BUKAĞI -2-
Ve bir gün, sabah ezanı okunmadan, bir azık torbasıyla yola vurdu kendini. Sabah namazını yolda kırlık bir yerde edâ etti. Niyeti; Mardin’in bir köyünden geçeceği ve güneye ineceği söylenen bir kervana katılmaktı. Artık nereye kısmet olursa oraları dolaşacak ve elbet bir gün onu İskenderiye’ye taşıyacak gemiye binecekti. Tüccar ona, verdiği emeğin üstünde bir ücret ödemişti. Mehmet kendini bayağı zengin kabul ediyor, rahatlıyor, bir taraftan da, bu kadar para kazanıp harcamanın, ahlakını bozabileceğinden endişe duyuyordu. Aklında İbn Arabî’nin erdikten sonra, giysilerini bile emanet aldığı ve hiç masraf görmediği vardı. Ancak, başkalarına bu denli muhtaç olmak, Allah nazarında ne kadar doğru idi, bunu pek bilemiyordu. Halvetilerin söylediği gibi; yediğinde giydiğinde kul hakkı olmaması ona yetiyordu. Bu yüzden Mehmet de öğretmekten başka, kendini geçindirebilecek bir başka işi olmasını istiyordu. Mesela dolaştığı yerlerde yahut İskenderiye’de, Kahire’de bir sanat edinebilirdi. Mum, alıcısı çok olan bir maldı, acaba mum yapmayı mı öğrenseydi? Böyle şeylerle meşguldü kafası... Yanında Kâsım’ın ona son gönderdiği mektup vardı. Bazen onu çıkarıp tekrar tekrar okuyordu. Sultan Murat’ın vefatından duyduğu üzüntüyü yazmıştı Kâsım ve “Osmanlı soyundan kalan yegâne şehzade İbrahim, yeni sultanımız!
Onun hakkındaki duygu ve düşüncelerimi sana yazmıştım, inşallah ben yanılırım; Murat Sultanımızın kurduğu o düzen devam eder. Sultan İbrahim’in bir başka ve önemli görevi, Osmanlfya yeni şehzadeler kazandırmaktır.” diyordu. Mektubunu bitirirken de: “Melekşan’la kocası maalesef yapamadılar. Kız, küçük oğlu ile eve döndü. Üzücü bir haber tabii, ancak sana itiraf edebilirim; kız kardeşimi yeniden evin içinde dolaşır görmek, onun udunu dinlemek, kalbime tarifsiz sevinçler veriyor.” demişti. Bu haber Mehmet’te önce hiçbir duygu kırıntısı yaratmadı. O Melekşan’ı unutmuş gibiydi, ancak gönlünde onun meleklere has güzelliği sanki kızdan ayrı bir varlıkmış gibi yaşayıp duruyordu. Bu güzelliği bazen bir çocuğun yüzünde, bazen ay ışığında, bazen bir kır çiçeğinde ve böylece her güzel şeyde bulabiliyordu. Mehmet’le gönlü arasında bir sırdı bu; evlendiğinden bu yana kızı, ayrıca bir kız olarak hiç düşünmemişti...
Derken derken nefsi harekete geçmeye başladı; acaba İstanbul’a bir dönüşünde Kâsım’ı ziyareti sırasında Melekşan’ı görebilir miydi? Görüp de o görkemli güzelliğe bir daha vurulabilir miydi? Kız kardeşine hayranlığını Kâsım’a çıtlatabilir miydi? Ve... Ve... Ve onu istese yani, Mehmet’e verirler miydi? uyandıktan sonra hiç memnun kalmadığı bazı düşler de gördü kızla ilgili; kendisine şaştı. Sen rüya görme görme de, tut bir kadın uğruna olmadık şeyler gör ve bunları hatırla! Mehmet’e yakışageliyor muydu bu iş? “Hayır hiç yakışagelmez.” Böyle hüküm verdi. Hemen aklına İbn Arabî gelmişti, o, Allah’ın yollarına düştüğü vakit; kızdan kadından kesildiğini yazmıştı, çok, çok sonraları evlenmişti. Doğrusu, Mehmet de böyle bir kesilmeyi umut ediyordu. Canım Koca Derviş de öyle değil miydi ya? Ancak bir de Peygamber’in sünneti var; kendisi evlenmiş ve Müslümanlara evlenmelerini tavsiye etmişti. “Belki bir zamanı vardır bu sünnetin, hele bir düşeyim manevi yola, ilerleyeyim... Elbet olur Allah kısmet etmişse.” Mehmet tam bir âlim ve arif olmadan evlenmeyi düşünemezdi. Rüyalar mı? Elbet, nefsini tam kontrol altına aldıktan sonra, onlar da kesilecekti.
Nefsini nasıl kontrol altına alacaktı? Mehmet’in şimdiye kadar başarabildiği; gönlüne uymayan, uymaması lazım gelen bir hareketi yaptığı veya düşündüğü zaman, bunun nefsinden geldiğini hatırlayıp derhal reddetmesiydi. Böylece kimse hakkında gıybet yapmıyor, yalan söylemiyor, haksızlık zaten yapmazdı, artık eskisi kadar kolay öfkelenmiyordu. Daha doğrusu öfkesini bir miktar kontrol altına almıştı, kin duymamaya çalışıyor, onun bunun malına, zenginliğine tamah etmiyordu. Böylece gönlünün hatırlatmalarıyla ve yaptığı zikirlerin bereketiyle, nefsinin kötü huylarını epey bir temizlemeyi başarabilmişti, ama yetmezdi. Nefsinin de gönlü kadar temiz, ak pak, saf olması ve artık kontrole muhtaç olmaması gerekiyordu. Bak işte bir kadının kocasından ayrılması başına ne işler açmıştı! Mehmet utanıyordu. Nefsi kuvvetliydi, bu bir gerçek; bilhassa kendini beğenmesi, bazılarını pek seviyesiz ve küçük görmesi, kısaca kibire kaçan gururu! Yemeğe düşkünlüğü, uykuya düşkünlüğü... Kervan ağır ağır ilerlerken hep bunları düşünüyordu. Bir konu vardı ki, Mehmet burada isyana düşüp düşmediğini pek iyi bilemiyordu. Çocukluğundan beri kendisini takip eden bir soru idi bu: Allah, ruhları yarattıktan sonra, onları neden “beden kafesine” sokup “aşağıların en aşağısı” dünyaya yollamış, dünya sevgisi ve dünyanın gerekleri ile şartlamış ve birçok sınav eziyetine uğratmış ve uğratmaktaydı? Ruhlar ilk yaratıldıkları hâlleriyle saf ve temiz olarak yukarılarda, O’na yakın bir yerlerde kalsaydı ya! Bu dünya macerasına ve türlü türlü ıstıraplara ne lüzum vardı? Evet, Allah bilinmek istemişti, amma bu ayetin daha derin anlamlarını bilmiyordu ve sorusu Mehmet’i zaman zaman isyana sevk etmişti. Şimdi hâlâ, kendini tatmin eden bir cevabı yoktu... “Allah’ın hikmetlerinden biridir, insan idrak edemez.” fikriyle de avunmak istemiyordu. Bu istemeyiş gençliğinde zaman zaman olduğu gibi bir isyan mıydı yoksa daha derinleri bilme arzusu mu? Daha fazla bilme arzusu, yüreğinde daima yanıp duran bir ateşti, onu söndürmesi hiç mümkün değildi. Çünkü şu garip dünyada her şeyin sonlu olması gerektiği hâlde, yalnız sevginin ve bilginin sonu yoktu ki, bu şüphesiz Rabb’in düzeninin bir sonucuydu. Ve Mehmet sorgulamasa nasıl bilebilecekti ki?! Nefsin kötü huylan karşısında, gönlü diyordu ki:
— Allah, bizim bu dünyada birçok tecrübe edinerek ve şüphesiz sınavlardan geçerek, O’nun bizi ilk yarattığı hâle dönüşmemizi ister; öylesine arı duru, saf ve temiz!
— Neden? diye soruyordu nefsi.
— Çünkü bu dünyada bulunmamızın armağanı olarak bize irade vermiştir; hür seçim vermiştir. Böylece O, Kendi izniyle, öz irademizi kullanarak seçimler, doğru seçimler yapmamızı ister. Bunun için insanlara pek çok güzellik vermiş ve pek çok da acı yüklemiştir. Bu ikisinden yalnız biri olsaydı, emin ol dünya büsbütün çekilmez olurdu. Rabb’in düzenindeki “denge” kavramını hiç unutma; bolluğun karşısında zıddı olan kıtlık, acının karşısında rahatlık vardır ve bu düzen içre her kavram ve olay karşısında her şey zıddı ile vardır. Âlemin zerrelerinden her biri, zıddını kendi içinde taşır. Çünkü Yüce Allah’ın Celal ve Cemal sıfatları vardır. Ve Allah her zerrede belirir, her zerrede O’nun bütün sıfatlarının eseri vardır.
O zaman Mehmet:
“Eğer,” diye düşündü, “İbn Arabî’nin ve bütün Vahdet-i Vücudçuların söylediği gibi, yalnız Tek var, başka her şey gölgelerden oluşuyorsa; irade, hür seçim, zıtlar, her şey temsili ise, bu dünyayı reddetmek ne kolay!” dedi.
Nefsi:
— Yapamazsın, dedi, çünkü ben varım!
Mehmet yüksek sesle:
— Piç! dedi ona ve içinden ilave etti, sen de bir hayalden bir gölgeden ibaretsin, yani sen de yoksun! Hele bekle, hele bir halvete gireyim, işte o zaman tamamen yok olacaksın!
Nefsin bütün kötü huyları:
— Yavrum, dediler ona, o söylediğini gerçekleştirebilmek için, kaç halvete girmen lazım gelir biliyor musun?!
Sen bizim ne kadar kuvvetli olduğumuzu, ölüp ölüp dirildiğimizi bilmiyor musun?
Böyle iç mücadeleleri ile Mehmet, İskenderiye’ye gidecek bir gemiye binebilmek için Antalya yolunda aylar geçirdi... O kervandan bu kervana derken dağlar tepeler aştı; bazen kupkuru bazen yemyeşil vadilerden, köylerden, bazen büyük bazen küçük şehirlerden geçti. Her dokuz saatte bir kervansaraylarda konakladılar. Yol boyunca pazarlardan da geçtiler, Mehmet sadece gıda maddeleri aldı. Yalnız Antep’in pazarından, güzel kokular da aldı. Hazreti Peygamber sevmiyor muydu güzel kokuları? Mehmet de bunları özellikle zikrederken, saçlarına ve elbiselerine sürüyordu. Bu kokuların, zikrine hoş bir anlam kattığına inanıyordu.
Çeşit çeşit de insanlar tanıdı Mehmet. Kimisine hemen ısındı, kimisinin yüzüne bile bakamadı. Kendi kendine diyordu ki; “İnsanların bazıları yıldızlarla süslenmiş sema gibidir, bazıları da işte bu insanlarla hidayet bulur, gayeye vardıran yolu tutar. Bazıları da ne yıldızlar gibidir, ne de yıldızlarla hidayet bulmuştur. Onlar içlerinden çıkamayacakları karanlıklarda bulunan kimseler gibidirler.” En yakın arkadaşı Yunus Divanı idi; gönlüne neşe rüzgârları dolduğu zamanlarda da; ümitsiz, küskün, yorgun olduğu zamanlarda da onu okuyordu. Kendisi de sonradan bazılarını yırtıp atacağı birçok şiir yazdı. Bazı nesir parçaları denedi, düz yazıları da, beklediğinin aksine, güzel oluyordu. Abdürrezzak Efendi: “Sen bu bilgiyle vaiz olabilirsin.” demişti ona, bunu da düşündü. Hayır sadece vaiz olmak istemiyordu, ama arada sırada vaaz verebilirdi. İşte bu nesirler de, o vaazların ilk pırıltıları gibi görünüyordu.
Antalya, üç tarafı bahçelerle çevrili, bir tarafı denize bakan güzel bir şehirdi. Bilhassa Selçuklu eserleriyle zengindi. Selçuklular pek çok han, cami, köprü, çeşme yapmışlardı. Yivli Minare diye anılan, Sultan Alaaddin Keykubat tarafından kiliseden çevrilen ve kendi adını taşıyan caminin minaresi de, başlı başına bir sanat eseriydi. Osmanlılar da çok güzel camiler yapmışlardı, hele
Mehmet’in pek hayran kaldığı Kuyucu Murat Paşa Camii; Osmanlı mimarisinin Anadolu’daki en güzel örneklerinden biriydi.
Derken, gemi macerası başladı. Hava ekseri güneşli, güzel; Akdeniz, sanki gemiye kucak açmış, çocuğunu ağır ağır sallayarak uyutmaya çalışan bir anne gibi, sakin ve güler yüzlüydü... Ancak sıcak enikonu bunaltıyordu. Bu kadar sıcağa alışık değildi Mehmet. Denizin onu çeken sonsuz ve derin güzelliği, anbean güneşle, bulutlarla oynaşıp değişen yüzü olmasa ve gecenin koynunda ayın bir nurdan izi uzanıp durmasa suyun üstünde; bu seyahati karadan yapmadığına pişman olacaktı. Karada hiç olmazsa dağlardan geçip serinlemek de vardı. “Vahdet-i Vücudçular, her zerrede Allah’ın belirişini görüyorlar. Öyledir de herhalde, fakat bu tecelli mutlak en fazla denizdedir.” diye düşünüyordu Mehmet. İbn Arabî’ye, dolayısıyla bütün Vücut Birliğine inananlara büyük saygısı vardı; ancak kendisi ne kadar, nereye kadar inanıyordu, bunu bilemiyordu. Çocukluğunda, gençliğinde dinlediği sohbetlerde, bu konu arada sırada açılırdı. Babası dahil birçok Allah dostu, buna gönülden inanıyorlardı. Kendi şeyhi Hüseyin Efendi ve Halveti dergâhına devam edenlerin pek çoğu aynı inanç içindeydi. Mehmet’in zorluğu, dünya yüzündeki bazı çirkin ve şer insanlarda, şeylerde Allah’ı bulabilmekti. Ona demişlerdi ki: “Yolunda ilerlerken sen de Allah’ın yüzünü her yaratıkta görebileceksin, şimdi sabırsız olma.” Mehmet, “Canımın içi Yunus da: ‘Yaratılanı severim, Yaradan’dan ötürü.’ demiyor mu?” diye düşünüyordu. Yunus Emre ile o kadar doluydu ki, şiirlerinde görülen açık etkisinden başka, sanki her zaman onu somutlaşmış bir şekilde karşısında görüyordu. Yapılı olmasına rağmen ince bir bedeni ve Peygamber gibi uzun saçları vardı. Kâh kendininkiler gibi siyah, simsiyah görüyordu bu saçları kâh kumral ve dalgalı... Mehmet’in de bedeni iri yarıydı ama, Yunus’unki gibi ince değildi. O kahverengi gözlüydü, Mehmet’in gözleri ise korlar gibi parlayan, derin, siyah! Tıpkı Yunus’un “yaratılan” sevgisi ile pek özdeşmediği gibi, dış görünüşleri de
ayrıydı. Ama bir gün “Allah aşkı”nda tam anlamıyla buluşacaklarını seziyordu Mehmet, yoksa bu kadar sevebilir miydi Yunus’u? O zaman yazdıkları ilahiler de benzeşecekti. Bunda hiçbir sakınca görmüyordu. Yunus bir geleneğin temelini oluşturuyordu çünkü. Belki de o zaman Mehmet’in ağzından Yunus konuşacaktı. Ah bir de onun gibi sevebilmeyi ve kayıtsız şartsız merhameti öğrenebilseydi! Bazen bütün bunların gerçekleşeceğine inanıyor, içi neşe ile doluyor; bazen, “Hepsi hayal, olmayacak, Yunus nerede, ben nerede?” diye düşünüyor, kalbi kararıyordu. Bütün bu duygu değişimlerini Derviş Ağa’sı ile Kâsım’a yazıyordu. Yazıp da gönderemediği mektuplar birikmişti. “İnşallah İskenderiye’de!” diyordu.
***
İskenderiye, Nil deltasının batı kenarında yer alan ve Asya, Afrika, Avrupa’yı birbirine bağlayan yolların birleştiği noktada önemli bir ticaret ve ulaşım merkezi idi. Büyük İskender’in emriyle kurulmuş, son derece renkli bir şehir, âdeta çılgın bir panayır!.. Avrupa’dan, Asya’dan, Afrika’nın her köşesinden gelmiş insanlarla dolu. Diller değişik, kılık kıyafetler, dinler değişik. Sadece bu değişik insanları seyretmek, değişik dilleri işitmek bile eğlenceli. Bu arada Mehmet, camide tanıdığı bir adam vasıtasıyla, bir Kadiri şeyhiyle ahbaplık kurduğu için İskenderiye’de onun tekkesinde bir buçuk ay kaldı. Kadiriliğe de ısındı. Onlarda devran yoktu, ama sesli zikir ve sema vardı. Zikir meclislerine devamlı katıldı; yüreğinden kopan bir sesle zikretti ve döndü. El-Ezher’e devam etme arzusu şiddetli olmasa belki de bu Şeyh İbrahim Efendiye biat eder, İskenderiye’de kalabilirdi. Zaten içindeki küçük ses: “Şeyh eli öpeceksin.” demişti ona. Demek ki Kahire’de!
Kahire, Nil vadisinin doğu yamacında kurulmuş olan eski bir şehir. İsmi burayı kuran Fatımi komutanı Cevher tarafından Mısır elKahire olarak konmuş. Cazip bir şehir. Tarih boyunca Abbasiler, Fatımi, Eyyubi, Memluklular ve Osmanlıların olmuş ve İslam sanatı her dönemde Kahire’yi çok güzel anıtlarla donatmış. Camiler, sultan türbeleri, okullar, manastırlar inşa edilmiş. Bilhassa Osmanlı
zamanında Kahire büyük kubbeli güzel camiler ve görkemli meydan çeşmeleri ile süslenmiş. Mehmet, Kahire’ye vardığı ilk gün bir handa kalıp şehri gezdi. Ertesi günü, Mardin’de Abdürrezzak Efendi’nin bahsettiği ve İbrahim Efendinin de tavsiye ettiği gibi doğru Şeyhuniye Külliyesi’ne gitti. Burada medrese ve birçok sufı dergâhı mevcuttu. Mehmet, Abdülkadir Geylanî tekkesini buldu. Tekke on altı sütun üzerine kurulmuş, tavanı güzel nakışlarla bezenmiş bir yerdi. Beyaz mermer döşeli avlusunun ortasında kubbeli büyük bir havuz vardı. Avlunun çevresinde ise kat kat derviş hücreleri bulunuyordu. Mehmet avluyu görür görmez semanın burada yapıldığını anladı. Ne güzel ve kutsal bir yerdi! Mehmet, İbrahim Efendi’nin selamlarını sunup Şeyh Mehmet Efendiye biat etti ve derviş hücrelerinden birinde kalmaya başladı.
Aylar geçiyor... Bir taraftan Kadiri yolunun inceliklerini öğrenip zikre, semaya, sohbetlere katılırken, bir taraftan da El-Ezher’de derslere başladı. Ve bazen camilerde vaazlar veriyordu. Çok ciddi ve muntazam çalışıyordu. Bir hayli yorulmasına rağmen, hayatta en çok istediği ve sevdiği iki işi yaptığından dolayı mutluydu. Vaazlarını da beğeniyorlardı, ama bunlar daha Mehmet’i tatmin edecek derecede değildi...
Mehmet, tekkeye yerleşir yerleşmez, Derviş Ağasına ve Kâsım’a yazıp adresini bildirmiş ve onlara İskenderiye’den yolladığı mektupları alıp almadıklarını sormuştu.
Derviş Ağa’sı hemen cevap yazdı, Mehmet’in istediklerine kavuşmasından dolayı duyduğu memnuniyeti anlatıyordu. Mektubun en altında bir satırı da kendisine ayırmıştı: “Ben de evlendim kıymetlim. Geç oldu, lâkin geç de olsa Peygamberimizin sünnetini yerine getirebildiğim için sevinçliyim.” demiş, “Senin daha vaktin var, bunu biliyorum. Hele bir Anadolu’ya dön gel.” diye ilave etmişti. Mehmet, Kâsım’dan uzun aylar boyunca mektup beklemiş, gelmeyince kendisi tekrar tekrar yazıp yollamış, yine uzun uzun beklemiş sonra, gönül yolunun kendisine ettiği cilvelerden dolayı o kadar heyecana düşmüş, aklını ve gönlünü o kadar başka şeylerle meşgul etmişti ki, hâliyle mektup beklemekten de vazgeçmişti.
Aslında genç adam, Kâsım’ın Melekşan’ın kocasından ayrıldığını bildiren mektubundan sonra ona defalarca yazmış, fakat çok istemesine rağmen, sarı kız hakkında bir türlü iki satır bir şey söyleyememişti. Boşanması hakkında bir “hayırlısı olsun” bile diyememişti. Sanki onunla ilgili bir şey yazarsa kızla evlenmek istediğini Kâsım anlayıverecekmiş gibi geliyor ve bundan müthiş utanıyordu.
Ve buraya gelişinin ikinci yılında Kâsım’dan bir mektup geliverince doğrusu adamakıllı şaşırdı. Kâsım: “Beni bağışlamayacaksın biliyorum, ama ben ellerinden öperek özür diliyorum ağam.” diye yazmıştı. “İnanılmaz bir meşguliyet içindeydim, sarayda yerim sallanıyordu ve bu arada evlenip ayrıldım! Karı dırdırı ne demektir sen asla bilemezsin, ben de bilmiyordum. Neyse detaylarını bir başka mektupta yazarım, şimdi sana büyük bir müjde vermek istiyorum. Osmanlı Hanedanı, dolayısıyla Osmanlı Devleti çökmekten kurtuldu. Sultanımızın bir oğlu doğdu, ismini Mehmet koydular. Eğer inşallah tahta geçerse IV. Mehmet olacak! İbrahim Sultan’ımız baştan iyi gidiyordu, anlı şanlı ağabeyini taklit eder gibiydi, ama vah ki vah! Onda ne IV. Murat’ın tahsili, ne karakteri, ne askerliği, ne de aklı var... Ancak içki ve kadın meselesinde, sefahat meclislerinde ondan daha ileri. Biraz da, hanedana şehzade gerekli diye, ona birçok cariye ve türlü türlü gayret macunları ikram etmelerinden dolayı bu durumlara düştü. Neyse bir şehzade geldi işte. Allah ona sağlık, akıl, karakter, askerlik yeteneği, dirlik düzenlik versin ki, memleket de onu izlesin.”
Mehmet, Kâsım’ın iki yıl kendisine yazamayışına hak verdi. Baksana neler gelmiş çocuğun başına! Dırdırcı bir karı! Allah esirgesin! Fakat sebebini hiç bilemediği hâlde, gönlü bu Şehzade Mehmet’ten hiç hoşlanmadı, bir tedirginlik yayıldı içine. “Allah sonumuzu hayreylesin!” diye dua etti.
***
Şeyh Mehmet’e bağlı olan mürit sayısı pek fazlaydı. Bunlardan bazıları şeyhe, kendi şeyhi zamanından kalma
idiler. Onlardan biri, Sadık Derviş, bir gün Mehmet’i tenhada yakaladı:
—Hele bir otur kardeşim şu taşın üzerine, seninle hâlleşeceklerim var, dedi ve önce Mehmet’i övdü. Ben seni iradende sadık, samimi arkadaş biliyorum. Ama yanılıyorsun, Şeyh Mehmet, senin bildiğin gibi yetişmiş bir şeyh değildir. Ben sana nasihat ediyorum, senin aradığın onda yoktur. Beni dinlersen bu adamı bırak ve kendine bir başka şeyh ara, belki o zaman muradına erersin. Kendisinin nasıl şeyh olduğu da belli değildir. Benim rahmetli şeyhim Hakk’a yürüdüğü zaman, iki yalancı şahit bulup rahmetlinin kendisine velayet verdiğini söyledi ve söyletti. Böylece kuruldu onun postuna! Yani anlayacağın yalancıdır. O iki adama da velayet verip birini sağ yanına, birini sol yanına oturttu. Yok muydu başka velayet verecek adam? Biz ne güne duruyorduk!.. Sonra... Mehmet sert bir el hareketi ile onun sözünü kesti:
— Sen de ismin gibi sadık biriymişsin be adam! Senin bu sözlerinden sonra Şeyh Mehmet Efendinin gelişmiş, yetişmiş kâmil bir şeyh olduğuna inandım. Benim bir yere gideceğim yok, sen şimdi yıkıl git karşımdan. Bir daha da benimle konuşma!
Mehmet, Sadık’ı kovduktan sonra kalktı, biraz önce oturduğu taşa bir tekme salladı. Kuvvetli bir tekmeydi, ayak parmakları dehşetli acıdı. Kalbinden Mehmet Efendi’ye: “Sultanım,” dedi, “Allah’ın izni ile şu öfke belasını al içimden.” Sonra: “Nedir bu insanlardaki haset, nedir Rabb’im?” diye sordu.
***
Öç yıldan ve üç halvetten sonra Şeyh Mehmet Efendi; Mehmet’in öfkesini tam alamadıysa da, onun nefsinin bazı kötü huylardan temizlenmesini sağladı, yolunda ona Çok yardımcı oldu, ileri adımlar attırdı ki, kendisi “Sıfatlar tevhidinde bir zattı, öğrencisini sıfatlar birliğine ulaşırdı. Onun kalbinde bulunan ve kendisinin bile farkında olmadığı kin, gıybet, haksızlık, aldatma, haset, kibir, riya 9'bi kötü duygulan çıkarıp emmare nefisten, mutmaine nefis aşamasına getirip güzel sıfatlarla bezedi. Mehmet, Derviş Ağa’sına şöyle yazıyordu: “Ona üç yıldır hizmet ediyorum ve onu Kadiri tarikatında, kâmil bir şeyh buldum. Allah’a hamt olsun, ona hizmet sayesinde muradıma nail oldum.”
Mehmet mutluydu, herkesle ve her şeyle barışıktı...
O mutlulukla sokakta bulduğu bir gözü kör, hasta bir kedi yavrusunu alıp hücresine getirdi. Portakal rengine bakan sarı bir kedi yavrusuydu bu. İsmini önce portakal koymak istedi, ama bu kelime, bu minicik yavruya yakışmıyordu. Gözlerinin sarı renginde minicik kırmızı benekler bulunduğu için Kiraz koydu. Onu aşçıdan aldığı et sularına ekmek doğrayıp papara yaparak besledi. Kiraz kısa sürede iyileşti, semirdi. Yavrucuğun itirazlarına, tırmalamalarına rağmen, bir de güzel yıkadı onu Mehmet; uzun tüyleri pırıl pırıl parlamaya başladı. Fakat Mehmet’i çekemeyenler, kedi sevmeyenler, onu Mehmet Efendiye şikâyet etmekten geri durmadılar: “Allah isminin daima anıldığı dergâh gibi bir yere yakışır mıydı bir kedi?” Mehmet Efendi: “Onu da Allah yaratmıştır, hayvanlar da bizlere O’nun emanetlerindendir,” dedi, “sevelim sevmeyelim, Kiraz’a asla zarar vermeyelim.”
Kiraz sanki bu konuşmaları duyup anlamış gibi, kuyruğunu dikip gururla dolaşıyordu avluda... Mehmet onu seyretmeye bayılıyordu!
Ancak bir süre sonra Şeyh Mehmet Efendi, onu yanına çağırttı, içeri giren ve karşısında “sana teslimim” duruşu ile, sağ ayak baş parmağı, sol ayak baş parmağının üstüne atıp ayak bağlayarak ve edeple duran Mehmet’i baştan ayağa süzdü:
— Bana kalırsa, dedi, senin artık El-Ezher’i bırakman lazım.
— Anlayamadım sultanım?..
— Düşündüm de, dedi, Hak yolunun sana tam açılması için zahir ilmini bırakman gerekecek... Çünkü artık maddi ilim, ilerleyeceğin yolda sana yardımcı değil, engel olur. Maddi ilme devam edersen, Allah’la arandaki perdeleri açmak değil, aralayamazsın bile. Bu benim sana nasihatimdir, artık El-Ezher’den vazgeç!..
Ve Mehmet Efendi, konuşmanın sona erdiğini anlatmak için gözlerini kapattı, teşbihine döndü.
Mehmet ona bakıp sessizce terk etti odayı.
Başına gelen, onu son derece hayal kırıklığına uğratmıştı. Kalbi yaralanmış, içinde öfke bile duyamayacak kadar incinmişti. Hücresine döndü, bir köşeye sinip gözyaşlarını koyuverdi. O, hem bilgin, hem de hakikat ehli olmak istemişti, ülküsü buydu. Başka hiçbir arzusu yoktu!
Mehmet’i bir titreme aldı, bir taraftan dişleri birbirine vuruyor, bir taraftan terliyor ve gözyaşları yağmur gibi iniyordu yanaklarına. Bir saat kadar önce Mehmet Efendiyi terk etme kararı almıştı, şimdi şaşkındı çok; ne yapacaktı?.. Kiraz da tedirgindi, miyavlayıp duruyordu.
Titremeleri biraz hafifleyince kalktı abdest aldı, iki rekât istihare namazı kıldı ve Allah’tan kendisine “doğru olanı” göstermesini diledi. Sonra köşesine çekilip zikretmeye başladı. Miyavlamaları kesilen Kiraz, sessizce gelip onun kucağına kıvrılıp yattı. Yatsı ezanı okununca, Mehmet, yerinden kalkmadı. Camiye gitmek, o kalabalığın arasına girmek istemiyordu, yalnızlığa ihtiyacı vardı. Karanlıkta zikrine devam etti.
Neden sonra, yassı namazını kıldı. Niyeti sabaha kadar zikrini sürdürmekti. Bir süre sonra, öyle ağır bir uyku çöktü ki üzerine, kucağında Kiraz, oturduğu yerde uykuya daldı. •
Rüyasında kendini büyük bir şehirde gördü. Sultana hizmet etmekteymiş ve bu sultan da Şeyh Abdülkadir Geylanî imiş. Onun avlusu geniş bir sarayı varmış, kendisi o sırada müritlerinin ileri gelenleri ile birlikte abdest almaktaymış. Mehmet öbür tarafında duruyor ve sanki ona kızacağından korkuyordu; kaçacak bir yeri de yoktu. O sırada Hazreti Geylanî, onu görüp çağırdı.
“Ey sufi!” Mehmet, hemen dönüp önünde durdu. Şeyh, hizmetlilerden birisine: “Buna bir kese getir.” dedi. Hizmetli birkaç adım yürüdü, fakat Geylanî Hazretleri onu geri çağırdı: “Gel, ona kendi cebimden vereyim.” dedi, der demez elini cebine soktu, bir kese çıkardı ve Mehmet’e uzattı. Mehmet keseyi hemen açtı, içinde taze sikkeli dirhemler vardı. Bir başka kese daha görünüyordu. Mehmet onu da açtı ki, içinde dirhemden daha kıymetli olan, taze sikkeli dinarlar ışıyordu. Mehmet şaşırdı, sordu: “Efendim bu iki kesenin anlamı nedir?” Hazreti Geylanî hafif tebessüm edip: “Dirhemler zahir ilimdir, öğren ve onunla amel et.” dedi. “Dinarlar ise tarikat ilmidir, onu ancak sana uygun görülmüş mürşidinin yanında elde edebilirsin ve senin şeyhin, bu şehirde değildir.”
Sabah ezanı okunuyordu, Mehmet içinde tarif edilemez bir mutlulukla uyandı.
Aman Allahım anlamlı bir rüya görmüş ve her bir detayını da hatırlayabiliyor!..
O mutlulukla kalkıp, doğru camiye gitti, abdest aldı ve arka safta durup namaz kıldı. Sonra kapının yanına dikilip; Şeyh Mehmet’in önünden geçmesini bekledi... O geçerken, uzanıp elini öptü ve:
— Beni lütfen kabul ederseniz, dün akşamki rüyamı anlatmak istiyorum, dedi.
Şeyhi:
— Gel bakalım, diye cevap verdi.
Şeyh Mehmet önde, Mehmet arkada yürürlerken genç adamın içi içine sığmıyordu. Selamlığa geldiler, Şeyh Mehmet:
— Anlat bakalım rüyanı, neymiş öğrenelim, dedi.
Mehmet, rüyayı en küçük detayına kadar anlattıktan
sonra; her zamanki dürüstlüğü ile açık konuştu.
— Efendim, dedi, bu rüya üzerine şimdi ellerinizi öperek bana izin vermenizi rica ediyorum, çünkü bana uygun görülen şeyh için, bizzat Geylanî Hazretleri: “Bu şehirde değildir.” buyurdu. Şimdi bana müsaade edin, geri dönüp dağ bayır, şehir şehir dolaşıp bana uygun görülen o hazreti bulayım. İzninizi dilerim.
Şeyh Mehmet Efendi, Mehmet’in bir gün onu bırakıp gideceğini biliyordu, yine de fena hâlde üzülmüştü, kendi arzusunu söyleyip onu vazgeçirmek istedi; dedi ki:
— Biz Halvetiler gibi, düşlere çok fazla itibar etmeyiz. Seni, Allah’ın izni ile ben yetiştirdim, bu hâle getirdim. Halifem olmanı isterim. Önünde uzanan engebeli yolda elini tutacak birine ihtiyacın var, gitme ve halifem olarak burada kal.
Mehmet önüne baktı, önündeki halının hiçbir desenini görmeden daldı kaldı bir süre, sonra silkindi:
— Efendim, benim kalbim hilafete kanmaz; artık bundan sonra seyahat edip bana takdir edilen şeyhi arayıp bulmam lazım. Bana yaptıklarınızı asla inkâr etmem; Allah’ın rahmeti ve sizin hidayetinizle yolumda ilerledim. Bunu reddetmek yahut unutmak mümkün değildir. Ama artık, ellerinizi öperek müsaadenizi rica ediyorum.
Şeyh Mehmet uzun uzun düşündü, gözlerinden iki damla yaş yanaklarına düştü:
Pekâlâ, dedi, bizden bu kuvvetle izin isteyenleri tutamak âdetimiz değildir. Git evladım.
Elini Mehmet’e uzattı, bu kez Mehmet’in gözlerinden düşen iki damla yaş, şeyhinin elini ıslattı. O sıralarda Mehmet, yirmi altı yaşını tamamlamak üzereydi.
Yine
kervanlar, yine kervansaraylar... Mehmet’in heybesinin bir gözünde Kiraz kedi,
diğerinde birkaç parça çamaşırla, Yunus Divanı... Yine yollara vurmuştu kendini;
sadece yolda olduğu için bile mutluydu. Sanki maddi yollarda ne kadar gezerse,
manevi yolunda da o kadar ilerleyecekti, ikisi arasında irtibat kurmak hoşuna
gidiyordu. Kervanlarda Kiraz’ı iyi karşılamayan da oldu, seven de... Bu,
başında arake denilen keçe külah taşıyan, iri yarı, esmer, suskun dervişin bir
kedi ile beraber olması, insanlara tuhaf görünüyordu. Neyse ki, Kiraz, Mehmet’in
heybesinin içinde rahattı. Molalarda yemeğini yiyip, hacetini giderdikten
sonra hemen yerine, heybenin gözüne dönüyordu. Ne Mehmet’i ne de başkasını
rahatsız ediyordu. Onun böyle uslu davranması, sahibinin onu daha çok
sevmesini sağladı. Mehmet onu: “Derviş huylu Kiraz’ım!” diye seviyordu. İçine
küçük bir sevinç olmuştu Kiraz, bu gerçek.
Mehmet,
Kahire’den ayrılmadan bir gün önce hem Derviş Ağasından, hem de Kâsım’dan
mektup almıştı. Kâsım; Sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın idam edilmesine
çok hayıflanıyor, bunu Sultan İbrahim’in büyük bir hatası olarak gördüğünü
yazıyor ve Padişah’ın sefahat hayatına devam ettiğini söylüyordu. Fakat bu
arada bir şehzade daha doğmuş, küçük Mehmet de sağlıklı bir çocukmuş. “Bunlar
da iyi haberler.” diyordu...
Derviş
Ağa’sının mektubu eğlenceliydi: “İkide bir evli olduğumu unutup evin içinde bir
kadının dolaşmasını yadırgıyorum.” diyordu. “Neyse ki, bizimki anlayışlı bir
hatun, birçok hatamı yüzüme vurmuyor! Sevindiğim şeylerden biri de anneni,
benim annem sayıyor, ona gelinlik ediyor, ablalarınla da hemen ahbap oldu.
Bazen düşünür yorum da, evlilik iyi bir şeymiş be kıymetlim. Allah, sana da
nasip eder inşallah. Ha aklıma geliverdi, Melekşan Hatun’un kocasından ayrılıp
evine döndüğünü biliyorsun, değil mi? Ayrılığa sevinilmez ama nedense ben, birden
seviniverdim. Nedenini sorma, ben de bilmiyorum! Fakat hiçbir şey beni, senin
şeyhinden memnun olman kadar sevindiremezdi. muradıma erdim.’ demişsin. O ne
demek biraz daha açıklayabilir misin? Yani mesela nefis seviyelerinden
hangisindesin acaba? İçindeki Allah sevgi ve saygısı, bir ‘aşk’a dönüşmeye
başladı mı? Bana anlatabilir misin yoksa, bunlar sırdır, dile getirilmez mi,
dersin? Öyle dersen de adaba uymuş olursun, saygı duyarım sana. Lâkin abe
merak etmemi de önleyemezsin! Hani aklıma geliyor... İster misin beni bile
geçmiş olasın! İşte bu pek hoşuma gider kıymetlim adamım, seninle gurur
duyarım, bu gururu unutmuş yüreğimle.” diyordu...
Mehmet,
buralara geliş yolculuğundaki gibi, zaman zaman onlara bir şeyler yazıyor;
seyahatini anlatıyordu. “Konakladığımız yerlerde bazen, kervan değiştirirken
beklediğim şehirlerde oranın ünlü din adamlarıyla tanışmaya, görüşmeye
bakıyorum. Bu arada birkaç din bilgini tanıdıysam da, dişe dokunur bir şeyhe
rastlamadım. Bazen çarşıda pazarda, bazen yol üstünde dervişlere rastlıyorum,
Allahları var, hepsi de hoş davranıyor. Şeyhlerinden sual ettiğim zaman da,
bana olmadık kerametler anlatıyorlar. Sanıyorum şeyhliği bir keramet tezgâhı
olarak görmekteler. Kimse onların ilminden, irfanından bahis açmıyor, varsa
yoksa keramet. Nedense bu kadar çok keramet beni boğuyor ve hepsini göz bağcı
olarak görüyorum, Allah beni affetsin. İşte böyle bazı yerlerde de, dervişleri
görüp şeyhlerini görmekten vazgeçiyorum. Acaba doğru bir iş mi yapıyorum? Her
neyse bana doğru görünüyor.” Böyle şeylerden bahsediyor ve Kiraz’ı uzun uzun
anlatıp tarif ediyordu.
Bu
arada şiir yazmaktan da geri durmuyordu. Hele aysız gecelerde, lacivert gökte
parlayan kocaman yıldızlar ve bunaltan çöl sıcağında ağır aksak giden develerin
üstünde yol aldıktan sonra gelen akşam serinliği, ona ilham veriyordu.
Heybesinin Yunus Divanı gözü, tamamlanmamış şiirlerle doluydu. Kahire’de yazdıklarıyla
bunları, divanın içinde muhafaza ediyordu; fakat bazılarını yazdığını
hatırlamıyordu bile. Ancak gönlüne hitap ettiği bir yarım şiiri hep içinde
dolaşıyordu; kapalı dudaklarının ardından hep onu söylüyordu:
Ey gönül
gel Hakk’a giden rahı bul
Ehl-i dert olup, derunî ahi bul
Canın ilindeki şems ü mahı bul
Âdem isen “semme vechullah”ı bul
Kande baksan o güzel Allah’ı bul
Devlet-i dünyâya mağrur olma sen
Lezzet-i câhına mesrur olma sen
Onları izzet sanıp, hor olma sen
Âdem isen “semme uechullah”ı bul
Kande baksan o güzel Allah’ı bul
Gerçi Allah’a ibadet de güzel
Züht ü takva vü kanaat da güzel
Halvet ehline keramet de güzel
Âdem isen “semme vechullah” bul
Kande baksan o güzel Allah’ı bul
O sana açmış durur daim yüzün
Sen yitirmişsin ha ararsın izin
Bîcihet göstermiş eşyada özün
Âdem isen “semme uechullah”ı bul
Kande baksan o güzel Allah’ı bul
Ehl-i dert olup, derunî ahi bul
Canın ilindeki şems ü mahı bul
Âdem isen “semme vechullah”ı bul
Kande baksan o güzel Allah’ı bul
Devlet-i dünyâya mağrur olma sen
Lezzet-i câhına mesrur olma sen
Onları izzet sanıp, hor olma sen
Âdem isen “semme uechullah”ı bul
Kande baksan o güzel Allah’ı bul
Gerçi Allah’a ibadet de güzel
Züht ü takva vü kanaat da güzel
Halvet ehline keramet de güzel
Âdem isen “semme vechullah” bul
Kande baksan o güzel Allah’ı bul
O sana açmış durur daim yüzün
Sen yitirmişsin ha ararsın izin
Bîcihet göstermiş eşyada özün
Âdem isen “semme uechullah”ı bul
Kande baksan o güzel Allah’ı bul
Güneşin
ufukta görülmedik bir büyük kırmızı top gibi battığı bir akşam vaktinde, çocuk
sayılabilecek genç biri, devesini Mehmet’inkine yaklaştırdı, selâmlaştılar.
— Canını sıkmazsam sana bazı sorularım var.
— Buyur, dedi Mehmet.
— Burada bir efendiden senin hem El-Ezher’e
devam ettiğini hem de Şeyhuniye’de Kadiri tekkesinde kaldığını, orada da
hakikat ilmi tahsil ettiğini öğrendim.
Hay
Allah, nereden o adama bu kadar bilgi vermişti Mehmet! Canı sıkıldı, dedi ki:
— Evet, Allah öyle nasip etti.
— Neden iki ilmi birden?
— Bilirsin tek kanatla uçulmaz! Bence maddi
ilimle, manevi ilim birbirini tamamlıyor, iki elimiz, iki kolumuz nasıl
birbirini tamamlarsa, iki ilmi de bilmek öyle dengede tutar insanı, bir tek
ilmi bilmekten daha faydalı olur. Hakikat ilminin gereklerini yapıp şeriatı
terk etmek olmaz!
— Fakat zahir ilim sahiplerine sorarsan
onlarınki üstün, dervişlere sorarsan dervişlerinki üstün!
— Bu fakir hamdolsun, iki ilimden de
nasiplendiği için, sözleri daha tarafsızdır kardeşim. Bir kere şöyle düşünelim,
ilim neden lazım? İlim öğrenmek farza yakın bir kuvvette Yaradan’ın emridir. Ne
buyruluyor Mücadele suresinde: ‘Allah, sizden iman edenleri ve ilim verilmiş
olanların derecelerini yükseltir.” Bu yüzden farza yakın bir kuvvette dedim.
Peki mahlukatın özü olan insanın en büyük sermayesi nedir? Hayatı, değil mi?
İşte bu hayatı yüksek bir amaç için değerlendirmek istiyorsan, ki bence bu
Allah’ın insana verdiği görevlerden biridir, evet, ilim öğrenmeli. Bana göre
ilmin yükseği, üstünü; Allah’a yaklaştırıcı olanıdır. Manevi yolun yolcusuna en
faydalı ilim de, yolunda ona azık olacak kadardır. Salik bunu okuyarak veya
dinleyerek öğrenebilir. Bundan sonra temiz, dürüst davranış ve hareketlere ek
olarak çok daha zoru, nefis ve heva ile yani maddi arzuların tümüyle
mücadeleye gelir iş. Bu mücadele de kalbi temizlemek, zikir, az yemek, az
uyumak ve az konuşmakla olur. Ve bu ilim insan kalbine Yaradan sevgisi, saygısı
ve korkusu salar. O insan da bu ilim sayesinde Allah’ın nuruyla görür, işitir
ve konuşur. Çünkü Rabb’imiz kutsi hadisinde: “Kulum bana nafile ibadetlerle
yaklaşır. Ben de onu severim. Ben onu sevince onun işiten kulağı, gören gözü
olurum.” buyurur.
— Ah bak bunu bilmiyordum!
— Sen ne okudun çocuk, hem ismin ne?
— İsmim Ahmet’tir. Sıbyan okulunu bitirdikten
sonra bol bol okudum. Ben, doğrusunu istersen hakikat yolunun bir yolcusu
olmak isterim. Babam da zahir ilim öğrenmemi ister. Benim isteğimin bir heves
olduğunu, okuyup dinlediğim ilahilerin bir sonucu olduğunu söylüyor...
Anlaşamadık. Babam bir ayetten destek alarak beni bu seyahate saldı: “Gez,
gör, düşün” dedi. “Sonra,” dedi, “kararını ver!”
— Bence iki öğretimi de görmelisin. Çünkü zahir
ilim kalbin cehaletini giderir. Fakat nefis kademesinin ilki emmare nefsin
kendini beğenme, yani kibir, kin, haset gibi kötü sıfatlarını ortaya çıkartır.
İkinci ilim ise emmare nefsin sıfatlarını yok eder; ruhun af, hoşgörü,
herkese, kötülere dahi iyilik etmek, herkesin hayrını istemek gibi iyi
huylarını meydana çıkartır. Birinci ilim ne kadar artarsa cahillik o kadar
azalır; suyun pisliği temizlemesi gibi, kalpteki cahilliği temizler. İkinci
ilim de ne kadar artarsa, Allah’a o kadar yaklaşılır. Kuyumcu nasıl ateşte
altını, diğer madenlerden ayırırsa, ikinci ilim de öylece nefsi ona yerleşen
kötü sıfatlardan temizler. Eğer bu iki ilim birleşirse, iki denizin birleştiği
yer olur. Bilirsin, Musa Peygamberle Hızır, iki denizin birleştiği yerde
buluştu!
— Teşekkür ederim, dedi Ahmet, seninle konuşmak
bana çok faydalı oldu.
— Bir karar mı aldın yoksa?
— Evet, iki ilmi de beraber tahsil edeceğim.
— Önce gez, gör ve etraflıca düşün bakalım,
dedi Mehmet, tıpkı çocuğun babasının nasihatini ederek.
Onun
tek bir kişinin etkisi altında kalmadan, kendisi için doğru olanı bulmasını
istiyordu; öyle iki ilmi birden öğrenmek çok kolay bir iş değildi!
Sonra
çocuk, Mehmet’i izler oldu, onun bulunduğu gruplara giriyor, şehirlerde Mehmet
yalnız başına gezerken ona yetişip yanında yürüyor, bir konu bulup açıyordu.
— Benim mürşidim ol, dedi bir sabah, bir
kervansarayın avlusunda otururlarken.
Mehmet,
kucağında oturan Kiraz’ın sırtını kaşırken:
— Ben şeyh değilim ki, dedi.
— üstadım ol öyleyse, öğretmenim ol, bana ders
ver. Babam yanımda bir bilginle döndüğümü görürse çok memnun olur.
— Kahire’de işim bitti artık çocuk, ben kendi
mürşidimi aramaya yollara düştüm.
— Senin mürşide ihtiyacın yok!
Mehmet
sertçe:
— Benim neye ihtiyacım olduğunu, en iyi kendim
bilirim, dedi.
—
Peki peki kızma, dedi Ahmet, arada sırada bir şeyler yazdığını görüyorum. Ne
yazıyorsun?
— Şiir, aslında ilahiler demek daha doğru.
Mehmet,
çocuğun ısrarcılığından, sorularından, fikirlerinden bıkmıştı. Onu başından
savmak için, elini heybesine daldırdı ve bir tomar kâğıt çıkardı; eski, yeni
şiirleri karmakarışık, Ahmet’e uzattı.
— Git, uzak bir yerde oku!
Ertesi
sabah çocuk, gözlerinde bin bir pırıltı ile, devesini Mehmet’inkine
yaklaştırdı:
— Meğer sen Niyâzî imişsin!..
— Niyâzî mahlasımdır.
— Anladım, dedi Ahmet, Niyâzî’yi yalnız ben
değil, bu kervandaki Türkler de tanıyor.
—
Hadi canım sen de!
— Sen şiirlerinin elden ele, ağızdan ağıza
dolaştığını bilmiyor musun?
Ve
Mehmet şaştı kaldı. Hayır bilmiyordu!
Molada
Mehmet’in yanına, ona hayranlıkla bakan birkaç kişi daha yanaştı. Hepsi
Anadolu’dan gelmiş, yine oraya dönüyordu. Ve Niyâzî’yi şiirlerinden
tanıyorlardı.
— Senin de bizim kervanda olduğunu bilmek ne
mutluluk, dedi bir adam.
Öbürleri
de iltifatlar ettiler. Böylece Mehmet, şiirlerinin gerçekten Anadolu’da bazı
çevrelerde ağızdan ağıza, elden ele yayıldığını öğrendi. Hepsi de onun
Kahire’de iki ilmi birden yaptığını biliyordu.
Lafa
karışan Ahmet diyordu ki onlara:
— Ben babamın bir Türk arkadaşından dinledim
uzun uzun. O kadar sevdim, o kadar sevdim ki, kendimi Allah yoluna vurmayı
istedim. Şu Allah’ın işine bakın ki bana ilham veren zatı, bir yolda tanıdım ve
bana ikinci kere yol gösterdi, iki ilmi beraberce yapmamı söyledi... Öyle yapmam
farzdır artık, çünkü şiirleri dinlemem ve burada aldığım cevap, bana bu işin
Allah’ın bir işareti olduğunu söylüyor. Söyleyin işaret değil de nedir?!
— Doğru söylersin, işarettir, dediler ve
Mehmet’ten bir şiirini okumasını ısrarla istediler.
Mehmet
mahcup, kızarmış bir yüzle okudu.
Mola
bitti, herkes devesine bindi. Mehmet bir de baktı ki, Ahmet dahil o şiir
okuduğu Türk grup, arkasından gelmekte, onu izlemekte. Gündüz molalarda, gece
kervansaraylarda şiir okutma, aşırı ilgi devam edegeldi. Ve Mehmet bir de
baktı ki; nefsi kabarmakta. Çok sıkıldı; çareyi yolu uzatmak pahasına kervan
değiştirmekte buldu. Hepsiyle vedalaştı, Ahmet’i alnından öptü, bir yol kavşağında
kervandan ayrıldı.
Nereye
gideceğini, ne yapacağını hiç bilemiyordu. Kervandan ona: “Hızlı hızlı
yürürsen, akşama doğru Bağdat yakınlarında bir köye varırsın.” demişlerdi.
Mehmet hayırlı bir iş yaptığı için, köyde veya Bağdat’ta hayırla I
karşılaşacağına inanıyordu.
O
sıcakta hızlı hızlı yürümek kolay değildi, fakat yürüdü Mehmet. Gerçekten de
akşama doğru ter içinde ve yorgun argın uzaktaki köyü gördü. Hemen yakınında cılız
bir dere akıyordu. Mehmet çevresine bakına bakına ve çekinerek soyunup suya girdi;
üzerindeki teri, kiri tozu attı, abdest aldı. Artık temizdi ya, neşelenmişti.
Yine hızlı hızlı köye vardı, dere içinden geçiyordu ve çevresini
yeşilleştirmişti. Ağlayan söğütler, kavaklar, hurmalar vardı. Akşam ezanı
okunuyordu, doğru camiye gitti. Cemaatin arasında Türkçe konuştuklarını
işitince memnun oldu, ya bir Türk köyü idi burası ya Türkler fazlaydı.
Namazdan
sonra birkaç kişiyle konuştu; yatacak bir yer arandı.
— Burada han, kervansaray bulunmaz, dediler,
ama bir imama danış, belki camide yatmana izin verir, çünkü mum almaya
gelenlerin camide yatmalarına göz yumar, ama onlardan para gelecektir diye izin
verir.
— Buraya mum almaya mı gelirler?
— Evet, mum imalathanemiz vardır. Bağdat
neredeyse bütün mumunu bizden satın alır.
Birkaç
yıl önce Mehmet mum yapmayı öğrenmek istemiş, “Belki İskenderiye’de, belki
Kahire’de.” demiş, ama oralarda bu iş kısmet olmamıştı. Mehmet, umduğu hayırla
karşılaştığını düşündü. Buradan mum yapmayı öğrenmeden ayrılmayacaktı!..
O
gece, orta yaşlı, kendisi gibi suskun birinin getirdiği bulgur pilavını yedi.
İmam, sabah namazından önce camiyi süpürüp temizlemesi şartı ile, orada
yatmasına izin vermişti.
Birkaç
saat uyuduktan sonra, kalkıp camiyi bir güzel temizledi, halıları bahçeye
çıkarıp silkti. Namazdan sonra, doğru mum imalathanesine gitti. İşçiler de
gelmişlerdi, onlarla konuştu, burada çalışıp mum yapmayı öğrenmek istediğini
söyledi.
— Genellikle çoluk çocuğa yaptırdığımız işler
vardır; mesela içyağının temizlenmesi gibi, kazanların yıkanması, ocakların
yakılması falan gibi, usta sana böyle bir iş verebilir, sonra bizleri izler
öğrenirsin, dediler.
Usta,
onu derhâl işe aldı, çünkü kirli yağ çok birikmişti; ufak tefek kemiklerden,
küçük et parçalarından, sinirlerden temizlenmesi gerekiyordu; iki üç çocuk da
ona yardımcı buldu.
İmalathane
kocaman, oldukça loş, ambar gibi bir yerdi. Ocakların üstünde kocaman kazanlar
vardı; her bir kazanın üstünde ise tavandan sarkan bir tahta tekerlek
bulunuyordu. Yandan uzanan ipi çekilince bu tahta tekerlek dönüyor, üzerine
asılmış, ince pamuk iplikleri döndürüyordu. Anlaşılan kazandaki temiz yağ
kaynadıkça, bu tekerlek döndürülüyor ve pamuk iplikler sırayla kazana batıp
çıkıyordu. Böylece tekerlek döne döne, pamuk iplikler bata çıka, mum
kalınlaşıyor, istenilen boyuta gelince de tekerlek durduruluyordu. İşçiler ki
hemen hepsi, kimi sevda uğruna, kimi macera aşkına, kimi artık savaşmak
istemediği için Murat Han’ın ordusundan geriye dökülüp kalmış askerlerdi.
Arada sırada hep birlikte türkü söyleye söyleye yapıyorlardı işlerini. Daha
ziyade Anadolu’ya duyulan özlemi ifade eden ve IV. Murat Han’ın kahramanlığı
üzerine yakılmış çeşitli türkülerdi bunlar. Güzel söylüyorlardı, Mehmet’in
kulakları rahatsız olmuyordu. Kiraz da hoşlanıyor olmalı ki bu işten, ayaklarının
altında dolaşıyor, kendince oyunlar yapıp duruyordu. İşçilerin hepsi seviyordu
onu, yağdan ayrılan küçük et parçaları ile besliyordu.
Cami
imamı da, yatsıdan sonra bir süre kalıp Mehmet’le konuşmayı âdet edinmişti.
Ona sorular soruyor, aldığı cevapları düşünüp tartıyor, bir şeyler öğrenmekten
memnun oluyordu. Bir gün ona, arada sırada cemaate vaaz verip nasihat etmesini
teklif etti. Mehmet, kabul etti.
Köylüleri,
ki içlerinde Araplar da vardı, sıkmadan daha ziyade şeriata dair on, on beş
dakikalık vaazlar vermeye başladı; sonra bir on dakika da sorulara cevap
vermeye ayırdı. Türk’ü, Arap’ı, işçisi, çiftçisi ile bütün köy, Mehmet’e
hayrandı. Vaazlarının sonunda: “Bu anlattıklarımı evde hatunlarınıza da
anlatmayı unutmayın. Onlar cahil kalmasın yoksa üzerinize hakları geçer, yarın
hesabı sorulur.” demeyi ihmal etmiyordu.
Karşılıksız
iş yapmayı sevmeyen imam, karşılıksız iş yaptırmayı da sevmezdi. Mehmet’ten
vaazlar için ne istediğini sordu, o da böyle bir iş için asla bir şey kabul etmeyince:
— Öyleyse sana at binmeyi öğretsinler. O
sıcakta buraya yayan geldiğini duyunca, içim acımıştı, dedi. Sen onlara,
hepimize öğretiyorsun, bırak onlar da sana öğretsinler.
Mehmet,
kabul etti. At binmeyi öğrenirse, ileride Anadolu’da gezerken yardımcı olurdu
bu hüner. Ve öğrenmenin sonu yoktu onun için.
Böylece
bu güzel köyde iki ay geçirdi Mehmet, İyi bir mum yapıcısı olmuş, at binmeyi de
öğrenmişti. Ustası da atölyede çalıştığı günler için ona para vermeyi teklif
etti, Mehmet onu da kabul etmedi.
Bunun
üzerine Mehmet ayrılırken köylüler ona uzun yola dayanıklı bir at hediye
ettiler. Mehmet bu atı, minnetle kabul etti ve:
— Sizin bana hakkınız geçti, helal edin, dedi.
Adamlar,
helal ettiler.
Bu
doru bir attı, ismini Rüzgâr koydu Mehmet. Bu kez at sırtında, heybesinin
içinde Kiraz, ağzında orada öğrendiği bir sıla türküsü, köyden Bağdat’a doğru
ayrıldı Mehmet. Bu iki ay içinde hiç mi öfkelenecek bir şey olmamıştı, yoksa
Allah içindeki bu gereksiz öfkelenme huyunu alıp yok mu etmişti? Bunu düşündü
ve öfkelenecek bir şey olmadığına karar verdi.
***
Çeşitli
sanat eseri camileri, medreseleri, türbeleri ile çok eski, çok görkemli bir
kültür, ilim ve sanat şehri olan Bağdat’ta Mehmet önce Danyal Peygamber’i,
sonra Hazreti Ali, İmam Hüseyin, İmam Hasan ve İmam-ı Azam’ı ziyaret etti.
Abdülkadir Geylanî’yi sona bırakmıştı; türbenin içinde uzun uzun oturdu,
gönlüne bir hoşluk, bir sükûnet yayılıp, burnu bahar çiçeklerinin kokusunu
almaya başlayınca, gözleri dolu konuşmaya başladı: “Senin sözün üzerine
yollara düştüm; gezip geldiğim yerlerde hep bir mürşit aradım, bulamadım...
Ben mi iyi arayamadım yoksa sen benimle eğlendin mi?.. Bahsettiğin bana tayin
edilen mürşit hani nerede, hangi şehirde Şahım Efendim?” diye sordu; iç
rahatlığı arttı, bahar çiçeklerinin kokusu arttı, fakat gönül sustu, gönlüne
hiçbir ilham gelmedi... Bir süre daha oturdu, sonra kalbi buruk ayrıldı
türbeden...
Bağdat’ı
gezdi, camilerde, kahvelerde hatta pazarlarda, kendisini bir mürşide
ulaştıracak dervişler aradı, buldu; birçok tekke ziyaret etti... Daha
sonraları birçok din adamı ile de tanışma fırsatı buldu; zahir ilim bilginleri
ve yine mürşitler... Mürşitler... İçlerinde çok olgunları olduğu gibi, vasat
seviyede bulunanları da vardı. Genellikle, Mehmet hiç konuşmuyor, pek arada
sırada sorular soruyor, fakat daha çok dinliyordu. Yalnız, bir Halveti şeyhinin
karşısında heyecanlandı: “Bu o mudur?” diye sordu gönlüne. Hayır değildi!
üzüldü, bu zata ısınıvermişti çünkü, ya bunun sebebi neydi? Gönlü: “Çünkü o
senin tarikatındadır ve gerçekten yetişmiş bir mürşittir. Bu yüzden ısındın ama
seninki değildir.” diye cevap verdi. Mehmet gönlünün hâlâ Halvetilikte
olduğunu pek bilmiyordu, öğrendi...
Eğer
sohbette değilse, her namazını ayrı bir camide kılmakta ısrarcıydı Mehmet.
Böylece Bağdat’ın birbirinden güzel camileri hakkında da bir fikir sahibi
oluyordu.
Kaldığı
ve Rüzgâr’ın pekiyi bakıldığı handa, hancıyla ahbaplık kurmuştu. Bir gün ona
mürşit aradığından bahis açtı, adam kimlerle görüştüğünü sordu. Mehmet
isimleri sayınca, adam:
— Onlar,
dedi, hep ünlü kişiler, seninki bu kadar ünlü olmayanlar arasında olabilir.
Bağdat’ta kenarda köşede, sessizce çalışan ve ün peşinde koşmayan birçok mürşit
vardır, sen onları bulmaya bak.
— Nasıl bulabilirim onları?
— Merkezden uzaklaş, kenar mahallelerin
camilerine git, oralarda sor soruştur, mutlak müritlerine rastlarsın.
Mehmet,
hancının dediği gibi yaptı, fakat şerbet şarap anısı hep zihninde canlı
durduğu için, çok dikkatliydi. Hakikaten bu camilerde dervişlere rastladı.
Uzaktan izleyip hâl ve tavırlarını beğenmediklerine hiç yaklaşmadı,
beğendiklerine yaklaştı, sözü döndürüp dolaştırıp şeyhlerine getirdi, yine
adamları ölçüp biçerek dinledi. Onlar arasından beğendiklerine de mürşitleri
ile tanışmak istediğini söyledi. Bu yolla, gerçekten birkaç yetkin şeyhle
tanıştı. Fakat hiçbirinin yanında gönlü suskunluğunu bozmadı, “Bu odur!”
demedi.
Böylece
üç ay geçirdi Bağdat’ta, bir kez daha Abdülkadir Geylanî’yi ziyaret etti,
sorusunu tekrarladı. O zaman gönlüne doğan kelime, “Anadolu!” oldu, evet gönlü,
“Çok mürşit tanıdın, çok tecrübe edindin, fakat artık Anadolu!” diyordu...
Onu
dinledi. Bir sabah Rüzgâr’ın sırtına atladığı gibi ayrıldı bu güzel şehirden.
Mehmet, açlığa dayanabilirdi, ama yanında beslemesi gereken iki can vardı; bu yüzden
kervansaraylarda kala kala, ağır ağır gitti. Bir gün Dicle’nin kıyısında atını
dinlendirmek için konakladığı zaman, Kiraz’ı da heybeden çıkardı. Böylece
Kiraz’la Rüzgâr tanışmış oldular, ama birbirlerine hiç yüz vermediler! Rüzgâr,
Dicle’nin suyundan içmeye yöneldi, Kiraz kaşıması için Mehmet’in önüne sırtüstü
yatıp karnını açtı. Şu var ki, Kiraz’ı böyle sevip kaşımak, tıpkı denize bakar
gibi, tıpkı yeşilliğe bakar gibi dinlendiriyordu Mehmet’i. Şimdiye kadar onu
yanına aldığına hiç pişman olmamıştı, ama öz şeyhinin tekkesine vardığı zaman,
o zat istemeyebilirdi kediyi! Bundan endişeleniyordu Mehmet. Anadolu yolu
demek, Dicle’nin geldiği yol demekti. Genç adam nehir kıyısından ayrılmamaya
dikkat ederek köylerden, kasabalardan, şehirlerden geçiyordu. Birinde de
duraklayıp şeyh aramaya kalkmadı, Musul’da bile... Mademki gönül “Anadolu”
demişti bir kez, onu orada bulacağını bilir gibiydi, üç can, uzun uzun gitti.
Mevsim değişmeye, hava soğumaya başlamıştı.
Nihayet
Mehmet bir gün kendini Uzun Kavak Köyü'nde bulunca pek sevindi. O kadar sevindi
ki. attan inip toprağı öpüp okşadı. Artık daha bir dikkatliydi; işte Anadolu,
işte Anadolu!" diyordu, kalbi çarpıyordu. “Rabb'im ulaştır artık beni
şeyhime; içim çok yoruldu, çok!" Biliyordu, o zatın yüzüne bir bakınca
bütün yorgunluğu geçecek! İçinden bir ses: "Belki o seni bulur! diyordu
son zamanlarda. Bunun üzerine Mehmet her uğradığı köyde, şehirde bir mürşit
aradığını açık etmeye başladı. Sanki o meçhul zat onun böyle konuştuğunu
işitecek ve kalkıp onu almaya gelecekti! O bilmiyordu W içten gelen sesler her
zaman yakın geleceği işaret etmez. Kuzeybatıya doğru gidiyordu içinden öyle
gelmişti, üzün uzun yollar tükenip vakit geçtikçe, günler, haftalar, aylar boyu
Mehmet kendini oradan oraya attıkça gönül: tanıştığı, tekkelerinde kaldığı din
adamlarının hiçbirine “Bu odur” demedikçe genç adamın aklı karışıyor. düşeceği
hâllerin en tehlikelisine, ümitsizliğe doğru tepe taklak gidiyordu. Gittikçe
kalbi karardı, gönül hepten sustu. O bir ağır taştı artık beden kafesinde,
bütün özlemlerini ve canlılığını kaybetmiş. Mehmet öfkeleniyor, öfkesinden
ağlıyordu. Yanındaki canların bakımı da beslenmesi de bir zevk değildi artık,
bir dertti! Yorgun, umutsuz, cansızdı... Gönlü çoktan ölmüş, kendisi bir ceset
gibiydi. Kiri* bir yerde, yine gönlüne karşı öfkesi taşmışken indi attan yere
oturdu ve gönlünü sorgulayan bir şiir yazdı. Yazarken gözyaşları birbiri ardına
iniyordu yanaklarına, sakalına: Gel ey aşk oduna pervane gibi canın atmayan
Gece gündüz işi bülbül gibi zar olmayan gönül
Tükendi
ömrün ey gönül heba yerlerde gafletle
Gel ey ömrü tamam olunca bî-dâr olmayan gönül
Sudan bir ibret almadın, niçin dâ’im akıp çağlar
Gel ey ımhdet denizini talepkâr olmayan gönül
Erişti menzile cümle yol ehli, sen donup kaldın
Seni nidem bu yollarda bana yâr olmayan gönül
Kamunun derdine çare sen imişsin bu âlemde
Niyâzî derdmendün derdine çare olmayan gönül
Gel ey ömrü tamam olunca bî-dâr olmayan gönül
Sudan bir ibret almadın, niçin dâ’im akıp çağlar
Gel ey ımhdet denizini talepkâr olmayan gönül
Erişti menzile cümle yol ehli, sen donup kaldın
Seni nidem bu yollarda bana yâr olmayan gönül
Kamunun derdine çare sen imişsin bu âlemde
Niyâzî derdmendün derdine çare olmayan gönül
İçindeki
küçük ses:
— Sen de çok sabırsızmışsın, dedi en sonunda,
oysa sabır, yolcunun değişmeyen yol arkadaşıdır!
\
— Yine haklı çıkmaya çalışıyorsun gönül, dedi Mehmet, sen içimde canlı
durdukça yolum bana ağır gelmez... Lâkin sen kımıldamadıkça, öyle taşlaştıkça,
benden sabır bekleme! Çünkü yolcunun yol arkadaşı, önce canlı bir gönül, sonra
sabırdır!
— Deneniyorsun, bu hiç aklına düşmez mi?
“Bu
ne çok ve uzun denenme Yarabb’im, yetmedi mi daha?” diye haykırmak istedi
Mehmet. Göğüs kafesi çatlayacakmış gibi oldu, öyle dolmuştu. Fakat cümlesi zihninde
kaldı, ağzı açılmadı... Yüzükoyun yere yattı, toprağı yumruklaya yumruklaya
ağlamaya devam etti. “Daha ne kadar, ne kadar deneyeceksin beni, yetmedi mi?”
diye haykırdı. “Neden mürşidimi buldurmazsın bana?” “Ben Sana ne ettim? Neden
mürşidimi buldurmazsın bana?” Sonra bağırıp, cümlesini tekrar etmekten ve
toprağı yumruklamaktan yoruldu kolu, yanma düştü, sesi çıkmaz oldu. Heybenin
içinde Kiraz, bir konaklama olduğunu anlamış, miyavlayıp duruyordu. Neden
sonra işitti onu Mehmet, kediyi heybeden çıkardı, salıverdi.
Genç
adam, biraz önce toprağı yumrukladığı yerde secdeye vardı:
“Bağışla
beni Allah’ım! Sana isyan etmeyi istemiyorum, hiç istemiyorum. Bu kalbim
üstüne bir karadır, biliyorum... Yanlış yaptım, bilemedim Allah’ım, beni
affet. Sen bana daima hayırlar verdin, kolaylıklar gösterdin. Hayır nankör
değilim. Beni nankör kullarından eyleme. Sen’den gelen her şeye razıyım Yarabb,
bu fakir kulunu affet... Sen rahmeti bol olansın, Sen tövbeleri kabul edensin.
Tövbe ediyorum. Sen Yaradan’ımsın, beni benden iyi bilirsin; kendimden,
öfkemden sana sığmıyorum Allah’ım!” diye yalvardı.
O an Derviş Ağa’sı karşısında:
— Bir tek Allah var, diyordu, gayrisi yok! Sen
yokluğunu bilmedikçe bu hataları işlersin... Yokluğunu bil... Yokluğunu
bil!..
Mehmet
büyüdükten sonra, Derviş Ağasının çokça söylediği bir cümleydi. Demek yine yokluğunu
bilememiş ki... Mehmet, içini çekti; “Bana bir halvet gerekli!” diye düşündü.
“Nasıl daha önce akıl edemedim!” diye kendine şaştı ve karar verdi: “Doğru
İstanbul! Orada bir tekkede inşallah!” Böylelikle, Allah’a isyanının
bağışlanacağını, kalbinin yumuşayacağını ve yokluğunu anlayacağını umuyordu.
Fakat
yanındaki iki canı ne yapacaktı? Buraya kadar onlarla gelmek zor olmamıştı, ama
ya İstanbul’da ne yapacaktı? Kiraz’la beraber halvete giremeyeceğini çok iyi
biliyordu. Ayrıca bu hayvanı kırk gün bir hücrede tutmak, hem olmazdı, hem
tutsa bile ona zulüm olurdu. Zaten izin verilmezdi, yanında kedi ile halvet mi
olurmuş!...
Atının
üzerinde dertli dertli düşünürken birden aklına Kâsım geldi. Nasıl olsa
ziyaretine gidecekti. İstanbul’u istemesi biraz da onun yüzünden değil mi?
Sonra gidecekti amma, işte önce ona varmalı, bu hayvanları Kâsım’a emanet
etmeliydi. Burada da bir “amma”sı vardı; Kâsım’ın kız kardeşi de evdeydi... Ya
karşılaşıverirlerse?! Bunu istemiyordu. Zaten onun bulunduğu bir eve gitmek,
kâfi derecede heyecan vericiydi. Bir de karşılaşırlarsa elinin ayağının
tutmayacağını, sesinin çıkmayacağını sanıyordu.
Fakat
ne yapsındı bu iki canı? Mecburdu... Gidecekti!
***
Akşam
ezanı okunuyordu. Kâsım açtı kapıyı, uşağın tuttuğu lambanın ışığında bir an
bakıştılar, sonra Kâsım’ın kahkahası bütün evi çınlattı:
— Şensin değil mi benim ağam? Şensin!
Birbirlerine
sarıldılar, bir daha hiç ayrılmayacaklarmış gibi, sıkı sıkı:
—
Nereden çıktın? Ben seni Kahire’de bırakmıştım, öz şeyhini aramak için yollara
düşecektin, sonra sustun, anladım. Biz de durmuş kapı önünde konuşuyoruz.
Haydi gel içeri, gel!
— Atım var, dedi Mehmet.
— İyi ya, bizim de ahırımız var!
Kâsım
yanındaki uşağa, atın doyurulup bakılması için emir verdi. Sonra onun elini
tutup içeri çekti, sağ tarafta bir kapı açıp selamlığa buyur etti.
—
Yahu bu ne güzel bir günmüş, zaten içimde sebebini bilemediğim bir sevinç
vardı. Birden durdu, arkadaşının hiç konuşmadığını fark etmişti. Sen neden
susuyorsun be birader?
Heybesini
yanından ayırmayan Mehmet, odayı çepeçevre saran, üstü pek kıymetli halılarla
örtülmüş sedirin bir köşesine ilişti:
— Sen çok konuşuyorsun da ondan, dedi ve
sessizce güldü, aslında şaşkınım be Kâsım, on yaşlarında ayrıldık, neredeyse
yirmi yıllık bir ayrılık, kolay mı!
— Dur daha otuz yaşına basmadık, dedi Kâsım,
fakat biz hiç ayrılmadık ki ağam, devamlı birbirimizden haberdar olduk, çok
şükür. Değiştik tabii değişmesine... Değişmesek şaşardım, seni bilmem ama ben,
hâlâ Malatya daki gibi seve, sayarım seni. Mehmet gülümsedi:
— Ben de seni adamım, dedi, zaman zaman düşünürüm,
ne yapıyoruz biz? üç buçuk çocukluk anısına yapışıp şu kadar yıl mektuplaştık.
Pek mümkün ve olağan da değil bu!
— Olağan şeyler yapmayız ki biz; ne sen sıradan
bir adamsın, ne de ben! Eliyle duvarları kaplamış hat eserlerini gösterdi. Bak
şunlara, bir bak... Ben, boğazına kadar politikaya batmış bir deli sanatçı, sen
yollara düşüp bilmediği yerlerde mürşit arayan ve yarı bu dünyada, yarı öbür
tarafta yaşayan deli bir derviş... Anlayacağın ikimiz de deliyiz ve bizim
arkadaşlığımız böyle olur ancak!
Kâsım
selamlığın kapısını açıp yukarı katlara bağırdı:
— Gelen Mehmet’tir, bize yemek yollayın!
Mehmet’in
omzuna bir şaplak atıp tekrar gülmeye
başladı,
birden durdu:
— Kiraz’ı ne yaptın, Kiraz’ı?
Onu unuttun sandım. Zavallı heybenin içinde
sıkılmıştır artık.
Hemen
çıkardı Kiraz’ı; tekkelere, kırlara, vadilere alışık Kiraz, bu odayı
yabancıladı ve derhâl çevresini koklamaya başladı.
— Yahu bu altıntop gibi bir şey! Ne kadar güzel
bir kedi. Yok dayanamam! Ben bunu şimdi yukarı çıkartıp Melekşan’a
göstereceğim, o bayılır kedilere! Son kedisinin ömrü vefa etmedi de, çok
üzüldü, şimdi yeni bir tane alamıyor. Onun Kiraz’dan haberi var zaten. Biliyor
musun senin yapıp ettiklerini hep merak eder, ben de her şeyi anlatırım ona.
Melekşan da bizim maceranın bir ortağı yani...
Kızın
lafı geçince Mehmet tedirgin oldu, neyse ki Kâsım kediyi kapıp dışarı çıkmıştı.
Mehmet kalkıp hatları okuyup seyretmeye başladı. Bir tanesinde, kendi
misrasını gördü;
“Tende cânım, canda cananımdır Allah Hû diyen”
O
kadar güzel yazmıştı ki Kâsım, mısra âdeta ikinci bir kimlik kazanmıştı...
***
Sonra,
sabah ezanına kadar baş başa oturdular. Şu mektuplaşamadıklan bir yıl içinde
birbirlerine anlatacak öyle çok şey birikmişti ki... Mehmet rüyasını, dönüş
yolu maceralarını, kervandaki çocuğu, birkaç şiirinin İstanbul’da bilindiğini,
adamların nefsini kabarttıklarını, kervandan kaçışını, mum yapmayı
öğrendiğini, konuştuğu bazı mürşitleri, yoldaki isyanını, halvet arzusunu
anlattı ve son şiirlerini okudu...
— Her şiirine hayran kalıyorum, diyordu Kâsım.
— Ben de senin hatlara hayran kaldım. Lütfedip
benim bir mısramı da yazmışsın, dedi Mehmet.
Kâsım
artık tanınan, eserleri satılan bir hattat olmuştu. Buna karşılık saraydaki
derecesini pek yükseltmemişti, asla göze çarpmak, öne çıkmak istemiyordu
orada; tehlikeli olabilirdi! İşte böyle göze çarpmadan işini yapmak ve sadece
haberleri, dedikoduları dinleyerek kendi yorumlarını yapmak hoşuna gidiyordu.
— Böylece, çok sevdiğim Koca Dervişe de bol bol
havadis yazıyorum.
— Evlendiğinden haberin var mı?
Gülüştüler.
— Olmaz olur mu, dedi Mehmet...
Sen
hanımı uzaktan görüp âşık olduğunu biliyor musun?
Gülüştüler;
Kâsım kahkahalar attı, Mehmet gülümsedi.
— Bak sen Derviş Ağa’ma, bak sen! dedi Mehmet,
tekrar tebessüm etti, Kâsım kahkahalarını tutamıyordu, gözlerinden yaş geldi.
Kâsım,
Kadızadeler ve tarikatçılar kavgasının şimdi daha ziyade vaiz Üstüvanî Mehmet
Efendi ile Halveti*Şey. hi Abdülehat Nuri arasında devam ettiğini söyledi.
— Kıyametin yaklaştığı şuradan belli ki, hâlâ
aynı fikirleri çekiştirip duruyorlar, aynı şeyleri söylüyorlar, hiçbir yenilik
yok. Yani kıyametin kopacağı buradan belli, değişiklik olmamasından! Derken
işaretler görünmeye başlar!
Baş
şikâyetleri hâlâ sesli zikir, hâlâ devran! Sonra işte bütün öbür şeyler.
Biliyor musun, bunlar devranla raksı karıştırıyorlar. Geçen gün bir arkadaş
söylüyordu, adamın biri, “üzerinde raks yapılan hasır ve toprakta kılınan namazın
caiz olmadığım” yazmış. Artık bu derecelere vardılar! Neyse ben sana göndermek
üzere her iki tarafın da bazı risalelerini buldurmuştum. Artık veririm, kendin
okursun! Evet böyle, artık bırakalım bunları. Asıl havadis; Sultan İbrahim
enikonu hasta, pek açığa vurmuyorlar ama gidici gibi. “Samur Devri” dediler
onun devrine; pahalı eğlencelerinden dolayı. Bu da önemli değil; gidecekse
gidecek. Yerine geçecek olan IV. Mehmet daha çocuk; aklı başında bir annesi var
diyorlar ama, Kösem, çocuğun büyük annesi, saltanat naipliğini katiyen
bırakmaz Tarhan valideye...
— Yapma yahu!
— Evet bırakmaz ve onun iktidarı demek,
yeniçeri cuntasının iktidarı demektir, biliyorsun.
— Vah! Yandı Osmanlı ki, ne yandı! Ha?
— Öyle.
— Allah yüzümüze bakacaktır, merak etme, dedi
Mehmet, belki bir sadrazam falan çıkar da... Kim bilir, eğer Allah Osmanlı’dan
vazgeçmediyse... IV. Murat’ı unutma, tam ümit kesildiği anda çıkmıştı tahta.
O sırada sabah ezanı okunmaya başladı. Mehmet:
— Bak bir işaret geldi bile, dedi, sen kalbini
Allah’a bağla, merak etme...
— Sen kolay yapabilirsin de, benim işim zor,
dedi Kâsım.
Mehmet
gülümsedi:
— Adamım, bunca ayrı taraflarımıza rağmen,
bizim arkadaşlığımız neden bitip tükenmemiş biliyor musun? Başımıza gelen her
şeyi, her duygumuzu, her fikrimizi birbirimizle paylaşmaktan ve ayrı
taraflarımıza hoşgörü göstermemizden! Seviyoruz birbirimizi, bu açık! Neyse
bizde âdet ve sevgi varken arkadaşlığımız ne ölür ne de tükenir, hamdolsun.
— Şükür, dedi Kâsım.
Sabah
namazını birlikte kıldıktan sonra Kâsım:
— Güreşten ne haber? diye sorup hemen peşrev
yapmaya başladı.
Mehmet
geri durur mu, zaten kaç zamandır at üstünde gezdiği için idmanlıydı. Kâsım
öyle mi ya, o yazan adam, kımıldamadan oturup yazan adam! Kapıştılar, bir
sarılışta Mehmet, Kâsım’ı kolayca devirdi yere. Kâsım epey çabaladı ama
sırtının yere gelmesini engelleyemedi. Derken birbirlerine sarılıp
yuvarlandılar yerde, Kiraz • onların oyunlarına karışmak ister gibi
çevrelerinde dönüp duruyordu; gülüştüler. Kâsım kahkahalar atıyor, Mehmet
tebessüm ediyordu. Tekrar oturdular karşılıklı, biraz da çocukluk anılarından
konuştular; babalarını hatırladılar... Mehmet annesini, ablalarını, Derviş
Ağayı bırakalı yedi yıl olmuştu! Hüzünlendiler bu kez...
Gün
adamakıllı ışımıştı. Ve Mehmet’in yatağı çoktan serilmişti. Artık birkaç saat
uyuyabilmek için, ayrıldılar. Mehmet yattıktan sonra Kiraz hep yaptığı gibi,
yorganın altına girip başını Mehmet’in ayağına dayayıp uyudu.
***
Ertesi
gün uşağı ile pusula gönderip mazeret bildiren Kâsım saraya gitmedi.
Yine
bir süre oturup konuştular selamlıkta, halvet konusu açıldı. Kâsım:
— Kasımpaşa’daki Uşşakî Tarikatı Piri
Hüsamettin Efendi; tanıdığım, sevgim ve saygım olan bir zattır. Benim hatlar
vesilesiyle tanışmıştık. Evet, diyorum ki, istersen onun tekkesinde
girebilirsin halvete, bugün bir ziyaretine gidelim, ne dersin?
— Hayır, dedi Mehmet, bizim oralara yani
Kahire’ye kadar ünü gelmiş bir Halveti tekkesi var. Sultan Ahmet Camii
civarında, Sokullu Mehmet Paşa Camii’nin hemen bitişiğindeymiş. Allah izin
verirse orada çile çıkarmak istiyorum... Gerçi İstanbul’u bilmem ama, sen
tarif edersen bulurum. O Hüsamettin Efendiye de mutlaka gidelim bir gün,
halvetten sonra.
— Demek ben tarif edeceğim, sen de gideceksin!
Kuzum güldürme beni, bugün bizim. Faytonla önce Sultan Ahmet Camii’ne gider
ikindi namazını kılarız, sonra tekkeyi buluruz. Hemen bugün kalmayacaksın
orada değil mi, ha?
— Kusura bakma hemen girmek istiyorum. Öyle böyle
bir ihtiyaç değil bu halvet, ama, yarın da olabilir. Bugün bir tanışırız
mürşidi ile, izin isteriz, kabul ederse yarın sabah namazından sonra artık
giderim.
— Burada çok az kalacaksın yahu, çok az!.. Daha
doymadık birbirimize.
— Aldırma, iyidir doymamak!
— Bir de Bursa çıkardın! Neden Bursa? Şu
İstanbul bırakılır, oralara, taşraya gidilir mi!
— Gidilir, kişi gönlünün arkasına takılırsa
gidilir be adamım!
— Ah bu gönül işleri, senin gönlünün işleri!
— Yaa öyle! Aslında sırf gönül olabilsem cümle
masivadan vazgeçip... Masiva biliyorsun tasavvuf dilinde, Allah’tan başka her
şey demek.
— Yok yok olma, sırf gönül olma ağam! Ne
biliyorsun, bir de bakarsın ki beni de masiva saymış, ahbaplığı kesmişsin!
— Allah’ın nuru halkta ışır, hiç halk bırakılır
mı adamım! Halka hizmet, Hakk’a hizmet demektir.
— Neyse, iyi bari!.. Ha az kaldı unutuyordum,
eğer bir mahzuru yoksa annemle Melekşan aşağı inip sana bir hoş geldin demek
istiyorlar.
İşte
korktuğu başına gelmişti! Mehmet’in kalbi çarpmaya başladı, fakat kendine
hâkim olup cılız bir sesle:
— Buyursunlar tabii, ne mahzuru olur ki, dedi.
Hayır!
Bu, hayalindeki kız değildi, çok daha güzeldi.
üzün,
mavi ipek elbisesi ve mavi ipek baş örtüsüyle sanki mavi bir nurdu!
Mehmet,
nefes alamamaktan korktu, o heyecanla nereden aklına geldi bilinmez; “İşte
Kâsım’la paylaşamadığım bir tek bu sır kaldı.” diye düşündü. Ve Mehmet, bir
kere daha kendisini bu mavi nura layık görmedi!
Bereket
versin, Mihriban Hanım o eski gevezeliği ile habire konuşuyor ve Mehmet’in
suskunluğu göze çarpmıyordu. Yüzü alev alev yanıyordu genç adamın; bunu fark
ediyor ve daha çok kızarıyordu. Melekşan, sadece: “Hoş gelmişsin Mehmet ağam.”
demiş, sonra o da suskunluğa gömülmüştü. Hep birlikte anneyi dinliyorlardı.
Mihriban Hanım:
— Kâsım’a halvete gireceğini söylemişsin,
diyordu, iyi cesaret vallahi, ben hiç açlığa dayanamam. Allah affetsin
oruçlarımı bile zor bela tutarım; sen orada kırk gün aç kalacaksın!
— Günde bir kaşık yağsız tuzsuz çorba verirler
anne, lâkin ilk haftadan sonra onu keserler, dedi Kasım.
—
Bana böyle şeyler söylemeyin. Oğlum tuttuğun yol icabı mı bu? Mutlaka girmen
lazım mı halvete, çileye, neyse işte ismi?
Mehmet
başını salladı, Mihriban Hanım:
— Neyse Allah yardımcın olsun, dedi, bak ben,
hemen buraya geldiğine çok memnun oldum. Çileden sonra yine gel, mutlaka
bekleriz. Hani hatırlıyorsun, Efendi’ciğimin vefatında bizde kalmıştın. Ah ne
kötü günlerdi! Geçti şükür ama ayrılık acısı hiç bitmiyor, hiç... Nasıl da
gidiverdi gözlerimin önünde... Neyse bırakalım bu konuşmaları... Sonra bizde
kalacaksın mutlaka Mehmet oğlum, vallahi küserim. .Bak sen geldin diye
Kâsım’ın da yüzü gülmeye başladı. Evliliğini anlattı mı sana, ne baş belası
gelin! Gelinlerin kusuru imiş bize gelen, evladımı yedi bitirdi, bizleri
perişan etti. Ah benim talihsiz başım! Mehmet oğlum, iki çocuğumu da gül gibi
evlendirdim, ikisi de boşandılar. Olacak iş mi bu! Ama bak, Melekşan’ı almak
için ne talipler çıkıyor, aralarında bir doktor da var. Kızım diyorum,
doktorlar iyi olur, var şuna. Hayır, bu bizimkindeki keçi inadı, Nuh diyor
peygamber elemiyor. Ne doktoru istedi ne de öbürlerini, evde kalacak bu
gidişle. Yanında söylemek gibi olmasın, acaba gönlünde biri mi var diyorum...
Çok ayıp çok ayıp böyle konuşmamalıyım senin yanında, ama ne yapayım çok küçücükken
elime geldin, sen de bir öz oğulsun. Annen ablaların nasıllar yavrum? İyidirler
inşallah! Ah ne iyi, ne güzel komşuluk ediyorduk, hiç unutmadım, ah... Eh
Mehmet senin de evlenme zamanın gelmiş artık, seni de baş göz edelim oğlum. Ha
ister misin, kız bakayım mı senin için, şöyle eli yüzü düzgün, becerikli, ha
çocuğum?
— Hayır efendim, istemem.
— Aa, nedenmiş o?
— Benim bir amacım var, onu elde etmeden
evlenemem.
— Haa, şimdi derviş olduğuna göre, şeyh mi
olmak istiyorsun önce?
— Sadece yolumda ilerlemek istiyorum.
— Eh ilerle be çocuğum, kim mâni olur sana!
Evlenirsin, bir taraftan da yoluna devam edersin!
Birden
Melekşan ayağa kalktı:
— Anneciğim, dedi, daha fazla vakitlerini
almayalım. Belki dışarı çıkıp gezmek isterler, bırakalım onları baş başa.
— Doğru ya, doğru ya, ah Mehmet oğlum, yıllar
geçtikçe ben de bir geveze oldum ki! Nereye gideceksiniz bakayım?
— Sultan Ahmet Camii’ne, dedi Kâsım soğukça ve
ayağa kalktı.
Onu
gören Mehmet de ayağa kalktı. Onlara bakan Mihriban Hanım:
— Eh ben de kalkayım bari, dedi kalktı ve
Mehmet’e dönüp, sevip özlediğin bir ev yemeği var mı, akşama onu yaptırayım
sana? diye sordu.
— Hayır efendim, ne olsa yerim, dedi Mehmet
devam etti, yalnız bir ricam var sizden, acaba ben halvetteyken, Kiraz’ı size
bırakabilir miyim?
Kâsım
atıldı:
—
Bursa’ya giderken de bırak, aslında bir yere yerleşince alırsın onu, yazık
hayvana, kendinle oraya buraya sürükleme!
— Olur tabii de... dedi Mehmet, Melekşan sözünü
kesti:
— Ben ona bakarım Mehmet ağam. Kedileri çok severim,
merak etme, gözün arkada kalmasın, iyi bakarım.
— Peki, nasıl isterseniz, dedi Mehmet, gözleri
yerde!
İki
kadın çıktı, arkalarında hoş bir koku bırakarak.
Mehmet
Kâsım’a belli etmeden bu kokuyu içine çekti.
— Eh, dedi Kâsım, bizim için hamam yakıldı,
girip bir yıkanıp kendimize gelelim. Temiz çamaşırın var mı? Yoksa ben
vereyim. Sabahtan bizim Dursun’u Kapalı Çarşıya gönderip bir hırka ile areke
aldırdım. Başınıza giydiğiniz külaha areke denildiğini de böylece öğrenmiş oldum!
Üstündekileri de burada bırak, yıkayıp tamir etsinler, ütülesinler, halvetten
sonra alırsın.
— Allah razı olsun, bunlar yıkanıp dikilmeye
değmez, bir fakire versen o da almaz. Ocağa atıp yaksınlar bari!
Hani,
üstünde paralansın derler ya, bunlar da benim kahrımı çeke çeke üstümde
paralandılar! Temiz çamaşırım var, istemem. Yalnız sana olan borcumu ödemek
isterim.
— Hayır ödeyemezsin, onlar sana benim
armağanımdır çünkü, bir dervişe armağan vermek sevaptır, beni sevabımdan
alıkoyma!
— Ben size bir hediye getirmedim!
— Kendini getirdin, benim için bundan büyük
armağan olmaz.
***
Tekkenin
Mürşidi Hasan Efendi, bembeyaz saçlı, göğsüne kadar uzamış bembeyaz sakallı,
pek yumuşak ve sıcak bakan ela gözlü, çok hoş bir zat idi; bir pirifâniydi.
Mehmet, kısaca bütün macerasını anlattıktan sonra “isyan” bahsine geldi.
Kıpkırmızı bir yüzle onu da anlattı ve orada halvete girmek için izin istedi.
Hasan
Efendi:
— Pek tabii evladım, dedi, burada halvete
girebilirsin, hazır boş bir hücremiz de var.
Mehmet
içinden; “Hamdolsun Allah’ım,” dedi, “yine kolaylıklar açtın önüme.” Hasan
Efendiye teşekkür ettikten sonra:
— Uygun olursa, yarın sabah namazından sonra
geleyim, dedi.
— Pek münasip olur evladım.
Çıktıktan
sonra Mehmet:
— Arap illerinde bir hayli dolaştım, Hasan
Efendi kadar tatlı, sıcak bir mürşitle karşılaşmadım. Şu bizim Türklerin
Müslümanlığı bir başka oluyor, dedi. Camilerinin de bir başka olduğu gibi.
Sultan Ahmet Camii güzelliği ile başımı döndürdü sanki. Orada kıldığım namazda
hissettiğim huzuru, başka hiçbir yerde hissetmedim.
Akşama
kadar faytonla dolaştılar. Mehmet, İstanbul’un güzelliğine de hayran kaldı.
— Çok güzel şehirler gördüm, fakat hiçbiri
İstanbul’un ellerine su dökemezmiş, dedi.
— Hele yarın bir Boğaz’a gidelim de...
— Yarın yok, dedi Mehmet, halvete gireceğim
unuttun mu?
Akşam
namazını da bir küçük semt camisinde kılıp eve döndüler.
Kâsım’ın
yatağı Mehmet’inkinin yanına serilmişti.
Kâsım:
— Bak bizi uykuda bile ayırmıyorlar,
Melekşan’ın ince düşüncelerinden çıkmıştır bu. Neyse, bu gece erken yatalım,
önümüzde kırk günlük bir uykusuzluk var, dedi.
— Bakıyorum halvet adabını bilmektesin; bir
kaşık çorbadan, uykusuzluğa kadar.
— Eh biraz okuduk ağam, insanın en iyi dostu
derviş olunca mecbur öğrenecek.
— Sen sağ ol adamım, ama bu gece ha uyumuşum ha
uyumamışım fark etmez. Halvetteki hâl, bütün uykulara bedeldir! Merak etme.
— Bir de çileden sonra görüşelim seninle!
— Pek münasip olur. Aklınca beni faka bastırmak
istiyorsun. Ben orada kırk gün, kırk kilo da zayıflasam, yine yenerim seni!
— Ağam büyük söz söyleme, büyük söz dervişlere
yakışmaz, deyip bir kahkaha attı.
Mehmet
gülümsedi...
***
Kırk
gün içinde Kâsım, her üç dört günde bir Hasan Efendiye gidip Mehmet’in durumunu
sordu ve hep aynı cevabı aldı.
— Onun hâli şimdi bizimkiyle kıyaslanmayacak
kadar güzeldir. Hiç merak etme oğlum; sağlık ve selametle çile çıkarmaya devam
ediyor arkadaşın.
Beşinci
gidişinde Hasan Efendi:
—
Sen de buyur, bir zikir meclisine katıl, belki gönlün uyanır ne dersin? diye
sordu.
Kâsım,
biraz şaşkın kabul etti.
Ele
ele tutuşup bir daire çevresinde dönerek yapılan zikri gördü Kâsım. Kendini o
kadar havaya kaptırdı ki, sanki bu fâni vücudunun bütün hücreleri ayrılıp kendisinden,
yeşil bir bulut içinde dönmeye başladılar. O bulut, zikredenleri sarmıştı.
Kâsım kapalı göz kapaklarının ardından sanki somut olarak görüyordu bulutu ve
içinde dönen kendi hücrelerini; dönen dervişler ise yok olmuşlardı!.. Ömründe
hiç duymadığı bir mutluluktu duyduğu. Zikirden sonra geçti.
Kâsım
birkaç gün sonra arkadaşını sormak için gittiği zaman, yanında Mehmet’in
mısrasının hattı vardı. Onu, Hasan Efendiye armağan etti. Mısranm Mehmet’in,
hattın kendisinin olduğunu söyledi.
— Biz Niyâzî diye birisini bilirdik, dedi Hasan
Efendi.
— Niyâzî, Mehmet’in mahlasıdır.
— Demek bize gelen şiirlerini pek beğendiğimiz
Niyâzî, şu içerde çile çıkaran Mehmet’miş. Bak şu güzel Allah’ın işine, dedi,
tekkemiz onunla şereflendi hamdolsun. Demek böyle, şimdi sizden bir rica etsem;
acaba onun son şiirlerini bizler için kopyalar mısınız? Size müteşekkir
kalırdık ve biz de cümleye yayardık.
— Başüstüne, dedi Kâsım, severek kopyalarım.
***
Mehmet,
halvetten çıktıktan sonra epey zayıflamış görünüyordu. Gönlü kendisinin bile
tahmin etmediği şekilde yumuşamıştı. Mehmet, alabildiğine mutlu ve rahattı.
Huzurlu bir sükûnet içindeydi.
— Eğer, dedi Kâsım’a, halvette olanlar,
yaşadığın türlü türlü hâl dışarı açılabilseydi, sana anlatırdım. Fakat müsaade
yoktur.
— Canın sağ olsun, dedi Kâsım, sen iyi ol da...
— İyiyim, hamdolsun çok iyiyim. Fakat sen
sırrımı Hasan Efendiye açık etmişsin!
— Öyle gerekti, yoksa kızdın mı?
— Yok canım, ona bir haber verdim, sana da
söyleyeyim, artık bundan sonra mahlasım Niyâzî Mısrî!..
— Mısrî ha, Mısır’daki tahsilinden olsa gerek.
Hasan Efendi mi yakıştırdı?
— Hayır, dedi Mehmet, bu da halvet sırlarından
biri. Biraz da şey, artık Mehmet yerine Niyâzî Mısrî diye çağrılacağım,
kendimi öyle takdim edeceğim falan.
— Eh uymuş, sana uygun.
Kâsım,
birkaç gün faytonla gezdirdi arkadaşını, biraz kilo alsın diye onu beslemeye
çalıştı. Mısrî’nin boğazından pek bir şey geçmiyordu hâlbuki, önüne dolu gelen
tabaklar öylece geri gidiyordu. Mehmet, Kâsım’a:
— Telaşlanma sen, diyordu, eski gücümü kazandım
ben!
— Öyle mi. Tamam, gel güreşelim.
O
zaman Mısrî gülümsüyor:
— İşte o olmaz! diyordu.
***
Onu
Bursa’ya uğurlarken bayağı endişeliydi Kâsım. Arkadaşının incelmiş, avurtları
çökmüş yüzüne bakıyor hayıflanıyordu. Rüzgâr ise dinlenmiş, iyi beslenmiş, âdeta
yola çıkmak için acele ediyordu.
Kâsım
onlara baktı baktı: “Sanki ne vardı Bursa’ya hemen gidecek,” dedi, “hem de
böyle alelacele.” “Belki mürşidim oradadır.” dedi Mısrî. Hasan Efendi ona
Bursa’da Ulu Cami kayyumu Sebbağ Ali Dedenin evinde kalmasını söylemiş: “Benim
selamlarımı götür ve bu pusulayı kendisine ver, o benim çok eski dostumdur.” demişti.
Ali
Dede, Hasan Efendinin pusulasını önce öpüp başına koymuş, ondan sonra
okumuştu. Clfak tefek sevimli bir ihtiyardı, Mevlevi idi. “Sevdiğimin
sevdiğinin baş üzre yeri var evimde.” demişti...
Mısrî,
Bursa’yı tanıdıkça sevdi. Demek gönlü ona doğru yolu işaret etmişti! Evvela,
evliya türbelerini, sonra padişah kabirlerini ziyaret etti. Orhan Gazi’nin
mezarı başında okuduktan sonra, bu güzeller güzeli yeşil şehri Osmanlıya
kazandırdığı için ona teşekkür etti.
Kâsım’a
diyordu ki: “Gerçi İstanbul’u çok az gördüm, amma velakin Bursa, oradan daha
sıcak ve samimi geldi. İstanbul’un sanki: ‘Ben güzelin ta kendisiyim.’ diye
böbürlenen havası bunda yok. Nazı yok, cilvesi yok. Çok mütevazı, onca halkın
kaynaştığı, büyük bir ticaret merkezi olduğu hâlde. Sanki İskenderiye’de
gördüğüm türlü türlü halkları burada da görüyorum. Sanırım Bursa’da herkes bir
şeyler satmak ve almak, peşinde. Ali Dede: ‘Şöyle bir çarşılarını gezdireyim
sana.’ dedi de, kalabalık ve hareketten başım döndü, içime fenalık geldi. Ben
böyle çarşı pazara alışık değilimdir, biliyorsun. Zor attık kendimizi sakin
mahallelere. Ali Dedeye göre Bursa’nın gelişme sebeplerinden biri de dokuma,
özellikle ipek dokuma imiş. Şehir, birkaç asır ülkenin en büyük sanayi ve
ticaretini elinde tutmuş. Anlayacağın Hazreti Osman Han’ın bereketi, Orhan
Gazi’nin, II. Murat Han’ın bereketleri sinmiş buraya. İçim yanar ki ne yanar.
Çünkü İstanbul’u düşünürüm, korkarım şu başımızdan geçen, başımızda
bulunanların hâlleri de ona sinecek! Onların bereket getirmesi şöyle dursun,
Fatih’in, Yavuz’un Kanuni’nin bereketlerini kaçırırlar hiç utanmadan! Neyse...
İnanır
mısın burada her yıl bin deve yükü ithal ipek işlenirmiş. Bursa’nın kendi
yetiştirdiği büyük çapta ipek, tezgâhlara kâfi gelmezmiş. İpekli dokumayı da
ihraç ederlermiş. Bu gelen giden kalabalık için çok büyük hanlar yapılmış,
örneğin İranlıların kaldığı Acem Hanı, iki yüz odalı imiş, ona göre büyük
ahırlar tabii. Başka bir sürü böyle büyüklü-küçüklü han varmış. Sadece bekârlar
için yetmiş hanı varmış. Ha, Rüzgâr’ı bu hanlardan birine bıraktım, belirli
bir ücret karşılığında bakacaklar.
Buranın
kaplıcaları malum çok ünlü. Bursa çok sulak bir şehir. Hemen her hanede akar su
varmış. Sokaklar cilalı taş döşemeli.
Benim
ziyaretlerime gelince, başta evliya türbeleri oldu. Her taraftan gelen
Müslümanların en çok ziyaret ettiği yer; Emir Sultan Türbesi. Fakat odasında o
kadar çok altın, gümüş şamdan, tavanlardan sarkan çeşitli mücevherli âvizeler
falan var ki, bu kadar pahalı süs, içime sıkıntı verdi. Hazret’le şöyle bir
ruhen beraber olamadım.
Beni
taşralı olduğumdan mı nedir, en çok Bursa’nm çevresi çekiyor. Bütün çevre
piknik yerleri ve bahçelerle dolu. Bazen Rüzgâr’ın sırtına atladığım gibi...
Anlarsın işte, pek hoş oluyor. Şu var ki yalnız olduğum saatler Allah’la daha
çok beraber oluyorum, bunun için seviyorum yalnızlığı...
Bursa,
tarihte en büyük darbeyi Timur’dan yemiş. Osmanlı mağlup olunca, Timur’un
askerleri şehre girip tarumar etmişler. Ve dahi en fenası askerler, Osmanlıya
ait resmî vesikaları ve pek çok yazma eseri yok etmişler. Çöküş devrinde
malum, Edirne başkent durumuna geçmiş. Ancak II. Murat Han, burada tahta
çıktığı için, Bursa süratle büyüyüp toparlanmaya başlamış. Artık Bursa bahsi
bitsin, zaten bütün bu yazdıklarımı senin merakını çeksin de ziyaretime gel
diye yazdım.
Ben
artık Allah izin verirse, burada bulunan Allah dostlarını ve ulemayı ziyarete
başlayacağım. En büyük tekke, Ali Dedenin de bağlı bulunduğu Mevlevi tekkesi.
İlk ziyaretim oraya olacak. Hane halkına kalbî selamlar sunar, senin iki
gözünden öperim.”
Mısrî,
Kâsım’a söylediği gibi yaptı, ziyaretlere başladı. Bazılarında Ali Dede ona
eşlik etti. Âlimler ve şeyhlerle tanıştı, sohbetlerinde bulundu. Bu sohbetlerde
artık, eskiden yaptığı gibi susup oturmuyor, fikirlerini ve bildiklerini de
anlatıyordu, kendini ifade ediyordu. Bursa’da kısa zamanda tanındı, aranan,
sevilen bir şahıs oldu. İçini açtığı birkaç özel dostu ise, âdeta onunla
beraber olmuş, Mısrî’nin bir an önce mürşidine kavuşmasını diliyorlardı.
Artık
sadece Sebbağ Ali Dede’nin evinde kalmıyor, arada sırada Ulu Camii’nin
yanındaki medresede de kalıyordu. Bir zamandır bıraktığı şiiri yazmaya
başlamış, devam ediyor, hem de bunları dost meclislerinde okuyordu. Eski,
yeni şiirleri elden ele, ağızdan ağıza bütün şehri dolaşmaya başlamıştı. Gayri
Bursa’da ünlü biriydi Niyâzî Mısrî! Fakat içindeki “şeyhini bulma arzusu” bir
türlü küllenmiyor, bilakis daima körüklenen bir kor ateş gibi yanıp
duruyordu...
Medresede
kaldığı bir gece, Kahire’deki şeyhi Mehmet Efendi’yi düşünüyordu. Aklına, onu
böyle şehir şehir, kasaba ve köylerde bağrında yakan bir sızı ve umutla dolaştıran
rüyası geldi... Bu sefer de öz şeyhi için istihare yapmaya karar verdi. Daha
önce de niyetlenmişti ama son anda üzerine bir korku çökmüş, vazgeçmişti. Bu
sefer kesin kararlıydı, korku falan da gelmedi, ama içi endişelerle doluydu.
Kalbi bir sıkışıp bir rahatlıyordu. Yine ağlayarak niyaz etti Rabb’ine, iki
rekât namazını kıldı, dualarını etti. Hemen uyuyamadı, gözlerinin önünden
burada tanıdığı kâmil mürşitler geçiyordu. Onlardan biri, “o” olabilir miydi?
Hepsini beğenmişti, takdir etmişti, ama hiçbirinin karşısında gönül; “Bu odur”
dememişti. Sağa sola bir hayli döndü durdu, kalbinde zikir. Yavaş yavaş rahatladı
ve birkaç saat sonra aniden uyuyuverdi. Ve rüya gördü, elinde bir bakır
ibrikle, bir başka şehirdeki kalaycıya gidiyordu. Çok kalabalıktı içersi,
birçok müşteriden sonra, sıra Mısrî’ye geldi. Hava kararmak üzereydi, kalaycının
yüzünü göremiyor; fakat çalışan ellerini görüyordu. Bunlar büyük, ince,
becerikli parmaklan olağanüstü uzun, ne yaptığını bilen, anlam dolu ellerdi.
Mısrî’nin uzattığı ibriği aldı: “İbriğin dışını herkes kalaylayabilir,
marifet içini kalaylayabilmektir.” dedi ve yanında duran, parlayıp göz alan
bir hançerle onu ikiye böldü, içini kalayladı, pırıl pırıl etti. Sonra
ayırdığı parçaları birleştirdi. Hayret hiç iz kalmamıştı! Kalaycı, ibriği
Mısrî’ye uzattı: “Bizim buralara da uğra oğlum.” dedi. Mısrî’nin gönlünden
“Burası Uşak” diyen bir rüzgâr geçti... Genç adam uyandı, hâlâ düşte olduğunu
sanıyor, adamın parasını verebilmek için ceplerini arıyordu. Sonra birden
kendine geldi; içindeki endişeler dağılmış, onların yerine tatlı bir huzur
hâkim olmuştu.
“Apaçık
bir düş,” dedi kendi kendine, “mürşidim bir başka şehirde ve onu bulunca beni
alacak, içimi bir hançerle açıp pırıl pırıl edecek! Belki bunun için çok acı
çekeceğim. Hançer ona işaret olmalı.” Derin bir nefes aldı, “Zaten kaç yıldır
çekmekteyim.” diye geçirdi içinden, “Hayır bu daha zorlu olacak. Allah’ım
nasıl olursa olsun, tek beni Sen’in yoluna, Sana ulaştırsın da, her şeye
razıyım.”
Ertesi
gün, birkaç parça çamaşırını ve'-Yunus Divanı’nı koydu heybesinin gözlerine...
Kiraz’ın yeri boştu, altın topunun yerine bakıp hüzünlendi bir an, sonra
kendini toparladı. “Şimdi hüzünlenmek niye?” diye düşündü. “O Melekşan’ın
yanında ve iyi bakılıyor... Bugün benim kutlu günüm, beni şeyhime götürecek
olan yola çıkıyorum; içimde hüzün yerine neşe olmalı.”
Mısrî,
heybesini omzuna vurup doğru Sebbağ Ali Dede’nin evine gitti. Ona düşünü
anlattı ve hemen bugün yola çıkacağını söyledi.
— Nereye gideceğini biliyor musun?
— Rüyada gönül, Uşak, dedi.
— Öyleyse Uşak’a git.
— Sanırım, dedi Mısrî, dönüp dolaşıp geleceğim
yer yine Bursa olacak.
— Seni özleyerek bekleyeceğim, dedi Ali Dede.
***
Yine
yollara vurmak çok güzeldi Mısrî için. Ve umut içindeydi genç adam; bu yollar
onu manevi yoluna ulaştıracaktı gayri! ‘Acaba çıkmadan önce bir halvete daha
girse miydim?” diye düşündü. İstanbul’daki halvette ona gelen o yumuşak,
sevecen, hoşgörülü, düzgün hâl sanki çözülüyordu üzerinden, bir dağınıklık var
gibiydi içinde. En güzel göstergelerinden biri de sabrını kaybetmiş olmasıydı;
kırk günlük bir halvete artık gücü yoktu. Sabırsızdı... Bir an önce, o ince,
uzun parmaklı büyük eli öpmek istiyordu artık.
Hava
soğumaya başlamıştı. Bir köyde, beraberce yemek yiyip ahbaplık kurduğu kişiler
onu caydırmak istediler. “İlahi derviş,” dediler, “kış bastırıverir, kurda
kuşa yem olursun, vazgeç bu işten. Gel bahara kadar bize hocalık et, vaaz ver,
nasihat et. Bahara inşallah seni kendi elimizle yola koyarız. Hem baharda
buranın bülbülleri pek güzel, çok içli öter, onları da kaçırmamış olursun.
Buraya ta öte köylerden bile bülbül dinlemeye gelirler.” Adamların bu samimi
ısrarlarından gözleri doldu Mısrî’nin, rüya öncesi olsaydı mutlak kalır, kışı
geçirirdi bu köyde. Lâkin onun gitmesi, bir an önce Uşak’a varması lazımdı. Sanki
şeyhi kendisini bekliyormuş gibi bir duygu içindeydi. Ve eğer manevi yolu
uğruna bu yollarda eziyet çekecekse, öyle yazılmışsa çekecekti! Bundan sonra
ona dur durak, dinlenme yoktu; ille, ille de onu mürşidine kavuşturacak olan
Uşak yolunda ilerlemesi gerekti!..
Yola
çıktı, içinde biraz hüzünle bülbülleri düşündü. Onlar da gül bahçeleri içinde,
ille bir güle âşık değiller miydi? Yoksa bülbül, o gülde “Didar”ı mı görüyordu?
Kendisi
de bir anlamda bir garip bülbül değil miydi? Ve gönlü, şiire durdu:
Gözlerini
n’oldu bî-dâr eyledin
Ah u efgânı sana yâr eyledin
Âşk oduyla içini nâr eyledin
N’oldu bülbül işini zâr eyledin
Ne sebepten azm-i gülzâr eyledin
N’oldu ağlarsın ne eylersin talep
Bu tükenmez derdine n’oldu sebeb
Güldeki didârı mı gördün acep
N’oldu bülbül işini zâr eyledin
Ne sebepten azm-i gülzâr eyledin
Bu fenâ gülzâra tâlipsen eğer
Hiç bekâsı yoktur onun tez geçer
Bu fenâ içre bekâ duydun meğer
N’oldu bülbül işini zâr eyledin
Ne sebepten azm-i gülzâr eyledin
Ber-karâr olup biraz eğlenmedin
Dâ’im ağlarsın durup dinlenmedin
Kimse bilmez hâlini anlanmadın
N’oldu bülbül işini zâr eyledin
Ne sebebten azm-i gülzâr eyledin
Bunca hasretten di cânın ne sezer
Firkatin günden güne artıp gider
Lütfedip vergil Niyâzî’ye haber
N’oldu bülbül işini zâr eyledin
Ne sebepten azm-i gülzâr eyledin
Ah u efgânı sana yâr eyledin
Âşk oduyla içini nâr eyledin
N’oldu bülbül işini zâr eyledin
Ne sebepten azm-i gülzâr eyledin
N’oldu ağlarsın ne eylersin talep
Bu tükenmez derdine n’oldu sebeb
Güldeki didârı mı gördün acep
N’oldu bülbül işini zâr eyledin
Ne sebepten azm-i gülzâr eyledin
Bu fenâ gülzâra tâlipsen eğer
Hiç bekâsı yoktur onun tez geçer
Bu fenâ içre bekâ duydun meğer
N’oldu bülbül işini zâr eyledin
Ne sebepten azm-i gülzâr eyledin
Ber-karâr olup biraz eğlenmedin
Dâ’im ağlarsın durup dinlenmedin
Kimse bilmez hâlini anlanmadın
N’oldu bülbül işini zâr eyledin
Ne sebebten azm-i gülzâr eyledin
Bunca hasretten di cânın ne sezer
Firkatin günden güne artıp gider
Lütfedip vergil Niyâzî’ye haber
N’oldu bülbül işini zâr eyledin
Ne sebepten azm-i gülzâr eyledin
Bu
sefer biraz da kıyarak hızlı sürüyordu Rüzgâr’ı. Yollarda mürşit arama âdetine
de son vermişti, çünkü gönül: “Uşak!” demişti...
Bir
akşam üzeri fena bir yağmura tutuldular. Arkasından suları hızla savuran
fırtına çıktı. Yerler balçık gibi olmuştu ve savrulan sular hem Mısrî’nin hem
de Rüzgâr’ın gözlerini perdeliyordu. Hayvan birkaç kez tökezledi... Genç adam,
ister istemez çok yavaşladı. Yağmuru severdi ama böyle fırtınalısını değil...
Bir süre öyle gittiler. Fırtına uluyup duruyordu. Su, Mısrî’nin burnuna,
gözlerine doluyor, nefesi kesilecek gibi oluyor, atın üstünde dengesini
kaybediyordu. Kendini düşünmüyor, Rüzgâr’ın da aynı şeyleri yaşadığını farz
ederek dehşetli rahatsız oluyordu. Nihayet üstünden indi, yan yana, bata çıka,
ağır ağır yürümeye başladılar. Umut bir kervansarayın yahut bir köyün
görünüvermesiydi. Düşünüyordu; aslında Rüzgâr’ı Bursa’da bırakıp bir kervana
katılması en doğrusuydu! Fakat atla daha çabuk ve daha özgür giderim düşüncesine
kapılmıştı. Şimdi bu eziyeti yaşadıkça... Kendi başına ne gelse kabulüydü ya,
Rüzgâr’ı esirgemeyi nasıl da düşünememişti! Vicdan azabı duyuyordu. “O bir
attır, insandan daha dayanıklıdır.” düşüncesi hiç geçmiyordu aklından. Şu
fırtınanın ortasında özdeşleşmişlerdi! Derviş Ağa’sının: “Önce sen demeyi
öğren.” deyişleri... Deyişleri. Artık Mısrî, bunu hayvanlar için de yapıyordu.
Çünkü onlar da tıpkı çocuklar gibi O Sevgili’nin insana emanetleri idi, böyle
düşünüyordu. “Şu dünya yüzünde ne var ki insana emanet olmayan?” diyordu şimdi
yürümeye çalışırken. Karanlık enikonu bastırmış, ikisinin de karınları
acıkmıştı; ama durup bir şeyler yemek ne mümkün. Artık Mısrî Rüzgâr’ı idare
etmiyor, dizginine yapıştığı Rüzgâr onu sürükleyip götürüyordu.
Gecenin
bir saatinde genç adam, yarı açık göz kapaklarının önünde, yağmurun içinde
Melekşan’ın hayalini gördü. Kız gülümserken sanki “Sabır” der gibiydi... Derken
uzakta cılız birkaç ışık sezer gibi oldu. Mısrî hayal görmediğine emin değildi,
ama Melekşan’dan aldığı son bir gayretle kendini Rüzgâr’a bırakmaktan vazgeçip
adımlarını ışığa doğru atmaya başladı. Melekşan da sanki yanında yürüyordu.
Yarım saat sonra bir kervansarayın kapısındaydılar. Kapının demir tokmağını
çalmak bile güç geldi Mısrî’ye. Uluyan fırtınada sesini duyurabilmek için ne de
çok çalması icap etti.
Handaki
yolcular, senenin bu vaktinde, buralarda yalnız başına seyahat edilmeyeceğini
söylediler ona, ama
ocağın
yanında kuruyup tarhana çorbasını kaşıklayan genç adam pek aldırmadı bu
sözlere. Biraz önce ahıra gidip yem yiyen Rüzgâr’ın iyi olduğunu görmüştü
çünkü. Hem Rabb’i, şeyhiyle buluşmadan önce ölmesine izin vermezdi ki... Tıpkı
bu akşamki gibi!
Mamafih
ertesi gün, Uşak’ın pek yakınından geçecek bir kervana, Rüzgâr’la katılmaya
karar verdi.
Uşak’taki
handa, ona Halveti Şeyhi Mehmet Efendi’nin tekkesinden bahsettiler. “Kendisi
hem âlim, hem de melek gibi bir zattır.” dediler. Mısrî, “Demek âlim olunca
insan, pek melek gibi olmaz diye düşünüyorlar.” diye geçirdi kafasından, onlara
belli etmeden gülümsedi. Adam devam etti: “Eh Elmalılı Sinan Ümmî’nin
halifesi.” dedi. “Elmalılı Sinan Ümmî” sözü hoş geldi genç adama, lâkin
üzerinde durmadı, aklı buradaki Halveti Şeyhi Mehmet Efendi’de idi... Hemen
müsaade isteyip kalktı ve tarif üzerine geze geze tekkeyi buldu. Önce uzaktan
seyretti onu. Öyle heyecanlıydı, kalbi öyle küt küt vuruyordu ki hemen içeri
giremedi. Bir süre döndü durdu, bu bahçesinde birçok gül ağacının bulunduğu,
beyaz badanalı, mütevazı yapının çevresinde. Nihayet bir cesaret karar verdi ve
girdi.
Mehmet
Efendi kumral, mavi gözlü pek sevimli bir zattı; Mısrî’ye, Kâsım’ı hatırlattı.
Ve genç adam, izin üzre oturup, bütün macerasını, iki gün önceki fırtınayı bile
tek tek anlattı...
Mehmet
Efendi; bir süre düşündü, sanki Mısrî’yi ölçüp biçti, gözleri ile gözlerini
arandı, yine düşündü, sonunda:
— Hele biraz dinlen bizim tekkede, dedi,
devranımıza, sohbetlerimize katıl. Sana ilk şeyhin Hüseyin Efendi’nin verdiği
virde devam et, burada bazı işleri kolayla. Şunun şurasında ne kaldı gül
mevsimine! Şeyhim Sinan Ümmî bizleri şereflendirecek, o pek sever bu bahçenin
güllerini. Bizim bir Ahmet dervişimiz vardır, o yetiştirdi güllerin hepsini,
ismi de Gül Ahmet kaldı. Geçen gün gülleri budamada ona yardım etsin diye bir
arkadaş istemişti benden, işte geldin, senden âlâ arkadaş mı olur?
Mısrî:
— Efendim, dedi, atımı hanın ahırında bıraktım,
gidip alayım mı (ve içi titreyerek) yoksa satsınlar mı? diye sordu.
— Hımm, dedi Mehmet Efendi, biraz düşündükten
sonra; yoldaşındır, satmaya kıyamazsın bilirim. O hâlde hanın ahırında
bakılmasını sağla. Güzel Han’da kaldığını söylemiştin değil mi? Hancıyı
tanırım, arada sırada uğrar buraya. Benden ona selam götür, sen Bursa’da yapmışsın
ama burada âdet değildir atın handa kalması. Neyse sana kolaylık gösterir
sanırım. Senin burada tekkede kalacağını söyle.
Gönül,
bir şey dememişti ama, Mısrî şaşırmıştı. Mehmet Efendi iyi, pek hoş bir zattı
ama kendisini evlatlığa kabul edeceğini söylememişti. Müritlikten bahis açmamış,
ona daha ziyade geçici bir misafirmiş gibi davranmıştı. Ve ellerinin
parmakları olağanüstü uzun değildi!
Tekkeden
çıkıp hana doğru ilerlerken bunları düşünüyor, Mehmet Efendinin davranışına
bir anlam veremiyordu. Gönül de sanki “Sabır” der gibi susmuştu; ne “Bu odur.”
diyor ne de “O değildir.” En sonunda, “Belki bir süre denemek istiyor beni.”
diye karar verdi. Hancıya Mehmet Efendi’nin selamını ve kendisinin tekkede kalacağını
söyledikten sonra atı bir ücret karşılığından orada bırakıp bırakamayacağını
sordu. Hancı: “Mehmet Efendi’nin misafiri, benim de misafırimdir. Atına
bakarız burada, gözün arkada kalmasın.” dedi.
***
Onca
yol ve heyecandan sonra, burada Mehmet Efendi’nin tekkesinde kalmak, zikir ve
devrana yeniden başlamak, virdini yapmak, gül budamak, gübrelemek, bahçe
tanzimi ve temizliği gibi işlerle uğraşmak Mısrî’ye iyi geliyor, dinleniyordu,
ama zaman zaman içini kemiren soru olmasa: “Ne yapmak istiyor benimle Mehmet
Efendi? Beni evlatlığa, talebeliğe almayacağı açık. Git demiyor, kal diyor.
Nerede benim şeyhim, nerede?” Bazen, yine atlayıp Rüzgâr’ın sırtına, kaçıverip
buradan, yollara düşüp şeyhini arama arzusuyla kıvranıyor, fakat nedeni
bilinmez, içinde bir heyecan bulamıyordu böyle düşündüğü zamanlar. Gönül yine:
“Sabır” diyordu ona; arı, duru, küçük sesiyle. Artık arkadaş olduğu Gül Ahmet’le
konuşuyor, Mehmet Efendiye sorup sormamayı tartışıyordu. Gül Ahmet: “Vardır
şeyhimin bir hikmeti bu yaptığı işte, sakın sorma: sabır çok önemlidir onun
için, dediklerini yap yeter.” diyordu. “Elbet bir gün anlayacaksın o hikmeti,
mamafih sadece bir sabır sınavı da olabilir.” Mısrî, “Dört yıldır yollarda,
Bursa’da şeyhimi aramaktayım, daha ne sabır imtihanı!” diye düşünüyor, fakat
Gül Ahmet’e bunu söylemiyordu.
Oturup
çoktan beri yazmadığı Derviş Ağasına ve Kâsım’a mektuplar döşendi; kendi
durumunu anlattı. Derviş Ağa’sına annesini, ablalarını ve evliliğin nasıl gittiğini;
Kâsım’a, sarayda neler olup bittiğini, hane halkını ve Kiraz’ı sordu. Onca
Kiraz’ı sormak, bir bakıma Melekşan’ı sormak demekti. O fırtınalı akşam, kız
belirdikten biraz sonra hanın ışıklarının görülmesini, Melekşan’ın ona
rehberlik ettiği düşüncesine bağlamıştı. Onun, bu aşktan haberi olabilir miydi,
sezgileri o kadar güçlü müydü?.. Mısrî, Melekşan’ın kendisine ilgi duyacağını
tasavvur bile edemiyor; ancak kendi aşkını hoşgörüyle karşılayabileceğini
umuyordu şimdi de. Böyle düşünmesi kıza minnet duymasına neden oluyordu.
***
Havalar
biraz ısınır, serin esen rüzgârda bahar kokuları duyulmaya başlarken Sinan
Ümmî’nin Gşak’a doğru hareket ettiği haberi geldi. Gül goncalarına, belki erken
açan vişne rengi güllere yetişecekti bu herkesin çekinerek, fakat sevgiyle
bahsettiği Mehmet Efendi’nin pek kıymetli şeyhi. Mısrî’yi de, sebebini
bilemediği bir heyecan sarmıştı, göğüs kafesinde gönlü şakımaktaydı. “Yoksa
gelen o muydu?” Aklında böyle bir soru dolaşıyordu zaman zaman. Gönül neşesi
ise devamlıydı. Boş zamanlarında Mehmet Efendi’nin kütüphanesindeki pek
kıymetli eserleri okuyordu.
***
Mehmet
Efendi ve tekke sakinlerinin hepsi, Uşak’ın beş altı kilometre ötesinde,
gelecek kafileyi beklemekteydi. Mehmet Efendi, yanına Mısrî’yi almış:
“Yanımdan ayrılma evladım.” demişti. Sevinçli, aynı zamanda sabırlı bir
bekleyiş içindeydiler. Bir zaman sonra, yere oturup beklemeye devam ettiler.
Tekrar ayağa kalktılar; bu kez gezinerek beklemeye devam ettiler, kimse
konuşmuyordu. Derken uzakta atların tozu göründü, daha ileride yalnız başına
bekleyen Gül Ahmet’in sesi patladı: “Geliyorlar!”
Şeyh
Ümmî Sinan uzun boylu, ince, esmerce bir zattı; başında Halvetilerin beyaz
risaleli siyah tacı, üzerinde siyah bir kaftan vardı. Yanındakilerin hepsi
attan inip ona koştular, fakat Gül Ahmet erken davranmıştı, atın dizginlerini
tutup şeyhin inmesine yardım ediyordu. Mehmet Efendi ve Mısrî’nin arkasından
bütün grup ilerledi; iki şeyh gülümseyerek sarıldılar birbirlerine, sonra
Mehmet Efendi eğilip şeyhinin elini, eteğini öptü. Bu eli tanıdı Mısrî, büyük
ve inceydi, parmakları çok uzundu! O an gönlü: “İşte o!” dedi. Mısrî, bayılacak
gibi oldu, aşırı bir hareket yapmamak için kendini zor tutuyordu. Sinan Ümmî,
Mehmet Efendiye hâl hatır sordu ve birden Mısrî’nin gözlerinin ta içine baktı.
Mısrî sandı ki, gözlerinden geçip gönlüne indi bu derin bakışlar. Ve yine
gülümseyerek Sinan Ümmî, Mehmet Efendi’ye döndü:
— Senin hizmetinde Mısrî Mehmet Efendi diye bir
derviş varmış, öyle mi? diye sordu.
Mehmet
Efendi:
— Evet Sultanım Hazretleri. Size teslim için
emanetçiyiz.
Sinan
Ümmî bu kez Mısrî’ye döndü, ona hitap etti:
— Bursa’daki medresede, o cuma gecesindeki
kalaycı, ne kadar şaşılacak bir zat idi, değil mi? diye sordu.
O
zaman Mısrî kendisini tutamayıp öne doğru bir hamle yaptı. Çok uzun zamandır
hasretini çektiği, o ince büyük eli öptü ve heyecandan âdeta kekeleyerek:
— Su... su... sultanım, dedi, Sultanım hoş...
hoş gelip sefalar getirdiniz.
Sene
1647 idi, Mısrî yirmi dokuz yaşındaydı ve yorgun gönlü, o gün huzura ermişti.
***
Sinan
Ümmî bir süre kaldı Mehmet Efendi’nin dergâhında... Çok sevdiği renk renk
güller üçer beşer açmaya başladı. Sinan Ümmî, Gül Ahmet’e övgüler yağdırdı,
Gül Ahmet yüzü kızararak övgüleri dinledi ve müsaade isteyerek konuştu, dedi
ki:
— Efendim Hazretleri, bu yıl bu güllerin
bereketinde Mısrî Derviş’in de payı vardır. Beraberce budadık gülleri, bahçeyi
size beraberce hazırladık.
— Biz, dedi Sinan Ümmî, Mısrî dervişi sadece
şair bilirdik, demek başka marifetleri de varmış!
“Şair
olduğumu biliyor, acaba âlim olduğumu, El-Ezher’den yedi dersten diplomam
bulunduğunu da biliyor mu?” diye bir soru geçti Mısrî’nin aklından. Sonra bu sorunun
bir “övünme” olup olmadığını düşündü. Övünmek hiç yaraşmazdı bir sufıye, hele
Mısrî’ye ve hele şu koskoca sultanın karşısında, kendisinin bilgin oluşu neydi,
ne anlam ifade ederdi ki! Mısrî küçüldüğünü hissetti. Ayrıca rüyasını bilen
Sinan Ümmî, onun her bir şeyini ta ciğerine kadar bilmez miydi ki böyle saçma
sapan sorular geçerdi kafasından! Kendine müthiş öfkelendi yine. “Şeyhim
eline hançerini alınca kaçacak yer arayacaksın.” diye nefsini tehdit etti.
Sinan
Ümmî hançeri aldı eline ki, ne aldı... Bir taraftan manevi eğitim alırken
Mısrî, üstüne pek çok da beden işi yüklendi. İlk şeyhi Hüseyin Efendi, onu
virdinde çekmesi lazım gelen yedi Allah isminin İkincisine geçirmişti. Sinan
Ümmî onu tekrar birincisine, “La ilahe illallah”a döndürdü. Mısrî aynı zamanda
öğrenci okutuyor, şeyhin iki oğlundan biri olan Süleyman’a ilim öğretiyor,
dergâhta imamlık yapıyor, Ümmî Sinan Camiinde halka vaaz veriyor, nasihatlerde
bulunuyor, dergâhın hemen önündeki vadinin içinden akan suyun yanındaki değirmenden
mutfağa sırtında un ve buğday taşıyor, ormandan dergâha sırtında odun
getiriyordu. Ve günlük gıdası; şeyhin emriyle sadece bir dilim arpa ekmeği idi.
Akşamları kafaca ve bedenen pek yorgun yattığı zamanlar, bu kadar işi nasıl
becerdiğine kendi de şaşıyordu. Bu insanüstü gayreti, sadece Sinan Ümmî’ye
duyduğu aşktan dolayı idi. Zaten işlerin tümü birden verilmemiş kendisine,
yavaş yavaş artırılmıştı, ince bir hesaba dayanıyordu. Mısrî istese unu da
odunları da Rüzgâra taşıttırabilirdi. Bunu yapmıyordu. Bir kere şeyhinin
emirleri doğrultusunda bedenen de çalışmak, ona her türlü hizmeti vermek,
Mısrî’ye haz veriyordu, kanatları olsaydı eğer uçarak da hizmet etmeyi
isterdi. Ayrıca nefsinin sonuna kadar ezilip yok olmasını istiyordu. İnatçıydı
genç adam; nefsi ile de bir anlamda inada girmişti. Bu arada Derviş Ağası ile
Kasıma mektup yazmış, yeni adresini bildirmiş ve ikisine de hemen aynı şeyleri
söylemişti: “Biliyorsun bana Cenabıhakk’ın nasip ve tayin ettiği zatı bulmak
arzusuyla ta Kahire’den beri kaç yıldır dolaşıyorum, Bursa’da da devam ettim
arayışıma. Arap ve Anadolu illerinin çok şeyhlerinin sohbetinde bulundum.
Olmadı... Olamadı. Rüya üzerine yola çıkıp Uşak’a geldim, hikâyeyi biliyorsun.
Çok şükür, en sonunda şeyhim, göz bebeğim, kalbimin ilacı Şeyh Sinan Ümmî’nin
hizmetine ulaştım. Mübarek nefesi kimyasıyla bana Şeyh Abdülkadir Geylanî’nin
düşümde işaret ettiği şeyler aynıyla ortaya çıktı. Allah’a hamdolsun! Onun
lütfuyla artık mürşit arama arzu ve araştırması bitti, maddi yollar bitti,
nihayet karar kıldım.
Burası
dibinde bir nehir akan, yeşil bir vadinin üzerine kurulmuş bir dergâhtır.
Yanında Sinan Ümmî Camii ve Medresesi var. Tabiatın güzelliği Bursa’yı hiç
aratmıyor, arkamız orman... Ben de tıpkı Yunus gibi ormandan tekkeye sırtımda
odun taşımaktayım. Böylece çok sevdiğim üstadımın peşinden birçok bakımdan
gitmekteyim.
Sinan
Ümmî Hazretleri’nin birçok müridi var, fakat ben bir dörtlü grubun beşincisi
oldum, çünkü bu dördü ile çok iyi anlaştım. İsimleri şöyle; Kütahyalı
Gülaboğlu Askerî, Uşaklı Müslihiddin Mustafa, Ahmet Derviş, Kütahyalı Çavdaroğlu
Müfti Derviş... Birbirimize sadece; Askerî, Uşaklı, Derviş, Çavdaroğlu
diye hitap ediyoruz. İtiraf etmek gerekir ki, Uşaklı Müslihiddin, hepimizden
ileri bir derviş. Beni de Mısrî diye çağırıyorlar. Gözümün nuru, baş tacım
Mehmet ismim hatıralarda kalacak galiba. Böylece biz ‘Beş gönül eri’,
hepimiz şiir yazıyoruz. Hepimiz bir bakıma Koca Yunus’un etkisindeyiz. Beş gönül
eri hem biz hepimiziz, hem de dört unsurla malum; hava, ateş, su, toprak ile
Rûh-ı Kudsî’dir, bir şekilde özdeşleşiyoruz ve birbirimizi tamamlıyoruz.
Çavdaroğlu, ‘Cem olıcak bir araya beşimiz / Sevdiğimizi zikretmektir işimiz’
diye yazdı. Ben de şöyle söyledim: ‘Biz beş er idik çıktık bir demde yola
girdik / Kırk yılda Pîre erdik bu sohbete erince’ Sana bir de, Sultanım
Efendi’me biatim vesilesiyle yazmış olduğum şiiri kaydederek, mektubumu
bitireyim.
Aşkın
meyine ben kana geldim
Şevkin oduna hoş yana geldim
Halka-i zikri kurmuş âşıklar
Ben de sahnında cevlana geldim
Mecnûn’um bugün Leylî derdinden
Neylerim aklı, divâne geldim
Derdi cârıânın açtı yareler
Bağrım üstünde dermâna geldim
Ümmî Sinan’ın hâk:ı pâyine
Sürmeğe yüzüm sultâna geldim
Yaremi bildim yârimden imiş
Bunda Niyâzî, Lokmân’a geldim
Şevkin oduna hoş yana geldim
Halka-i zikri kurmuş âşıklar
Ben de sahnında cevlana geldim
Mecnûn’um bugün Leylî derdinden
Neylerim aklı, divâne geldim
Derdi cârıânın açtı yareler
Bağrım üstünde dermâna geldim
Ümmî Sinan’ın hâk:ı pâyine
Sürmeğe yüzüm sultâna geldim
Yaremi bildim yârimden imiş
Bunda Niyâzî, Lokmân’a geldim
Mısrî’nin
dergâha ilk geldiği günlerdeydi. Aylardan ramazan, akşam namazında imamlığı
Sinan Ümmî yapıyordu.
Cemaatin
ön safında, şeyhinin hemen arkasında duran Mısrî’nin içinden, “Okuyuşu ve sesi
tahmin ettiğim kadar iyi değilmiş, ben olsam daha iyi okurdum.” diye geçti. O
anda Sinan Ümmî yavaşça arkaya kayarak Mısrî’yi hafifçe öne itip imamlığa
geçirdi. Genç adamın, Fatiha okuması icap ediyordu, fakat sureyi
hatırlamıyordu. Çılgın bir korkuyla kendisini son derece çaresiz hissetti.
Alnından terler boşandı ve o anda içindeki küçük ses, mihraba bakmasını
söyledi, Mısrî baktı ve mihrapta iri harflerle yazılmış Fatihayı gördü, oradan
okudu. Namazı selametle kıldırdı.
Mısrî,
mürşidinin düşüncesini okuduğunu, kendisine Fatiha’yı unutturduğunu ve sonra
yardım ettiğini anlamıştı. Çok fazla mahcup oldu, ne yapacağını bilemedi.
Şeyhinin odasının kapısında bir hayli gezindi, durdu bekledi. Nihayet bir
cesaret geldi, kapıyı tıklatıp: “Hû” deyip açtı, niyaza durup boyun büktü ve
ayak mühürledi. Sinan Ümmî: “Ne istersin oğlum?” diye sordu. Mısrî üzüntüsünden
zorla konuşarak ve gözlerinden yaşlar akarak özürler diledi, artık
düşüncelerinden de sorumlu olduğunu anladığını, hiç olmazsa bu seferlik
kendisini bağışlamasını rica etti. “Evet evladım,” dedi Sinan Ümmî, “sizler
dervişlerim, düşüncelerinizden de sorumlusunuz, bunu hiç unutmamanız lazım gelir.
Daima hatırlayın; iyi ve olumlu düşünmeye bakın; içinizi ve beyninizi kontrol
edin, Cenabıhak, size bu gayreti verir, siz niyet edin ve kendi çabanızla işe
başlayın önce.”
“Emriniz
olur!” Mısrî: “Destûr” deyip eşik öptü ve dışarı çıktı, kapının yanma çöküp bu
sefer de affedildiği için şükredip ağladı...
Arkadaşlarını
buldu, gayet mahcup, olanları anlattı. Şeyhlerinin söylediklerini nakledip:
“Bizlerden düşüncelerimizi yani içimizi ve beynimizi kontrol etmemizi istedi.”
dedi. Karşısındaki dört erden her biri, bir ayrı durumda aynı muameleye maruz
kalmışlardı. Sinan Ümmî onların düşüncelerini okumuş ve gereken dersi vermişti.
— Beni ikaz etmeniz lazım gelirdi, dedi Mısrî
biraz küskün...
— Haklısın dediler ona, ama bu mesele senin
başına gelmeyince, o mahcubiyeti yaşamadıkça gereken gayreti bu kadar iyi
göstermeyebilirsin.
— Mamafih böyle bir kastımız yoktu, dedi
Askerî, sadece unuttuk herhâlde.
— Fakat siz gerçekten becerebiliyor musunuz bu
işi?
— Sen kendini iyi şeyler, olumlu şeyler
düşünmeye alıştırırsan ötesi geliyor. Allah gerçekten yardım ediyor ve bir süre
sonra zaten öyle düşünmeye başlıyorsun, dedi Çavdaroğlu.
Mısrî’nin
içi biraz rahat etmişti. Herkes bir şekilde denendiğine göre, demek bu da bir
alıştırmaydı, fakat keşke kendisi şeyhinin değil de bir başkasının aleyhine
olumsuz düşünmüş olsaydı daha memnun olacaktı.
— Bir daha onun yüzüne nasıl bakacağım? Çok utanıyorum,
dedi.
Kütahyalı:
— Onun yüzüne bakabilmen o kadar önemli değil,
önemli olan; senden istediği gayreti göstermendir. Böyle yaparsan o seni
gönülden bağışlar, hepimizin başına geldi, dedik ya... Hazret azarladığı gibi,
övmesini de bilir merak etme. O bize karşı duygularının, düşüncelerinin büyük
kısmını, bize gerekli olanı yani, bizimle paylaşır, tasalanma sen! Haydi şimdi
bir şiir oku Mısrî, bunalan gönlün neşelensin.
— Yunus’tan okuyayım, dedi Mısrî, ancak onun
şiiri beni rahatlatır şimdi.
***
Sene
1648’e ulaşmıştı. Mısrî, Elmalıda manevi eğitiminin ikinci yılına basmıştı.
Sultan İbrahim, önce tahttan indirildi, on gün sonra ipek ibrişimle boğuldu.
Yerine, altı yaşını yedi ay geçen oğlu IV. Mehmet tahta çıkarıldı. Genç annesi
Hatice Tarhan Valide Sultan değil, babaannesi Kösem, Büyük Valide Sultan,
saltanat nâibesi oldu. Onun üç yıl süren saltanat nâibeliğine: “Ağalar Saltanatı”
denmektedir. Yeniçeri ağaları cunta generalleri olarak hükümeti aşarak, devlet
düzenine aykırı olarak bütün hâkimiyeti ellerine geçirmişlerdi. Maksatları mal
toplamak ve zengin olmaktı. Onları destekleyen Kösem Sultan’ın maksadı ise
saltanat sürmek, emir vermek, devlet yönetmekti. Oğlu Sultan İbrahim’i tahttan
indirtmekle kalmadı, on gün sonra onu cellada verip öldürttü. Çünkü Sultan
İbrahim onu devlet işlerine karıştırmıyordu. ***
Aylar,
yıllar birbirini kovalıyordu, Mısrî iki kere halvete girdi, Cenabıhakk’ın
izniyle şeyhinin gayretinden olmalı, çok rahat ve huzurlu halvetler oldu
bunlar. Mısrî zayıflamadı bile, zaten günlük gıdası bir dilim arpa ekmeği idi
ve halvette aç kalmak onu hiç etkilememişti. Yüzünü bir gün görmese özlediği
şeyhini de hiç aramamıştı; o sanki her an Mısrî ile beraberdi o karanlıkta,
onunla beraber zikrediyordu.
Her
halvetten sonra büyük gönül yumuşaklığı ve büyük huzurlar yaşadı Mısrî. Hiçbir
arkadaşı onun kadar rahat halvet yapamıyordu, bunca gönül huzurunu bulamıyordu...
Beş gönül eri birbirini kıskanmaz, fakat birbirlerine gıpta ettikleri olurdu
arada sırada. İşte Mısrî’nin halvetten sonraki hâline de gıpta ediyorlardı.
Arkadaşları; bir tüy kadar hafif, bir ışık demeti gibi pırıl pırıl dolaştıkça
aralarında: “Mısrî,” diyorlardı “Mısrî, bize bunun sırrını öğret.”
Mısrî
düşünüyordu; bir sırrı falan yoktu bu işin.
— Bir sırrım yok vallahi, inanın sadece
Allah’ın bir nasibi bu.
—
Bu gidişle aramızda en çok halvete giren sen olacaksın!
— Niyetim, kırk günden, kırk halvet yapmak,
tabii Allah izin verir ve şeyhim de kabul ederse. Aslında kırk gün yaptığım
için, benimkilere halvet değil, erbain çıkarmak denir ama ağzımız alışmış,
halvet diyoruz.
— Öyle dediler, bizim yaptığımız halvet üç
günlük, yedi günlük falan. Evet seninkine erbain dememiz lazım.
— Kelimeler önemli değil, sizler de erbain
çıkarmışsınız ve kırk günden kırk defa yapılacaktır diye asla bir kural yok.
Bu sırf benim niyetim, çünkü halvet hâli çok hoşuma gidiyor, çünkü nefsimin
hiç olmazsa bir süreliğine öldüğünü hissediyorum, bu da hafiflik veriyor. Fakat
işte tam ölmüyor, hiç beklemediğin bir anda, bir meselede başını
kaldırıveriyor, ben dahi şaşıyorum.
***
Sultan
İbrahim’in 1648’de boğdurulmasından sonra, onun kan davacıları ortaya çıktı;
sipahiler ayaklandılar ve yeniçeriler tarafından kanlı bir şekilde kırıldılar.
Padişah ordusunun iki sınıfı, padişahın sarayı önünde Sultanahmet Meydanında
yüzlerce ölü vererek meydan muharebesi yaptı.
Bu
defa, cunta tarafından soyulan halk ayaklandı. Halk ihtilali cuntacı
generallere karşı idi. Bu ihtilalin arkasında
Tarhan
Valide Sultan bulunuyordu. Bunu bilen Kösem Sultan, gelininin iktidarına son
vermek, onu Valide Sultanlık tahtından indirmek için, on yaşını bitirmemiş
torunu IV. Mehmet’i öldürtmek, yerine annesi başka olan Veliaht Şehzade
Süleyman’ı başa geçirmek istedi. Bu plan keşfedildi. Ve Kösem Sultanın
dairesini basan padişah ve Valide Sultanın adamları, onu boğdular, yıl 1651
idi.
Kösem
Sultanın öldürüldüğü geceden itibaren halk, Sultanahmet Meydanı’nı boş
bırakmadı. Cunta ağalarının kelleleri isteniyordu. Otuz sekiz ağa idam edildi,
servetleri hâzineye alındı. Böylece “Ağalar Saltanatı” sona erdi.
***
Böyle
geçiyordu yıllar ve Mısrî, Sinan Ümmî tekkesinin harlı ateşinde ağır ağır
pişiyordu. İşleri hiç kolaylanmamıştı. Yine sırtında odun ve un taşıyor, yine
öğrenci okutuyor, şeyhin oğlu Süleyman’a ilim öğretmeye devam ediyor, camide
halka vaaz veriyor, nasihat ediyor, dergâhın imamlığını yapıyordu. Arada
sırada şiir de yazıyor ve Derviş Ağa’sı ile Kâsım’la seyrek de olsa
mektuplaşıyordu. İkisi de memleket havadisleri veriyordu, yalnız Mısrî’nin
annesi ağır bir öksürüğe yakalanmış, bir türlü kurtulamıyordu ve Kâsım yeniden
evlenmişti; bu sefer karısından memnundu.
Mısrî,
annesinin garip hastalığını öğrenince dehşetli tedirgin oldu. Onu gerçekten
özlemişti ve artık Malatya’ya gidip yaşlı kadını görmek istiyordu. Çok
kuvvetli bir arzuydu. Ancak şeyhinin bırakmayacağından korkuyordu, çünkü daha
sülukünü tamamlamamıştı. Düşüncelere daldı genç adam ve gizlice kaçmaya karar
verdi, ama tereddütler içindeydi; kafası dağılmış, bir unutkanlık arız olmuştu.
Kalbi de gittikçe katılaşıyordu.
O
günlerin birinde, dağa odun getirmeye gitmişti. Dönerken “Canım niçin rıza
göstermesin benim gitmeme. Burada herkesten fazla işi ben görüyorum, herkesten
fazla halvet yapıp çile çıkarıyorum, şeyhimin bunları hesaba katması
gerektir.” diye düşünürken, birden tam önünde bir siyah ayı belirdi. Genç adam
önce geçip gitmek istedi, fakat ayı hırlayıp önüne geçti, saldıracakmış gibi
bir hâli vardı. Mısrî odun demetini arkasından attı, bağırdı: “Gel be ayı, gel!
Gücün yeterse, yen beni!” Ayı tam da bu lafı beklermiş gibi saldırıverdi, alt
alta üst üste boğuşmaya başladılar. Mısrî ne kadar güreş kuralı, oyunu
denediyse, ayı sanki hepsine hazırlıklıydı; akıllı bir insan gibi bütün
oyunlara cevap veriyordu. Genç adam tükenmeye başlamıştı ki, ayı sağ kolunu
kaptı, belki koparmak üzereydi, Mısrî’nin aklından şeyhinin himmeti geçti.
“Himmet Sultanım!” dese, yetişir miydi? Fakat demeye kalmadan, kelimeler
ağzından çıkmadan o anda durdu ayı, genç adam kolunu kurtardı ve ayı dönüp koşa
koşa uzaklaşmaya başladı. Genç adam, merakla arkasını döndü, gelen şeyhiydi!..
Koşup eline vardı:
— Himmetiniz sayesinde ayı beni bıraktı
efendim, dedi.
Sinan
Ümmî’nin gözleri gülüyordu:
— Öyle miii? dedi. Haydi odununu yüklen de
dönelim evladım.
Mısrî
sırtında odun demeti, iki büklüm, şeyhinin yanında dönerken Sinan Ümmî:
— Biliyor musun, dedi, o ayı yabandan değildi,
sadece senin nefsindendi!
Mısrî
hayretten açılmış gözlerle:
— Bilemedim efendim, dedi.
—
Görüyor musun nefsin sağ tarafını kapmış, bırakmıyor... (içini çekti) Şunu da
bilirsin elbet; O der ki: “Allah kimseye taşıyamayacağı yükü vermez.” Böyle
olunca, Allah dostları, müritlerine taşıyamayacağı yükü verebilirler mi?
Mısrî
fena hâlde utandı, yüzü kıpkırmızı oldu, soluğu kesildi, zorla fısıldadı:
— Vermezler efendim...
Bir
süre, yokuş aşağı hiç konuşmadan yürüdüler. Mısrî içinden “Yer yarılsa da yerin
dibine girsem.” diyordu kendine, hırsından ağlamak istiyordu.
Tekkeye
yaklaşırlarken Sinan Ümmî:
— Bir de oğlum, dedi, bahçıvan bahçesindeki
meyvenin olup olmadığını bilir. Yoksa ben senin gidip aileni ziyaret etmeni
istemez miyim? Fakat daha vakti gelmedi, o vakit gelecek. Belki Süleyman’ı da
yanına katarım, gidip annenin elini öpeceksin, tasalanma.
Mısrî’nin
içine bir temiz, bir güzel yağmur yağmış gibi oldu. Kendine hırsı geçivermişti.
Ferahladı, gizlice gitmekten vazgeçti o anda.
Sonraki
günler yavaş yavaş rahatladı, kafa dağınıklığı geçti, unutkanlığı kayboldu.
***
Bir
yaz akşamüzeri, beş gönül eri bahçede büyük bir çınarın altında oturmuş sohbet
ederken, söz dönüp dolaşıp Allah’ı dünya gözü ile görüp görmemeye geldi. En
içten istekleri onu görmek olduğu için duygularıyla konuşuyor, belki mümkün
olabileceğini söylüyorlardı.
— “Biz Allah’ı görebiliyoruz.” diyen bazı
sufiler var, diyordu Askerî.
Epeydir
susup konuşmayan Mısrî nihayet konuştu:
— Onların böyle söylemesi: “Biz Allah’ı
biliyoruz, kudretinin eserlerini görüyoruz.” anlamınadır.
— Herkes görüyor O’nun eserlerini, kör olmayan
herkes, dedi üşşakî, o zaman kendimize görüyoruz diye bir ayrıcalık tanımamız
neden?
Ahmet
Derviş:
— Kör olmayanların dışında kaç kişi
gördüklerinin Allah’ın eserleri olduğunun farkında? Burada, dedi, idraktir
önemli olan.
Çavdaroğlu:
— Her inanan insanda vardır bu idrak, dedi.
— O zaman, dedi Askerî, bazı sufilerin, “Biz
Allah’ı görüyoruz.” demeleri, sadece bir gösteriş ve övünme mi?
— Ya öyledir ya da cahilliktir, dedi Mısrî.
— Peki sen ne diyorsun Mısrî?
— Görülmez diyorum, çünkü Kur’an’ın söylediğine
göre, sanırım Enam 103’te falandır: “Gözler O’nu algılayamaz, O ise bütün
gözleri kuşatır.” Şimdi gözümüzün önünde böyle bir ayet olunca, daha neyin
tartışmasını yapıyoruz?
— Dervişler, dedi Çavdaroğlu, Mısrî’nin en
hoşuma giden tarafı, her söylediğini ispat eden bir Kuran ayeti getirmesi,
sağ olsun.
— O Kuranı bizden daha iyi biliyor da ondan,
dedi Askerî, hepimiz hafızız, lâkin onun kadar liyakatli değiliz Kuran
üzerinde. E, o da az dirsek çürütmemiş özel hocalarda efendim, El-Ezher’de,
içimizde bilgin olan o! Ha belki o da bizim kadar âşık değil, belki bilmiyorum,
şiirlerine bakınca, aşkı da cezbesi de bizden üstün.
Mısrî,
içini çekti:
— Aşkın sonu yok, dedi, tükenmez, bitmez;
oldum, dedirtmez... Böyle anlıyorum. Bana iltifat ettin Askerî Derviş, Allah
senden razı olsun. Aslında birbirimizden eksiğimiz fazlamız yok, hepimiz aşk
yolunun yolcularıyız ve her gelen günde
bir başka hâle değişmekteyiz. Bazen gün değil saatte, anda bile değişmekteyiz.
Onun için yolumuza duraklar koymak, sen şuradasın, ben buradayım demek, doğru
değil... Eee, bilgim ne derecede olursa olsun, aşk yoluna aşk gerektir, bilgi
ikinci planda kalır. Değil mi?
— Doğrudur, dediler.
— Lâkin mutlak gerektir bilgi, ikinci planda
olmasına rağmen.
— Herhâlde, dediler.
— Pekâlâ, dedi Çavdaroğlu, asıl konudan
uzaklaştık. Dervişler söyleyin bakayım, bir şeyin eserlerini, izini, belirtilerini
görmek, aslını görmek gibi olur mu?
— Olmaz, dediler.
— Olmaz, dedi Mısrî, ama günlük hayatta aksini
çok kullanırız. Güneş ışığını görünce ben güneşi gördüm diyebiliriz ve yalan söylememiş
oluruz. Aslında güneşi değil
sadece
ışığını görmüşüzdür. Sen eline aynayı alıp baktığında, kendimi gördüm
diyebilirsin aynadaki suret yüzünün aslı olmadığı hâlde, ama kendini görmüş
olman da yalan değildir. Yoksa Yaradan’ın belirtileri her yerde; senin, benim,
herkesin yüzünde; dağda, taşta, suda... Kâinatta hiçbir şey yoktur ki yüzünde,
üstünde Hak’tan bir görüntü, belirti taşımasın.
— Yine de görebilecek göz lazım.
— O göz âşığın gözüdür demek yeterli mi
arkadaşlar? Biz sultanımız Sinan Ümmî’nin yüzünde O’nun nurunu seyrediyoruz.
— Evet seyrediyoruz, dediler.
— Ama, O’nu görüyoruz demiyoruz!
— Evet!
— Bir zamanlar, bir kıza âşık olduğumu
sanıyordum. Onu gördüğüm zaman üzerinde mavi elbise, başında mavi başörtü
vardı; ona “mavi nur" demiştim için için. Allah’ın nuru demeye cesaret
edemediğim için, mavi nur demiştim. Hâlbuki cesaretle Allah’ın nurunu gördüm diyebilirmişim,
şimdi söylüyorum.
— Sonra ne oldu o kız?
— Bir fırtınalı gecede rehberim oldu, beni bir
kervansaraya ulaştırdı.
— Yaa!
— Tabii hayalinden bahsediyorum.
— Tabii yahu, anladık!
— Ama şimdi anlıyorum ki dervişler, bu hayalin
de gerçeği vardı. O gerçek neydi biliyor musunuz? Benim kendi özümün aşkıydı.
At beni sürüklerken o aşk beni canlandırdı, ilerilere baktırttı ve ışığı
gösterdi. Ve o aşk, o zaman gelecekteki şeyhime Odaklanmıştı yalnız. Çok şükür
şeyhime kavuştum. Şimdi onun yüzünde Allah’ın nurunu, yani belirtilerini
görebiliyorum demeye cesaret ediyorum. Hepimiz ediyoruz. Bu aşktan da içeri
başka bir gerçek var, o da Allah’a duyduğumuz aşk. Ondan içeri bir şey yok,
çünkü bu aşk en saf ve en temizidir.
— Doğru, dedi Kütahyalı..
Ahmet
Derviş dedi ki:
— Senin hikâyene benzer hikâyeler hepimizin
başından geçmiştir elbet. O kızlar bize gerçekten rehberlik ettiler, kimimize
manevi yoldan belki hiç görünmeden, kimimize görünerek fakat mutlak rehberlik
ederek bizi şeyhimize yönlendirdiler. Şimdi Allah aşkında bize rehberlik eden
Sultanımız Şeyhimiz gibi.
Hepsi
dalıp gitmişti bir yerlere, birden Uşaklı:
— Ezan okunuyor, dedi.
Hep
beraber kalktılar.
***
Mısrî,
camiden halka vaaz vermeye devam ediyordu. Şeyhi, onun bu halk içinden bir
kısım seçkinlere de konuşmasını istedi.
— Nelerden bahsedeyim efendim? diye sordu.
Ümmî
Sinan:
— İnandığın gerçekleri anlat evladım, dedi,
fazla süslemene yahut sembollerle konuşmana gerek yok, açık ve sade ol. Senin
sesin fevkalade etkili. Gerek konuştuğun konularla, gerek sesinin tonlamasıyla
dinleyicilerin ilgisini toplamayı iyi biliyorsun.
Birden
bu iltifat, Mısrî’yi utandırdı, yüzü kıpkırmızı oluverdi.
— Estağfurullah Sultanım, diyebildi.
— Fazla uzun da olmasın. Kısa ve etkili bir
sohbet, o kadar.
— Ne zaman konuşacağım efendim?
— Zikir öncesi olabilir, meydanın bir köşesinde
oturabilirsiniz.
— Kimler gelecek efendim?
— Halkın arasında hevesli, daha çok bilmeyi,
öğrenmeyi içtenlikle isteyen bazı kişiler var. Tahmin edeceğin gibi fazla
değil bu sayı, birkaç kişi. Lâkin icap ederse, tek kişiye de sohbet yapabiliriz
değil mi evladım? Yeter ki o kişi öğrenmek istesin, bizim hizmetimiz çoğa aza
bakmaz.
— Evet efendim.
— O hâlde “tevhidden” başla bakalım. Hayırlı
olsun oğlum!
***
Mısrî
karşısındaki dört adamın gözlerinin içine baktı şöyle bir; hepsi ciddi, hepsi
ilgiliydi, rahatladı:
— Sultanım, dedi, sizlere tevhidden bahsetmemi
emretti. Bu akşam ben tevhidden bahsedeyim, gelecek hafta sizin istediğiniz
bir başka konuda sohbet ederiz. Sorularınız olursa, lütfen çekinmeyin, sorun.
Adamlar
başlarını salladılar.
— Efendim, dedi Mısrî, Zariat suresinin, 56.
ayetinde Yüce Allah şöyle buyurur: “Ben insanları ve cinleri bana ibadet
etsinler diye yarattım.”
— Bilsinler diye yarattım, deniyor sanıyordum.
— Evet, mutasavvıflar böyle yorumlamışlardır bu
ayeti, biz hem bilsinler, hem de tevhit etsinler, yani birlesinler diye
anlıyoruz. Çünkü eğer ibadet eden; ibadetin anlamını, ibadetlerin maksadının
ne olduğunu bilmiyorsa, onun bu ibadetlerinin ona zerre kadar faydası dokunmaz.
Birlemek de, o kişinin zat, sıfat ve fiilleriyle kendini fâni, yok görmesidir.
Bir kişi bu mertebeye erişince her nereye baksa Hakk’ı görür. Çünkü o, zat,
sıfat ve fiillerinde fâni olmuş, tek ve hakiki varlık Allah kalmıştır.
Mısrî
adamlardan birinin ürperip 'Allah” dediğini duydu, yüzünden hafif bir tebessüm
geçti, sıcak sıcak baktı ona. Ve devam etti:
— İşte bir kimse bu makama gelince, Bakara
15’teki: “Her nereye bakarsanız Allah’ı görürsünüz.” ayetinin sırrına
ermiş olur... Yunus suresinin 25. ayetinde ise, Cenâb-ı Hakk: “Allah
kullarını selamet evine çağırır.” buyurur. Bununla işte O, kullarını
fiiller, sıfatlar ve zat tevhidine çağırır.
— Mısrî Derviş, üç tevhidin ne anlama geldiğini
de anlatır mısın bize?
Mısrî
öbürlerinin yüzlerine baktı, hepsi başını salladı,
—
Anlatayım, dedi, fiiller tevhidi arkadaşlar; kul, namaz, oruç, zekât, hac gibi
şeriatça emredilen hususları yerine getirerek şirk, haram yeme, zina, adam
öldürme gibi haram durumlardan sakınarak fiillerin selamet evine girer.
Sıfatlar tevhidine gelince; çeşitli ibadet ve zikirlerle insan kalbinde bulunan
kötü duyguların yani kin, aldatma, gıybet, haksızlık, tecavüz, haset, kibir,
riya gibi duyguların çıkarılıp nefs-i emmareden, nefs-i mutmaine aşamasına
gelip güzel sıfatlarla bezenmesidir.
— Gelecek sefere Mısrî Derviş, bize şu nefis
kademelerini anlat. Ne dersiniz arkadaşlar?
— Pek güzel olur, dediler.
— Peki, dedi Mısrî, zat tevhidine gelince; Yüce
Allah dışında bütün eşyadan ve insanlardan varlığı kaldırıp Allah’ı çok
zikretmek ve fikretmekle mümkün olur. Böylece fikir ve zikir çakmağından doğan
ateşin nuru, kalp âlemini aydınlatır ve sonuçta bu ateşin nuru Allah’tan başka
hiçbir şeyin hakiki varlığının bulunmadığını gösterir. İşte Vahdet-i Vücut
inancı budur.
— Öyleyse biz neyiz Mısrî Derviş?
— Biz! İnsanlar ve insan dışında her varlık
zannettiğimiz, aslında gölgeden gayri bir şey değildir. O’nun belirtilerini
taşıyan, O’nun nuru ile aydınlanmış gölgeler... O’nun nuru ile diyorum, çünkü
Allah dışındaki bütün varlık zannettiğimiz şeyler, O’nun sıfatlarının tezahürü,
yani belirmesidir, başka bir şey değillerdir, yani gerçek varlık değillerdir!.,
(birden kükredi) Şimdi, kim ki küfür ve imanı, kahır ve lütfü Hak’tan gayri
bile, şeytan odur ki, ona lanet olur. Kim ki insana ve eşyaya bir varlık verir
de, bu fikrin bir vehim olduğunu bilmez ise kara cahildir.
— Dur yavaş Mısrî Derviş, sanki bizler aksini
iddia ediyormuşuz gibi öfkeli konuştun. Madem öyle diyorsun, herhâlde öyledir,
fakat bu söylediklerin üzerinde bizim düşünüp tartışmamız icap eder ve böylece
gelecek haftaya sana birçok soru ile gelebiliriz, ama öfkeleneceksen...
Mısrî’nin
vecdli hâli birden çözüldü, kendine geldi:
— Hayır, dedi Mısrî, öfkelenmem. Zaten demin de
öfkeli değildim, heyecandan öyle konuştum. Sizleri kırdıysam özür dilerim,
sizleri kırdıysam çok üzülürüm, bağışlayın. Ve gelecek haftaya istediğiniz
kadar soru ile gelin.
— Sen üzülme, dediler ona, Allah razı olsun.
Bize o kadar şey anlattın, seni yorduk heyecanlandırdık, asıl sen bizi bağışla.
Mısrî
onları kapıya kadar uğurladı, hayır dualarını aldı.
Aslında
genç adam ayı olayından beri derin düşüncelere dalmış, büyük çapta bir iç
çatışmasına girmişti. Bu herhangi bir mücadeleden çok daha zorlu bir işti, tam
bir savaştı. Bu savaşın şiddetinden, hiç kararı kalmamıştı. Hiçbir yerde fazla
kalamıyor, dur otur bilmiyordu. Bazen kendisini minareden aşağı atmak, bazen
dağlardan aşağı yuvarlanmak istiyordu. Genellikle çok sinirli ve sabırsızdı;
dolaşarak düşünüyor, oturamıyordu bile. Arkadaşlarından kaçıyor, devamlı
yalnızlık istiyordu.
Bu
hâlini şeyhine açmayı düşündüğü günlerde, bir gün odasının içinde karşısında
parlak bir yıldız gördü. Gözlerini kapattı, fakat yıldız karşısında yine öyle
duruyordu, tekrar açtı yine yıldız. O zaman onu baş gözü ile değil, gönül gözü
ile gördüğünü anladı. Yine de ne yapacağını bilemedi; gönül gözü açılmıştı çok
şükür ama... Amma şaşkındı Mısrî ve ıstırap çekiyordu. Birkaç gün o yıldız
gözünden kaybolmadı, derken yıldız büyüdü büyüdü ay kadar oldu. Şimdi bir
parlak ay duruyordu gözünün önünde. Genç adam hâlini hiç olmazsa derviş arkadaşlarına
açmak istiyor fakat bir yandan da bu işin sonunu merak ediyordu... Birkaç gün
de gözünün önünde ay ile dolaştı. Sonra ay, büyüdü büyüdü güneş kadar oldu. Ona
bakamıyor gözleri kamaşıyordu ve güneş de yavaş yavaş büyüyüp bütün yönleri
kapladı, yıldızı ilk gördüğü zamanki ıstırabı geçmişti. Yavaş yavaş büyüyen
güneş, birden kayboldu. Mısrî, geçirdiği hâli, şeyhine anlattı.
Sinan
Ümmî dedi ki:
— Evladım sen, Allah’ın selamı üzerine olsun
İbrahim Peygamber’den kalan beşinci menzildesin! Beşinci menzilin hâli budur.
Hayırlı uğurlu olsun ve seni İbrahim Peygamber’in yolundan götüren, ona varis
kılan Allah’a hamdolsun.
Mısrî’nin
tedirgin, dur otur bilmeyen hâli düzelmiş, kararı yerine gelmiş, içi huzurla
dolmuştu. Artık, bedenen yapmakta olduğu az yemek, az uyumak, sırtında odun, un
taşımak gibi riyazeti terk etti. Epey yaşlanmış olan Rüzgâr’a un ve odun
taşıtıyor, normal insan gıdasını alıyordu. Özel olarak konuştuğu adamların
yanında bir daha hiç öfkeli davranmadı. Dinleyicisi dörtten, altıya yükselmişti...
Onların yavaş yavaş yetiştiklerini görmek Mısrî’ye büyük haz veriyordu. Ayrıca,
şeyhinin takdirlerini kazanıyor, dualarını alıyordu.
Gecelerden
bir gece, sabaha karşı Mısrî; en çok istediğine kavuştu. Bütün dervişlerin
hayali, O Sevgili’nin yüzünü gördü. Heyecan ve hamt etmekten ve şaşkınlıktan,
duyduğu derin, hiçbir hazza benzemeyen hazdan; ölmüş de dirilmiş gibiydi. Ne
kadar dirildiğinden de emin değildi. Sorsan ne gördüğünü bilmiyordu, ama
gördüğünden emindi. Böylece konuştu şeyhi ile.
— Allah’a hamdolsun, dedi Sinan Ümmî, hamt et
yavrum, hamt et... Şimdi bir çeşit sarhoşluk yaşıyorsun, hakkındır yaşa. Ama
yavaş yavaş kendine gelmeye çalış, yine onun karşısında fakir kul, Garip Derviş
Mısrî ol. Şükrü ağzından düşürme.
Mısrî,
bir şeyler söylemek istedi ama bir an sesi çıkmadı ve sonra ağzından şiir
döküldü. Orada şeyhinin yanında okudu:
Ey
Allah’ım seni sevmek ne güzeldir, ne güzeldir
Yolunda can u baş vermek ne güzeldir, ne güzeldir
Yolunda can u baş vermek ne güzeldir, ne güzeldir
Şol ismi
zâtını sürmek visalin gülünü dermek
Cemal-i pakini görmek ne güzeldir, ne güzeldir
Cemal-i pakini görmek ne güzeldir, ne güzeldir
Sürüp
dergâhına yüzler, döküp yaşı yere gözler
Bir olsa gece gündüzler ne güzeldir, ne güzeldir
Bir olsa gece gündüzler ne güzeldir, ne güzeldir
Visalin
derdine düşmek, yanıp aşk odına pişmek
Sonunda sana erişmek ne güzeldir ne güzeldir
Sonunda sana erişmek ne güzeldir ne güzeldir
Niyazı
yarını bulmak, yanında eğlenip kalmak
Varıp Bir ile bir olmak, ne güzeldir, ne güzel
Varıp Bir ile bir olmak, ne güzeldir, ne güzel
“Bir”le,
O Sevgili ile “Bir” olduğu için, tarifsiz sevinçler, derin mutluluklar
içindeydi. Nefsini o kadar temizlenmiş sanıyordu ki, bu birazcık da olsa
ürkütücü geliyordu ona. Bir de uzun yıllar önce onun söylediği bir söz geliyordu
aklına. Nefsi Mısrî’ye: “Biz ölür ölür, yine diriliriz.” demişti. Bu,
çok daha korkutucuydu. Hâlinin değişmemesi için, Rabb’ine yalvarıp dua
ediyordu. Allah aşkıyla dolan kalbi o kadar yumuşamıştı ki, herkese ve her şeye
sevgi doluydu, hepsi ile dosttu genç adam. Sarhoştu, bastığı toprak toprak
değil sanıyordu, sanki bulutlar üzerinde yürür, uçar gibiydi... Günlük bazı
maddi vazifelerini terk etmiş, kendini zikre vermişti. Onun bu vazifelerini
derviş arkadaşları, aralarında paylaşmışlardı, Sinan Ümmî’ye bildirmemeye
çalışıyorlardı... Sinan Ümmî, her şeyin farkındaydı bittabi. Bir gün Askerîye:
“İyi yaptınız görevleri paylaştınız.” dedi, “Mısrî’yi çok yakında Malatya’ya
göndereceğim, sonra başka işleri de olacak, siz devam edin.”
***
Zamanla
sarhoşluğu geçti, O Sevgilinin karşısında, kendisinin sadece kullardan bir
garip kul olduğunu kavradı Mısrî. Bastığı toprağı tanıdı, artık bulutlar
üzerinden yere inmişti... Bir gün, şeyhi onu yanına çağırttı:
— Oğlum, dedi, artık Malatya’ya gitme vaktin
geldi. Süleyman’ı da götür, o da maddi yolun çilelerini çekmeye alışsın, yeni
şehirler, köyler görsün, yeni insanlar tanısın. Sen onun hem öğretmeni hem
Derviş Ağa’sısın. (derken hafifçe güldü) Ona öğretmediğin bir güreş kaldı, o da
kalabilir! Haa, Rüzgâr ihtiyarladı gayri, onunla çıkma yola, ahırdan genç,
yola dayanıklı iki at seçin. Rüzgâr’ı merak etme, ben Çavdaroğlu’nu
görevlendireceğim, o bakacak artık, gözün arkada kalmasın. Parasız
kalırsanız hayvanları satıp gelen parayı harçlık yapın.
— Ne zaman çıkalım yola efendim?
— Yarın, sabah namazından sonra. Süleyman’ın haberi
var, bohçasını hazırlıyor annesi, sen de bir kontrol et o bohçayı, fazla şeyler
tıkıştırmalardır içine, onları çıkart... Giderken istediğin yerde konakla,
istediğin yerde birkaç gün kal... Malatya’dan İstanbul’a geçin. Süleyman
İstanbul’u da görsün, tanısın, bilsin. İstanbul’dan sonra buraya dönün, sizi
zamanla sınırlamıyorum. Lâkin çok da fazla eğlenmeyin.
— Efendim, Mardin’de öğretmenlik yaptığım
birkaç kardeş vardı, bir gün Mardin’e dönüp onları göreceğime söz vermiştim.
Şimdi bu sözümü yerine getirmek isterim, birkaç gün orada kalabiliriz.
Buyurduğunuz gibi yollarda fazla eğlenmeyiz. Süleyman’ın etrafı şöyle bir tanıyacağı
kadar gezer görür, insanlarla ahbaplık ederiz...
Mısrî,
şeyhiyle tanıştığı zaman yirmi dokuz yaşındaydı, burada tekkede de dokuz yılı
doldurmak üzereydi. BöyIece yaklaşık otuz sekiz yaşında, Ümmî Sinan’ın yirmi yaşındaki
oğlu Süleyman’la yeniden yollara düştü.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar