Print Friendly and PDF

BUKAĞI -2-

4
Ve bir gün, sabah ezanı okunmadan, bir azık torbasıy­la yola vurdu kendini. Sabah namazını yolda kırlık bir yerde edâ etti. Niyeti; Mardin’in bir köyünden geçeceği ve güneye ineceği söylenen bir kervana katılmaktı. Artık nereye kısmet olursa oraları dolaşacak ve elbet bir gün onu İskenderiye’ye taşıyacak gemiye binecekti. Tüccar ona, verdiği emeğin üstünde bir ücret ödemişti. Mehmet kendini bayağı zengin kabul ediyor, rahatlıyor, bir taraf­tan da, bu kadar para kazanıp harcamanın, ahlakını bo­zabileceğinden endişe duyuyordu. Aklında İbn Arabî’nin erdikten sonra, giysilerini bile emanet aldığı ve hiç mas­raf görmediği vardı. Ancak, başkalarına bu denli muhtaç olmak, Allah nazarında ne kadar doğru idi, bunu pek bi­lemiyordu. Halvetilerin söylediği gibi; yediğinde giydiğin­de kul hakkı olmaması ona yetiyordu. Bu yüzden Meh­met de öğretmekten başka, kendini geçindirebilecek bir başka işi olmasını istiyordu. Mesela dolaştığı yerlerde ya­hut İskenderiye’de, Kahire’de bir sanat edinebilirdi. Mum, alıcısı çok olan bir maldı, acaba mum yapmayı mı öğrenseydi? Böyle şeylerle meşguldü kafası... Yanında Kâsım’ın ona son gönderdiği mektup vardı. Bazen onu çıkarıp tekrar tekrar okuyordu. Sultan Murat’ın vefatın­dan duyduğu üzüntüyü yazmıştı Kâsım ve “Osmanlı so­yundan kalan yegâne şehzade İbrahim, yeni sultanımız!
Onun hakkındaki duygu ve düşüncelerimi sana yazmış­tım, inşallah ben yanılırım; Murat Sultanımızın kurduğu o düzen devam eder. Sultan İbrahim’in bir başka ve önemli görevi, Osmanlfya yeni şehzadeler kazandırmak­tır.” diyordu. Mektubunu bitirirken de: “Melekşan’la koca­sı maalesef yapamadılar. Kız, küçük oğlu ile eve döndü. Üzücü bir haber tabii, ancak sana itiraf edebilirim; kız kardeşimi yeniden evin içinde dolaşır görmek, onun udunu dinlemek, kalbime tarifsiz sevinçler veriyor.” de­mişti. Bu haber Mehmet’te önce hiçbir duygu kırıntısı ya­ratmadı. O Melekşan’ı unutmuş gibiydi, ancak gönlünde onun meleklere has güzelliği sanki kızdan ayrı bir varlık­mış gibi yaşayıp duruyordu. Bu güzelliği bazen bir çocu­ğun yüzünde, bazen ay ışığında, bazen bir kır çiçeğinde ve böylece her güzel şeyde bulabiliyordu. Mehmet’le gönlü arasında bir sırdı bu; evlendiğinden bu yana kızı, ayrıca bir kız olarak hiç düşünmemişti...
Derken derken nefsi harekete geçmeye başladı; aca­ba İstanbul’a bir dönüşünde Kâsım’ı ziyareti sırasında Melekşan’ı görebilir miydi? Görüp de o görkemli güzelli­ğe bir daha vurulabilir miydi? Kız kardeşine hayranlığını Kâsım’a çıtlatabilir miydi? Ve... Ve... Ve onu istese yani, Mehmet’e verirler miydi? uyandıktan sonra hiç memnun kalmadığı bazı düşler de gördü kızla ilgili; kendisine şaş­tı. Sen rüya görme görme de, tut bir kadın uğruna olma­dık şeyler gör ve bunları hatırla! Mehmet’e yakışageliyor muydu bu iş? “Hayır hiç yakışagelmez.” Böyle hüküm verdi. Hemen aklına İbn Arabî gelmişti, o, Allah’ın yolla­rına düştüğü vakit; kızdan kadından kesildiğini yazmıştı, çok, çok sonraları evlenmişti. Doğrusu, Mehmet de böy­le bir kesilmeyi umut ediyordu. Canım Koca Derviş de öyle değil miydi ya? Ancak bir de Peygamber’in sünneti var; kendisi evlenmiş ve Müslümanlara evlenmelerini tav­siye etmişti. “Belki bir zamanı vardır bu sünnetin, hele bir düşeyim manevi yola, ilerleyeyim... Elbet olur Allah kıs­met etmişse.” Mehmet tam bir âlim ve arif olmadan ev­lenmeyi düşünemezdi. Rüyalar mı? Elbet, nefsini tam kontrol altına aldıktan sonra, onlar da kesilecekti.
Nefsini nasıl kontrol altına alacaktı? Mehmet’in şimdi­ye kadar başarabildiği; gönlüne uymayan, uymaması la­zım gelen bir hareketi yaptığı veya düşündüğü zaman, bunun nefsinden geldiğini hatırlayıp derhal reddetmesiydi. Böylece kimse hakkında gıybet yapmıyor, yalan söy­lemiyor, haksızlık zaten yapmazdı, artık eskisi kadar ko­lay öfkelenmiyordu. Daha doğrusu öfkesini bir miktar kontrol altına almıştı, kin duymamaya çalışıyor, onun bu­nun malına, zenginliğine tamah etmiyordu. Böylece gönlünün hatırlatmalarıyla ve yaptığı zikirlerin bereketiy­le, nefsinin kötü huylarını epey bir temizlemeyi başarabil­mişti, ama yetmezdi. Nefsinin de gönlü kadar temiz, ak pak, saf olması ve artık kontrole muhtaç olmaması gere­kiyordu. Bak işte bir kadının kocasından ayrılması başı­na ne işler açmıştı! Mehmet utanıyordu. Nefsi kuvvetliy­di, bu bir gerçek; bilhassa kendini beğenmesi, bazılarını pek seviyesiz ve küçük görmesi, kısaca kibire kaçan gu­ruru! Yemeğe düşkünlüğü, uykuya düşkünlüğü... Kervan ağır ağır ilerlerken hep bunları düşünüyordu. Bir konu vardı ki, Mehmet burada isyana düşüp düşmediğini pek iyi bilemiyordu. Çocukluğundan beri kendisini takip eden bir soru idi bu: Allah, ruhları yarattıktan sonra, on­ları neden “beden kafesine” sokup “aşağıların en aşağı­sı” dünyaya yollamış, dünya sevgisi ve dünyanın gerekle­ri ile şartlamış ve birçok sınav eziyetine uğratmış ve uğ­ratmaktaydı? Ruhlar ilk yaratıldıkları hâlleriyle saf ve te­miz olarak yukarılarda, O’na yakın bir yerlerde kalsaydı ya! Bu dünya macerasına ve türlü türlü ıstıraplara ne lü­zum vardı? Evet, Allah bilinmek istemişti, amma bu aye­tin daha derin anlamlarını bilmiyordu ve sorusu Meh­met’i zaman zaman isyana sevk etmişti. Şimdi hâlâ, ken­dini tatmin eden bir cevabı yoktu... “Allah’ın hikmetlerin­den biridir, insan idrak edemez.” fikriyle de avunmak is­temiyordu. Bu istemeyiş gençliğinde zaman zaman ol­duğu gibi bir isyan mıydı yoksa daha derinleri bilme ar­zusu mu? Daha fazla bilme arzusu, yüreğinde daima ya­nıp duran bir ateşti, onu söndürmesi hiç mümkün de­ğildi. Çünkü şu garip dünyada her şeyin sonlu olması gerektiği hâlde, yalnız sevginin ve bilginin sonu yoktu ki, bu şüphesiz Rabb’in düzeninin bir sonucuydu. Ve Meh­met sorgulamasa nasıl bilebilecekti ki?! Nefsin kötü huy­lan karşısında, gönlü diyordu ki:
—          Allah, bizim bu dünyada birçok tecrübe edinerek ve şüphesiz sınavlardan geçerek, O’nun bizi ilk yarattığı hâle dönüşmemizi ister; öylesine arı duru, saf ve temiz!
—          Neden? diye soruyordu nefsi.
—          Çünkü bu dünyada bulunmamızın armağanı olarak bize irade vermiştir; hür seçim vermiştir. Böylece O, Ken­di izniyle, öz irademizi kullanarak seçimler, doğru seçim­ler yapmamızı ister. Bunun için insanlara pek çok güzel­lik vermiş ve pek çok da acı yüklemiştir. Bu ikisinden yal­nız biri olsaydı, emin ol dünya büsbütün çekilmez olur­du. Rabb’in düzenindeki “denge” kavramını hiç unutma; bolluğun karşısında zıddı olan kıtlık, acının karşısında ra­hatlık vardır ve bu düzen içre her kavram ve olay karşı­sında her şey zıddı ile vardır. Âlemin zerrelerinden her bi­ri, zıddını kendi içinde taşır. Çünkü Yüce Allah’ın Celal ve Cemal sıfatları vardır. Ve Allah her zerrede belirir, her zer­rede O’nun bütün sıfatlarının eseri vardır.
O zaman Mehmet:
“Eğer,” diye düşündü, “İbn Arabî’nin ve bütün Vahdet-i Vücudçuların söylediği gibi, yalnız Tek var, başka her şey gölgelerden oluşuyorsa; irade, hür seçim, zıtlar, her şey temsili ise, bu dünyayı reddetmek ne kolay!” dedi.
Nefsi:
— Yapamazsın, dedi, çünkü ben varım!
Mehmet yüksek sesle:
—          Piç! dedi ona ve içinden ilave etti, sen de bir hayal­den bir gölgeden ibaretsin, yani sen de yoksun! Hele bekle, hele bir halvete gireyim, işte o zaman tamamen yok olacaksın!
Nefsin bütün kötü huyları:
—          Yavrum, dediler ona, o söylediğini gerçekleştirebil­mek için, kaç halvete girmen lazım gelir biliyor musun?!
Sen bizim ne kadar kuvvetli olduğumuzu, ölüp ölüp diril­diğimizi bilmiyor musun?
Böyle iç mücadeleleri ile Mehmet, İskenderiye’ye gide­cek bir gemiye binebilmek için Antalya yolunda aylar ge­çirdi... O kervandan bu kervana derken dağlar tepeler aştı; bazen kupkuru bazen yemyeşil vadilerden, köyler­den, bazen büyük bazen küçük şehirlerden geçti. Her dokuz saatte bir kervansaraylarda konakladılar. Yol bo­yunca pazarlardan da geçtiler, Mehmet sadece gıda maddeleri aldı. Yalnız Antep’in pazarından, güzel kokular da aldı. Hazreti Peygamber sevmiyor muydu güzel koku­ları? Mehmet de bunları özellikle zikrederken, saçlarına ve elbiselerine sürüyordu. Bu kokuların, zikrine hoş bir anlam kattığına inanıyordu.
Çeşit çeşit de insanlar tanıdı Mehmet. Kimisine he­men ısındı, kimisinin yüzüne bile bakamadı. Kendi ken­dine diyordu ki; “İnsanların bazıları yıldızlarla süslenmiş sema gibidir, bazıları da işte bu insanlarla hidayet bulur, gayeye vardıran yolu tutar. Bazıları da ne yıldızlar gibidir, ne de yıldızlarla hidayet bulmuştur. Onlar içlerinden çıkamayacakları karanlıklarda bulunan kimseler gibidirler.” En yakın arkadaşı Yunus Divanı idi; gönlüne neşe rüzgârları dolduğu zamanlarda da; ümitsiz, küskün, yor­gun olduğu zamanlarda da onu okuyordu. Kendisi de sonradan bazılarını yırtıp atacağı birçok şiir yazdı. Bazı nesir parçaları denedi, düz yazıları da, beklediğinin aksi­ne, güzel oluyordu. Abdürrezzak Efendi: “Sen bu bilgiyle vaiz olabilirsin.” demişti ona, bunu da düşündü. Hayır sadece vaiz olmak istemiyordu, ama arada sırada vaaz verebilirdi. İşte bu nesirler de, o vaazların ilk pırıltıları gi­bi görünüyordu.
Antalya, üç tarafı bahçelerle çevrili, bir tarafı denize bakan güzel bir şehirdi. Bilhassa Selçuklu eserleriyle zengindi. Selçuklular pek çok han, cami, köprü, çeşme yapmışlardı. Yivli Minare diye anılan, Sultan Alaaddin Keykubat tarafından kiliseden çevrilen ve kendi adını ta­şıyan caminin minaresi de, başlı başına bir sanat eseriy­di. Osmanlılar da çok güzel camiler yapmışlardı, hele
Mehmet’in pek hayran kaldığı Kuyucu Murat Paşa Camii; Osmanlı mimarisinin Anadolu’daki en güzel örneklerin­den biriydi.
Derken, gemi macerası başladı. Hava ekseri güneşli, güzel; Akdeniz, sanki gemiye kucak açmış, çocuğunu ağır ağır sallayarak uyutmaya çalışan bir anne gibi, sakin ve güler yüzlüydü... Ancak sıcak enikonu bunaltıyordu. Bu kadar sıcağa alışık değildi Mehmet. Denizin onu çe­ken sonsuz ve derin güzelliği, anbean güneşle, bulutlar­la oynaşıp değişen yüzü olmasa ve gecenin koynunda ayın bir nurdan izi uzanıp durmasa suyun üstünde; bu seyahati karadan yapmadığına pişman olacaktı. Karada hiç olmazsa dağlardan geçip serinlemek de vardı. “Vahdet-i Vücudçular, her zerrede Allah’ın belirişini görüyor­lar. Öyledir de herhalde, fakat bu tecelli mutlak en fazla denizdedir.” diye düşünüyordu Mehmet. İbn Arabî’ye, dolayısıyla bütün Vücut Birliğine inananlara büyük say­gısı vardı; ancak kendisi ne kadar, nereye kadar inanıyor­du, bunu bilemiyordu. Çocukluğunda, gençliğinde din­lediği sohbetlerde, bu konu arada sırada açılırdı. Babası dahil birçok Allah dostu, buna gönülden inanıyorlardı. Kendi şeyhi Hüseyin Efendi ve Halveti dergâhına devam edenlerin pek çoğu aynı inanç içindeydi. Mehmet’in zor­luğu, dünya yüzündeki bazı çirkin ve şer insanlarda, şey­lerde Allah’ı bulabilmekti. Ona demişlerdi ki: “Yolunda ilerlerken sen de Allah’ın yüzünü her yaratıkta görebile­ceksin, şimdi sabırsız olma.” Mehmet, “Canımın içi Yu­nus da: ‘Yaratılanı severim, Yaradan’dan ötürü.’ demiyor mu?” diye düşünüyordu. Yunus Emre ile o kadar doluy­du ki, şiirlerinde görülen açık etkisinden başka, sanki her zaman onu somutlaşmış bir şekilde karşısında görüyor­du. Yapılı olmasına rağmen ince bir bedeni ve Peygamber gibi uzun saçları vardı. Kâh kendininkiler gibi siyah, simsiyah görüyordu bu saçları kâh kumral ve dalgalı... Mehmet’in de bedeni iri yarıydı ama, Yunus’unki gibi in­ce değildi. O kahverengi gözlüydü, Mehmet’in gözleri ise korlar gibi parlayan, derin, siyah! Tıpkı Yunus’un “yaratı­lan” sevgisi ile pek özdeşmediği gibi, dış görünüşleri de
ayrıydı. Ama bir gün “Allah aşkı”nda tam anlamıyla bulu­şacaklarını seziyordu Mehmet, yoksa bu kadar sevebilir miydi Yunus’u? O zaman yazdıkları ilahiler de benzeşecekti. Bunda hiçbir sakınca görmüyordu. Yunus bir gele­neğin temelini oluşturuyordu çünkü. Belki de o zaman Mehmet’in ağzından Yunus konuşacaktı. Ah bir de onun gibi sevebilmeyi ve kayıtsız şartsız merhameti öğrenebilseydi! Bazen bütün bunların gerçekleşeceğine inanıyor, içi neşe ile doluyor; bazen, “Hepsi hayal, olmayacak, Yu­nus nerede, ben nerede?” diye düşünüyor, kalbi kararı­yordu. Bütün bu duygu değişimlerini Derviş Ağa’sı ile Kâsım’a yazıyordu. Yazıp da gönderemediği mektuplar birikmişti. “İnşallah İskenderiye’de!” diyordu.
***
İskenderiye, Nil deltasının batı kenarında yer alan ve Asya, Afrika, Avrupa’yı birbirine bağlayan yolların birleş­tiği noktada önemli bir ticaret ve ulaşım merkezi idi. Bü­yük İskender’in emriyle kurulmuş, son derece renkli bir şehir, âdeta çılgın bir panayır!.. Avrupa’dan, Asya’dan, Afrika’nın her köşesinden gelmiş insanlarla dolu. Diller değişik, kılık kıyafetler, dinler değişik. Sadece bu değişik insanları seyretmek, değişik dilleri işitmek bile eğlenceli. Bu arada Mehmet, camide tanıdığı bir adam vasıtasıyla, bir Kadiri şeyhiyle ahbaplık kurduğu için İskenderiye’de onun tekkesinde bir buçuk ay kaldı. Kadiriliğe de ısındı. Onlarda devran yoktu, ama sesli zikir ve sema vardı. Zi­kir meclislerine devamlı katıldı; yüreğinden kopan bir sesle zikretti ve döndü. El-Ezher’e devam etme arzusu şiddetli olmasa belki de bu Şeyh İbrahim Efendiye biat eder, İskenderiye’de kalabilirdi. Zaten içindeki küçük ses: “Şeyh eli öpeceksin.” demişti ona. Demek ki Kahire’de!
Kahire, Nil vadisinin doğu yamacında kurulmuş olan eski bir şehir. İsmi burayı kuran Fatımi komutanı Cevher tarafından Mısır elKahire olarak konmuş. Cazip bir şehir. Tarih boyunca Abbasiler, Fatımi, Eyyubi, Memluklular ve Osmanlıların olmuş ve İslam sanatı her dönemde Kahire’yi çok güzel anıtlarla donatmış. Camiler, sultan türbe­leri, okullar, manastırlar inşa edilmiş. Bilhassa Osmanlı
zamanında Kahire büyük kubbeli güzel camiler ve gör­kemli meydan çeşmeleri ile süslenmiş. Mehmet, Kahire’ye vardığı ilk gün bir handa kalıp şehri gezdi. Ertesi günü, Mardin’de Abdürrezzak Efendi’nin bahsettiği ve İb­rahim Efendinin de tavsiye ettiği gibi doğru Şeyhuniye Külliyesi’ne gitti. Burada medrese ve birçok sufı dergâhı mevcuttu. Mehmet, Abdülkadir Geylanî tekkesini buldu. Tekke on altı sütun üzerine kurulmuş, tavanı güzel nakış­larla bezenmiş bir yerdi. Beyaz mermer döşeli avlusunun ortasında kubbeli büyük bir havuz vardı. Avlunun çevre­sinde ise kat kat derviş hücreleri bulunuyordu. Mehmet avluyu görür görmez semanın burada yapıldığını anladı. Ne güzel ve kutsal bir yerdi! Mehmet, İbrahim Efendi’nin selamlarını sunup Şeyh Mehmet Efendiye biat etti ve derviş hücrelerinden birinde kalmaya başladı.
Aylar geçiyor... Bir taraftan Kadiri yolunun inceliklerini öğrenip zikre, semaya, sohbetlere katılırken, bir taraftan da El-Ezher’de derslere başladı. Ve bazen camilerde va­azlar veriyordu. Çok ciddi ve muntazam çalışıyordu. Bir hayli yorulmasına rağmen, hayatta en çok istediği ve sevdiği iki işi yaptığından dolayı mutluydu. Vaazlarını da beğeniyorlardı, ama bunlar daha Mehmet’i tatmin ede­cek derecede değildi...
Mehmet, tekkeye yerleşir yerleşmez, Derviş Ağasına ve Kâsım’a yazıp adresini bildirmiş ve onlara İskenderi­ye’den yolladığı mektupları alıp almadıklarını sormuştu.
Derviş Ağa’sı hemen cevap yazdı, Mehmet’in istedikle­rine kavuşmasından dolayı duyduğu memnuniyeti anla­tıyordu. Mektubun en altında bir satırı da kendisine ayır­mıştı: “Ben de evlendim kıymetlim. Geç oldu, lâkin geç de olsa Peygamberimizin sünnetini yerine getirebildiğim için sevinçliyim.” demiş, “Senin daha vaktin var, bunu bi­liyorum. Hele bir Anadolu’ya dön gel.” diye ilave etmişti. Mehmet, Kâsım’dan uzun aylar boyunca mektup bekle­miş, gelmeyince kendisi tekrar tekrar yazıp yollamış, yi­ne uzun uzun beklemiş sonra, gönül yolunun kendisine ettiği cilvelerden dolayı o kadar heyecana düşmüş, aklı­nı ve gönlünü o kadar başka şeylerle meşgul etmişti ki, hâliyle mektup beklemekten de vazgeçmişti.
Aslında genç adam, Kâsım’ın Melekşan’ın kocasından ayrıldığını bildiren mektubundan sonra ona defalarca yazmış, fakat çok istemesine rağmen, sarı kız hakkında bir türlü iki satır bir şey söyleyememişti. Boşanması hak­kında bir “hayırlısı olsun” bile diyememişti. Sanki onunla ilgili bir şey yazarsa kızla evlenmek istediğini Kâsım anlayıverecekmiş gibi geliyor ve bundan müthiş utanıyordu.
Ve buraya gelişinin ikinci yılında Kâsım’dan bir mek­tup geliverince doğrusu adamakıllı şaşırdı. Kâsım: “Beni bağışlamayacaksın biliyorum, ama ben ellerinden öpe­rek özür diliyorum ağam.” diye yazmıştı. “İnanılmaz bir meşguliyet içindeydim, sarayda yerim sallanıyordu ve bu arada evlenip ayrıldım! Karı dırdırı ne demektir sen asla bilemezsin, ben de bilmiyordum. Neyse detaylarını bir başka mektupta yazarım, şimdi sana büyük bir müjde vermek istiyorum. Osmanlı Hanedanı, dolayısıyla Osmanlı Devleti çökmekten kurtuldu. Sultanımızın bir oğlu doğdu, ismini Mehmet koydular. Eğer inşallah tahta ge­çerse IV. Mehmet olacak! İbrahim Sultan’ımız baştan iyi gidiyordu, anlı şanlı ağabeyini taklit eder gibiydi, ama vah ki vah! Onda ne IV. Murat’ın tahsili, ne karakteri, ne askerliği, ne de aklı var... Ancak içki ve kadın meselesin­de, sefahat meclislerinde ondan daha ileri. Biraz da, ha­nedana şehzade gerekli diye, ona birçok cariye ve türlü türlü gayret macunları ikram etmelerinden dolayı bu du­rumlara düştü. Neyse bir şehzade geldi işte. Allah ona sağlık, akıl, karakter, askerlik yeteneği, dirlik düzenlik ver­sin ki, memleket de onu izlesin.”
Mehmet, Kâsım’ın iki yıl kendisine yazamayışına hak verdi. Baksana neler gelmiş çocuğun başına! Dırdırcı bir karı! Allah esirgesin! Fakat sebebini hiç bilemediği hâlde, gönlü bu Şehzade Mehmet’ten hiç hoşlanmadı, bir tedir­ginlik yayıldı içine. “Allah sonumuzu hayreylesin!” diye dua etti.
***
Şeyh Mehmet’e bağlı olan mürit sayısı pek fazlaydı. Bunlardan bazıları şeyhe, kendi şeyhi zamanından kalma
idiler. Onlardan biri, Sadık Derviş, bir gün Mehmet’i ten­hada yakaladı:
—Hele bir otur kardeşim şu taşın üzerine, seninle hâlleşeceklerim var, dedi ve önce Mehmet’i övdü. Ben seni iradende sadık, samimi arkadaş biliyorum. Ama ya­nılıyorsun, Şeyh Mehmet, senin bildiğin gibi yetişmiş bir şeyh değildir. Ben sana nasihat ediyorum, senin aradığın onda yoktur. Beni dinlersen bu adamı bırak ve kendine bir başka şeyh ara, belki o zaman muradına erersin. Ken­disinin nasıl şeyh olduğu da belli değildir. Benim rahmet­li şeyhim Hakk’a yürüdüğü zaman, iki yalancı şahit bu­lup rahmetlinin kendisine velayet verdiğini söyledi ve söyletti. Böylece kuruldu onun postuna! Yani anlayaca­ğın yalancıdır. O iki adama da velayet verip birini sağ ya­nına, birini sol yanına oturttu. Yok muydu başka velayet verecek adam? Biz ne güne duruyorduk!.. Sonra... Mehmet sert bir el hareketi ile onun sözünü kesti:
—          Sen de ismin gibi sadık biriymişsin be adam! Senin bu sözlerinden sonra Şeyh Mehmet Efendinin gelişmiş, yetişmiş kâmil bir şeyh olduğuna inandım. Benim bir yere gideceğim yok, sen şimdi yıkıl git karşımdan. Bir da­ha da benimle konuşma!
Mehmet, Sadık’ı kovduktan sonra kalktı, biraz önce oturduğu taşa bir tekme salladı. Kuvvetli bir tekmeydi, ayak parmakları dehşetli acıdı. Kalbinden Mehmet Efendi’ye: “Sultanım,” dedi, “Allah’ın izni ile şu öfke belasını al içimden.” Sonra: “Nedir bu insanlardaki haset, nedir Rabb’im?” diye sordu.
***
Öç yıldan ve üç halvetten sonra Şeyh Mehmet Efendi; Mehmet’in öfkesini tam alamadıysa da, onun nefsinin bazı kötü huylardan temizlenmesini sağladı, yolunda ona Çok yardımcı oldu, ileri adımlar attırdı ki, kendisi “Sıfatlar tevhidinde bir zattı, öğrencisini sıfatlar birliğine ulaş­ırdı. Onun kalbinde bulunan ve kendisinin bile farkında olmadığı kin, gıybet, haksızlık, aldatma, haset, kibir, riya 9'bi kötü duygulan çıkarıp emmare nefisten, mutmaine nefis aşamasına getirip güzel sıfatlarla bezedi. Mehmet, Derviş Ağa’sına şöyle yazıyordu: “Ona üç yıldır hizmet ediyorum ve onu Kadiri tarikatında, kâmil bir şeyh bul­dum. Allah’a hamt olsun, ona hizmet sayesinde muradı­ma nail oldum.”
Mehmet mutluydu, herkesle ve her şeyle barışıktı...
O mutlulukla sokakta bulduğu bir gözü kör, hasta bir kedi yavrusunu alıp hücresine getirdi. Portakal rengine bakan sarı bir kedi yavrusuydu bu. İsmini önce portakal koymak istedi, ama bu kelime, bu minicik yavruya yakış­mıyordu. Gözlerinin sarı renginde minicik kırmızı benek­ler bulunduğu için Kiraz koydu. Onu aşçıdan aldığı et su­larına ekmek doğrayıp papara yaparak besledi. Kiraz kı­sa sürede iyileşti, semirdi. Yavrucuğun itirazlarına, tırma­lamalarına rağmen, bir de güzel yıkadı onu Mehmet; uzun tüyleri pırıl pırıl parlamaya başladı. Fakat Mehmet’i çekemeyenler, kedi sevmeyenler, onu Mehmet Efendiye şikâyet etmekten geri durmadılar: “Allah isminin daima anıldığı dergâh gibi bir yere yakışır mıydı bir kedi?” Meh­met Efendi: “Onu da Allah yaratmıştır, hayvanlar da bizlere O’nun emanetlerindendir,” dedi, “sevelim sevmeye­lim, Kiraz’a asla zarar vermeyelim.”
Kiraz sanki bu konuşmaları duyup anlamış gibi, kuy­ruğunu dikip gururla dolaşıyordu avluda... Mehmet onu seyretmeye bayılıyordu!
Ancak bir süre sonra Şeyh Mehmet Efendi, onu yanı­na çağırttı, içeri giren ve karşısında “sana teslimim” du­ruşu ile, sağ ayak baş parmağı, sol ayak baş parmağının üstüne atıp ayak bağlayarak ve edeple duran Mehmet’i baştan ayağa süzdü:
—          Bana kalırsa, dedi, senin artık El-Ezher’i bırakman lazım.
—          Anlayamadım sultanım?..
—          Düşündüm de, dedi, Hak yolunun sana tam açıl­ması için zahir ilmini bırakman gerekecek... Çünkü artık maddi ilim, ilerleyeceğin yolda sana yardımcı değil, en­gel olur. Maddi ilme devam edersen, Allah’la arandaki perdeleri açmak değil, aralayamazsın bile. Bu benim sa­na nasihatimdir, artık El-Ezher’den vazgeç!..
Ve Mehmet Efendi, konuşmanın sona erdiğini anlat­mak için gözlerini kapattı, teşbihine döndü.
Mehmet ona bakıp sessizce terk etti odayı.
Başına gelen, onu son derece hayal kırıklığına uğrat­mıştı. Kalbi yaralanmış, içinde öfke bile duyamayacak ka­dar incinmişti. Hücresine döndü, bir köşeye sinip gözyaş­larını koyuverdi. O, hem bilgin, hem de hakikat ehli ol­mak istemişti, ülküsü buydu. Başka hiçbir arzusu yoktu!
Mehmet’i bir titreme aldı, bir taraftan dişleri birbirine vuruyor, bir taraftan terliyor ve gözyaşları yağmur gibi ini­yordu yanaklarına. Bir saat kadar önce Mehmet Efendiyi terk etme kararı almıştı, şimdi şaşkındı çok; ne yapacak­tı?.. Kiraz da tedirgindi, miyavlayıp duruyordu.
Titremeleri biraz hafifleyince kalktı abdest aldı, iki rekât istihare namazı kıldı ve Allah’tan kendisine “doğru olanı” göstermesini diledi. Sonra köşesine çekilip zikret­meye başladı. Miyavlamaları kesilen Kiraz, sessizce gelip onun kucağına kıvrılıp yattı. Yatsı ezanı okununca, Mehmet, yerinden kalkmadı. Camiye gitmek, o kalabalığın arasına girmek istemiyordu, yalnızlığa ihtiyacı vardı. Ka­ranlıkta zikrine devam etti.
Neden sonra, yassı namazını kıldı. Niyeti sabaha ka­dar zikrini sürdürmekti. Bir süre sonra, öyle ağır bir uyku çöktü ki üzerine, kucağında Kiraz, oturduğu yerde uyku­ya daldı. •
Rüyasında kendini büyük bir şehirde gördü. Sultana hizmet etmekteymiş ve bu sultan da Şeyh Abdülkadir Geylanî imiş. Onun avlusu geniş bir sarayı varmış, ken­disi o sırada müritlerinin ileri gelenleri ile birlikte abdest almaktaymış. Mehmet öbür tarafında duruyor ve sanki ona kızacağından korkuyordu; kaçacak bir yeri de yoktu. O sırada Hazreti Geylanî, onu görüp çağırdı.
“Ey sufi!” Mehmet, hemen dönüp önünde durdu. Şeyh, hizmetlilerden birisine: “Buna bir kese getir.” dedi. Hizmetli birkaç adım yürüdü, fakat Geylanî Hazretleri onu geri çağırdı: “Gel, ona kendi cebimden vereyim.” dedi, der demez elini cebine soktu, bir kese çıkardı ve Mehmet’e uzattı. Mehmet keseyi hemen açtı, içinde taze sikkeli dirhemler vardı. Bir başka kese daha görünüyor­du. Mehmet onu da açtı ki, içinde dirhemden daha kıy­metli olan, taze sikkeli dinarlar ışıyordu. Mehmet şaşırdı, sordu: “Efendim bu iki kesenin anlamı nedir?” Hazreti Geylanî hafif tebessüm edip: “Dirhemler zahir ilimdir, öğ­ren ve onunla amel et.” dedi. “Dinarlar ise tarikat ilmidir, onu ancak sana uygun görülmüş mürşidinin yanında el­de edebilirsin ve senin şeyhin, bu şehirde değildir.”
Sabah ezanı okunuyordu, Mehmet içinde tarif edile­mez bir mutlulukla uyandı.
Aman Allahım anlamlı bir rüya görmüş ve her bir de­tayını da hatırlayabiliyor!..
O mutlulukla kalkıp, doğru camiye gitti, abdest aldı ve arka safta durup namaz kıldı. Sonra kapının yanına diki­lip; Şeyh Mehmet’in önünden geçmesini bekledi... O ge­çerken, uzanıp elini öptü ve:
—          Beni lütfen kabul ederseniz, dün akşamki rüyamı anlatmak istiyorum, dedi.
Şeyhi:
—          Gel bakalım, diye cevap verdi.
Şeyh Mehmet önde, Mehmet arkada yürürlerken genç adamın içi içine sığmıyordu. Selamlığa geldiler, Şeyh Mehmet:
—          Anlat bakalım rüyanı, neymiş öğrenelim, dedi.
Mehmet, rüyayı en küçük detayına kadar anlattıktan
sonra; her zamanki dürüstlüğü ile açık konuştu.
—          Efendim, dedi, bu rüya üzerine şimdi ellerinizi öpe­rek bana izin vermenizi rica ediyorum, çünkü bana uy­gun görülen şeyh için, bizzat Geylanî Hazretleri: “Bu şe­hirde değildir.” buyurdu. Şimdi bana müsaade edin, ge­ri dönüp dağ bayır, şehir şehir dolaşıp bana uygun görü­len o hazreti bulayım. İzninizi dilerim.
Şeyh Mehmet Efendi, Mehmet’in bir gün onu bırakıp gideceğini biliyordu, yine de fena hâlde üzülmüştü, ken­di arzusunu söyleyip onu vazgeçirmek istedi; dedi ki:
—          Biz Halvetiler gibi, düşlere çok fazla itibar etmeyiz. Seni, Allah’ın izni ile ben yetiştirdim, bu hâle getirdim. Halifem olmanı isterim. Önünde uzanan engebeli yolda elini tutacak birine ihtiyacın var, gitme ve halifem olarak burada kal.
Mehmet önüne baktı, önündeki halının hiçbir deseni­ni görmeden daldı kaldı bir süre, sonra silkindi:
—          Efendim, benim kalbim hilafete kanmaz; artık bun­dan sonra seyahat edip bana takdir edilen şeyhi arayıp bulmam lazım. Bana yaptıklarınızı asla inkâr etmem; Al­lah’ın rahmeti ve sizin hidayetinizle yolumda ilerledim. Bunu reddetmek yahut unutmak mümkün değildir. Ama artık, ellerinizi öperek müsaadenizi rica ediyorum.
Şeyh Mehmet uzun uzun düşündü, gözlerinden iki damla yaş yanaklarına düştü:
 Pekâlâ, dedi, bizden bu kuvvetle izin isteyenleri tut­amak âdetimiz değildir. Git evladım.
Elini Mehmet’e uzattı, bu kez Mehmet’in gözlerinden düşen iki damla yaş, şeyhinin elini ıslattı. O sıralarda Mehmet, yirmi altı yaşını tamamlamak üzereydi.
5
Yine kervanlar, yine kervansaraylar... Mehmet’in hey­besinin bir gözünde Kiraz kedi, diğerinde birkaç parça çamaşırla, Yunus Divanı... Yine yollara vurmuştu kendi­ni; sadece yolda olduğu için bile mutluydu. Sanki mad­di yollarda ne kadar gezerse, manevi yolunda da o kadar ilerleyecekti, ikisi arasında irtibat kurmak hoşuna gidi­yordu. Kervanlarda Kiraz’ı iyi karşılamayan da oldu, se­ven de... Bu, başında arake denilen keçe külah taşıyan, iri yarı, esmer, suskun dervişin bir kedi ile beraber olma­sı, insanlara tuhaf görünüyordu. Neyse ki, Kiraz, Meh­met’in heybesinin içinde rahattı. Molalarda yemeğini yi­yip, hacetini giderdikten sonra hemen yerine, heybenin gözüne dönüyordu. Ne Mehmet’i ne de başkasını rahat­sız ediyordu. Onun böyle uslu davranması, sahibinin onu daha çok sevmesini sağladı. Mehmet onu: “Derviş huylu Kiraz’ım!” diye seviyordu. İçine küçük bir sevinç olmuştu Kiraz, bu gerçek.
Mehmet, Kahire’den ayrılmadan bir gün önce hem Derviş Ağasından, hem de Kâsım’dan mektup almıştı. Kâsım; Sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın idam edilmesine çok hayıflanıyor, bunu Sultan İbrahim­’in büyük bir hatası olarak gördüğünü yazıyor ve Padişah’ın sefahat hayatına devam ettiğini söylüyordu. Fakat bu arada bir şehzade daha doğmuş, küçük Mehmet de sağlıklı bir çocukmuş. “Bunlar da iyi haberler.” diyordu...
Derviş Ağa’sının mektubu eğlenceliydi: “İkide bir evli olduğumu unutup evin içinde bir kadının dolaşmasını yadırgıyorum.” diyordu. “Neyse ki, bizimki anlayışlı bir hatun, birçok hatamı yüzüme vurmuyor! Sevindiğim şey­lerden biri de anneni, benim annem sayıyor, ona gelinlik ediyor, ablalarınla da hemen ahbap oldu. Bazen düşünür yorum da, evlilik iyi bir şeymiş be kıymetlim. Allah, sana da nasip eder inşallah. Ha aklıma geliverdi, Melekşan Hatun’un kocasından ayrılıp evine döndüğünü biliyor­sun, değil mi? Ayrılığa sevinilmez ama nedense ben, bir­den seviniverdim. Nedenini sorma, ben de bilmiyorum! Fakat hiçbir şey beni, senin şeyhinden memnun olman kadar sevindiremezdi. muradıma erdim.’ demişsin. O ne demek biraz daha açıklayabilir misin? Yani mesela nefis seviyelerinden hangisindesin acaba? İçindeki Allah sevgi ve saygısı, bir ‘aşk’a dönüşmeye başladı mı? Bana anla­tabilir misin yoksa, bunlar sırdır, dile getirilmez mi, der­sin? Öyle dersen de adaba uymuş olursun, saygı duyarım sana. Lâkin abe merak etmemi de önleyemezsin! Hani aklıma geliyor... İster misin beni bile geçmiş olasın! İşte bu pek hoşuma gider kıymetlim adamım, seninle gurur duyarım, bu gururu unutmuş yüreğimle.” diyordu...
Mehmet, buralara geliş yolculuğundaki gibi, zaman zaman onlara bir şeyler yazıyor; seyahatini anlatıyordu. “Konakladığımız yerlerde bazen, kervan değiştirirken beklediğim şehirlerde oranın ünlü din adamlarıyla tanış­maya, görüşmeye bakıyorum. Bu arada birkaç din bilgi­ni tanıdıysam da, dişe dokunur bir şeyhe rastlamadım. Bazen çarşıda pazarda, bazen yol üstünde dervişlere rastlıyorum, Allahları var, hepsi de hoş davranıyor. Şeyh­lerinden sual ettiğim zaman da, bana olmadık keramet­ler anlatıyorlar. Sanıyorum şeyhliği bir keramet tezgâhı olarak görmekteler. Kimse onların ilminden, irfanından bahis açmıyor, varsa yoksa keramet. Nedense bu kadar çok keramet beni boğuyor ve hepsini göz bağcı olarak görüyorum, Allah beni affetsin. İşte böyle bazı yerlerde de, dervişleri görüp şeyhlerini görmekten vazgeçiyorum. Acaba doğru bir iş mi yapıyorum? Her neyse bana doğru görünüyor.” Böyle şeylerden bahsediyor ve Kiraz’ı uzun uzun anlatıp tarif ediyordu.
Bu arada şiir yazmaktan da geri durmuyordu. Hele ay­sız gecelerde, lacivert gökte parlayan kocaman yıldızlar ve bunaltan çöl sıcağında ağır aksak giden develerin üs­tünde yol aldıktan sonra gelen akşam serinliği, ona il­ham veriyordu. Heybesinin Yunus Divanı gözü, tamam­lanmamış şiirlerle doluydu. Kahire’de yazdıklarıyla bunları, divanın içinde muhafaza ediyordu; fakat bazılarını yaz­dığını hatırlamıyordu bile. Ancak gönlüne hitap ettiği bir yarım şiiri hep içinde dolaşıyordu; kapalı dudaklarının ar­dından hep onu söylüyordu:
Ey gönül gel Hakk’a giden rahı bul
 Ehl-i dert olup, derunî ahi bul
Canın ilindeki şems ü mahı bul
Âdem isen “semme vechullah”ı bul
Kande baksan o güzel Allah’ı bul
Devlet-i dünyâya mağrur olma sen
Lezzet-i câhına mesrur olma sen
Onları izzet sanıp, hor olma sen
Âdem isen “semme uechullah”ı bul
Kande baksan o güzel Allah’ı bul
Gerçi Allah’a ibadet de güzel
Züht ü takva vü kanaat da güzel
Halvet ehline keramet de güzel
Âdem isen “semme vechullah” bul
Kande baksan o güzel Allah’ı bul
O sana açmış durur daim yüzün
Sen yitirmişsin ha ararsın izin
Bîcihet göstermiş eşyada özün
Âdem isen “semme uechullah”ı bul
Kande baksan o güzel Allah’ı bul
Güneşin ufukta görülmedik bir büyük kırmızı top gibi battığı bir akşam vaktinde, çocuk sayılabilecek genç bi­ri, devesini Mehmet’inkine yaklaştırdı, selâmlaştılar.
          Canını sıkmazsam sana bazı sorularım var.
          Buyur, dedi Mehmet.
          Burada bir efendiden senin hem El-Ezher’e devam ettiğini hem de Şeyhuniye’de Kadiri tekkesinde kaldığını, orada da hakikat ilmi tahsil ettiğini öğrendim.
Hay Allah, nereden o adama bu kadar bilgi vermişti Mehmet! Canı sıkıldı, dedi ki:
          Evet, Allah öyle nasip etti.
          Neden iki ilmi birden?
          Bilirsin tek kanatla uçulmaz! Bence maddi ilimle, manevi ilim birbirini tamamlıyor, iki elimiz, iki kolumuz nasıl birbirini tamamlarsa, iki ilmi de bilmek öyle denge­de tutar insanı, bir tek ilmi bilmekten daha faydalı olur. Hakikat ilminin gereklerini yapıp şeriatı terk etmek ol­maz!
          Fakat zahir ilim sahiplerine sorarsan onlarınki üs­tün, dervişlere sorarsan dervişlerinki üstün!
          Bu fakir hamdolsun, iki ilimden de nasiplendiği için, sözleri daha tarafsızdır kardeşim. Bir kere şöyle dü­şünelim, ilim neden lazım? İlim öğrenmek farza yakın bir kuvvette Yaradan’ın emridir. Ne buyruluyor Mücadele su­resinde: ‘Allah, sizden iman edenleri ve ilim verilmiş olanların derecelerini yükseltir.” Bu yüzden farza yakın bir kuvvette dedim. Peki mahlukatın özü olan insanın en bü­yük sermayesi nedir? Hayatı, değil mi? İşte bu hayatı yüksek bir amaç için değerlendirmek istiyorsan, ki ben­ce bu Allah’ın insana verdiği görevlerden biridir, evet, ilim öğrenmeli. Bana göre ilmin yükseği, üstünü; Allah’a yaklaştırıcı olanıdır. Manevi yolun yolcusuna en faydalı ilim de, yolunda ona azık olacak kadardır. Salik bunu okuya­rak veya dinleyerek öğrenebilir. Bundan sonra temiz, dü­rüst davranış ve hareketlere ek olarak çok daha zoru, ne­fis ve heva ile yani maddi arzuların tümüyle mücadeleye gelir iş. Bu mücadele de kalbi temizlemek, zikir, az ye­mek, az uyumak ve az konuşmakla olur. Ve bu ilim insan kalbine Yaradan sevgisi, saygısı ve korkusu salar. O insan da bu ilim sayesinde Allah’ın nuruyla görür, işitir ve ko­nuşur. Çünkü Rabb’imiz kutsi hadisinde: “Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşır. Ben de onu severim. Ben onu sevince onun işiten kulağı, gören gözü olurum.” buyurur.
          Ah bak bunu bilmiyordum!
          Sen ne okudun çocuk, hem ismin ne?
          İsmim Ahmet’tir. Sıbyan okulunu bitirdikten sonra bol bol okudum. Ben, doğrusunu istersen hakikat yolu­nun bir yolcusu olmak isterim. Babam da zahir ilim öğ­renmemi ister. Benim isteğimin bir heves olduğunu, okuyup dinlediğim ilahilerin bir sonucu olduğunu söylü­yor... Anlaşamadık. Babam bir ayetten destek alarak be­ni bu seyahate saldı: “Gez, gör, düşün” dedi. “Sonra,” dedi, “kararını ver!”
          Bence iki öğretimi de görmelisin. Çünkü zahir ilim kalbin cehaletini giderir. Fakat nefis kademesinin ilki emmare nefsin kendini beğenme, yani kibir, kin, haset gibi kötü sıfatlarını ortaya çıkartır. İkinci ilim ise emmare nef­sin sıfatlarını yok eder; ruhun af, hoşgörü, herkese, kötü­lere dahi iyilik etmek, herkesin hayrını istemek gibi iyi huylarını meydana çıkartır. Birinci ilim ne kadar artarsa cahillik o kadar azalır; suyun pisliği temizlemesi gibi, kalpteki cahilliği temizler. İkinci ilim de ne kadar artarsa, Allah’a o kadar yaklaşılır. Kuyumcu nasıl ateşte altını, di­ğer madenlerden ayırırsa, ikinci ilim de öylece nefsi ona yerleşen kötü sıfatlardan temizler. Eğer bu iki ilim birle­şirse, iki denizin birleştiği yer olur. Bilirsin, Musa Peygam­berle Hızır, iki denizin birleştiği yerde buluştu!
          Teşekkür ederim, dedi Ahmet, seninle konuşmak bana çok faydalı oldu.
          Bir karar mı aldın yoksa?
          Evet, iki ilmi de beraber tahsil edeceğim.
          Önce gez, gör ve etraflıca düşün bakalım, dedi Mehmet, tıpkı çocuğun babasının nasihatini ederek.
Onun tek bir kişinin etkisi altında kalmadan, kendisi için doğru olanı bulmasını istiyordu; öyle iki ilmi birden öğ­renmek çok kolay bir iş değildi!
Sonra çocuk, Mehmet’i izler oldu, onun bulunduğu gruplara giriyor, şehirlerde Mehmet yalnız başına gezer­ken ona yetişip yanında yürüyor, bir konu bulup açıyordu.
          Benim mürşidim ol, dedi bir sabah, bir kervansara­yın avlusunda otururlarken.
Mehmet, kucağında oturan Kiraz’ın sırtını kaşırken:
          Ben şeyh değilim ki, dedi.
          üstadım ol öyleyse, öğretmenim ol, bana ders ver. Babam yanımda bir bilginle döndüğümü görürse çok memnun olur.
          Kahire’de işim bitti artık çocuk, ben kendi mürşidi­mi aramaya yollara düştüm.
          Senin mürşide ihtiyacın yok!
Mehmet sertçe:
 — Benim neye ihtiyacım olduğunu, en iyi kendim bi­lirim, dedi.
— Peki peki kızma, dedi Ahmet, arada sırada bir şey­ler yazdığını görüyorum. Ne yazıyorsun?
          Şiir, aslında ilahiler demek daha doğru.
Mehmet, çocuğun ısrarcılığından, sorularından, fikir­lerinden bıkmıştı. Onu başından savmak için, elini hey­besine daldırdı ve bir tomar kâğıt çıkardı; eski, yeni şiir­leri karmakarışık, Ahmet’e uzattı.
          Git, uzak bir yerde oku!
Ertesi sabah çocuk, gözlerinde bin bir pırıltı ile, deve­sini Mehmet’inkine yaklaştırdı:
          Meğer sen Niyâzî imişsin!..
          Niyâzî mahlasımdır.
          Anladım, dedi Ahmet, Niyâzî’yi yalnız ben değil, bu kervandaki Türkler de tanıyor.
— Hadi canım sen de!
          Sen şiirlerinin elden ele, ağızdan ağıza dolaştığını bilmiyor musun?
Ve Mehmet şaştı kaldı. Hayır bilmiyordu!
Molada Mehmet’in yanına, ona hayranlıkla bakan bir­kaç kişi daha yanaştı. Hepsi Anadolu’dan gelmiş, yine oraya dönüyordu. Ve Niyâzî’yi şiirlerinden tanıyorlardı.
          Senin de bizim kervanda olduğunu bilmek ne mut­luluk, dedi bir adam.
Öbürleri de iltifatlar ettiler. Böylece Mehmet, şiirlerinin gerçekten Anadolu’da bazı çevrelerde ağızdan ağıza, el­den ele yayıldığını öğrendi. Hepsi de onun Kahire’de iki ilmi birden yaptığını biliyordu.
Lafa karışan Ahmet diyordu ki onlara:
          Ben babamın bir Türk arkadaşından dinledim uzun uzun. O kadar sevdim, o kadar sevdim ki, kendimi Allah yoluna vurmayı istedim. Şu Allah’ın işine bakın ki bana ilham veren zatı, bir yolda tanıdım ve bana ikinci kere yol gösterdi, iki ilmi beraberce yapmamı söyledi... Öyle yap­mam farzdır artık, çünkü şiirleri dinlemem ve burada al­dığım cevap, bana bu işin Allah’ın bir işareti olduğunu söylüyor. Söyleyin işaret değil de nedir?!
          Doğru söylersin, işarettir, dediler ve Mehmet’ten bir şiirini okumasını ısrarla istediler.
Mehmet mahcup, kızarmış bir yüzle okudu.
Mola bitti, herkes devesine bindi. Mehmet bir de bak­tı ki, Ahmet dahil o şiir okuduğu Türk grup, arkasından gelmekte, onu izlemekte. Gündüz molalarda, gece ker­vansaraylarda şiir okutma, aşırı ilgi devam edegeldi. Ve Mehmet bir de baktı ki; nefsi kabarmakta. Çok sıkıldı; ça­reyi yolu uzatmak pahasına kervan değiştirmekte buldu. Hepsiyle vedalaştı, Ahmet’i alnından öptü, bir yol kavşa­ğında kervandan ayrıldı.
Nereye gideceğini, ne yapacağını hiç bilemiyordu. Kervandan ona: “Hızlı hızlı yürürsen, akşama doğru Bağ­dat yakınlarında bir köye varırsın.” demişlerdi. Mehmet hayırlı bir iş yaptığı için, köyde veya Bağdat’ta hayırla I karşılaşacağına inanıyordu.
O sıcakta hızlı hızlı yürümek kolay değildi, fakat yürü­dü Mehmet. Gerçekten de akşama doğru ter içinde ve yorgun argın uzaktaki köyü gördü. Hemen yakınında cı­lız bir dere akıyordu. Mehmet çevresine bakına bakına ve çekinerek soyunup suya girdi; üzerindeki teri, kiri tozu at­tı, abdest aldı. Artık temizdi ya, neşelenmişti. Yine hızlı hızlı köye vardı, dere içinden geçiyordu ve çevresini yeşilleştirmişti. Ağlayan söğütler, kavaklar, hurmalar vardı. Akşam ezanı okunuyordu, doğru camiye gitti. Cemaatin arasında Türkçe konuştuklarını işitince memnun oldu, ya bir Türk köyü idi burası ya Türkler fazlaydı.
Namazdan sonra birkaç kişiyle konuştu; yatacak bir yer arandı.
          Burada han, kervansaray bulunmaz, dediler, ama bir imama danış, belki camide yatmana izin verir, çünkü mum almaya gelenlerin camide yatmalarına göz yumar, ama onlardan para gelecektir diye izin verir.
          Buraya mum almaya mı gelirler?
          Evet, mum imalathanemiz vardır. Bağdat neredey­se bütün mumunu bizden satın alır.
Birkaç yıl önce Mehmet mum yapmayı öğrenmek is­temiş, “Belki İskenderiye’de, belki Kahire’de.” demiş, ama oralarda bu iş kısmet olmamıştı. Mehmet, umduğu hayırla karşılaştığını düşündü. Buradan mum yapmayı öğrenmeden ayrılmayacaktı!..
O gece, orta yaşlı, kendisi gibi suskun birinin getirdiği bulgur pilavını yedi. İmam, sabah namazından önce ca­miyi süpürüp temizlemesi şartı ile, orada yatmasına izin vermişti.
Birkaç saat uyuduktan sonra, kalkıp camiyi bir güzel temizledi, halıları bahçeye çıkarıp silkti. Namazdan son­ra, doğru mum imalathanesine gitti. İşçiler de gelmişler­di, onlarla konuştu, burada çalışıp mum yapmayı öğren­mek istediğini söyledi.
          Genellikle çoluk çocuğa yaptırdığımız işler vardır; mesela içyağının temizlenmesi gibi, kazanların yıkanması, ocakların yakılması falan gibi, usta sana böyle bir iş ve­rebilir, sonra bizleri izler öğrenirsin, dediler.
Usta, onu derhâl işe aldı, çünkü kirli yağ çok birikmiş­ti; ufak tefek kemiklerden, küçük et parçalarından, sinir­lerden temizlenmesi gerekiyordu; iki üç çocuk da ona yardımcı buldu.
İmalathane kocaman, oldukça loş, ambar gibi bir yer­di. Ocakların üstünde kocaman kazanlar vardı; her bir kazanın üstünde ise tavandan sarkan bir tahta tekerlek bulunuyordu. Yandan uzanan ipi çekilince bu tahta te­kerlek dönüyor, üzerine asılmış, ince pamuk iplikleri dön­dürüyordu. Anlaşılan kazandaki temiz yağ kaynadıkça, bu tekerlek döndürülüyor ve pamuk iplikler sırayla kaza­na batıp çıkıyordu. Böylece tekerlek döne döne, pamuk iplikler bata çıka, mum kalınlaşıyor, istenilen boyuta ge­lince de tekerlek durduruluyordu. İşçiler ki hemen hepsi, kimi sevda uğruna, kimi macera aşkına, kimi artık savaş­mak istemediği için Murat Han’ın ordusundan geriye dö­külüp kalmış askerlerdi. Arada sırada hep birlikte türkü söyleye söyleye yapıyorlardı işlerini. Daha ziyade Anado­lu’ya duyulan özlemi ifade eden ve IV. Murat Han’ın kah­ramanlığı üzerine yakılmış çeşitli türkülerdi bunlar. Güzel söylüyorlardı, Mehmet’in kulakları rahatsız olmuyordu. Kiraz da hoşlanıyor olmalı ki bu işten, ayaklarının altında dolaşıyor, kendince oyunlar yapıp duruyordu. İşçilerin hepsi seviyordu onu, yağdan ayrılan küçük et parçaları ile besliyordu.
Cami imamı da, yatsıdan sonra bir süre kalıp Meh­met’le konuşmayı âdet edinmişti. Ona sorular soruyor, aldığı cevapları düşünüp tartıyor, bir şeyler öğrenmekten memnun oluyordu. Bir gün ona, arada sırada cemaate vaaz verip nasihat etmesini teklif etti. Mehmet, kabul etti.
Köylüleri, ki içlerinde Araplar da vardı, sıkmadan daha ziyade şeriata dair on, on beş dakikalık vaazlar vermeye başladı; sonra bir on dakika da sorulara cevap vermeye ayırdı. Türk’ü, Arap’ı, işçisi, çiftçisi ile bütün köy, Meh­met’e hayrandı. Vaazlarının sonunda: “Bu anlattıklarımı evde hatunlarınıza da anlatmayı unutmayın. Onlar cahil kalmasın yoksa üzerinize hakları geçer, yarın hesabı so­rulur.” demeyi ihmal etmiyordu.
Karşılıksız iş yapmayı sevmeyen imam, karşılıksız iş yaptırmayı da sevmezdi. Mehmet’ten vaazlar için ne iste­diğini sordu, o da böyle bir iş için asla bir şey kabul et­meyince:
          Öyleyse sana at binmeyi öğretsinler. O sıcakta bu­raya yayan geldiğini duyunca, içim acımıştı, dedi. Sen onlara, hepimize öğretiyorsun, bırak onlar da sana öğ­retsinler.
Mehmet, kabul etti. At binmeyi öğrenirse, ileride Ana­dolu’da gezerken yardımcı olurdu bu hüner. Ve öğren­menin sonu yoktu onun için.
Böylece bu güzel köyde iki ay geçirdi Mehmet, İyi bir mum yapıcısı olmuş, at binmeyi de öğrenmişti. Ustası da atölyede çalıştığı günler için ona para vermeyi teklif etti, Mehmet onu da kabul etmedi.
Bunun üzerine Mehmet ayrılırken köylüler ona uzun yola dayanıklı bir at hediye ettiler. Mehmet bu atı, minnetle kabul etti ve:
          Sizin bana hakkınız geçti, helal edin, dedi.
Adamlar, helal ettiler.
Bu doru bir attı, ismini Rüzgâr koydu Mehmet. Bu kez at sırtında, heybesinin içinde Kiraz, ağzında orada öğren­diği bir sıla türküsü, köyden Bağdat’a doğru ayrıldı Meh­met. Bu iki ay içinde hiç mi öfkelenecek bir şey olma­mıştı, yoksa Allah içindeki bu gereksiz öfkelenme huyu­nu alıp yok mu etmişti? Bunu düşündü ve öfkelenecek bir şey olmadığına karar verdi.
***
Çeşitli sanat eseri camileri, medreseleri, türbeleri ile çok eski, çok görkemli bir kültür, ilim ve sanat şehri olan Bağdat’ta Mehmet önce Danyal Peygamber’i, sonra Hazreti Ali, İmam Hüseyin, İmam Hasan ve İmam-ı Azam’ı ziyaret etti. Abdülkadir Geylanî’yi sona bırakmıştı; türbenin içinde uzun uzun oturdu, gönlüne bir hoşluk, bir sükûnet yayılıp, burnu bahar çiçeklerinin kokusunu almaya başlayınca, gözleri dolu konuşmaya başladı: “Se­nin sözün üzerine yollara düştüm; gezip geldiğim yerler­de hep bir mürşit aradım, bulamadım... Ben mi iyi arayamadım yoksa sen benimle eğlendin mi?.. Bahsettiğin bana tayin edilen mürşit hani nerede, hangi şehirde Şa­hım Efendim?” diye sordu; iç rahatlığı arttı, bahar çiçek­lerinin kokusu arttı, fakat gönül sustu, gönlüne hiçbir il­ham gelmedi... Bir süre daha oturdu, sonra kalbi buruk ayrıldı türbeden...
Bağdat’ı gezdi, camilerde, kahvelerde hatta pazarlar­da, kendisini bir mürşide ulaştıracak dervişler aradı, bul­du; birçok tekke ziyaret etti... Daha sonraları birçok din adamı ile de tanışma fırsatı buldu; zahir ilim bilginleri ve yine mürşitler... Mürşitler... İçlerinde çok olgunları olduğu gibi, vasat seviyede bulunanları da vardı. Genellikle, Meh­met hiç konuşmuyor, pek arada sırada sorular soruyor, fakat daha çok dinliyordu. Yalnız, bir Halveti şeyhinin kar­şısında heyecanlandı: “Bu o mudur?” diye sordu gönlü­ne. Hayır değildi! üzüldü, bu zata ısınıvermişti çünkü, ya bunun sebebi neydi? Gönlü: “Çünkü o senin tarikatındadır ve gerçekten yetişmiş bir mürşittir. Bu yüzden ısındın ama seninki değildir.” diye cevap verdi. Mehmet gönlü­nün hâlâ Halvetilikte olduğunu pek bilmiyordu, öğrendi...
Eğer sohbette değilse, her namazını ayrı bir camide kılmakta ısrarcıydı Mehmet. Böylece Bağdat’ın birbirin­den güzel camileri hakkında da bir fikir sahibi oluyordu.
Kaldığı ve Rüzgâr’ın pekiyi bakıldığı handa, hancıyla ahbaplık kurmuştu. Bir gün ona mürşit aradığından ba­his açtı, adam kimlerle görüştüğünü sordu. Mehmet isimleri sayınca, adam:
          Onlar, dedi, hep ünlü kişiler, seninki bu kadar ünlü olmayanlar arasında olabilir. Bağdat’ta kenarda köşede, sessizce çalışan ve ün peşinde koşmayan birçok mürşit vardır, sen onları bulmaya bak.
          Nasıl bulabilirim onları?
          Merkezden uzaklaş, kenar mahallelerin camilerine git, oralarda sor soruştur, mutlak müritlerine rastlarsın.
Mehmet, hancının dediği gibi yaptı, fakat şerbet şa­rap anısı hep zihninde canlı durduğu için, çok dikkatliy­di. Hakikaten bu camilerde dervişlere rastladı. Uzaktan izleyip hâl ve tavırlarını beğenmediklerine hiç yaklaşma­dı, beğendiklerine yaklaştı, sözü döndürüp dolaştırıp şeyhlerine getirdi, yine adamları ölçüp biçerek dinledi. Onlar arasından beğendiklerine de mürşitleri ile tanış­mak istediğini söyledi. Bu yolla, gerçekten birkaç yetkin şeyhle tanıştı. Fakat hiçbirinin yanında gönlü suskunlu­ğunu bozmadı, “Bu odur!” demedi.
Böylece üç ay geçirdi Bağdat’ta, bir kez daha Abdülkadir Geylanî’yi ziyaret etti, sorusunu tekrarladı. O za­man gönlüne doğan kelime, “Anadolu!” oldu, evet gön­lü, “Çok mürşit tanıdın, çok tecrübe edindin, fakat artık Anadolu!” diyordu...
Onu dinledi. Bir sabah Rüzgâr’ın sırtına atladığı gibi ayrıldı bu güzel şehirden. Mehmet, açlığa dayanabilirdi, ama yanında beslemesi gereken iki can vardı; bu yüzden kervansaraylarda kala kala, ağır ağır gitti. Bir gün Dic­le’nin kıyısında atını dinlendirmek için konakladığı zaman, Kiraz’ı da heybeden çıkardı. Böylece Kiraz’la Rüzgâr tanışmış oldular, ama birbirlerine hiç yüz vermediler! Rüzgâr, Dicle’nin suyundan içmeye yöneldi, Kiraz kaşıması için Mehmet’in önüne sırtüstü yatıp karnını aç­tı. Şu var ki, Kiraz’ı böyle sevip kaşımak, tıpkı denize ba­kar gibi, tıpkı yeşilliğe bakar gibi dinlendiriyordu Meh­met’i. Şimdiye kadar onu yanına aldığına hiç pişman olmamıştı, ama öz şeyhinin tekkesine vardığı zaman, o zat istemeyebilirdi kediyi! Bundan endişeleniyordu Mehmet. Anadolu yolu demek, Dicle’nin geldiği yol demekti. Genç adam nehir kıyısından ayrılmamaya dikkat ederek köylerden, kasabalardan, şehirlerden geçiyordu. Birinde de duraklayıp şeyh aramaya kalkmadı, Musul’da bile... Mademki gönül “Anadolu” demişti bir kez, onu orada bulacağını bilir gibiydi, üç can, uzun uzun gitti. Mevsim değişmeye, hava soğumaya başlamıştı.
6
Nihayet Mehmet bir gün kendini Uzun Kavak Köyü'nde bulunca pek sevindi. O kadar sevindi ki. attan inip toprağı öpüp okşadı. Artık daha bir dikkatliydi; işte Anadolu, işte Anadolu!" diyordu, kalbi çarpıyordu. “Rabb'im ulaştır artık beni şeyhime; içim çok yoruldu, çok!" Biliyordu, o zatın yüzüne bir bakınca bütün yorgunluğu geçecek! İçinden bir ses: "Belki o seni bulur! diyordu son zamanlarda. Bunun üzerine Mehmet her uğradığı köyde, şehirde bir mürşit aradığını açık etmeye başladı. Sanki o meçhul zat onun böyle konuştuğunu işitecek ve kalkıp onu almaya gelecekti! O bilmiyordu W içten gelen sesler her zaman yakın geleceği işaret etmez. Kuzeybatıya doğru gidiyordu içinden öyle gelmişti, üzün uzun yollar tükenip vakit geçtikçe, günler, haftalar, aylar boyu Mehmet kendini oradan oraya attıkça gönül: tanıştığı, tekkelerinde kaldığı din adamlarının hiçbirine “Bu odur” demedikçe genç adamın aklı karışıyor. düşeceği hâllerin en tehlikelisine, ümitsizliğe doğru tepe taklak gidiyordu. Gittikçe kalbi karardı, gönül hepten sustu. O bir ağır taştı artık beden kafesinde, bütün özlemlerini ve canlılığını kaybetmiş. Mehmet öfkeleniyor, öfkesinden ağlıyordu. Yanındaki canların bakımı da beslenmesi de bir zevk değildi artık, bir dertti! Yorgun, umutsuz, cansızdı... Gönlü çoktan ölmüş, kendisi bir ceset gibiydi. Kiri* bir yerde, yine gönlüne karşı öfkesi taşmışken indi attan yere oturdu ve gönlünü sorgulayan bir şiir yazdı. Yazarken gözyaşları birbiri ardına iniyordu yanaklarına, sakalına: Gel ey aşk oduna pervane gibi canın atmayan Gece gündüz işi bülbül gibi zar olmayan gönül
Tükendi ömrün ey gönül heba yerlerde gafletle
Gel ey ömrü tamam olunca bî-dâr olmayan gönül
Sudan bir ibret almadın, niçin dâ’im akıp çağlar
Gel ey ımhdet denizini talepkâr olmayan gönül
Erişti menzile cümle yol ehli, sen donup kaldın
Seni nidem bu yollarda bana yâr olmayan gönül
Kamunun derdine çare sen imişsin bu âlemde
Niyâzî derdmendün derdine çare olmayan gönül
İçindeki küçük ses:
          Sen de çok sabırsızmışsın, dedi en sonunda, oysa sabır, yolcunun değişmeyen yol arkadaşıdır!
\ — Yine haklı çıkmaya çalışıyorsun gönül, dedi Meh­met, sen içimde canlı durdukça yolum bana ağır gel­mez... Lâkin sen kımıldamadıkça, öyle taşlaştıkça, ben­den sabır bekleme! Çünkü yolcunun yol arkadaşı, önce canlı bir gönül, sonra sabırdır!
          Deneniyorsun, bu hiç aklına düşmez mi?
“Bu ne çok ve uzun denenme Yarabb’im, yetmedi mi daha?” diye haykırmak istedi Mehmet. Göğüs kafesi çat­layacakmış gibi oldu, öyle dolmuştu. Fakat cümlesi zih­ninde kaldı, ağzı açılmadı... Yüzükoyun yere yattı, topra­ğı yumruklaya yumruklaya ağlamaya devam etti. “Daha ne kadar, ne kadar deneyeceksin beni, yetmedi mi?” di­ye haykırdı. “Neden mürşidimi buldurmazsın bana?” “Ben Sana ne ettim? Neden mürşidimi buldurmazsın ba­na?” Sonra bağırıp, cümlesini tekrar etmekten ve topra­ğı yumruklamaktan yoruldu kolu, yanma düştü, sesi çık­maz oldu. Heybenin içinde Kiraz, bir konaklama olduğu­nu anlamış, miyavlayıp duruyordu. Neden sonra işitti onu Mehmet, kediyi heybeden çıkardı, salıverdi.
Genç adam, biraz önce toprağı yumrukladığı yerde secdeye vardı:
“Bağışla beni Allah’ım! Sana isyan etmeyi istemiyo­rum, hiç istemiyorum. Bu kalbim üstüne bir karadır, bili­yorum... Yanlış yaptım, bilemedim Allah’ım, beni affet. Sen bana daima hayırlar verdin, kolaylıklar gösterdin. Hayır nankör değilim. Beni nankör kullarından eyleme. Sen’den gelen her şeye razıyım Yarabb, bu fakir kulunu affet... Sen rahmeti bol olansın, Sen tövbeleri kabul edensin. Tövbe ediyorum. Sen Yaradan’ımsın, beni ben­den iyi bilirsin; kendimden, öfkemden sana sığmıyorum Allah’ım!” diye yalvardı.
O          an Derviş Ağa’sı karşısında:
          Bir tek Allah var, diyordu, gayrisi yok! Sen yokluğu­nu bilmedikçe bu hataları işlersin... Yokluğunu bil... Yok­luğunu bil!..
Mehmet büyüdükten sonra, Derviş Ağasının çokça söylediği bir cümleydi. Demek yine yokluğunu bileme­miş ki... Mehmet, içini çekti; “Bana bir halvet gerekli!” di­ye düşündü. “Nasıl daha önce akıl edemedim!” diye ken­dine şaştı ve karar verdi: “Doğru İstanbul! Orada bir tek­kede inşallah!” Böylelikle, Allah’a isyanının bağışlanaca­ğını, kalbinin yumuşayacağını ve yokluğunu anlayacağı­nı umuyordu.
Fakat yanındaki iki canı ne yapacaktı? Buraya kadar onlarla gelmek zor olmamıştı, ama ya İstanbul’da ne ya­pacaktı? Kiraz’la beraber halvete giremeyeceğini çok iyi biliyordu. Ayrıca bu hayvanı kırk gün bir hücrede tutmak, hem olmazdı, hem tutsa bile ona zulüm olurdu. Zaten izin verilmezdi, yanında kedi ile halvet mi olurmuş!...
Atının üzerinde dertli dertli düşünürken birden aklına Kâsım geldi. Nasıl olsa ziyaretine gidecekti. İstanbul’u is­temesi biraz da onun yüzünden değil mi? Sonra gidecek­ti amma, işte önce ona varmalı, bu hayvanları Kâsım’a emanet etmeliydi. Burada da bir “amma”sı vardı; Kâsım’ın kız kardeşi de evdeydi... Ya karşılaşıverirlerse?! Bu­nu istemiyordu. Zaten onun bulunduğu bir eve gitmek, kâfi derecede heyecan vericiydi. Bir de karşılaşırlarsa eli­nin ayağının tutmayacağını, sesinin çıkmayacağını sanı­yordu.
Fakat ne yapsındı bu iki canı? Mecburdu... Gidecekti!
***
Akşam ezanı okunuyordu. Kâsım açtı kapıyı, uşağın tuttuğu lambanın ışığında bir an bakıştılar, sonra Kâsım’ın kahkahası bütün evi çınlattı:
 — Şensin değil mi benim ağam? Şensin!
Birbirlerine sarıldılar, bir daha hiç ayrılmayacaklarmış gibi, sıkı sıkı:
— Nereden çıktın? Ben seni Kahire’de bırakmıştım, öz şeyhini aramak için yollara düşecektin, sonra sustun, an­ladım. Biz de durmuş kapı önünde konuşuyoruz. Haydi gel içeri, gel!
          Atım var, dedi Mehmet.
          İyi ya, bizim de ahırımız var!
Kâsım yanındaki uşağa, atın doyurulup bakılması için emir verdi. Sonra onun elini tutup içeri çekti, sağ tarafta bir kapı açıp selamlığa buyur etti.
— Yahu bu ne güzel bir günmüş, zaten içimde sebe­bini bilemediğim bir sevinç vardı. Birden durdu, arkada­şının hiç konuşmadığını fark etmişti. Sen neden susu­yorsun be birader?
Heybesini yanından ayırmayan Mehmet, odayı çepe­çevre saran, üstü pek kıymetli halılarla örtülmüş sedirin bir köşesine ilişti:
          Sen çok konuşuyorsun da ondan, dedi ve sessizce güldü, aslında şaşkınım be Kâsım, on yaşlarında ayrıldık, neredeyse yirmi yıllık bir ayrılık, kolay mı!
          Dur daha otuz yaşına basmadık, dedi Kâsım, fakat biz hiç ayrılmadık ki ağam, devamlı birbirimizden haber­dar olduk, çok şükür. Değiştik tabii değişmesine... De­ğişmesek şaşardım, seni bilmem ama ben, hâlâ Malatya daki gibi seve, sayarım seni. Mehmet gülümsedi:
          Ben de seni adamım, dedi, zaman zaman düşünü­rüm, ne yapıyoruz biz? üç buçuk çocukluk anısına yapı­şıp şu kadar yıl mektuplaştık. Pek mümkün ve olağan da değil bu!
          Olağan şeyler yapmayız ki biz; ne sen sıradan bir adamsın, ne de ben! Eliyle duvarları kaplamış hat eserle­rini gösterdi. Bak şunlara, bir bak... Ben, boğazına kadar politikaya batmış bir deli sanatçı, sen yollara düşüp bil­mediği yerlerde mürşit arayan ve yarı bu dünyada, yarı öbür tarafta yaşayan deli bir derviş... Anlayacağın ikimiz de deliyiz ve bizim arkadaşlığımız böyle olur ancak!
Kâsım selamlığın kapısını açıp yukarı katlara bağırdı:
          Gelen Mehmet’tir, bize yemek yollayın!
Mehmet’in omzuna bir şaplak atıp tekrar gülmeye
başladı, birden durdu:
          Kiraz’ı ne yaptın, Kiraz’ı?
             Onu unuttun sandım. Zavallı heybenin içinde sıkıl­mıştır artık.
Hemen çıkardı Kiraz’ı; tekkelere, kırlara, vadilere alışık Kiraz, bu odayı yabancıladı ve derhâl çevresini koklama­ya başladı.
          Yahu bu altıntop gibi bir şey! Ne kadar güzel bir ke­di. Yok dayanamam! Ben bunu şimdi yukarı çıkartıp Melekşan’a göstereceğim, o bayılır kedilere! Son kedisinin ömrü vefa etmedi de, çok üzüldü, şimdi yeni bir tane ala­mıyor. Onun Kiraz’dan haberi var zaten. Biliyor musun se­nin yapıp ettiklerini hep merak eder, ben de her şeyi anla­tırım ona. Melekşan da bizim maceranın bir ortağı yani...
Kızın lafı geçince Mehmet tedirgin oldu, neyse ki Kâsım kediyi kapıp dışarı çıkmıştı. Mehmet kalkıp hatla­rı okuyup seyretmeye başladı. Bir tanesinde, kendi misrasını gördü;
“Tende cânım, canda cananımdır Allah Hû diyen”
O kadar güzel yazmıştı ki Kâsım, mısra âdeta ikinci bir kimlik kazanmıştı...
***
Sonra, sabah ezanına kadar baş başa oturdular. Şu mektuplaşamadıklan bir yıl içinde birbirlerine anlatacak öyle çok şey birikmişti ki... Mehmet rüyasını, dönüş yolu maceralarını, kervandaki çocuğu, birkaç şiirinin İstan­bul’da bilindiğini, adamların nefsini kabarttıklarını, ker­vandan kaçışını, mum yapmayı öğrendiğini, konuştuğu bazı mürşitleri, yoldaki isyanını, halvet arzusunu anlattı ve son şiirlerini okudu...
          Her şiirine hayran kalıyorum, diyordu Kâsım.
          Ben de senin hatlara hayran kaldım. Lütfedip be­nim bir mısramı da yazmışsın, dedi Mehmet.
Kâsım artık tanınan, eserleri satılan bir hattat olmuş­tu. Buna karşılık saraydaki derecesini pek yükseltmemiş­ti, asla göze çarpmak, öne çıkmak istemiyordu orada; tehlikeli olabilirdi! İşte böyle göze çarpmadan işini yap­mak ve sadece haberleri, dedikoduları dinleyerek kendi yorumlarını yapmak hoşuna gidiyordu.
          Böylece, çok sevdiğim Koca Dervişe de bol bol ha­vadis yazıyorum.
          Evlendiğinden haberin var mı?
Gülüştüler.
          Olmaz olur mu, dedi Mehmet...
Sen hanımı uzaktan görüp âşık olduğunu biliyor musun?
Gülüştüler; Kâsım kahkahalar attı, Mehmet gülümsedi.
          Bak sen Derviş Ağa’ma, bak sen! dedi Mehmet, tekrar tebessüm etti, Kâsım kahkahalarını tutamıyordu, gözlerinden yaş geldi.
Kâsım, Kadızadeler ve tarikatçılar kavgasının şimdi daha ziyade vaiz Üstüvanî Mehmet Efendi ile Halveti*Şey. hi Abdülehat Nuri arasında devam ettiğini söyledi.
          Kıyametin yaklaştığı şuradan belli ki, hâlâ aynı fikir­leri çekiştirip duruyorlar, aynı şeyleri söylüyorlar, hiçbir ye­nilik yok. Yani kıyametin kopacağı buradan belli, değişik­lik olmamasından! Derken işaretler görünmeye başlar!
Baş şikâyetleri hâlâ sesli zikir, hâlâ devran! Sonra işte bü­tün öbür şeyler. Biliyor musun, bunlar devranla raksı ka­rıştırıyorlar. Geçen gün bir arkadaş söylüyordu, adamın biri, “üzerinde raks yapılan hasır ve toprakta kılınan na­mazın caiz olmadığım” yazmış. Artık bu derecelere vardı­lar! Neyse ben sana göndermek üzere her iki tarafın da bazı risalelerini buldurmuştum. Artık veririm, kendin okursun! Evet böyle, artık bırakalım bunları. Asıl havadis; Sultan İbrahim enikonu hasta, pek açığa vurmuyorlar ama gidici gibi. “Samur Devri” dediler onun devrine; pa­halı eğlencelerinden dolayı. Bu da önemli değil; gidecek­se gidecek. Yerine geçecek olan IV. Mehmet daha çocuk; aklı başında bir annesi var diyorlar ama, Kösem, çocu­ğun büyük annesi, saltanat naipliğini katiyen bırakmaz Tarhan valideye...
          Yapma yahu!
          Evet bırakmaz ve onun iktidarı demek, yeniçeri cuntasının iktidarı demektir, biliyorsun.
          Vah! Yandı Osmanlı ki, ne yandı! Ha?
          Öyle.
          Allah yüzümüze bakacaktır, merak etme, dedi Meh­met, belki bir sadrazam falan çıkar da... Kim bilir, eğer Allah Osmanlı’dan vazgeçmediyse... IV. Murat’ı unutma, tam ümit kesildiği anda çıkmıştı tahta.
O          sırada sabah ezanı okunmaya başladı. Mehmet:
          Bak bir işaret geldi bile, dedi, sen kalbini Allah’a bağla, merak etme...
          Sen kolay yapabilirsin de, benim işim zor, dedi Kâsım.
Mehmet gülümsedi:
          Adamım, bunca ayrı taraflarımıza rağmen, bizim arkadaşlığımız neden bitip tükenmemiş biliyor musun? Başımıza gelen her şeyi, her duygumuzu, her fikrimizi birbirimizle paylaşmaktan ve ayrı taraflarımıza hoşgörü göstermemizden! Seviyoruz birbirimizi, bu açık! Neyse bizde âdet ve sevgi varken arkadaşlığımız ne ölür ne de tükenir, hamdolsun.
          Şükür, dedi Kâsım.
Sabah namazını birlikte kıldıktan sonra Kâsım:
          Güreşten ne haber? diye sorup hemen peşrev yap­maya başladı.
Mehmet geri durur mu, zaten kaç zamandır at üstün­de gezdiği için idmanlıydı. Kâsım öyle mi ya, o yazan adam, kımıldamadan oturup yazan adam! Kapıştılar, bir sarılışta Mehmet, Kâsım’ı kolayca devirdi yere. Kâsım epey çabaladı ama sırtının yere gelmesini engelleyeme­di. Derken birbirlerine sarılıp yuvarlandılar yerde, Kiraz • onların oyunlarına karışmak ister gibi çevrelerinde dö­nüp duruyordu; gülüştüler. Kâsım kahkahalar atıyor, Mehmet tebessüm ediyordu. Tekrar oturdular karşılıklı, biraz da çocukluk anılarından konuştular; babalarını ha­tırladılar... Mehmet annesini, ablalarını, Derviş Ağayı bı­rakalı yedi yıl olmuştu! Hüzünlendiler bu kez...
Gün adamakıllı ışımıştı. Ve Mehmet’in yatağı çoktan serilmişti. Artık birkaç saat uyuyabilmek için, ayrıldılar. Mehmet yattıktan sonra Kiraz hep yaptığı gibi, yorganın altına girip başını Mehmet’in ayağına dayayıp uyudu.
***
Ertesi gün uşağı ile pusula gönderip mazeret bildiren Kâsım saraya gitmedi.
Yine bir süre oturup konuştular selamlıkta, halvet ko­nusu açıldı. Kâsım:
          Kasımpaşa’daki Uşşakî Tarikatı Piri Hüsamettin Efendi; tanıdığım, sevgim ve saygım olan bir zattır. Be­nim hatlar vesilesiyle tanışmıştık. Evet, diyorum ki, ister­sen onun tekkesinde girebilirsin halvete, bugün bir ziya­retine gidelim, ne dersin?
          Hayır, dedi Mehmet, bizim oralara yani Kahire’ye kadar ünü gelmiş bir Halveti tekkesi var. Sultan Ahmet Camii civarında, Sokullu Mehmet Paşa Camii’nin hemen bitişiğindeymiş. Allah izin verirse orada çile çıkarmak is­tiyorum... Gerçi İstanbul’u bilmem ama, sen tarif eder­sen bulurum. O Hüsamettin Efendiye de mutlaka gide­lim bir gün, halvetten sonra.
          Demek ben tarif edeceğim, sen de gideceksin! Ku­zum güldürme beni, bugün bizim. Faytonla önce Sultan Ahmet Camii’ne gider ikindi namazını kılarız, sonra tek­keyi buluruz. Hemen bugün kalmayacaksın orada değil mi, ha?
          Kusura bakma hemen girmek istiyorum. Öyle böy­le bir ihtiyaç değil bu halvet, ama, yarın da olabilir. Bu­gün bir tanışırız mürşidi ile, izin isteriz, kabul ederse ya­rın sabah namazından sonra artık giderim.
          Burada çok az kalacaksın yahu, çok az!.. Daha doymadık birbirimize.
          Aldırma, iyidir doymamak!
          Bir de Bursa çıkardın! Neden Bursa? Şu İstanbul bırakılır, oralara, taşraya gidilir mi!
          Gidilir, kişi gönlünün arkasına takılırsa gidilir be adamım!
          Ah bu gönül işleri, senin gönlünün işleri!
          Yaa öyle! Aslında sırf gönül olabilsem cümle masivadan vazgeçip... Masiva biliyorsun tasavvuf dilinde, Al­lah’tan başka her şey demek.
          Yok yok olma, sırf gönül olma ağam! Ne biliyorsun, bir de bakarsın ki beni de masiva saymış, ahbaplığı kes­mişsin!
          Allah’ın nuru halkta ışır, hiç halk bırakılır mı ada­mım! Halka hizmet, Hakk’a hizmet demektir.
          Neyse, iyi bari!.. Ha az kaldı unutuyordum, eğer bir mahzuru yoksa annemle Melekşan aşağı inip sana bir hoş geldin demek istiyorlar.
İşte korktuğu başına gelmişti! Mehmet’in kalbi çarp­maya başladı, fakat kendine hâkim olup cılız bir sesle:
          Buyursunlar tabii, ne mahzuru olur ki, dedi.
Hayır! Bu, hayalindeki kız değildi, çok daha güzeldi.
üzün, mavi ipek elbisesi ve mavi ipek baş örtüsüyle san­ki mavi bir nurdu!
Mehmet, nefes alamamaktan korktu, o heyecanla nere­den aklına geldi bilinmez; “İşte Kâsım’la paylaşamadığım bir tek bu sır kaldı.” diye düşündü. Ve Mehmet, bir kere daha kendisini bu mavi nura layık görmedi!
Bereket versin, Mihriban Hanım o eski gevezeliği ile habire konuşuyor ve Mehmet’in suskunluğu göze çarp­mıyordu. Yüzü alev alev yanıyordu genç adamın; bunu fark ediyor ve daha çok kızarıyordu. Melekşan, sadece: “Hoş gelmişsin Mehmet ağam.” demiş, sonra o da sus­kunluğa gömülmüştü. Hep birlikte anneyi dinliyorlardı. Mihriban Hanım:
          Kâsım’a halvete gireceğini söylemişsin, diyordu, iyi cesaret vallahi, ben hiç açlığa dayanamam. Allah affetsin oruçlarımı bile zor bela tutarım; sen orada kırk gün aç kalacaksın!
          Günde bir kaşık yağsız tuzsuz çorba verirler anne, lâkin ilk haftadan sonra onu keserler, dedi Kasım.
— Bana böyle şeyler söylemeyin. Oğlum tuttuğun yol icabı mı bu? Mutlaka girmen lazım mı halvete, çileye, neyse işte ismi?
Mehmet başını salladı, Mihriban Hanım:
          Neyse Allah yardımcın olsun, dedi, bak ben, he­men buraya geldiğine çok memnun oldum. Çileden sonra yine gel, mutlaka bekleriz. Hani hatırlıyorsun, Efendi’ciğimin vefatında bizde kalmıştın. Ah ne kötü günlerdi! Geçti şükür ama ayrılık acısı hiç bitmiyor, hiç... Nasıl da gidiverdi gözlerimin önünde... Neyse bırakalım bu konuşmaları... Sonra bizde kalacaksın mutlaka Meh­met oğlum, vallahi küserim. .Bak sen geldin diye Kâsım’ın da yüzü gülmeye başladı. Evliliğini anlattı mı sana, ne baş belası gelin! Gelinlerin kusuru imiş bize gelen, ev­ladımı yedi bitirdi, bizleri perişan etti. Ah benim talihsiz başım! Mehmet oğlum, iki çocuğumu da gül gibi evlen­dirdim, ikisi de boşandılar. Olacak iş mi bu! Ama bak, Melekşan’ı almak için ne talipler çıkıyor, aralarında bir doktor da var. Kızım diyorum, doktorlar iyi olur, var şuna. Hayır, bu bizimkindeki keçi inadı, Nuh diyor peygamber elemiyor. Ne doktoru istedi ne de öbürlerini, evde kalacak bu gidişle. Yanında söylemek gibi olmasın, acaba gön­lünde biri mi var diyorum... Çok ayıp çok ayıp böyle ko­nuşmamalıyım senin yanında, ama ne yapayım çok kü­çücükken elime geldin, sen de bir öz oğulsun. Annen ablaların nasıllar yavrum? İyidirler inşallah! Ah ne iyi, ne güzel komşuluk ediyorduk, hiç unutmadım, ah... Eh Mehmet senin de evlenme zamanın gelmiş artık, seni de baş göz edelim oğlum. Ha ister misin, kız bakayım mı senin için, şöyle eli yüzü düzgün, becerikli, ha çocuğum?
          Hayır efendim, istemem.
          Aa, nedenmiş o?
          Benim bir amacım var, onu elde etmeden evlenemem.
          Haa, şimdi derviş olduğuna göre, şeyh mi olmak istiyorsun önce?
          Sadece yolumda ilerlemek istiyorum.
          Eh ilerle be çocuğum, kim mâni olur sana! Evlenir­sin, bir taraftan da yoluna devam edersin!
Birden Melekşan ayağa kalktı:
          Anneciğim, dedi, daha fazla vakitlerini almayalım. Belki dışarı çıkıp gezmek isterler, bırakalım onları baş başa.
          Doğru ya, doğru ya, ah Mehmet oğlum, yıllar geç­tikçe ben de bir geveze oldum ki! Nereye gideceksiniz bakayım?
          Sultan Ahmet Camii’ne, dedi Kâsım soğukça ve ayağa kalktı.
Onu gören Mehmet de ayağa kalktı. Onlara bakan Mihriban Hanım:
          Eh ben de kalkayım bari, dedi kalktı ve Mehmet’e dönüp, sevip özlediğin bir ev yemeği var mı, akşama onu yaptırayım sana? diye sordu.
          Hayır efendim, ne olsa yerim, dedi Mehmet devam etti, yalnız bir ricam var sizden, acaba ben halvetteyken, Kiraz’ı size bırakabilir miyim?
Kâsım atıldı:
— Bursa’ya giderken de bırak, aslında bir yere yerle­şince alırsın onu, yazık hayvana, kendinle oraya buraya sürükleme!
          Olur tabii de... dedi Mehmet, Melekşan sözünü kesti:
          Ben ona bakarım Mehmet ağam. Kedileri çok se­verim, merak etme, gözün arkada kalmasın, iyi bakarım.
          Peki, nasıl isterseniz, dedi Mehmet, gözleri yerde!
İki kadın çıktı, arkalarında hoş bir koku bırakarak.
Mehmet Kâsım’a belli etmeden bu kokuyu içine çekti.
          Eh, dedi Kâsım, bizim için hamam yakıldı, girip bir yıkanıp kendimize gelelim. Temiz çamaşırın var mı? Yok­sa ben vereyim. Sabahtan bizim Dursun’u Kapalı Çar­şıya gönderip bir hırka ile areke aldırdım. Başınıza giydi­ğiniz külaha areke denildiğini de böylece öğrenmiş ol­dum! Üstündekileri de burada bırak, yıkayıp tamir etsin­ler, ütülesinler, halvetten sonra alırsın.
          Allah razı olsun, bunlar yıkanıp dikilmeye değmez, bir fakire versen o da almaz. Ocağa atıp yaksınlar bari!
Hani, üstünde paralansın derler ya, bunlar da benim kah­rımı çeke çeke üstümde paralandılar! Temiz çamaşırım var, istemem. Yalnız sana olan borcumu ödemek isterim.
          Hayır ödeyemezsin, onlar sana benim armağanımdır çünkü, bir dervişe armağan vermek sevaptır, beni se­vabımdan alıkoyma!
          Ben size bir hediye getirmedim!
          Kendini getirdin, benim için bundan büyük arma­ğan olmaz.
***
Tekkenin Mürşidi Hasan Efendi, bembeyaz saçlı, göğ­süne kadar uzamış bembeyaz sakallı, pek yumuşak ve sı­cak bakan ela gözlü, çok hoş bir zat idi; bir pirifâniydi. Mehmet, kısaca bütün macerasını anlattıktan sonra “is­yan” bahsine geldi. Kıpkırmızı bir yüzle onu da anlattı ve orada halvete girmek için izin istedi.
Hasan Efendi:
          Pek tabii evladım, dedi, burada halvete girebilirsin, hazır boş bir hücremiz de var.
Mehmet içinden; “Hamdolsun Allah’ım,” dedi, “yine kolaylıklar açtın önüme.” Hasan Efendiye teşekkür ettik­ten sonra:
          Uygun olursa, yarın sabah namazından sonra gele­yim, dedi.
          Pek münasip olur evladım.
Çıktıktan sonra Mehmet:
          Arap illerinde bir hayli dolaştım, Hasan Efendi ka­dar tatlı, sıcak bir mürşitle karşılaşmadım. Şu bizim Türklerin Müslümanlığı bir başka oluyor, dedi. Camileri­nin de bir başka olduğu gibi. Sultan Ahmet Camii güzel­liği ile başımı döndürdü sanki. Orada kıldığım namazda hissettiğim huzuru, başka hiçbir yerde hissetmedim.
Akşama kadar faytonla dolaştılar. Mehmet, İstanbul’un güzelliğine de hayran kaldı.
          Çok güzel şehirler gördüm, fakat hiçbiri İstanbul’un ellerine su dökemezmiş, dedi.
          Hele yarın bir Boğaz’a gidelim de...
          Yarın yok, dedi Mehmet, halvete gireceğim unut­tun mu?
Akşam namazını da bir küçük semt camisinde kılıp eve döndüler.
Kâsım’ın yatağı Mehmet’inkinin yanına serilmişti.
Kâsım:
          Bak bizi uykuda bile ayırmıyorlar, Melekşan’ın ince düşüncelerinden çıkmıştır bu. Neyse, bu gece erken ya­talım, önümüzde kırk günlük bir uykusuzluk var, dedi.
          Bakıyorum halvet adabını bilmektesin; bir kaşık çorbadan, uykusuzluğa kadar.
          Eh biraz okuduk ağam, insanın en iyi dostu derviş olunca mecbur öğrenecek.
          Sen sağ ol adamım, ama bu gece ha uyumuşum ha uyumamışım fark etmez. Halvetteki hâl, bütün uyku­lara bedeldir! Merak etme.
          Bir de çileden sonra görüşelim seninle!
          Pek münasip olur. Aklınca beni faka bastırmak isti­yorsun. Ben orada kırk gün, kırk kilo da zayıflasam, yine yenerim seni!
          Ağam büyük söz söyleme, büyük söz dervişlere ya­kışmaz, deyip bir kahkaha attı.
Mehmet gülümsedi...
***
Kırk gün içinde Kâsım, her üç dört günde bir Hasan Efendiye gidip Mehmet’in durumunu sordu ve hep aynı cevabı aldı.
          Onun hâli şimdi bizimkiyle kıyaslanmayacak kadar güzeldir. Hiç merak etme oğlum; sağlık ve selametle çi­le çıkarmaya devam ediyor arkadaşın.
Beşinci gidişinde Hasan Efendi:
— Sen de buyur, bir zikir meclisine katıl, belki gönlün uyanır ne dersin? diye sordu.
Kâsım, biraz şaşkın kabul etti.
Ele ele tutuşup bir daire çevresinde dönerek yapılan zikri gördü Kâsım. Kendini o kadar havaya kaptırdı ki, sanki bu fâni vücudunun bütün hücreleri ayrılıp kendi­sinden, yeşil bir bulut içinde dönmeye başladılar. O bu­lut, zikredenleri sarmıştı. Kâsım kapalı göz kapaklarının ardından sanki somut olarak görüyordu bulutu ve içinde dönen kendi hücrelerini; dönen dervişler ise yok olmuş­lardı!.. Ömründe hiç duymadığı bir mutluluktu duyduğu. Zikirden sonra geçti.
Kâsım birkaç gün sonra arkadaşını sormak için gittiği zaman, yanında Mehmet’in mısrasının hattı vardı. Onu, Hasan Efendiye armağan etti. Mısranm Mehmet’in, hat­tın kendisinin olduğunu söyledi.
          Biz Niyâzî diye birisini bilirdik, dedi Hasan Efendi.
          Niyâzî, Mehmet’in mahlasıdır.
          Demek bize gelen şiirlerini pek beğendiğimiz Niyâzî, şu içerde çile çıkaran Mehmet’miş. Bak şu güzel Allah’ın işine, dedi, tekkemiz onunla şereflendi hamdolsun. Demek böyle, şimdi sizden bir rica etsem; acaba onun son şiirlerini bizler için kopyalar mısınız? Size mü­teşekkir kalırdık ve biz de cümleye yayardık.
          Başüstüne, dedi Kâsım, severek kopyalarım.
***
Mehmet, halvetten çıktıktan sonra epey zayıflamış gö­rünüyordu. Gönlü kendisinin bile tahmin etmediği şekil­de yumuşamıştı. Mehmet, alabildiğine mutlu ve rahattı. Huzurlu bir sükûnet içindeydi.
          Eğer, dedi Kâsım’a, halvette olanlar, yaşadığın tür­lü türlü hâl dışarı açılabilseydi, sana anlatırdım. Fakat müsaade yoktur.
          Canın sağ olsun, dedi Kâsım, sen iyi ol da...
          İyiyim, hamdolsun çok iyiyim. Fakat sen sırrımı Hasan Efendiye açık etmişsin!
          Öyle gerekti, yoksa kızdın mı?
          Yok canım, ona bir haber verdim, sana da söyleye­yim, artık bundan sonra mahlasım Niyâzî Mısrî!..
          Mısrî ha, Mısır’daki tahsilinden olsa gerek. Hasan Efendi mi yakıştırdı?
          Hayır, dedi Mehmet, bu da halvet sırlarından biri. Biraz da şey, artık Mehmet yerine Niyâzî Mısrî diye çağrı­lacağım, kendimi öyle takdim edeceğim falan.
          Eh uymuş, sana uygun.
Kâsım, birkaç gün faytonla gezdirdi arkadaşını, biraz kilo alsın diye onu beslemeye çalıştı. Mısrî’nin boğazın­dan pek bir şey geçmiyordu hâlbuki, önüne dolu gelen tabaklar öylece geri gidiyordu. Mehmet, Kâsım’a:
          Telaşlanma sen, diyordu, eski gücümü kazandım ben!
          Öyle mi. Tamam, gel güreşelim.
O zaman Mısrî gülümsüyor:
          İşte o olmaz! diyordu.
***
Onu Bursa’ya uğurlarken bayağı endişeliydi Kâsım. Arkadaşının incelmiş, avurtları çökmüş yüzüne bakıyor hayıflanıyordu. Rüzgâr ise dinlenmiş, iyi beslenmiş, âde­ta yola çıkmak için acele ediyordu.
Kâsım onlara baktı baktı: “Sanki ne vardı Bursa’ya he­men gidecek,” dedi, “hem de böyle alelacele.” “Belki mürşidim oradadır.” dedi Mısrî. Hasan Efendi ona Bursa’da Ulu Cami kayyumu Sebbağ Ali Dedenin evinde kalmasını söylemiş: “Benim selamlarımı götür ve bu pusulayı kendisine ver, o benim çok eski dostumdur.” de­mişti.
7
Ali Dede, Hasan Efendinin pusulasını önce öpüp ba­şına koymuş, ondan sonra okumuştu. Clfak tefek sevim­li bir ihtiyardı, Mevlevi idi. “Sevdiğimin sevdiğinin baş üz­re yeri var evimde.” demişti...
Mısrî, Bursa’yı tanıdıkça sevdi. Demek gönlü ona doğ­ru yolu işaret etmişti! Evvela, evliya türbelerini, sonra pa­dişah kabirlerini ziyaret etti. Orhan Gazi’nin mezarı başın­da okuduktan sonra, bu güzeller güzeli yeşil şehri Osmanlıya kazandırdığı için ona teşekkür etti.
Kâsım’a diyordu ki: “Gerçi İstanbul’u çok az gördüm, amma velakin Bursa, oradan daha sıcak ve samimi gel­di. İstanbul’un sanki: ‘Ben güzelin ta kendisiyim.’ diye böbürlenen havası bunda yok. Nazı yok, cilvesi yok. Çok mütevazı, onca halkın kaynaştığı, büyük bir ticaret mer­kezi olduğu hâlde. Sanki İskenderiye’de gördüğüm türlü türlü halkları burada da görüyorum. Sanırım Bursa’da herkes bir şeyler satmak ve almak, peşinde. Ali Dede: ‘Şöyle bir çarşılarını gezdireyim sana.’ dedi de, kalabalık ve hareketten başım döndü, içime fenalık geldi. Ben böyle çarşı pazara alışık değilimdir, biliyorsun. Zor attık kendimizi sakin mahallelere. Ali Dedeye göre Bursa’nın gelişme sebeplerinden biri de dokuma, özellikle ipek do­kuma imiş. Şehir, birkaç asır ülkenin en büyük sanayi ve ticaretini elinde tutmuş. Anlayacağın Hazreti Osman Han’ın bereketi, Orhan Gazi’nin, II. Murat Han’ın bere­ketleri sinmiş buraya. İçim yanar ki ne yanar. Çünkü İs­tanbul’u düşünürüm, korkarım şu başımızdan geçen, başımızda bulunanların hâlleri de ona sinecek! Onların bereket getirmesi şöyle dursun, Fatih’in, Yavuz’un Kanuni’nin bereketlerini kaçırırlar hiç utanmadan! Neyse...
İnanır mısın burada her yıl bin deve yükü ithal ipek iş­lenirmiş. Bursa’nın kendi yetiştirdiği büyük çapta ipek, tezgâhlara kâfi gelmezmiş. İpekli dokumayı da ihraç ederlermiş. Bu gelen giden kalabalık için çok büyük han­lar yapılmış, örneğin İranlıların kaldığı Acem Hanı, iki yüz odalı imiş, ona göre büyük ahırlar tabii. Başka bir sürü böyle büyüklü-küçüklü han varmış. Sadece bekârlar için yetmiş hanı varmış. Ha, Rüzgâr’ı bu hanlardan birine bı­raktım, belirli bir ücret karşılığında bakacaklar.
Buranın kaplıcaları malum çok ünlü. Bursa çok sulak bir şehir. Hemen her hanede akar su varmış. Sokaklar ci­lalı taş döşemeli.
Benim ziyaretlerime gelince, başta evliya türbeleri ol­du. Her taraftan gelen Müslümanların en çok ziyaret etti­ği yer; Emir Sultan Türbesi. Fakat odasında o kadar çok altın, gümüş şamdan, tavanlardan sarkan çeşitli mücev­herli âvizeler falan var ki, bu kadar pahalı süs, içime sıkın­tı verdi. Hazret’le şöyle bir ruhen beraber olamadım.
Beni taşralı olduğumdan mı nedir, en çok Bursa’nm çevresi çekiyor. Bütün çevre piknik yerleri ve bahçelerle dolu. Bazen Rüzgâr’ın sırtına atladığım gibi... Anlarsın iş­te, pek hoş oluyor. Şu var ki yalnız olduğum saatler Al­lah’la daha çok beraber oluyorum, bunun için seviyorum yalnızlığı...
Bursa, tarihte en büyük darbeyi Timur’dan yemiş. Osmanlı mağlup olunca, Timur’un askerleri şehre girip ta­rumar etmişler. Ve dahi en fenası askerler, Osmanlıya ait resmî vesikaları ve pek çok yazma eseri yok etmişler. Çö­küş devrinde malum, Edirne başkent durumuna geçmiş. Ancak II. Murat Han, burada tahta çıktığı için, Bursa sü­ratle büyüyüp toparlanmaya başlamış. Artık Bursa bahsi bitsin, zaten bütün bu yazdıklarımı senin merakını çeksin de ziyaretime gel diye yazdım.
Ben artık Allah izin verirse, burada bulunan Allah dost­larını ve ulemayı ziyarete başlayacağım. En büyük tekke, Ali Dedenin de bağlı bulunduğu Mevlevi tekkesi. İlk ziya­retim oraya olacak. Hane halkına kalbî selamlar sunar, senin iki gözünden öperim.”
Mısrî, Kâsım’a söylediği gibi yaptı, ziyaretlere başladı. Bazılarında Ali Dede ona eşlik etti. Âlimler ve şeyhlerle tanıştı, sohbetlerinde bulundu. Bu sohbetlerde artık, es­kiden yaptığı gibi susup oturmuyor, fikirlerini ve bildikle­rini de anlatıyordu, kendini ifade ediyordu. Bursa’da kısa zamanda tanındı, aranan, sevilen bir şahıs oldu. İçini aç­tığı birkaç özel dostu ise, âdeta onunla beraber olmuş, Mısrî’nin bir an önce mürşidine kavuşmasını diliyorlardı.
Artık sadece Sebbağ Ali Dede’nin evinde kalmıyor, arada sırada Ulu Camii’nin yanındaki medresede de ka­lıyordu. Bir zamandır bıraktığı şiiri yazmaya başlamış, de­vam ediyor, hem de bunları dost meclislerinde okuyor­du. Eski, yeni şiirleri elden ele, ağızdan ağıza bütün şeh­ri dolaşmaya başlamıştı. Gayri Bursa’da ünlü biriydi Niyâzî Mısrî! Fakat içindeki “şeyhini bulma arzusu” bir türlü küllenmiyor, bilakis daima körüklenen bir kor ateş gibi yanıp duruyordu...
Medresede kaldığı bir gece, Kahire’deki şeyhi Mehmet Efendi’yi düşünüyordu. Aklına, onu böyle şehir şehir, ka­saba ve köylerde bağrında yakan bir sızı ve umutla dolaş­tıran rüyası geldi... Bu sefer de öz şeyhi için istihare yap­maya karar verdi. Daha önce de niyetlenmişti ama son anda üzerine bir korku çökmüş, vazgeçmişti. Bu sefer kesin kararlıydı, korku falan da gelmedi, ama içi endişe­lerle doluydu. Kalbi bir sıkışıp bir rahatlıyordu. Yine ağla­yarak niyaz etti Rabb’ine, iki rekât namazını kıldı, duala­rını etti. Hemen uyuyamadı, gözlerinin önünden burada tanıdığı kâmil mürşitler geçiyordu. Onlardan biri, “o” ola­bilir miydi? Hepsini beğenmişti, takdir etmişti, ama hiçbi­rinin karşısında gönül; “Bu odur” dememişti. Sağa sola bir hayli döndü durdu, kalbinde zikir. Yavaş yavaş rahatla­dı ve birkaç saat sonra aniden uyuyuverdi. Ve rüya gör­dü, elinde bir bakır ibrikle, bir başka şehirdeki kalaycıya gidiyordu. Çok kalabalıktı içersi, birçok müşteriden son­ra, sıra Mısrî’ye geldi. Hava kararmak üzereydi, kalaycı­nın yüzünü göremiyor; fakat çalışan ellerini görüyordu. Bunlar büyük, ince, becerikli parmaklan olağanüstü uzun, ne yaptığını bilen, anlam dolu ellerdi. Mısrî’nin uzattığı ibriği aldı: “İbriğin dışını herkes kalaylayabilir, marifet içini kalaylayabilmektir.” dedi ve yanında duran, parlayıp göz alan bir hançerle onu ikiye böldü, içini ka­layladı, pırıl pırıl etti. Sonra ayırdığı parçaları birleştirdi. Hayret hiç iz kalmamıştı! Kalaycı, ibriği Mısrî’ye uzattı: “Bizim buralara da uğra oğlum.” dedi. Mısrî’nin gönlün­den “Burası Uşak” diyen bir rüzgâr geçti... Genç adam uyandı, hâlâ düşte olduğunu sanıyor, adamın parasını verebilmek için ceplerini arıyordu. Sonra birden kendine geldi; içindeki endişeler dağılmış, onların yerine tatlı bir huzur hâkim olmuştu.
“Apaçık bir düş,” dedi kendi kendine, “mürşidim bir başka şehirde ve onu bulunca beni alacak, içimi bir hançerle açıp pırıl pırıl edecek! Belki bunun için çok acı çekeceğim. Hançer ona işaret olmalı.” Derin bir nefes aldı, “Zaten kaç yıldır çekmekteyim.” diye geçirdi için­den, “Hayır bu daha zorlu olacak. Allah’ım nasıl olursa olsun, tek beni Sen’in yoluna, Sana ulaştırsın da, her şe­ye razıyım.”
Ertesi gün, birkaç parça çamaşırını ve'-Yunus Divanı’nı koydu heybesinin gözlerine... Kiraz’ın yeri boştu, altın to­punun yerine bakıp hüzünlendi bir an, sonra kendini to­parladı. “Şimdi hüzünlenmek niye?” diye düşündü. “O Melekşan’ın yanında ve iyi bakılıyor... Bugün benim kut­lu günüm, beni şeyhime götürecek olan yola çıkıyorum; içimde hüzün yerine neşe olmalı.”
Mısrî, heybesini omzuna vurup doğru Sebbağ Ali Dede’nin evine gitti. Ona düşünü anlattı ve hemen bugün yola çıkacağını söyledi.
          Nereye gideceğini biliyor musun?
          Rüyada gönül, Uşak, dedi.
          Öyleyse Uşak’a git.
          Sanırım, dedi Mısrî, dönüp dolaşıp geleceğim yer yine Bursa olacak.
          Seni özleyerek bekleyeceğim, dedi Ali Dede.
***
Yine yollara vurmak çok güzeldi Mısrî için. Ve umut içindeydi genç adam; bu yollar onu manevi yoluna ulaş­tıracaktı gayri! ‘Acaba çıkmadan önce bir halvete daha girse miydim?” diye düşündü. İstanbul’daki halvette ona gelen o yumuşak, sevecen, hoşgörülü, düzgün hâl san­ki çözülüyordu üzerinden, bir dağınıklık var gibiydi için­de. En güzel göstergelerinden biri de sabrını kaybetmiş olmasıydı; kırk günlük bir halvete artık gücü yoktu. Sa­bırsızdı... Bir an önce, o ince, uzun parmaklı büyük eli öpmek istiyordu artık.
Hava soğumaya başlamıştı. Bir köyde, beraberce ye­mek yiyip ahbaplık kurduğu kişiler onu caydırmak istedi­ler. “İlahi derviş,” dediler, “kış bastırıverir, kurda kuşa yem olursun, vazgeç bu işten. Gel bahara kadar bize hocalık et, vaaz ver, nasihat et. Bahara inşallah seni kendi elimiz­le yola koyarız. Hem baharda buranın bülbülleri pek gü­zel, çok içli öter, onları da kaçırmamış olursun. Buraya ta öte köylerden bile bülbül dinlemeye gelirler.” Adamların bu samimi ısrarlarından gözleri doldu Mısrî’nin, rüya ön­cesi olsaydı mutlak kalır, kışı geçirirdi bu köyde. Lâkin onun gitmesi, bir an önce Uşak’a varması lazımdı. San­ki şeyhi kendisini bekliyormuş gibi bir duygu içindeydi. Ve eğer manevi yolu uğruna bu yollarda eziyet çekecek­se, öyle yazılmışsa çekecekti! Bundan sonra ona dur du­rak, dinlenme yoktu; ille, ille de onu mürşidine kavuştu­racak olan Uşak yolunda ilerlemesi gerekti!..
Yola çıktı, içinde biraz hüzünle bülbülleri düşündü. Onlar da gül bahçeleri içinde, ille bir güle âşık değiller miydi? Yoksa bülbül, o gülde “Didar”ı mı görüyordu?
Kendisi de bir anlamda bir garip bülbül değil miydi? Ve gönlü, şiire durdu:
Gözlerini n’oldu bî-dâr eyledin
Ah u efgânı sana yâr eyledin
Âşk oduyla içini nâr eyledin
N’oldu bülbül işini zâr eyledin
Ne sebepten azm-i gülzâr eyledin
N’oldu ağlarsın ne eylersin talep
Bu tükenmez derdine n’oldu sebeb
Güldeki didârı mı gördün acep
N’oldu bülbül işini zâr eyledin
Ne sebepten azm-i gülzâr eyledin
Bu fenâ gülzâra tâlipsen eğer
Hiç bekâsı yoktur onun tez geçer
Bu fenâ içre bekâ duydun meğer
N’oldu bülbül işini zâr eyledin
Ne sebepten azm-i gülzâr eyledin
Ber-karâr olup biraz eğlenmedin
Dâ’im ağlarsın durup dinlenmedin
Kimse bilmez hâlini anlanmadın
N’oldu bülbül işini zâr eyledin
Ne sebebten azm-i gülzâr eyledin
Bunca hasretten di cânın ne sezer
Firkatin günden güne artıp gider
Lütfedip vergil Niyâzî’ye haber
N’oldu bülbül işini zâr eyledin
Ne sebepten azm-i gülzâr eyledin
Bu sefer biraz da kıyarak hızlı sürüyordu Rüzgâr’ı. Yol­larda mürşit arama âdetine de son vermişti, çünkü gö­nül: “Uşak!” demişti...
Bir akşam üzeri fena bir yağmura tutuldular. Arkasın­dan suları hızla savuran fırtına çıktı. Yerler balçık gibi ol­muştu ve savrulan sular hem Mısrî’nin hem de Rüzgâr’ın gözlerini perdeliyordu. Hayvan birkaç kez tökezledi... Genç adam, ister istemez çok yavaşladı. Yağmuru sever­di ama böyle fırtınalısını değil... Bir süre öyle gittiler. Fır­tına uluyup duruyordu. Su, Mısrî’nin burnuna, gözlerine doluyor, nefesi kesilecek gibi oluyor, atın üstünde denge­sini kaybediyordu. Kendini düşünmüyor, Rüzgâr’ın da aynı şeyleri yaşadığını farz ederek dehşetli rahatsız olu­yordu. Nihayet üstünden indi, yan yana, bata çıka, ağır ağır yürümeye başladılar. Umut bir kervansarayın yahut bir köyün görünüvermesiydi. Düşünüyordu; aslında Rüzgâr’ı Bursa’da bırakıp bir kervana katılması en doğrusuydu! Fakat atla daha çabuk ve daha özgür giderim dü­şüncesine kapılmıştı. Şimdi bu eziyeti yaşadıkça... Kendi başına ne gelse kabulüydü ya, Rüzgâr’ı esirgemeyi nasıl da düşünememişti! Vicdan azabı duyuyordu. “O bir attır, insandan daha dayanıklıdır.” düşüncesi hiç geçmiyordu aklından. Şu fırtınanın ortasında özdeşleşmişlerdi! Derviş Ağa’sının: “Önce sen demeyi öğren.” deyişleri... Deyişle­ri. Artık Mısrî, bunu hayvanlar için de yapıyordu. Çünkü onlar da tıpkı çocuklar gibi O Sevgili’nin insana emanet­leri idi, böyle düşünüyordu. “Şu dünya yüzünde ne var ki insana emanet olmayan?” diyordu şimdi yürümeye çalı­şırken. Karanlık enikonu bastırmış, ikisinin de karınları acıkmıştı; ama durup bir şeyler yemek ne mümkün. Ar­tık Mısrî Rüzgâr’ı idare etmiyor, dizginine yapıştığı Rüzgâr onu sürükleyip götürüyordu.
Gecenin bir saatinde genç adam, yarı açık göz kapak­larının önünde, yağmurun içinde Melekşan’ın hayalini gördü. Kız gülümserken sanki “Sabır” der gibiydi... Der­ken uzakta cılız birkaç ışık sezer gibi oldu. Mısrî hayal görmediğine emin değildi, ama Melekşan’dan aldığı son bir gayretle kendini Rüzgâr’a bırakmaktan vazgeçip adımlarını ışığa doğru atmaya başladı. Melekşan da san­ki yanında yürüyordu. Yarım saat sonra bir kervansarayın kapısındaydılar. Kapının demir tokmağını çalmak bile güç geldi Mısrî’ye. Uluyan fırtınada sesini duyurabilmek için ne de çok çalması icap etti.
Handaki yolcular, senenin bu vaktinde, buralarda yal­nız başına seyahat edilmeyeceğini söylediler ona, ama
ocağın yanında kuruyup tarhana çorbasını kaşıklayan genç adam pek aldırmadı bu sözlere. Biraz önce ahıra gidip yem yiyen Rüzgâr’ın iyi olduğunu görmüştü çünkü. Hem Rabb’i, şeyhiyle buluşmadan önce ölmesine izin vermezdi ki... Tıpkı bu akşamki gibi!
Mamafih ertesi gün, Uşak’ın pek yakınından geçecek bir kervana, Rüzgâr’la katılmaya karar verdi.
Uşak’taki handa, ona Halveti Şeyhi Mehmet Efendi’nin tekkesinden bahsettiler. “Kendisi hem âlim, hem de melek gibi bir zattır.” dediler. Mısrî, “Demek âlim olun­ca insan, pek melek gibi olmaz diye düşünüyorlar.” diye geçirdi kafasından, onlara belli etmeden gülümsedi. Adam devam etti: “Eh Elmalılı Sinan Ümmî’nin halifesi.” dedi. “Elmalılı Sinan Ümmî” sözü hoş geldi genç adama, lâkin üzerinde durmadı, aklı buradaki Halveti Şeyhi Meh­met Efendi’de idi... Hemen müsaade isteyip kalktı ve ta­rif üzerine geze geze tekkeyi buldu. Önce uzaktan seyret­ti onu. Öyle heyecanlıydı, kalbi öyle küt küt vuruyordu ki hemen içeri giremedi. Bir süre döndü durdu, bu bahçe­sinde birçok gül ağacının bulunduğu, beyaz badanalı, mütevazı yapının çevresinde. Nihayet bir cesaret karar verdi ve girdi.
Mehmet Efendi kumral, mavi gözlü pek sevimli bir zat­tı; Mısrî’ye, Kâsım’ı hatırlattı. Ve genç adam, izin üzre oturup, bütün macerasını, iki gün önceki fırtınayı bile tek tek anlattı...
Mehmet Efendi; bir süre düşündü, sanki Mısrî’yi ölçüp biçti, gözleri ile gözlerini arandı, yine düşündü, sonunda:
          Hele biraz dinlen bizim tekkede, dedi, devranımıza, sohbetlerimize katıl. Sana ilk şeyhin Hüseyin Efendi’nin verdiği virde devam et, burada bazı işleri kolayla. Şunun şurasında ne kaldı gül mevsimine! Şeyhim Sinan Ümmî bizleri şereflendirecek, o pek sever bu bahçenin gülleri­ni. Bizim bir Ahmet dervişimiz vardır, o yetiştirdi güllerin hepsini, ismi de Gül Ahmet kaldı. Geçen gün gülleri bu­damada ona yardım etsin diye bir arkadaş istemişti ben­den, işte geldin, senden âlâ arkadaş mı olur?
Mısrî:
          Efendim, dedi, atımı hanın ahırında bıraktım, gidip alayım mı (ve içi titreyerek) yoksa satsınlar mı? diye sordu.
          Hımm, dedi Mehmet Efendi, biraz düşündükten sonra; yoldaşındır, satmaya kıyamazsın bilirim. O hâlde hanın ahırında bakılmasını sağla. Güzel Han’da kaldığını söylemiştin değil mi? Hancıyı tanırım, arada sırada uğrar buraya. Benden ona selam götür, sen Bursa’da yapmış­sın ama burada âdet değildir atın handa kalması. Neyse sana kolaylık gösterir sanırım. Senin burada tekkede ka­lacağını söyle.
Gönül, bir şey dememişti ama, Mısrî şaşırmıştı. Meh­met Efendi iyi, pek hoş bir zattı ama kendisini evlatlığa kabul edeceğini söylememişti. Müritlikten bahis açma­mış, ona daha ziyade geçici bir misafirmiş gibi davran­mıştı. Ve ellerinin parmakları olağanüstü uzun değildi!
Tekkeden çıkıp hana doğru ilerlerken bunları düşünü­yor, Mehmet Efendinin davranışına bir anlam veremiyor­du. Gönül de sanki “Sabır” der gibi susmuştu; ne “Bu odur.” diyor ne de “O değildir.” En sonunda, “Belki bir süre denemek istiyor beni.” diye karar verdi. Hancıya Mehmet Efendi’nin selamını ve kendisinin tekkede kala­cağını söyledikten sonra atı bir ücret karşılığından orada bırakıp bırakamayacağını sordu. Hancı: “Mehmet Efen­di’nin misafiri, benim de misafırimdir. Atına bakarız bura­da, gözün arkada kalmasın.” dedi.
***
Onca yol ve heyecandan sonra, burada Mehmet Efendi’nin tekkesinde kalmak, zikir ve devrana yeniden başlamak, virdini yapmak, gül budamak, gübrelemek, bahçe tanzimi ve temizliği gibi işlerle uğraşmak Mısrî’ye iyi geliyor, dinleniyordu, ama zaman zaman içini kemi­ren soru olmasa: “Ne yapmak istiyor benimle Mehmet Efendi? Beni evlatlığa, talebeliğe almayacağı açık. Git demiyor, kal diyor. Nerede benim şeyhim, nerede?” Ba­zen, yine atlayıp Rüzgâr’ın sırtına, kaçıverip buradan, yollara düşüp şeyhini arama arzusuyla kıvranıyor, fakat nedeni bilinmez, içinde bir heyecan bulamıyordu böyle düşündüğü zamanlar. Gönül yine: “Sabır” diyordu ona; arı, duru, küçük sesiyle. Artık arkadaş olduğu Gül Ah­met’le konuşuyor, Mehmet Efendiye sorup sormamayı tartışıyordu. Gül Ahmet: “Vardır şeyhimin bir hikmeti bu yaptığı işte, sakın sorma: sabır çok önemlidir onun için, dediklerini yap yeter.” diyordu. “Elbet bir gün anlayacak­sın o hikmeti, mamafih sadece bir sabır sınavı da olabi­lir.” Mısrî, “Dört yıldır yollarda, Bursa’da şeyhimi aramak­tayım, daha ne sabır imtihanı!” diye düşünüyor, fakat Gül Ahmet’e bunu söylemiyordu.
Oturup çoktan beri yazmadığı Derviş Ağasına ve Kâsım’a mektuplar döşendi; kendi durumunu anlattı. Derviş Ağa’sına annesini, ablalarını ve evliliğin nasıl gitti­ğini; Kâsım’a, sarayda neler olup bittiğini, hane halkını ve Kiraz’ı sordu. Onca Kiraz’ı sormak, bir bakıma Melekşan’ı sormak demekti. O fırtınalı akşam, kız belirdikten biraz sonra hanın ışıklarının görülmesini, Melekşan’ın ona rehberlik ettiği düşüncesine bağlamıştı. Onun, bu aşktan haberi olabilir miydi, sezgileri o kadar güçlü müydü?.. Mısrî, Melekşan’ın kendisine ilgi duyacağını tasav­vur bile edemiyor; ancak kendi aşkını hoşgörüyle karşı­layabileceğini umuyordu şimdi de. Böyle düşünmesi kı­za minnet duymasına neden oluyordu.
***
Havalar biraz ısınır, serin esen rüzgârda bahar kokula­rı duyulmaya başlarken Sinan Ümmî’nin Gşak’a doğru hareket ettiği haberi geldi. Gül goncalarına, belki erken açan vişne rengi güllere yetişecekti bu herkesin çekine­rek, fakat sevgiyle bahsettiği Mehmet Efendi’nin pek kıy­metli şeyhi. Mısrî’yi de, sebebini bilemediği bir heyecan sarmıştı, göğüs kafesinde gönlü şakımaktaydı. “Yoksa gelen o muydu?” Aklında böyle bir soru dolaşıyordu za­man zaman. Gönül neşesi ise devamlıydı. Boş zamanla­rında Mehmet Efendi’nin kütüphanesindeki pek kıymetli eserleri okuyordu.
***
Mehmet Efendi ve tekke sakinlerinin hepsi, Uşak’ın beş altı kilometre ötesinde, gelecek kafileyi beklemektey­di. Mehmet Efendi, yanına Mısrî’yi almış: “Yanımdan ay­rılma evladım.” demişti. Sevinçli, aynı zamanda sabırlı bir bekleyiş içindeydiler. Bir zaman sonra, yere oturup bek­lemeye devam ettiler. Tekrar ayağa kalktılar; bu kez gezi­nerek beklemeye devam ettiler, kimse konuşmuyordu. Derken uzakta atların tozu göründü, daha ileride yalnız başına bekleyen Gül Ahmet’in sesi patladı: “Geliyorlar!”
Şeyh Ümmî Sinan uzun boylu, ince, esmerce bir zat­tı; başında Halvetilerin beyaz risaleli siyah tacı, üzerinde siyah bir kaftan vardı. Yanındakilerin hepsi attan inip ona koştular, fakat Gül Ahmet erken davranmıştı, atın dizgin­lerini tutup şeyhin inmesine yardım ediyordu. Mehmet Efendi ve Mısrî’nin arkasından bütün grup ilerledi; iki şeyh gülümseyerek sarıldılar birbirlerine, sonra Mehmet Efendi eğilip şeyhinin elini, eteğini öptü. Bu eli tanıdı Mısrî, büyük ve inceydi, parmakları çok uzundu! O an gönlü: “İşte o!” dedi. Mısrî, bayılacak gibi oldu, aşırı bir hareket yapmamak için kendini zor tutuyordu. Sinan Ümmî, Mehmet Efendiye hâl hatır sordu ve birden Mısrî’nin gözlerinin ta içine baktı. Mısrî sandı ki, gözlerinden geçip gönlüne indi bu derin bakışlar. Ve yine gülümseye­rek Sinan Ümmî, Mehmet Efendi’ye döndü:
          Senin hizmetinde Mısrî Mehmet Efendi diye bir der­viş varmış, öyle mi? diye sordu.
Mehmet Efendi:
          Evet Sultanım Hazretleri. Size teslim için emanetçi­yiz.
Sinan Ümmî bu kez Mısrî’ye döndü, ona hitap etti:
          Bursa’daki medresede, o cuma gecesindeki kalay­cı, ne kadar şaşılacak bir zat idi, değil mi? diye sordu.
O zaman Mısrî kendisini tutamayıp öne doğru bir hamle yaptı. Çok uzun zamandır hasretini çektiği, o ince büyük eli öptü ve heyecandan âdeta kekeleyerek:
          Su... su... sultanım, dedi, Sultanım hoş... hoş gelip sefalar getirdiniz.
Sene 1647 idi, Mısrî yirmi dokuz yaşındaydı ve yorgun gönlü, o gün huzura ermişti.
***
Sinan Ümmî bir süre kaldı Mehmet Efendi’nin dergâhın­da... Çok sevdiği renk renk güller üçer beşer açmaya baş­ladı. Sinan Ümmî, Gül Ahmet’e övgüler yağdırdı, Gül Ah­met yüzü kızararak övgüleri dinledi ve müsaade isteyerek konuştu, dedi ki:
          Efendim Hazretleri, bu yıl bu güllerin bereketinde Mısrî Derviş’in de payı vardır. Beraberce budadık gülleri, bahçeyi size beraberce hazırladık.
          Biz, dedi Sinan Ümmî, Mısrî dervişi sadece şair bi­lirdik, demek başka marifetleri de varmış!
“Şair olduğumu biliyor, acaba âlim olduğumu, El-Ezher’den yedi dersten diplomam bulunduğunu da biliyor mu?” diye bir soru geçti Mısrî’nin aklından. Sonra bu so­runun bir “övünme” olup olmadığını düşündü. Övün­mek hiç yaraşmazdı bir sufıye, hele Mısrî’ye ve hele şu koskoca sultanın karşısında, kendisinin bilgin oluşu ney­di, ne anlam ifade ederdi ki! Mısrî küçüldüğünü hissetti. Ayrıca rüyasını bilen Sinan Ümmî, onun her bir şeyini ta ciğerine kadar bilmez miydi ki böyle saçma sapan soru­lar geçerdi kafasından! Kendine müthiş öfkelendi yine. “Şeyhim eline hançerini alınca kaçacak yer arayacaksın.” diye nefsini tehdit etti.
8
Sinan Ümmî hançeri aldı eline ki, ne aldı... Bir taraf­tan manevi eğitim alırken Mısrî, üstüne pek çok da be­den işi yüklendi. İlk şeyhi Hüseyin Efendi, onu virdinde çekmesi lazım gelen yedi Allah isminin İkincisine geçir­mişti. Sinan Ümmî onu tekrar birincisine, “La ilahe illallah”a döndürdü. Mısrî aynı zamanda öğrenci okutuyor, şeyhin iki oğlundan biri olan Süleyman’a ilim öğretiyor, dergâhta imamlık yapıyor, Ümmî Sinan Camiinde halka vaaz veriyor, nasihatlerde bulunuyor, dergâhın hemen önündeki vadinin içinden akan suyun yanındaki değir­menden mutfağa sırtında un ve buğday taşıyor, orman­dan dergâha sırtında odun getiriyordu. Ve günlük gıdası; şeyhin emriyle sadece bir dilim arpa ekmeği idi. Akşam­ları kafaca ve bedenen pek yorgun yattığı zamanlar, bu kadar işi nasıl becerdiğine kendi de şaşıyordu. Bu insa­nüstü gayreti, sadece Sinan Ümmî’ye duyduğu aşktan dolayı idi. Zaten işlerin tümü birden verilmemiş kendisi­ne, yavaş yavaş artırılmıştı, ince bir hesaba dayanıyordu. Mısrî istese unu da odunları da Rüzgâra taşıttırabilirdi. Bunu yapmıyordu. Bir kere şeyhinin emirleri doğrultu­sunda bedenen de çalışmak, ona her türlü hizmeti ver­mek, Mısrî’ye haz veriyordu, kanatları olsaydı eğer uça­rak da hizmet etmeyi isterdi. Ayrıca nefsinin sonuna ka­dar ezilip yok olmasını istiyordu. İnatçıydı genç adam; nefsi ile de bir anlamda inada girmişti. Bu arada Derviş Ağası ile Kasıma mektup yazmış, ye­ni adresini bildirmiş ve ikisine de hemen aynı şeyleri söy­lemişti: “Biliyorsun bana Cenabıhakk’ın nasip ve tayin et­tiği zatı bulmak arzusuyla ta Kahire’den beri kaç yıldır do­laşıyorum, Bursa’da da devam ettim arayışıma. Arap ve Anadolu illerinin çok şeyhlerinin sohbetinde bulundum. Olmadı... Olamadı. Rüya üzerine yola çıkıp Uşak’a gel­dim, hikâyeyi biliyorsun. Çok şükür, en sonunda şeyhim, göz bebeğim, kalbimin ilacı Şeyh Sinan Ümmî’nin hiz­metine ulaştım. Mübarek nefesi kimyasıyla bana Şeyh Abdülkadir Geylanî’nin düşümde işaret ettiği şeyler ay­nıyla ortaya çıktı. Allah’a hamdolsun! Onun lütfuyla artık mürşit arama arzu ve araştırması bitti, maddi yollar bitti, nihayet karar kıldım.
Burası dibinde bir nehir akan, yeşil bir vadinin üzerine kurulmuş bir dergâhtır. Yanında Sinan Ümmî Camii ve Medresesi var. Tabiatın güzelliği Bursa’yı hiç aratmıyor, arkamız orman... Ben de tıpkı Yunus gibi ormandan tek­keye sırtımda odun taşımaktayım. Böylece çok sevdiğim üstadımın peşinden birçok bakımdan gitmekteyim.
Sinan Ümmî Hazretleri’nin birçok müridi var, fakat ben bir dörtlü grubun beşincisi oldum, çünkü bu dördü ile çok iyi anlaştım. İsimleri şöyle; Kütahyalı Gülaboğlu Askerî, Uşaklı Müslihiddin Mustafa, Ahmet Derviş, Kü­tahyalı Çavdaroğlu Müfti Derviş... Birbirimize sadece; Askerî, Uşaklı, Derviş, Çavdaroğlu diye hitap ediyoruz. İtiraf etmek gerekir ki, Uşaklı Müslihiddin, hepimizden ileri bir derviş. Beni de Mısrî diye çağırıyorlar. Gözümün nuru, baş tacım Mehmet ismim hatıralarda kalacak ga­liba. Böylece biz ‘Beş gönül eri’, hepimiz şiir yazıyoruz. Hepimiz bir bakıma Koca Yunus’un etkisindeyiz. Beş gö­nül eri hem biz hepimiziz, hem de dört unsurla malum; hava, ateş, su, toprak ile Rûh-ı Kudsî’dir, bir şekilde öz­deşleşiyoruz ve birbirimizi tamamlıyoruz. Çavdaroğlu, ‘Cem olıcak bir araya beşimiz / Sevdiğimizi zikretmektir işimiz’ diye yazdı. Ben de şöyle söyledim: ‘Biz beş er idik çıktık bir demde yola girdik / Kırk yılda Pîre erdik bu sohbete erince’ Sana bir de, Sultanım Efendi’me biatim vesilesiyle yazmış olduğum şiiri kaydederek, mektubu­mu bitireyim.
Aşkın meyine ben kana geldim
Şevkin oduna hoş yana geldim
Halka-i zikri kurmuş âşıklar
Ben de sahnında cevlana geldim
Mecnûn’um bugün Leylî derdinden
Neylerim aklı, divâne geldim
Derdi cârıânın açtı yareler
Bağrım üstünde dermâna geldim
Ümmî Sinan’ın hâk:ı pâyine
Sürmeğe yüzüm sultâna geldim
Yaremi bildim yârimden imiş
Bunda Niyâzî, Lokmân’a geldim
Mısrî’nin dergâha ilk geldiği günlerdeydi. Aylardan ra­mazan, akşam namazında imamlığı Sinan Ümmî yapı­yordu.
Cemaatin ön safında, şeyhinin hemen arkasında du­ran Mısrî’nin içinden, “Okuyuşu ve sesi tahmin ettiğim kadar iyi değilmiş, ben olsam daha iyi okurdum.” diye geçti. O anda Sinan Ümmî yavaşça arkaya kayarak Mısrî’yi hafifçe öne itip imamlığa geçirdi. Genç adamın, Fati­ha okuması icap ediyordu, fakat sureyi hatırlamıyordu. Çılgın bir korkuyla kendisini son derece çaresiz hissetti. Alnından terler boşandı ve o anda içindeki küçük ses, mihraba bakmasını söyledi, Mısrî baktı ve mihrapta iri harflerle yazılmış Fatihayı gördü, oradan okudu. Nama­zı selametle kıldırdı.
Mısrî, mürşidinin düşüncesini okuduğunu, kendisine Fatiha’yı unutturduğunu ve sonra yardım ettiğini anla­mıştı. Çok fazla mahcup oldu, ne yapacağını bilemedi. Şeyhinin odasının kapısında bir hayli gezindi, durdu bek­ledi. Nihayet bir cesaret geldi, kapıyı tıklatıp: “Hû” deyip açtı, niyaza durup boyun büktü ve ayak mühürledi. Sinan Ümmî: “Ne istersin oğlum?” diye sordu. Mısrî üzüntü­sünden zorla konuşarak ve gözlerinden yaşlar akarak özürler diledi, artık düşüncelerinden de sorumlu olduğu­nu anladığını, hiç olmazsa bu seferlik kendisini bağışlamasını rica etti. “Evet evladım,” dedi Sinan Ümmî, “sizler dervişlerim, düşüncelerinizden de sorumlusunuz, bu­nu hiç unutmamanız lazım gelir. Daima hatırlayın; iyi ve olumlu düşünmeye bakın; içinizi ve beyninizi kontrol edin, Cenabıhak, size bu gayreti verir, siz niyet edin ve kendi çabanızla işe başlayın önce.”
“Emriniz olur!” Mısrî: “Destûr” deyip eşik öptü ve dışa­rı çıktı, kapının yanma çöküp bu sefer de affedildiği için şükredip ağladı...
Arkadaşlarını buldu, gayet mahcup, olanları anlattı. Şeyhlerinin söylediklerini nakledip: “Bizlerden düşünce­lerimizi yani içimizi ve beynimizi kontrol etmemizi istedi.” dedi. Karşısındaki dört erden her biri, bir ayrı durumda aynı muameleye maruz kalmışlardı. Sinan Ümmî onların düşüncelerini okumuş ve gereken dersi vermişti.
          Beni ikaz etmeniz lazım gelirdi, dedi Mısrî biraz küs­kün...
          Haklısın dediler ona, ama bu mesele senin başına gelmeyince, o mahcubiyeti yaşamadıkça gereken gayre­ti bu kadar iyi göstermeyebilirsin.
          Mamafih böyle bir kastımız yoktu, dedi Askerî, sa­dece unuttuk herhâlde.
          Fakat siz gerçekten becerebiliyor musunuz bu işi?
          Sen kendini iyi şeyler, olumlu şeyler düşünmeye alıştırırsan ötesi geliyor. Allah gerçekten yardım ediyor ve bir süre sonra zaten öyle düşünmeye başlıyorsun, dedi Çavdaroğlu.
Mısrî’nin içi biraz rahat etmişti. Herkes bir şekilde de­nendiğine göre, demek bu da bir alıştırmaydı, fakat keş­ke kendisi şeyhinin değil de bir başkasının aleyhine olumsuz düşünmüş olsaydı daha memnun olacaktı.
          Bir daha onun yüzüne nasıl bakacağım? Çok uta­nıyorum, dedi.
Kütahyalı:
          Onun yüzüne bakabilmen o kadar önemli değil, önemli olan; senden istediği gayreti göstermendir. Böy­le yaparsan o seni gönülden bağışlar, hepimizin başına geldi, dedik ya... Hazret azarladığı gibi, övmesini de bilir merak etme. O bize karşı duygularının, düşüncelerinin büyük kısmını, bize gerekli olanı yani, bizimle paylaşır, ta­salanma sen! Haydi şimdi bir şiir oku Mısrî, bunalan gön­lün neşelensin.
          Yunus’tan okuyayım, dedi Mısrî, ancak onun şiiri beni rahatlatır şimdi.
***
Sene 1648’e ulaşmıştı. Mısrî, Elmalıda manevi eğiti­minin ikinci yılına basmıştı. Sultan İbrahim, önce tahttan indirildi, on gün sonra ipek ibrişimle boğuldu. Yerine, al­tı yaşını yedi ay geçen oğlu IV. Mehmet tahta çıkarıldı. Genç annesi Hatice Tarhan Valide Sultan değil, babaan­nesi Kösem, Büyük Valide Sultan, saltanat nâibesi oldu. Onun üç yıl süren saltanat nâibeliğine: “Ağalar Saltana­tı” denmektedir. Yeniçeri ağaları cunta generalleri olarak hükümeti aşarak, devlet düzenine aykırı olarak bütün hâkimiyeti ellerine geçirmişlerdi. Maksatları mal topla­mak ve zengin olmaktı. Onları destekleyen Kösem Sultan’ın maksadı ise saltanat sürmek, emir vermek, devlet yönetmekti. Oğlu Sultan İbrahim’i tahttan indirtmekle kalmadı, on gün sonra onu cellada verip öldürttü. Çün­kü Sultan İbrahim onu devlet işlerine karıştırmıyordu. ***
Aylar, yıllar birbirini kovalıyordu, Mısrî iki kere halvete girdi, Cenabıhakk’ın izniyle şeyhinin gayretinden olmalı, çok rahat ve huzurlu halvetler oldu bunlar. Mısrî zayıfla­madı bile, zaten günlük gıdası bir dilim arpa ekmeği idi ve halvette aç kalmak onu hiç etkilememişti. Yüzünü bir gün görmese özlediği şeyhini de hiç aramamıştı; o san­ki her an Mısrî ile beraberdi o karanlıkta, onunla beraber zikrediyordu.
Her halvetten sonra büyük gönül yumuşaklığı ve bü­yük huzurlar yaşadı Mısrî. Hiçbir arkadaşı onun kadar ra­hat halvet yapamıyordu, bunca gönül huzurunu bulamı­yordu... Beş gönül eri birbirini kıskanmaz, fakat birbirle­rine gıpta ettikleri olurdu arada sırada. İşte Mısrî’nin hal­vetten sonraki hâline de gıpta ediyorlardı. Arkadaşları; bir tüy kadar hafif, bir ışık demeti gibi pırıl pırıl dolaştıkça aralarında: “Mısrî,” diyorlardı “Mısrî, bize bunun sırrını öğret.”
Mısrî düşünüyordu; bir sırrı falan yoktu bu işin.
 — Bir sırrım yok vallahi, inanın sadece Allah’ın bir na­sibi bu.
— Bu gidişle aramızda en çok halvete giren sen ola­caksın!
          Niyetim, kırk günden, kırk halvet yapmak, tabii Al­lah izin verir ve şeyhim de kabul ederse. Aslında kırk gün yaptığım için, benimkilere halvet değil, erbain çıkarmak denir ama ağzımız alışmış, halvet diyoruz.
          Öyle dediler, bizim yaptığımız halvet üç günlük, yedi günlük falan. Evet seninkine erbain dememiz lazım.
          Kelimeler önemli değil, sizler de erbain çıkarmışsı­nız ve kırk günden kırk defa yapılacaktır diye asla bir ku­ral yok. Bu sırf benim niyetim, çünkü halvet hâli çok ho­şuma gidiyor, çünkü nefsimin hiç olmazsa bir süreliğine öldüğünü hissediyorum, bu da hafiflik veriyor. Fakat işte tam ölmüyor, hiç beklemediğin bir anda, bir meselede başını kaldırıveriyor, ben dahi şaşıyorum.
***
Sultan İbrahim’in 1648’de boğdurulmasından sonra, onun kan davacıları ortaya çıktı; sipahiler ayaklandılar ve yeniçeriler tarafından kanlı bir şekilde kırıldılar. Padişah ordusunun iki sınıfı, padişahın sarayı önünde Sultanah­met Meydanında yüzlerce ölü vererek meydan muhare­besi yaptı.
Bu defa, cunta tarafından soyulan halk ayaklandı. Halk ihtilali cuntacı generallere karşı idi. Bu ihtilalin arkasında
Tarhan Valide Sultan bulunuyordu. Bunu bilen Kösem Sultan, gelininin iktidarına son vermek, onu Valide Sul­tanlık tahtından indirmek için, on yaşını bitirmemiş toru­nu IV. Mehmet’i öldürtmek, yerine annesi başka olan Ve­liaht Şehzade Süleyman’ı başa geçirmek istedi. Bu plan keşfedildi. Ve Kösem Sultanın dairesini basan padişah ve Valide Sultanın adamları, onu boğdular, yıl 1651 idi.
Kösem Sultanın öldürüldüğü geceden itibaren halk, Sultanahmet Meydanı’nı boş bırakmadı. Cunta ağalarının kelleleri isteniyordu. Otuz sekiz ağa idam edildi, servetle­ri hâzineye alındı. Böylece “Ağalar Saltanatı” sona erdi.
***
Böyle geçiyordu yıllar ve Mısrî, Sinan Ümmî tekkesinin harlı ateşinde ağır ağır pişiyordu. İşleri hiç kolaylanma­mıştı. Yine sırtında odun ve un taşıyor, yine öğrenci oku­tuyor, şeyhin oğlu Süleyman’a ilim öğretmeye devam ediyor, camide halka vaaz veriyor, nasihat ediyor, derg­âhın imamlığını yapıyordu. Arada sırada şiir de yazıyor ve Derviş Ağa’sı ile Kâsım’la seyrek de olsa mektuplaşıyor­du. İkisi de memleket havadisleri veriyordu, yalnız Mısrî’nin annesi ağır bir öksürüğe yakalanmış, bir türlü kurtulamıyordu ve Kâsım yeniden evlenmişti; bu sefer karısından memnundu.
Mısrî, annesinin garip hastalığını öğrenince dehşetli tedirgin oldu. Onu gerçekten özlemişti ve artık Malat­ya’ya gidip yaşlı kadını görmek istiyordu. Çok kuvvetli bir arzuydu. Ancak şeyhinin bırakmayacağından korkuyor­du, çünkü daha sülukünü tamamlamamıştı. Düşüncele­re daldı genç adam ve gizlice kaçmaya karar verdi, ama tereddütler içindeydi; kafası dağılmış, bir unutkanlık arız olmuştu. Kalbi de gittikçe katılaşıyordu.
O günlerin birinde, dağa odun getirmeye gitmişti. Dö­nerken “Canım niçin rıza göstermesin benim gitmeme. Burada herkesten fazla işi ben görüyorum, herkesten faz­la halvet yapıp çile çıkarıyorum, şeyhimin bunları hesaba katması gerektir.” diye düşünürken, birden tam önünde bir siyah ayı belirdi. Genç adam önce geçip gitmek istedi, fakat ayı hırlayıp önüne geçti, saldıracakmış gibi bir hâli vardı. Mısrî odun demetini arkasından attı, bağırdı: “Gel be ayı, gel! Gücün yeterse, yen beni!” Ayı tam da bu lafı beklermiş gibi saldırıverdi, alt alta üst üste boğuşmaya başladılar. Mısrî ne kadar güreş kuralı, oyunu denediyse, ayı sanki hepsine hazırlıklıydı; akıllı bir insan gibi bütün oyunlara cevap veriyordu. Genç adam tükenmeye başlamıştı ki, ayı sağ kolunu kaptı, belki koparmak üzereydi, Mısrî’nin aklından şeyhinin himmeti geçti. “Himmet Sul­tanım!” dese, yetişir miydi? Fakat demeye kalmadan, ke­limeler ağzından çıkmadan o anda durdu ayı, genç adam kolunu kurtardı ve ayı dönüp koşa koşa uzaklaş­maya başladı. Genç adam, merakla arkasını döndü, ge­len şeyhiydi!.. Koşup eline vardı:
          Himmetiniz sayesinde ayı beni bıraktı efendim, dedi.
Sinan Ümmî’nin gözleri gülüyordu:
          Öyle miii? dedi. Haydi odununu yüklen de dönelim evladım.
Mısrî sırtında odun demeti, iki büklüm, şeyhinin yanında dönerken Sinan Ümmî:
          Biliyor musun, dedi, o ayı yabandan değildi, sade­ce senin nefsindendi!
Mısrî hayretten açılmış gözlerle:
          Bilemedim efendim, dedi.
— Görüyor musun nefsin sağ tarafını kapmış, bırak­mıyor... (içini çekti) Şunu da bilirsin elbet; O der ki: “Al­lah kimseye taşıyamayacağı yükü vermez.” Böyle olun­ca, Allah dostları, müritlerine taşıyamayacağı yükü vere­bilirler mi?
Mısrî fena hâlde utandı, yüzü kıpkırmızı oldu, soluğu kesildi, zorla fısıldadı:
          Vermezler efendim...
Bir süre, yokuş aşağı hiç konuşmadan yürüdüler. Mısrî içinden “Yer yarılsa da yerin dibine girsem.” diyordu ken­dine, hırsından ağlamak istiyordu.
Tekkeye yaklaşırlarken Sinan Ümmî:
          Bir de oğlum, dedi, bahçıvan bahçesindeki meyve­nin olup olmadığını bilir. Yoksa ben senin gidip aileni zi­yaret etmeni istemez miyim? Fakat daha vakti gelmedi, o vakit gelecek. Belki Süleyman’ı da yanına katarım, gi­dip annenin elini öpeceksin, tasalanma.
Mısrî’nin içine bir temiz, bir güzel yağmur yağmış gibi oldu. Kendine hırsı geçivermişti. Ferahladı, gizlice git­mekten vazgeçti o anda.
Sonraki günler yavaş yavaş rahatladı, kafa dağınıklığı geçti, unutkanlığı kayboldu.
***
Bir yaz akşamüzeri, beş gönül eri bahçede büyük bir çınarın altında oturmuş sohbet ederken, söz dönüp do­laşıp Allah’ı dünya gözü ile görüp görmemeye geldi. En içten istekleri onu görmek olduğu için duygularıyla ko­nuşuyor, belki mümkün olabileceğini söylüyorlardı.
          “Biz Allah’ı görebiliyoruz.” diyen bazı sufiler var, di­yordu Askerî.
Epeydir susup konuşmayan Mısrî nihayet konuştu:
          Onların böyle söylemesi: “Biz Allah’ı biliyoruz, kud­retinin eserlerini görüyoruz.” anlamınadır.
          Herkes görüyor O’nun eserlerini, kör olmayan her­kes, dedi üşşakî, o zaman kendimize görüyoruz diye bir ayrıcalık tanımamız neden?
Ahmet Derviş:
          Kör olmayanların dışında kaç kişi gördüklerinin Al­lah’ın eserleri olduğunun farkında? Burada, dedi, idrak­tir önemli olan.
Çavdaroğlu:
          Her inanan insanda vardır bu idrak, dedi.
          O zaman, dedi Askerî, bazı sufilerin, “Biz Allah’ı gö­rüyoruz.” demeleri, sadece bir gösteriş ve övünme mi?
          Ya öyledir ya da cahilliktir, dedi Mısrî.
          Peki sen ne diyorsun Mısrî?
          Görülmez diyorum, çünkü Kur’an’ın söylediğine göre, sanırım Enam 103’te falandır: “Gözler O’nu algıla­yamaz, O ise bütün gözleri kuşatır.” Şimdi gözümüzün önünde böyle bir ayet olunca, daha neyin tartışmasını yapıyoruz?
          Dervişler, dedi Çavdaroğlu, Mısrî’nin en hoşuma gi­den tarafı, her söylediğini ispat eden bir Kuran ayeti ge­tirmesi, sağ olsun.
          O Kuranı bizden daha iyi biliyor da ondan, dedi Askerî, hepimiz hafızız, lâkin onun kadar liyakatli değiliz Kuran üzerinde. E, o da az dirsek çürütmemiş özel ho­calarda efendim, El-Ezher’de, içimizde bilgin olan o! Ha belki o da bizim kadar âşık değil, belki bilmiyorum, şiir­lerine bakınca, aşkı da cezbesi de bizden üstün.
Mısrî, içini çekti:
          Aşkın sonu yok, dedi, tükenmez, bitmez; oldum, dedirtmez... Böyle anlıyorum. Bana iltifat ettin Askerî Derviş, Allah senden razı olsun. Aslında birbirimizden ek­siğimiz fazlamız yok, hepimiz aşk yolunun yolcularıyız ve  her gelen günde bir başka hâle değişmekteyiz. Bazen gün değil saatte, anda bile değişmekteyiz. Onun için yo­lumuza duraklar koymak, sen şuradasın, ben buradayım demek, doğru değil... Eee, bilgim ne derecede olursa ol­sun, aşk yoluna aşk gerektir, bilgi ikinci planda kalır. De­ğil mi?
          Doğrudur, dediler.
          Lâkin mutlak gerektir bilgi, ikinci planda olmasına rağmen.
          Herhâlde, dediler.
          Pekâlâ, dedi Çavdaroğlu, asıl konudan uzaklaştık. Dervişler söyleyin bakayım, bir şeyin eserlerini, izini, be­lirtilerini görmek, aslını görmek gibi olur mu?
          Olmaz, dediler.
          Olmaz, dedi Mısrî, ama günlük hayatta aksini çok kullanırız. Güneş ışığını görünce ben güneşi gördüm di­yebiliriz ve yalan söylememiş oluruz. Aslında güneşi değil
sadece ışığını görmüşüzdür. Sen eline aynayı alıp baktı­ğında, kendimi gördüm diyebilirsin aynadaki suret yüzü­nün aslı olmadığı hâlde, ama kendini görmüş olman da yalan değildir. Yoksa Yaradan’ın belirtileri her yerde; se­nin, benim, herkesin yüzünde; dağda, taşta, suda... Kâinatta hiçbir şey yoktur ki yüzünde, üstünde Hak’tan bir görüntü, belirti taşımasın.
          Yine de görebilecek göz lazım.
          O göz âşığın gözüdür demek yeterli mi arkadaşlar? Biz sultanımız Sinan Ümmî’nin yüzünde O’nun nurunu seyrediyoruz.
          Evet seyrediyoruz, dediler.
          Ama, O’nu görüyoruz demiyoruz!
          Evet!
          Bir zamanlar, bir kıza âşık olduğumu sanıyordum. Onu gördüğüm zaman üzerinde mavi elbise, başında mavi başörtü vardı; ona “mavi nur" demiştim için için. Allah’ın nuru demeye cesaret edemediğim için, mavi nur demiştim. Hâlbuki cesaretle Allah’ın nurunu gördüm di­yebilirmişim, şimdi söylüyorum.
          Sonra ne oldu o kız?
          Bir fırtınalı gecede rehberim oldu, beni bir kervan­saraya ulaştırdı.
          Yaa!
          Tabii hayalinden bahsediyorum.
          Tabii yahu, anladık!
          Ama şimdi anlıyorum ki dervişler, bu hayalin de gerçeği vardı. O gerçek neydi biliyor musunuz? Benim kendi özümün aşkıydı. At beni sürüklerken o aşk beni canlandırdı, ilerilere baktırttı ve ışığı gösterdi. Ve o aşk, o zaman gelecekteki şeyhime Odaklanmıştı yalnız. Çok şü­kür şeyhime kavuştum. Şimdi onun yüzünde Allah’ın nu­runu, yani belirtilerini görebiliyorum demeye cesaret edi­yorum. Hepimiz ediyoruz. Bu aşktan da içeri başka bir gerçek var, o da Allah’a duyduğumuz aşk. Ondan içeri bir şey yok, çünkü bu aşk en saf ve en temizidir.
          Doğru, dedi Kütahyalı..
Ahmet Derviş dedi ki:
          Senin hikâyene benzer hikâyeler hepimizin başın­dan geçmiştir elbet. O kızlar bize gerçekten rehberlik et­tiler, kimimize manevi yoldan belki hiç görünmeden, ki­mimize görünerek fakat mutlak rehberlik ederek bizi şey­himize yönlendirdiler. Şimdi Allah aşkında bize rehberlik eden Sultanımız Şeyhimiz gibi.
Hepsi dalıp gitmişti bir yerlere, birden Uşaklı:
          Ezan okunuyor, dedi.
Hep beraber kalktılar.
***
Mısrî, camiden halka vaaz vermeye devam ediyordu. Şeyhi, onun bu halk içinden bir kısım seçkinlere de ko­nuşmasını istedi.
          Nelerden bahsedeyim efendim? diye sordu.
Ümmî Sinan:
          İnandığın gerçekleri anlat evladım, dedi, fazla süs­lemene yahut sembollerle konuşmana gerek yok, açık ve sade ol. Senin sesin fevkalade etkili. Gerek konuştu­ğun konularla, gerek sesinin tonlamasıyla dinleyicilerin ilgisini toplamayı iyi biliyorsun.
Birden bu iltifat, Mısrî’yi utandırdı, yüzü kıpkırmızı olu­verdi.
          Estağfurullah Sultanım, diyebildi.
          Fazla uzun da olmasın. Kısa ve etkili bir sohbet, o kadar.
          Ne zaman konuşacağım efendim?
          Zikir öncesi olabilir, meydanın bir köşesinde otura­bilirsiniz.
          Kimler gelecek efendim?
          Halkın arasında hevesli, daha çok bilmeyi, öğren­meyi içtenlikle isteyen bazı kişiler var. Tahmin edeceğin gibi fazla değil bu sayı, birkaç kişi. Lâkin icap ederse, tek kişiye de sohbet yapabiliriz değil mi evladım? Yeter ki o kişi öğrenmek istesin, bizim hizmetimiz çoğa aza bak­maz.
          Evet efendim.
          O hâlde “tevhidden” başla bakalım. Hayırlı olsun oğlum!
***
Mısrî karşısındaki dört adamın gözlerinin içine baktı şöyle bir; hepsi ciddi, hepsi ilgiliydi, rahatladı:
          Sultanım, dedi, sizlere tevhidden bahsetmemi em­retti. Bu akşam ben tevhidden bahsedeyim, gelecek haf­ta sizin istediğiniz bir başka konuda sohbet ederiz. Soru­larınız olursa, lütfen çekinmeyin, sorun.
Adamlar başlarını salladılar.
          Efendim, dedi Mısrî, Zariat suresinin, 56. ayetinde Yüce Allah şöyle buyurur: “Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.”
          Bilsinler diye yarattım, deniyor sanıyordum.
          Evet, mutasavvıflar böyle yorumlamışlardır bu aye­ti, biz hem bilsinler, hem de tevhit etsinler, yani birlesin­ler diye anlıyoruz. Çünkü eğer ibadet eden; ibadetin an­lamını, ibadetlerin maksadının ne olduğunu bilmiyorsa, onun bu ibadetlerinin ona zerre kadar faydası dokun­maz. Birlemek de, o kişinin zat, sıfat ve fiilleriyle kendini fâni, yok görmesidir. Bir kişi bu mertebeye erişince her nereye baksa Hakk’ı görür. Çünkü o, zat, sıfat ve fiillerin­de fâni olmuş, tek ve hakiki varlık Allah kalmıştır.
Mısrî adamlardan birinin ürperip 'Allah” dediğini duy­du, yüzünden hafif bir tebessüm geçti, sıcak sıcak baktı ona. Ve devam etti:
          İşte bir kimse bu makama gelince, Bakara 15’teki: “Her nereye bakarsanız Allah’ı görürsünüz.” ayetinin sırrı­na ermiş olur... Yunus suresinin 25. ayetinde ise, Cenâb-ı Hakk: “Allah kullarını selamet evine çağırır.” buyurur. Bu­nunla işte O, kullarını fiiller, sıfatlar ve zat tevhidine çağırır.
          Mısrî Derviş, üç tevhidin ne anlama geldiğini de an­latır mısın bize?
Mısrî öbürlerinin yüzlerine baktı, hepsi başını salladı,
— Anlatayım, dedi, fiiller tevhidi arkadaşlar; kul, na­maz, oruç, zekât, hac gibi şeriatça emredilen hususları yerine getirerek şirk, haram yeme, zina, adam öldürme gibi haram durumlardan sakınarak fiillerin selamet evine girer. Sıfatlar tevhidine gelince; çeşitli ibadet ve zikirlerle insan kalbinde bulunan kötü duyguların yani kin, aldat­ma, gıybet, haksızlık, tecavüz, haset, kibir, riya gibi duy­guların çıkarılıp nefs-i emmareden, nefs-i mutmaine aşa­masına gelip güzel sıfatlarla bezenmesidir.
          Gelecek sefere Mısrî Derviş, bize şu nefis kademe­lerini anlat. Ne dersiniz arkadaşlar?
          Pek güzel olur, dediler.
          Peki, dedi Mısrî, zat tevhidine gelince; Yüce Allah dışında bütün eşyadan ve insanlardan varlığı kaldırıp Al­lah’ı çok zikretmek ve fikretmekle mümkün olur. Böylece fikir ve zikir çakmağından doğan ateşin nuru, kalp âlemini aydınlatır ve sonuçta bu ateşin nuru Allah’tan başka hiçbir şeyin hakiki varlığının bulunmadığını gösterir. İşte Vahdet-i Vücut inancı budur.
          Öyleyse biz neyiz Mısrî Derviş?
          Biz! İnsanlar ve insan dışında her varlık zannettiği­miz, aslında gölgeden gayri bir şey değildir. O’nun belir­tilerini taşıyan, O’nun nuru ile aydınlanmış gölgeler... O’nun nuru ile diyorum, çünkü Allah dışındaki bütün varlık zannettiğimiz şeyler, O’nun sıfatlarının tezahürü, yani belirmesidir, başka bir şey değillerdir, yani gerçek varlık değillerdir!., (birden kükredi) Şimdi, kim ki küfür ve imanı, kahır ve lütfü Hak’tan gayri bile, şeytan odur ki, ona lanet olur. Kim ki insana ve eşyaya bir varlık verir de, bu fikrin bir vehim olduğunu bilmez ise kara cahildir.
          Dur yavaş Mısrî Derviş, sanki bizler aksini iddia edi­yormuşuz gibi öfkeli konuştun. Madem öyle diyorsun, herhâlde öyledir, fakat bu söylediklerin üzerinde bizim düşünüp tartışmamız icap eder ve böylece gelecek hafta­ya sana birçok soru ile gelebiliriz, ama öfkeleneceksen...
Mısrî’nin vecdli hâli birden çözüldü, kendine geldi:
          Hayır, dedi Mısrî, öfkelenmem. Zaten demin de öf­keli değildim, heyecandan öyle konuştum. Sizleri kırdıysam özür dilerim, sizleri kırdıysam çok üzülürüm, bağış­layın. Ve gelecek haftaya istediğiniz kadar soru ile gelin.
          Sen üzülme, dediler ona, Allah razı olsun. Bize o kadar şey anlattın, seni yorduk heyecanlandırdık, asıl sen bizi bağışla.
Mısrî onları kapıya kadar uğurladı, hayır dualarını al­dı.
Aslında genç adam ayı olayından beri derin düşünce­lere dalmış, büyük çapta bir iç çatışmasına girmişti. Bu herhangi bir mücadeleden çok daha zorlu bir işti, tam bir savaştı. Bu savaşın şiddetinden, hiç kararı kalmamıştı. Hiçbir yerde fazla kalamıyor, dur otur bilmiyordu. Bazen kendisini minareden aşağı atmak, bazen dağlardan aşa­ğı yuvarlanmak istiyordu. Genellikle çok sinirli ve sabır­sızdı; dolaşarak düşünüyor, oturamıyordu bile. Arkadaş­larından kaçıyor, devamlı yalnızlık istiyordu.
Bu hâlini şeyhine açmayı düşündüğü günlerde, bir gün odasının içinde karşısında parlak bir yıldız gördü. Gözlerini kapattı, fakat yıldız karşısında yine öyle duru­yordu, tekrar açtı yine yıldız. O zaman onu baş gözü ile değil, gönül gözü ile gördüğünü anladı. Yine de ne yapa­cağını bilemedi; gönül gözü açılmıştı çok şükür ama... Amma şaşkındı Mısrî ve ıstırap çekiyordu. Birkaç gün o yıldız gözünden kaybolmadı, derken yıldız büyüdü büyü­dü ay kadar oldu. Şimdi bir parlak ay duruyordu gözü­nün önünde. Genç adam hâlini hiç olmazsa derviş arka­daşlarına açmak istiyor fakat bir yandan da bu işin sonu­nu merak ediyordu... Birkaç gün de gözünün önünde ay ile dolaştı. Sonra ay, büyüdü büyüdü güneş kadar oldu. Ona bakamıyor gözleri kamaşıyordu ve güneş de yavaş yavaş büyüyüp bütün yönleri kapladı, yıldızı ilk gördüğü zamanki ıstırabı geçmişti. Yavaş yavaş büyüyen güneş, birden kayboldu. Mısrî, geçirdiği hâli, şeyhine anlattı.
Sinan Ümmî dedi ki:
          Evladım sen, Allah’ın selamı üzerine olsun İbrahim Peygamber’den kalan beşinci menzildesin! Beşinci menzilin hâli budur. Hayırlı uğurlu olsun ve seni İbrahim Peygamber’in yolundan götüren, ona varis kılan Allah’a hamdolsun.
Mısrî’nin tedirgin, dur otur bilmeyen hâli düzelmiş, ka­rarı yerine gelmiş, içi huzurla dolmuştu. Artık, bedenen yapmakta olduğu az yemek, az uyumak, sırtında odun, un taşımak gibi riyazeti terk etti. Epey yaşlanmış olan Rüzgâr’a un ve odun taşıtıyor, normal insan gıdasını alı­yordu. Özel olarak konuştuğu adamların yanında bir da­ha hiç öfkeli davranmadı. Dinleyicisi dörtten, altıya yük­selmişti... Onların yavaş yavaş yetiştiklerini görmek Mısrî’ye büyük haz veriyordu. Ayrıca, şeyhinin takdirlerini ka­zanıyor, dualarını alıyordu.
Gecelerden bir gece, sabaha karşı Mısrî; en çok iste­diğine kavuştu. Bütün dervişlerin hayali, O Sevgili’nin yü­zünü gördü. Heyecan ve hamt etmekten ve şaşkınlıktan, duyduğu derin, hiçbir hazza benzemeyen hazdan; ölmüş de dirilmiş gibiydi. Ne kadar dirildiğinden de emin değildi. Sorsan ne gördüğünü bilmiyordu, ama gördüğünden emindi. Böylece konuştu şeyhi ile.
          Allah’a hamdolsun, dedi Sinan Ümmî, hamt et yav­rum, hamt et... Şimdi bir çeşit sarhoşluk yaşıyorsun, hakkındır yaşa. Ama yavaş yavaş kendine gelmeye çalış, yine onun karşısında fakir kul, Garip Derviş Mısrî ol. Şük­rü ağzından düşürme.
Mısrî, bir şeyler söylemek istedi ama bir an sesi çıkma­dı ve sonra ağzından şiir döküldü. Orada şeyhinin yanın­da okudu:
Ey Allah’ım seni sevmek ne güzeldir, ne güzeldir
Yolunda can u baş vermek ne güzeldir, ne güzeldir
Şol ismi zâtını sürmek visalin gülünü dermek
Cemal-i pakini görmek ne güzeldir, ne güzeldir
Sürüp dergâhına yüzler, döküp yaşı yere gözler
Bir olsa gece gündüzler ne güzeldir, ne güzeldir
Visalin derdine düşmek, yanıp aşk odına pişmek
Sonunda sana erişmek ne güzeldir ne güzeldir
Niyazı yarını bulmak, yanında eğlenip kalmak
Varıp Bir ile bir olmak, ne güzeldir, ne güzel
“Bir”le, O Sevgili ile “Bir” olduğu için, tarifsiz sevinç­ler, derin mutluluklar içindeydi. Nefsini o kadar temizlen­miş sanıyordu ki, bu birazcık da olsa ürkütücü geliyordu ona. Bir de uzun yıllar önce onun söylediği bir söz geli­yordu aklına. Nefsi Mısrî’ye: “Biz ölür ölür, yine diriliriz.” demişti. Bu, çok daha korkutucuydu. Hâlinin değişme­mesi için, Rabb’ine yalvarıp dua ediyordu. Allah aşkıyla dolan kalbi o kadar yumuşamıştı ki, herkese ve her şeye sevgi doluydu, hepsi ile dosttu genç adam. Sarhoştu, bastığı toprak toprak değil sanıyordu, sanki bulutlar üze­rinde yürür, uçar gibiydi... Günlük bazı maddi vazifelerini terk etmiş, kendini zikre vermişti. Onun bu vazifelerini derviş arkadaşları, aralarında paylaşmışlardı, Sinan Ümmî’ye bildirmemeye çalışıyorlardı... Sinan Ümmî, her şeyin farkındaydı bittabi. Bir gün Askerîye: “İyi yaptınız görevleri paylaştınız.” dedi, “Mısrî’yi çok yakında Malat­ya’ya göndereceğim, sonra başka işleri de olacak, siz de­vam edin.”
***
Zamanla sarhoşluğu geçti, O Sevgilinin karşısında, kendisinin sadece kullardan bir garip kul olduğunu kav­radı Mısrî. Bastığı toprağı tanıdı, artık bulutlar üzerinden yere inmişti... Bir gün, şeyhi onu yanına çağırttı:
          Oğlum, dedi, artık Malatya’ya gitme vaktin geldi. Süleyman’ı da götür, o da maddi yolun çilelerini çekme­ye alışsın, yeni şehirler, köyler görsün, yeni insanlar tanı­sın. Sen onun hem öğretmeni hem Derviş Ağa’sısın. (derken hafifçe güldü) Ona öğretmediğin bir güreş kaldı, o da kalabilir! Haa, Rüzgâr ihtiyarladı gayri, onunla çık­ma yola, ahırdan genç, yola dayanıklı iki at seçin. Rüzgâr’ı merak etme, ben Çavdaroğlu’nu görevlendireceğim, o              bakacak artık, gözün arkada kalmasın. Parasız kalırsa­nız hayvanları satıp gelen parayı harçlık yapın.
          Ne zaman çıkalım yola efendim?
          Yarın, sabah namazından sonra. Süleyman’ın ha­beri var, bohçasını hazırlıyor annesi, sen de bir kontrol et o bohçayı, fazla şeyler tıkıştırmalardır içine, onları çı­kart... Giderken istediğin yerde konakla, istediğin yerde birkaç gün kal... Malatya’dan İstanbul’a geçin. Süleyman İstanbul’u da görsün, tanısın, bilsin. İstanbul’dan sonra buraya dönün, sizi zamanla sınırlamıyorum. Lâkin çok da fazla eğlenmeyin.
          Efendim, Mardin’de öğretmenlik yaptığım birkaç kardeş vardı, bir gün Mardin’e dönüp onları göreceğime söz vermiştim. Şimdi bu sözümü yerine getirmek iste­rim, birkaç gün orada kalabiliriz. Buyurduğunuz gibi yol­larda fazla eğlenmeyiz. Süleyman’ın etrafı şöyle bir tanı­yacağı kadar gezer görür, insanlarla ahbaplık ederiz...
Mısrî, şeyhiyle tanıştığı zaman yirmi dokuz yaşındaydı, burada tekkede de dokuz yılı doldurmak üzereydi. BöyIece yaklaşık otuz sekiz yaşında, Ümmî Sinan’ın yirmi ya­şındaki oğlu Süleyman’la yeniden yollara düştü.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar