yaşayacaktır.
Bir tür bilişsel nöbet olarak tanımlana bilecek bu
etki, kişilik değişimleri, aşırı dinsellik (din saplantısı ve din konusunda
kendinden aşırı emin olma), hipergrafi (genellikle de din olmak üzere
belirli bir konuda aşırı derecede yazma isteği duyma), çevrede bir dışsal
varlık olduğu yanılgısı ve sıklıkla da, tanrıya atfedilen sesler duyma gibi
durumlarla kendini gösterir. Tarihte ortaya çıkmış peygamberler, kahramanlar ve
liderlerin bir bölümünün şakak lobu odaklı sara hastaları olduğu düşünülmektedir. Baş
melek Mikail’in, İskenderiyeli Azize Katerina’nın, Azize Margaret’in ve
Cebrail’in seslerini duyduğu konusunda hem kendisini hem de Fransız askerlerini
ikna ederek on altı yaşındayken Yüz Yıl Savaşları’nın gidişatını değiştirmeyi
başaran Jean D’Arc’ı düşünün. Kendisi, bu deneyimini şöyle anlatmıştı:
“On üç yaşımdayken, Tanrı’nın, kendimi yönlendirmemde
bana yardımcı olan sesini duydum. İlk seferinde çok korkmuştum. Ses bana öğle
vakti duyurmuştu kendini. Mevsimlerden yazdı ve o sırada babamın
bahçesindeydim.” Şöyle devam ediyordu:
“Tanrı bana gitmemi emrettiğine göre gitmeliydim. Ve
bu emri bana veren Tanrı olduğu için, yüz babaya ve yüz anneye sahip olsaydım
ya da bir kralın kızı olsaydım bile giderdim yine de.”
Geriye dönük kesin tanı koymak bu durumda olanaksız
olsa da Jean D’Arc’ın sunduğu veriler, artan dindarlığı, süregiden sesler,
şakak lobu sarasıyla kesinlikle uyumludur. Beyin doğru noktada uyarıldığında,
insan sesler duyar. Doktor, sara etkilerine karşı koyacak ilaçlar yazdığındaysa
nöbetler ortadan kalkar, sesler kaybolur. Sonuçta gerçekliğimiz, biyolojimizin
ne işler karıştırdığına bağlıdır.
Bilişsel yaşamınızı etkileyen faktörler arasında insan
dışı minicik yaratıklar da yer alır: Virüs ve bakteri gibi mikroorganizmalar,
içimizde göze görünmeyen savaşlara yol açarak davranışı son derece özgül
biçimde yönlendirebilir. Mikroskopik ölçekteki bir organizmanın dev bir
makinenin davranışına nasıl hükmedebildiğine ilişkin en sevdiğim örnek, kuduz
virüsüdür. Bir memeliden diğerine ısırıkla geçen bu mermi biçimli
küçücük virüs, yol olarak kullandığı sinirler üzerinden beynin şakak lobuna
varır. Burada yerel nöronlara kendisini sinsice kabul
ettirir ve yine yerel düzeydeki etkinlik örüntülerini değiştirerek bulaştığı
canlıda saldırganlık ve şiddetli öfke nöbetlerinin yanında, ısırma dürtüsüne de
neden olur. Virüsün tükürük bezlerine de yerleşebiliyor olması, ısırıkla
birlikte bir sonraki canlıya geçişini sağlar. Sonuçta, hayvanın davranışlarını
yönlendirerek, başka hayvanlara yayılımını da garanti altına almıştır. Bunu
bir düşünün: Boyutları metrenin yetmiş beş milyarda birini aşmayan küçücük
bir virüs, kendisinden yirmi beş milyon kat büyük bir hayvanın devasa vücuduna
komuta ederek hayatta kalmayı başarıyor. 45.000 kilometre uzunluğunda bir
canlının davranışlarını kendi istediğiniz yöne çekmenin akıllıca bir yolunu
bulmanıza eşdeğer bir durumdur bu. Bundan alınacak kritik önemdeki ders,
beyin içinde gerçekleşen gözle görülemeyecek ölçüdeki küçük değişimlerin bile,
davranışta çok büyük değişimlere neden olabileceğidir. Seçimlerimiz, içimizdeki
düzeneğin en küçük ayrıntılarına bile ayrılmaz biçimde bağlanmış durumdadır.
Biyolojiye olan bağımlılığımıza son örnek olarak, tek
bir gendeki küçük bir mutasyonun da davranışı belirleyip değiştirebileceğini
söyleyelim. Alın korteksinde (frontal korteks) ilerleyerek gelişen
bazı hasarların kişilik değişimlerine yol açtığı Huntington hastalığında
saldırganlık, sekse aşırı düşkünlük (hiperseksüalite), dürtüsel ve toplumsal
kuralları hiçe sayan davranışlar vb. belirtiler, fark edilmesi daha kolay
spastik kol bacak hareketlerinden yıllar önce ortaya çıkar. Burada
konumuz açısından asıl önemli nokta, Huntington hastalığının tek bir gende
gerçekleşen bir mutasyonla ortaya çıktığıdır. Robert Sapolsky’nin özetlediği
gibi “On binlerce gen arasından tek bir tanesindeki bir değişiklik, ömrün
ortalarında bir yerde dramatik bir kişilik değişimiyle sonuçlanacaktır.”
Bu tür örnekler karşısında kimliğimizin özünün, biyolojimizin ayrıntılarına
bağımlı olduğu dışında bir sonuca varabilir miyiz?
Bir Huntington hastasına, özgür iradesini kullanıp
böyle tuhaf davranmaktan vazgeçmesini söyleyebilir miyiz?
Böylece anlıyoruz ki narkotik, sinirsel iletici,
hormon, virüs ve gen olarak adlandırdığımız görünmez moleküller, küçücük
ellerini davranışlarımıza yön veren dümenin üzerine yerleştirebiliyorlar. Ne
zaman ki içeceğinize biraz alkol katılır, sandviçinizin üzerine hapşırılır ya
da genomunuzda bir mutasyon gerçekleşir, işte teknenin rotası da o zaman
sapar. İstediğiniz kadar direnin, içinizdeki düzenekte gerçekleşen
değişiklikler sizi de değiştirecektir. Bütün bu gerçeklerin ışığında, nasıl
biri olmak istediğimizi “seçme” şansına sahip olup olmadığımız bile
belli olmaktan çok uzaktır. Nöroetik uzmanı Martha Farah’ın ifadesiyle, bir
antidepresan tableti “günlük sorunlarımızı mesele yapmamamıza, bir uyarıcı
ilaç da işyerindeki işleri zamanında yetiştirmemize ve görevlerimizi yerine
getirmemize yardımcı olabiliyorsa, temkinli ve ölçülü bir ruh hali de insan
vücudunun bir niteliği olamaz mı? Yanıt eğer evetse, insanlarla ilgili olup da
onların vücutlarının bir özelliği olmayan bir şey var mıdır o zaman?”
(sh:211-213)
İNCOGNİTO
(k.dili) incog) (i.), (s.), (z.) kıyafet değiştiren kimse; değiştirilmiş
kıyafet; "kendini tanıtmadan; takma adla " (s.) kim olduğunu belli etmeyen; tebdili
kıyafet etmiş; (z.) takma bir isimle, kıyafet değiştirerek; kimliğini
gizleyen kimse, kılık değiştirme, tebdili kıyafet, takma ad, sahte kimlik
Kaynak:
INCOGNITO, DAVID EAGLEMAN, trc:
Zeynep Arık Tozar, Domingo, I. ve II. Baskı: Nisan 2013
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar