Print Friendly and PDF

BUKAĞI -3-


9
Mısrî, yola çıktıktan sonra ancak, yolları ne kadar çok özlediğini fark etti, bir süre konuşamadı Süleyman’la. Bu gidiş iki hasretlinin buluşmasına benziyordu çünkü. San­ki yollar da bu garip dervişi özlemiş gibiydi! Süleyman da iyi at bindiği için rahat gidiyorlar, atların yorulduklarını fark ettikçe onları dinlendirmek için konaklıyorlardı. Bir kervansarayda kalmak Süleyman için pek şaşırtıcı, hoş bir deneyim oldu. Sabah akşam mehterin çalması onun çok hoşuna gitti. Hayatında ilk defa mehter müziği işiti­yor, kulaktan duyduğu mehteri görüyordu...
İlkbahardı ve hava pek güzeldi, zevkli bir yolculuktu. Zaman zaman atlarıyla kervanlara katılıyorlardı, bu da hoşuna gidiyordu Süleyman’ın... Hedefleri önce Mardin, sonra Malatya idi. Mısrî, Mardin’deki çalışmalarından, ho­cası Abdürrezzak Efendi’den ve öğrencileri olan dört oğ­lan kardeşten bahsetmişti Süleyman’a:
 En küçüğü yedi yaşındaydı, Salih’ti ismi. Şimdi ko­ca adam olmalı. Dur bakayım kabaca hesaplayalım, üç yıl Mısır’da kaldım, üç yıl yollarda dolaştım, etti altı, eh Elmalı’da dokuz yıla yakın, dokuz diyelim. Evet eveet yir­mi iki, senin yaşını biraz geçmiş! Allah’ım nasıl geçiyor yıllar... Küçükken çok sevimliydi, hepsi öyleydi canım, birbirimiz çok sevmiştik.
 Seni sevmeyen bir öğrenciyi düşünemem bile.
          Bu sözünü bir iltifat kabul ediyorum Süleyman, sağ ol. Biraz düşündükten sonra, Süleyman’a bir ders olur umuduyla, şarap-şerbet macerasını da anlattı. Biliyor musun ben orada şarap içip kendimi bilmeyecek derece de sarhoş da oldum. Sızmış kalmışım anlayacağın.
          İnanmam!
          Dinle anlatayım, dedi Mısrî ve devam edip her şeyi anlattı. Kendisine sadaka veren o iyi adamı da ihmal et­meden sonunda, Allah bana acıda da o adamcağızı gön­derdi. Göndermeseydi hâlim nice olurdu, bilmem, dedi.
Süleyman’ın ağzı bir karış açık kalmıştı:
          Baştan acısaydı sana, o şarabı da içirtmezdi, dedi.
          Hayır, güzel Allah’ım bu olayla bana birkaç türlü ders verdi, farkında değil misin? En zorlusu da bir yaban­cıdan sadaka almaktı galiba, o zamanlar kibirliydim çün­kü. Biliyor musun o günden sonra yollarda zaman za­man sarhoş arandım yardım edebilmek için. Ve sonra­dan sonradan beni böyle denediği ve ders verdiği için çok şükrettim O’na. Sen de her denendiğinde, ki çok çok olur, sonuçta kalsan da geçsen de sınavı, onu sana verene şükretmelisin. Öğrendiğin dersler altın değerin­de oluyor çünkü, insan böyle böyle pişiyor, gerçek insan olmayı öğreniyor.
          Haklısın Derviş Ağa’m, lâkin bu seninki de gerçek­ten zorluymuş, ben olsam dayanamazdım sanki.
          Allah insana taşıyamayacağı yükü vermez, bunu hiç unutma. Hem insan kendisini iyi tanımaz her zaman. Dayanamazdım diyorsun ama, örneğin ben senin daha da zorlusuna dayanabileceğin kanaatindeyim.
***
Tükenmez gibi görünen yollar tükendi. Mardin, toprak renkli kocaman taş konaklarıyla eski Mardin’di, pek deği­şiklik yoktu. Mısrî önce Abdürrezzak Efendiye uğramak istedi, hocasını özlemişti. Fakat daha handa onun vefat ettiğini öğrendiler. Mısrî çok üzüldü ama elden ne gelir, Çaresizliğini ona dua edip rahmet dileyerek geçirmeye çalışacaktı artık.
Tüccarın evinde, kapıyı yakışıklı genç bir adam açtı. Mısrî âdeta fısıldayarak:
          Salih dedi, Salih sen misin?
          Ben Salih’im de sizler kimsiniz?
          Hele bir düşün bakalım, ben kim olabilirim?
          Aman Allah’ım, yoksa Mehmet Ağa’m sen misin?
Birbirlerine hasretle sarıldılar. Salih onları hemen içeri
aldı, ağabeylerini çağırmaya uşak gönderdi. Bu arada ablası dahil hepsinin evlenip barklandığını, babalarının işlerini hep beraber yürütüp geliştirdiklerini anlatıyordu. Babaları üç yıl önce dünya değiştirmişti çünkü...
Yarım saat sonra ev bayram yerine dönmüştü. Haberi duyanlar koşa koşa gelmişler: “Sözünde durdun ho­cam.” diye ona sarılıyor, “Ne öğrendikse senden öğren­dik” diye ellerini öpüyorlardı. Genç adamlar Mısrî ile Sü­leyman’ı hana göndermediler. Hepsi rica ediyordu, ken­di evlerinde kalmaları için... Nihayet çareyi dört gün Mar­din’de kalıp her geceyi birinin evinde geçirmekte buldu­lar. Salih daha evlenmemişti, annesiyle beraber yaşıyor­du. Artık bir hayli yaşlanmış olan anneleri de, bir gelip: Mısrî’yle Süleyman’a: “Hoş gelmişsiniz” dedi. Yaşlı kadı­nın gözleri parlıyordu Mısrî’ye bakarken, rahmetlinin onu hep hayırla andığını anlattı durdu.
***
Tekrar yola düştükleri zaman, Süleyman:
          Böyle sevilmek ne güzel Derviş Ağa’m, dedi.
          Hamdolsun, dedi, ama bugün sevilirim, yarın ba­karsın hiç sevilmem, her şey biz insanlar için, önemli olan senin insanlara karşı değişmemen, hepsini yarata­nın güzel Allah olduğunu ve içlerinde O’ndan bir nefes, yüzlerinde O’dan bir pırıltı taşıdıklarını hiç unutmaman. Ne demişti Yunus?
          Yaratılanı severiz Yaradan’dan ötürü!
          Ezberin nasıl gidiyor?
          Aşağı yukarı divanının yarısı ezberimde, ama ben seninkileri de ezberlemek istiyorum.
          Biliyorum, lâkin önce Yunus! O benim çok sevdi­ğim ustamdır çünkü. Ve Süleyman, Yunusu ezberlemek asla yetmez. Marifet onun gibi düşünebilmek, onun gibi duyumsamaktır; onun yüreğini, o çok geniş yüreği eline almış gibi olacaksın, onun duygularını, kendi duygun ya­pacaksın. Yapabilir misin?
          Öyle yapmaya çalışıyorum Derviş Ağa’m.
***
Malatya’ya yaklaştıkça bir başka heyecanlanıyordu Mısrî ve yaklaştıkça, geride bıraktıklarını ne kadar çok öz­lemiş olduğunu anlıyordu.
Annesi bir hayli yaşlanmış, bir hayli zayıflamıştı. Göz­lerinde yaşlarla oğluna sarılırken: “Yavrum, bir tanem,” diyordu, “burada olduğuna inanamıyorum, hep rüyala­rımda geldin bana çünkü.”
Ana oğulun böyle sarılmaları ve karşılıklı akıttıkları gözyaşları, Süleyman’ı da ağlattı.
İkisinin de heyecanları biraz geçince el ele yan yana oturdular. Hatice Hanım’ı bir öksürük nöbeti tuttu. Mısrî tedirginleşti, annesinin sırtını okşayıp durdu... Sonra Der­viş Ağasını sordu, Hatice Hanım sanki kıskanmış gibi:
          Sen gideli, Ahmet gideli bir oğlum o kaldı, dedi, ama hemen ne sorarsın onu? Yoksa beni bırakıp ona mı koşacaksın?
          Hayır seni bırakmayacağım, onu alıp buraya geti­receğim.
          Haberin yok mu a oğlum, o kadar mektuplaşırsınız, artık tekkemizin şeyhi, senin Derviş Ağa’n! Yazmadı mı sana? Evlendiğini yazdı mı bari?
Mısrî hayret etti ve Derviş Ağa’sının mektuplarının sa­dece Mısrî’nin manevi gelişmesi ile ilgili olduğunu, ken­disine dair haberleri, ben de iyiyim, diye geçiştirdiğini, yalnız evlendiğini yazdığını hatırladı. Ne büyük bir bencil­di ki Mısrî, bir kere bile onun manevi gelişmesini sorma­mıştı! Mısrî’nin içini ağır bir utanç sardı.
          Anacığım, dedi, izin ver gidip onu bulayım.
          Şu anda tekkede zikir meclisinde olmalı. Yanma varılamaz, bekle biraz, az sonra dağılırlar, gidip görür­sün. Biliyor musun, karısı da bana gelin değil evlat oldu, ablalarının yapamadıklarını bana o yapıyor. Ben oturup Kuranımı okurken kızcağız iki üç günde bir uğrayıp evi­mi temizliyor, iki kap yemeğimi yapıp gidiyor. Ablalarını sormadın?
          Derviş Ağa’ma dair, artık Şeyh Ağa’m demeliyim,' verdiğin haber beni o kadar şaşırttı ki, ablalarımı sora­madım.
          İyiler, ikisi de iyi, neredeyse gelinlik kızları, neredey­se yetişmiş oğulları var. Kocaları da ahlaklı çıktı. Bir dert­leri yok şükür. Ah bende de akıl bırakmadın oğlum! Yol­dan geldiniz, bir, aç mısınız diye sormadım. Haydi siz oturun, ben şimdi ısıtırım yemekleri. Dolma sarmış, çor­ba yapmıştı gelin kızım, hem de dedi ki; anacığım iki gün sonra geleceğim, onun için bolca yaptım. Bak Allah’ın işine bak, bolca yaptı, sanki geleceğinizi bilirmiş gibi!
          Sen rahatsız olma anacığım, biz Süleyman’la ısıtırız yemekleri.
          Haydi, ben bir oğluma onun yoldaşına sofra kura­mayacak kadar ihtiyarlamadım daha, sakın yerinizden kı­pırdamayın.
          Ahmet nereye gitti?
Hatice Hanım içini çekti:
          İstanbul’a, dedi, dar geldi Malatya!
          Biz de buradan İstanbul’a gideceğiz. Adresini bili­yorsan bana ver de, onu da ziyaret edeyim.
          Geldiğin gün gitmekten bahsetme bakayım! diye azarladı Mısrî’yi annesi. Sonra tekrar bir öksürük nöbeti­ne tutuldu. Bu öksürüklerden Mısrî tekrar tedirgin oldu, bir hekime danışıp danışmadıklarını sordu. Sormuşlar, şurup yapıp vermiş ama bir işe yaramamış... Halil oğlu, şeyh oğlu ona otlardan ilaçlar yaptırmış, onlarla biraz dü­zelmiş. Mısrî’nin aklında ince hastalık vardı, fakat annesi­ne bundan bahsetmedi.
***
Tekke meydanının loşluğuna gözleri biraz alışınca onu gördü Mısrî ve uzaktan seyretti. Önündeki rahlenin üze­rindeki kitaba dalmış okuyordu. Başında Nakşi tacı, si­yah sarığı, üzerinde siyah bir kaftan, saçlarına, sakalları­na kır düşmüş, yaşlanmış gibiydi. Yavaş yavaş yaklaştı Mısrî, arkasında Süleyman... O kadar dikkatli ve yavaş yürümüştü ki, Şeyh Ağa’sı onu işitmemişti. Usulca: “Şeyh Ağam” diye seslendi. O başını kaldırdı, kısa bir süre baktı Mısrî’ye, birden:
          Bismillah, dedi, abe yoksa sen misin kıymetlim?
Sarıldılar birbirlerine, ikisi de ağlıyordu, arkadan Sü­leyman’ın gözyaşları akmaya başladı!
          Adamım, adamım, diyordu Şeyh Halil, abe insan bir haber uçuramaz mı, geliyorum diye? Böyle ansızın karşıma çıktın, kalbim duracak sandım. Abe kıymetlim benim kıymetlim, dur bakayım sana, büyümüşsün be Mehmet, basbayağı adam olmuşsun!
Mısrî, Süleyman’ı tanıttı:
          Sultanım Sinan Ümmî’nin oğlu Süleyman. Şimdi ben onun Derviş Ağa’sıyım!..
Süleyman, Şeyh Halil’in elini öptü, o da onun iki ya­nağından.
          Maşallah maşallah! dedi.
Sonra müritlerden, tekkeden konuştular. Meydanı ge­nişletmişlerdi. “Şeyhimin bereketinden dolar taşar bura­sı, eski meydan dar geldi, genişletiverdik." diyordu Şeyh Halil. “Sana şimdi de Koca Şeyh mi diyorlar?” diye sor­du Mısrî, “Abe Koca Derviş unutuldu, şimdi Pehlivan Şeyh derler.” Yemek yiyip yemediklerini sordu Şeyh Ha­lil, “Yoksa tekkemizde her zaman kaşık atacak bir tas çorba bulunur.” dedi.
Hava kararıncaya kadar meydanda oturup konuştular. Cami cemaati toplanıyordu. Şeyh Halil, biraz da övüne­rek Mısrî’yi tanıttı onlara: “Hani bazen zikir öncesi ilahile­rini okuruz o Mısrî işte bu, bizim Mehmet, şeyhimin oğlu.”
Namazdan sonra avluya çıktılar, konuştular. Meyve bah­çesi daha da genişletilmişti. “O bana sevgili şeyhimin anısı, gözüm gibi baktırırım ona. Dervişler, müritler sepet sepet meyve götürürler buradan, fakir halktan da isteyen gelir, toplar, gider. Çocuklar bir iki, dalları kırar oldular, dervişlerden gözcü koymak zorunda kaldık.”
Yemeğe eve götürmek için ısrar etti Halil Şeyh, Mısrî: “Annem gönül koyar şimdi, yenge hanım kızmazsa sen gel bize...” “Kızmaz, ama bir haber vermek gerekir, siz gi­din, ben arkadan geleyim.” dedi Pehlivan Şeyh.
Elinde koca bir sahan etli pilavla geldi, yanındaki bir delikanlıya da küçük bir sepet meyve taşıtıyordu. “Benim oğlum Hasan." diye tanıttı onlara... Mısrî, Derviş Ağa’sının çocuklu dul bir kadınla evlendiğini bilmiyordu, böylece öğrenmiş oldu. Yemekte ve yemekten sonra hep Mısrî ile Pehlivan Şeyh konuşup durdular. Bir ara annesi: “Sizin konuşacaklarınız tükenmez, ben yatmaya gidiyo­rum.” diye ayrıldı, biraz sonra Hasan evine döndü, Süley­man yatmaya içeri odaya geçti. Onlar sabah namazına kadar oturup konuştular. Mısrî bazı ilahilerinin İstan­bul’da bestelenip çalındığını ondan duydu. Politik hava­dislere hemen hiç temas etmeden, hazır yalnız kalmış­ken, tasavvuf! bahislere daldılar. Ezanla kendilerine geldi­ler, Süleyman’ı da uyandırıp hep beraber tekkenin cami­sine gittiler.
Mısrî Malatya’da kaldıkları sürede Süleyman’a Malat­ya’yı gezdirdi, görülmesi lazım gelen camileri gösterdi, eski tekkesini beraberce ziyaret ettiler. Annesini de, Malat­ya’da ün kazanmış bir hekime götürdü. Haber iyi değildi, Hatice Hanım ince hastalık olmuştu. Doktor birtakım ilaçlar verdi. “Yaşlandım artık, ölümden de hiç kork­mam,” diyordu annesi, “ama ölmeden dünya gözüyle se­ni gördüm ya, bu bana yeter. İnce hastalıkmış kalın has­talıkmış ne olacak, elbet bir neden gösterecekler.” Vasiye­tini etti; kocası, şeyhi, kırk yedi yıl aynı yastığa beraberce baş koydukları Ali Efendinin türbesinde, onun ayak ucu­na gömülmek istiyordu. Başka bir isteği yoktu. Son dere­ce alçak gönüllü ve sade yaşamış, özverili bir kadındı.
Mısrî ablalarının ellerini öperek anneleri ile daha çok il­gilenmelerini rica etti: “Hastalığı ilerlemiş, tabii Allah bi­lir ya, bana yakında gider gibi geliyor.” dedi. Ablaları ona söz verdiler: “Gözün arkada kalmasın kardeşim.”
Annesinden, kardeşi Ahmet’in adresini aldı, oturdu, içinde yılların özlemiyle ona: “Gözümün nuru birader-i azizim Ahmet Efendi” diye başlayan, hasretini ifade eden, onunla ilgilenen, sıcak samimi bir mektup yazdı. Mektubu bitirmeden önce: “Yolu yitirdinse bilene sor, işittiklerine yüzün ko. Hizmetlerinden ayrılma ki, her der­dine derman onlarda bulunur. Kâmiller cimri olmaz. İş ki sen talip ol. Âşık ve sadık ol.” diye öğüt vermekten de geri durmadı.
Dönüşten önce, Şeyh Ağası onu karısıyla tanıştırmak istedi. “Senden ona da, Hasan’a da çok bahsettim. Bir seni görsün istiyorum.” dedi.
Hanım, Şeyh Ağa’sınınkine yaklaşan bir yaşta, temiz yüzlü, sevimli bir kadındı. Mısrî onun elini öptü. “Ben de bir evladınız sayılırım.” dedi. Sonra annesiyle ilgilendiği için ona teşekkürler etti, alakasının devamını rica etti.
“Annem Şeyh Ağa’mla size emanettir.” dedi.
Ümmî Sinan’ın söylediği gibi yaptılar; atları satıp para­sını cep harçlığı olarak yanlarına aldılar.
Sonra bir sabah İstanbul’a uğrayacak bir ticaret kerva­nına katılıp yola çıktılar. Malatya’ya gelir gelmez Mısrî, Kâsım’a yazmış, Süleyman’la beraber olduklarını, bir sü­re onlarda kalacaklarını söylemişti. Yolda epey bir zaman ona Kâsım’ı, ailesini, rahmetli doktor babasını anlattı. Ve birden şaşırdı, Melekşan ismini ne kadar rahat söyleyivermişti. Gerçi Allah aşkı kalbine dolarken yavaş yavaş Melekşan silinivermişti, ama yine de şaşırdı işte kendi ra­hatlığına.
Süleyman:
          Eyvah, Derviş Ağa’m, dedi, yine ağlayarak birbirini­ze sarılacağınız bir kimsen daha mı var? Demek bana da gözyaşları göründü!
          Korkma, dedi Mısrî, bu sefer güleceksin, çünkü ge­çen defa gittiğim zaman bizim Kâsım’ın kahkahaları ma­halleyi sarmıştı!
          Çok neşeli biri öyle mi?
          Öyledir, gülmek için fırsat arar. Kendisi mümindir ama, doğrusu hakikati aramaya hiç heveslenmedi. Ba­zen babamın tekkesinde sohbetlere katılır ve uyur gider­di. O çocukluğundan beri politikayla ilgiliydi. Saraya gir­mek isterdi ve dediğini yaptı, girdi. O kahkahaları atan yumuşak yüzünün ardında, ne istediğini bilen, dediğini yapan, inatçı fakat çok düzgün bir karakteri vardır. Çok sağlam bir arkadaştır. Biz on yaşındayken birbirimizden ayrıldık, o zaman bu zaman mektuplaşırız. Ona her şeyi­mi emanet edebilirim, o kadar da dürüsttür.
          Lâkin baksana, hakikat yolunda değilmiş.
          İlle hakikat yolunu seçenlerle arkadaş olacaksak, az arkadaşımız olur Süleyman. Benim için bir insanın mü­min olması, inanmış ve şeriata uygun davranan birisi ol­ması yeter. Kâsım’ın bana yaptığı hayırlı bir iş de var; za­man zaman, gözlerimi bu dünyaya ve memleket sorun­larına açar. Eh, arada sırada o da gerekli!
          Biz tekkede hiç politika konuşmayız da...
          Tekkede o kadar gerekli olmayabilir, lâkin unutma eskiden beri padişahlarımızla gazaya katılan çok derviş ve şeyh olmuştur. Çoğu şeyi, bir padişahın yanında da­nışmanlık hizmeti vermiş, duasının bereketiyle askere moral olmuştur.
          Fakat sen o Vanî Efendi’nin. padişahımızın hocası olmasına üzüldün!
          Çünkü o, bütün dervişlere, şeyhlere ve bilhassa zikir ile devrana ve semaya düşman birisiymiş. Şeyh Ağa’mı duymadın mı anlatırken, ikimiz de daha çocuk olan pa­dişahımızın aklını çelmesinden korkarız.
          Bir insan, zikrullaha devrana ve semaya nasıl düş­man olabilir anlamıyorum.
          Doğrusu ben de anlamıyorum ama, Kadızadeler diye bir grup türedi. Bunlar taa Gazalî zamanında konuşulup, halledilmiş olan pek çok soruyu yeniden gündeme getir­diler. Saçma sapan ve aslında hiç de İslamiyetin ruhuna uymayan şeyler iddia edip bizlere düşman oldular... Son­radan anlattı ağam, sen işitmedin, bunlar yollarda yaka­ladıkları dervişleri dövüp güya kendilerince imana davet ediyorlarmış, bazı tekkeleri basmışlar falan. Allah sonu­muzu hayreyleye..
          Bize de sataşırlar mı dersin?
— Kim bilir, göreceğiz bakalım.
          Karşı çıkmak lazım.
          Evet, ben aşağı yukarı senin yaşlardayken ilk defa duymuştum bu Kadızade olaylarını. Çok kızmıştım ve bir Kadızade ile karşılaşıp onu yenmeyi çok istemiştim. Şim­di içime doğan şu ki, biz bu Vanî Efendi ile çok kavga edeceğiz!
          Belki de sultanımız onun etkisinde kalmaz.
          Şimdi çocuktur, kalır ama büyüdükten sonra, ken­disi fikreylemeye başladığı zaman inşallah kurtulur etki­sinden. Dedim ya, Allah sonumuzu hayreylesin.
***
İstanbul yolunda Mısrî, bir de şiir yazdı, sonra Süley­man'a okudu:
Bahr içinde katreyim bahr oldu hayran bana
Ferş içinde zerreyim arş oldu seyran bana
Dost göründü çün ayan, kalmadı bir şey nihân
Tufan olursa cihan bir katre tûfân bana
Sûretde nem var benim, sîretdedir madenim
Kopsa kıyamet bugün gelmez perişan bana
Kâf-ı dil ankâsıyım sırrın âşinâsıyım
Endîşeler hasıyım ad oldu insan bana
Niyazi’nin dilinden Yunus durur söyleyen
Herkese çü can gerek Yûnus durur can bana
          Çok güzel, dedi Süleyman, çok güzel.
Bir süre gittiler, Süleyman gayet mahcup, sordu:
          Sana sormayı çok istediğim bir şey var Derviş Ağa’m, bilmem cevap verebilir misin bana?
          Sor bakalım.
          “Dost göründü” diyorsun, daha önce de bir şiirin­de söylemiştin. Meye benziyor Allah, işte bunu çok me­rak ediyorum.
          Önce şunu söyleyeyim, Allah hiçbir şeye benze­mez! İhlas suresini bilmez misin sanki, orada açık açık söylenmiyor mu: “Eşi ve benzeri yoktur.” diye.
          Biliyorum da, sana nasıl soracağımı çıkartamadım.
          Hazreti Mevlâna’ya da buna benzer soru sormuşlar. O: “Ben ol da bil.” demiş. İnşaallah sen de göreceksin Süleyman Derviş, inşallah. Bazı sırlar vardır ki asla açık­lanmaz. Onları ne sohbetlerde işitebilirsin, ne de kitaplar­da okuyabilirsin. Çünkü bu yalnız o kişi ile Cenabıhak ara­sında bir sırdır. Görüyorsun, bu soruna cevap veremem.
***
İstanbul seyahati güzel geçti. Kâsımlar’da kaldılar. Mısrî, Kiraz’la hasret giderdi. Altın topu onu tanımış gi­biydi, sanki sevindi Mısrî’nin kokusunu duyunca. Şiş­manlamış, bir hayli de yaşlanmıştı. Mısrî ile Süleyman daha çok dışarıdaydılar; İstanbul camilerini ve Halveti tekkelerini gezdiler, özledikleri devrana, zikirlere katıldılar. Kâsım’ın rehberliğine pek gerek kalmadı, istedikleri bir yeri sora sora buluyorlar, oradan bir diğerinin adresini alıyorlardı. Bol bol yürüdüler, zaman zaman faytona bin­diler. İstanbul’un büyüklüğü ve güzelliği karşısında Süley­man hayret dolu bir hayranlık içindeydi. Mısrî: “İnsan yü­rüyerek gezerse, bir şehri daha çabuk öğrenir.” diyordu.
Bir gün de Ahmet’in evine ansızın gidiverdiler. İki kar­deş birbirine hüzünlü bir sevinçle sarıldı. Ahmet heyecan içinde, onları içeri buyur etti; sedire oturtup arkalarım yastıklarla besledi; bir taraftan da konuşuyordu:
          Mektubunu aldım ağabey, nasıl sevindim anlatamam, diyordu, şimdi de kendin geldin, yoldaşını getirmişsin, Allah senden razı olsun. Hep seninle temas kurmayı iste­dim ama bir türlü olamadı; Pehlivan Şeyh bana senin Elmalıda olduğunu yazmış, adres vermişti ama, işte...
Mısrî, Ahmet’in kendisinden çekindiğini ve çocukluğu boyunca da hep çekinmiş olduğunu o anda fark etti, içi kardeşine karşı şefkatle doldu. Babası hayatta iken yalnız onun elini tutmuş, yanı başından ayrılmamıştı, sessiz ve sakindi... Mısrî ile Kâsım beraberliği, güreşleri, Koca Derviş’le arkadaşlıkları, ona hep gürültülü ve abartılı gelmiş­ti, onlardan çekinmişti. Oyunlarına pek az katılmış, güre­şe ise hiç heveslenmemişti. İşte şimdi de, ağabeysiyle bir türlü temas kuramadığını söylüyordu. Eski çekinmelerin bir payı olmalıydı bu temassızlıkta... Bunları bir anda dü­şünen Mısrî, Ahmet’e iltifatlar etti ve çok içten davrandı; mektubundaki sorusunu tekrarladı: “Yolda mısın, yoksa yitirdin mi?”
Ahmet kızardı, önüne baktı:
          Yitirmiştim ağabey, dedi, şeyhim göçtü. O üzüntü ile ne onun halifesine ne de bir başkasına biat ettim, böylece yolumu da yitirdim. Ama senin mektubun gönlüme ilaç gibi geldi, onu diriltti sanki ve ben de Pehlivan Şeyh’e yazdım, artık onun müridi olmak istediğimi söy­ledim. İnşallah ondan hayırlı bir cevap gelecek, bekliyo­rum.
Laf lafı açtı, konuştular, tebessümler ettiler. Mısrî, Ah­met’in ikiz bebeklerini sevdi, sonra üçü beraber akşam yemeği yedi. Yenge Hanım, şöyle bir görünüp: “Hoş gel­diniz.” dedi. Ahmet’in ısrarlarına rağmen; Kâsım merak eder diye geceyi orada geçirmediler, döndüler...
Bu beraberlik iki kardeşe de pek iyi gelmişti. Sonradan dostlukları, pek sık olmasa da mektuplarla devam etti.
***
O sıralarda İstanbul’da “Olan Şeyhi İbrahim Efendi” di­ye bir zat vardı. Kendisi bir kısım halktan iltifat görmekle beraber, hakkındaki bazı dedikodular hiç hoş değildi. Sü­leyman bu şeyhi de ziyaret etmek istedi. Mısrî şöyle bir gönlüne danıştı, sonuç olumsuzdu. Hem kendisi gitmedi
hem de Süleyman’ı göndermedi. Süleyman çok üzüldü ve bir süre küstü Mısrî’ye, küslüğe asla dayanamayan Mısrî:
          Şimdi gel barışalım, dedi ona, davamızı Elmalıya erteleyelim, orada Şeyh babanın fikrini soralım, eğer o, yanlış bir iş yaptığımı söylerse senden özür dileyeceğim. Eğer benim tarafımı tutarsa sen benden özür dileme, haklılığımı kabul et, yeter.
Mısrî ile konuşamamaktan zaten canı sıkılmaya başla­yan Süleyman, bu teklifi pek hoş karşıladı, hocasının eli­ni öptü.
          Ama sana küstüğüm için kabahatliyim, bu yaptı­ğımdan dolayı ben senden özür dilerim, dedi. Birbirleri­ne sarılıp, barıştılar.
***
Bir gün Kâsım, birkaç arkadaşının Mısrî ile tanışmak istediğini; eğer Mehmet izin verirse onları o akşam eve getireceğini söyledi. Mısrî memnuniyetle kabul etti. Efen­di, hoş adamlardı, şuradan buradan sohbet açıldı; bil­hassa Vanî Efendi konuşuldu. Böyle bir zatın genç padi­şaha hocalık etmesinden onlar da rahatsızlardı. Adamın söyledikleriyle kendi yaşantısının hiç uymadığını da an­lattılar. Fek şaşaalı bir hayat tarzı varmış. Camideki bir vaazı sırasında, bu durumunu ona bir hatırlatan olmuş, o da şöyle bir cevap vermiş: “Be hey nadan, dünyanın kendisi kötü ve kötülenmiş değildir. Cümlenin istediği ve üstün saydığı bir değerli nimettir. Kötülenen tarafı onun kullanılmasıdır. İşte ondan yararlanmada sen, bana ben­zer ve eşit değilsin! Bir lokmanın yenmesi sana hara' iken, aklımın ve ilmimin kuvvetiyle bana helal olur.” Hep beraber gülüştüler, Mısrî tebessüm etti ama, bu gülüm­seyişin ardında derin endişeler yatıyordu. Nihayet orta yaşın biraz üstünde olan Kâzım Efendi, Mısrî’ye:
          Dervişim, dedi, bu üzücü bahisleri bırakalım. Size sormak istediğim bir şey var, izninizle sorayım. Efendim, ben kendimi mümin saymam, pek yetişmedim dinî ko­nularda, ancak yaş ilerleyince, malum insan bu bahislere merak sarıyor. Cahilliğimi bağışlayınız, fakat şirk konusu­na aklımı taktım. Benim bildiğim şirk, Allah’a eş koş­maktır, yani putlara tapmaktır. Fakat geçenlerde biri, bir­kaç türlü şirk vardır, dedi. Utandığımdan ona sorama­dım. Acaba bizleri şirk konusunda aydınlatır mısınız?
          Tabii efendim, dedi Mısrî, Allah’ın selamı üzerine ol­sun Peygamber’imiz Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Adem oğlunda bir et parçası vardır ki, o iyi olduğu za­man bütün ceset iyi olur, o bozulduğu zaman bütün ce­set de bozulur; o kalptir.” Kalbin bozukluğu şirktir. Evet, anlamı Allah’a eş koşmaktır ve dört türlü olur. Hamdol­sun, Yüce Allah dört şirkin karşısına, onu yok eden dört tevhit ile, kulunu esenlik evine çağırır. Birinci şirk sizin söylediğiniz, müşriklerin yaptığı gibi putlara tapmaktır. Bunun karşısındaki tevhit: “Bil ki Allah’tan başka ilah yoktur.” ayetidir, La ilahe illallah!..
          İşte ben bu kadarını biliyorum, dedi Kâzım Efendi.
          Efendim, ikinci şirk; fiiller şirkidir ki, yani fiili, hare­keti, davranışı kuldan bilmek, Allah’tan bilmemektir. Bu­nun karşısındaki tevhit ise; Allah’ın Hud aleyhisselamdan naklen söylediği: “Hiçbir canlı yoktur ki Allah ona el koy­mamış olsun.” ayetidir.
Kâsım da dahil misafirlerin hepsi bir:
          Yaa, demek böyle! dediler.
Süleyman içinden şaşıyordu: “Bu koskoca adamlar bunları nasıl bilmez?” diye.
          Üçüncü şirk, dedi Mısrî, sıfatlar şirkidir; kula izafi, görece değil mutlak olarak kemal nispet ederek olur... Bu üçüncü şirke karşılık olarak birlemesi; Cenabıhakk’ın: “Hamt âlemlerin Rabb’ine mahsustur.” ayetidir. Bu gö­rüşte olan şöyle der: “Her güzel şey, O’nun güzel yüzü­nün aksidir. Belki her güzelin güzelliği odur.” Dördüncü şirk ise Gerçek Varlık’ta şirktir ki; buna karşılık olarak tevhid de; Kassas suresindeki: “O’nun yüzünden başka her şey helak olacaktır.” ayetidir. Bu birleme ile, Hakk’ın varlı­ğı ile halkın varlığı birbirinden ayrılır. Tevhid’in bu dört mertebesinden her biri, kendi miktarınca sahibini selamet evine sokar. Aksi hâlde, kalp bu dört şirkten ne kadar bo­zulursa insan da o derece bozulur ve o kişi azaba çarptı­rılır.
Mısrî, onu dikkatle dinleyenlerin yüzüne baktı. Sanki her biri, bir ayrı şirkten azap çekmekteydi; alınlar kırış­mış, gözler gölgelenmişti. Havada bir gerginlik vardı. Bu­nun üzerine Mısrî, bu şirk türlerinin daha ziyade kimlerde bulunduğunu anlattı:
          Fiiller şirki daha çok çarşı pazar ehlinde, sıfatlar şir­ki ileri gelenlerde, özellikle bilginlerde, zat şirki ise genel­likle mevki sahiplerinde, bilhassa şeyhlerde bulunur!
          Aman ağam, ayağını denk bas, dedi Kâsım.
Mısrî, tebessüm etti, onlar gülüştüler, biraz önce geri­len hava düzeldi; Mısrî’den hiç olmazsa bir şiirini okuma­sını rica ettiler.
***
Bu kez, Süleyman’ın da aşağıda bulunmasından ötü­rü Melekşan inmedi “hoş geldiniz”e, Mihriban Hanım, to­runuyla yalnız geldi... Torun, delikanlılık çağına yaklaş­mış, tıpkı anasına benzeyen bir güzel çocuktu. Mihriban Hanım:
          Mehmet çocuğum, dedi, geçen sefer geldiğinde, Mehmet Zihni babasını ziyarete gitmişti, onun için sana gösterememiştim. Bak işte Melekşan’ın oğlu bu. Ne de yakışıklı değil mi? Annesine benziyor değil mi? Öp am­canın elini Mehmet Zihni!
Mısrî aradaki benzerliği tabii ki farketmişti, ama hiç sarsılmadı. Çocuğu sevip okşadıktan sonra, Mihriban Hanım’a:
          Teyzeciğim, dedi, umarım Melekşan Hanım afiyet­tedir.
          Afiyette afiyette şükür de, kendisini dine pek kaptır­dı. Beş vakit namazına beş vakit daha katıyor sanki, mü­temadiyen Kur’an okuyor, ramazanlarda hatimler indiri­yor. Bana göre bu kadarı fazla! Bir evleniverseydi, Meh­met Zihnime de ben bakar, ona yük etmezdim.
Kâsım lafa karıştı.
          Biliyor musun senin şeyhliğini bekleyenlerden biri de Melekşan? Tetkik etmiş; Halvetiliğin ona uygun bir ta­rikat olduğunu söylüyor ve Mehmet ağam şeyh olursa ona mürit olacağım diyor. Sen pek kıymet vermezsin kı­za ama, o seni, çocukluğumuzdan beri çok sever, mek­tuplarını sanki benden daha sabırsız bekler.
Mısrî, bu ani itiraf karşısında şaşırdı. “Yoksa o da bana mı...” diye geçti aklından, sonra bu ihtimali derhâl kov­du kafasından ve suratına budala bir tebessüm takıp:
          Hiç kıymet vermez olur muyum tabii veririm, o da bir kardeşim sayılır, dedi.
          Şimdi söyle bakayım bana Mehmet, diyordu Mihriban Hanım, hiç hanımlar tarikata girerler mi? Tehlikeli ol­maz mı onlar için?
          Tabii ki girerler efendim, dedi, Mısrî, Kuranı Kerim’de birçok yerde erkekle kadına beraber hitap vardır, iki cinsi eşit kabul eder kitabımız. Bir erkek Allah yolun­da ne kadar ilerleyebilirse, kadın da o kadar ilerleyebilir. İbn Arabî’nin pek çok kadın müridi varmış. O, kadınların “Kutup” dahi olabileceklerini söyler. Yani bir tarikata gir­mesi tehlikeli değildir, pek münasiptir. Kur’an’ı anlayacak kadar Arapçası var mıdır?
          Olmaz olur mu? Ağabeysinin bütün hocaları ona da ders verdiler, Farsçası da pek ileridir.
Mısrî, annesinin ve ablalarının Mihriban Hanıma ve Melekşan’a yolladıkları çok ağır işlemeli örtüleri Mihriban Hanıma verdi. Şeyh Ağa’sı da; çok eski, el yazması kıy­metli bir Kuran yollamıştı Kâsım’a.
***
Dönüş yolunda Mısrî, kalbi hiç titremeden, Melekşan’ın sadece Kâsım’ın kardeşi olması dolayısıyla, kendi­sinin de gerçekten kardeşi sayılabileceğini düşündü. “Eğer,” dedi kendi kendine, “sahiden müridim olursa ne güzel olur! Bak Allah’ın işine beni önce ona âşık etti, sonra da manevi terbiyesini bana verecek! Güzel Al­lah’ım ne hoş, ne anlamlı işlerin var senin.”
İkisi de Elmalı’yı çok özlemişti; hele Mısrî, şeyhini dü­şündükçe içi yanıyordu, yakan bir hasreti vardı, tıpkı mürşit aramak için yollara düştüğü zamanki gibi. Dört arkadaşını, tekkeye gelip gidenleri, dergâhı, ormanlı da­ğı, vadiden akan suyu, Rüzgâr’ı, değirmeni, hatta un çu­vallarını sırtında taşımayı bile... Ve bilhassa halveti özle­mişti. Süleyman’da bir de anne, kardeş özlemi vardı. Vel­hasıl, gelişlerinden daha çabuk döndükleri hâlde, yol on­lara uzun geldi. Mısrî şeyhine pek kıymetli ve çok eski bir el yazması Kur’an-ı Kerim, dört arkadaşına ve şeyhin öbür oğlu Mehmet’e de, İbn Arabi’nin yine eski el yazma­sı beş ayrı risalesini götürüyordu. Bunlar arasında Füsus ile Risale-i Ahadiyet de bulunuyordu. Atını satmakla ka­zandığı bütün parasını bu kitaplara vermişti.
Yollar, kervanlar, kervansaraylar, yollar... Nihayet Mısrî’nin dilinden mısralar döküldü:
Dost illerinin menzili key âli göründü
Derd-i dile derman olan Elmalı göründü
          Bu şiir uzar, dedi Süleyman.
          Uzayacak tabii, dedi Mısrî.
Ramazan arifesinden bir gün önce Elmalıya vardılar. Dergâhta sevinçle karşılandılar. Şeyh Ümmî Sinan, ikisini de alılarından öptü, dört erle ve Süleyman’ın kardeşi ile sarmaş dolaş oldular. Hepsi çok beğendi Mısrî’nin hedi­yelerini. Süleyman da cicili bicili ayna, tarak, çeşitli keh­ribar ve akik tespihler almıştı babasına, dört gönül erine ve kardeşine... Armağanlar dağıldıktan sonra, Süleyman, ana hasretini dindirmek için doğru hareme koştu.
Ümmî Sinan, Mısrî’ye:
          İyi ki döndün evladım, dedi, ben de ramazanın bi­rinci günü camide, orucun faziletleri konusunda yapıla­cak konuşmayı bu dört erimden hangisine versem diye düşünüyordum. Artık sen yap, bizim seni özlediğimiz gi­bi cami cemaati de özlemiştir, sen yap konuşmayı, dedi.
          Emredersiniz efendim, dedi Mısrî.
          Şimdi anlat bakalım bize, nerelere gittiniz, kimlerle görüştünüz, neler yaptınız, tek tek anlat.
Mısrî uzun uzun anlattı, söz “Olan Şeyhi İbrahim Efendiye geldi.
          Onu ne ziyaret etmek, ne de Süleyman’a ziyaret et­tirmek istedim, dedi Mısrî, bu yüzden Süleyman bana küstü, ben de o sırada küslüğünü geçirmek için size da­nışmayı teklif ettim.
          Evet, dedi Sinan Ümmî, onun hakkında bazı sözler benim de kulağıma gelmişti, pek doğru, pek iyi yapmış­sın evladım. Ben, Süleyman’la konuşurum.
***
Ramazan ve oruç üzerine güzel bir konuşma hazırla­mıştı Mısrî. Camiye giderken şeyhinin elini öpmek üzere yanına uğradı, dört arkadaşı Sinan Ümmî’yle beraberdi, dedi ki:
          Dört arkadaşın da seninle beraber gidip vaazını dinleyecek... Ha aklımdayken (yanında duran somunu Mısrî’ye uzattı) Vaazdan sonra, caminin avlusunda, çeş­me başında oturup, yersin afiyetle.
Mısrî, derin bir hayrete düştü. Ramazan günü, hem de orucun faziletleri konusunda bir vaaz verdikten sonra, çeşmenin başında ekmek yemek de ne oluyordu?.. Fa­kat bu soruyu kafasından attı, o bir müritti ve çok sevdi­ği şeyhi ne derse onu yapmak mecburiyetindeydi; boşu­na dememişler eskiler: “Şeyh bir rüzgârsa, mürit, önün­de uçuşan bir sonbahar yaprağıdır.” diye. Mısrî’nin bu yola girerken ilk öğrendiği şey de, bir müridin; şeyhinin elinde ancak ölü yıkayıcısının elindeki ceset gibi olması lazım geldiği idi: “Emredersiniz sultanım!” dedi.
Mısrî, somunu heybesinin gözüne attı, dört arkadaşıy­la birlikte camiye doğru ağır ağır yürüdü. Ne Mısrî, onla­ra bir şey sordu, ne de onlar konuştular...
Vaaz gerçekten çok güzeldi. Mısrî’nin kalplere işleyen ağır, kalın, ahenkli sesi, söylediklerini büsbütün güzelleş­tiriyordu. Onu dikkatle dinlediler, bazıları ağladı.
Sonunda cemaat dağılmaya başladı. Mısrî hızla yürü­yüp önlerine geçti, doğru avludaki çeşmenin başına gidip yere bağdaş kurup oturdu, heybesinden çıkardığı somu­nu elindeki bir tas suya katık ederek yemeye başladı. Dört arkadaşı onu takip etmiş, Mısrî’ye pek uzak olma­yan yerlerde durmuş bekliyordu... Ne olacağı hakkında düşünmüyordu Mısrî, donmuş gibiydi, yalnız eli ve ağzı, tamamıyla hissiz birer makine gibi çalışıyordu. Bazıları onu görmeden geçtiler. Derken bir delikanlının feryadı işitildi:
          Bize vaaz veren dervişe bakın, ekmek yiyooor!
          Kim?
          Nerede?
          Ne demek?
Sesler birbirine karıştı, adamlar birbirine karıştı, büyük bir kalabalık çevirdi Mısrî’nin çevresini; yaşlıca bir softa:
          Arkadaşlar bunu dövüp öldürmek helaldir! diye çığ­lık atıp Mısrî’nin üzerine yürüdü. O elini kaldırırken çev­resindeki adamlar Mısrî’ye yumruklan indirmeye başladı­lar. Kendilerine göre, Yaradan’a sığınıp acımasızca vuru­yorlardı. O anda, dört arkadaşı, adamları hızla yararak Mısrî’nin yanma geldi. Onu dertop edip, kalabalığa tek­meler savurarak aralarından geçirdiler, hızla camiden çı­kıp, beşi birden dergâha doğru koşmaya başladı... Kala­balık bir süre onları kovaladı, ama içlerinden biri:
          Sinan Ümmî hatırına durun, diye bağırdı.
Adamlar birer ikişer durdular, adam devam etti:
          Şeyhi ona en güzel cezayı verecektir, bize düşmez artık onu kovalamak, dedi...
Bazıları mırın kırın ettiler, söylendiler, ama oruç da baş­larına vurmuştu zaten, geri yürüyüp evlerine, dükkânları­na doğru dağıldılar...
Mısrî yediği yumruklardan, yokuş yukarı koşmaktan bitap düşmüştü; Askerî, ciddi bir yüzle:
          Doğru sultanımızın yanma, dedi.
Mısrînin yanağından kan sızıyor, bütün vücudu ağrı­yordu. Beşi birden kapının yanma sıralandı ve teslim işa­reti olarak; ayak mühürleyip, niyâz hâlinde durup bekledi. Sinan Ümmî’nin yanında, kasabadan birkaç kişi vardı. Onlarla konuşmaya devam etti bir süre, nihayet kapıda bekleyenlere döndü; Mısrî’yi baştan ayağa süzdü:
          Demek Ramazan günü, ekmek yemek, ha! diye gürledi, sonra öbür müritlerine hitaben, yine gürleyip de­di ki, bilerek oruç bozmanın cezası altmış gündür, atın bunu hücresine, altmış gün oruç tutacak, yediği ekmek onun bütün iftarlarına karşı gelir, yiyecek bir şey verilme­yecek ve sesi yumuşadı, ölmesini bekleyeceğiz!
Beşi birden bağır basıp geri geri çıktı odadan.
Mısrî, arkadaşlan ile helalleşip, yeri toprak, kendisi ta­buttan biraz daha büyük olan karanlık hücreye girdi, ar­kasından kapı kapandı. Mısrî bu hücrede birçok kez hal­vet çıkarmıştı, her zamanki düşmanlarını yine gördü; şeytan ve adam kılığında kendi nefsinin bütün kötü huy­ları; ona sırıtarak bakıyorlardı. Şeytan dedi ki onlara:
          Derviş olduğundan dolayı buna altmış günlük ceza yeter mi sizce?
          Altmış günde ölmeye hiç niyetimiz yok! diye cevap verdi öbürleri.
Mısrî, kendi kendine: “Ölmeye hiç niyetimiz yok! De­mek böyle, göreceğiz, inşallah göreceğiz.” dedi.
Sonra, cebinden mendilini çıkarıp yanağından akan kanın üzerine sıkıca bastırdı bir süre, kan durunca men­dili çekip yine cebine koydu ve sızlayan vücudu ile ken­dini yere atıp secdeye vardı:
          Sana hamdolsun Yarabb’im, bu sefer öldüğümü bana göster, fakir sırrına ulaştır Yarabb’im!
Ve kalkıp secdeden, sırtını duvara dayayıp zikrine baş­ladı.
***
Elmalı’da halk arasında Sinan Ümmî’nin Mısrî’ye ver­diği ceza konuşuluyordu. Bir kısmı onaylıyor, diğer bir kısmı, Mısrî’nin camideki vaazlarına hayran olanlar ise: “İftarsız olması doğru değildir, günah zavallıya, ölecek karşılarında ekmek yiyen Mısrî cezasını bulmuş, adamla­rın içleri ferahlamıştı! Yalnız birkaç kişi: “Aslında bu iş, şeyh ile mürit arasında bir cilvedir ki, bizim aklımız er­mez.” diyordu. Tekkede Ümmî Sinan ve dervişlerle sık sık görüşen, gönlünü onlara kaptırmış bir hoca dedi ki yal­nız: “Burada ne ceza vardır, ne de azarlama... Şeyh Haz­retleri ceza vermemiştir ve Mısrî, bu hâli bir ceza kabul etmemiştir. Bu, onun yetişmesi için ortaya konan, sonu inşallah hayırlı olacak bir çeşit İlahî oyundur.”
Arkadaşları dervişlerin de içleri rahattı. “Mısrî, her za­man kırk günü az bulmaz mıydı? İşte bu kez altmış gün­lük bir izin çıktı.” diye düşünüyorlardı.
Elmalı için bile soğuk geçen kış günleri başlamıştı. Donduran rüzgârın esip haykırdığı bir gece Süleyman babasına, Mısrî’ye bir battaniye verip veremeyeceğini sordu. Sinan Ümmî, kısa bir süre düşündükten sonra: “Onun gönül ateşi yeterlidir, battaniyeye lüzum yoktur.” dedi.
***
Karlar eriyip, bahar yüzünü göstermeye başladıktan birkaç gün sonra altmış gün dolmuştu. Sinan Ümmî, ya­nına dört müridi ve arkasına diğer dervişlerini alıp hücre­nin kapısına hızla yürüdü, yavaşça tıkırdattı kapıyı, içeri seslendi:
          Mehmet Mısrî nasılsın?
İçerden oldukça cılız ve fakat kararlı bir ses cevap verdi:
          Sağlığınıza duacıyım şeyhim!
          Bakıyorum daha ölmemişsin, sana bir kırk gün da­ha halvet Mehmet Mısrî!
Dört er, bu sefer gerçekten şaşırmıştı, ancak hiçbiri fi­kir yürütmeye cesaret edemedi. Sessizce dağıldılar...
Elmalı halkı da şaşırmıştı, bu işe... Bir kısım halk: “Gördünüz mü oruç bozmak ne biçim bir günahmış?” diye ürperip konuşuyor, Mısrî’ye hayran olanlar: “Şeyhle mürit arasındaki bu cilve ne zaman son bulacak?” diye merak ediyordu. Dergâha gönlünü kaptırmış olan hoca da: “Demek Mısrî’nin sınavı bunca güçlüymüş!” diye düşünüyor, fakat bu düşüncesini kimseye söylemiyordu, ancak tekkede diğer müritlerle konuşuyordu.
O kırk gün içinde; Kütahyalı Gülaboğlu Askerî, Uşaklı Müslihüddin, Derviş Ahmet ve Çavdaroğlu Müfti Derviş, sanki birbirleriyle yarışırcasına, birbiri ardından “Bir”le “Bir” oldular... Başlarına gelen harikulade olaydan sonra, büyüklenmediler, büyük bir alçak gönüllülükle hâllerini kabullendiler. Kimi herkesten kaçıp yalnız başına kalma­yı seçti, kimi daha çok ortalıkta salındı, fakat hepsi gün­lük ibadetlerine muntazam devam etti... Kimin ne, nasıl, ne şekilde gördüğüne dair aralarında bile konuşmadılar; heyecanlarını içlerinde sakladılar, gözlerine türlü renkli ışıltılar düştü. Artık hepsi de Mısrî’nin nefsinin bir an ön­ce ölmesini ve sınavının son bulmasını istiyordu. Şurada yüz gün dolmaya kaç gün kalmıştı; gün sayıyorlardı... Fakat hiçbirinin aklından Mısrî’nin ölmüş olabileceği geç­miyordu. Telaşlanan Süleyman’dı ama onun da dili var­mıyordu öleblieceğini söylemeye. Bazı bazı sessizce gi­dip Mısrî’nin hücre kapısından içeriyi dinlemeye çalışıyor, fakat tek bir ses işitmiyor, daha ziyade telaşlanıyordu.
Gelenek olarak esmasını ve sülukünü tamamlamış bulunan dört gönül erine hilafet ve icazet töreni yapılma­sı gerekiyordu; fakat Sinan Ümmî bu konuda hiç konuş­muyordu, onlardan biri bile, konuyu Şeyhine açmaya ce­saret edemiyordu. Bekliyorlardı.
Dergâhtaki bütün dervişler, Elmalıda halk bekliyordu. ***
Nihayet Mısrî’nin yüzüncü günü doldu.
Elmalı halkından merak edip yüz günü sayanlar, tek­keyi doldurdular...
O gün, akşam namazından sonra Sinan Ümmî doğru Mısrî’nin hücresine yürüdü, arkasında dört er, Süleyman, bütün dervişler ve en arkadan merak eden Elmalılılar... Koridor doldu taştı. Hücreden hiç ses gelmiyordu. Sinan Ümmî kapıyı aralayıp içeri seslendi:
          Mehmet Mısrî nasılsın?
İçerden ses gelmedi. Ümmî Sinan tekrar sordu, içer­den ses gelmedi, üçüncü kez tekrar sordu, içerden “Hû” ile karışık, hafif bir inleme sesi duyuldu. Herkes derin bir nefes aldı.
Sinan Ümmî, kapıyı yavaşça açtı; yürüdü, arkasından dört er onu takip etti. Mısrî kıbleye doğru, yüzükoyun uzanmış yatıyordu. Sinan Ümmî başta, onu tutup yerden kaldırdılar, Mısrî’nin gözleri kapalıydı. Sinan Ümmî bir ko­luna, diğerine Askerî girdi, yürütmeye çalıştılar. Mısrî yürüyemiyordu. Şeyhi, sert bir sesle:
          Yürü evladım Mehmet Mısrî, dedi, ölmeden önce öldün şükür, yürü!
Mısrî’nin bacaklarında bir hareket oldu, sıkı sıkı tutu­yorlardı kolundan Sinan ümmi ve Askerî onu hafifçe sü­rükler gibi yürütüyorlardı. Mısrî onlara uymaya çalıştı. Ağır ağır çıktılar kapıdan. Genç adamın saçları ve sakal­ları pamuk gibi olmuş, ağarmıştı; avurtları o kadar içeri çökmüştü ki, sağ yanağındaki büyük et beni, âdeta kü­çülmüş görünüyordu. Başta Süleyman, birçok derviş ve halktan bazıları ağlıyordu. Kafile Sinan Ümmî’nin selam­lıktaki odasına yönelmişti. Mısrî’yi sedirin üstüne oturtup etrafını yastıklarla beslediler, onun gözleri açılır gibiydi, Sinan Ümmî:
          Ne bekliyorsunuz, su getirin, dedi.
İlk gün yalnız su içebildi Mısrî, ertesi gün yoğurtlu çor­baya başladılar, daha ertesi gün yoğurtlu çorbanın içine biraz ekmek içi doğradılar, üç gün sonra gözleri açılmış, tam kendine gelebilmişti. Mısrî halvete girdikten sonra, Ümmî Sinan, kırk koyun aldırarak onları besiye çekmiş­ti. Dördüncü gün bu koyunlardan biri kesilerek ona ke­bap oldu; böylece onu ete başlatmış oldular. Sonraki günler geriye kalan otuz dokuz koyun bir bir kesildi, baş­ta Mısrî olmak üzere herkes kebap yedi. Böylece haftalar geçti, Mısrî kendini adamakıllı topladı. Âdet gereği kim­se ona halvet hâllerini sormadı; ancak Sinan Ümmî ile yalnız ve baş başa konuştular uzun bir süre. Mısrî, gü­lümseyerek çıktı şeyhinin odasından.
***
Bir cuma günü, Mısrî ve dört arkadaşının hilafet ve icazet töreni, dervişlerin ve halkın önünde yapıldı. Gele­nek gereği, hepsinin başlarına siyah Halveti tacını Sinan Ümmî tekbirlerle geçirdi ve destarlarını sardı. Ancak Mısrî’nin tacında, Kadiri tarikatındaki sülukünden dolayı Kadirilik sembolü olan, iç içe geçmiş üç halkadan olu­şan bir kırmızı gül bulunuyordu. Tarikat adabına göre böyle saadet tacı giyen kimsenin, kötü görülmüş on iki sıfatı terk etmiş olması gerekirdi. Bu on iki sıfat: cehalet, isyan, nefsin arzuları, hırs ve tamahkârlık, dünya sevgisi, arzu ve heves, kibir, birine eziyet ve zarar vermek, cimri­lik, Allah’ın kazasına teslim olmamak ve gaflet idi... Bir salikin saadet tacına layık olması için, tevhidi dilinden ve kalbinden bırakmaması ve O Sevgiliye ulaşmak için yol bulmaya gayret etmesi gerekirdi. Bu beş gönül eri, ger­çek bir sadakat ve doğrulukla çalışmış, çabalamış ve taç­larını hak etmişlerdi.
Ve hepsinin ayrı bir manevi anlamı olan diğer hediye­leri de yine Sinan Ümmî tarafından verildi: hırka, bel ku­şağı, tespih, alem, asa ve seccade... Kalabalık tekbir ge­tirdi, sonra coşup Mısrî’den bir vaaz istediler, ısrar ettiler. Nihayet Mısrî öne çıkıp:
          Sizlere son vaazım bir şiir olsun, dedi ve okudu:
Uyan gözünü aç durma yalvar güzel Allah’a
Yolundan izin ırma yalvar güzel Allah’a
Her geceye kâim ol her gündüze sâim ol
Hem zikrile dâim ol yalvar güzel Allah’a
Bir gün bu gözün görmez hem kulağın işitmez
Bu fırsat ele girmez yalvar güzel Allah’a
Sağlığı gâniment bil her sâati nimet bil
Gizlice ibâdet kıl yalvar güzel Allah’a
Ömrünü hiçe satma kendini oda atma
Her şâm u seher yatma yalvar güzel Allah’a
Her vakt-i seherde bin lutfı gelir Allah’ın
O vakt uyanır kalbin yalvar güzel Allah’a
Allah’ın adın yâd et cân ile dili şâd et
Bülbül gibi feryat et yalvar güzel Allah’a
Dervişler ve halktan bazıları: “Dediğin gibi yapacağız.”, “Seni unutmayacağız.” “Yolun açık olsun” diye bağırdı­lar... Tekrar tekbir getirdiler ve yavaş yavaş dağıldılar.
Beşine de yol görünmüştü. Hepsi bir tarafa dağılıp ir­şat vazifelerine başlayacaktı. Mısrî’nin payına tekrar Uşak düşmüştü. Şeyhi: “Hele bir git Uşak a, sonra bakalım Al­lah ne gösterecek!” demişti... Mısrî çıktıktan sonra, Ümmî Sinan içini çekip yanında bulunan dervişlerine de­di ki: “Aslında bu umman bu kaba sığmaz.”
Elmalı’nın yol aynmına kadar beşi birlikte gitti. Sonra Mısrî onlardan ayrılıp Uşak taraflarından geçecek bir ker­vana katılmak üzere yürümeye başladı. Artık çok yaşlan­mış olan Rüzgâr’ı tekkede bırakmış, onun boynuna sarı­lıp vedalaşmıştı.
Mısrî yine yürüyordu, bu kez o kadar neşeli değildi... Omuzunda irşat sorumluluğu, gönlünde ayrıldıklarının özlemi, ağzında buruk bir tat ve midesinde bir kavuran burkuştu; yürüyordu... üzün yıllardan beri içindeki bütün şiirleri ezbere bildiği, kendisine Derviş Ağa’sının armağa­nı olan Yunus Divanını, Süleyman’a hediye etmişti. Şim­di heybesinde yine birkaç parça çamaşır, şiir defteri, Uşaktaki pirdaşı Şeyh Mehmet Efendiye armağan bir­kaç risale ile bir kehribar tespih, Gül Ahmet Dervişe gül gül tıraşlanmış bir akik tespih ve birkaç günlük azık bu­lunuyordu.
Denizli’ye bağlı Serinhisar Köyünde misafir kaldı, köy­lüler onu çok iyi karşılamışlardı, muhtar:
          Kervanın geçmesine daha bir iki gün var şeyhim, lütfet burada kal, bize vaaz et, nasihat ver, din konusun­da müşkillerimiz, sorularımız var, bize yardım et, dedi.
İlk defa biri ona, “şeyhim” diye hitap ediyordu; Mısrî’nin içinde hafif utançla karışık bir sevinç dalgalandı; “İnşal­lah ömrüm boyu, bu hitaba layık olurum.” diye düşün­dü.
Bütün sorular şeriata dairdi. Hepsini cevapladı Mısrî, sonra onlara içinde nasihat olan birkaç şiirini okudu, peş peşe. Köylüler pek memnun kaldılar.
Mısrî her zaman yaptığı gibi:
          Bunları evde çoluk çocuğunuza da anlatın. Hanım­lar cahil olursa, hakları sizde kalır, sonra yarın hesaba çe­kilirsiniz, demeyi unutmadı.
          Sen de bu şiirlerini bize yazıver de; çoban Halil oku­ma yazma bilir, o arada sırada bize okur, dedi muhtar.
Şiir defterinden kopardığı birkaç sayfaya okuduğu şi­irleri yazdı Mısrî. Muhtar onları alıp saygıyla katladı ve Kur’an-ı Kerim içine koyup sakladı.
Ertesi gün kervan gelip ulaştı... Kervanbaşı, üzülerek burada yolcu almak âdetinde olmadığını, boş devesinin bulunmadığını söylediyse de Mısrî: “Ziyanı yok, ben yü­rürüm.” dedi, fakat bir devenin üstündeki gençten biri, devesinden inip: “Şeyhim sen yürürken bana hayvana binmek yaraşmaz.” deyip, âdeta zorlayarak Mısrî yi kendi devesine bindirdi: “Az sonra zaten bir kervansarayda ko­naklayacağız, bazı yolcular orada ayrılacaklar, develer boşalacak.” demeyi de ihmal etmedi, Mısrî’nin içi rahat etsin diye...
***
Uşak’ta Şeyh Mehmet, dokuz yıldır zaman zaman sev­giyle hatırladığı Mısrî’yi başında tacı ile karşısında görün­ce pek sevindi; ona sarıldı:
          Pirdaş olduk Mısrî’ın, pirdaş! Az zaman değil, de­mek dokuz yıl hizmet ettin Şeyhimize!
          Daha da edebilirdim, hayatımdan memnundum, dedi Mısrî.
          Mürşitlik sorumluluğu, ha?!
          O da var tabii de, asıl şeyhimden ve dört yoldaşım dervişten, ayrılmak zor geldi!
          Alışırsın, alışırsın ayrılığa, artık kimler gelecek, kim­ler geçecek hayatından, dedi.
Mısrî’nin geldiğini duyan Gül Ahmet Derviş, izinsiz dal­dı içeri. Bir an sonra yaptığının farkında oldu, kızarıp özür diledi Şeyh Mehmet’ten, sonra Mısrî’ye sarılıp şeyhliğini kutladı.
          Güllerin de tam budanma mevsimi, dedi, gülümse­yerek.
Mısrî de gülümsedi:
          Budarız kuzum Gül Ahmet, budarız, dedi.
Mısrî, bir süre misafirlik ettikten sonra tekkede, Uşak’ın kenar mahallelerinden birindeki camide fakir halka vaaz verip nasihat etmeye başladı. Bir bekleyiş içindeydi, çün­kü şeyhi: “Hele bir git bakalım, sonra bakalım Allah ne gösterecek.” demişti. Onun bu sözünden Mısrî, başka bir şehre gideceğine dair bir ima sezmişti.
Bu arada İstanbul’da ağalar saltanatı çökmüş, fakat devlet düzeni de tamamen bozulmuştu. Genç sultan naibesi Tarhan Valide Sultan, devleti emanet edebileceği sadrazam aramakla meşguldü. Bir taraftan Girit'i İtalyan­ların elinden alma savaşı devam ediyordu. Tarhan Valide Sultan, birkaç sadrazam denedi fakat hiçbirinden umut ettiği sonucu alamadı. Gizli müşavirleri ile görüşmeye 4devam ediyordu, daha çok âlim ve sanatkâr olan bu mü­şavirlerin etkisiyle saltanat naibesi, Köprülü Mehmet Pa­şa ile görüşmeye razı oldu. Fakat Köprülünün bazı şart­ları vardı, Osmanlı tarihinde bir kişinin sadrazam olabil­mek için sultanlara şart koştuğu görülmemişti. Bu du­rum Tarhan Sultanı şaşırttıysa da, bir bakıma da Köprülü’ye güven duydurdu.
Ve sonunda, Tarhan Sultan, Köprülü’nün istediği mut­lak salahiyetleri ona vererek saltanat naibeliğinden çekil­di. Yıl, 1656 idi. Bu tarih Mısrî’nin tacını giyip, mürşit ol­duğu yıldı. Osmanlı tarihinde, yirmi yedi yıl sürecek olan Köprülüler Devri, bu tarihten itibaren başlamış oldu. IV Mehmet ise on dört yaşını sekiz ay geçe; reşit ilan edildi.
***
Mısrî, Uşak’tan Şeyh Ağasına ve Kâsım’a mektup ya­zarak, mürşit olduğunu ve geçici olarak Uşak’ta bulundu­ğunu haber vermiş, adresini yazmıştı. Şeyh Ağasından
hemen cevap geldi; annesinin vefat ettiğini söylüyor, üzüntülerini bildiriyor, ne kadar sakin ve rahat gittiğinden bahsediyor, sonra da: “Şimdilik gelmene lüzum yok, bü­tün dinî vecibeleri ve vasiyeti yerine getirildi.” diyordu. Mısrî, tahmin ettiğinden de fazla hüzünlendi, annesi için Yasin okurken ağladı.
Kâsım’ın mektubu çok daha geç geldi; bittabi Köprülü’den överek bahsediyor ve Mısrî’yi çok ilgilendireceği için ilk önemli icraatını anlatıyordu: “Köprülü Paşanın sadrazam olduğunun yedinci cuma günü, Fatih Camii’nde cuma namazı sırasında müezzinler Nat-ı Şerif okurlarken, büyük bir grup Kadızadeli camiyi basarak Nat-ı Şerif’in makamla okunmasına itiraz etmişler, onla­ra kulak asmayıp devam eden müezzinleri dövmek iste­mişler, cemaatten müdahaleler olmuş, insanlar birbirine girmiş, neredeyse kan dökülecek bir kavga yaşanmış, daha sonra hızlarını alamayan Kadızadeliler tekkelere hü­cum etmişler, tekkeleri yıkmışlar, yollarda rastladıkları şeyh ve dervişleri dövmüşler ve güya imana davet etmiş­ler. Velhasıl bir kıyamettir kopmuş, daha sonra silahlana­rak Fatih Camiinde toplanmaya başlamışlar. İşte olayı haber alan Köprülü Mehmet Paşa derhâl duruma el koy­du ve bunların başını çeken Üstüvani Mehmet Efendi, Türk Ahmet ve Divâne Mustafa’yı Kıbrıs’a sürdü. Şimdi­lik tekkeler, şeyhler ve dervişler nefes almış görünmek­te."
Haber üzerine Mısrî biraz rahatladıysa da, hâlâ Vanî Efendinin delikanlı padişah üzerindeki etkisinden korku­yordu. Çünkü gönlü bu konuda hiç rahat değildi.
***
O günlerde, Afyonkarahisar sancağına bağlı Çal kaza­sından bir heyet tekkeye gelerek; Mehmet Efendi’den kendilerine dinî konuları öğretecek, halka vaaz ve nasihat edecek bir din adamını tavsiye etmesini istediler. Meh­met Efendi, Mısrî’yi tavsiye etti. Mısrî de, Mehmet Efendi’nin ricasını kırmayarak gelen heyetle beraber, Çal’a doğru yola koyuldu. Gerçi orada şeyhlik söz konusu de­ğildi, ama Mısrî hiç gocunmadı, onun için önemli olan, bir şekilde halka hizmet idi. Çal’da zevkle, şevkle yeni gö­revine başladı, şehrin ileri gelenleri ona bir ev vermişlerdi, rahatı yerindeydi. Ancak zaman geçtikçe Mısrî, Çal halkı­nın dinî konulardan ziyade dünya konularıyla ilgilendikle­rini, para pul kazanmak dururken gidip vaaz dinlemeyi is­temediklerini anladı. Kasabanın dinine bağlı, tasavvufa meraklı bir halkı yoktu; dinî konuları da hiç merak etmi­yorlar, öğrenmek istemiyorlardı. Ayrıca Mısrî aleyhine, adeta Mısrî’ye işittirecek tarzda ileri geri konuşmaya baş­lamışlardı, bilhassa: “Bizim kendi adamlarımız daha iyidir, ne vardı sanki taa Uşaklardan adam getirecek.”, “Haydi getirdiler bari bizimkilerden daha bilgili olsaydı.” diye söy­leniyorlardı. Mısrî bir süre, “Ya sabır” çekerek duymazdan geldi onları; fakat vaaz ettiği cami giderek boşalıyor, genç adam bazen birkaç yaşlı kişiye konuşmak zorunda kalı­yordu; onlar da bol bol uyukluyorlardı. Nihayet kendileri­ni getiren adamlardan birkaçını ziyaret ederek durumu anlattı ve Uşak’a dönmek için izin istedi.
***
Uşak’a dönüp, Şeyh Mehmet Efendiye Çal’ı anlattı:
— Şeyhim, dedi, çok sabretmeye çalıştım ama olma­dı, aslında ben ayrılmadım oradan, onlar beni kovdular.
          Sen gittikten sonra bir rüya gördüm, orada çok sı­kılacağını anladım ama iş işten geçmiş, gitmiştin bir ke­re. Senin bugünlerde dönmeni bekliyordum zaten. Sıkıl­dın lâkin sana da bir tecrübe oldu bu vazife, demek Al­lah böyle nasip etmiş.
          Acaba bu Allah’ın bir sınavı mıydı? Bunu orada çok düşündüm.
          Bence O, senin birtakım irfandan yoksun dinsiz adamları da tanımanı istedi. Dedim ya bir tecrübe kazan­manı istedi. Tabii burada senin alacağın tavır önemliydi, çok sabrettim diyorsun, bu iyi bir şey, sabrımızla da de­neniriz biliyorsun. O adamlar da, kendilerine verilen bir fırsatı değerlendirmemiş oldular, onlar da sınandılar ve geçemediler imtihanı. Güzel Allah’ım bir tek olayla kaç kişiyi dener, görüyor musun? Hep böyledir.
          Evet, dedi Mısrî, gönlü hiç rahat değildi; acaba bek­lenilen sabrı tam gösterememiş, erken mi ayrılmıştı ora­dan?.. Yoksa O’nu öfkelendirmiş miydi? Zaman zaman Allah’ı kendisini terk etti gibi hissediyor, çok tedirgin olu­yordu. Oysa iyi bilirdi ki; O Sevgili, asla bir kulunu terk etmez. Fakat gönlü kanıyor, konuşup duruyordu: “O Sevgili bir kuş değil ki uçup da kaçtı desem, ama yansı­ması kuştadır. O Sevgili bir çiçek değil ki, soldu desem, ama yansıması çiçektedir. O Sevgili bir insan değil ki, sı­kıldı bıraktı desem, ama yansıması insandadır.” Böyle terk edilmiş hissederek kendini, içini bir çöle döndürdü Mısrî ve her adımda sanki kumlara bata çıka yürümeye çalıştı. Eski camisinde vaaza devam etti, tekkede devran­lara katıldı. Fakat hiçbirinde bir tat bulamadı. Bu sefer korkmaya başladı. Artık onun için hüzünlü demek yeter­li değildi, Mısrî sırf hüzün olmuştu. Ve bir gün hâlini Şeyh Mehmet’e anlatıp: “Bu hâlin çaresi halvettir, izin ver ba­na, burada senin tekkende halvete gireyim.” dedi.
Kırk gün sonra Mısrî, yıkanıp temizlenmiş, zayıflığı yok olmuş, vecdle dışarı çıktı. Halvet boyunca Allah’ının onu terk etmediğini, yine bir imtihandan geçirdiğini anlamış, zikirleriyle gönlünü arındırmıştı. “Herkesin bir devası, ila­cı vardır, benimki halvet.” diyordu pirdaşına...
Birkaç gün sonra bu kez Kütahya’dan bir heyet geldi Şeyh Mehmet’e. Onlar da Kütahya’da tekkenişin olabile­cek bir şeyh istiyorlardı. “İstediğinizin âlâsı var burada. Bizim tekkede misafirimizdir kendisi, ismi Mısrî Efendi, belki şiirlerinden tanırsınız onu, Niyâzî mahlası da kulla­nır.” Hayır tanımıyorlardı fakat: “Şeyh Mehmet tavsiye et­tiğine göre, mutlaka o da yetişmiş iyi bir şeyhtir.” diye düşünüyorlardı.
Böylece Mısrî’nin Kütahya serüveni başladı...
Mısrî’yi yerleştirdikleri Halveti tekkesiyle, o zamana kadar daha sülukünü tamamlamamış Bahşızade Ahmet Efendi isimli bir zat ilgileniyormuş. Mısrî bu zattan pek hoşlandı, onu hemen ilk müridi olarak eğitimine aldı. Tekkenin açıldığını işiten Kütahyalılardan bir kısım, bi­rer ikişer mürit olmaya başladılar. Mısrî’yi çok bilgili ve bilhassa çok etkili buluyorlardı. Artık tekkede sohbetler, zikir ve devran başlamış, kaç yıldır cansız olan dergâh, birden canlanmıştı. Mısrî gelenlere tarikat adabını, düze­nini telkin ediyor, irşatla uğraşıyor, gelenleri aydınlatıyor­du; mürit olsunlar olmasınlar tekkeye devam edenler, dikkat ve kıskançlık çekecek kadar fazlalaşmıştı.
Bir zaman sonra, sünnet ehli geçinen bazı kimseler aralarında konuşmaya başladılar. Bu Mısrî Efendi ne ya­pıyordu? Neredeyse bütün Kütahya’yı tekkeye doldura­caktı... Bu zat, niçin padişah emrine itaat etmez, sünnet ehline uymaz; sesli zikir ve devran yaptırırdı. Fısıldaşarak konuşanların sesleri gittikçe yükseldi: “Tekke de ney­miş?” diyorlardı. “Kapatılsa; yerine mektep medrese açıl­sa, vaiz yetişse, hoca yetişse çok daha hayırlı olur.” diyor­lardı... “Bu adam büyücü müdür nedir, herkesi etkisine alıverdi!” diyorlardı. Kütahya’da bir kısım halk arasında tam anlamıyla Kadızade zihniyeti baş göstermeye başla­mıştı. Nihayet, “Mısrî Efendinin katli vaciptir”e vardırdılar işi... Bütün bu söylentiler Mısrî’nin kulağına geliyor, fakat aldırmıyordu, kendini tam anlamıyla müritlerine adamıştı... Bir süre daha geçti, derken Mısrî pek sevgili mürşidi Şeyh Sinan Ümmî’nin vefat haberini Kütahya’da bir yılı doldurmak üzeriydi, fakat artık o buralara sığamazdı, acısı o kadar büyüktü. Kahrolmuş, matemlere girmişti. Gidip pirdaşı ile dertleşmek, acısını paylaşmak istiyor­du... Buna şiddetle ihtiyacı vardı. Ve bir gün Mısrî, yerine Bahşızade Ahmet Efendi’yi halife olarak bırakıp Kütah­ya’yı terk etti...
Uşak’a dönüş yolunda, şeyhinin ölümü üzerine şiir ya­zıp, tarih düşürdü. Bu şiirle acısını haykırmak, biraz fe­rahlık verdi ona.
Şeyh Mehmet Efendi de çok üzüntülüydü, fakat Mısrî’nin perişan hâlini görünce biraz toparlanmak gereğini hissetti ve ona: “Allah’ın takdirine bu kadar acı fazla, hiç olmazsa bizlere fazla, çünkü bu kadar acı, bir anlamda O’na karşı gelmek oluyor.” dedi. Zaten Mısrî de aynı şeyleri düşünmüş fakat duygularına hâkim olamamıştı... Karşılıklı oturup bol bol Şeyh Ümmî Sinan’dan söz açtılar, birbirlerine onunla ilgili anılarını anlattılar, onun sözlerini tekrarladılar, bir anlamda onu tekrar tekrar yaşattılar. Ya­şattılar, acılarına merhem yaptılar.
***•
Mısrî’nin irşat görevi ile Uşak’a geldiğinden beri beş yıl geçmişti... Gönlünde Bursa özlemi uyanmıştı. O şeyhini ilk kez rüyasında Bursa’da görmüştü. Bursa’da dostlar, arkadaşlar bırakmıştı. Gidip Bursa’ya yerleşmeye karar verdi. Kırk yaşını geçmişti ve kırk yaş onun manevi haya­tında bazı değişiklikler yapmış; bazı semavi sırlar ona açık edilmişti. Bir çeşit sarhoşluk yaşıyordu, devamlı idi bu hâl. Çok yıllar sonra Mısrî son eseri “İrfan Sofrala­rında, bu durumu şöyle anlatmıştı: “... Bir gün kulların çokluğunu, fakat abidlerin azlığını, zahidlerin nadir olduğunu, çoğunluğu fasıkların ve kâfirlerin oluşturduğunu düşünüyor ve kendi kendime bunun hikmetini anlamaya çalışıyordum. Ve bana göre onların Allah’ın rahmetinden uzak olduğunu ve Allah’ın rahmanürrahim olduğunu dü­şünüyordum. Bunun sırrının Allah tarafından açılması için kalbimin burçlarında dolaşıyordum. Birden bana iki kanatlı büyük bir kapı açıldı. Kanatların birinde: ‘Bu dün­ya sırrıdır’ ötekinde de: ‘Bu ahiretin sırrıdır’ yazılmıştı. Ka­pının hemen ardında güzel yüzlü bir delikanlı vardı, bana dedi ki: ‘Sana dünya ve ahiret sırları açıldı, üzerindeki in­sani elbiseyi çıkar at, tuhaf bir şey göreceksin ve sana ledünnî ilimler açılacak. Yüce Allah’a yakın ve uzak olanı bilecek ve dertlerinden kurtulacaksın, ‘Çıkardım ve kapı­dan içeri girdim. Bana nurani bir elbise giydirildi. Bir de baktım ki; ilmim ve anlayışım, kulağım gözüm, bütün iç ve dış duygularım, başka bir ilme, başka bir anlayışa, gö­ze ve yeteneklere değişti.’”
***
Ve bir gün Mısrî, Şeyh Mehmet’ten izin alıp tekkedeki dervişlerle vedalaşıp Bursa’ya doğru yola düştü. Yanında kendisine bağlı iki arkadaşı daha vardı.
Aradan on dört yıl geçmiş, Bursa daha bir büyümüş, daha bir güzelleşmişti sanki. Mısrî, arkadaşları Hasan ve Yusuf’u ucuzca bir hana yerleştirip kendisi Veled-i Enbi­ya Mahallesi’nde, Sebbağ Ali Dedenin evine gitti. Biraz tedirgindi ama çok sıcak ve sevgiyle karşılaşınca içi rahat etti. Ali Dede bir hayli yaşlanmıştı. Fakat zekâsı ve aklı pek yerindeydi:
— Sana, dedi Mısrî’ye, hemen bahçemin içinde bir halvethane inşa ettireceğim. İrşat görevini burada sür­dür, sonra inşallah hayırlısı ile güzel bir tekke yaptırırız.
          İki müridim benimle beraber geldi, onları hana yer­leştirdim.
          Canım han da ne oluyormuş! Senin müridin benim misafirim demektir.
          Hayır dedem, dedi Mısrî, onları sana yük edemem. Belki yarın onları kabul edecek bir Halveti tekkesi bulu­ruz, geçici olarak orada kalırlar. Zaten sanatları var, Hasan kalaycıdır, Yusuf da ayakkabıcı. Burada çalışacaklar elbet, inşallah evlenip barklanıp birer de ev sahibi olurlar.
          Evlenip barklanmak dedin de, senden ne haber, daha niyetin yok mu evlenmeye?
          Daha zamanı değil Ali Dede’nin, elbet bir gün olacak.
Geçici bir tekke bulamadılar, bir Şeyh: “Başkalarının müridi benim tekkemde kalamaz! Ha, gezip dolaşıyor olsalar, Tanrı misafiridirler, alırım. Fakat kendi şeyhleri başlarındayken olmaz.” dedi. İster istemez, müritler han­da kalmaya devam ettiler. Mısrî, bir zaman onlarla bera­ber çarşı pazar dolaşıp onlara, kalay ve ayakkabı ustala­rının yanında birer iş buldu. Ve dedi ki: “Alacağınız para şimdilik geçimlerinizi temin eder, sonra inşallah kendi dükkânlarınızı açarsınız.” Ve ikisine kendi mahallelerin birinde, iki odalı bir ev tutup birkaç aylık kirasını kendi cebinden ödedi. Artık içi rahat etmişti. Bu arada Sebbağ Ali Dede’nin bahçesindeki inşaat tamamlanıyordu. Basit dört duvarda biri büyük, öteki küçük iki odadan ibaret bir yerdi. İç ve dış beyaz badanasını Mısrî yaptı. Artık gö­nül rahatlığı ile mürşitlik vazifesine başlayabilirdi! Başladı da, ancak Bursa’da da yuvalanmış olan Kadızadeli zihni­yetten, ilk ciddi uyarısını da aldı. Birtakım vaizler ona mektup yazarak; eğer Bursa’da ve hayatta kalmak isti­yorsa, derhâl zikirli ve devranlı Halveti tarikatını terketmesini, bunu kürsüde ilan etmesini, Halveti tarikatını kötü­lemesini söylüyor ve padişahın, Vanî Efendi’nin, şeyhülis­lamın da mutasavvıflar aleyhinde olduklarını hatırlatıyor­lardı. Sebbağ Ali Dedeye okuttu mektubu; yaşlı adam okuduktan sonra bir hayli düşündü. Sonra:
          Ne yapacaksın? diye sordu Mısrî’ye. Mısrî, hafifçe gülümsedi:
          Bildiklerinden kalmasınlar, dedi, onların padişahı, Vanî Efendileri, şeyhülislamları varsa, benim de Allah’ım var!.. Mektuplarına cevap verip tarikatımı terk etmeyece­ğimi onlara bildireceğim. Benim yapacağım iş bu kadar!.. Yalnız aklımın almadığı bir şey var; padişahımız IV. Meh­met, bildiğimiz kadarla Şeyh Karabaş Velînin müridi ol­muştur, yani bizzat kendisi Halvetidir. Bu hâlde nasıl, ne­den bir yasaklama getirir? Evet gerçekten anlamıyorum...
Sebbağ Ali Dede içini çekti:
          Fakat hocası, müneccim ve cinci Vanî Efendi’dir. Bunu da akıldan çıkarmamak lazım.
          Evet, doğru ya...
Mısrî, Şeyh Ağasına ve Kâsım’a da birer mektup ya­zıp. Artık Bursa’ya yerleştiğini söyledi, adresi verdi ve: “Birtakım veled-i zinalar, bana engel olmaya çalışıyorlar, onların anaları ile babaları durumunda olan padişahımız­la Vanî Efendinin etkisi Bursa’da iyice hissediliyor. Ku­zum bu konuda ne biliyorsanız bana yazın.” dedi.
Mısrî’nin öfkeli olduğunu bilirlerdi de, ağzından ilk de­fa böyle ağır bir küfür duymaları, iki dostunu da pek şa­şırttı. Alelacele cevap verip onu sakinleştirmeye çalıştılar.
Kâsım: “Ağam şeyhlik sana ne yapmış, o ne küfür öy­le, hayırdır inşallah!” diye başlamış, devam ediyordu: “Bilesin ki, Vanî’nin etkisiyle, padişahın yasağının gelme­si yakındır. İş, bir de Şeyhülislam Minkârizade’den fetva almaya kalır ki, o da üzerindeki baskı neticesi fetvayı ve­rir sanırım. Yoksa şeyhülislamın tasavvuf aleyhinde ol­madığını biliyorum. İki gözüm ağam, kendini bu denli üzme; sen her zaman bana demez misin ki olacak olur, tasa eden tasasında boğulur, olacak olacaktır, bakalım devran ne gösterecek, Allah’ın takdirine karşı koyacak hâlimiz yok ya!..
Sana biraz Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa’dan bahsede­yim. Biliyorsun Köprülü Mehmet Paşanın oğlu, sadece yirmi altı yaşında fakat çok iyi yetişmiş; İstanbul Medresesi’nin yüksek kısmından mezun olmuş... Başa geçti­ğinden beri bir buçuk yılını Osmanlı’nın iç işleri ile uğraş­mak ve İstanbul ile Edirne’de devletin merkezî işlerini kavramakla geçirdi. Akıllı ve aklıselim sahibi biri. Onun komutan olduğu Almanya Savaşı’ınız çok şükür zaferle sona erdi. Düşün ki bütün Avrupa Almanlara yardım edi­yordu. Yapılan antlaşmaya göre fethettiğimiz bütün kale­ler bizde kaldı. Almanya bir de sembolik anlamda iki yüz altın harp tazminatı verdi. Fakat Venediklilerden bir türlü tamamını alamadığımız Girit hâlâ kanayan bir yara! De­niyor ki Fazıl Ahmet Paşa, merkez işlerini tamamıyla Ve­zir Merzifonlu Kara Mustafa Paşaya bırakacak, kendisi dış sorunlarla uğraşacak, bu arada Girit’i de alacak. Mer­zifonlu, Köprülü’nün manevi oğlu, Fazıl Ahmet Paşanın manevi kardeşi. Evet havada Girit Savaşı’nı sonuçlandır­ma kokusu var. Allah sonumuzu iyi etsin...
Benim için mutluluk vesilesi haberi sona bıraktım: Bir kızım oldu!.. Eh Ahmet oğlandan sonra kızı bekliyorduk doğrusu, ismini Ayşe Nazlı koyduk. Annem oğlanla haşır neşir, kıza pek yüz verdiği yok, onun kıskanmasını engel­lemek istiyormuş. Haa, bak unutuyordum, Melekşan: Mehmet Ağa’m ne zaman beni mürit yapacak?’ diye so­ruyor... Bir vakit bulduğum zaman Bursa’ya ziyaretine gelmek istiyorum. Seni Allah’a emanet eder, mübarek el­lerinden öperim.”
Şeyh Ağa’sı da, daha çok “sabırdan” bahis açmış, Mısrî’nin küfrünü, onu öfkelendirmemeye çalışarak kına­mıştı. “Bir şeyhe hiç yakışmaz; hele senin gibi yüksek bir mürşide.” diyor, Kadızadeli zihniyetin Malatya’da da ta­raftarlar bulduğunu anlatıyordu.
Mısrî, onlara bazı şeyleri müşterek yazdı: “Küfür ettim, küfrümü sahipleniyorum. İcabında daha beterlerini de ederim; çünkü çoktan beri endişesini taşıdığım bir şey, Vanî’nin padişahı fena hâlde etkilemesi artık açık açık or­taya çıktı. Ve ben hiçbir şey yapamıyorum. Kendimi tam anlamıyla köşeye sıkışmış hissediyorum. Unutmamak gerekir ki, bir kediyi bile köşeye sıkıştırırsanız, üzerinize atlar, sizi tırmalar. Ben küfür etmişim, çok mu? Şeyhimi yollarda ararken, bir gece toprağın üstüne yüzükoyun ya­tıp toprağı yumruklamıştım deli gibi, çünkü o zaman da kendimi köşeye sıkışmış kabul ediyordum, Allah’a sesle­niyordum, sesleniyordum; gönlüme O’ndan bir cevap doğmuyordu. Sonra söylediğim şeylerin idrakine varınca ve elimin acısından kendime geldim, günlerce el, parmak yaraları ile uğraştım. Eskiden böyle olduğum zamanlarda ekseri kırk günlük halvete girerdim; iyileşmiş bir hâlde çı­kardım. Şu sıralar böyle kırk günlük halveti yapacak bir lüksüm yok, çevremde birçok mürit, Ulu Cami’de beni dinlemek isteyen halk ve cuma akşamları yaptığımız zikir, devran var. Fakat o küfürden sonraki sarsıntım için, Al­lah’la tam anlamıyla baş başa kalabilmek, O'nun rızasını alabilmek için; Şehreküstü Camii yakınındaki hücrelerin birinde, sadece üç günlük bir halvet yapabildim. Yetme­di, ama ne yapayım çevrem dolu, işlerim çok fazla."
Mısrî, Kâsım’ın mektubuna ilave yapmış, yeni doğan kızı için dualar etmiş ve: “Melekşan Hanım’ın hâlâ müri­dim olmayı istemesi, beni memnun etti. Aşağıya virdini, yani her gün çekmesi lazım gelen zikri ve okuması lazım gelen duaları yazıyorum. Bir cuma sabahı, gusül abdestinden sonra iki rekât şükür namazı kılarak virdini yap­maya başlasın, sonra devam etsin. Şükür namazı bir ke­reye mahsustur. Ancak dilinden tevhidi eksik etmesin. Bana hâllerini ve özellikle gördüğü rüyaları yazıp anlat­ması lazım.” demişti.
***
Bursa’da Kadızade zihniyetinde olanların Mısrî’nin aleyhindeki propagandaları, sanki Mısrî’nin tanınıp sevil­mesi için sebep oluyordu. Kısa zamanda müritleri arttı, sevenleri çoğaldı. Onların isteği üzerine cuma akşamları Şeker Hoca Mahallesi Camii’nde ayin yapmaya başladı. Ney eşliğinde yapılan devran, halka rahmet oluyordu, Ulu Cami’de ise vaaz veriyor, halka nasihat ediyordu, üç günlük halvetinden sonra gıdasını adamakıllı azaltmış; günde bir iki tas tuzsuz arpa çorbasıyla karnını doyuru­yordu. Bu arada fakir fukaraya istediği gibi yardım ede­memesi canını sıkıyordu. Mısır’dan dönerken, “Belki ile­ride lazım olur, bir sanatım olsun.” diye öğrendiği mum yapma işine başladı. Mum yapıyor ve onları müritlerine sattırıyordu. Gelen paranın çok azını kendine ayırıp geri kalanını fakir fukaraya dağıtıyordu. Bursa’daki “Miskinler Mahallesi”ni iki haftada bir muntazam ziyaret ediyor, ora­daki cüzzamlı hastalara sepet sepet meyve götürüyordu.
Kadızadeliler’in olumsuz propagandaları, halkın onu tanıyıp sevmesine neden olmuş, fakat bir yandan da bu kadar sevilmesi düşmanlarını artırmıştı. Bazen sokaklarda büyüklerin kışkırttığı çocuklar arkasına takılıyor: “Tahta tepenler, düdük çalanlar!” diye bağırıyorlar, bazen de taş atıyorlardı... Mısrî, böyle çok sevilmekle nefret edilmek arasında bir yerlerde, bildiğinden ve yaptıklarından şaş­madan yürümeye devam ediyordu.
***
Bir gün tenha bir sokakta mumlarını satan dervişine, iri yarı bir vaiz hücum etti. Elindeki bütün mumları çekip kopararak aldı, yere attı hepsini, üstlerine çıkıp tepindi, bir taraftan bağırıyordu:
          Git o imansız şeyhine söyle, sana buralarda onun yaptığı mumları sattırmam.
ufak tefek dervişçik arkasına bakmadan kaçtı... Mısrî olayı soğukkanlı karşıladı:
          Olacak böyle şeyler, giden mum olsun, sana bir şey yapmadığı için Allah’a şükrederim. Bir daha o sokağa üçünüz beşiniz bir arada gidin bakalım.
Nihayet çıkacağı söylenen ferman çıkmış, Vanî Efendi’nin etkileri, IV. Mehmet’in emri, Şeyhülislam Minkârızade Efendi’nin onaylaması ile sesli zikir, devran ve sema yasaklanmıştı. Bu yasaktan sadece Halvetiler değil, Mev­levi ve Kadiriler de çok rahatsızdı. Mısrî’nin üzerindeki baskılar artmıştı. O, yolunda yürümeye devam ediyordu.
***
Sebbağ Ali Dede, çok ağır hastalanmıştı, gidecek gibi görünüyordu. Bir gün Mısrî’yi çağırttı, onunla yalnız kal­mak istedi, sonra kesik kesik konuştu:
          Mürşitliğin oldu... müritlerin de... sevenlerin de ço­ğaldı... Bir yudum su ver yavrum...
Mısrî onun suyunu içirirken gözyaşları, yanaklarından akıyordu. Dede gördü, gülümsemeye çalıştı:
          Kaç zamandır... güzel Allah’ıma yalvarıyordum... artık beni yanına alması için... beni sen yıka... Asıl diye­ceğim... senin de artık Peygamber’imiz... Efendi’mizin... sünnetine... uyma zamanın geldi... Evlen!.. Müridin... Hacı... Mustafa’nın...
Sonra gülümsedi Sebbağ Ali Dede, son gülümsemesiydi, tebessümü yüzünde kaldı.
Bütün vazifeler bittikten sonra, Dede’nin oğulları ile mezarlıktan dönerken biri, Mısrî’ye:
          O gün babam sana ne söyleyecekmiş? Söyleyebil­di mi? diye sordu.
          Valla, dedi Mısrî, kendisini benim yıkamamı söyle­di, bir de..
          Bir de?
          Evlen, dedi ve müridin Hacı Mustafa’nın derken, gitti güzel dedem.
          Haa, galiba biliyorum meseleyi, bir gün annemle babam konuşurken kulağıma çalınmıştı. Hacı Musta­fa’nın Gülsüm diye bir kızı varmış; pek hanım bir kız di­yordu annem, babam da yapalım şu işi, dedi, sonra be­nim odada olduğumu fark edip sustular.
          İyi de, dedi Mısrî. Şimdi ben bunu Mustafa’ya nasıl anlatayım, yani... Şey... Mahcup olurum, beceremem söylemeyi.
          Sen o işi bana bırak şeyhim, dedi adam, ben Mus­tafa’ya açarım, o da eve danışır, uygun bulurlarsa Musta­fa gelip sana söyler, olur biter bu iş de, lâkin şeyhim sen evlenmek ister miydin, senin için uygun mu, sen ne di­yorsun?
          Peygamber’in sünneti, elbet evlenecektim de... Bilmiyorum vakti zamanı geldi mi?
          Şeyhim, Allah, babama ölüm yatağında bunu söy­lettiğine göre vardır bir hikmeti derim.
          Bilmem ki, vardır bir hikmeti de... Neyse sen bir ko­nuş Mustafa ile de. Ha babanın vasiyeti olduğunu söyle, unutma... Beni, kız peşinde koşar sanmasınlar!
***
Her şey su akar gibi çarçabuk oldu bitti, meğer Ali De­de fikrini, onlara daha önceden söylemiş, olurlarını al­mışmış. Mısrî’ye Şeker Hoca Mahallesi’nde; içinde mut­fağı ve akar suyu olan, iki odalı bir ev bulundu.
Mısrî, gerdek odasında, pek şaşkın ve elleri titreyerek Gülsüm un duvağını açtı, kumral güzeliydi kız... İlk anda hoşlandı ondan.
Ertesi sabah, namaz sonrası Mısrî dualarını okurken Gülsüm yatağı kaldırdı, onu yüklüğün içine koyup gün­düz oturacakları minderleri serdi yere. Dışarı çıktı. Yarım saat sonra, elinde pırıl pırıl bir bakır tepsiyle geldi, büyük­çe bir kâse mercimek çorbası yapmıştı; ekmeği katık edip yerlerken, Mısrî, “Allah’ım güzel Allah’ım galiba ev­lenmek o kadar kötü değilmiş!” diye düşünüyordu... Derken Gülsüm konuştu:
          Şeyhim, dedi kocasına, müsaaden varsa sana bir şeyler söyleyip rızanı almak istiyorum.
          Buyur, dedi Mısrî.
          Bilmem Mustafa ağabeyim sana söyledi mi, ben çalışırım, yani gergef işleri yapıp kadınlar pazarına sat­maya götürürüm, biz kadınlardan orada vergi de almaz­lar, kazandığımız kendimize kalır... Bu işe devam etmek isterim, çünkü eve bir katkım olsun isterim.
Mısrî bir hayli düşündü. Gülsüm un böyle açık açık, rahat konuşması hoşuna gitmişti; lâkin karısının kadınlar pazarında bir şeyler satması mutlak vaiz karılarının göz­lerinden kaçmayacak, olmadık dedikodular çıkaracaklar­dı. Kendisine her bir şeyi diyebilir, yüzüne de tükürebilirlerdi, ama doğrusu bu; karısının da dedikodulara karış­masını istemezdi. Bir yandan da Gülsüm’ün gönlünü kır­mak istemiyordu... Nihayet içini çekip karısına açık açık söyledi endişesini.
          Yaa, bak ben düşünememiştim bunu, dedi Gül­süm, pekâlâ ben gitmem, eğer müsaaden olursa işlerimi ağabeyime veririm, o, bir arkadaşım var ki Ayşe’dir ismi, senden onunla arkadaşlığımı devam ettirmek izni de al­mak istiyordum, işte ağabeyim onun kocasına verir, be­nim yerime Ayşe satar pazarda, parasını bana getirir eğer sen görüşmemizde bir mahzur görmüyorsan. Onun ko­cası Ali Efendi de senin müridin değil mi ama Mustafa ağabeyimle sık sık gelirlermiş tekkeye belki tanırsın.
Evet, Mısrî, Hacı Mustafa’nın arkadaşı Ali’yi tanıyordu.
          O Ayşe Hatunla görüşebilirsin, dedi Mısrî, bence bir mahzuru yoktur. O sana gelir, sen de ona gidebilirsin, yal­nız bu gidiş gelişlerden benim haberim olsun. Öteki işe gelince, çok istiyorsan, dediğin gibi yaptırabilirsin, fakat o buraya gelecekse doğrudan ona vermek yerine niçin ağabeyini, Ali’yi işe karıştırıyorsun?
          Hani Ayşe buradan çıkınca elinde bohça olmasın istedim de...
          Canım elinde zembille gelir, elinde zembille çıkar. O böyle halledilir de, bir mesele var, ben senin paranla ge­çinmek istemem, kazandığın kendine olur, canın ne is­terse alırsın. Zaten İslamiyet de böyle emreder; evi ge­çindirmek kocanın görevidir; kadın malını isteği gibi kul­lanır. Hem sana söylemediler mi, ben mum yapar, sattı­rırım.
          Kazancını fakirlere verirsin diye işitmiştim.
          Bir kısmını kendi geçimime ayırırım. Şimdi evli barklı olunca daha çok mum yaparım zaten, merak et­me evi geçindirecek parayı ben bulurum.
          Sen nasıl istersen şeyhim, dedi Gülsüm.
Mısrî karısını güzel olduğu kadar akıllı da bulmuş, Gül­süm de ondan memnun kalmıştı. Çünkü “Ya çalışmama rıza göstermezse!” diye günlerden beri içi içini yiyordu. Bir şey üretmek, kendi kazancını sağlamak ona güven veriyor, boş geçen günlerini dolduruyordu.
***
Mısrî Ulu Cami’deki kısa vaazlarına devam ediyordu. Bir gün içine, o günkü vaazına Kadızadeli zihniyetindekilerin de gelip olay çıkartacakları doğmuştu. Diğer bazı vaazlarında padişah fermanını kınadığı hâlde o gün bun­dan vazgeçti. Kimsenin bir laf edemeyeceği bir konuşma düşündü.
O gün minberde önce Fatiha suresinin kısa bir tefsiri­ni yaptıktan sonra, o kalın etkili sesiyle şöyle nasihat etti:
          O Yüceler Yücesi Allah, doğrudur. Onun doğru yo­lu vardır. Allah’ın selamı üzerine olsun Peygamberimiz Efendi’miz de doğrudur, çünkü o, Allah’ın doğru yolunu izler. Sizler de Müslümanlar olarak her ikisini takip edin: doğru bilen, doğru gören, doğru giden, doğru yapan olu­nuz. Adınız sanınız “doğru olsun”, tıpkı, Allah’ın selamı üzerine olsun Peygamberimiz Efendi’mize takılan “emin” lakabı gibi.
Bakara suresi 10. ayette şöyle der: “Ve onlar için ya­lancılık etmiş olmaları yüzünden acıklı bir azap vardır.” Sizler yalan söyleyen olmayın, sizler bu yüzden azap çe­ken olmayın! Eğer hayrı istiyorsanız, önceden, inanıp teslim olmasını öğreniniz. İnanmanın gerçek yolu; akıl­dan ve gönülden geçer; bazen biri, bazen diğeri önden gelir. Fakat önce inanıp sonra teslim olunuz. Şöyle bir dört yanınıza bakınız, hayrınıza olandan gayrı ne göre­ceksiniz, ki, sizin şer bildiğinizde bile... Şöyle bir dört ya­nınıza bakınız, doğru olandan gayrı ne var, ki sizin yanlış gördüklerinizin içinde de. Bırakın kendinizi Yaradan’ımıza, teslim olun, sizi güzel huylarınızla bilsinler. Yüceler Yücesi Mevla, sizin kalbinizi en iyi görendir. Bil ki ey kar­deşim; güzellik, kalıbında değil, kalbinde olandır. Siz o güzelliği gösterip nurunu dağıtın. Birbirinize el uzatın, birbirinizin derdini, sıkıntısını bilip bu sıkıntılara, bu dert­lere çareler bulun. Ve her zaman Müslüman kardeşlerini­ze yardıma hazır olun.
Sizler için lazım olan, nefislerinizi tam arıtmak, onun bütün kötü huylarından kurtulmaktır. Bu kötü huyları çok konuştuk sizinle, bir daha hatırlatmama gerek yok. Bunu başardığınız zaman gönlünüzün aksi, gözünüze vurur, her şeyi sevgi ve iyilik bakışı ile görürsünüz ve dilinizin söylediği, gözünüzün anlattığı ile bir olur da, siz başkala­rı arasında hayırlı bilinirsiniz... (durdu, geniş bir nefes al­dı, devam etti) Vesvese veren şeytana uymayınız. O sade­ce aldatandır. O, doğru söz etmez... Cenabıhak, yalanı is­temez, başkasını aldattıklarını sananları sevmez. Aslında başkasını aldattığını sanan, sadece kendisini aldatmış olur, çünkü aldatmak, Güzel Allah’ı inkâr etmektir. Ey kardeş bil ki; doğru olmak, doğruyu söylemek O’nun emrini yerine getirmektir yalnız. Yalanda olmak, O’ndan ayrılıkta olmaktır ki sizin için en korkulacak, kaçınılacak şey, O’ndan ayrılıkta olmaktır. Hiç unutmayın ki Cenabıhak, sizi sizden iyi bilendir. O, sizi, O, kalplerinizi görür. Ve sizin için yalnız hayrı ister, O, hayrı ve şerri yaratandır.
Kıyametin ne zaman kopacağı bilinmez, hemen şimdi de kopabilir, bir sene sonra, yahut &in sene sonra da ko­pabilir. İşte siz o vakte kadar O’nun doğru yolunu seçmiş, doğruyu bulmuş, teslim olmuşsanız, işte o günde ger­çekten hayırla örtülü olursunuz. Yasin suresi, elli beş ve elli altıda, şöyle söyler Yaradan: “O gün cennet halkı bir ) uğraş içinde eğlenip ferahlamaktadır. Kendileri ve eşleri, gölgeliklerde koltuklar üzerinde yaslanmışlardır.” Şimdi sizler, “o gün”e ve o günü Yaradan’a şükredip teslim olu­nuz. Her an Yüce Mevla ile olunuz, çünkü o, her an sizinledir.
Cümlenizi Yüceler Yücesi Allah’ı Teâla’ya emanet ederim.
Birtakım adamların niyet; Mısrî’nin vaazı sırasında, söylediği bir şeyden, bir kelimeden olay çıkarıp onu tar­taklamak ve Ulu Cami’den ayağını kesmekti... Fakat hiç­biri, onun ağzından çıkan bir kelime için bile “yanlış” di­yemedi, olay çıkaramadı, hatta birbirlerine söylemeseler bile kalplerinde Mısrî’nin güzel konuştuğunu tasdik etti­ler. Birkaçı, önceki niyetinden utandı.
***
Bir akşam vakti, yatsıdan sonra Mısrîlerin kapısı çalındı. Gelen Kâsım’dı ve onun kahkahaları arasında, birbir­lerine sarıldılar.
          Kaç zamandır bekliyordum seni, dedi Mısrî, hoş geldin sefalar getirdin adamım.
          Ağam benim, çok özledim seni...
Mısrî, onu kolundan tutup içeri soktu; kapının ağzında “destur” diye bağırdı karısına, Gülsüm’e biraz vakit ver­dikten sonra, yürüyüp odaya girdiler. Gülsüm yoktu.
          Dur, dedi Mısrî, Gülsüm içeri geçmiş demek ki, ge­lip sana bir hoş geldin desin de sonra oturup konuşalım.
Gülsüm geldi; ayakta Kâsım’a, hoş geldin dedikten ve karısının, çocuklarının, annesinin, kız kardeşinin hatırla­rını sorduktan, hepsine, “İyi, selamlan var” cevabını al­dıktan sonra, iki arkadaşı baş başa bırakıp mutfağa Kâsım’a çorba yapmaya gitti.
İki köşe minderine, karşılıklı oturdular:
          Ee adamım, ne var ne yok? diye sordu Mısrî.
          Önce senden özür dilemeye geldim, aslında kaba­hatli değilim, padişah emrini yerine getirdim o kadar, fa­kat sana anlatmaya mecburum.
          Hayırdır inşallah?
          Senin açından baktığımızda pek hayır değildir ağam, çünkü padişah, yasak fermanını bana yazdırdı. Ben aslında biliyorsun gerilerde bir kâtiptim, göze çarp­mak istemedim hem de hat çalışmalarımı engellemesin istedim. Mesele şu; kim, nasıl, ne şekilde bilmiyorum ama, Vanî’ye, seninle dost olduğumu bildirmiş. O da pe­şime adamlar takmış. Hiç farkında değildim ben, her neyse adamlar beni sorup soruşturmuşlar, takip etmişler ve tarikatlarla hiçbir ilişkimin olmadığını görüp anlatmış­lar Vanî’ye. O da beni sorguya çekti; hem senin arkada­şın olup, hem de nasıl Halveti olmadığımı sordu. Ben de arkadaşlığımızın ta Malatya’da sıbyan mektebinde başla­dığını falan anlattım. “Nasıl oluyor da onun tarikatına gir­medin?” diye sordu.
          Bunu Mısrî de merak eder deseydin!..
          İkimizin ayrı taraflara yöneldiğimizi, çocuk yaştan beri senin dine, benim hatta düşkünlüğümüzü, ama bu değişik yönelişlerin bizim samimi arkadaşlığımızı bozma­dığını anlattım. Bu sefer, bu kavgada hangi tarafı tuttu­ğumu sordu. Benim sadece basit bir mümin olduğumu, kavganın beni aştığını, kimseyi tutmadığımı söyledim. Bilmem padişaha ne anlattı, o da: “Buraya gelsin, ferma­nımı ona yazdıracağım.” demiş. Bu, Vanî’nin de pek ho­şuna gitmiş ki, benimle dertleşir gibi oldu, yahut seni gammazladı; bana senin bir risaleni gösterdi. Orada adama basbayağı küfür etmişsin; hani cahilsin, cahilin de cahilisin falan demişsin...
          Bir adamın ne olduğunu söylemek ona küfür değil­dir, sadece bir tespittir!
Kâsım tekrar kahkahayı patlattı:
          Tamam ağam öyledir! Velhasıl beni padişahın kar­şısına çıkardı, yakından bakınca pek yakışıklı bir adam.
          Adamın kalıbına değil, yaptığı işlere bak!
          Evet, işte bana yazdırdı o emri. Emin o!, canım çe­kiliyor sandım, fakat kaç yılın ustasıyım, ne elim titredi ne bir harfi çirkin yazdım. Sonra, alıp tetkik etti çünkü, ba­na da: “Yazın güzelmiş, kendi beğendiğin hatları da ge­tir, bir bakayım.” dedi.
          Alsınlar yasaklarını başlarına çalsınlar! İşte Mev­la’mın izni ile Bursa’da ben, Eşrefzade Şeyh Şerafettin ve yine Halveti Şeyhi Muhyiddin Efendi bildiğimiz gibi zikir ve devrana devam ediyoruz. Ee, sen götürdün mü hatla­rını ona?
          Hayır, çünkü maksadım yine kendimi unutturmak.
          O Vanî köpeği oradayken sen zor unutturursun kendini!
          Ha bak köpek dedin de, sana üzüntülü bir haberim daha var, Kiraz öldü, artık çok ihtiyarlamıştı.
          Yaa, vah vah! Ama sizin evde iyi yaşadı şükür. Be­nimle kalsaydı bu kadar da yaşamazdı. Ne de güzel bir altın toptu ya...
          Öyleydi... Şimdi ağam çok merak ettiğim bir şey var. Kuzum Allahını seversen, bu iki cemaat, yani tarikat­çılarla şeriatçılar neden birbirleri ile anlaşamazlar. Bu ta­rih boyu böyle gitmiş çünkü, ta Gazali’den bu yana.
          Bak adamım, şeriat takımı; hakikat takımının ilmi­ni bilmediğinden, onlarınkini şeriata aykırı sayar ve haki­kat ehline karşı koyar. Tam kemale ermişler bir yana, ha­kikat takımı da şeriatı, hakikate aykırı görerek onu terk etmekte bir sakınca görmez. Fakat yükseklere çıkıp ku­lelerde oturan arifler, orta yol ehlidirler. Bu iki ilmin bir tek ilim olduğunu, iki tarafın da gözlerinde bulunan has­talık perdesinden ötürü, iki ilim gibi göründüğünü bilir­ler. Ve iki taraf ehlinin de haklarını verirler. İki tarafın ben­zerliklerini açıklayarak, anlaşmazlıklarını çözerek, iki ilim ehlinin arasını bulmaya çalışırlar.
          Peki sen bu ara buluculardan olmaz mısın ağam?
          Olmak imkânı bulduğum zaman elbet oluyorum. Bilir misin adamım, bu iş Allah’ın hikmeti ve kudreti icabı böyle olmuştur; iki tarafın arasında bir berzah vardır san­ki. Biri, öbür tarafa geçemez. Bu engel iki taraf ehilleri­nin vehmidir aslında. Bundan dolayı, biri diğerine karışa­rak onun özelliğini bozamaz. Bilir misin ayeti, Rahman suresi on dokuz, yirmide olmalı, şöyle der: “Salmıştır iki denizi; buluşup kucaklaşıyorlar, bir ayırıcı var aralarında, kendi sınırlarını aşmıyorlar.” Evet, böyle der; yani tatlı su­yu ve acı denizi salıverdi, bunlar karşılaşıyorlar, yaklaşı­yorlar, yüzeyleri birbirine temas ediyor, fakat aralarında birbirlerine geçmelerine mâni olacak bir görünmeyen engel var.
          Acaba var mı böyle bir deniz dünyada?
          Var olması lazımdır, şimdi biz bilmiyoruz ama, elbet bir gün onu da keşfederler. Her neyse işte bu iki ilim bir­biri ile karışacak, birleşecek gibi olur, fakat aralarındaki berzah ile ayrılırlar. Ve böylece hâlleri birbirine tecavüz et­mez. Ta ki birinin hükmü diğerini yenerek iki dünyanın dengesi bozulmaya, çünkü bu engel iki cihanın imarı için kurulmuştur, Allah’ın hikmeti icabı.
          Açıklayamadığınız şeyleri, “Allah’ın hikmeti.” der, kapatırsınız.
          Öyle, dedi Mısrî, ondan beklenmeyecek bir boyun eğişle. Ne demiş melekler O’na: “Bize bildirdiğin kadarı­nı bilebiliriz ancak.” Evet bizler de öyle, bize bildirdiği ka­darını bilebiliriz.
Kâsım içini çekti:
          Öyle olmalı, dedi, yalnız siz mürşitlerin keşifleri fa­lan vardır diye bilirim.
          İşte dedik ya, bize bildirdiği kadar. Herkese de her şeyi bildirir diye bir şey yok tabii. Neyse bırakalım bunları; hazır gelmişken benim bir vaazıma, bir de zikrimize katıl bari, ama yok, vaaza gel de, zikre katılma. Çook Vanî ca­susu vardır çevremde. İnanmazsın ama, zikre bile katılırlar, istemem senin müzevirlemelerini... Bari Bursa’nın çarşıla­rını gez gör, ben anlamam ya, çok güzeldir, derler. Mücev­her, inci falan da ucuza satılırmış, onu da bilmem, doku­maları, ipek, kadife falan hepsi pek güzelmiş, Gülsüm de öyle söyler... Şöyle bir gez, İstanbul’a hediye falan götü­rürsün.
          Ha, dedi Kâsım, ayağa kalktı, hediye dedin de ak­lıma geldi. Bizimkiler, Gülsüm Hanıma hediye gönderdi­ler...
Kâsım sözünü bitirmeden oda kapısı tıkırdadı; Mısrî gitti açtı. Bir yufka açma tahtası ile, pırıl pırıl ovulmuş, üzerinde bir büyük, kalayı parlayan kâse, iki kaşık ve ev­de açılmış yufkalar olan bir tepsi ile döndü. Küçük ayak­lı tahtayı yere koydu, üzerine örtüsünü örttü ve tepsiyi yerleştirdi.
Kâsım:
          Bu ne zahmet yenge, karnım toktu, ama yine de sağ olasın, dedi kapıya doğru, ama demin görünen Gül­süm un şimdi niye kaçtığını anlamamıştı. Fakat belli ki sadece selamlaşmaya izin vardı!
          Estağfurullah, afiyet olsun, diye Gülsüm’ün sesi duyuldu.
Kâsım, zembilinden çıkardığı bir kutuyu Mısrî’ye verdi:
          Efendim, şöyle söylediler; birtakım evlenme hedi­yesiymiş, öbürü de bebek! Rüya gördüm, oğlan olacak diyor Melekşan.
          Oğlan olacak, diye tasdik etti Mısrî, lâkin bu hedi­ye faslı hoşuma gitmedi. Yahu aramızda böyle şeyler olur mu, evlendin, çocuğun olacak diye hediye mediye... Aramızda bırak bunları adamım, bırak, başkalarına yap sen onları.
          Bak vallahi ben akıl etmedim, ben de anlamam bu işlerden, fakat dedim ya, kadın kısmı, onlar yolladılar. Ha bu da sana Melekşan’ın mektubu. Galiba rüyalarını yaz­mış yine.
          Çook ilgi çekici rüyaları var, gönlü çok açık, temiz ve saf maşallah, dedi Mısrî, bilir misin, diye ilave etti, İbn Arabî: “Erkeklerin ulaştığı bütün manevi derecelere ka­dınlar da ulaşabilir, kutbun derecesi buna dahildir.” der.
          Haydi hayırlısı, dedi Kâsım, iyi ki kız kardeşin tari­katta mı diye sormadı Vanî!
Bir kahkaha daha attı Kâsım, Mısrî de gülümsedi:
          Haydi otur artık, karnımızı doyuralım, dedi.
Kâsım birkaç kaşık çorba içtikten sonra, derin derin içini çekti, sesi çok üzüntülüydü:
          Her şey sanki bir çöküşün başlangıcında ağam. Koskoca imparatorluk ağır ağır gidiyor; ekonomik ba­kımdan öyle, iç ve dış politika açısından öyle. Bu durum­da tabii ki din kendini kurtarıp aradan sıyrılamaz! Toplu­mun bütün kurumlan hep beraber çöker, birbirlerini etki­lerler çünkü, din de kendini kurtaramaz elbet... Fazıl Ah­met Paşa, hâlâ Girit’te, Kandiye önünde muhasara altı ay, yirmi bir gün devam etti. Bu süre içinde sekiz bin as­ker şehit oldu, çok da masraf yapıldı, düşüremediler ka­leyi!.. Eski günlerde olsa böyle mi olurdu? Kış geldi ye­tişti, paşa muhasarayı kaldırdı, fakat bu arada kendisin­den beklenir harika bir iş yaptı biliyor musun? Kandiye’nin karşısında yer altında bir şehir yaptırdı, bütün or­du böylece sığınakta geçirdi kışı. Görüyor musun, tarih­te ilk defa, bütün ordu yer altına sokularak kış geçiriliyor.
          Çaresizlik insana neler yaptırıyor Allah’ın yardımıy­la! Sen bu adama çok güveniyordun, güvendiğin kadar varmış. Zor olacak ama Allah ona nasip edecek Girit’in alınmasını, tasalanma.
          İnşallah! Biliyor musun Girit Seferi açılalı yirmi bir yıl oldu, adanın tamamı bir türlü alınamadı! Oysa bu Osmanlı, nereleri, nereleri çok daha kolay fethedip, gelip gelip Kandiye önünde durdu! Fazıl Ahmet Paşa’dan bek­lenen, o altı ay içinde kalenin düşürülmesiydi.
          Bütün Avrupa Kandiye’ye yardım ediyor demiştin mektubunda.
          Orası öyle, bütün Avrupa Kandiye için birleşti; tek yürek, tek yumruk oldu. Kandiye’ye para, asker, gıda yar­dımı yapılıyor.
          Dediğin gibi, bir çöküş başlangıcı içinde bulunmasaydık, Avrupa’nın yardımları da bize vız gelirdi, alırdık kaleyi, neyse... Adamım, mesele nedir biliyor musun, Osmanlı’nın o güzel dünyasının varisçileri, kendilerine o güzel dünyayı hediye eden atalarına hiç mi hiç layık de­ğiller. Şimdi nerede o güzel dünya, nerede o güzel adam­lar? İşte diyorum ki, bütün bu gidişat halka anlatılmalı, bildirilmeli... Eğer halk bilinçli olarak kıpırdarsa, bu çö­küş önlenebilir...
          Gözünü seveyim ağam, sen bunları sakın vaazların­da söyleme, yoksa devletin gözü sana çevrilir...
          Çevrildiği kadar çevrildi be adamım, daha ne yapa­caklar?
          Sen risalelerinde kâfi derecede yapıyorsun uyarma­larını, bir de vaaz kürsüsüne taşıma. Ne olursun, benim hatırım için!
Mısrî birden parladı:
          Adamım! Adamım! Benim bir İlahî görevim de, ait olduğum memleketime, milletime yardım etmektir. Nasıl hatırını koyarsın önüme... (sesi düştü, kırıldı) Senin hatı­rın benim için çok değerlidir, böyle şeyler için harcama onu! Beni de düşünme, her şey olacağına varır, bunu unutma... Haydi haydi, soğuttun çorbanı, iç bakayım be­nim adamım.
* ***
İstanbul’dan gelen armağanlar; biri minik zümrütlerle süslü altın kolye ve bilezik, diğeri üç renk kızıl, yeşil, sarı ince altın zincirlerle örülmüş kolye ve bilezikti... Gülsüm onları o kadar sevdi ki; özenle işleyip de kullanmaya ve satmaya kıyamadığı üç ipek yatak takımını, yine pek za­rif işlenmiş bir ipek bohçaya sararak, Kâsım’ın evindeki üç hanıma yolladı.
Kâsım Bursa’da yalnız iki gün kalabilmiş, üçüncü gün İstanbul yoluna düşmüştü. İki eski arkadaşın ayrılıkları hüzünlü oldu. Mısrî, hayatına, çocukluğundan kalan taze bir bahar dalı gibi giriveren Kâsım’a: “Çok az kaldın.” di­ye sitemde bulunurken Kâsım, ağasının vaazlarında Osmanlı’ya çatmasından ötürü bir hayli tedirgin, âdeta ya­ralıydı: “Yine geleceğim ağam, elbet geleceğim ağam, fakat bana söz ver hiç olmazsa daha temkinli konuş, ne olursun.” diyordu.
İki olay üst üste geldi; Mısrî’nin Ali’si doğdu ve Mısrî, Uşak’taki pirdaşı, Şeyh Mehmet Efendi’nin vefat haberini aldı. O kadar üzüldü, hüzünlendi ki, oğlunun doğuşuna sevinemedi bile.
Şeyh Mehmet Efendi için güzel bir şiir yazıp tarih dü­şürdü. O hüzünle Ali’nin doğduğu günle ilgili bir tarih dü­şüremedi. Oysa Mısrî çok güzel tarih düşürürdü, eskiden beri meraklıydı rakamları harflerle ifade etmeye. Bir ina­nışa göre; her harfin bir sayı değeri vardı, ebcetle bir mü­him olayın şiirle tarihi düşürülebileceği gibi, cifır hesabı denilen bir usulle de yazılı eserlerde, harflerin rakam de­ğeri hesaplanarak ileriye ait birtakım keşiflerde bulunmak mümkündü. Mısrî hem ebcede hem de cifire meraklıydı. Bir şiirinde de, bunlara olan ilgisini şöyle belirtmişti:
“Esma-i İlahîyede bi-had hünerim var
Her dem de semâuat-ı hurûfa seferim var
Âlimlere ebcet hâcesi olmak olur ar
Alçak görünen ebcede âlî nazarım var”
Bu inanışı benimseyen Hurufilik Osmanlı’da hoş kar­şılanmamış, bazı Hurufı şeyhleri öldürülerek Hurufilik ya­saklanmıştı.
Mısrî, kendi cifır hesaplarına dayanarak bazı keşiflerde bulunuyordu ve vaazları sırasında vecd içinde bunları kürsüden herkese anlatıyordu. Bilhassa Osmanlı’nın ge­leceği hakkında çok karamsar hükümleri vardı... İdareci­ler tarafından gözden kaçmayan bu hâl, Mısrî’nin kara­lanmasına neden oluyordu. Bilhassa Osmanlı’nm aleyhi­ne konuşmaları, geleceği hakkında kötümser sözleri, ta saraya kadar ihbar ediliyordu. Evet, Mısrî her şeyin far­kındaydı, ama o da inatçıydı, hâli tavrını değiştirmeye, konuşmalarında dikkatli olmaya hiç niyeti yoktu, çünkü bunu, Kâsım’a da söylediği gibi, bir İlahî görev kabul et­mişti. Aslında yine İlahî olan uzun, çok uzun bir sarhoş­luğun içinde yaşıyordu epey zamandan beri.
Dervişleriyle özel sohbetlerinde, ne politikadan ne de Osmanlı’nın çöküş ihtimalinden bahsederdi. Bu sohbetler sonrası, eğer halktan kimseler de dinlemeye gelmişlerse onlara hitaben ağzından politik sözler kaçırdığı olurdu...
O gün sohbeti bir hatırası ile açtı:
          Epey zaman önce, bir akşamüstü, kıbleye karşı oturmuş; “Fakirlik tamamlandığı zaman, o Allah’tır.” sö­zünü içimden tartışıyordum. O an Allah’tan bir ilham gel­di ve mânâ apaçık belirdi. O, bana gösterdi ki; O’ndan başka hiç kimse ve hiçbir şeyin ne açıkta, ne gizlide içte bir varlığı vardır. Sadece “var” zannedilir. Bir arif için vü­cutta yoksulluk tamam olmayınca yani vücudu atmadık­ça perdesiz, doğrudan Hakk’ın yüzüne bakması, O’nu görmesi imkânsızdır. Kuranda Kıyamet suresi, yirmi ikiyirmi üçte, şöyle buyrulur: “Yüzler vardır o gün parıltılı, Rabb’ine doğru bakan.” İşte onlar, Cenabıhakk’ın yüzü­nü seyredenlerdir.
İnsan varlığını yok bilip, “vardır” zannından kurtulmaz­sa Allah’ın göklere ve yerlere teklif ettiği, onların kabul et­mediği, fakat âdemoğlunun kabul ettiği vücut emanetini ödeyemez.
Kimin ki, gözlerinin önündeki perde kalındır, bu yüz­den Hakk’ın olan vücudu kendine mal eder. Çünkü fakr yani yoksulluk; Allah’tan başka her kimseden ve her şey­den varlığı alıp yok etmektir. Vücut kalkınca Hak görü­nür. Sorarsan: “Vücut görünüşte ve gerçekte Allah’ınsa, o hâlde ârif kim? O’na bakan kim, O’nu gören kim? De­rim ki: Vücut birdir ama mertebeleri çoktur. Bir mertebe­de seven, bir mertebede sevilendir. Bir mertebede gül olur, bir mertebede bülbül... Sonra bir şiirinden bir beyit okudu:
Âlemlerin nakşını hep hayal gördüm/ Ol hayal içre bir Cemal gördüm.
Dervişler, derin düşüncelere dalarken, tekkeden içeri halktan birkaç kişi, onların ardından birkaç kişi daha gel­di, bağır basıp selam verdikten sonra, herkes bir yerlere ilişti:
          Hoş geldiniz, dedi Mısrî, hayır ola?
          Şeyhim, dedi biri, deminden beri aramızda tartışıp duruyoruz anlaşamadık. Sen geçenlerde yüzün kara ol­ması hakkında bizlere bir şeyler anlatmıştın, demek ki anlamamışız, bir zahmet bir daha anlatır mısın?
Mısrî düşündü; “Allah Allah, bu, dervişlerime açtığım konu ile ilgili. Adamlar tam zamanında geldiler, fakat ara­larında Vanî’nin casusları var, tanımıyorum, lâkin hissedi­yorum. Evet hissediyorum... Ne olurlarsa olsunlar korka­cak değilim ya! Ben doğru bildiğimi söylerim, söyleyece­ğim de...” Adamlara bakıp hafifçe gülümsedi:
          Bizler de şimdi bununla ilgili şeyler konuşuyorduk. Eveet, yüzün siyah olması, fakr yani yoksulluk demektir, aynı zamanda yokluğu da siyah denir. Yani dünya ve ahiret yoktur, siyahtır. Bunların varlığı yoktur. Çünkü varlık, vücut tektir, o da Allah’tır. Yaratılmışlara varlık hükmet­mek mecazidir.
          Ama, dedi adamın biri, hadis diyor ki: “Nefsini bi­len Rabb’ini bilir.”
Mısrî, kızmakla kızmamak arasında tereddüt etti fakat sesini iyice yumuşattı, tane tane konuştu:
         Çok iyi söyledin, bu söz gerçi Hazreti Ali’nin sözü­dür diyen de vardır, her neyse... İşte bu söz de tastamam aynı anlama geliyor. Çünkü insan nefsinin vücudu olma­dığını bilirse; kendisinde bulunan vücudun, varlığın Al­lah’a ait olduğunu anlar. Yani efendim; kendisinin aslı iti­barıyla Rab, görünüş itibarıyla nefis olduğunu bilir, anla­şıldı mı?
Adam, ne kadar, “anlaşıldı” diye başını salladıysa da, Mısrî, onun dışarı çıkar çıkmaz; önüne gelene, “Mısrî Rab’lığını ilan ediyor! A Müslümanlar, şuna bir, dur diyen çıkmayacak mı? Sesini kesen olmayacak mı?” diye ko­nuşacağını biliyordu. Kâsım’ın hayali görünür gibi oldu: “Ağam çeneni kapa, yahut adamların istediği gibi konuş, azıcık siyaset yap be şeyhim!” dedi. Mısrî’nin iç sesi Kâsım’a karşı yumuşadı: “ Adamım,” dedi, “adamım bil­mez misin ben siyaset yapan din adamı değilim? Yapma­yı da çok ayıp kabul ederim. Bir başka kişi olmak da hiç elimden gelmez. Varsın bu veled-i şeytan, istediği gibi konuşsun.” Kâsım güldü, Mısrî içini çekti: “Yunusum,” dedi, “Yunusum senin, elinden dert çektiğin bir molla Kâsım mıydı?”
Tekrar soruyu sorana baktı:
          Fakrın tamamı, Allah’tan başka her şeyden varlığı atmaktır. İşte bu, yüzün kara olmasıdır. Vücut kalkınca Hak görünür ve hiç kaybolmaz, dedi.
Artık Mısrî’nin arkasına yalnız çocuklar değil, delikanlı­lar ve koca koca adamlar da takılıyorlardı. Alçak sesle fa­kat Mısrî’nin duyacağı gibi ağır küfürler savuruyorlardı; çocuklar hâlâ taş atıyorlardı ardınca...
Bunun karşısında sevenleri çoğalıyor, müritler artık tekkeye sığmaz oluyordu. Çoktan beri yeni bir tekke yap­mak için ısrar eden, Nilüfer Çayı üzerine de bir köprü yaptırmış olan hayırsever tüccar Abdal Çelebiye izin ver­di Mısrî. Ancak devlet adamları dahil birçok kişinin para verme teklifini kabul etmedi. Ancak Fazıl Ahmet Paşanın Kardeşinin teklifini geri çevirmedi. Onu da, yeni yapılan tekkenin yanında küçük bir medrese inşaatına başlattı. Yeni tekke inşaatı devam ediyordu. Artık bu kadar haka­ret gördüğü mahallede oturması da gereksizdi. Yeni tek­kenin yakınında bir ev bulundu, Mısrîler oraya taşındılar. Kâsım’a ve Şeyh Ağasına yazdığı mektuplarda: “Bu ma­hallede fitnelere gömüldüm, yeni tekkenin inşaatına ya­kın bir ev bulduk, oraya taşınıyoruz.” diye yazmış ve yeni adresi vermişti.
***
Tarih; 1670’ti, Mısrî elli iki yaşındaydı. Yeni tekke ta­mamlandı ve Mısrî’nin kızı Fatma doğdu. O yıl, Osmanlı büyük bayram yaşadı; çünkü Fazıl Ahmet Paşa komuta­sındaki ordu, bir yıl daha kışı yer altı şehrinde geçirdik­ten sonra Girit’in Kandiye’sini düşürmeyi başarmıştı. Gi­rit artık bir iki önemsiz kale hariç Osmanlıya aitti.
***
Gülsüm bir kız doğurmaktan memnundu. Fatma’nın kendisine Ali’den daha çok yâr olmasını bekliyordu. Ona bildiği her şeyi öğretecekti. Ali üç yaşında, uslu bir ço­cuktu. Babasının yüzünü az görmesine rağmen, ona çok bağlıydı... Fakat Mısrî’nin çocuklarla meşgul olacak hiç vakti yoktu. O İlahî sarhoşluğunu yaşarken, kendini dervişlerine, şiirlerine ve yazdığı risalelerine adamış gö­rünüyordu. Yine de karısının isteği üzerine kızının doğu­muna tarih düşürdü. Fakat o günlerde Mısrî kendisini, belki daha doğrusu, bir insanın macerasını anlatan şiiri­ni yazmıştı:
Ezelden nârına aşkın yana geldim, cihân içre
Akıttım nice dem yaşlar gözümden, dolu kan içre
Hakk’ıla bî-nişân iken kamu canlara can iken
Düşürdü bl-mekân iken beni kevn ü mekân içre
Nice geldim nice gittim nice doğdum nice öldüm
Nice’çıldım nice soldum şu gül gibi cihân içre
Bulut olup göğe ağdım matar olup yeri yağdım
Güneş olup gehî doğdum zemin ü âsumân içre
Nebât olup nice devrân, nice demde olup hayvân
Geyürdi suret-i insân bana devr-i zamân içre
Çü inşân suretin buldum, Hakk’a hamd u senâ kıldım
Fenâ ender fenâ oldum bekâ-yı câvidân içre
Erişti marifet nûru gönül oldu Hakk’un turu
Niyâzî duydu çün sırrı gümân gitdi ayân içre
Mısrî’nin pek çok şiiri bestelenmişti. On yedinci asrın büyük bestecileri Itri, Dede Efendi, Hafız Post tarafından bestelendiği gibi, kendi müritleri Bursa Ulu Camii ve Mısrî Tekkesi Zakirbaşısı Karaoğlan Mustafa, İstanbullu Ali Efendi, ayrıca yine Ulu Camii Başmüezzini Ak Hâşiye Mustafa gibi şahıslar tarafından ve birçok amatör besteci tarafından da besteleniyordu. Velhasıl yeni bir şiirin yazıl­masını özlemle bekleyen besteciler vardı. Bu şiirler âde­ta yazılırken besteleniyordu.
Fakat son zamanlarda Mısrî’nin gönülden arzusu; İmam Buseyri’nin üçüncü asırda Hazreti Peygambere yazdığı övgü, İslam âleminde ünlenmiş Kaside-i Bür’e’sinin beyitlerine beşer mısra ekleyerek tesbî etmek ve her beyitin başında onun ismini geçirmekti. Fakat ne kadar çalışırsa çalışsın bu işi beceremiyordu. Bir gün bir dervi­şi ile konuşurken, bu derdinden bahsetti. Son derece bil­gili ve saf bir kalbi olan derviş:
          Şeyhim, dedi, sahibinden, Allah’ın elçisinden izin aldın mı?
Hayır, bunu akıl edememişti Mısrî. O gece, dualar edip istihareye yattı. Rüyasında, kırlık bir yerdeydi. Yürümeye başladı ve yeşillikler arasında bir çeşme gördü. Hazreti Peygamber orada abdest alıyordu. Mısrî yaklaştı, durup bekledi. Peygamber işini bitirince ona doğru hamle yapıp önce elini, sonra gülümseyen yüzünü öptü. Peygamber, onun da kendisinin abdest aldığı çeşmeden abdest al­fasını istedi ve sonra sırtını okşayıp ona başarılar diledi.
Mısrî içinde bir sevinçle uyandı. O gece sabaha kadar otuz yedi beyti tesbî etti, ertesi gün kırk ve on gün içinde bütün kasideyi tesbî etmiş bulunuyordu.
O günlerde Mısrî’yi şaşırtan bir şey oldu. Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa onu Edirne’ye davet etmişti... Mısrî şa­şırdı ama memnun da oldu. İlk defa yüksek bir devlet adamı ile temasa geçecek; bazı şikâyetlerini, bilhassa zi­kir ve devran yasağı ile ilgili olanları zamanın büyüklerine anlatabilecekti. Tabii karşı ihtimal de vardı; Mısrî’nin pa­dişah emrini dinlemeyip zikre ve devrana devam etmesi, Bursa’daki vaazlarında Osmanlı aleyhine konuşmaları sadrazamın kulağına mutlaka gitmişti, sadrazamın onu uyarmak ve azarlamak için bu daveti yaptığı da düşünü­lebilirdi. Nitekim düşündü de Mısrî, fakat gönlünde hiç­bir kara haber veya ürkme belirtisi yoktu. Mısrî, yanında tekkenin zakirbaşısı Karaoğlan Mustafa ve birkaç önemli dervişi ile birlikte Edirne’ye gitti.
Edime; I. Ahmet ve IV. Mehmet başta olmak üzere, ba­zı padişahların orada oturmayı tercih ettikleri ve bundan dolayı ikinci bir başkentmiş gibi gelişmiş, güzelleşmiş, zenginleşmiş, tabiat bakımından çok zengin bir şehirdi. II. Osman ve IV. Mehmet’in tercih sebepleri, Balkanlar’da tertip ettikleri av eğlenceleri idi. Özellikle IV. Mehmet, ava aşın derecede tutkundu ve Edirne’yi tam anlamıyla dev­let merkezi hâline getirmiş, Venedik ve Leh seferleri ba­hanesiyle burada kaldığı gibi, birçok elçiyi de burada ka­bul etmişti. Ayrıca oğullarının sünneti ve kızının on sekiz gün süren düğünü de burada yapılmıştı. Edirne’de bir­kaç saray vardı. IV. Mehmet, Tunca, Hünkâr ve Edirne Sarayı gibi isimlerle anılan Saray-ı Cedid’de oturmayı ter­cih ediyordu. Bu saray şehrin dışında, Tunca Nehri’nin batısındaki geniş düzlüklere kurulmuştu. IV. Mehmet bu sarayda yenilikler yaptırmış; bahçeleri daha bir güzelleş­tirmiş, bu bahçeleri kasırlarla süslemişti. Şehirde ayrıca Mimar Sinan’ın en güzel eserleri bulunuyordu. Başta Se­limiye Camii olmak üzere, Taşlık, Defterdar, Şeyhi Çelebi Camileri birer sanat abidesiydi.
Edirne aynı zamanda bir medreseler, hanlar, hamam­lar, çarşılar, bedestenler şehriydi. Birçok vezir ve paşa ko­nağı vardı. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nınki bir saray­dı âdeta. Fazıl Ahmet Paşa; Mısrî ve beraberindekileri bu­rada kabul etti.
Fazıl Ahmet Paşa, mavi gözlü, kumral, uzun boylu, za­yıf ve pek sevimli bir adamdı; kısa bir sakalı vardı. Mısrî onu, zayıflığı hariç, Kâsım’a benzetti.
İlk gün karşılıklı iltifatlar, Mısrî’nin kendi şiirlerini oku­ması ve saray sazlarının Mısrî’nin bestelerini çalmasıyla geçti... Ertesi gün Fazıl Ahmet Paşa, küçük misafir gru­buna rehber tayin ederek, onların birkaç gün şehri gez­melerini; önemli cami, medrese ve tekkeleri ziyaret et­melerini temin etti... Bir on gün böyle geçtikten sonra, sıra çarşı pazara geldi. Mısrî bu noktada gruptan ayrıla­rak, buradaki Beylerbeyi Camiine komşu; Şeyh Mestçizade İbrahim Efendinin Halveti tekkesine geri döndü.
Niyeti İbrahim Efendi ile dertleşmek ve kaç gündür pek özlediği zikir ve devrana katılmaktı; fakat o:
          Biz, zikir ve devran padişah emri ile yasaklanınca, o işe son verdik şeyhim, dedi, gerçi pek göz önünde bulun­mayan bir Kadiri tekkesi sesli zikre devam ediyor, ama biz çok göz önündeyiz. Padişah Hazretleri yanı başımızda, bu işi yapamazdık, diye âdeta özür diledi Mısrî’den.
Bu beklemediği durum Mısrî’nin canını sıkmış, onu bi­raz da öfkelendirmişti. Böylece dertleşemedi İbrahim Efendi ile. O zikir yapılan Kadiri tekkesinin adresini aldı ve oraya gitti...
Şehrin varoşlarında bulunan basit, sade, mütevazı bir tekke idi. Şeyhî Mehmet Efendi, Mısrî’yi büyük bir saygı ve sevgi ile karşıladı. Onun eserlerinin tekkede sık sık ça­lındığını söyledi ve Mısrî’nin tacındaki iç içe geçmiş üç halka ile sembolize edilen Kadiri Gülünün hikâyesini sor­du. Böylece laf lafı açtı, ta Mısırlara gitti. Mısrî, Şeyhuniye Medresesini, İkinci Şeyhi Mehmet Efendi’yi bu Meh­met Efendiye anlattı. Bazen o kadar detaylara girdi ki, Kiraz’ın bile adı geçti... Böyle güzel bir sohbetten sonra, zikir meclisi yapıldı. Mısrî doya doya zikretti, Bir’le bir oldu. Vecd içinde ayrıldı oradan.
Böylece Mısrî, Edirne’de serbest kaldıkları zamanlar, yanına dervişlerini de alıp hep bu tekkeyi ziyaret etmeye koştu...
Bir cuma günü de Pehlivanlar Tekkesine gitti; bol bol güreş seyredip daha eski günlere döndü. Gözleri yaşara­rak o zamanın Derviş Ağa’sını düşündü ve o gece Şeyh Ağa’sına uzun bir mektup yazıp; Pehlivanlar Tekkesini ve bol; “abe”li “te be”li konuşmalar işitip kendisini nasıl an­dığını anlattı. Ah bir daha görüşmeleri keşke mümkün olsaydı!.. Fakat ikisinin de işleri, o kadar kendi özel arzu­larını aşmıştı ki... “Hani bir gün İstanbul’da, Kâsım’ın evinde buluşuversek.” diye yazdı içi yana yana. Bu mek­tupta ne bir politik havadis, ne yasaklananların şikâyeti vardı. Sadece koyu koyu özlemdi her bir cümlesi.
Bu arada Edirne Sarayı’nda Polonya Seferinin hazır­lıkları vardı. Daha halka ismi belli edilmese de, bir yere sefer olacağı halk tarafından da biliniyordu. Sultan IV. Mehmet hâlâ İstanbul’daydı... Seferin başında o da bulu­nacaktı.
Nihayet Mısrî, bir akşam Fazıl Ahmet Paşa ile baş ba­şa kaldı. Ona bütün içtenliği ile; yasaktan ne kadar rahat­sız olduklarını, oysa tekkelerin insanların eğitim ve öğre­timinde nasıl faydalı olduğunu, ayrıca tasavvufun, İslam dininin huzurlu, güler yüzü olduğunu, bu yasakları baha­ne eden bir kısım halkın nasıl kendisini hedef hâline ge­tirdiğini anlattı.
Fazıl Ahmet Paşa, başını sallayarak onu dinliyordu. Mısrî devamla, Osmanlı’nın kuruluşundan bu yana, ta­savvuf erbabının daima devletin yanında olduğunu mi­saller vererek anlattı. Vanî’nin sultan üzerindeki tek taraf­lı ağır etkisinden şikâyetçi olduğunu söyledi.
Fazıl Ahmet Paşa bir süre sustu. Sonra:
          Biliyor musunuz şeyhim, dedi, bu sizin anlattıkları­nızı ben de biliyorum, fakat sadarete geldiğimden beri devletin bu tarafı ile hiç uğraşmadım. Biliyorsunuz dış si­yaset ve savaş benim ilgilendiğim birinci hususlar. Dev­letin iç siyasetini daha ziyade Merzifonlu Kara Mustafa Paşaya bıraktım. Fakat bu konularda onunla da hiç ko­nuşmadık. Mesele sadece sultanımızın tasarruflarında. Şöyle bir şey geliyor aklıma, buradan İstanbul’a gidin, orada Ayasofya’da bir vaaz verin şeyhim, bana anlattıkla­rınızı orada bir bir anlatın, ben sultanımızın gelip sizi din­lemesini temin edeyim. Ancak bunu yapabilirim. Artık ondan sonrası size kalmış.
Mısrî, Fazıl Ahmet Paşa’nın da en az kendisi kadar açık ve samimi konuştuğunu gördü, içi rahat etti. Evet artık bundan sonrası ona kalıyordu. Mısrî, Allah’a sığındı.
Mısrî ve beraberindekiler Edirne’de kırk gün kaldılar ve kırkıncı gün Fazıl Ahmet Paşa’dan İstanbul’a gitmek üze­re izin istediler. Paşa, onları karşıladığı gibi, sevimli yü­zünde gülümsemelerle, saygılı ve sevgi dolu yolcu etti.
***
Mısrî Ayasofya’daki vaazı için önce öfkeli bir konuşma yapmayı düşünmüştü, ancak son anda bundan vazgeç­ti, gönlü razı olmamıştı. Kendini Allah’ına bıraktı. Minbe­rin üstünde Mısrî, ortasındaki Kadiri Gülüyle siyah tacı ve siyah hırkası ile yakışıklı ve heybetli görünüyordu. Tam önündeki safta sultan, yanında Vanî Efendi, etrafında sa­ray mensupları, bu saraylılar arasında da Kâsım oturu­yordu. Geriye kalan kısmı halk baştan başa doldurmuş­tu. Herkes sessiz bir saygı içinde bekliyordu.
Mısrî, bir Bismillah çekip başladı. Edirne’de Fazıl Ah­met Paşaya anlattıklarını daha tesirli bir şekilde kısaca özetledi, sonra yapılan dedikodular, atılan iftiralarla, bu­gün tekkelerin nasıl boynu bükük hâle geldiğinden yine kısaca bahsetti ve o an gönlünden doğan şiiri, o tesirli, o ahenkli sesiyle okudu:
Gir sema’a zikir ile gel yana yana hû deyu
İr safa-yı aşk-ı Hakka yana yana hû deyu
Hep erenler hû ile kaldırdılar can perdesin
Açtılar gözlerin andan yana yana hû deyu
Gördüler hû kaplamış hep on sekiz bin âlemi
Feyz alırlar cümle hû’dan yana yana hû deyu
Zât-ı Hakk’ı buldular buluştular bu hû ile
Dost göründü her taraftan yana yana hû deyu
Ey Niyâzî gönlüne âşıklar hikmeti dolar
“Küntü kenz”in haznesinden yana yana hû deyu
Mısrî konuşmasına Hucurat suresinin on ikinci ayeti ile başladı:
“Ey iman edenler! ‘Zan’dan çok sakının! Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Sinsi casus gibi ayıp aramayın! Gıybet ederek biriniz, ötekini arkasından çekiştirmesin! Sizden biri ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi? Bakın bundan iğrendiniz. Allah’tan korkun. Hiç kuşkusuz Allah tövbele­ri çok kabul eden, rahmeti sonsuz olandır.”
Ayeti yüksek, en gür sesiyle okuyan Mısrî, bir durdu, karşısındakileri gözden geçirdi, sultanın yüzünde çok ha­fif bir huzursuzluk hissetti. Vanî ise öfkeyle bakıyordu. Sa­ray mensuplarının hemen hepsinin yüzünde padişahta sezdiği tedirginlik derece derece vardı. Mısrî daha alçak sesle konuşmasına devam etti:
— Ey iman edenler, bilin ki güneş nereye baksa, kar­şısında aydınlık görür. Şüphesiz güneşin gördüğü aydın­lık, karşısına düşeni nura gark eden yalnız ve dahi yalnız kendi nurudur. Lâkin karanlığın karşısında aydınlık ol­maz. Karanlık; karşısında bulunan herkesi ve her şeyi ka­ranlık görür. Bu karanlık, karşısına düşen eşyayı karartan da yalnız ve yalnız kendi karanlığıdır şüphesiz.
Güneş, kendine kıyasen bütün âlemin nurdan ibaret olduğunu sanır. Karanlık ise yine kendisine kıyasen önü­ne çıkan her kimsenin ve her şeyin kara olduğunu zan­neder.
Şimdi güneş gerçekten arif olan, Allah’ın birliğine ina­nan mümin misalidir. Bu kişi zaten tevhidinin, imanının: “Hiçbir şey yoktur ki O’nu överek tespih etmesin; fakat siz onların tespihlerini farkedemezsiniz.” İsra suresinin kırk dördüncü ayetinin de söylediği gibi; yalnız ve yalnız kendi tevhidinin, imanının aksini, nurunu görür. Oysa as­lında insanın ve eşyanın bir kısmında cehalet, küfür ve is­yan zulmeti vardır. Lâkin o inanmış kişinin bakışının ışığı, herkesi ve her şeyi sarar da, o hepsinde sadece ışık gö­rür. Cümleye iyi zan besler. Bu sıfat ancak insanı kema­le, olgunluğa eriştiren, bir kâmil yol göstericinin, bir mürşidin terbiyesi altında, nefis tasfiyesi, gönül arındır­ması ile mümkün olur.
Karanlık ise cehalet ile kalbi kararmış cahille beraber olur. Bu adam her insanda ve eşyada bir eksiklik görür; herkeste bir ayıp arar. Cahil nereye baksa cehaletinin ve ayıbının karanlığı, gördüğü şeye akseder. Baktığı şey ne olursa olsun onda muhakkak noksan ve ayıp görür. Za­vallı bilmez ki o kendi ayıp ve noksanıdır; oradan kendi kendine aksetmiştir.
O hâlde ey Allah yoluna sülük eden talip! Sana bahşe­dilen bu yolda iç mücadeleni sürdür ki, ruhunun güneşi battığı yerden doğsun; tutulduğu yerden açılıp parlasın; gönlünün âlemleri nurlansın. Gül yüzün aydınlansın ve ışık senin yüzünden, karşında bulunanlara aksetsin, tü­münü parlatsın. Karşında bulunanlar senin ilim ve irfanı­nın ışığından faydalansın, senin cisminin gölgesinde hu­zur bulsun.
Ey kendi ruhlarının karanlığında çırpınanlar! Siz Mev­la’nın nuru ile aydınlanmış bu kişiye ne yapabilirsiniz? Siz ne kadar zavallısınız ki, Cenabıhakk’ın ışığına savaş aç­maktasınız! Siz karanlığın içinde boğulurken zanlarla çır­pınmakta, kararmış dillerinizle Allah’ın nurunun gıybetini yapmaktasınız!
Siz, ölmüş kardeşinizin etini yemektesiniz.
***
Cemaatin çoğunluğu ağlamaktaydı...
IV. Mehmet doğruldu, kalktı; saray mensupları hep bir­den kalktılar, cemaat kalktı. Sultanın güzel ela gözlerin­den iki damla yaş, yağız çehresine süzüldü, öylece duran bir an baktı Mısrîye, sonra arka safta duran Kâsım’a başıyla işaret edip yanına çağırdı. Yanına yaklaşan ve ko­caman mavi gözlerinde sorular titreşen kâtibine, herke­sin duyacağı gibi yüksek sesle:
          Hemen şimdi Hazret’e söyleyiniz, fermanımı alma­dan ayrılmasın camiden!
Döndü, yürüdü. Yanındakiler onu saygılı bir sessizlik için takip ettiler.
Kâsım, Mısrî’ye doğru yürüdü, elbet o işitmişti padişa­hın buyruğunu, Kâsım sadece:
          Bekle ağam, dedi, öyle sanırım ki yasağın kalktığı­nı söyleyen fermanla az sonra burada olurum, bekle, ce­maat beklesin.
Mısrî başını eğdi, sonra gözlerini yukarı kaldırıp hamd etti.
Sultan ve arkasındakiler çıkmışlardı camiden.
Mısrî gönlünden geçen şiirini yüksek sesle okumaya başladı:
Dönmek ister gönlüm cümle sivâdan
Dönelim âşıklar Mevla derdiyle
Geçmek ister gönlüm mülk-i fenadan
Geçelim âşıklar Mevla derdiyle
Derde düşen âşık netsin cihanı
Dert ehlinin daim yanmakta cânı
Döner arzulayıp vasl-ı Cânânı
Dönelim âşıklar Mevla derdiyle
Ay u gün yıldızlar nüh felekler
Arşın etrafında saf saf melekler
Meydan-ı aşkında cevlan ederler
Dönelim âşıklar Mevla derdiyle
Tan eyleme zâhid benim hâlime
Dahi eyleme hergiz bu devrânıma
Dermânı devrânda buldum cânıma
Dönelim âşıklar Mevla derdiyle
Baş açıp girerim aşk meydânına
Mansûr olurum “ene’l-Hak” dârına
Yanmakta Nîyâzî şevkin nârına
Yanalım âşıklar Mevla derdiyle
Cemaat öyle kendiliğinden halkalar tertip edip, “Hu” çekip, “Allah Allah” deyip, ağır ağır dönmeye başladı. “Al­lah Allah” sesleri sanki göklere yükseliyor, oradan dönüp gelip dönenlerin gönlüne aksediyordu.
Biraz sonra elinde fermanla dönen Kâsım, bu İlahî manzarayı, yüreği titreyerek seyretti ve hayatında ilk defa, çok sevindiği bir olayda kahkaha atmak yerine ağladı.
***
Daha sonra Mısrî’ye: “Beni bile ağlattınız.” diye takıldı. Kâsım’ın tahmin ettiği gibi, devran ve sesli zikir yasağını kaldırmıştı sultan...
***
O sıralarda İstanbul’da veba salgını başlamış, birçok kişi vefat etmişti. Artık sesli zikre ve devrana çatamayan ve bundan dolayı büyük öfke ve Mısrî’ye kin duyan Vanî Efendiye ise yeni bir konu çıkmıştı; geçmiş gitmiş velile­rin türbelerini ziyaret eden, onlardan medet uman halka çok fena çatıyor, onlara beddua ediyordu. Verdiği bütün vaazlarında, işte bu ziyaretlerin, halka veba getirdiğini, çok canlar aldığını, daha da alacağını bağıra bağıra söy­lüyordu. Halk bu vaazlardan çok ürkmüştü, neredeyse Eyüp Sultan Hazretleri’ni bile ziyaretten vazgeçecek hâle gelmişlerdi. Fakat asıl olan Babaeski’de oldu; halkın pek çok sevdiği her zaman, memleketin her tarafından Müs­lüman Hristiyan akın akın ziyaretçileri olan Kambur Ba­ba Türbesi, sarayın fermanı ile yıkılıp yerle bir edildi. Bu konu hakkında Mısrî’ye fikrini soran Kâsım’a, Mısrî:
          Elbet ölmüş gitmiş canlardan medet ummak doğ4fu değildir, istenecek şeyler sadece ve sadece Allah’tan istenir, evliya türbelerine bez bağlayarak değil. Ancak ve­lileri ziyaret edip orada ruhlarına Fatiha, Yasin okumak, hatta onların ruhu için kurban kesmek pek güzel olur, dedi ve ilave etti, ölmüşten değil, diriden medet umulur.
Bu gelişinde de Mısrî, bir akşam vakti, Kâsım’la bera­ber Ahmet’i evinde ziyaret etti.
***
Bursa’daki ihvanlar, dostlar, Mısrî’nin vaazı dolayısıyla hünkarın yasağı kaldırdığını çoktan işitmişlerdi... Hepsi, onu âdeta bayram ederek karşıladı. Her şey yolunda gö­rünüyordu. Ancak Vanî’nin adamları hep tetikteydi; Mısrî’nin gerek Ulu Cami’deki bütün vaazları gerekse tekkesinde dervişlerine ve halka yaptığı konuşmaları, nasihat­leri, ince bir dikkatle inceleniyor, şeriata aykırı gibi görü­nen her kelimesine yüz daha katarak Vanî Efendiye jurnalleniyordu.
Mısrî bunları bildiği hâlde, genel tavrında ve konuşma­larında herhangi bir kısıtlamaya, tedbire gerek duymu­yordu. Vaazlarında vecd içinde yine cifir hesaplarına gö­re, Osmanlı’nın karanlık bulduğu geleceğinden haberler veriyor, memlekette, bilhassa devlette yapılan israfları, ça­lıp çırpmaları, rüşvetleri ve haksız kayırmaları olduğu gibi anlatıyor; bu arada vahdet sırlarından dem vuruyordu... Fakat halkı en çok rahatsız eden, son zamanlarda velayet-i şeriyye açısından Hazreti Hasan ve Hüseyin’in peygam­berliklerini iddia ediyor olmasıydı. Vanî Efendi vasıtasıyla bütün bu sözler, padişaha ve sadrazama naklediliyordu...
Mısrî, Bursa’da öldürülmekle tehdit ediliyordu.
1672 yılında IV. Mehmet ve Sadrazam Fazıl Ahmet Pa­şa, Polonya üzerine Sefer-i Humayün için Edirne’den ha­reket etmişlerdi. Kumanda Fazıl Ahmet Paşa’da idi...
Tuna üzerine beş yüz elli altı metre uzunluğunda ve ye­di metre genişliğinde bir köprü kurularak, ordu Moldova’ya geçti. Kamaniçe Kalesi dokuz günlük bir muhasa­radan sonra fethedildi. İki ay dayanacağı hesap edilen kalenin dokuz günde düşmesi Varşova’da ciddi bir panik doğurdu. Sonbaharda Podolya ve Galiçya işgal edildi. Daha sonra Polonya’nın en büyük şehirlerinden Lwow fethedildi.
Ordu kuzeybatıya doğru ilerleyerek Lublin şehrini, San ve Vistül ırmaklarının doğusunda kalan bölgeleri fethetti. Varşova’ya yüz kilometre kadar kalmıştı ki Polonya barış istedi. Osmanlı askerî harekâtı durdurdu. Podolya’nın Bucaş kasabasında dört maddelik bir antlaşma yapıldı. Podolya Osmanlfda ve Galiçya Polonya’da kaldı.
Sefer altı ay sürmüştü. Padişah, Edirne’ye, av eğlence­lerine döndü.
***
Mısrî’nin durumu ciddi olarak çok sıkışmıştı. Gene ar­kasına çocuklar, gençler takılıyor, gene taşlar atılıyor, gene küfürler ediliyordu. Ölüm tehditleri de ciddi görü­nüyordu. Eski mahallede olanlar daha fazlasıyla tekrar edilmeye başlamıştı. Sultanlarının öldürülüvermesinden korkan dervişler, tedbir alıp geceleri onu beklemeye baş­ladılar. Mısrî bu tedbirlere de gerek görmüyordu, ama dervişlerinin ısrarlarına dayanamamıştı. Artık sokakta yü­rürken de yalnız bırakılmıyor, dervişleri çevresini çeviri­yordu...
Böyle akşamların birinde Mısrî ölümle karşı karşıya geldi. Enine boyuna bir adam, nara atarak ve hızla koşa­rak arkasından geldi, dervişlerini savurup dört bir yana, elindeki hançeri Mısrî’ye saplayacakken, ona dönen Mısrî’nin ateş gibi yanan gözlerini gördü. O anda kolu ya­nına düştü, o sırada dervişler onu kıskıvrak yakalamışlar­dı bile. Biri:
          Şeyhim, dedi, bu herifi böylece elinde hançeri ile hemen zaptiyeye teslim edelim.
          Durun bakalım evlatlarım, dedi Mısrî, genç adama dönüp sakin ve tatlı bir sesle, neden beni öldürecektin oğlum? diye sordu.
Genç adam önce ses çıkarmadı, birkaç dakika sonra, öge eğdiği başını kaldırdı, yine de Mısrî’nin gözlerine bakmamaya çalışarak:
          Çünkü sen din ve devlet düşmanısın, dedi.
          Nereden biliyorsun? Hiç vaazlarımı dinledin mi, yo­lun bizim tekkeye düştü mü?
          Hayır ben dinlemedim, ama öyle söylediler. • \
          Hiçbir Allah dostu, din düşmanı olabilir mi?
          Sen Hazreti Muhammed’i atıp yerine Hüseyin’le Hasan’ı geçirmişsin!
          Hiçbir Allah dostu, Allah’ın âlemlere rahmet olarak yarattığı Peygamber’i atıp yerine birini geçirebilir mi, Kur’an’ı inkâr edebilir mi?
          Yapamaz elbet ama sen yapmışsın işte...
Dervişlerden bir diğeri:
          Şeyhim, dedi, bu katille daha fazla konuşmayalım, götürelim zaptiyeye...
O zaman adam, Mısrî’nin ateş gibi gözlerine bir kez daha bakmaya cesaret etti, kendi gözleri ile yalvararak. Mısrî:
          Durun bakalım, dedi dervişlerine, adama döndü. Hiç daha önce adam öldürdün mü, böyle bir şey yapma­ya kalktın mı?
          Hayır.
          Sen benim yerimde olsan, seni ne yapardın?
Genç adam önüne baktı, duyulur duyulmaz bir sesle:
          Zaptiyeye teslim ederdim, dedi.
          Sen doğru bir adama benziyorsun, dedi Mısrî, doğ­ru bir adamsın ama başkalarının sözlerine inanıp katil olacaktın neredeyse. Adam öldürmek en büyük günah­lardan bir tanesidir oğlum. Seni bu günaha sokacaklar­mış neredeyse... Bu söylediklerimi iyi düşün, bir daha başkasının lafı ile de, kendi öfken yüzünden de adam öl­dürmeye kalkma. Haydi şimdi git, seni bağışladım.
Dervişleri bu geniş hoşgörü karşısında yutkundular, fakat şeyhlerine bir şey söylemeye cesaret edemediler..
Genç adam, işittiklerine inanamamış gibi bir daha baktı Mısrî’nin yüzüne. O sadece başını salladı, eliyle so­kağı göstererek “haydi buyur” gibilerden bir hareket yap­tı. Adam bir an duraladı, sonra elindeki hançeri yavaşça Mısrî’nin ayakları dibine bıraktı. Ve arkasını dönüp hızlı adımlarla uzaklaştı. Mısrî eğilip yerdeki hançeri alıp bak­tı, sonra yanındakine uzattı ve ağır ağır yürüyerek içini çekti:
          Şu hâle bakın! Devleti eleştiriyorum, çünkü onun geleceği için yüreğim titremekte. Bu gidişe son verin yoksa batacağız diye uyarıyorum, ama devlet düşmanı oluyorum!.. Hazreti Peygamber’in dünya değiştirmesi ile beraber, şeriat getiren nübüvvet kesin olarak mühürlen­miş, bitmiştir. Elbet bunu biliyoruz, aksini iddia etmiyo­ruz; fakat bir şekilde elçilik, Hazreti Hasan ve Hazreti Hü­seyin’de devam edegelmiştir, bunun için Kuranda delil­ler buldum diyorum, gelin konuşalım, siz de kanıtlarınızı getirin diyorum. Ben yanılıyorsam gelin düzeltin diyo­rum. Bir kimse karşıma çıkıp da senin delilini şöyle çü­rütebilirim, diyemiyor ama arkamdan katil yolluyor. Şu dünyanın işlerine bakın. Cahil adam, kanmış tabii... Ço­cuklar, bu adam tekkeye falan uğrarsa sakın kötü yüz göstermeyin, gelsin dinlesin bizi. Ne öğrenirse kârı olur.
          Peki efendim, emrettiğiniz gibi yaparız, dedi derviş­lerin içinde en sevdiği derviş. Ama sanırım, Allah koru­sun, sizi öldürtmek için, birkaç adam daha deneyebilir­ler. Demek ki tehditleri kuru sıkı değilmiş. Şeyhim, ne olur bizim hatırımız için bir süre evinizde dinlenin, pek dı­şarı çıkmayın, bizler de tedbirlerimizi daha sıkılayıp sizi nöbetle bekleyelim. Baksanıza, adam iki çelme takıp iki itip kakıp bizleri de savuruverdi. Boş bulunmuşuz.
          Eh, dedi Mısrî, pehlivan yapılı bir adamdı!
***
“Mısrî Hazretleri, kendini öldürecek adamı, bağışla­mış.” Bu sözü, sevenler söylediler, tekrarladılar, söylediler ve söz Bursa’ya dalga dalga dağıldı. Böylece çevresinde yeni bir sevgi halkası oluşurken, düşmanları da arttı...
Mısrî evden pek çıkamamaktan, vaazını bırakmaktan ve dervişlerinin sıkı koruyuculuğundan bıkıp usanmıştı. Ne şiir ne de risalelerini yazabiliyordu, garip bir sıkıntı içi­ne düşmüştü. O, çocukluğundan beri özgür bir adamdı, içinden geldiği gibi hareket etmişti, şimdi bu hâl ona, bir çeşit hapis gibi geliyordu...
Nihayet yanma iki dervişini alıp Edirne’ye gitmeye ka­rar verdi. Sarayın ikinci bir Polonya Seferi hazırlığı içinde olduğunu bilmiyordu.
***
Edirne eski bildik Edirne idi ama saray o saray değil­di. Geçen defa o kadar izzet-ikramla ağırlandıkları saray, bu kez onlara kapılarını kapatmıştı! Oysa Mısrî, Kâsım’a pek benzettiği güler yüzlü Fazıl Ahmet Paşayı görme ihtiyacındaydı; zikir ve devran yasağının kalkması epey miktar Mısrî yüzünden olmuşsa da, ona bir tertibi hazır­layan Paşanın da çorbada önemli miktarda tuzu vardı.
Sadrazama teşekkür edip dua etmek istemişti; bir de kendisini eve hapsettiren Bursa’daki çılgınlığı ona aktar­mak istiyordu. Ola ki, bir tedbir gösterirdi. Fakat saraya kabul edilmediler, Polonya Seferi göstermelik bir sebep­ti. Aslında Mısrînin aşırı konuşmaları Vanî Efendinin casusları vasıtasıyla Fazıl Ahmet Paşanın kulağına da geli­yor ve sadrazam, Mısrî’nin Hazreti Hasan ile Hüseyin’in peygamberliklerini nasıl Kur’an-ı Kerim’le uyuşturabildiğini ciddi olarak anlamıyordu.
Mısrî ve iki dervişi bir süre bir handa kalıp Edirne’nin camilerini, tekkelerini gezdiler; artık izin çıktığı için Hal­veti dergâhında da zikir ve devran yapıldığı hâlde, Mısrî, geçen gelişinde kendisine kucak açmış olan Kadiri dergâhında, dervişleri ile zikre katılmayı tercih etti. Fakat Edirne’de oturdukça ve padişahın ona göre pek gereksiz av eğlenceleri, bunun için yapılan masraflar, memlekette onca fakir fukara varken, sarayın şaşaalı yaşantısı, yük­sek memurlar ve bazı paşaların rüşvet aldığı, devlette çe­şitli yolsuzluklara bulaşıldığına dair dedikodular öfkesini artırıyordu.
Bir gün, aşağı yukarı hep gittiği Kadiri tekkesine, bir­kaç derviş ve hoca gelerek kendisinin ertesi gün Edirne Ulu Camii’nde vaaz vermesini istediler. Mısrî kabul etti, fakat misafirler gitmeden ona bazı sorular sormak isti­yorlardı. Mısrî:
          Buyurun sorun, dedi.
Genççe bir cami imamı:
          Efendim, Hak Teala yalnız ariflerin yüzünde mi zu­hur eder? diye sordu.
          Oğlum, dedi Mısrî, İbn Arabî’ye göre; O’nun Zatı’ı işiten gören bir varlık yahut varlıklar grubuyla sınırlana­maz. O, işiten gören, elleri olan varlıkların hepsinde te­celli eder; belirir... Yüce Allah, külli, yani bütün bir öz ola­rak var olan her şeyin Zat’ıdır. Biz de İbn Arabî takipçisi olarak deriz ki; evrende mutlak anlamda çirkinlik yoktur, kâinatta var olan her şey güzeldir, çirkinlik görecelidir. Çünkü bütün varlıklarda Cenabıhakk’ın isim ve sıfatlan yansır. Yine bir çünkü, Yaradan, her şeyi kendinden ya­ratmıştır. Kâinatı yaratmak isteyince, isim ve sıfatlarını açığa çıkartmış, maddeye tenezzül etmiştir.
Bir derviş, biraz da hayretle sordu:
          O zaman varlığın şekilsiz hâli Allah’tır?!
          Evet öyledir, buna gayb-ı mutlak mertebesi denir ve bunun ne olduğunu da Kendisinden başka kimse bil­mez.
Halktan bir mümin genç:
          Şeyhim, dedi, ben izninizle başka bir şey soraca­ğım. Bir inanmış kişi, hiçbir yere bağlı olmadan, kendi kendine her gün Allah’ın güzel isimlerini zikretse, oruçlar tutup halvetlere girse, yolda sayılabilir mi?
          Hayır sayılmaz, mutlak surette bir mürşide bağlan­ması gerekir.
          Efendim, tarikatla şeriat birbiri ile mukayese edilse, en belirgin ayrılıkları ne olur?
          Şeriat işin dış görünüşüdür, hakikatin mecazıdır... Şimdi örnek olarak cevizi ele alalım. Cevizin kabuğu şe­riattır, içi yani meyvesi ise hakikattir. Cevizin içine ulaş­mak isteyen kimse, mutlak kabukla muamelesini yapar, yani onu kırar ve meyvesini elde eder. Yunus Emre’nin ünlü: “Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü / Bostan ıssı kakıdı, der ne yersin kozumu” beytini bilirsiniz elbet. İş­te burada erik şeriatı, üzüm tarikatı, meyve de hakikati temsil eder. Erik şeriata benzer, çünkü dışı yenir, iç çekir­deği yenmez; üzüm tarikata benzer, hem yenir hem de birçok nimet ondan yapılır, yalnız az ve küçük de olsa çe­kirdeği olduğu için temizliğe muhtaçtır. Ceviz ise sırf ha­kikattir, çünkü içinde yaramaz bir şey yoktur, hepsi yenir.
O zamana kadar hiç konuşmamış olan bir derviş:
          Şeyhim, dedi, o şiir daima anlamakta güçlük çek­tiğim bir şiirdir. Keşke onu bir şerh etseydiniz, benim gi­bi pek çok kişi size minnettar olurdu.
          Evet, dedi Mısrî, benim de aklımdan geçiyor, inşal­lah o şiir için bir şerh yazacağım. Başka soruları olanlar da vardı. Mısrî, hepsini cevap­landırdı. Onlar gittikten sonra Mısrî de tekkeden çıkıp kaldıkları hana gitti. Aklında ertesi gün vereceği vaaz var­dı. Edirne’de biriktirdiği öfkenin tümünü, cemaate aktar­mak istiyordu, fakat gönlü tedirgindi. Bir süre sonra vaz­geçti öyle konuşmaktan; İslamiyetin güzel ahlakına teş­vik eden, güzel ahlaka özendirici bir vaaz vermeye karar verdi. Gönlü de rahatladı...
Fakat, Ulu Cami’de yine üzerine bir hâl geldi, gönül sanki uçtu gitti, eleştirici zekâ kavradı onu ve öfke... Böylece kendi yaptığı cifir hesaplarına göre Osmanlının ka­ranlık sonundan bahsetmeye başladı. Devlette devlet adamı bulunmadığından, yüksek makamların soygun­cuların ve budalaların elinde kaldığından, yapılan israflar­dan, alman rüşvetlerden söz açtı.
Pek kalabalık cemaat onu dinliyor, adamlar başlarını sallayarak onu tasdik ediyorlardı. Sanki o anda Mısrî; “Kalkın ey cemaat, saraya yürüyelim.” dese, herkes ayaklanıverecekti. Öyle gergin bir hava oluşmuştu cami­nin içinde.
Tam da savaş öncesi bu sözler, saray açısından çok rahatsız ediciydi. Cemaatten yavaşça ayrılan birkaç muh­bir, soluğu Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa’nın yanında aldı.
Bu tarafta vaazını bitirmiş fakat bazı kimselerle konuş­makta olan Mısrî’ye gönlü geri gelmişti ve çok rahatsızdı. Mısrî sorulan sorulara cevap verirken, sıkıntısının sebebi­ni bulmaya çalıştı. Bu sıkıntı, iğneli ve münasebetsiz bir sorudan ziyade, dışarıdan gelecek bir müdahaleye bağ­lıydı. Büyük bir tevekkül içinde Mısrî, beklemeye başladı.
Çok da fazla beklemedi, bir anda caminin içini bir ye­niçeri ağasının emrindeki askerler dolduruverdi.
Mısrî, Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa'nın emriyle, sada­ret çavuşlarından Azbî Çavuşun gözetiminde, Rodos’a kale hapsine gönderiliyordu, orada kalacağı süre belli değildi...
Kendisiyle gelmek isteyen dervişlerine Mısrî, Bursa’daki en sevdiği halifesi Şenikzade Mehmet Efendi’yi tekke­sine vekil tayin ettiğini söyledi. Onların haberi götürmek için Bursa’ya geri dönmeleri gerekiyordu. “Cümle derviş­lerime ve Mustafa Derviş’e, o kime aktaracağını bilir, selamımı götürün.” dedi.
Böylece Mısrî büyük bir soğukkanlılık ve vakarla Azbî Çavuşa teslim oldu.
Deniz seyahati sakin geçti; Mısrî, Azbî Çavuş’la ve ken­disini merak eden yolculardan bir kısmı ile bol bol soh­bet etti. İnsan hakkında, İslamiyet ve Osmanlı hakkında bol bol konuştu, Osmanlının, kendisinin yetişemediği parlak devirlerinden bahis açtı. Öfkeden ziyade hüzün vardı konuşmalarında. İstek üzerine bazı şiirlerini okudu onlara. Bir hasta kadını, nefesi ile iyileştirdi. Birçok deniz tutana okudu, onlar da iyileştiler. Bir gün fırtına oldu, gü­neş sabahtan beri yüzünü göstermemiş, kara kara bulut­lar gökyüzüne kümelenmişti. Şiddetli bir fırtına oluyor, zorlu dalgalar vapuru fena hâlde sallıyordu. Yolcular kor­kulu, kaptan endişeli idi... Onun sohbetinde bulunan ve hemen hiç konuşmayan bir adam Mısrî’nin yanına gele­rek fırtınayı durdurmasını rica etti. Mısrî:
          Şimdiye kadar hiç fırtına durdurmadın, ama senin hatırın için, (havaya doğru elini sallayarak) haydi dur ey mübarek, dedi...
On, on beş dakika sonra bulutlar dağılmaya, güneş yüzünü göstermeye başladı, sular duruldu... Bir saat sonra gökyüzü yine masmaviydi. Adam gelip:
          Allah senden razı olsun, dedi.
Mısrî gülümsedi:
          Ben yapmadım senin hatırın yaptı, diye cevap verdi.
          O hâlde doğru bir kanala rica etmişim efendim, de­di adam.
          Her mürşit her zaman doğru bir kanal değildir oğ­lum, dedi. Biz cümlemiz O’na bağlıyız, canı isterse gemi­yi batırır, istemezse böyle kurtarır. Ölüm vaktimizi yalnız O bilir, duaların kabul olunup olunmayacağını da. O ne güzel bir Allah’tır ki, bu kez senin yüzüne baktı, saf ve te­miz gönlünün ricasını geri çevirmedi. Yoksa benim elim­de bir şey yok, ben sadece senin hatırın için fırtına dur­sun diye O’nun rızasını istedim. Hiçbir mürşidin elinde bir şey yoktur, velev ki Yüce Mevla istemesin, her şey olur, yalnız Rabb’im “Ol” deyince.
***
Azbî Çavuş, gözetimde bulunan bir görevliden ziyade, bir mürit gibi ona hizmet ediyordu. Mısri’yi, onun ayak bileklerine hemen bukağı taktıran kale komutanına tes­lim ettikten sonra Edirne’ye dönmesi gerekiyordu, ama Edirne’ye istifasını gönderdi ve artık mürşidi olan Mısrî’ye hizmet etmeye adadı kendini...
Kısa bir süre sonra kale komutanı, Mısrî’nin ziyaretçi­lerine kapısını açtı. Aynı zamanda Rodos'a sürülmüş fa­kat adada dolaşması serbest bırakılmış Kırım Hanı Selim Giray başta olmak üzere, pek çok ziyaretçisi oluyordu Mısrî’nin. O, sanki ayak bileklerinde bukağı olan bir kale­bent sürgün değil, kendi tekkesinde kendi postuna otur­muş bir mürşit idi. Onun şöhretini duyan Hristiyanlar da ziyaretine geliyorlardı. Mısrî bütün ziyaretçilerini gönül hoşluğu ile karşılıyor, onlarla uzun uzun sohbet ediyordu.
Selim Giray Han, Mısrî’ye her gün on iki çeşitli bir ye­mek tepsisi göndermeye başlamıştı. Mısrî bu yemeği sa­dece iki çeşide indirtti, kendisine gelen yemeğin büyük kısmını zaten Azbî Çavuş’a ayırıyordu. Sohbetlerin dışın­da sadece namaz, niyaz ve zikirle meşgul oluyordu; ne şiir ne de nesir yazıyordu. Arada sırada yanında olan mecmuasına hatıralarını kaydediyordu, ama bu mecmuayı daha ziyade karışık cifır hesapları için kullanıyor­du. Bir süre sonra kale komutanı, ayağındaki bukağıları çıkarttırmış, bir bakıma onu rahatlatmıştı, lâkin Mısrî’nin bu rahatlığa da pek aldırdığı yoktu.
***
Bir gün Selim Giray Han gelip:
          Şeyhim, dedi, beni kendi hanlığım sürgüne gön­derdi, ancak şimdi, Osmanlı beni, İkinci Polonya Seferi için çağırıyor, yine Kırım Hanı sıfatıyla gideceğim.
          Demek zaman zaman, Osmanlı da adamın kıymet­lisini tanıyor, dedi Mısrî ve gülümseyerek, git oğlum, de­di, seferiniz kutlu olsun, zaferle döneceksiniz inşallah.
Mısrî, Selim Giray Han’ı gülümseyerek yolcu etti lâkin burada kendisini anlayan birkaç kişiden biri olan dostu­nun gitmesinden hüzünlenmişti. “Keşke Osmanlı’nın tahtına bu Tatar hanları otursaydı.” diye düşündü. Polon­ya Savaşının yine zaferle neticeleneceğini gönül biliyor­du, ama Mısrî bu zaferi küçümsüyordu. Onca bu, fakir fukara bir adamın bir gün için kuzu budu yiyip sevinme­si gibi bir şeydi!.. Buna rağmen zafer için dua etti.
***
Aslında Polonya; Almanya ve papanın yardım vaatleri­ne güvenmiş ve kış içinde Başkomutan Sobiesky, Lublin ve Lwow’u Osmanlı’dan geri almıştı. Çünkü, kasım ayın­da Osmanlı ordusu, Hacıoğlupazarı’nda kışlağa girmişti. Vaatlerle heyecanlanan Sobiesky, bu yüzden ortalığı pek boş bulmuştu.
Haziran ayında ordu padişah ve sadrazamla birlikte, Hacıoğlupazarı’ndan hareket etti. Ukrayna ve Podolya’ya girildi, ümduğu yardımlar gelmeyince de Başkomutan Sobiesky, barış istedi. Podolya ile Ukrayna arasında Bug İrmağı üzerinde Ladyzyn’de otuz iki gün kalan sultan, ba­rış esasları kararlaştırılınca Edirne’ye döndü. Yıl 1674’tü.
Antlaşmaya göre; Hotin, Podolya, Lwow, Ukrayna Osmanlı’da; Galiçya ile Lublin Polonya’da kalıyordu. 1676’da yapılan bu antlaşma ile, iki devlet arasında yedi yıllık bir barış sağlanmış olacaktı...
Aynı yıl Fazıl Ahmet Paşa öldü, yerine sadrazam ola­rak Merzifonlu Kara Mustafa Paşa atandı. Fazıl Ahmet Paşa’nın kırk bir yaşında ansızın vefatı, sarayda pek çok kimseyi mateme boğmuştu.
***
Mısrî de, onu bu sürgüne yollayan Fazıl Ahmet Paşa’yı çoktan bağışladığı için, Osmanlı’nın hayrına gördüğü bu adamın böyle genç yaşta ölmesine üzüldü, onun için uzun uzun dua etti...
Rodos’a geleli sekiz buçuk ayı bulmuştu. Mısrî, Kâsım’dan ilk mektubunu aldı. Acılı bir mektuptu, acı haber veriyordu. Hiçbir sağlık meselesi olmayan Derviş Ağası, bir gece yatağında sessizce gitmişti... İşte bu acı çok fazla geldi Mısrî’ye. Şeyhi Sinan Ümmî’nin kaybını bir kez daha yaşadı, mateme büründü. Kâğıdı kalemi eline alıp onun vefatına tarih düşürdü, ona hasretini, sevgisini dile getirdi, ne büyük bir terbiyeci olduğunu söyledi.
Artık sihir bozulmuş, Mısrî kalemi kâğıdı eline almıştı ve belki matemine deva olur diye, Şeyh Ağasının da pek sevdiği, Yunus Emre’nin “Çıktım erik dalına anda yedim üzümü” mısrası ile başlayan şiirini, “Şerh-i Nutk-ı Yunus Emre” ismiyle şerh etti, onun ruhuna hediye etti.
Rodos’a gelişinin dokuzuncu ayında gemi, Mısrî’nin affını ve geriye çağrılma emrini getirdi. Aynı gemi ile ve Azbî Çavuş’la birlikte İstanbul’a, orada hiç eğlenmeden Bursa’ya geri döndü.
Affı ve dönüş haberi, ondan evvel gitmişti Bursa’ya. Başta kendisine vekil bıraktığı Şenikzade Mehmet Efendi olmak üzere, bütün dervişleri ve büyük bir sevenler gru­bu onu karşıladı. Doğru tekkeye gidildi, herkes Bursa’da Mısrî’ye karşı birikmiş olan kinin artık bittiğini söylüyor­du, düşmanları sevenlerinden olmamıştı ama, artık Mısrî davası gütmüyorlardı...
Ancak geç vakit evine dönen Mısrî, karısının saçlarını okşadı, alnından öptü; oğluyla kızını birer dizine oturtup, onları sevdi okşadı, ikisiyle de ayrı ayrı konuştu. Kocası­nın rahat ve neşeli hâlinden cesaret alan Gülsüm, yine de çekinerek tüy gibi ince, zarif ellerini onun sakallarında gezdirdi:
          Şeyhim, dedi, ne olur, çocukların için hiç olmazsa, daha tedbirli olamaz mısın artık? Hiç politika yapmadan, devlet adamlarına çatmadan, vahdet sırlarını açmadan, sadece zahir din konularında vaaz ve nasihat edemez mi­sin?.. Bana ve çocuklarına acımaz mısın? Senin yokluğu­na dayanmak hepimiz için zor oldu.
          Mustafa ağabeyin sizlerle meşgul olmadı mı?..
          Oldu, olmaz olur mu! Ama elbet senin yerin başka.
Mısrî yumuşak bir sesle:
          Bak Gülsüm Hanım, dedi, Allah nasıl isterse öyle olur. Edirne’de o konuşmayı yaptığım zaman, yemin billah olsun ki, o sözleri sarf etmeye hiç niyetim yoktu. Fa­kat bana bir şeyler oldu, ne oldu ben de bilemem... Bu­nu da unutma ki, benim ağzımdan konuşan O’dur.
          Hiç olmazsa bana bir söz versen ya da yemin et­sen, bilmem ki...
Mısrî ciddileşti:
          Gülsüm Hanım, benim gibi Cenab-ı Hakk’ın kaderi­ne, kazasına boyun eğmiş biri için, bir dünyevi konuda söz vermek, yemin etmek yakışır mı? O nasıl isterse öy­le olur. Sen tasa çekme, görelim bakalım Allah neyler. Yok mu bir sıcak çorban?
Gülsüm yer sofrasını hazırlarken, gözyaşlarını içine akıttı.
Mısrî, mum yapma işine de tekrar başladı. Fakat ilk zi­yareti Miskinler Mahallesine oldu, yine eskisi gibi onlara sepet sepet meyve götürdü. Bu sepetleri mahallenin sı­nırına kadar gelen dervişleri taşıyorlardı. Şeyhleri, onları daha içeri sokmuyordu.
***
Havalar ısınmış güzelleşmişti, dervişleri ve fakir fukara ile arada sırada yaptıkları kır sohbetlerinin, eğlencelerinin vakti gelmişti. Mısrî bu kır gezilerine özellikle fakir fukara­yı davet ediyor, onların midelerini ve gönüllerini odun ateşinde çevrilen kuzular, bir, bazen birkaç kazan pişen pilavlar ve sohbetleriyle hoş ediyordu. Bu kez esnaftan kişiler de karıştı Uludağ eteklerinde yapılacak olan kır gezmesine...
Sabah namazından sonra yola çıkıldı. Malzemeyi ve kazanları, üzerinde oturup yatacakları kilimleri, kurulacak çadırları eşekler taşıyordu... Mısrî’ye her zamanki gibi at teklifi yapıldı, o da her zamanki gibi reddetti. “Sizlerle be­raber yürümek daha güzel.” dedi.
Uzaktan bir bulut halesi içinde Uludağ görünüyordu. Çiçek, özellikle hanımeli kokusu ile sarılmışlardı... Papat­ya, gelincik, sarı çiçek tarlalarından geçip tırmanmaya başladılar. Şimdi daha çok kekik kokusu vardı; bir kısmı, dönüşte evlerine götürmek için kekik topluyordu... Ka­ranlık ulu ormanlarla kaplı dağın yamacında bir süre mo­la verdiler. Buradan, Bursa yeşil bir fon içinde, yüze ya­kın beyaz minaresi, bir o kadar kubbesi, kırmızı damlı ev­leri ve dev gibi ceviz ağaçlarının, çınarların, selvilerin ara­larından kıvrıla kıvrıla akan Nilüfer Çayı ile bir çocuk ma­salından fırlamışçasına güzel görünüyordu.
Tekrar yürümeye başlayınca epey zengin bir esnaf olan, zenginliğinden de gizli gizli pek gurur duyan, adı “pinti’ye çıkmış Burnu Büyük Kemal Efendi, Mısrî’nin ya­nına gelip onunla yürümeye başladı ve sordu:
          Şeyhim, Yüce Allah’a daha yakın olmak isterim, ama işimi gücümü bırakıp derviş de olamam, ancak na­mazımı kılabiliyorum. Başka ne yapabilirim?
          Yüce Allah’a yakın olmak istemen, hayırlı bir arzu­dur Kemal Efendi. Ancak derviş olmak için iş güç bırak­mak gerekmez, bunu bilmen lazım.
          Bilirim de efendim, benim işim büyüktür, çevirme­si kolay değildir, öyle herkese güvenemem, hırsız riyakâr çoğaldı zamanımızda. Yani efendim oğullarım büyüme­den kimselere emanet edemem işimi... Dervişlikten baş­ka ne yapabilirim acaba?
          Yaa. peki, o hâlde şunu kesin olarak söyleyebili­rim; Allah a yakınlaştırıcı sebeplerin en kuvvetlisi alçak gönüllülüktür. Uzaklaştırıcı sebeplerin en kötüleri ise ki­bir ve şöhrettir. Bir de şöyle bir Kutsi Hadis vardır, der ki: “Benim velilerim, benim kubbelerimin altındadır, onları benden başka kimse bilemez.” Bunu biraz açalım; yani Allah Teala’nın örtüsü ile ayıp kubbelerinin altında gizli olan velileri kimse bilemez. Sen onu ayıplı görürsün, ama o bir velidir! Bizler birçok kimseye, pek düşünme­den ve emin bile olmadan; zındık, asi, riyakâr, hırsız yaf­talarını çok kolay yapıştırabiliriz, ama bu kişiler yaptıkla­rından ötürü kalplerinde bulunan derin üzüntü, Allah’ı bilme, kendi nefsi ve diğer kullar hakkında iyi zan besle­me, herkese alçak gönüllü davranma gibi sebeplerden biri, birkaçı ile Allah’a yakınlaşmış olabilirler... Bizler bile­meyiz, onun için kim olursa olsun, ne şekilde olursa ol­sun, onun karşısında bir gurura kapılmadan, “Ben sen­den daha iyiyim, şuyum buyum...” demeden, böyle bir şeyi içinden bile geçirmeden, hakkında iyi zan besleme­liyiz. Ve hayır yapmalıyız, bol bol hayır; örneğin çeşmeler, köprüler, sıbyan okulları, mescitler yaptırmalıyız... Anla­dın mı Kemal Efendi?
Kemal Efendi suçlanmıştı, başını önüne eğdi:
          Anladım şeyhim, dedi ve izin alarak uzaklaştı yanın­dan...
Vakit öğleni bulmuştu, Mısrî, dervişlerine:
          Daha fazla tırmanmayalım, dedi, şuralarda bir akar su bulup yerleşelim.
Öğlen namazında Mısrî imamlık yaptı. Kuzular cema­atten uzak bir yerlerde kesildi, fazlalıkları toprağa gömül­dü, ateşler yakıldı. Kuzular ateş üzerinde dönmeye, ka­zanlarda pilav suyu kaynamaya başladı. Bazı evli derviş­ler, hanımlarına börek, dolma falan yaptırmışlardı, onlar çıktı ortaya. Acıkan birçok kişi bunlardan nasiplendi.
Yemekler yenip akşam namazı da kılındıktan sonra yatsıya kadar ney, bendir ve kudüm eşliğinde zikir yapıl­dı. Yatsıdan sonra ise bir büyük ateşin karşısına çepeçev­re oturdular... Herkes konuşmak istiyor fakat kimse lafı açmaya cesaret edemiyordu.
Nihayet Kasap Zikrettin Efendi:
          Şeyhim, dedi, zamanımız pek kötü oldu, kıyamet mi yaklaşıyor nedir... İnsanlarımız işi gücü bırakıp boş laflara dalmayı iş edindiler. Kahveler adam almıyor, birbirlerine gidip gelmeler pek sıklaştı. Bu kadar konuşup, dertleşe­cek ne bulurlar bilmem. Sanırım hep boş lakırtı, sanki koskoca Osmanlı Devleti’nin işlerini bunlar halledecek!..
Mısrî, hafifçe tebessüm etti:
          Zikrettin Efendi, dedi, bir adam sebebi bilinmeyen, teşhis dolayısıyla tedavi yapılamayan bir hastalığa yaka­lanınca akıl öğreten çok olur, âdettir. Osmanlıyı dillerine düşürmeleri onun yakalandığı hastalıktandır. Bu hastalık iyileşir de iyileşmeyebilir de, hemen Cenabıhak yüzümü­ze baksın... Birbirine gidip gelme deyince, şunu bilelim ki; Yaradan, bütün insanları tek bir nefisten yaratmıştır. Bundan dolayı birbirine gidip gelmeler, aralarındaki sev­giyi artırır. Sevmek ise sevaptır. Çünkü Allah, insanları sevgisinden, sevgi ile yaratmıştır. Bu yüzden Allah için sevmek gerekir... Evet Allah için sevmek, bazen de yine Allah için kızmak gerekir. Lâkin bu kızma, fevkalade ince bir husustur, kıl gibi, kıldan da ince bir nokta... Emin ol­madan açık açık görüp bilmeden bu yapılamaz.
Berber çırağı sordu:
          Yani neden emin olmadan efendim?
          Eğer bir adamın küfre, şirke, Allah’a isyana battığı­nı, dediğim gibi açık açık bilirseniz, kanıtları gözlerinizle görmüşseniz, ona kızabilir, yüzüne karşı öfkelenebilirsi­niz; kimin için?
          Allah için şeyhim.
          Evet... Sabahleyin Kemal Efendiye de söyledim, yoksa insanlar için kötü zan beslemek olmaz; kötü zan, sadece sahibini kötüye götürür. Bütün bunlara dikkat et­mek lazım gelir.
Gençten bir ayakkabıcı çırağı:
          Şeyhim, dedi, söz arasında geçer; ihlaslı adam de­nir, hani ben de kullanmışımdır belki, fakat ayıptır söyle­mesi ihlas nedir bilmiyorum, bir açıklar mısınız?
Mısrî derîn bir nefes aldı, ayakkabıcı çırağının temiz, saf yüzüne bakıp tebessüm etti:
          Oğlum, dedi, halk “ihlas”ı genellikle içtenlik anla­mında kullanır, temizlik, saflık anlamında kullanır, yanlış değil... Çünkü Kur’an’da da saflık, temizlik, katıksızlık, ri­yanın zıddı olarak geçer. Tasavvufta ise ihlas; Allah’ın rı­zasını gözetme, sözün öze, özün söze uyması, riyakâr ve ikiyüzlü olmamak anlamını taşır. Ne demiş Hazreti Mevlâna: “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.” Burada en önemli nokta, yaptığımız her işi, Allah’ın rıza­sını kazanmak için yapıyor olmamızdır. Eğer bunu içten­likle becerebilirsek, zaten göründüğümüz gibi olur, oldu­ğumuz gibi görünürüz... Bilir misiniz O, cenneti verirken, yapılan iş ve hareketlerin, tutum ve davranışların ihlaslı olmasına bakar. Fakat ahirette Allah’ın yüzüne bakabil­mek tamamıyla O’nun kullarına olan sevgisinin bir neti­cesidir, O’nun lütfudur... Kutsi Hadis’te: “Onu sevdiğim kulumun kalbine koyarım.” der, böyledir.
          Sağ olun, anladım ama bir de şeyhim, dedi ayak­kabıcı çırağı, siz bilirsiniz bu sülük, salik nedir yani derviş salik mi oluyor?
          Epey meraklısın sen, aferin Arif, böyle aklına gele­ni hep sor, sormak daima faydalıdır. Evet, sülük; bir ma­nevi yola girmek demektir, yani Allah’a ulaşmak için, ah­lakını, nefsini temizleme yolu. Manevi yola, gönül yolu da diyebiliriz. İşte salik; kalbi bu yola düşen kimseye denir. Salikin yaptığına seyr-ü sülük da denir. Sülük; parça ru­hun, Bütün’e ulaşmasıdır da denebilir. Söyle bakalım parça ruh nedir? Bütün nedir?
          Sanırım şeyhim, şey... Burada Bütün, Allah oluyor, o hâlde parça ruh da insan...
          Tamam, anlamışsın, arada sırada tekkeye de uğra­şana sen Arif. Şunu da hiç unutma ki, aslında, şu evren­de aklına gelen her varlık, bir şekilde seyr-ü sülük yap­maktadır. Kendi çapında kemale yani olgunluğa doğru hareket halindedir.
Kâmil Efendi söze karıştı:
          Herhâlde peygamberler sülük yapmazlar.
          Hayır, peygamberler de süluke tabidirler, dedi Mısrî ve sordu:
          Başka suali olan var mı?
Artık gelen bütün sorular şeriatla ilgiliydi. Gece kapan­mak üzereyken, orta yaşlı fakat güçlü kuvvetli ve küçük bir bakkal sahibi olan sol gözü kör Selim Efendi, hanı­mından bahis açtı:
          Şeyhim, dedi, benim bir derdim var. Burada kim­seyi ilgilendirmez, ama sizi bulmuşken anlatayım iste­dim... İlk eşimin vefatından sonra, kız kardeşlerim bana bir hanım buldular. Hem yaşı genç hem de pek güzel bir hanım, ama kendi isteği ile vardı bana. Uzaktan göster­mişler beni, bir gün de peçeli falan bakkalıma gelip zey­tin almış, bunlardan haberim yok. Meyse lafı uzatmaya­yım, bu hanımla evlendik, fakat o kendi güzelliği ile çok böbürlenen biri, güzellikten başka önem verdiği bir şey yok... Beni de çirkin bulduğu için olsa gerek, sürekli ba­şıma takaza oluyor. Beni tek gözlü olduğum için küçüm­süyor, burnumu eğri buluyor, saçlarımın dökülmeye baş­ladığını söylüyor, yani bir gün geçmiyor ki yeni bir kusu­rumu bulmasın... Fena hâlde bunaldım, derdimi de kim­selere açamıyorum, şimdi size danışmak istedim, gön­lüm hiç elvermiyor ama acaba onu boşasam mı?
          Yaa, dedi Mısrî, sen de Selim Efendi çarelerin en zorlusunu bulmuşsun! Boşanmak çare değil, onunla gü­zel güzel konuşman lazım önce. Hele boşanmaya gön­lün de el vermiyorsa, ayrılık düşüncesini at kafandan. Onunla konuş ve anlat ki; güzellik ve kuvvet geçici şey­lerdir. Şunu bilsin; güzellik de, kuvvet gibi her insanda vardır, çocukluktan yirmi yaşlarına kadar, Allah’ın bu ba­ğışı her insanda giderek artar (durdu, derin bir nefes alıp boşalttı, devam etti) ve sonra da giderek eksilmeye baş­lar. Hatta kuvvet ömür ortalarına kadar artar ve sonra ek­silmeye başlar. Şöyle bakınca sende güzellik var, fakat gücün kuvvetin daha çok yerinde. Söylediğin üzre güzel olan eşinin, gücü kuvveti sana denk değildir, yani senin de ondan üstün tarafın var, bunu böylece bil, eşine onu küçümsemeden bu gerçeği hatırlat. Evet ne diyordum, yeter ki insan, bu güzellik ve gücün Allah’ın kendisine vermiş olduğu emanetler olduğunun idrakine varsın ve bütün şeyler gibi tekrar O’na döneceğini bilsin. Ve güzel­liği ile de gücü ile de asla böbürlenmesin. Zira insanın kendisinde bulunan emanet ve ariyetlerle başkalarına kibretmesi (gülümsedi); ahmaklıktır!.. İnsanlarda daha bunlara benzer hâller çoktur, her güzelin, daima daha güzeli, her güçlünün efendim her akıllının daha güçlüsü ve akıllısı vardır, bulunur... Bunları eşine, güzel güzel an­lat; böbürlenmenin, kibrin, bunlarla başkalarına takaza etmenin, Allah önünde günah olduğunu söyle, (tekrar nefes aldı ve boşalttı ve adamların yüzlerine dikkatle ba­karak) Şimdi söyleyin bana, dedi, bu anlattıklarım doğru mu, eksiği var mı?
Hemen hepsi, hep birden:
          Doğrudur, eksiği yoktur, dedi.
          Anlattıklarım doğrudur fakat eksiği vardır, dedi Mısrî, çünkü her insanda, hem de hiç geçmeyen yani gi­derek eksilmeyen fakat arttıkça artan bir güzellik bulu­nur, bulunması gerektir.
Dervişleri anlamışlardı, yüzlerinde hafif tebessümler uçuştu, öbürleri boş boş baktılar. Mısrî:
          Hem de Allah’ın izni ile bizim yapabileceğimiz bir güzellik (adamların gözlerine baktı tek tek, bu gözler boştu, umutsuzca tebessüm etti). İç güzelliğinden bah­sediyorum, dedi.
Adamlar rahatladılar birden:
          Haklısın şeyhim, dediler, biz düşünemedik.
          Sen de düşünemedin mi Selim Efendi?
          Aklımdan geçti şeyhim ama ya yanlışsa diye, sesi­mi çıkaramadım.
          Benimle konuşurken içinizden ve aklınızdan geçe­ni, edep dairesinde söyleyin, seslendirin onu, dedi, an­laştık mı?
          Anlaştık, dediler.
          Eveet Selim Efendi, aslında eşine ilk söyleyeceğin bu olmalı. Maddi güzellik geçicidir, geçici olmayan tek gü­zellik ve hatta güç, yalnız; iç güzelliği ve iç kuvvetidir. Ge­çici yüz güzelliği ile övünmek, işte bu yüzden budalaların işidir. Haydi bakalım şimdi ateşi dinlendirelim, yavaş ya­vaş yatıp uyuyalım. Sabah namazında görüşürüz inşallah.
Mısrî’nin hemen yatıp uyumayacağını, ibadet edeceği­ni biliyorlardı dervişleri, ama o “dinlendirelim” dediği için, ateşi söndürdüler.
Ertesi günü, ikindiden sonra, dudaklarında ilahiler, ağır ağır indiler dağdan... Herkes mutluydu, Selim Efendi bile. ***
Mısrî, Rodos sürgününden önce yaptığı gibi, yine tek­kesinde adam yetiştirmeye çalışıyor, yine Olu Cami’de vaazlar veriyor, nasihat ediyordu... Fakat yaptığı halvetle­rin etkisiyle giderek cezbesi artmaya başladı, yine cifir hesaplarına döndü; yine Hazreti Hasan ile Hüseyin’in el­çiliklerinden bahsetmeye, yine devlet büyüklerine çatma­ya başladı. Kürsüde halkın anlayamayacağı, çözüp sonu­ca varamayacağı sözler söylüyordu. O kaybolmuş olan Mısrî düşmanlığı, yeniden baş gösterdi. Vanî Efendinin adamları zaten hiç boş durmuyor, Mısrî’nin her yaptığını saraya jurnalliyorlardı. Hatta onun Miskinler Mahallesine ziyaretlerini bile: “Cüzzamlıları da ayaklandırmak istiyor.” diye ihbar etmişlerdi.
Vanî Efendinin en büyük isteği; Mısrî’yi tekrar sürgüne yollamak, böylece sesini kesmekti. Haberleri, Padişah IV. Mehmet’e ulaştırıyordu. Sultanın inanmadığı bir tek cüzzamlıları ayaklandırma meselesiydi:
          Hoca, dedi, senin adamların da meseleyi abartıyor­lar; cüzzamlılar ayaklansa ne olur, ayaklanmasa ne olur!.. O kaderin sillesini yemiş zavallı adamları, elbet Mısrî, merhametinden ziyaret ediyordur, kimsenin yüzlerine bakmadığı, onlardan bucak bucak kaçtığı bir zamanda, Mısrî, gönüllerini hoş ediyor demek ki... Söyle adamları­na böyle saçma sapan ihbarlardan kaçınsınlar, yoksa hepsini sürerim.
“Başüstüne Sultanım” dediyse de hocası, daha akla yakın olan ihbarları, ona nakletmeye devam etti.
***
Mısrî, bir gün de sadece özel sohbetlerinde konuştu­ğu bir şeyi kürsüden, halka söyleyiverdi. Kırım Hanlarını övdükten sonra:
          Osmanlı’nın tahtına onlar daha çok yakışırdı; bizim saltanata da yeni, taze bir kan aşılaması olurdu, dedi.
Bu sözler, onun düşmanlarının arayıp da bulamadıkla­rı bir şeydi.
Böylece Mısrî durmadan halkı şaşırtırken, düşmanla­rının ekmeğine yağ sürüyor, onları sevindiriyordu. Bu arada onun çok içten duyduğu Hazreti İsa sevgisini şiir­lerinde belirtmesi ve yaptığı Osmanlı aleyhtarlığı Avru­pa’da da tanınmasına vesile olmuş, birçok şiiri Almanca ve Fransızcaya çevrilmişti.
O günlerde, Kâsım’dan bir mektup aldı: ‘Ağam,” di­yordu Kâsım, “Bursa’da bir kısım halkın söyledikleri, pa­dişahın ağzında gezermiş, güya sen Kırım’ın Tatar hanla­rını, bizim Osmanlı sultanlarına tercih edermişsin! İnanı­lacak gibi değil! Oysa biliyorsun sultan da Halvetidir ve ramazanlarda hep senin ilahilerini dinler, yani sana karşı bir sevgisi vardır, fakat şimdi iki husustan öfkeliymiş. Bir de yine cifir hesaplarına dönmüşsün. Bu kez Hazreti Hasan’la Hüseyin’in peygamberliklerini daha şiddetle iddia edermişsin. Yapma ağam, kendin bütün bunlara inansan bile içinde kalsın, elaleme söyleme. Senin söylediklerini saraya nakledecek kim bilir kaç casus vardır orada! Unutma ki, ağzından çıkan her söz, İstanbul’dan işitiliyor.”
Mısrî, Kâsım’ın mektubuna, bir şiirinden, bir beyitle cevap verdi:
Halk içre bir âyineyim, herkes bakar bir an görür
Her ne görür kendi yüzün ger yahşi ger yaman görür
Yine de Vanî Efendi’den gelen şikâyetler değil, bizzat Bursa Kadısı Ak Mahmut Efendinin durumu resmen devletin merkezine bildirmesi sultan üzerinde etki bırak­tı. Bu kez Mısrî, Limni Adasına sürüldü, altmış bir yaşın­daydı.
Tekkeden alıp, yine ayak bileklerine bukağıları takıp apar topar götürdüler.
Mısrî ancak, Şenikzade Mehmet Efendiyi kendisine vekil tayin edecek ve karısının ağabeysi Mustafa ile evine selam yolla&p, ondan kız kardeşine ve çocuklara göz ku­lak olmasını isteyecek vakti bulabildi. Bir de arada sırada hatıralarını ve fikirlerini yazdığı, türlü cifir hesapları yaptı­ğı Mecmua adlı eseri ile bazı risalelerini ve bazı kıymetli kitaplarını yanına aldı. Dervişleri de onunla birlikte git­mek istedilerse de Mısrî müsaade etmedi.
Gemiye giden yol boyunca öfkesi arttı. Yalnız, padişa­ha, Vanî Efendiye, Bursa kadısına değil, pek çok kimse­ye, pek çok şeye kızıyordu. Nihayetinde o. kendi fikirleri­ni söylemişti. Kendi fikirlerini söylemenin bir suç olma­ması gerekirdi, çünkü Mısrî rastgele bir adam değil; Al­lah’ın yoluna erişmiş, Bir’le tekrar tekrar bir olmuş bir şeyh, bir bilgindi. Bilge idi. Sözlerinin dinlenmesi, değer­lendirilmesi lazım gelirdi. Padişahın adamları ise ne yapı­yor, onu bilmem hangi adaya sürgüne gönderiyordu!
Böyle düşünüyor, hemen hiç konuşmuyor, pek az yiyip içiyor, yahut oruç tutuyordu...
Onu yarı vecd hâlinde gemiye bindirdiler. Üç günden beri ağzına bir lokma koymamış, bir damla su içmemiş­ti. Ve gemide öfkesi taştı; yanında getirdiği birçok kıy­metli kitabı, kendi risalelerini parçalayıp yırtıp dalgalara attı. Yol boyu oruç tuttu, o çok sevdiği denize bile bak­madı, zikirle meşgul oldu. Sonra yavaş yavaş öfkesi din­di, sanki halvete girmişçesine yumuşadı, rahatladı. Eğer Allah istemese, böyle bir şey başına gelmeyecekti elbet. Ve Mısrî, ne zaman Allah’ın takdirine karşı gelmişti ki, bu sefer gelsin! Yolculuğun sonuna doğru, herkesle ahbap olmuş, onlara vaazlar vermiş, nasihat etmişti. Birçok yol­cu derdine dermanı onda buldu, çevresi sevgi ve saygıy­la kuşatıldı...
***
Limni kalesindeki yarı karanlık taş odasında halvete girdi... Halvetten çıktıktan sonra tam rahatlamıştı, yine insanlarla konuşmak, kaynaşmak, yine onları “doğru yol”a çekmek arzusu içini doldurmuştu. Bir şekilde bura­ya, adadaki Müslüman ve Hristiyanlar için görevli geldiği inanandaydı. Kale muhafızlarının başı olan komutan­dan, adadan isteyenlerin kendisini ziyaret etmeleri için müsaade vermesini istedi. Komutan, bir hayli düşünüp Mısrî’yi küçültücü bakışlarla süzdükten sonra kabul etti.
Önce pek ziyaretçisi olmadı, fakat giderek taş odası gelenlerle doldu taştı.
Bir zaman sonra manevi yolunda yoldaşı, fakat hiç ta­nışmadıkları İstanbul’dan Şeyh Karabaş-ı Veli de Limni Adası’na sürgün edildi. Yalnız o, kalebent değildi; kendi tuttuğu bir evde kalıyordu. Mısrî’nin odasının ziyaretçile­re açık olduğunu duyunca, oğlu Mustafa ve dervişi Üskü­darlı Nasuhi ile ona okuması için, kendi risalelerinden birkaçı ile İbn Arabî’nin “Fûsus-ül Hikem”ini gönderdi; fakat kendisi ziyaretine gelmedi... Bu ince ayrıntıya dik­kat eden Mısrî, misafirlerine alaka gösterdi, onlara itibar etti. Ancak gönderilen kitapları önemsemezmiş gibi bir tavır takındı. Aslında Karabaş-ı Velinin kendisine karşı bir Osmanlı casusu olduğundan da şüpheleniyordu. Bu şüphesini Mecmuasına kaydetti, fakat oğluna bir şey söylemedi. O günden sonra Mustafa onun devamlı ziya­retçilerinden oldu. Bir bakıma Karabaş-ı Veli’nin oğlu, manevi yolda babası tarafından değil, fakat Mısrî tarafın­dan şekillendirilmeye başladı. Ve bir gün Karabaş-ı Veli de onun ziyaretine geldi, aynı yolun yolcusu olan iki mür­şit, tasavvufi bahislere dalıp, ahbap oldular.
Bu arada Mısrî, Hazreti Peygamber’in: “Olmuş olanda hayır vardır.” sözünü düşünerek, “Zaar Limni’de Halvetiye yoluna ihtiyaç vardır.” diye, bir gün “Bismillah” çekip, kendisini ziyarete gelen Müslüman ve Hristiyan ziyaretçi­lere, Halvetiliği anlatmaya başladı.
***
Ancak, çabalarına rağmen. Hristiyanları kendi tarafına çevirememiş olan ada kadısı; bir sürgün mürşidin bu ka­dar alaka çekmesi ve Mısrî’nin onlara tarikat ve hakikat dersleri vermesini kaldıramıyordu, gidip ada emiri ile gö­rüştü.
Emir Hüsamettin de bir siyasi mahkûma karşı göste­rilen ilgiden rahatsızdı. Kadının sızlanması ona iyi geldi.
          Muhterem Kadı Efendi, dedi, ben bu adamın bir si­yasi mahkûm olduğunu biliyorum, o kadar. Fakat Bursa’da ne yapmış, hangi suçu işlemiştir bilmiyorum, an­cak orada yakınlarım var, isterseniz yazıp sorayım, öğre­nelim. Eğer tehlikeli ise elbet komutan ile görüşüp şu zi­yaretçi iznini kaldırabiliriz.
          Emirim efendim, dedi kadı, hatta şimdiden şu izni kaldırsak, sonra Bursa’dan gelecek mektubu beklesek olmaz mı? Tehlikeli olmasa zaten ta buralara sürülmezdi.
Her şeye rağmen adaletli biri idi Emir Hüsamettin:
          Bursa’dan gelecek haberi bekleyelim merak etme­yin, ben mektubu yarın kalkacak olan gemiye yetiştiri­rim, dedi.
Kadı gittikten sonra da meseleyi düşünmeye devam eden emir, onun ziyaretçilerinden birkaç kişi ile konuş­maya karar verdi...
Aldığı cevaplar hep Mısrî lehine idi, bu pirifâni; onlara İslamiyetin temiz yollarını açıklıyor, Halvetilik dersleri ile dinimizin gülümseyen, ferah ve derin yüzünü öğretiyor­du; birkaç Hristiyan şimdiden Müslüman olmaya karar vermişti.
Emir içi rahatlayarak Bursa’dan gelecek mektuba pek de aldırmayacağını düşündü; o ki Hristiyanları Müslü­man edecekti bu adam! İçinden kadının Mısrı’yi kıskan­dığı geçti, kıs kıs güldü...
***
Beş ay sonra Bursa’dan mektup geldi; Mısrî’nin şehir­de dedikodulara sebep olan bütün vaazları anlatılmış, pek çok vaizin öfkeli sözleri nakledildikten sonra, Mısrî’ye karşı olan iki şeyhin isimleri de verilmişti; biri Sivasîzadelerden Muhammed Nazmi, diğeri ise Halvetilerden Selami idi.
Hele hele bir Halveti şeyhinin de ona karşı olması epey düşündürdü emiri. Yine kendisine yakın bazı ziyaretçiler ile konuştu, şeyhin ağzını aramalarını Hazreti Hasan ve Hüseyin konusunu açmalarını falan söyledi... Cevaplar yine olumlu idi ve adada Hristiyanlar birer ikişer Müslü­man olmaya devam ediyordu. Bir gece uykusu kaçtı; bir tarafta kadı, bir tarafta ada halkının bu kadar sevdiği Mısrî... Doğrusu bu halkın öfkesini çekmek istemiyordu, hele burada işlenmiş hiçbir suçu yokken ziyaretçileri me­netmek için bir sebep bulamıyordu. Yani kendisini Kadı Efendi’nin kıskançlığı mı yönetecekti? Kadı ile konuştu ve Bursa’daki tanıdıklarının Mısrî hakkında pek bir şey bilmediklerini, bir suç olmayınca da ziyaretçileri yasakla­yamayacağını söyledi. Lâkin Mısrî hakkında ziyaretçileriler nezdinde sürdürdüğü ilgisini hiç kesmedi, daima on­dan haberler aldı.
Öte yanda Mısrî, emirin bu sorgulamalarından haber­dar olmuş, onu padişahın yönettiğini düşünerek emir­den de memnun kalmamıştı. Zaman zaman kendi başına geçirdiği hâller içinde, emire de kızıyordu. Bu İlahî hâller­de iken, Emir Hüsamettin ve başka kızdıklarının gelip gö­rünmelerini Mısrî de pek anlayamıyordu; bunlar ne türlü hâller idi ki, onu dünya meseleleri ile böylesine ilgili kılı­yorlardı! Velhasıl kendisini melekût âleminde de bulsa, bir küçücük yanı ile dünya içindeydi. Ve bu küçük yan, zaman zaman pek önemli oluyor, onun Mecmuasını cifir hesapları bazen de küfürlerle doldurmasına sebep oluyordu. Ancak ziyaretçiler yanında son derece temkin­liydi; o, buraya Halvetiliği öğretmeye gelmişti ve sadece bu verilen görevi yapacaktı. Kendi doğru bildiği fakat ka­bul görmeyen değişik inançlarının veya Osmanlıya söv­menin burada yeri yoktu. Ha belki daha sonra! Hele bir yıllar geçedursundu...
Yıllar geçedurdu; Mısrî Limni Adası’nda yeni müritler kazandı ki, biri Hristiyanlıktan dönme idi. Onlardan pek çoğunu Müslüman etmişti, ama içlerinden sadece birini mürit olmaya layık görmüştü. Manevi yönden hayatın­dan memnun idi, fakat zaman zaman kale muhafızları, emir ve kadı başta olmak üzere ada idarecilerine karşı duyduğu şüphe ve öfke onu yıpratıyordu; buhranlı gece­lerinin sabahları, yüzü gözü şiş kalkıyordu... Bir ara kale muhafızlarının kendisini zehirleyeceklerini düşündü; ara­da sırada ikram ettikleri kebap, kestane, haşlanmış mısır gibi yiyeceklerden kaçınmaya başladı. Ama yiyeceklerini reddettiği adamlar, gece onun boğazından, midesine yı­lan kaydırabilirlerdi! Geçirdiği ve ulaştığı manevi hâllerin ağırlığında, ara ara bunları da hayal ediyor ve Mecmua’sına notlar alıp duruyordu. Hayatından endişe edi­yordu, tam da adadaki manevi görevinin daha başlangıcındayken olmaması gerekendi bu! Yedi kat göklere uçtuğu, fakat bazen de yedi kat yerin dibine gömüldüğü hâllerdi bunlar ve vücudu; yüzü gözü kızararak, şişerek, bitkinleşerek, olmadık yerlerinde sivilceler çıkartarak tep­ki veriyordu.
İki yıl geçmişti...
Bir gün Mısrî, İstanbul’dan gelen bir emirle serbest bı­rakıldı...
Fakat o, Bursa’daki dervişlerini, ailesini pek özlemesi­ne rağmen, Halvetiliğin güzel tohumlarını ektiği, taze müritler kazandığı, İslamiyetin rahmet ışıklarını saçtığı Limni Adasından ayrılmadı. Buradaki görevini tamamla­mak, hiç olmazsa arkasında bir, birkaç kâmil halife bırak­mak arzusundaydı. Eğer Bursa’daki dervişleri de onu öz­lemişlerse, artık korkmadan buraya ziyaretine gelebilir­lerdi. Kaleden İskele Camii’ne taşındı, orada minberin al­tında bulunan küçük odada halvete girdi. Ömrü boyun­ca yaptığı kırk günlük halvetlerinin kırkıncısıydı bu.
Buradaki müritleri ona bir tekke hazırlamayı düşünü­yorlardı. Bu kırk günlük halvet onlara fırsat yaratmıştı. Alelacele İskele Camii yakınlarında yer arandı; nihayet Yalı Caddesi üzerinde bir binada namazgâhı, çilehanesi ve tevhidhanesi ile tekke hazırlandı.
Mısrî için hoş bir sürprizdi bu. Yeni tekkesinde canla başla çalışmaya başladı. Burada da tıpkı Bursa’daki gibi dervişlerini yetiştiriyor, gelen ziyaretçileriyle sohbet top­lantısını yapıyor, bazen onlarla deniz boyu ağır ağır yürür­ken, Bursa’daki kır toplantılarında olduğu gibi halktan kimselerin sorularına cevaplar veriyordu. Ney ve kudüm eşliğinde zikir ve devran meclisleri de başlamıştı.
***
O, Bursa’daki dervişlerini bekliyordu, ama ilk ziyaretçi­leri Kâsım’la kardeşi Melekşan oldu... Melekşan, şeyhinin yanında peçesini kaldırdı; yaşlanmıştı, ince ve mahzun yüzünde kırışıklar peyda olmuş, rengi solup sararmıştı... fakat lacivert gözleri ateş içindeydi, şeyhiyle özel konuşmak istediği için ağabeysinin dışarı çıkmasını istedi. Melekşan’la şeyhi halvet oldular, hayatlarında ilk defa yalnız kalmışlardı. Yaşlı kadının anlattıklarını dinleyen Mısrî, onun gönül hayatının zenginliği karşısında şaşkına dön­dü. Bekliyordu ama bu kadarını değil! Nefis mertebeleri­ni aşmakta şeyhliği gereği, mektuplarla ona yardımcı ol­muştu bittabi; Melekşan da bütün nefis mertebelerini aş­mıştı, manevi yolunda fevkalade bir ilerlemeydi bu! Artık onun çok ileri bir derviş olduğunun idrakine vardı.
          Seni kendime halife yapmak isterim, dedi ona.
Fakat yaşlı kadın bu görevi almak istemedi:
          Efendim, dedi, bu, zamanımızda görülmemiş bir şeydir. Halifeliği taşıyabilirim, ama halkın kuşkulu fakat bilhassa kötü tepkilerini kaldıramam. Benim mürit yetiş­tirmeme engel olurlar, türlü çirkin sözler söylerler ve emi­nim iftiralar atarlar. Sizin hakkınızda söylenenleri bir dü­şünün, siz hamdolsun kanırabiliyorsunuz, ama ben bu konuda zayıf olduğumu biliyorum. Bırakın bir isimsiz derviş olarak kalayım; Allah’ımın rızasının meyvelerini, öbür hayatımda toplayayım. Bu dünya hayatında bana halifelik vermeniz demek, beni bağışlayın ama, birtakım sureti insan, içi hayvan olanların önüne atmanız olur ki, eminim bunu siz de istemezsiniz.
Mısrî, uzun uzun düşündü; yuvadan bir kuş uçurmuş­tu ama o, kendi başına kalmak istemiyordu. Melekşan’a hak verdi:
          Bilir misin Melekşan Hanım, dedi. İbn Arabî’nin ilk on beş dervişinin, on dördü kadındı, içlerinde halifelik verdikleri de oldu... Ama haklısın, zamanımız bunu kaldı­ramaz. Sen çalışmalarına devam et, eskiden olduğu gibi arada sırada bana yaz, durumunu anlat. Sana tavsiyele­rim olacaktır.
          Emirleriniz başüstüne, dedi yaşlı kadın, peçesini örttü.
Mısrî, kapı önünde bekleyen Kâsım’la birkaç dervişini içeri aldı. Bir zamanlar, kendisi hiç farkında olmadan Mısrî’nin Allah aşkına basamak olan bu kadın, şimdi ken­disi Allah aşkı ile yanmaktaydı. Mısrî’nin içine, kendisinin de ona, bir erkek olarak basamak olduğu doğdu, fakat bunun üzerinde durmadı. Yuvadan uçan fakat şeyhinden ayrılmak istemeyen Melekşan namına pek memnundu. Erkekleri içeri alırken bunun için Allah’a hamd etti.
Melekşan, gruptan uzak bir köşeye çekilip peçesinin altından gözlüklerini taktı ve Mısrî’nin kitaplığından seçti­ği bir risaleyi okumaya daldı. Erkekler, dış politika konu­şuyorlardı.
Mısrî:
          Hele bir anlat iki gözüm kardeşim, demişti Kâsım’a, bizim burada bir şeylerden haberimiz yok, Osmanlı ne yapmaktadır. Yalnız Köprülü’nün öbür oğlu Mustafa Pa­şaya vezir payesi verildiğini işittim, bu hayırlı olmuş. Al­manya’ya da savaş açmışız, ne diyorsun?
Dervişler yanlarında olduğu için, Kâsım da Mısrî’ye; ‘’şeyhim” diye hitap etti:
          Şeyhim, dedi, Mustafa Paşanın vezir olması hayır­lıdır. Ancak hâlen sarayın en güçlü adamı Sadrazam ve Başkumandan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’dır ki, aklı­nı Almanya’ya fena takmıştır. O, ordunun hâlâ cennetmekân Kanuni zamanındaki kadar kuvvetli olduğunu ummaktadır. Gerçi üzün İbrahim Paşa’nın. Güney Slovakya’yı baştan başa işgal etmesi, pek fevkalade olmuş­tur, ama Macar milliyetçisi ve Almanya düşmanı Tökeli İmre’ye, ‘‘Orta Macar Kralı” unvanı verilmesi Viyana’da büyük telaşa sebep oldu. Aslında Almanya, Osmanlı ile bir savaş istememekte. Bunu çeşitli yazışmalarından ve tavırlarından anlamak mümkünken Kara Mustafa Paşa’nın, divanı ve padişahı ikna ederek Almanya’ya savaş açması, bence ve birçoklarınca büyük hatadır. Me yap­mak ister sadrazam, yoksa ikinci bir Viyana Kuşatması mı, bilmiyoruz.
          Eğer böyle bir niyeti varsa son derece tehlikelidir, dedi Mısrî.
          Niyeti şimdilik bilinmiyor. Sultan Mehmet iki şehza­desi ile birlikte Edirne’den kalkıp Belgrat’a geçti, lâkin bu sadece bir Almanya-Osmanlı savaşı olacağa benzemi­yor. Daha şimdiden Fransa, Ren üzerindeki bütün kuv­vetlerini çekip Almanya’nın emrine vereceğini bildirmiş, ayrıca bir de tümen yollayacakmış. Polonya ve Venedik’in boş duracakları sanılmıyor, onlar da gelecek bizim üstümüze, ne de olsa bizden alacakları intikam vardır. Endişemiz şudur ki, bu bir Almanya-Osmanlı savaşından ziyade; bir Hristiyan-Müslüman, bir Haçlı-Hilal, bir Avrupa-Asya savaşına dönecek ve çok uzayacak.
Mısrî başı önünde, yerdeki kilimin nakışlarına dalmış gibiydi. Birden başını kaldırdı, içini çekti, Kâsım’ın gözle­rinin içine bakıp:
          Hemen Allah hakkımızda hayırlısını yazsın, dedi ve esefle başını salladı. Galiba yazmayacak!.. Yine de dua edelim, çünkü O buyurur ki: “Allah bir topluma perişan­lık dileyince de artık onu geri çevirecek güç yoktur. Ve onlar için Allah dışında koruyucu ve dost da olmaz.” Evet yapmamız lazım gelen dua etmektir... Araf suresinde de: “Her ümmet için belirlenmiş bir süre vardır, süreleri do­lunca ne bir saat geri kalırlar, ne de öne geçerler.” buyu­ruyor. Evet dua ecf&im... (içini çekti) Tarhan Valide Sultan’ı hastadır diye işittim.
          Öyle maalesef... Valide Sultan, ta Köprülü Mehmet Paşa zamanından beri politikadan elini eteğini çekmesi­ne rağmen, onun oğlu üzerinde mutlak hayırlı tesirleri, nasihatleri, uyarıları vardır. O giderse padişah pek yalnız kalır. Evet şeyhim, kendimizi aldatmaya gerek yok; Osmanlı her bakımdan duaya muhtaçtır...
İçine düştükleri ağır, ezici, hüzün dolu havadan yine Kâsım çıkardı onları. Saraya, şehzadelere dair komik anı­larını anlattı, kendi meşhur kahkahasını attı, Mısrîyi ve dervişleri tebessümlere boğdu.
Melekşan’la Kâsım, tekkede pişen kuru fasulyeli pilav ile karın doyurduktan sonra gemiye döndüler. Ertesi sa­bah erkenden de gemi, İstanbul’a yelken açtı.
***
Mısrî’nin günleri birbirine benzer görünen, fakat hepsi ayrı bir, birkaç mânâda geçip duruyordu. Günler aylara dönüyor, aylar yılları getiriyordu. Çok seyrek de olsa Karabaş-ı Veli ile buluşup denize yakın bir yerde bir çınar ağa­cının altında sohbete dalıyorlardı. Birkaç kere de beraber­ce hamama gittiler... Aslında Karabaş-ı Veli’nin yetiştir­mesi olan, Mudurnu, Sunnullah Tekkesi mürşidi Üskü­darlı Nasuhi Efendi, buraya kendi şeyhini ziyarete gel­mişti, fakat Mısrî’ye de hizmetlerde bulundu; iki şeyhin birden dualarını aldı... Ayrıca iki şeyhe de para yardımında bulundu ki, gerek Karabaş-ı Velinin gerekse Mısrî’nin böyle bir yardıma çok ihtiyaçları vardı.
Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Viyana’yı kuşatmadan sadece altı gün önce padişahı haberdar etmiş; IV. Mehmet de, Sadaret Vekili Vezir İbrahim Pa­şa’ya: “Bu haberi önceden bilseydim, rıza göstermez­dim.” demişti...
Viyana Kuşatması; 1683 yılında bozgunla neticelen­di. Oğluna her bakımdan yardımcı olan Tarhan Valide Sultan; bozgundan birkaç ay önce ölmüştü. İstanbul halkı: “Devletin büyük direği gitti!” diye ağıtlar yaktı... Birleşik haçlı ordusu ile savaş devam ediyordu; Alman­lar Budin’i kuşattılar...
***
Kâsım ve Melekşan’dan sonra, Mısrî’nin misafirleri, Bursa’dan birkaç dervişle, kardeşi Ahmet ve kayınbirade­ri Mustafa oldu. Gelenler, onu tahmin ettiklerinden daha güçlü ve neşeli buldular, etrafında bir sevgi halesi vardı. Yerli halk, birçok ada Venediklilerin işgaline uğradığı hâlde, Limni’ye dokunulmamasını Mısrî’nin bereketine, yüksek manevi derecesine bağlamaktaydılar. Gerçi, ada kilisesinin papazı, Hristiyanlara Mısrî ziyaretini yasakla­mıştı ama, onlardan da bu yasağa uymayanlar oluyordu. Dervişlerden biri: “Çölde susuzluktan ölmek üzere olan insanlar gibi, su bulmaya tekkeye koşuyorlar.” diyordu...
Mısrî, Ahmet ve Mustafa’nın ziyaretlerinden çok mem­nun kalmıştı. Kardeşine:
          Çocukken seninle pek arkadaşlık edemedik lâkin, ikimiz de bir kardeşimizin olduğunu hiç unutmadık... Se­ninkileri bilmem ama benim dualarımda hep var oldun, dedi.
          Ben de senin için dua ederim ağabey, dedi. Doğru, çocukken pek beraber olamadık, ben babamın oğlu idim, sen de sanki Koca Derviş’in. Sonra Kâsım vardı se­nin sırdaşın; bazen ikinizi kıskandığım olurdu, ama ben babamın elini bir türlü bırakamadım, sen de o ele hiç yaklaşmadın!
Mısrî, hafifçe tebessüm etti:
          Niye yaklaşmadım o ele bilir misin? dedi. Çünkü babam tercihini yapmış, oğulları arasında seni seçmişti! Mesela bana okuma yazma derslerini Şeyh Ağama ver­dirdi, beni ona teslim etti, lâkin seni kendisi okuttu, seni kendisi teslim aldı. Ben de seni kıskandım sanırım, ba­bamla ilişkini... Fakat onun bu tercihine saygı gösterdim, ikinizin aksına girmeye çalışmadım.
          Ben zayıftım ağabey, dedi Ahmet, senin gibi kişilik sahibi, kendi başıma buyruk değildim; babamın bana il­gisi daha çok merhametindendi sanıyorum. Kim bilir... Fakat ne yazık ki, ikimiz de onun istediği gibi müritleri ol­madık.
          Bütün bunlar nasip meselesi kardeşim, dedi Mısrî, annem ve ablalarımız iyi Nakşi’ydiler.
          Ablalarımız hâlâ öyledirler, evvelki yıl ziyaretlerine gitmiştim.
          Aferin sana, benim isteyip de yapamadığım şeyi yapmışsın. Gerçi pek arada sırada mektuplaşıyoruz ama... Nasıllar?
          İyiler şükür, çoluk çocuk, torun tosun işte yuvarla­nıp gidiyorlar. Tekkemiz hâlâ hizmete devamda... Yalnız senin hakkındaki dedikodulardan ve en son buraya sü­rülmenden haberdar olmuşlar, tek dertleri sensin gibi geldi bana.
          Onlara yazmalıyım, dedi Mısrî sonra kayınbiraderi­ne dönüp, eh Mustafa Derviş, hanede işler nasıl gitmek­te?.. diye sordu.
Mustafa önüne baktı, içini çekti:
          Şeyhim, dedi, üzücü bir haberim var; Fatma Kız, Hakk’ın rahmetine kavuştu, ince hastalık dedi hekim.
          Yaa! dedi Mısrî, kalakaldı bir süre, konuşamadı. Gözlerinden iki damla yaş düştü. Pek de tanımak imkânı­nı bulamadığı bu küçük kızı sevmişti aslında. Allah rahmet eylesin, dualarını yaparım, siz de gerekeni yapmışsınızdır zaten.
          Pek tabii şeyhim.
Mısrî, içini çekti:
          Annem de ince hastalıktan gitmişti, dedi, annesi nasıl?
          O, o kadar üzüldü, dertlendi ki, annem biraz bizim­le yaşasın diye eve aldı. Hâlen bizdedir, daha iyidir. Fakat Ali, çok iyidir, Ali sizin yolunuzda çok sıkı çalışarak yürü­yor. Şu yaşında herkes tarafından sevilip sayılıyor... Artık genç bir adam oldu, maşallah.
          Maşallah, dedi Mısrî... Onu emin ellere emanet et­miştik.
Dervişler, Fatma’nın vefat haberi karşısında suspus ol­muşlardı. Mısrî, onlarla konuşmaya başladı, konu değiş­ti. Dervişler Mısrî’yi çok özlediklerini, şeyhlerinin artık dönmesini istediklerini söylüyorlardı.
          Zamanı gelince, dedi Mısrî, vakti saati dolunca el­bette gelirim.
Sonra sohbete devam etti...
Böylece Bursa’daki dervişleri, bazı sevenleri akın akın şeyhlerini ziyarete gelmeye başladılar. Hiçbir gemi gelmi­yordu ki içinden Mısrî’ye ziyaretçi çıkmasın! Adadaki mü­ritleri ise Mısrî’nin bu kadar sevilmesinden memnunlardı, ama az buçuk da onu, eski müritlerinden kıskanmaya başlamışlardı. Onlar, Mısrî’nin Bursa’ya dönmesini hiç is­temiyorlardı.
1686’da Budin düştü ve Lorraine dukası, Macaris­tan’ın önemli bir kısmını işgal etti. Türk askerinin mo­rali son derece bozuktu. Müttefik düşman ordusu Mohaç’a çekildi. Sadrazam Sarı Süleyman Paşa Mohaç’a geldi, ancak yirmi bin şehit verince savaş meydanını terk etti.
Mohaç Muharebesi, Hristiyan âlemi ve Almanya için büyük faydalar sağlamıştı, ama sultan için büyük felaket­lere zemin hazırladı. IV. Mehmet, üzüntüsünden üç gün yemek yiyemedi. Avrupa’daki bu kayıplardan, İstanbul halkı da son derece huzursuzdu, ayrıca padişahın İstan­bul yerine Edirne’de oturması da İstanbul halkının huzur­suzluğunu ve öfkesini artırıyordu.
Sadrazam ve Başkumandan Aynacı Sarı Süleyman Pa­şa zalim ve yetersizdi. Orduda disiplin tamamıyla bozul­muştu. Askerler isyan edip Süleyman Paşayı linç etmek istediler, ama olacağı haber alan paşa, İstanbul’a kaçıp, 1687’de istifa etti. Ordu düzeni giderek daha çok bozu­luyordu, asker ayaklandı. Birtakım küçük rütbeli yeniçeri subaylarının kurduğu cuntanın emriyle padişahı tahttan indirmek; Köprülü Mehmet Paşa’dan önceki zamanlarda olduğu gibi, devlete tahakküm edip milleti soymak isti­yordu. Savaş bu orduyu hiç ilgilendirmiyordu.
Vezir Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşa ise sultana ve iki oğluna cephe almış durumdaydı. 1687 kışında Padişah IV. Mehmet’i tahtından indirdi. Meşru veliaht, sultanın büyük oğlu Mustafa idi. Fakat Fazıl Mustafa Paşa, IV. Mehmet’in hayattaki iki kardeşinden büyüğü Şehzade Süleyman’ı, “III. Süleyman” olarak tahta geçirdi. Böylece Osmanlı hanedanının veraset kuralını bozmuş oldu. Sa­rayda muhalifleri vardı, fakat paşanın korkusundan ses çıkaramıyorlardı.
1688 yazında Osmanlı’nın Almanya cephesi çöktü. Al­manlar, Belgrat yakınlarına kadar sarktı. İstonli iyi savu­nulmasına rağmen düştü. İstonli’den sonra Belgrat Ka­lesi de Almanların eline geçti.
Polonya ve Rusya cephelerinde ise zafer Osmanlı’nın oldu. Venedik, Mora ile yetindi. Mora’daki son Osmanlı kalesi Benefeşe, on dört ay Venediklilere karşı koyduktan sonra, teslim oldu...
Bu haberleri alan Mısrî, garip duygular içindeydi, Osmanlı’nın gittikçe çökeceği kendisine malum olmuş, sonra düşünüp araştırmış ve bu konuda vaazlar vererek sultanı, sadrazamları uyarmak, bir şekilde devleti sars­mak istemişti... Ama iyi niyetinin karşılığında iki kez, ayaklarında bukağılarla sürgüne gönderilmişti. IV. Meh­met’ten hoşlanmıyordu, onun düşmesine memnun ol­muştu; III. Süleyman’dan da pek umudu yoktu. Şimdi, kendi sözlerinin bir anlamda doğrulanmasına zayıf bir sevinç duymakla beraber, üzüntü içindeydi. Keşke bilmeseydi... Keşke söylemeseydi ve Osmanlı bu hâllere düşmeseydi! Göğsünde bir yerlerde gönlü üşüyordu, büzü­şüp kalmıştı... Kendisine yabancı olan bir iç sıkıntısı gön­lünü tutsak almıştı sanki ve dayanabilmek pek zordu. Bu hâlin ilacı belki de sohbetti. Bursa’dan gelen ve burada­ki dervişlerine ve de halktan kendisini sevenlerden bir gruba, yatsı namazından sonra:
          Sorun, dedi, şimdi sormak vaktidir! Aklınıza gelen­leri hiç çekinmeden sorun.
Halktan biri:
          Efendim, dedi, Allah bir, din bir olduğu hâlde zahir ilim bilginleri ile tarikat ilminin yahut sizin tabirinizle gönül ilminin bilginleri pek geçinemiyorlar. Acaba nedendir?
          Bu konulan çok konuştuk ama yine de sana bunu, bahar ve kış örnekleriyle anlatayım; o da mevsim diğeri de mevsim bakarsan ve aslında kış, baharın bütün eser­lerini, efendim bahçelerini, çiçeklerini, meyvelerini gör­meye âşıktır, onlara hasret doludur. Lâkin Yüce Allah tarafından, kışın tabiatı, bahara zıt olduğu için onu göre­mez ve anlayamaz. Zira çiçekler soğuğu gördükleri za­man başını eğer, iyice saklanır. Ve soğuğun gittiğinden tam emin olmadan başlarını çıkarmazlar. İşte zahir ilim bilginleri ile gönül ilminin bilginleri de böyledir. Çünkü zahir ilim bilginleri; birtakım davalardan, varlıktan, göste­rişten, kavgadan kurtulamaz. Çünkü ilimlerini ancak bunlarla göstereceklerini sanırlar. Ama diğer sınıf bilgin­ler, o kadar alçak gönüllüdürler ki; varlığı, dolayısıyla gös­terişi, kavgayı terk etmişlerdir. Onların bu terk edişleri ile birlikte, gönüllerinin bahçeleri bilgi çiçeklerini verir, kalp­lerine türlü şeyler doğar. Bunlardan çeşitli ilim ve gözlem çıkarırlar ve bunların bir kısmını açıklar, bir kısmını kendi özel bilgileri olarak gönüllerinde tutarlar. İşte bu açıkla­dıkları ve sakladıkları onların tekâmülüne yardımcı olur... İşte bu gönül ilminin bilginleri kazaen zahir ilim bilginle­ri ile, gösteriş ve kavgada karşılaşsalar, onların fikirlerin­den biri bunların gönüllerine düşse; kış, bahar çiçekleri­ni gidermek için ne yaparsa onu yapar, kalplerine soğuk rüzgârlar eser. İşte bu yüzden bu iki sınıf bilgin anlaşa­maz, çünkü kış ve bahar misalidir.
          Bu benzetmeden zahir ilim bilginleri asık suratlı, gönül ilminin bilginleri neşeli ve güler yüzlüdürler diye bir anlam çıkarabilir miyiz?
          Evet mümkün, dedi Mısrî.
Limni’deki dervişlerden biri söz aldı:
          Şeyhim, dedi, “Cennet sıkıntılar, kötülükler ve dert­lerle süslenmiştir.” diye bir söz işittim. Bu ne demek olu­yor?..
          Evladım, bu sözde şu hakikate işaret ediliyor; bir kâmilin yani bir erenin adı uzaktan işitilir ve onunla bu­luşmak istenir. Fakat bu kişi, o zatın yakınına geldiği za­man, onu düşmanlarla çevrili bulur. Öyle ki her düşma­nın elinde, ötekine benzemeyen bir mızrak vardır. Bu mızrakları o ereni görmeye gelenlere atarlar, o kâmil hakkında iftiralar ederler, o kişinin ziyaretini engellemeye kalkarlar. Bu, Âdem Aleyhisselam’dan bugüne kadar böyle gelmiştir. Gerçekte kâmilin etrafında bulunan bu düşmanlar, yetenekli olmayan kimseleri kemal sahibinin yanına sokmamak için bir anlamda vazifeli bekçilerdir. İşte o eren böylece dertler, sıkıntılar, kötülüklerle çevril­miş bulunur. Onun yanma ancak mânâda güçlü olanlar girebilir. Nitekim o kâmil de bilgi cennetine ve kendisine uygun ihvanla toplanma zevkine; düşmanlarının verdik­leri ıstıraplara, hasetçilerin sebep olduğu üzüntülere sabretmek suretiyle erebilmiştir. Çünkü ariflerin meclisi cennet gibidir. Bir hatıramı nakledeyim. Büyüklerden bi­ri Belgrat’tan Bursa’ya bizi ziyarete gelmişti. Önce bu fa­kirin hasetçilerinin, düşmanlarının çokluğunu görerek bana acıdı. Fakat, cuma gecesi toplanan ihvanı görüp onların vecd ile birtakım İlahî hâller ile zikretmelerini gö­rünce ağlamaya başladı ve bana şöyle dedi: “Bırak diğer­leri istedikleri kadar hainlik etsinler o kişilerin ezalarına sabret, çünkü bu nur onların üflemesiyle sönmez, bilakis artar. “Sonra Allah Teala’nın Saf suresinde buyurduğunu, söyledi: “Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Hâlbuki Allah, kâfirler istemese de, nurunu muhakkak tamamlayacaktır.” Ve ilave etti: “Bu insanların, buranın çevresindeki dert, sıkıntı ve kötülüğü yarıp buraya girme ye kudretleri olmadığından, hasetleri ve düşmanlıkları artmaktadır. Bilmezler ki onların hasetleri ne kadar artsa bu nur da o kadar artar. Dostum sakın senin hakkındaki davranışlarına üzülme.” İşte cennetin, sıkıntı ve kötülük­le süslenmesine bir örnektir bu.
Sevenlerinden biri sordu:
          Şeyhim, Kehf suresi, yirmi üçüncü ayette: “Hiç bir şey için, ‘Ben bunu yarın kesinlikle yapacağım, deme.” deniyor. Açıklar mısınız?
          Onu takip eden ayette de; nasıl söyleneceğini gös­terir, şöyle: ‘“Allah dilerse’ şeklinde söyleyebilirsin.” De­mek ki yapan eden biz değil, yalnız ve yalnız O Sevgili’dir, O’dur. Önemli olan varlıkta tasarruf edenin, yani ken­disinde kullanma hakkı bulunanın kim olduğunu bilmek­tir. Biliniz ve unutmayınız ki; bütün fiiller Hakk’ındır. Enfal suresi on yedinci ayete dikkatinizi çekerim, orada bu­yurur ki: “Attığın zaman sen atmadın fakat Allah attı.”... Fakat ne yazık ki, kulun suretinde Hak’tan başka bir mu­tasarrıf olmadığını kul bilmediği yahut unuttuğu için; kendisinin iradesi olduğunu, Hak’tan ayrı bir vücudu ol­duğunu sanır. Mesela varlığı Allah’tan olan sanatçı, ken­dini bir varlık zannetse, gaflet hâlinde kendisini “yapan” zanneder. Bu kötü zan gafletten ileri gelir... (durdu, derin bir nefes aldı, sanki, devam etsem mi, gibi düşündü ve devam etti) Lâkin kendisini Hak bilerek, fiili ve seçimi kendisine dayandırsa, bu kötü değildir. Çünkü fiil, suret­ten çıkmıştır. Çünkü o fiili o surette ve o mertebede gö­rünen Hak yapmıştır.
Yine sevenlerinden bir delikanlı sordu:
          Efendim, Allah izin verirse, ilim tahsil etmek istiyo­rum; fakat zahir ilmiyle, bâtın ilminden hangisini seçece­ğimi bilmiyorum, siz ne tavsiye edersiniz?
          Ben ikisini birden öğrenmeye çalıştım oğlum ve bundan da hiç pişman olmadım. Sana pek kısaca ikisini de anlatayım, Allah’ın izni ile sen karar ver. Nasıl su ne­caseti, pisliği, çeri çöpü temizlerse zahir ilmi; kalbi, üze­rine çöken cehalet kirlerinden arındırır. Ve de kuyumcu nasıl ateşte altını diğer karışımlardan ayırırsa, bâtın ilmi, ben gönül ilmi derim, evet gönül ilmi de öylece nefsi, ona yerleşen kötü sıfatlardan temizler. Anladın mı?
          Evet efendim; biri şekilde, öbürü gönülde.
          Ben, doğum yerim olan Malatya’da iken ilk ilim ta­lebinde bulunduğum sırada kalbimde sufilerin yollarını bilme arzusu vardı. Çocukken, ancak bir Nakşi şeyhi olan babam mecbur ettiği için onların meclislerine katı­lırdım, ama sohbetleri bereketiyle günden güne arzum çoğaldı ve mecburiyetten değil, gönül arzumla gider ol­dum. Ve nihayet, iki gözüm bir Halveti şeyhine biat ettim. Sonra şeyhim Malatya’dan İstanbul’a geçince ortada kal­dım. Neyse uzun hikâye, bunu bırakalım. Sen şimdi gön­lünü dinle, gönlünden ne geliyorsa onu yap.
          Efendim şimdi sizi dinleyince benim de gönlümden iki ilmi birden yapmak geldi. Acaba becerebilir miyim?
          Bu, gönül arzunun şiddetine bağlı, şiddeti fazlaysa becerebilirsin. Şunu unutma, elde edeceğin her hayır, mutlak doğru bir çaba sonucudur. O Sevgili’nin düzenin­de hiçbir şey bedava değildir. Kur’an-ı Kerim’de belirtildi­ği gibi; Hazreti Meryem doğum sancısı çekerken karnı acıkmış, işittiği ses; ona ağacı sallamasını söylemiş. Yani ona bile, dikkatinizi çekerim, Kur’an’da övülen tek kadın Hazreti Meryem’dir, evet, o bile doğum sancısı çekerken karnını doyurmak için bir uğraş vermiş, yoksa gökten zembille ona hurma inmemiş!.. Velhasıl oğlum, eğer iki ilim sana nasip edilmişse Allah gönlüne şiddetli bir arzu koyar, sen de yaparsın.
          Demek nasip meselesi.
          Evet tabii, ama senin de çaba sarf etmen gerekir.
Yeni dervişlerinden biri de sorulanlardan cesaret alıp:
          Şeyhim, dedi, Vahdet-i Vücut fikrini pekiyi anlaya­mıyorum, bir kere daha açıklar mısınız?
Mısrî bir düşündü; hemen bütün konuşmalarında, şi­irlerinde ve düz yazılarında bu fikrin bütün akisleri mev­cuttu, lâkin belki hepsine isim koymamıştı. Ve yine vecd içinde konuşmaya başladı:
          Vahdet-i Vücut yani Vücut Birliği; inandığım (sesi biraz yükseldi) iman ettiğim bu hakikat şunu der: İçinde on sekiz bin âlemi barındıran şu koskoca âlemde yalnız bir tek Vücut ve O Vücut’un bir Tek hakikati vardır; o Yü­ce Allah’ın vücudu ve hakikatidir. On sekiz bin âlemin as­lı ve esası O Bir’dir... “Ya biz insanlar, çokluk ne oluyor?” dersen, derim ki; onların hepsi birbirine görünür ve gö­rünmez bağlarla bağlanmış O’nun tecellilerinden ibaret­tir. Yaradan’ın varlığının sebebi, önü ve dahi sonu yoktur. O’nun eşi ve benzeri yoktur, O, hiçbir şeyle mukayese edilemeyen Tek’tir. Ve o Tek’ten başka hiçbir varlık yok­tur. “Bizim de varlığımız var.” demek (sesi tekrar yüksel­di) yalnız insanlara mahsus bir budala zandır... Tek varlık olduğuna dair bir delil olarak da; Allah’ın selamı üzerine olsun Peygamber’imiz Efendi’mizin şu sözü gösterilir, de­miştir ki: “Allah vardır, Onunla beraber hiçbir şey yok­tur.” İşte varlığı aşktan gayri bir şey olmayan Allah’ın, kendisini bildirmek ve sıfatlarını göstermek istemesi, ya­ni tecellileri aşkla başlamıştır; yarattıkları ise aşk ile, aşk için yaratılmışlardır. Evet özeti şu; Hak’tan başka varlık yoktur ve Hak’tan başka şeyler izafidir, görecedir. O koca şair Yunus Emre’ye göre; Tanrı görünen olduğu hâlde, kendisini Hak’tan gayri her şeyle gizlemiştir.
Ve sohbet, böylece uzayıp gitti... Ta sabah namazına kadar.
***
Mısrî, derviş yetiştirmeye, Hristiyanları Müslüman yap­maya, Limni halkının sevgisini kazanmaya devam ediyor, aylar yılları kovalıyordu. Kâsım’dan bir mektup aldı; ön­ce yazısının her zamanki gibi özenli olmadığına dikkat et­ti. Kâsım diyordu ki: “ Sana havadis vermek için yazıyo­rum, fakat ne anlatacağım, hiç şevkim ve hevesim yok. Seninle konuşma ihtiyacında olmasam zaten yazmaz­dım... Bilmem biliyor musun padişahımız III. Süleyman, Sultan İbrahim’in büyük oğlu. Fazıl Mustafa Paşa, III. Sü­leyman ile kardeşi Şehzade Ahmet’in Edirne-İstanbul se­yahatlerinde onlara muhafızlık etmiş, ikisini de yakından tanıyıp sevmiş ve bu yüzden III. Süleyman’ın tahta çık­masında fevkalade etkili olmuştur. Fazıl Mustafa Paşaya bir hâl olmazsa, bundan sonra da padişah olarak, II. Ah­met olarak, Sultan Süleyman’ın kardeşi Şehzade Ahmet gelecektir. Aslında kendisi tahta çıksaydı, yani Fazıl Mus­tafa Paşa tahta çıksaydı, bana göre Osmanlı için daha hayırlı olurdu. Gerçi sarayda giderek IV. Mehmet yahut büyük oğlu Mustafa’yı tahta çıkarmak isteyenler artıyor, lâkin Fazıl Mustafa Paşa korkusundan bir şey yapamıyor­lar. Bu yüzden saray çalkalanmakta... Fakat doğrusunu istersen, bu entrikalar, dedikodular artık beni hiç ilgilendirmiyor çünkü koca devlet çoktan yokuş aşağı inmeye başladı. Benim yegâne arzum; saraydan ayrılıp evimin hat çalıştığım odasına sığınmak, bu odanın güzel ve sa­kin havasında ömrümü tamamlamak. Yetmişe basıyoruz farkında mısın? Fakat benim hattat olduğumu sultana duyurmuşlar. Kendisi ve kardeşi de hattattırlar. Sultanın hocası Tokatlı Ahmet, hattatlar arasında sevilip sayılan bir kişidir. İşte sultanın ondan sülüs ve nesih diplomaları varmış. Kendisi benim hatlarımı görmek istedi, sarayda tuttuğum bazı levhalarımı arz ettim. Bana iltifatlar etti. Sağ olsun da, onun bu ilgisi yüzünden, maalesef daha kâtipliğime devam etmek mecburiyeti hasıl oldu. Sulta­nın çevresinden biri olarak artık kâh Edirne’de, kâh İs­tanbul’da yaşıyorum onunla beraber.
Sadrazamlar değişip durmakta. Köprülü Mehmet Paşa’nın damadı Sadrazam Siyavuş Paşaya ve yüz elli ada­mına ihtilalci askerler kıydılar ki çok becerikli olmamasına rağmen, bu muameleye asla layık değildi. Gece, sarayını basmışlar. İhtilal cuntası daha çok canlar alacaktır, eğer Köprülü gibi bir adam sadrazam olmazsa. Sarayda Fazıl Ahmet Paşa’nın sadrazam olmasını isteyen pek az kişi var; diğerleri, o gelirse çıkarları elden gidecek diye çok korktukları bu birinci sınıf teşkilatçı zata karşı çıkıyorlar.
Evet, saray ve İstanbul bu kadar perişan durumda iken, Macaristan’da kan gövdeyi götürüyor. General Caraffa, eyalet merkezi Eğri’yi, vire ile aldı. Diyorlar ki, Bey­lerbeyi Osman Paşa’nın şehit düşmesi üzerine böyle vire ile kalenin kendiliğinden teslim olması, şehirde çok fazla Müslüman’ın bulunmasındandır. İşte böylece Müslüman nüfus selametle Eğri’den ayrılmış. Fakat yine diyorlar ki Almanlar şehirdeki kırk bir camiyi ve çok fazla bulunan bütün Osmanlı bayındırlık eserlerini yerle bir etmişler... Bu arada Mora’yı fetheden Morosini, Venedik cumhur­başkanı seçilmiş. Dalmaçya’nın hemen tamamı Venedik­lilerin eline geçmiş... Evet Avrupa’daki geniş toprakları­mız bir bir düşmekte, ne kalıyor ki Osmanlı’ya!.. Sen va­azlarında Osmanlı’nın karanlık geleceğine işaret ederken herhalde şu durumları kastediyordun... Fakat hani nere­de dualarımızın bereketi, kabul olması? Evet, “Bir üm­metin zamanı geldiği vakit...” böyle şeyler oluyor işte ve ben artık şu ileri yaşımda, bütün bu haberlerden uzak kalmak, çok uzak kalmak; tek cümle, tek kelime bile işit­mek istemiyorum. Sen ağam, hâlâ ilgileniyor musun?”
Mısrî, Kâsım’ın neşeli mizacının çözülmesini, kendini karamsarlığa kaptırmasını anlıyordu: “Ama ben hâlâ ilgile­niyorum.” diye düşündü. O anda bir perde açıldı sanki ve Osmanlı’nın sadece batıda değil fakat doğuda da çok top­rak kaybedeceğini, bütün Arap dünyasının elden çıkacağı­nı gördü. Kendine geldiği zaman, ona Osmanlı’nın sonu­nu gösteren Allah’a hamd etti; ağzı kurumuş, midesine kö­tü bir sancı saplanmıştı, âdeta kendisine teselli verircesi­ne, “Ama bu çok sonra, çok sonra!” diye düşündü. Fakat, Osmanlı tükendikten sonra, bu halk ne olacaktı?.. Sadece Anadolu mu kalacaktı Türklere? Bundan bile emin olamadı. O gece seccade üzerinde sabah namazına ka­dar oturdu; O Sevgili’sinin Türklere merhamet etmesini diledi. Bir ara uyku ile uyanıklık arası bir hâlde Allah’ın ar­tık kendisini çağırdığını kuvvetle hissetti. Sabah namazı­nı kıldıktan sonra, içinden seller sular gibi gelen kelime­leri kâğıda döktü:
Hudâ da’vet eder elhamdülillah
Bu can Hakk’a gider elhamdülillah
Hakikat şehrine çün nhlet oldu
Gönül durmaz iver elhamdülillah
Yakın geldi tulu’â şems-i ruhum
Bugün günüm doğar elhamdülillah
Ölüm dedikleridir halvet-i yâr
Kamu ağyar gider elhamdülillah
Şahâdet mansıbıdır âli mansıp
Bize veriliser elhamdülillah
Gözüktü ma’nî yüzünden cemâli
Bozuldu hep suver elhamdülillah
Biliştik bunda hem ihsanlar etti
Nasibimiz kadar elhamdülillah
He gam giderse dünyâdan
Niyâzî Visâline erer elhamdülillah
Yazdıktan sonra şiirini okuyan Mısrî’nin gönlüne, daha biraz vakti olduğu doğdu, fakat o yazdıklarının tatlı heye­canına kapılmıştı, gönlüne doğanın üzerinde durmadı... Ancak o gün Limni’de, öleceğini anladı ve defnedileceği yeri keşfetti; toprağı Baltacı Mehmet Paşanın kabrinin hemen yanındaydı... Birkaç halife ve dervişine şiiri oku­yup o yeri gösterdi: “Fakat tam da zamanı belli değil,” dedi, “ama yakında elhamdülillah.”
1688 yılında Osmanlı’nın Almanya cephesi tamamıy­la çöktü. Doç Morosini’nin Ağrıboz’u alma teşebbüsü ise geri püskürtüldü, lâkin Mora’daki son Osmanlı kalesi Benefşe, düşmana on dört ay kahramanca karşı koy­duktan sonra, yetmiş sekiz topu için, artık atacak gülle kalmayınca teslim oldu... Doç Morosini, birkaç kez do­nanmasını Anadolu kıyılarına gönderip Osmanlıya göz­dağı vermek istediyse de, bütün çabaları Osmanlılar ta­rafından şiddetle kırıldı...
Sultan III. Süleyman hasta idi.
Son bir ümit olarak Almanlarla meydan savaşı yapıl­maya karar verildi. Ancak Başkomutan Arap Recep Paşa son derece yetersizdi. Meydan savaşı 1689’da kaybedil­di. Almanlar Sırbistan’ı aldılar, Vidin’i de düşürerek Bul­garistan’a girdiler, Üsküp’e, Makedonya’ya ve Arnavutluk’a yaklaşmaya başladılar. Venedikliler durdurulmuş, Lehliler ve Rusya devamlı şekilde bozulmuştu. Ama Al­manları durduracak hiçbir kuvvet yok gibi görünüyordu.
Edirne’de saltanat şurası, oy birliği ile tek çarenin Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşanın sadrazam ve başko­mutan yapılması olduğunu padişaha arz etti.
Fazıl Mustafa Paşa, Sakız muhafızı idi, 1689 sonbaha­rında Edirne’ye çağrılarak sadrazam yapıldı...
Mısrî, Limni’de pek çok derviş ve birkaç kâmil halife yetiştirmişti, artık Bursa’ya dönebileceğini düşünüyordu. Fakat zaman zaman da aklına burada gömüleceği geli­yor tam bir karara varamıyordu. Bir zaman sonra Kâsım’dan bir mektup aldı. Zarf hayli kabarıktı, Mısrî me­rakla açtı, içinden arkadaşının mektubu ile, Sadrazam Fazıl Mustafa Paşanın resmî tebliği çıktı. Sadrazam, artık onun Bursa’ya, tekkesinin başına dönmesini istiyordu. Bu bir emirden ziyade bir rica idi ve çok içten bir üslup­la yazılmıştı... Ve Mısrî’nin dönme niyetini perçinledi. Kâsım ise kendisini toparlamıştı, mektubunda umut do­luydu, Fazıl Mustafa Paşa’dan bahsediyor: “Ağam,” di­yordu, “benim ve koca Osmanlı’nın artık tek umudu ye­ni sadrazamımızdır. Fakat o, kendi ordusunun ağırlıkları­nı, savaş meydanında, düşmandan alınmış ganimet gibi yağmalayan bu rezil askerlerle savaşamayacağını, fakat onları düzene sokmak için de elinde sadece bir tanecik kış bulunduğunu da biliyor. Bunun için vallahi geceleri uyumadan, gündüzleri istirahat etmeden devlet ve ordu­yu düzene sokmaya çalışıyor. Ve bütün bu işlerinin ara­sında, biliyorsun saraydaki namım ‘Hazreti Mısrî’nin arkadaşıdır, beni çağırtıp şu içinde bulunduğumuz zor za­manlarda insanlarımızın kuvvetli mürşitlere ihtiyacı oldu­ğundan bahsederek, sana gönderilmek üzere ekteki teb­ligatı yazdırdı. Onun teşkilatçı dehasından bahsedilirdi de bu kadarını tahmin etmemiştim... Söylediklerini ya­zarken gözlerim doldu. Bunu benden beklemezsin, ama onun yanında da kahkahayla gülecek hâlim yoktu ya!.. Biliyorsun ben gülme zamanında da gülerim, ağlayacak olduğum zamanlarda da. Allah bana kahkaha bahşet­miş, ne yapalım! Artık dönüyorsun değil mi iki gözümün nuru ağam?”
***
Fazıl Mustafa Paşa, Temmuz 1690’da ordusuyla Edir­ne’den ayrıldı. Tuna ince donanmasının amirali Hüseyin Paşa, otuz dört kadırga ile Belgrat’a ilerlerken, o da üç günde Edirne’den Şehirköyü’ne gelerek, bu kaleyi Al­ınanlardan aldı. Alman İmparatorluğu, ordusu yenilmiş olarak geri çekildi. Paşa ilerleyerek; Musapaşa kalesini, Niş’i, Semendire’yi, Vidin, Orşova ve Fethülislam’ı aldı. Kuzeye doğru yürümeye devam etti... Dokuz katlı, yüz on altı kuleli, kat kat surlu Belgrat kalesini yedi günde dü­şürdü. Beş bin kadar şehit verildi, Almanların on beş bin civarında kaybı oldu, üç yüz doksan altı Alman topu, Tu­na üzerinde on iki harp gemisi ele geçirildi, binlerce Al­man esir düştü. Böylece Belgrat’ta 188 yıllık, yeni bir Osmanlı dönemi başladı... Vardar’dan Drava’ya kadar olan altmış bin kilometre karelik toprak geri alındı. Düşman, Bosna ve Bulgaristan’dan tamamen çıkarıldı. Sırbistan’ın tamamı geri alındı. Sırplar Almanlarla iş birliği yapmışlar­dı. Fazıl Mustafa Paşa, Sırpları bağışladı; bedava tohum­luk, hayvan ve kıtlık olan bölgelere tahıl dağıttı. Sırplar bir asır Osmanlı aleyhine düşünemeyecek kadar mem­nun edildiler.
Zafer haberi üzerine hasta padişah Edirne’den İstan­bul’a geldi. Köprülüzade İstanbul’da büyük törenlerle karşılandı. Sarayda III. Süleyman, sırtındaki hırkayı çıka­rıp Fazıl Mustafa Paşaya giydirdi ve ağlayarak dua etti.
Böylece Niş, Vidin, Semendire ve Belgrat Fatihi, gele­cek yıl Macaristan’ı geri almak üzere hazırlığa başladı... Almanlarda korku arttı; Budapeşte’den sonra Viyana’daki kale de tamir edildi.
***
Mısrî dönmeye karar vermiş olmasına rağmen, ölümü bekleyerek, gidişi bir hayli geciktirdi... Sonra da: “Ben bilmiyorum Allah biliyor, hele bir Bursa’ya varalım baka­lım!” dedi.
Bursa’ya varışıyla bir büyük törenin içine düştü. Hali­feleri, dervişleri ve halk tarafından; davul, kudüm eşliğin­de kendi ilahileriyle tevhid ve tekbir sesleriyle karşılandı. Onu bir tahtırevana bindirdiler, iki yanında sevenleri göz­yaşları ve neşe ile yürüyorlardı...
Bursa’da ünlü hoca Ahmet Gazzi, Mısrî hakkında pek çok olumsuz söz işittiğinden, öğrencilerine Mısrî’nin ge­lişiyle ilgilenmemelerini tembih etmişti.
O gün Ulu Cami’de her zamanki gibi dersine başladı. Biraz sonra Mısrî’yi getirenlerin tevhit, zikir, ilahi seslerini duyunca bir süre durup bekledi, sonra sanki Hak tarafın­dan dışarıya doğru çekildi ve caminin önüne çıktı. İşte orada, tahtırevanın üzerinde Mısrî bütün görkemi ile oturuyordu. Ahmet Gazzi, ne yaptığını pek de bilemeden ona doğru yürümeye başladı... Mısrî, tam yanından geçerken ona gülümseyerek içten bir selam verdi ve Ahmet Gazzi de ilerleyip onun elini öptü, tahtırevanın yanında yürüme­ye başladı. “Onun heybetine kapıldım.” diye geçti içinden ve bundan dolayı ne kadar memnun olduğunu düşündü; Mısrî artık onun da şeyhi olmalıydı... Mısrî’nin ise ona bunca içten selam vermesi, ileride Ahmet Gazzi’nin Mısrîye’nin büyük bir mürşidi olacağını hissetmesi miydi?...
Onun dönmüş olmasından dolayı duyulan sevinç, ak­şamdan sabaha devam etti. Tekke dolup dolup boşaldı ve Mısrî, ellerini, yüzünü öpenlerin çokluğundan, oğlu Ali ile kucaklaşabilmek için birkaç saat beklemek zorunda kaldı. Ali, ona annesinin evde kendisini beklediğini söy­ledi. Sabah namazından sonra Ali ile birlikte eve döndük­leri zaman, Gülsüm’ü hiç uyumamış, hâlâ bekler buldu­lar. Zaten zayıf olan Gülsüm iyice süzülmüş, kızının kay­bı yüzüne çizgiler çekmişti, mahzundu ama kocasının on beş yıl sonra nihayet eve dönüşünün memnuniyeti, göz­lerine parıltılar hâlinde düşmüştü. Onun elini öptü, Mısrî de karısına sarılıp alnından öptü. Sabah çorbasında, söz Fatma’dan açılınca Mısrî:
          Onun yeri şimdi cennette meleklerle birdir, dedi. Çocuğun kaybı ana baba için çok zorlu bir imtihandır, Al­lah’ın hayırlı bir imtihanıdır, sen sabrınla bu sınavdan geçmişsin Gülsüm. Ayrıca beni de on beş yıl, umudunu kesmeden beklemen, benim her hâlime gösterdiğin sa­bır için de Allah senden razı olsun. Razıdır... Ali’yi geliş­miş buldum, hocaları ondan çok memnundurlar, Ali’nin bu başarısı yalnız kendinden değil, bir anne olarak onu çok iyi yetiştirmiş olmandandır... Ben çocuklarımla hiç meşgul olamadım, bu biraz da sana olan güvenimdendir Gülsüm.
Kocasının sözleri, Gülsüm’ün yüreğini ısıttı:
          Yüce Allah’ın doğru yolundan ayrılmamaya çalışı­yorum şeyhim, dedi, hemen O, kabul etsin. Evine hoş geldin, sefalar getirdin.
***
O sıralarda Bursa’da, Yunus Emre’nin kabrinin yeri konuşuluyordu. Elbet konuşanların hepsi de bu kabrin Bursa’da bulunmasını temenni ediyordu... Mısrî’ye de sordular, o:
          Yunus Emre’nin kabri yalnızca gönüllerdedir, ona dünya yüzünde somut bir yer aramayın. O bir aşk, o bir mânâ eriydi; hep gönüllerde yaşadı ve gönüllerde kaldı, dedi, ama başka bir Yunus’un, Aşık Yunusun kabrini sizlere gösterebilirim, kalkın yürüyelim...
Mısrî ve yanındakiler yürüyerek Şiblî Mahallesine geldi­ler. Oradaki Sa’diye tarikatının Kara Abdürrezzak Dergâhını buldular, Şeyhi ile selamlaşıp hoşbeş ettikten sonra
Mısrî, yanındakilere mescidin batısında bulunan üç me­zardan birini işaret ederek:
          İşte burası Makam-ı Âşık Yunus’tur; biz dualarımızı her iki Yunus için de burada yapalım, dedi.
Orada iki Yunus için dua edilmesi, sonradan halk ara­sında: “Yunus Emre burada yatmaktadır.” şekline girdi ve de söz, yürüdü gitti...
Tekke o kadar kalabalık oluyordu ki, Mısrî her zaman­ki vazifesini geciktirdi, Miskinler Mahallesini ancak bir ay sonra ziyaret edebildi... Bir şekilde işitilmişti onun Bursa’ya döndüğü, cüzzamlı dostları da bekliyorlardı... Mısrî’yi, onun bir ilahisini söyleyerek karşıladılar.
Halk Mısrî’nin yine Ulu Cami’de muntazam vaaz ver­mesini istiyordu. Fakat Mısrî öyle düzenli bir şekilde de­ğil de arada sırada vaaz vereceğini söyledi. Bir gün Ali:
          Şeyh babam, dedi, camide yapacağın vaazda, ne­den Allah’ın doğru yolundan bahsetmezsin, sence zama­nımız insanlarının buna ihtiyacı yok mudur?
Oğlunun bu ilgisine ve kendisine fikir vermesine biraz şaşırdı Mısrî, fakat çok da hoşlandı ve ilk vaazında; doğ­ru yoldan bahsetti:
          Abdullah İbn-i Mesud’un şöyle söylediği rivayet edilmiştir, dedi yine kendisini dinleyen kalabalığın yüzle­rine bakarak: “Resulullah, kuma bir çizgi çizdi ve bize, bu Allah’ın yoludur." dedi, sonra sağına soluna birtakım eğ­ri büğrü çizgiler çizdi ve dedi ki: “Bunlar da yollardır, fa­kat bu yolların her birinde bir şeytan oturmuş, insanı ça­ğırır...” Ve okudu: “İşte benim doğru yolum budur, buna tabii olun. Muhakkak sizin davranışlarınız, tutumlarınız çeşitlidir. Kiminiz ilimle hareket eder ve cennete gider. Kiminiz cehalet ve nefis arzularıyla karanlığa koşar da ce­henneme gider.
Bakara suresinde şöyle buyrulur: “Herkesin uyduğu bir yönü vardır. Hayır işlerine koşunuz. Nerede olursanız, Allah, hepinizi toplu olarak bir araya getirecektir”
Şimdi bilin ki insan hareket ve çalışmalarının çeşitli oluşu, insanların dört ayrı merhalede bulunuşlarından dolayıdır. Bunlar, hayvanlar âlemi, yırtıcılar âlemi, şeytan­lar âlemi ve melekler âlemidir. Doğumdan hemen sonra insanın ilk âlemi başlar ki; bu “hayvanlar âlemi’dir. Bu âlem onu yemeye içmeye, helal ya da haram birleşmeye sevk eder. İnsan orada sebat eder; imana ve imanın ge­rektirdiği tutum ve davranışlara dönmezse, onda dünya sevgisi üstün gelir. Dünyadan her istediğini de pek tabii elde edemez ve sonuçta “yırtıcılar âlemi”ne girer... Kibir, kin, haset, intikam ve belki katil ile vasıflanır ve o insanın iç âlemi yırtıcı hayvanlara döner. Eğer bundan imana ve gereken tutum ve davranışlara dönemezse; mevki hırsı öne çıkar, muradına ancak hileler ile ulaşır ve sonunda devler ve şeytanlar âlemine girer. Hile, aldatma, yalan, gıybet ve iftira ile İblis gibi, halk arasına fitneler düşür­mek gibi huylarla vasıflanır. Orada kalırsa, “aşağıların en aşağısında kalmış ve insanların en sapkını olmuştur...” Ama mutluluğa ulaşıp melekler âlemine dönerse ki; bu âlem zikir, tevhit, tövbe istiğfar âlemidir... O kişi, herkes­le iyi geçinir ve güzel ahlaklı olur, güzel ahlak insanın ol­gunluğudur, işte o, bununla meleklerden üstün olur. Çünkü böyle insanlar oraya; hayvanlar, yırtıcılar, dev ve şeytan âlemlerinden mücadele ederek geçip, ibadet, iyi tutum ve davranışlarla yükselmişlerdir. Fatır suresinde Yüce Allah şöyle buyurur: “Güzel söz O’na çıkar, salih amel O’na yükselir.”
Şimdi, şu gördüğümüz yahut görmediğimiz insanla­rın her biri, mertebelerin birindedir; hayvanlar âlemin­den, melekler âlemine kadar. Bazıları ise, merhaleden merhaleye seferini tamamladıktan sonra, daimi olarak bir hâlden diğer hâle geçmek üzere bulunur. Şimdi ey in­sanlar bakın görün, nefsiniz bu otlakların hangisinde ot­lamaktadır?.. (durdu, cemaati süzdü ve ahenkli sesini bi­raz yükselterek devam etti) Eğer insan isen, nefsini, ça­lışmalarını; hayvanların, yırtıcıların ve İblis’in gittiği yön­den çevir, doğru yolu bul, Yüce Allah’a koşman, yolların en yükseği olsun. Çünkü Allah’a giden yollar, yaratılmış­ların nefes sayısı kadar çoktur. Önce nefsini tanı, onun tabiatını, huyunu suyunu, eksikliklerini tespit et, sonra mücadeleni ver. Eksiğini gediğini kapa, hayvanın, yırtıcı­nın, İblis’in eğri yollarından ayrıl; güzel huylarınla doğru yola eriş... unutma doğru yol, Allah’ın yoludur, çünkü O, doğru yol üzeredir. Şunu da unutma, nefsi bilmeye çalış­mak; insanı, Allah’ı ve gayelerin en yükseği olan tevhid mertebelerini bilmeye götürür... Yüce Allah, cümlemize bunu nasip etsin, âmin.
Mısrî vaazını böylece bitirip kürsüden yere indikten sonra çevresini bir kalabalık sardı. Onu tekrar Ulu Cami’de gördüklerinden ne kadar memnun olduklarını an­latıyorlardı. Nasıl da özlemişlerdi içten konuşmalarını... O sırada genç bir adam, kalabalığı yarıp Mısrî’nin tam önüne geldi:
          Efendim siz, dedi, Allah’ın insanların yüzünde, gö­zünde veya eşyada görünebileceğini söylermişsiniz. Ben göremiyorum, nasıl oluyor, söyler misiniz?
          Yavrum, dedi Mısrî, etrafına gönül gözüyle bakma­yı bilirsen, gerçekten her yüzde, gerçekten her gözde ve gerçekten her şeyde, O Erişilmez Olan’ı görürsün.
          Gönül gözüyle bakmak nasıl oluyor?
          Önce nefsinin temizlenmesi lazım, o kadar ki insa­na ve her şeye daima sevgi gözü ile bakacaksın; gönlün­de sevgiden, sevecenlikten gayri bir şey bulunmayacak. Yani tam bir gönül eri olacaksın.
          Fakat bu çok zor!..
          Ben de O’nu görebilmenin kolay olduğunu söyle­medim...
          Nefsimi nasıl temizleyeceğim?
          Bir mürşit eli öperek, onun verdiği virdi yaparak, zikrederek ve çalışarak, daima çalışarak ve sevmeyi Öğ­renip severek.
Delikanlı, sağ elini bağrına basıp sessizce uzaklaştı. Mısrî’nin etrafında birkaç kişi sinirlendi ve şeyhlerine ya­ranmak hevesiyle çocuğu küçümsedi. Biri dedi ki:
          Sizi nasıl da saçma sapan sorularla rahatsız ediyor­lar! Bu gibi gençleri camiye sokmamak lazım.
          Beni rahatsız etmedi, bu bir, dedi Mısrî, sorusu çok güzeldi, herkesin aklına takılıp da ürkekliğinden yahut kendisini bilir göstermek için soramadığını sordu, aferin ona, bu iki. Bir şeyler öğrenmek için sormak gerek. Ve bilir misiniz kişi, son nefesine kadar öğrenmelidir, yani düşünüp soru sormayı bilmelidir.
Bu sefer:
          Haklısınız efendim, dediler.
***
Haziran 1691’de Fazıl Mustafa Paşa, İkinci Almanya Seferi için Edirne’den ayrıldı. Hastalığı gittikçe ağırlaşan Padişah III. Süleyman bu tarihten sekiz gün sonra vefat etti... Fazıl Mustafa Paşa, giderken bütün devlet adamla­rını âdeta tehdit ederek; Sultan Süleyman’dan sonra, kardeşi Ahmet’in, II. Ahmet olarak tahta geçirilmesini is­temişti. Oysa bu devlet adamlarının mühim bir kısmı, IV. Mehmet’i tekrar veya onun büyük oğlu Şehzade Musta­fa’yı tahta çıkarmak istiyorlardı. Ancak Fazıl Mustafa Pa­şa, çalışmaları ve Almanlara karşı kazandığı zaferlerle bü­yük bir kahramandı, ondan çekiniyorlardı. Mecburen Şehzade Ahmet’i, II. Ahmet olarak kabul ettiler.
Almanlar çok iyi hazırlanarak ve çok yardım alarak kı­şı geçirmişlerdi. Fakat bir yıl önceki bozgun ve Köprülü isminden dolayı tereddütte idiler... Sefer eden Osmanlı ordusuna Macar Kralı Tökeli de katılmıştı, Kırım Hanı ise orduya katılmak üzere yoldaydı...
Düşmanın dikkatli tutumu, temkini Osmanlı kurmaylarını, yedi saatlik mesafede olan Kırımlılar gelmeden ta­arruza kışkırttı... İkindi vakti iki tarafın top atışlarıyla mey­dan muharebesi başladı. Almanlar iyi savaşmalarına rağ­men, birkaç saat içinde saflarını çözerek geri çekilmeye başladılar. Fazıl Mustafa Paşa, kesin neticeyi almak için kılıcını çekip ön safa geldi ve o anda bir kurşun alnına isabet etti. Çevresindekilerin, başkomutanın şahadetini âdeta orduya duyurmak için feryadı üzerine Türk safları bozuldu. Durumun değiştiğini gören Alman komutanı tümenlerini toparlayıp taarruza geçti.
Böylece çok fazla zayiat veren Almanlar, az şehit veren Osmanlılardan muharebe meydanını aldılar...
***
Bir gece evvel Mısrî bu olayı işaret eden rüyayı gör­müş; fakat en yakınlarına bile anlatmamıştı, huzursuz­du... Yalnız savaş hakkında konuşan dervişlerine:
          Savaş elbet kanlı, gürültülü, karmaşık bir olaydır; fakat aynı zamanda çok ince ve küçüktür. Bazen atılan bir kurşun bile koskoca muharebenin kaderini değiştire­bilir. Dua edelim hemen Hak Teala yardımcımız olsun, dedi.
O gece toplu dua yapıldı, ama zaten olan olmuştu...
Çok daha sonra haber Bursa’ya ulaşınca, dervişler “tek kurşun’un mânâsını anladılar ve şeyhlerinin kera­metine bir kere daha tanık oldular.
Kâsım gönderdiği mektupta Fazıl Mustafa Paşa için kan ağlıyordu...
Mısrî, cevabi mektubunda onu teselli ediyor ve paşa­nın öbür dünyadaki yerinin ne kadar güzel olduğunu an­latıyordu. Mısrî mektubu bitirip imzaladıktan sonra imza­nın altına birkaç satır daha ilave etti, dedi ki:
“Atalarımız zamanında cennetmekân padişahlarımız, savaşa giderken yanlarına hocalarını, şeyhlerini, bazı der­vişleri alırlardı. Bilirsin IV. Murat bile, Bağdat Savaşı’nda yanında şeyhülislamı bulundurmuştu. Osmanlı mülkü böyle böyle genişledi; İslamiyetin bayrağı böyle böyle, elin illerinde dalgalandı. Almanlarla hesabımız bitmemiş­tir, yeni bir savaşta sultanımız neden bizim gibilerden yar­dım ummaz? Bunu kendisine söyle, benim yazdığımı söyle, eğer mümkün olursa...”
***
II. Ahmet; Mevlevi, yazar, bestekâr, şair ve ağabeyi gi­bi hattattı, güzel yazıya meraklıydı. Sarayda Kâsım’ı âde­ta ağabeyinden kalan bir yadigâr gibi benimsemişti. Ek­seri fermanlarını ona yazdırıyor, bazen yanına çağırtıp hat, hattatlık üzerine konuşturuyor, bazen de, Kâsım’ın hatlarını inceliyor, kendisininkileri de ona gösteriyordu.
Mısrî’nin mektubunu alan Kâsım, arkadaşının teklifi üzerine uzun uzun düşündükten sonra, padişaha söyle­meye karar verdi. Yine onun yanına çağrıldığı bir akşa­müstü, müsaade alıp II. Ahmet’e Mısrî’den ve mektubun­dan bahsetti.
          Şehzadeliğim sırasında Mısrî Efendiyi işitmiştim, dedi sultan, hatırladığıma göre büyük bir mürşit imiş, fa­kat Osmanlı’yı pek sevmezmiş. Şimdi bu teklifi neden yapar acaba?
Kâsım, edep dışına çıkmadan, sakin sakin Mısrî’yi sa­vundu ve onun niyetinin iyi olduğuna dair inancını kısa­ca anlattı. Sultan:
          Kendisine yaz, dedi sultan, bize atalarımız efendile­rimizin güzel âdetlerini hatırlatmışlardır, memnun ol­duk... Sefer mukadder olunca, onu hatırlayacağız... Kaç yaşındadır kendisi?
          Aynı gün doğmuşuz efendim, yetmiş dördündedir.
          Aynı gün ha, yoksa bu dostluk çocukluktan mı baş­ladı?
          Evet efendim.
          Pekâlâ, benim için Mısrî Efendinin sevdiğin bir mısrasını yahut beytini güzel yazınla yaz bakalım. Göre­lim bu sevgini nasıl ifade edeceksin?
Kâsım, padişahla konuşmasını kısaca anlatan bir mektuptan sonra Mısrî’nin bir beyti üzerinde çalışırken, sultan da, Mısrî’nin teklifinden, Sadrazam Çalık Ali Paşa’ya bahsetti. Sadrazam yüksek ahlaklı, değerli bir yö­neticiydi, fakat Mısrî’nin teklifine sultan kadar hoşgörülü bakmadı:
          Müsaade buyurulursa sultanım, dedi, bu zat pek büyük bir mürşit olabilir, ama aynı zamanda Osmanlı düşmanıdır. Bir keresinde bir vaazında Kırım hanlarını övmüş ve Osmanlı tahtına onların daha layık olduğunu söylemiştir. Gerçi çok yıllar önce sürgüne gönderildi, on yıldan fazla Limni’de kaldı, bilmem ki şimdi ona güvene­bilir miyiz?..
          Yaa, dedi padişah ve konuyu değiştirdi.
1691 sonbaharında savaş devam etmişti. Kral Sobiesky Komaniçe önünde, Kahraman Paşaya, Almanlar Lippa önünde Tameşvar Beylerbeyi Topal Hüseyin Paşa’ya yenildiler... Alman imparatoru, Türkçeyi iyi bilen Kont Marsingli’yi barış için padişaha gönderdi. Bu zat Edirne ve İstanbul’da II. Ahmet tarafından kabul edildi. Fakat müzakerelerden bir sonuç çıkmadı... 1692’nin so­nunda Kırımlılar, Galiçya ve daha kuzeyini ve bu arada Lwow şehrini tahrip ettiler.
Venedik-Malta-Papalık-Floransa donanması Amiral Morosini’nin komutasında Girit’e gelip Hanya’yı kırk bir gün kuşattıktan sonra, dört bin asker kaybedip 1691 ya­zında çekildi.
Dalmaçya tarafından Venedik; Hırvatistan tarafından Alman orduları Bosna’ya girdilerse de, geri püskürtüldü­ler.
Sadrazam Çalık Ali Paşa, ancak bir yıl bir gün sadaret yükünü çekebilmiş ve istifa etmişti. Yerine yine yüksek karakterli bir zat olan, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ye­tiştirmesi Bozoklu Bıyıklı Mustafa Paşa getirildi...
1693’te Edirne’de Bıyıklı Mustafa Paşa, Erdel’i geri al­mak için hazırlık yapıyordu. Sultan II. Ahmet de Edir­ne’deydi.
***
Savaş hazırlıklan Bursa’da işitilmeye başlayınca, Mısrî içinden gelen ani bir kararla, “Bu sefere katılmalıyız.” di­ye düşündü. Son zamanlarda gönül, hep seferin yakın olduğundan bahsetmişti. Mısrî, Gülsüm ve Ali ile vedala­şırken; gönlünün bahsettiği seferin, işte bu Erdel Seferi olduğunu düşünüyordu. Aklı öyle hükmetmiş ve artık gönül susmuştu.
Mısrî Bursa’nm dışında, kaplıca civarında Bademlibahçe’de çadır kurarak: “Düşman ile savaşta sevap ka­zanmak isteyen benimle gelsin.” diye ilan etti ve günler geçtikçe, başta Ahmet Gazzi olmak üzere, çevresine üç yüze yakın mürit toplandı.
Ancak haber saraya tez ulaştı, Sadrazam Bıyıklı Mus­tafa Paşa; Mısrî’nin özellikle üç yüze yakın adamıyla, Edirne’ye doğru yürüyüşe geçme hazırlığında bulunma­sından son derece rahatsız oldu. Onun bir sözü ile kitle­leri harekete geçirebileceğinden hiç kuşkusu yoktu. Ve bu sözün Osmanlı hanedanı aleyhine olacağını tahmin ediyordu. İsyan çıkarıp padişahı devirebilirlerdi. Tam da sefer hazırlığı içindeyken böyle bir iç isyanla uğraşmanın hiç zamanı değildi. Bu işin engellenmesini, Şeyh Bedret­tin isyanını hatırlatarak, bizzat padişahtan rica etti.
Ve Mısrî, Kâsım’ın el yazısı ile padişahtan bir mektup aldı. Sultan II. Ahmet, selamından sonra, Mısrî’nin sefer hazırlığı içinde olduğunu işittiğini: “Sefere katılmanızdansa halvetinizde dua ile meşgul olmanız daha hayırlı­dır.” diyor, onun yerinden ayrılmasına izin vermediğini söylüyor ve zafer kazanmaları için yalnızca dua etmesini istiyordu. Mısrî bu mektuba fena hâlde öfkelendi. Gönül: “Sefer!” demişken, bir “sultancık” mı onu engelleyecek­ti? Çevresine daha çok adam istedi, gelenlerle üç yüz ol­dular. Bundan sonra Mısrî’nin öfkesi azaldı ve oturup sul­tana cevap mektubunu yazabildi:
“Padişah’ım,” diyordu, “olmayacak şeye ferman kes­mek akıllı işi değildir. Bir yıldıza doğmasın diye ferman versen doğmaz mı, yahut ağrısı tutmuş kadına, ‘Doğur­ma’ desen de doğursa padişaha asi olur mu? Padişahım ben seni esirgerim, benim sana kötülük yapmam söz ko­nusu değildir. Yalnız senin hayrını isterim. Ancak senin düşmanların, beni sana yanlış bildirirler.
Bunu bil ki; peygamberlerde ve evliyada yalan ve aykırı işler olmaz, dalkavukluk hiç olmaz. Bizim sana kötülüğü­müz dokunmaz. Dediğime güven... Çevrendeki binlerini görevden al yahut idam et, demem. Çünkü bu, senin hiz­metine layık değildir. Biz ancak genel olarak, adaletle dav­ran, diye nasihat ederiz. Kabul edersen senin gücün artar; aziz olursun. Kabul etmez isen, zararı kendin çekersin.
Sonuç olarak seni peygamberlere muhalif olmaktan menederim. Nasihati kabul edersen tahtında kalırsın. Nasihatim budur. Bu mektubu kendi şeyhine gösterme ve onun görüşlerine uyma. İlle göstereceksen şeyhülisla­ma ve ulemaya göster, onların görüşlerine uy!
Seni Yüce Huda’ya emanet ederim!”
Mısrî, üç yüz yoldaşı ile, bir sabah namazından sonra Edirne’ye hareket etti...
Uzun yürüyüş, molalarla Tekfur Dağı’na kadar sürdü. Orada, sultanın gönderdiği Silahşor Beşir Ağa ve adam­larını, kendilerini bekler buldular. Padişah, Mısrî için bir araba, dervişlere para yollamış ve geri dönmelerini iste­mişti. Buralara kadar gelen Mısrî, “sultancığın” arzusuna uyacak değildi!.. Arabayı ve dervişlere gönderilen parayı reddetti, yanındakilere:
          Yeteri kadar dinlendik, kalkın yürüyelim, dedi.
***
Silahşor Beşir Ağanın Mısrî ile buluşması, Edirne’de heyecana ve dedikodulara sebep olmuştu. Birtakım sö­zü dinlenir adamlar halka: “İşte Mısrî Hazretleri geliyor, gelişinde hayır vardır, çünkü o padişaha iş başında bulu­nan bütün hainleri tek tek bildirecek.” diyorlardı.
Halkın heyecanı Edime Sarayına aksedince, bu sefer Mısrî’yi yolda karşılamaya Mirahor Dilaver Ağa ile Kâsım gönderildi...
Yetmiş beş yaşına yaklaşan Kasım atın üzerinde dim­dik duruyordu. Ta uzaktan cemaatin sabah namazını kıl­dığını görüp, beklediler. Namaz bitti, ilerlediler... Kâsım, Mısrî’yi seçince atından indi, Dilaver Ağa’ya da inmesini söyledi. Yürüyerek yaklaştılar Mısrî’ye; o ise Kâsım’ı gör­düğüne bir an sevinmesine rağmen, yine aksileşti ve:
          Ne o, dedi, bizi seferimizden alıkoymaya padişah bizzat gelecek galiba, baksana önce dalkavuklarını gön­dermiş!
Kâsım, onu duymamış gibi kollarını açarak yaklaştı ve Mısrî’ye sarıldı. Mısrî önce mukavemet etti, kolları iki yanında sallandı ve sonra dayanamayıp o da sıkı sıkı sa­rıldı Kâsım’a.
Dilaver Ağa, biraz ötede onları seyrediyordu, bütün dervişler onları seyrediyordu. Nihayet Mısrî dervişlerine dönüp Kâsım’ı tanıttı:
          Altmış sekiz yıllık yoldaşımdır, kan kardeşim, sırda­şımdır Kâsım Efendi. Bizi yolumuzdan döndürmek için onu yollamışlar üstümüze.
          Etme ağam, dedi Kâsım usulca, etme. Ben sana yalvarmaya geldim. Yıllar önce bana, hatırını ortaya koy­ma demiştin, işte günü geldi, hatırımı da, kafamı da, gönlümü de ortaya koyuyorum. Gel vazgeç seferden; dervişlerini topla, geri dönün. Edirne’de halk ayaklan­mak üzere, bu mu istediğin? Zaman, düşmana sefer za­manıdır, şimdi padişaha asi olmanın vakti değil... Gel gir­me Edirne’ye. Geri dön, bir kez olsun kafanın dikine git­me, beni dinle.
          Dinlemesem ne olur Kâsım? Keser misin benimle dostluğu?
          Hayır, elbette hayır, sen beni dayaktan kurtardığın günden beri dostumsun Mehmet Ağa’m, bu dostluğu kesemem. Velakin yine seni sürgüne yollamalarından korkarım, yoksa bu mu istediğin?
Birden duraladı Mısrî, yavaşça:
          Bilir misin, dedi ölüm yerim Limni’dir, toprağım ha­zır orada beni beklemektedir, Baltacı Mehmet Paşanın yanı başında. Ama önce sefere, seferim var Kâsım, beni engelleme! (bir durdu, sonra sertçe tekrar etti) Beni en­gelleme!
          Bağışla, sana her şeyimi koydum ortaya diyorum. Bir damlacık da mı kıymetim yoktur gözünde? Yapma ağam, yapma!
Mısrî birden sakinleşti, Kâsım’ın kolundan tutup:
          Şöyle yürüyelim, dedi, sonra Dilaver Ağa’nın yüzü­ne bile bakmadan, eliyle onu işaret edip dervişlerine hi­tap etti:
          Efendi, misafirimizdir, ikramda bulunun.
Ağır ağır yürüyüp gruplardan uzaklaştılar, Mısrî hâlâ Kâsım’ın kolunu tutuyordu. Bir kaya parçasına rastlayınca:
          Otur, dedi ona, kendisi de yanına oturdu.
Bir süre hiç konuşmadılar, sonra Kâsım:
          Sultanımız, dedi, senin hakkında şefkatlidir ve iyi düşünmektedir, o mektubuna rağmen. Adamın yaptığı­na, “akıl işi değil” demişsin, “seni menederim” demişsin, mektubu bana okuttu. Her neyse, o hâlâ sefer için senin duanı alma arzusunda. Tek isteği var, senin adamlarını toplayıp geri dönmen, o kadar.
Mısrî sanki arkadaşının söylediklerini hiç işitmemiş gibi:
          Bilir misin, dedi, kime, neye bir ders almak arzusuy­la bakarsan, onu yaratılmış olduğu maksada doğru yolcu bulursun. Aslında yalnız kendine, çevrene baksan da öy­le; herkesin, her şeyin gideceği bir yer vardır, gideceği bir menzil vardır, ta ki o menzil onun son menzili ola, orada Hakk’ın rahmetine kavuşa... İşte o, kendi menzilidir. Fakat oradan da geçip giderse bil ki bir başka konağa doğru yol almaktadır. O Sevgili’nin düzeni böyle işte...
          Fakat Mehmet Ağa’m, bu iş tam anlamıyla senin elinde. Eğer istersen şimdi dervişlerini toplayıp dönüş yoluna geçebilirsin.
          Evet, belki öyle görünüyor... Fakat hiçbir şey benim elimde değil (eliyle gökyüzünü işaret etti) O Sevgili bilir... Hem yarın bir iki dedikodu yüzünden hünkârın gazaba gelmeyeceği ne mâlum! Kafasına eser sürer beni Limni’ye. O zaman işte kendi menzilime kavuşmuş olurum...
Kâsım’ın gözlerinden yaşlar akmaya başladı:
          Toprağım orada diyorsun, dedi.
          İşte böyle olduğu için, şu Limni Seferi’nden önce, son görevimi yapıp, küffar üzerine gitmek isterim, (göz­lerinden iki damla yaş düştü, sesi yalvardı) Bana yapma etme, deme adamım, deme... Adamım! Hatırım için de­me! Umarım Yüce Allah, bana önce düşman seferini yazmıştır... Yazmıştır ki, son zamanlarda gönül hep; “Se­fere doğru!” dedi.
Kâsım ses çıkarmadı, gözyaşları yanaklarından süzü­lüyordu. Çocukluklarından beri ilk defa görüyordu Mısrî, onun ağladığını.
Birden Kâsım gözyaşları arasında gülümseyip:
          Var mısın bir güreşe, kim kazanırsa, ha?
Mısrî’nin gözyaşları tekrar düştü yanaklarına:
          Artık güreşi aşmadık mı biz adamım, kıymetlim! dedi.
***
Aynı dakikalarda, Bozoklu Mustafa Paşa, sultanın hu­zuruna çıkmıştı:
          Padişahım, dedi, eğer bu meczup adam buraya ge­lirse tam bir fitne çıkacaktır. Kalabalıklar toplanmaya başladı bile, onun bir sözü ile bu halk saraya doğru ha­rekete geçer. Vallahi kendi başım umurumda değildir, ben yalnız sizi düşünürüm, çıkmamız lazım gelen seferi düşünürüm.
          Çocukluktan dostu Kâsım Efendi’yi yolladık. O herhâlde meseleyi halledecektir.
          Onun gözü dost most görmez padişahım. Emrini­zi dinlememekle bir kere size asi olmuştur, sonuna kadar gitmezse, başını alacağınızı bilir... Bu yüzden sonuna ka­dar gitmek isteyecektir, kendi kafasına karşı, sizin kafanız vardır artık... Başka bir şey düşünemez.
Sultan II. Ahmet ses çıkarmadı, başını önüne eğip uzun uzun düşündü sonra içini çekti, nefesini boşalttı ve:
          Allah ikimizi de affetsin, dedi, bir büyük mürşide bunu yapmak istemezdim; eğer Edirne’ye kadar gelirse, derdest edip Limni’ye yollayın. Ancak Edirne’ye gelirse...
Bozoklu Mustafa Paşa, derin bir nefes alıp rahatladı.
***
Kâsım kayanın üzerinden kalktı, usulca:
          Öyleyse git seferine, dedi, git!
Mısrî de kalktı, birbirlerine sarıldılar, bir süre öyle kal­dılar. Sonra Kâsım çözüldü, arkasını döndü yürümeye başladı. Mısrî onu, atının yanma kadar yolcu etti, Dilaver Ağa da gelmişti. İkisi de atlarına atlayıp dörtnala sürdü­ler Edirne’ye doğru...
Mısrî uzun uzun baktı onların arkasından... Neden sonra yoldaşlarına dönüp:
          Haydi, dedi, öğlen namazından önce varalım Seli­miye Camiine.
***
Edirne halkı, Mısrî ve dervişlerini şehrin varoşlarında tekbirler, salavatlar ve tevhitlerle karşıladı, hep beraber Selimiye Camiine doğru yürümeye başladılar... Caminin içi ve dışı, cami civarındaki bütün sokaklar dolmuştu. Sanki bütün Edirne oradaydı. Daima Mısrî’nin yanında duran Ahmet Gazzi’den başka dervişler girememişlerdi içeri... Mısrî caminin içinde, mihrabın yanına çöküp ya­nındakilere:
          Önce namaz kılarız sonra kısa bir vaazdan sonra padişahın yanma varıp sefere doğru yola koyuluruz, di­yordu.
O sırada padişahın, Limni’ye sürgün fermanı ile Edir­ne Kaymakamı Osman Paşa, arkasında yeniçeri ağası ve bir bölük yeniçeri ile kalabalığın arasından yavaş yavaş sıyrılarak girdi, Mısrî’nin önüne kadar gelip dedi ki:
          Haydi şeyhim, Padişah’ımız Efendimiz sizi bekler, dedi.
Mısrî yerinden kıpırdamadı:
          İnşallah namazdan sonra varırız, dedi.
Ama kaymakamın arkasındaki yeniçeri ağası ve bir bölük yeniçeri birden yaklaştı ve Mısrî’yi koltuklayıp hızla halkın arasından geçirdiler ve arabaya bindirdiler. Mısrî böylece, arabanın yanında bekleyen Mirahor Dilaver Ağa’ya teslim edilmiş oldu. Araba hızla hareket etti; der­vişler ve halk koşarak, yürüyerek onu takip ediyordu. Hepsi şaşkınlık içindeydi. Hepsi bir kere daha Mısrî’nin nur kaplamış yüzünü görmek istiyordu.
Derdest edilip götürülürken çok öfkelenen Mısrî’nin öfkesi, yavaş yavaş geçmekteydi; işte Limni yolu görünü­yordu, işte toprağı ona kucak açmış bekliyordu...
Mezarlıktan geçerlerken, bir kabrin başında dua et­mekte olan Şeyh Ali Gülşenî ve dervişi Hasan Gülşenî ile karşılaştılar. Kalabalıktan birilerine sorup ne olduğunu öğrenen şeyh, yanındaki dervişine:
          Koş evladım, dedi, o mübareğin arabasına yetiş, önüne yatıp durdur ve nazırını celalden, cemale çevir.
Hasan Gülşenî koştu, denileni yaptı; Mısrî pencereden başını çıkarınca; hâlâ yerde yatmakta olan derviş:
          Hazretim, dedi, Şeyhim Ali Gülşenî ve ben fakir ri­ca ederiz; nazarınızı öfkeden çekip güzelliğe çevirin, Allah aşkına.
Mısrî meseleyi anladı ve hafifçe tebessüm edip araba­dan aşağıya atladı; yeniçeri bölüğü tetikte bekliyordu, Dilaver Ağa huzursuz olmuştu, fakat Mısrî’nin yüzündeki te­bessüm onu, olumsuz bir emir vermekten alıkoydu.
Şeyh Mısrî:
          Evladım, dedi, bizim öfkemiz devam etseydi, Edir­ne’nin altı üstüne gelirdi.
Ve, bir mezar taşının baş tarafını sağ koluyla hafifçe kavrayıp sarstı, o anda Edirne sallandı, orada bulunan herkes sallandı. Kısacık bir depremdi, fakat hepsi çok korkmuştu... Mısrî, Hasan Gülşenî’ye dönüp:
          Evladım kalk artık yerden, sen yüksek makamlara sezâsın, dedi.
Genç derviş kalktı, Mısrî’nin elini öptü ve o günden son­ra Hasan Gülşenî’nin ismi Hasan Sezâî Gülşenî kaldı...
***
Mısrî, kıyı yolu ile şehirden çıkarılıp; Boğaz Hisarı’nda Kaptan Paşaya teslim edildi ve ayak bileklerine bukağı takıldı... Ahmet Gazzi, onunla Limni’ye gelmek istediyse de Mısrî:
          Var git Ahmet Efendi, buradaki dervişanı da al, Bursa’daki tekkemde, onların terbiyesi ile meşgul ol. Oğlum Ali ve dervişanım sana Allah’ın emanetidir, cümlesine benden selam söyle. Ha Ali’nin zahirî ilim tarafı zayıftır, ona o yönden de hocalık et, dedi.
Onunla gelmek isteyen dervişlerinden on kadarını ya­nına aldı, diğer bekleyen dervişlerine ve oraya kadar ta­kip edip gelmiş halktan kişilere:
          Sizler de Allah’a emanet olun, hepinizi O Sevgili’me ısmarlar ve vasiyetimi yapmak dilerim. Orada ölecek olursam, ayaklarımda bu bukağılar ile gömülmek istiyo­rum. Bu vasiyetim için hepinizi şahit tutuyorum, dedi yüksek sesle ve gemiye doğru yürüdü.
Arkasından feryatlar duyuldu... Az sonra bütün feryat­lar tekbire dönüştü...
***
Mısrî’nin Limni’deki tekkesi Şeyh Mahmut Efendi’nin yönetiminde yürüyordu...
Mısrî tekkeye uğramadı, kimseyle görüşmedi... Ada­daki son bir yılını, İskele Camii minberinin altındaki kü­çük odada; yemeden içmeden kesilmiş bir hâlde, en önemli eseri olan “İrfan Sofraları”nı yazarak ve sadece ibadet ederek geçirdi...
Ve 1694’ün 16 Martı Çarşamba günü, miladi tarihe göre yetmiş altı, hicri tarihe göre yetmiş sekiz yaşında, kuşluk vakti, seccadesinin üzerinde, elinde tespihi, dilin­de zikri, sefer etti; Hakka yürüdü.
12 Nisan 2003 Tanaşa/ Bandırma
12 Ekim 2003 Ankara
Kaynak: Emine IŞINSU,  Bukağı, Niyâzi-i Mısrî Hayatı, 1. Baskı: Nisan 2006 ANKARA

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar