BUKAĞI -3-
Mısrî,
yola çıktıktan sonra ancak, yolları ne kadar çok özlediğini fark etti, bir süre
konuşamadı Süleyman’la. Bu gidiş iki hasretlinin buluşmasına benziyordu çünkü.
Sanki yollar da bu garip dervişi özlemiş gibiydi! Süleyman da iyi at bindiği
için rahat gidiyorlar, atların yorulduklarını fark ettikçe onları dinlendirmek
için konaklıyorlardı. Bir kervansarayda kalmak Süleyman için pek şaşırtıcı, hoş
bir deneyim oldu. Sabah akşam mehterin çalması onun çok hoşuna gitti. Hayatında
ilk defa mehter müziği işitiyor, kulaktan duyduğu mehteri görüyordu...
İlkbahardı
ve hava pek güzeldi, zevkli bir yolculuktu. Zaman zaman atlarıyla kervanlara
katılıyorlardı, bu da hoşuna gidiyordu Süleyman’ın... Hedefleri önce Mardin,
sonra Malatya idi. Mısrî, Mardin’deki çalışmalarından, hocası Abdürrezzak
Efendi’den ve öğrencileri olan dört oğlan kardeşten bahsetmişti Süleyman’a:
En küçüğü yedi yaşındaydı, Salih’ti ismi.
Şimdi koca adam olmalı. Dur bakayım kabaca hesaplayalım, üç yıl Mısır’da
kaldım, üç yıl yollarda dolaştım, etti altı, eh Elmalı’da dokuz yıla yakın,
dokuz diyelim. Evet eveet yirmi iki, senin yaşını biraz geçmiş! Allah’ım nasıl
geçiyor yıllar... Küçükken çok sevimliydi, hepsi öyleydi canım, birbirimiz çok
sevmiştik.
Seni sevmeyen bir öğrenciyi düşünemem bile.
— Bu sözünü bir iltifat kabul ediyorum
Süleyman, sağ ol. Biraz düşündükten sonra, Süleyman’a bir ders olur umuduyla,
şarap-şerbet macerasını da anlattı. Biliyor musun ben orada şarap içip kendimi
bilmeyecek derece de sarhoş da oldum. Sızmış kalmışım anlayacağın.
— İnanmam!
— Dinle anlatayım, dedi Mısrî ve devam edip her
şeyi anlattı. Kendisine sadaka veren o iyi adamı da ihmal etmeden sonunda,
Allah bana acıda da o adamcağızı gönderdi. Göndermeseydi hâlim nice olurdu,
bilmem, dedi.
Süleyman’ın
ağzı bir karış açık kalmıştı:
— Baştan acısaydı sana, o şarabı da içirtmezdi,
dedi.
— Hayır, güzel Allah’ım bu olayla bana birkaç
türlü ders verdi, farkında değil misin? En zorlusu da bir yabancıdan sadaka
almaktı galiba, o zamanlar kibirliydim çünkü. Biliyor musun o günden sonra
yollarda zaman zaman sarhoş arandım yardım edebilmek için. Ve sonradan
sonradan beni böyle denediği ve ders verdiği için çok şükrettim O’na. Sen de
her denendiğinde, ki çok çok olur, sonuçta kalsan da geçsen de sınavı, onu sana
verene şükretmelisin. Öğrendiğin dersler altın değerinde oluyor çünkü, insan
böyle böyle pişiyor, gerçek insan olmayı öğreniyor.
— Haklısın Derviş Ağa’m, lâkin bu seninki de
gerçekten zorluymuş, ben olsam dayanamazdım sanki.
— Allah insana taşıyamayacağı yükü vermez, bunu
hiç unutma. Hem insan kendisini iyi tanımaz her zaman. Dayanamazdım diyorsun
ama, örneğin ben senin daha da zorlusuna dayanabileceğin kanaatindeyim.
***
Tükenmez
gibi görünen yollar tükendi. Mardin, toprak renkli kocaman taş konaklarıyla
eski Mardin’di, pek değişiklik yoktu. Mısrî önce Abdürrezzak Efendiye uğramak
istedi, hocasını özlemişti. Fakat daha handa onun vefat ettiğini öğrendiler.
Mısrî çok üzüldü ama elden ne gelir, Çaresizliğini ona dua edip rahmet
dileyerek geçirmeye çalışacaktı artık.
Tüccarın
evinde, kapıyı yakışıklı genç bir adam açtı. Mısrî âdeta fısıldayarak:
— Salih dedi, Salih sen misin?
— Ben Salih’im de sizler kimsiniz?
— Hele bir düşün bakalım, ben kim olabilirim?
— Aman Allah’ım, yoksa Mehmet Ağa’m sen misin?
Birbirlerine
hasretle sarıldılar. Salih onları hemen içeri
aldı,
ağabeylerini çağırmaya uşak gönderdi. Bu arada ablası dahil hepsinin evlenip
barklandığını, babalarının işlerini hep beraber yürütüp geliştirdiklerini
anlatıyordu. Babaları üç yıl önce dünya değiştirmişti çünkü...
Yarım
saat sonra ev bayram yerine dönmüştü. Haberi duyanlar koşa koşa gelmişler:
“Sözünde durdun hocam.” diye ona sarılıyor, “Ne öğrendikse senden öğrendik”
diye ellerini öpüyorlardı. Genç adamlar Mısrî ile Süleyman’ı hana
göndermediler. Hepsi rica ediyordu, kendi evlerinde kalmaları için... Nihayet
çareyi dört gün Mardin’de kalıp her geceyi birinin evinde geçirmekte buldular.
Salih daha evlenmemişti, annesiyle beraber yaşıyordu. Artık bir hayli
yaşlanmış olan anneleri de, bir gelip: Mısrî’yle Süleyman’a: “Hoş gelmişsiniz”
dedi. Yaşlı kadının gözleri parlıyordu Mısrî’ye bakarken, rahmetlinin onu hep
hayırla andığını anlattı durdu.
***
Tekrar
yola düştükleri zaman, Süleyman:
— Böyle sevilmek ne güzel Derviş Ağa’m, dedi.
— Hamdolsun, dedi, ama bugün sevilirim, yarın
bakarsın hiç sevilmem, her şey biz insanlar için, önemli olan senin insanlara
karşı değişmemen, hepsini yaratanın güzel Allah olduğunu ve içlerinde O’ndan
bir nefes, yüzlerinde O’dan bir pırıltı taşıdıklarını hiç unutmaman. Ne demişti
Yunus?
— Yaratılanı severiz Yaradan’dan ötürü!
— Ezberin nasıl gidiyor?
— Aşağı yukarı divanının yarısı ezberimde, ama
ben seninkileri de ezberlemek istiyorum.
— Biliyorum, lâkin önce Yunus! O benim çok
sevdiğim ustamdır çünkü. Ve Süleyman, Yunusu ezberlemek asla yetmez. Marifet
onun gibi düşünebilmek, onun gibi duyumsamaktır; onun yüreğini, o çok geniş
yüreği eline almış gibi olacaksın, onun duygularını, kendi duygun yapacaksın.
Yapabilir misin?
— Öyle yapmaya çalışıyorum Derviş Ağa’m.
***
Malatya’ya
yaklaştıkça bir başka heyecanlanıyordu Mısrî ve yaklaştıkça, geride
bıraktıklarını ne kadar çok özlemiş olduğunu anlıyordu.
Annesi
bir hayli yaşlanmış, bir hayli zayıflamıştı. Gözlerinde yaşlarla oğluna
sarılırken: “Yavrum, bir tanem,” diyordu, “burada olduğuna inanamıyorum, hep
rüyalarımda geldin bana çünkü.”
Ana
oğulun böyle sarılmaları ve karşılıklı akıttıkları gözyaşları, Süleyman’ı da
ağlattı.
İkisinin
de heyecanları biraz geçince el ele yan yana oturdular. Hatice Hanım’ı bir
öksürük nöbeti tuttu. Mısrî tedirginleşti, annesinin sırtını okşayıp durdu...
Sonra Derviş Ağasını sordu, Hatice Hanım sanki kıskanmış gibi:
— Sen gideli, Ahmet gideli bir oğlum o kaldı,
dedi, ama hemen ne sorarsın onu? Yoksa beni bırakıp ona mı koşacaksın?
— Hayır seni bırakmayacağım, onu alıp buraya
getireceğim.
— Haberin yok mu a oğlum, o kadar
mektuplaşırsınız, artık tekkemizin şeyhi, senin Derviş Ağa’n! Yazmadı mı sana?
Evlendiğini yazdı mı bari?
Mısrî
hayret etti ve Derviş Ağa’sının mektuplarının sadece Mısrî’nin manevi
gelişmesi ile ilgili olduğunu, kendisine dair haberleri, ben de iyiyim, diye
geçiştirdiğini, yalnız evlendiğini yazdığını hatırladı. Ne büyük bir bencildi
ki Mısrî, bir kere bile onun manevi gelişmesini sormamıştı! Mısrî’nin içini
ağır bir utanç sardı.
— Anacığım, dedi, izin ver gidip onu bulayım.
— Şu anda tekkede zikir meclisinde olmalı.
Yanma varılamaz, bekle biraz, az sonra dağılırlar, gidip görürsün. Biliyor
musun, karısı da bana gelin değil evlat oldu, ablalarının yapamadıklarını bana
o yapıyor. Ben oturup Kuranımı okurken kızcağız iki üç günde bir uğrayıp evimi
temizliyor, iki kap yemeğimi yapıp gidiyor. Ablalarını sormadın?
— Derviş Ağa’ma dair, artık Şeyh Ağa’m
demeliyim,' verdiğin haber beni o kadar şaşırttı ki, ablalarımı soramadım.
— İyiler, ikisi de iyi, neredeyse gelinlik
kızları, neredeyse yetişmiş oğulları var. Kocaları da ahlaklı çıktı. Bir dertleri
yok şükür. Ah bende de akıl bırakmadın oğlum! Yoldan geldiniz, bir, aç mısınız
diye sormadım. Haydi siz oturun, ben şimdi ısıtırım yemekleri. Dolma sarmış,
çorba yapmıştı gelin kızım, hem de dedi ki; anacığım iki gün sonra geleceğim,
onun için bolca yaptım. Bak Allah’ın işine bak, bolca yaptı, sanki geleceğinizi
bilirmiş gibi!
— Sen rahatsız olma anacığım, biz Süleyman’la
ısıtırız yemekleri.
— Haydi, ben bir oğluma onun yoldaşına sofra
kuramayacak kadar ihtiyarlamadım daha, sakın yerinizden kıpırdamayın.
— Ahmet nereye gitti?
Hatice
Hanım içini çekti:
— İstanbul’a, dedi, dar geldi Malatya!
— Biz de buradan İstanbul’a gideceğiz. Adresini
biliyorsan bana ver de, onu da ziyaret edeyim.
— Geldiğin gün gitmekten bahsetme bakayım! diye
azarladı Mısrî’yi annesi. Sonra tekrar bir öksürük nöbetine tutuldu. Bu
öksürüklerden Mısrî tekrar tedirgin oldu, bir hekime danışıp danışmadıklarını
sordu. Sormuşlar, şurup yapıp vermiş ama bir işe yaramamış... Halil oğlu, şeyh
oğlu ona otlardan ilaçlar yaptırmış, onlarla biraz düzelmiş. Mısrî’nin aklında
ince hastalık vardı, fakat annesine bundan bahsetmedi.
***
Tekke
meydanının loşluğuna gözleri biraz alışınca onu gördü Mısrî ve uzaktan
seyretti. Önündeki rahlenin üzerindeki kitaba dalmış okuyordu. Başında Nakşi
tacı, siyah sarığı, üzerinde siyah bir kaftan, saçlarına, sakallarına kır
düşmüş, yaşlanmış gibiydi. Yavaş yavaş yaklaştı Mısrî, arkasında Süleyman... O
kadar dikkatli ve yavaş yürümüştü ki, Şeyh Ağa’sı onu işitmemişti. Usulca:
“Şeyh Ağam” diye seslendi. O başını kaldırdı, kısa bir süre baktı Mısrî’ye,
birden:
— Bismillah, dedi, abe yoksa sen misin
kıymetlim?
Sarıldılar
birbirlerine, ikisi de ağlıyordu, arkadan Süleyman’ın gözyaşları akmaya
başladı!
— Adamım, adamım, diyordu Şeyh Halil, abe insan
bir haber uçuramaz mı, geliyorum diye? Böyle ansızın karşıma çıktın, kalbim
duracak sandım. Abe kıymetlim benim kıymetlim, dur bakayım sana, büyümüşsün be
Mehmet, basbayağı adam olmuşsun!
Mısrî,
Süleyman’ı tanıttı:
— Sultanım Sinan Ümmî’nin oğlu Süleyman. Şimdi
ben onun Derviş Ağa’sıyım!..
Süleyman,
Şeyh Halil’in elini öptü, o da onun iki yanağından.
— Maşallah maşallah! dedi.
Sonra
müritlerden, tekkeden konuştular. Meydanı genişletmişlerdi. “Şeyhimin
bereketinden dolar taşar burası, eski meydan dar geldi, genişletiverdik."
diyordu Şeyh Halil. “Sana şimdi de Koca Şeyh mi diyorlar?” diye sordu Mısrî,
“Abe Koca Derviş unutuldu, şimdi Pehlivan Şeyh derler.” Yemek yiyip
yemediklerini sordu Şeyh Halil, “Yoksa tekkemizde her zaman kaşık atacak bir
tas çorba bulunur.” dedi.
Hava
kararıncaya kadar meydanda oturup konuştular. Cami cemaati toplanıyordu. Şeyh
Halil, biraz da övünerek Mısrî’yi tanıttı onlara: “Hani bazen zikir öncesi
ilahilerini okuruz o Mısrî işte bu, bizim Mehmet, şeyhimin oğlu.”
Namazdan
sonra avluya çıktılar, konuştular. Meyve bahçesi daha da genişletilmişti. “O
bana sevgili şeyhimin anısı, gözüm gibi baktırırım ona. Dervişler, müritler
sepet sepet meyve götürürler buradan, fakir halktan da isteyen gelir, toplar,
gider. Çocuklar bir iki, dalları kırar oldular, dervişlerden gözcü koymak
zorunda kaldık.”
Yemeğe
eve götürmek için ısrar etti Halil Şeyh, Mısrî: “Annem gönül koyar şimdi, yenge
hanım kızmazsa sen gel bize...” “Kızmaz, ama bir haber vermek gerekir, siz gidin,
ben arkadan geleyim.” dedi Pehlivan Şeyh.
Elinde
koca bir sahan etli pilavla geldi, yanındaki bir delikanlıya da küçük bir sepet
meyve taşıtıyordu. “Benim oğlum Hasan." diye tanıttı onlara... Mısrî,
Derviş Ağa’sının çocuklu dul bir kadınla evlendiğini bilmiyordu, böylece
öğrenmiş oldu. Yemekte ve yemekten sonra hep Mısrî ile Pehlivan Şeyh konuşup
durdular. Bir ara annesi: “Sizin konuşacaklarınız tükenmez, ben yatmaya gidiyorum.”
diye ayrıldı, biraz sonra Hasan evine döndü, Süleyman yatmaya içeri odaya
geçti. Onlar sabah namazına kadar oturup konuştular. Mısrî bazı ilahilerinin
İstanbul’da bestelenip çalındığını ondan duydu. Politik havadislere hemen hiç
temas etmeden, hazır yalnız kalmışken, tasavvuf! bahislere daldılar. Ezanla
kendilerine geldiler, Süleyman’ı da uyandırıp hep beraber tekkenin camisine
gittiler.
Mısrî
Malatya’da kaldıkları sürede Süleyman’a Malatya’yı gezdirdi, görülmesi lazım
gelen camileri gösterdi, eski tekkesini beraberce ziyaret ettiler. Annesini de,
Malatya’da ün kazanmış bir hekime götürdü. Haber iyi değildi, Hatice Hanım
ince hastalık olmuştu. Doktor birtakım ilaçlar verdi. “Yaşlandım artık, ölümden
de hiç korkmam,” diyordu annesi, “ama ölmeden dünya gözüyle seni gördüm ya,
bu bana yeter. İnce hastalıkmış kalın hastalıkmış ne olacak, elbet bir neden
gösterecekler.” Vasiyetini etti; kocası, şeyhi, kırk yedi yıl aynı yastığa
beraberce baş koydukları Ali Efendinin türbesinde, onun ayak ucuna gömülmek
istiyordu. Başka bir isteği yoktu. Son derece alçak gönüllü ve sade yaşamış,
özverili bir kadındı.
Mısrî
ablalarının ellerini öperek anneleri ile daha çok ilgilenmelerini rica etti:
“Hastalığı ilerlemiş, tabii Allah bilir ya, bana yakında gider gibi geliyor.”
dedi. Ablaları ona söz verdiler: “Gözün arkada kalmasın kardeşim.”
Annesinden,
kardeşi Ahmet’in adresini aldı, oturdu, içinde yılların özlemiyle ona: “Gözümün
nuru birader-i azizim Ahmet Efendi” diye başlayan, hasretini ifade eden, onunla
ilgilenen, sıcak samimi bir mektup yazdı. Mektubu bitirmeden önce: “Yolu
yitirdinse bilene sor, işittiklerine yüzün ko. Hizmetlerinden ayrılma ki, her
derdine derman onlarda bulunur. Kâmiller cimri olmaz. İş ki sen talip ol. Âşık
ve sadık ol.” diye öğüt vermekten de geri durmadı.
Dönüşten
önce, Şeyh Ağası onu karısıyla tanıştırmak istedi. “Senden ona da, Hasan’a da
çok bahsettim. Bir seni görsün istiyorum.” dedi.
Hanım,
Şeyh Ağa’sınınkine yaklaşan bir yaşta, temiz yüzlü, sevimli bir kadındı. Mısrî
onun elini öptü. “Ben de bir evladınız sayılırım.” dedi. Sonra annesiyle
ilgilendiği için ona teşekkürler etti, alakasının devamını rica etti.
“Annem
Şeyh Ağa’mla size emanettir.” dedi.
Ümmî
Sinan’ın söylediği gibi yaptılar; atları satıp parasını cep harçlığı olarak
yanlarına aldılar.
Sonra
bir sabah İstanbul’a uğrayacak bir ticaret kervanına katılıp yola çıktılar.
Malatya’ya gelir gelmez Mısrî, Kâsım’a yazmış, Süleyman’la beraber olduklarını,
bir süre onlarda kalacaklarını söylemişti. Yolda epey bir zaman ona Kâsım’ı,
ailesini, rahmetli doktor babasını anlattı. Ve birden şaşırdı, Melekşan ismini
ne kadar rahat söyleyivermişti. Gerçi Allah aşkı kalbine dolarken yavaş yavaş
Melekşan silinivermişti, ama yine de şaşırdı işte kendi rahatlığına.
Süleyman:
— Eyvah, Derviş Ağa’m, dedi, yine ağlayarak
birbirinize sarılacağınız bir kimsen daha mı var? Demek bana da gözyaşları
göründü!
— Korkma, dedi Mısrî, bu sefer güleceksin,
çünkü geçen defa gittiğim zaman bizim Kâsım’ın kahkahaları mahalleyi sarmıştı!
— Çok neşeli biri öyle mi?
— Öyledir, gülmek için fırsat arar. Kendisi
mümindir ama, doğrusu hakikati aramaya hiç heveslenmedi. Bazen babamın
tekkesinde sohbetlere katılır ve uyur giderdi. O çocukluğundan beri
politikayla ilgiliydi. Saraya girmek isterdi ve dediğini yaptı, girdi. O
kahkahaları atan yumuşak yüzünün ardında, ne istediğini bilen, dediğini yapan,
inatçı fakat çok düzgün bir karakteri vardır. Çok sağlam bir arkadaştır. Biz on
yaşındayken birbirimizden ayrıldık, o zaman bu zaman mektuplaşırız. Ona her
şeyimi emanet edebilirim, o kadar da dürüsttür.
— Lâkin baksana, hakikat yolunda değilmiş.
— İlle hakikat yolunu seçenlerle arkadaş
olacaksak, az arkadaşımız olur Süleyman. Benim için bir insanın mümin olması,
inanmış ve şeriata uygun davranan birisi olması yeter. Kâsım’ın bana yaptığı
hayırlı bir iş de var; zaman zaman, gözlerimi bu dünyaya ve memleket sorunlarına
açar. Eh, arada sırada o da gerekli!
— Biz tekkede hiç politika konuşmayız da...
— Tekkede o kadar gerekli olmayabilir, lâkin
unutma eskiden beri padişahlarımızla gazaya katılan çok derviş ve şeyh
olmuştur. Çoğu şeyi, bir padişahın yanında danışmanlık hizmeti vermiş,
duasının bereketiyle askere moral olmuştur.
— Fakat sen o Vanî Efendi’nin. padişahımızın
hocası olmasına üzüldün!
— Çünkü o, bütün dervişlere, şeyhlere ve
bilhassa zikir ile devrana ve semaya düşman birisiymiş. Şeyh Ağa’mı duymadın mı
anlatırken, ikimiz de daha çocuk olan padişahımızın aklını çelmesinden
korkarız.
— Bir insan, zikrullaha devrana ve semaya nasıl
düşman olabilir anlamıyorum.
— Doğrusu ben de anlamıyorum ama, Kadızadeler
diye bir grup türedi. Bunlar taa Gazalî zamanında konuşulup, halledilmiş olan
pek çok soruyu yeniden gündeme getirdiler. Saçma sapan ve aslında hiç de
İslamiyetin ruhuna uymayan şeyler iddia edip bizlere düşman oldular... Sonradan
anlattı ağam, sen işitmedin, bunlar yollarda yakaladıkları dervişleri dövüp
güya kendilerince imana davet ediyorlarmış, bazı tekkeleri basmışlar falan.
Allah sonumuzu hayreyleye..
— Bize de sataşırlar mı dersin?
—
Kim bilir, göreceğiz bakalım.
— Karşı çıkmak lazım.
— Evet, ben aşağı yukarı senin yaşlardayken ilk
defa duymuştum bu Kadızade olaylarını. Çok kızmıştım ve bir Kadızade ile
karşılaşıp onu yenmeyi çok istemiştim. Şimdi içime doğan şu ki, biz bu Vanî
Efendi ile çok kavga edeceğiz!
— Belki de sultanımız onun etkisinde kalmaz.
— Şimdi çocuktur, kalır ama büyüdükten sonra,
kendisi fikreylemeye başladığı zaman inşallah kurtulur etkisinden. Dedim ya,
Allah sonumuzu hayreylesin.
***
İstanbul
yolunda Mısrî, bir de şiir yazdı, sonra Süleyman'a okudu:
Bahr
içinde katreyim bahr oldu hayran bana
Ferş içinde zerreyim arş oldu seyran bana
Ferş içinde zerreyim arş oldu seyran bana
Dost
göründü çün ayan, kalmadı bir şey nihân
Tufan olursa cihan bir katre tûfân bana
Tufan olursa cihan bir katre tûfân bana
Sûretde
nem var benim, sîretdedir madenim
Kopsa kıyamet bugün gelmez perişan bana
Kopsa kıyamet bugün gelmez perişan bana
Kâf-ı dil
ankâsıyım sırrın âşinâsıyım
Endîşeler hasıyım ad oldu insan bana
Endîşeler hasıyım ad oldu insan bana
Niyazi’nin
dilinden Yunus durur söyleyen
Herkese çü can gerek Yûnus durur can bana
Herkese çü can gerek Yûnus durur can bana
— Çok güzel, dedi Süleyman, çok güzel.
Bir
süre gittiler, Süleyman gayet mahcup, sordu:
— Sana sormayı çok istediğim bir şey var Derviş
Ağa’m, bilmem cevap verebilir misin bana?
— Sor bakalım.
— “Dost göründü” diyorsun, daha önce de bir
şiirinde söylemiştin. Meye benziyor Allah, işte bunu çok merak ediyorum.
— Önce şunu söyleyeyim, Allah hiçbir şeye benzemez!
İhlas suresini bilmez misin sanki, orada açık açık söylenmiyor mu: “Eşi ve
benzeri yoktur.” diye.
— Biliyorum da, sana nasıl soracağımı
çıkartamadım.
— Hazreti Mevlâna’ya da buna benzer soru
sormuşlar. O: “Ben ol da bil.” demiş. İnşaallah sen de göreceksin Süleyman
Derviş, inşallah. Bazı sırlar vardır ki asla açıklanmaz. Onları ne sohbetlerde
işitebilirsin, ne de kitaplarda okuyabilirsin. Çünkü bu yalnız o kişi ile
Cenabıhak arasında bir sırdır. Görüyorsun, bu soruna cevap veremem.
***
İstanbul
seyahati güzel geçti. Kâsımlar’da kaldılar. Mısrî, Kiraz’la hasret giderdi.
Altın topu onu tanımış gibiydi, sanki sevindi Mısrî’nin kokusunu duyunca. Şişmanlamış,
bir hayli de yaşlanmıştı. Mısrî ile Süleyman daha çok dışarıdaydılar; İstanbul
camilerini ve Halveti tekkelerini gezdiler, özledikleri devrana, zikirlere
katıldılar. Kâsım’ın rehberliğine pek gerek kalmadı, istedikleri bir yeri sora
sora buluyorlar, oradan bir diğerinin adresini alıyorlardı. Bol bol yürüdüler,
zaman zaman faytona bindiler. İstanbul’un büyüklüğü ve güzelliği karşısında
Süleyman hayret dolu bir hayranlık içindeydi. Mısrî: “İnsan yürüyerek gezerse,
bir şehri daha çabuk öğrenir.” diyordu.
Bir
gün de Ahmet’in evine ansızın gidiverdiler. İki kardeş birbirine hüzünlü bir
sevinçle sarıldı. Ahmet heyecan içinde, onları içeri buyur etti; sedire oturtup
arkalarım yastıklarla besledi; bir taraftan da konuşuyordu:
— Mektubunu aldım ağabey, nasıl sevindim
anlatamam, diyordu, şimdi de kendin geldin, yoldaşını getirmişsin, Allah senden
razı olsun. Hep seninle temas kurmayı istedim ama bir türlü olamadı; Pehlivan
Şeyh bana senin Elmalıda olduğunu yazmış, adres vermişti ama, işte...
Mısrî,
Ahmet’in kendisinden çekindiğini ve çocukluğu boyunca da hep çekinmiş olduğunu
o anda fark etti, içi kardeşine karşı şefkatle doldu. Babası hayatta iken
yalnız onun elini tutmuş, yanı başından ayrılmamıştı, sessiz ve sakindi...
Mısrî ile Kâsım beraberliği, güreşleri, Koca Derviş’le arkadaşlıkları, ona hep
gürültülü ve abartılı gelmişti, onlardan çekinmişti. Oyunlarına pek az
katılmış, güreşe ise hiç heveslenmemişti. İşte şimdi de, ağabeysiyle bir türlü
temas kuramadığını söylüyordu. Eski çekinmelerin bir payı olmalıydı bu
temassızlıkta... Bunları bir anda düşünen Mısrî, Ahmet’e iltifatlar etti ve
çok içten davrandı; mektubundaki sorusunu tekrarladı: “Yolda mısın, yoksa
yitirdin mi?”
Ahmet
kızardı, önüne baktı:
— Yitirmiştim ağabey, dedi, şeyhim göçtü. O
üzüntü ile ne onun halifesine ne de bir başkasına biat ettim, böylece yolumu da
yitirdim. Ama senin mektubun gönlüme ilaç gibi geldi, onu diriltti sanki ve ben
de Pehlivan Şeyh’e yazdım, artık onun müridi olmak istediğimi söyledim.
İnşallah ondan hayırlı bir cevap gelecek, bekliyorum.
Laf
lafı açtı, konuştular, tebessümler ettiler. Mısrî, Ahmet’in ikiz bebeklerini
sevdi, sonra üçü beraber akşam yemeği yedi. Yenge Hanım, şöyle bir görünüp:
“Hoş geldiniz.” dedi. Ahmet’in ısrarlarına rağmen; Kâsım merak eder diye
geceyi orada geçirmediler, döndüler...
Bu
beraberlik iki kardeşe de pek iyi gelmişti. Sonradan dostlukları, pek sık
olmasa da mektuplarla devam etti.
***
O
sıralarda İstanbul’da “Olan Şeyhi İbrahim Efendi” diye bir zat vardı. Kendisi
bir kısım halktan iltifat görmekle beraber, hakkındaki bazı dedikodular hiç hoş
değildi. Süleyman bu şeyhi de ziyaret etmek istedi. Mısrî şöyle bir gönlüne
danıştı, sonuç olumsuzdu. Hem kendisi gitmedi
hem
de Süleyman’ı göndermedi. Süleyman çok üzüldü ve bir süre küstü Mısrî’ye,
küslüğe asla dayanamayan Mısrî:
— Şimdi gel barışalım, dedi ona, davamızı
Elmalıya erteleyelim, orada Şeyh babanın fikrini soralım, eğer o, yanlış bir iş
yaptığımı söylerse senden özür dileyeceğim. Eğer benim tarafımı tutarsa sen
benden özür dileme, haklılığımı kabul et, yeter.
Mısrî
ile konuşamamaktan zaten canı sıkılmaya başlayan Süleyman, bu teklifi pek hoş
karşıladı, hocasının elini öptü.
— Ama sana küstüğüm için kabahatliyim, bu yaptığımdan
dolayı ben senden özür dilerim, dedi. Birbirlerine sarılıp, barıştılar.
***
Bir
gün Kâsım, birkaç arkadaşının Mısrî ile tanışmak istediğini; eğer Mehmet izin
verirse onları o akşam eve getireceğini söyledi. Mısrî memnuniyetle kabul etti.
Efendi, hoş adamlardı, şuradan buradan sohbet açıldı; bilhassa Vanî Efendi
konuşuldu. Böyle bir zatın genç padişaha hocalık etmesinden onlar da
rahatsızlardı. Adamın söyledikleriyle kendi yaşantısının hiç uymadığını da anlattılar.
Fek şaşaalı bir hayat tarzı varmış. Camideki bir vaazı sırasında, bu durumunu
ona bir hatırlatan olmuş, o da şöyle bir cevap vermiş: “Be hey nadan,
dünyanın kendisi kötü ve kötülenmiş değildir. Cümlenin istediği ve üstün
saydığı bir değerli nimettir. Kötülenen tarafı onun kullanılmasıdır. İşte ondan
yararlanmada sen, bana benzer ve eşit değilsin! Bir lokmanın yenmesi sana
hara' iken, aklımın ve ilmimin kuvvetiyle bana helal olur.” Hep beraber
gülüştüler, Mısrî tebessüm etti ama, bu gülümseyişin ardında derin endişeler
yatıyordu. Nihayet orta yaşın biraz üstünde olan Kâzım Efendi, Mısrî’ye:
— Dervişim, dedi, bu üzücü bahisleri bırakalım.
Size sormak istediğim bir şey var, izninizle sorayım. Efendim, ben kendimi
mümin saymam, pek yetişmedim dinî konularda, ancak yaş ilerleyince, malum insan
bu bahislere merak sarıyor. Cahilliğimi bağışlayınız, fakat şirk konusuna
aklımı taktım. Benim bildiğim şirk, Allah’a eş koşmaktır, yani putlara
tapmaktır. Fakat geçenlerde biri, birkaç türlü şirk vardır, dedi. Utandığımdan
ona soramadım. Acaba bizleri şirk konusunda aydınlatır mısınız?
— Tabii efendim, dedi Mısrî, Allah’ın selamı
üzerine olsun Peygamber’imiz Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Adem oğlunda bir
et parçası vardır ki, o iyi olduğu zaman bütün ceset iyi olur, o bozulduğu
zaman bütün ceset de bozulur; o kalptir.” Kalbin bozukluğu şirktir. Evet,
anlamı Allah’a eş koşmaktır ve dört türlü olur. Hamdolsun, Yüce Allah dört
şirkin karşısına, onu yok eden dört tevhit ile, kulunu esenlik evine çağırır.
Birinci şirk sizin söylediğiniz, müşriklerin yaptığı gibi putlara tapmaktır.
Bunun karşısındaki tevhit: “Bil ki Allah’tan başka ilah yoktur.” ayetidir, La
ilahe illallah!..
— İşte ben bu kadarını biliyorum, dedi Kâzım
Efendi.
— Efendim, ikinci şirk; fiiller şirkidir ki,
yani fiili, hareketi, davranışı kuldan bilmek, Allah’tan bilmemektir. Bunun
karşısındaki tevhit ise; Allah’ın Hud aleyhisselamdan naklen söylediği: “Hiçbir
canlı yoktur ki Allah ona el koymamış olsun.” ayetidir.
Kâsım
da dahil misafirlerin hepsi bir:
— Yaa, demek böyle! dediler.
Süleyman
içinden şaşıyordu: “Bu koskoca adamlar bunları nasıl bilmez?” diye.
— Üçüncü şirk, dedi Mısrî, sıfatlar şirkidir;
kula izafi, görece değil mutlak olarak kemal nispet ederek olur... Bu üçüncü
şirke karşılık olarak birlemesi; Cenabıhakk’ın: “Hamt âlemlerin Rabb’ine
mahsustur.” ayetidir. Bu görüşte olan şöyle der: “Her güzel şey, O’nun güzel
yüzünün aksidir. Belki her güzelin güzelliği odur.” Dördüncü şirk ise Gerçek
Varlık’ta şirktir ki; buna karşılık olarak tevhid de; Kassas suresindeki:
“O’nun yüzünden başka her şey helak olacaktır.” ayetidir. Bu birleme ile,
Hakk’ın varlığı ile halkın varlığı birbirinden ayrılır. Tevhid’in bu dört
mertebesinden her biri, kendi miktarınca sahibini selamet evine sokar. Aksi
hâlde, kalp bu dört şirkten ne kadar bozulursa insan da o derece bozulur ve o
kişi azaba çarptırılır.
Mısrî,
onu dikkatle dinleyenlerin yüzüne baktı. Sanki her biri, bir ayrı şirkten azap
çekmekteydi; alınlar kırışmış, gözler gölgelenmişti. Havada bir gerginlik
vardı. Bunun üzerine Mısrî, bu şirk türlerinin daha ziyade kimlerde
bulunduğunu anlattı:
— Fiiller şirki daha çok çarşı pazar ehlinde,
sıfatlar şirki ileri gelenlerde, özellikle bilginlerde, zat şirki ise genellikle
mevki sahiplerinde, bilhassa şeyhlerde bulunur!
— Aman ağam, ayağını denk bas, dedi Kâsım.
Mısrî,
tebessüm etti, onlar gülüştüler, biraz önce gerilen hava düzeldi; Mısrî’den
hiç olmazsa bir şiirini okumasını rica ettiler.
***
Bu
kez, Süleyman’ın da aşağıda bulunmasından ötürü Melekşan inmedi “hoş
geldiniz”e, Mihriban Hanım, torunuyla yalnız geldi... Torun, delikanlılık
çağına yaklaşmış, tıpkı anasına benzeyen bir güzel çocuktu. Mihriban Hanım:
— Mehmet çocuğum, dedi, geçen sefer geldiğinde,
Mehmet Zihni babasını ziyarete gitmişti, onun için sana gösterememiştim. Bak
işte Melekşan’ın oğlu bu. Ne de yakışıklı değil mi? Annesine benziyor değil mi?
Öp amcanın elini Mehmet Zihni!
Mısrî
aradaki benzerliği tabii ki farketmişti, ama hiç sarsılmadı. Çocuğu sevip
okşadıktan sonra, Mihriban Hanım’a:
— Teyzeciğim, dedi, umarım Melekşan Hanım
afiyettedir.
— Afiyette afiyette şükür de, kendisini dine
pek kaptırdı. Beş vakit namazına beş vakit daha katıyor sanki, mütemadiyen
Kur’an okuyor, ramazanlarda hatimler indiriyor. Bana göre bu kadarı fazla! Bir
evleniverseydi, Mehmet Zihnime de ben bakar, ona yük etmezdim.
Kâsım
lafa karıştı.
— Biliyor musun senin şeyhliğini bekleyenlerden
biri de Melekşan? Tetkik etmiş; Halvetiliğin ona uygun bir tarikat olduğunu
söylüyor ve Mehmet ağam şeyh olursa ona mürit olacağım diyor. Sen pek kıymet
vermezsin kıza ama, o seni, çocukluğumuzdan beri çok sever, mektuplarını
sanki benden daha sabırsız bekler.
Mısrî,
bu ani itiraf karşısında şaşırdı. “Yoksa o da bana mı...” diye geçti aklından,
sonra bu ihtimali derhâl kovdu kafasından ve suratına budala bir tebessüm
takıp:
— Hiç kıymet vermez olur muyum tabii veririm, o
da bir kardeşim sayılır, dedi.
— Şimdi söyle
bakayım bana Mehmet, diyordu Mihriban Hanım, hiç hanımlar tarikata girerler mi?
Tehlikeli olmaz mı onlar için?
— Tabii ki girerler efendim, dedi, Mısrî,
Kuranı Kerim’de birçok yerde erkekle kadına beraber hitap vardır, iki cinsi
eşit kabul eder kitabımız. Bir erkek Allah yolunda ne kadar ilerleyebilirse,
kadın da o kadar ilerleyebilir. İbn Arabî’nin
pek çok kadın müridi varmış. O, kadınların “Kutup” dahi olabileceklerini
söyler. Yani bir tarikata girmesi
tehlikeli değildir, pek münasiptir. Kur’an’ı anlayacak kadar Arapçası var
mıdır?
— Olmaz olur mu? Ağabeysinin bütün hocaları ona
da ders verdiler, Farsçası da pek ileridir.
Mısrî,
annesinin ve ablalarının Mihriban Hanıma ve Melekşan’a yolladıkları çok ağır
işlemeli örtüleri Mihriban Hanıma verdi. Şeyh Ağa’sı da; çok eski, el yazması
kıymetli bir Kuran yollamıştı Kâsım’a.
***
Dönüş
yolunda Mısrî, kalbi hiç titremeden, Melekşan’ın sadece Kâsım’ın kardeşi olması
dolayısıyla, kendisinin de gerçekten kardeşi sayılabileceğini düşündü. “Eğer,”
dedi kendi kendine, “sahiden müridim olursa ne güzel olur! Bak Allah’ın işine
beni önce ona âşık etti, sonra da manevi terbiyesini bana verecek! Güzel Allah’ım
ne hoş, ne anlamlı işlerin var senin.”
İkisi de Elmalı’yı çok özlemişti; hele Mısrî, şeyhini düşündükçe içi
yanıyordu, yakan bir hasreti vardı, tıpkı mürşit aramak için yollara düştüğü
zamanki gibi. Dört arkadaşını, tekkeye gelip gidenleri, dergâhı, ormanlı dağı,
vadiden akan suyu, Rüzgâr’ı, değirmeni, hatta un çuvallarını sırtında taşımayı
bile... Ve bilhassa halveti özlemişti. Süleyman’da bir de anne, kardeş özlemi
vardı. Velhasıl, gelişlerinden daha çabuk döndükleri hâlde, yol onlara uzun
geldi. Mısrî şeyhine pek kıymetli ve çok eski bir el yazması Kur’an-ı Kerim,
dört arkadaşına ve şeyhin öbür oğlu Mehmet’e de, İbn Arabi’nin yine eski el
yazması beş ayrı risalesini götürüyordu. Bunlar arasında Füsus ile Risale-i
Ahadiyet de bulunuyordu. Atını satmakla kazandığı bütün parasını bu kitaplara
vermişti.
Yollar,
kervanlar, kervansaraylar, yollar... Nihayet Mısrî’nin dilinden mısralar
döküldü:
Dost
illerinin menzili key âli göründü
Derd-i dile derman olan Elmalı göründü
Derd-i dile derman olan Elmalı göründü
— Bu şiir uzar, dedi Süleyman.
— Uzayacak tabii, dedi Mısrî.
Ramazan
arifesinden bir gün önce Elmalıya vardılar. Dergâhta sevinçle karşılandılar.
Şeyh Ümmî Sinan, ikisini de alılarından öptü, dört erle ve Süleyman’ın kardeşi
ile sarmaş dolaş oldular. Hepsi çok beğendi Mısrî’nin hediyelerini. Süleyman
da cicili bicili ayna, tarak, çeşitli kehribar ve akik tespihler almıştı
babasına, dört gönül erine ve kardeşine... Armağanlar dağıldıktan sonra,
Süleyman, ana hasretini dindirmek için doğru hareme koştu.
Ümmî
Sinan, Mısrî’ye:
— İyi ki döndün evladım, dedi, ben de ramazanın
birinci günü camide, orucun faziletleri konusunda yapılacak konuşmayı bu dört
erimden hangisine versem diye düşünüyordum. Artık sen yap, bizim seni
özlediğimiz gibi cami cemaati de özlemiştir, sen yap konuşmayı, dedi.
— Emredersiniz efendim, dedi Mısrî.
— Şimdi anlat bakalım bize, nerelere gittiniz,
kimlerle görüştünüz, neler yaptınız, tek tek anlat.
Mısrî
uzun uzun anlattı, söz “Olan Şeyhi İbrahim Efendiye geldi.
— Onu ne ziyaret etmek, ne de Süleyman’a
ziyaret ettirmek istedim, dedi Mısrî, bu yüzden Süleyman bana küstü, ben de o
sırada küslüğünü geçirmek için size danışmayı teklif ettim.
— Evet, dedi Sinan Ümmî, onun hakkında bazı
sözler benim de kulağıma gelmişti, pek doğru, pek iyi yapmışsın evladım. Ben,
Süleyman’la konuşurum.
***
Ramazan
ve oruç üzerine güzel bir konuşma hazırlamıştı Mısrî. Camiye giderken şeyhinin
elini öpmek üzere yanına uğradı, dört arkadaşı Sinan Ümmî’yle beraberdi, dedi
ki:
— Dört arkadaşın da seninle beraber gidip
vaazını dinleyecek... Ha aklımdayken (yanında duran somunu Mısrî’ye uzattı)
Vaazdan sonra, caminin avlusunda, çeşme başında oturup, yersin afiyetle.
Mısrî,
derin bir hayrete düştü. Ramazan günü, hem de orucun faziletleri konusunda bir
vaaz verdikten sonra, çeşmenin başında ekmek yemek de ne oluyordu?.. Fakat bu
soruyu kafasından attı, o bir müritti ve çok sevdiği şeyhi ne derse onu yapmak
mecburiyetindeydi; boşuna dememişler eskiler: “Şeyh bir rüzgârsa, mürit, önünde
uçuşan bir sonbahar yaprağıdır.” diye. Mısrî’nin bu yola girerken ilk öğrendiği
şey de, bir müridin; şeyhinin elinde ancak ölü yıkayıcısının elindeki ceset
gibi olması lazım geldiği idi: “Emredersiniz sultanım!” dedi.
Mısrî,
somunu heybesinin gözüne attı, dört arkadaşıyla birlikte camiye doğru ağır
ağır yürüdü. Ne Mısrî, onlara bir şey sordu, ne de onlar konuştular...
Vaaz
gerçekten çok güzeldi. Mısrî’nin kalplere işleyen ağır, kalın, ahenkli sesi,
söylediklerini büsbütün güzelleştiriyordu. Onu dikkatle dinlediler, bazıları
ağladı.
Sonunda
cemaat dağılmaya başladı. Mısrî hızla yürüyüp önlerine geçti, doğru avludaki
çeşmenin başına gidip yere bağdaş kurup oturdu, heybesinden çıkardığı somunu
elindeki bir tas suya katık ederek yemeye başladı. Dört arkadaşı onu takip
etmiş, Mısrî’ye pek uzak olmayan yerlerde durmuş bekliyordu... Ne olacağı
hakkında düşünmüyordu Mısrî, donmuş gibiydi, yalnız eli ve ağzı, tamamıyla
hissiz birer makine gibi çalışıyordu. Bazıları onu görmeden geçtiler. Derken
bir delikanlının feryadı işitildi:
— Bize vaaz veren dervişe bakın, ekmek yiyooor!
— Kim?
— Nerede?
— Ne demek?
Sesler
birbirine karıştı, adamlar birbirine karıştı, büyük bir kalabalık çevirdi
Mısrî’nin çevresini; yaşlıca bir softa:
— Arkadaşlar bunu dövüp öldürmek helaldir! diye
çığlık atıp Mısrî’nin üzerine yürüdü. O elini kaldırırken çevresindeki
adamlar Mısrî’ye yumruklan indirmeye başladılar. Kendilerine göre, Yaradan’a
sığınıp acımasızca vuruyorlardı. O anda, dört arkadaşı, adamları hızla yararak
Mısrî’nin yanma geldi. Onu dertop edip, kalabalığa tekmeler savurarak
aralarından geçirdiler, hızla camiden çıkıp, beşi birden dergâha doğru koşmaya
başladı... Kalabalık bir süre onları kovaladı, ama içlerinden biri:
— Sinan Ümmî hatırına durun, diye bağırdı.
Adamlar
birer ikişer durdular, adam devam etti:
— Şeyhi ona en güzel cezayı verecektir, bize
düşmez artık onu kovalamak, dedi...
Bazıları
mırın kırın ettiler, söylendiler, ama oruç da başlarına vurmuştu zaten, geri
yürüyüp evlerine, dükkânlarına doğru dağıldılar...
Mısrî
yediği yumruklardan, yokuş yukarı koşmaktan bitap düşmüştü; Askerî, ciddi bir
yüzle:
— Doğru sultanımızın yanma, dedi.
Mısrînin
yanağından kan sızıyor, bütün vücudu ağrıyordu. Beşi birden kapının yanma
sıralandı ve teslim işareti olarak; ayak mühürleyip, niyâz hâlinde durup
bekledi. Sinan Ümmî’nin yanında, kasabadan birkaç kişi vardı. Onlarla konuşmaya
devam etti bir süre, nihayet kapıda bekleyenlere döndü; Mısrî’yi baştan ayağa süzdü:
— Demek Ramazan günü, ekmek yemek, ha! diye
gürledi, sonra öbür müritlerine hitaben, yine gürleyip dedi ki, bilerek oruç
bozmanın cezası altmış gündür, atın bunu hücresine, altmış gün oruç tutacak,
yediği ekmek onun bütün iftarlarına karşı gelir, yiyecek bir şey verilmeyecek
ve sesi yumuşadı, ölmesini bekleyeceğiz!
Beşi
birden bağır basıp geri geri çıktı odadan.
Mısrî,
arkadaşlan ile helalleşip, yeri toprak, kendisi tabuttan biraz daha büyük olan
karanlık hücreye girdi, arkasından kapı kapandı. Mısrî bu hücrede birçok kez
halvet çıkarmıştı, her zamanki düşmanlarını yine gördü; şeytan ve adam
kılığında kendi nefsinin bütün kötü huyları; ona sırıtarak bakıyorlardı.
Şeytan dedi ki onlara:
— Derviş olduğundan dolayı buna altmış günlük
ceza yeter mi sizce?
— Altmış günde ölmeye hiç niyetimiz yok! diye
cevap verdi öbürleri.
Mısrî,
kendi kendine: “Ölmeye hiç niyetimiz yok! Demek böyle, göreceğiz, inşallah
göreceğiz.” dedi.
Sonra,
cebinden mendilini çıkarıp yanağından akan kanın üzerine sıkıca bastırdı bir
süre, kan durunca mendili çekip yine cebine koydu ve sızlayan vücudu ile kendini
yere atıp secdeye vardı:
— Sana hamdolsun Yarabb’im, bu sefer öldüğümü
bana göster, fakir sırrına ulaştır Yarabb’im!
Ve
kalkıp secdeden, sırtını duvara dayayıp zikrine başladı.
***
Elmalı’da
halk arasında Sinan Ümmî’nin Mısrî’ye verdiği ceza konuşuluyordu. Bir kısmı
onaylıyor, diğer bir kısmı, Mısrî’nin camideki vaazlarına hayran olanlar ise:
“İftarsız olması doğru değildir, günah zavallıya, ölecek karşılarında ekmek
yiyen Mısrî cezasını bulmuş, adamların içleri ferahlamıştı! Yalnız birkaç
kişi: “Aslında bu iş, şeyh ile mürit arasında bir cilvedir ki, bizim aklımız ermez.”
diyordu. Tekkede Ümmî Sinan ve dervişlerle sık sık görüşen, gönlünü onlara
kaptırmış bir hoca dedi ki yalnız: “Burada ne ceza vardır, ne de azarlama...
Şeyh Hazretleri ceza vermemiştir ve Mısrî, bu hâli bir ceza kabul etmemiştir.
Bu, onun yetişmesi için ortaya konan, sonu inşallah hayırlı olacak bir çeşit
İlahî oyundur.”
Arkadaşları
dervişlerin de içleri rahattı. “Mısrî, her zaman kırk günü az bulmaz mıydı?
İşte bu kez altmış günlük bir izin çıktı.” diye düşünüyorlardı.
Elmalı
için bile soğuk geçen kış günleri başlamıştı. Donduran rüzgârın esip haykırdığı
bir gece Süleyman babasına, Mısrî’ye bir battaniye verip veremeyeceğini sordu.
Sinan Ümmî, kısa bir süre düşündükten sonra: “Onun gönül ateşi yeterlidir,
battaniyeye lüzum yoktur.” dedi.
***
Karlar
eriyip, bahar yüzünü göstermeye başladıktan birkaç gün sonra altmış gün
dolmuştu. Sinan Ümmî, yanına dört müridi ve arkasına diğer dervişlerini alıp
hücrenin kapısına hızla yürüdü, yavaşça tıkırdattı kapıyı, içeri seslendi:
— Mehmet Mısrî nasılsın?
İçerden
oldukça cılız ve fakat kararlı bir ses cevap verdi:
— Sağlığınıza duacıyım şeyhim!
— Bakıyorum daha ölmemişsin, sana bir kırk gün
daha halvet Mehmet Mısrî!
Dört
er, bu sefer gerçekten şaşırmıştı, ancak hiçbiri fikir yürütmeye cesaret
edemedi. Sessizce dağıldılar...
Elmalı
halkı da şaşırmıştı, bu işe... Bir kısım halk: “Gördünüz mü oruç bozmak ne
biçim bir günahmış?” diye ürperip konuşuyor, Mısrî’ye hayran olanlar: “Şeyhle
mürit arasındaki bu cilve ne zaman son bulacak?” diye merak ediyordu. Dergâha
gönlünü kaptırmış olan hoca da: “Demek Mısrî’nin sınavı bunca güçlüymüş!” diye
düşünüyor, fakat bu düşüncesini kimseye söylemiyordu, ancak tekkede diğer
müritlerle konuşuyordu.
O
kırk gün içinde; Kütahyalı Gülaboğlu Askerî, Uşaklı Müslihüddin, Derviş Ahmet
ve Çavdaroğlu Müfti Derviş, sanki birbirleriyle yarışırcasına, birbiri ardından
“Bir”le “Bir” oldular... Başlarına gelen harikulade olaydan sonra,
büyüklenmediler, büyük bir alçak gönüllülükle hâllerini kabullendiler. Kimi
herkesten kaçıp yalnız başına kalmayı seçti, kimi daha çok ortalıkta salındı,
fakat hepsi günlük ibadetlerine muntazam devam etti... Kimin ne, nasıl, ne
şekilde gördüğüne dair aralarında bile konuşmadılar; heyecanlarını içlerinde
sakladılar, gözlerine türlü renkli ışıltılar düştü. Artık hepsi de Mısrî’nin
nefsinin bir an önce ölmesini ve sınavının son bulmasını istiyordu. Şurada yüz
gün dolmaya kaç gün kalmıştı; gün sayıyorlardı... Fakat hiçbirinin aklından
Mısrî’nin ölmüş olabileceği geçmiyordu. Telaşlanan Süleyman’dı ama onun da
dili varmıyordu öleblieceğini söylemeye. Bazı bazı sessizce gidip Mısrî’nin hücre
kapısından içeriyi dinlemeye çalışıyor, fakat tek bir ses işitmiyor, daha
ziyade telaşlanıyordu.
Gelenek
olarak esmasını ve sülukünü tamamlamış bulunan dört gönül erine hilafet ve
icazet töreni yapılması gerekiyordu; fakat Sinan Ümmî bu konuda hiç konuşmuyordu,
onlardan biri bile, konuyu Şeyhine açmaya cesaret edemiyordu. Bekliyorlardı.
Dergâhtaki
bütün dervişler, Elmalıda halk bekliyordu. ***
Nihayet
Mısrî’nin yüzüncü günü doldu.
Elmalı
halkından merak edip yüz günü sayanlar, tekkeyi doldurdular...
O
gün, akşam namazından sonra Sinan Ümmî doğru Mısrî’nin hücresine yürüdü,
arkasında dört er, Süleyman, bütün dervişler ve en arkadan merak eden
Elmalılılar... Koridor doldu taştı. Hücreden hiç ses gelmiyordu. Sinan Ümmî
kapıyı aralayıp içeri seslendi:
— Mehmet Mısrî nasılsın?
İçerden
ses gelmedi. Ümmî Sinan tekrar sordu, içerden ses gelmedi, üçüncü kez tekrar
sordu, içerden “Hû” ile karışık, hafif bir inleme sesi duyuldu. Herkes derin
bir nefes aldı.
Sinan
Ümmî, kapıyı yavaşça açtı; yürüdü, arkasından dört er onu takip etti. Mısrî
kıbleye doğru, yüzükoyun uzanmış yatıyordu. Sinan Ümmî başta, onu tutup yerden
kaldırdılar, Mısrî’nin gözleri kapalıydı. Sinan Ümmî bir koluna, diğerine
Askerî girdi, yürütmeye çalıştılar. Mısrî yürüyemiyordu. Şeyhi, sert bir sesle:
— Yürü evladım Mehmet Mısrî, dedi, ölmeden önce
öldün şükür, yürü!
Mısrî’nin
bacaklarında bir hareket oldu, sıkı sıkı tutuyorlardı kolundan Sinan ümmi ve
Askerî onu hafifçe sürükler gibi yürütüyorlardı. Mısrî onlara uymaya çalıştı.
Ağır ağır çıktılar kapıdan. Genç adamın saçları ve sakalları pamuk gibi olmuş,
ağarmıştı; avurtları o kadar içeri çökmüştü ki, sağ yanağındaki büyük et beni,
âdeta küçülmüş görünüyordu. Başta Süleyman, birçok derviş ve halktan bazıları
ağlıyordu. Kafile Sinan Ümmî’nin selamlıktaki odasına yönelmişti. Mısrî’yi
sedirin üstüne oturtup etrafını yastıklarla beslediler, onun gözleri açılır
gibiydi, Sinan Ümmî:
— Ne bekliyorsunuz, su getirin, dedi.
İlk
gün yalnız su içebildi Mısrî, ertesi gün yoğurtlu çorbaya başladılar, daha
ertesi gün yoğurtlu çorbanın içine biraz ekmek içi doğradılar, üç gün sonra
gözleri açılmış, tam kendine gelebilmişti. Mısrî halvete girdikten sonra, Ümmî
Sinan, kırk koyun aldırarak onları besiye çekmişti. Dördüncü gün bu
koyunlardan biri kesilerek ona kebap oldu; böylece onu ete başlatmış oldular.
Sonraki günler geriye kalan otuz dokuz koyun bir bir kesildi, başta Mısrî
olmak üzere herkes kebap yedi. Böylece haftalar geçti, Mısrî kendini adamakıllı
topladı. Âdet gereği kimse ona halvet hâllerini sormadı; ancak Sinan Ümmî ile
yalnız ve baş başa konuştular uzun bir süre. Mısrî, gülümseyerek çıktı
şeyhinin odasından.
***
Bir
cuma günü, Mısrî ve dört arkadaşının hilafet ve icazet töreni, dervişlerin ve
halkın önünde yapıldı. Gelenek gereği, hepsinin başlarına siyah Halveti tacını
Sinan Ümmî tekbirlerle geçirdi ve destarlarını sardı. Ancak Mısrî’nin tacında,
Kadiri tarikatındaki sülukünden dolayı Kadirilik sembolü olan, iç içe geçmiş üç
halkadan oluşan bir kırmızı gül bulunuyordu. Tarikat adabına göre böyle saadet
tacı giyen kimsenin, kötü görülmüş on iki sıfatı terk etmiş olması gerekirdi.
Bu on iki sıfat: cehalet, isyan, nefsin arzuları, hırs ve tamahkârlık, dünya
sevgisi, arzu ve heves, kibir, birine eziyet ve zarar vermek, cimrilik, Allah’ın
kazasına teslim olmamak ve gaflet idi... Bir salikin saadet tacına layık olması
için, tevhidi dilinden ve kalbinden bırakmaması ve O Sevgiliye ulaşmak için yol
bulmaya gayret etmesi gerekirdi. Bu beş gönül eri, gerçek bir sadakat ve
doğrulukla çalışmış, çabalamış ve taçlarını hak etmişlerdi.
Ve
hepsinin ayrı bir manevi anlamı olan diğer hediyeleri de yine Sinan Ümmî
tarafından verildi: hırka, bel kuşağı, tespih, alem, asa ve seccade...
Kalabalık tekbir getirdi, sonra coşup Mısrî’den bir vaaz istediler, ısrar
ettiler. Nihayet Mısrî öne çıkıp:
— Sizlere son vaazım bir şiir olsun, dedi ve
okudu:
Uyan
gözünü aç durma yalvar güzel Allah’a
Yolundan izin ırma yalvar güzel Allah’a
Yolundan izin ırma yalvar güzel Allah’a
Her
geceye kâim ol her gündüze sâim ol
Hem zikrile dâim ol yalvar güzel Allah’a
Hem zikrile dâim ol yalvar güzel Allah’a
Bir gün
bu gözün görmez hem kulağın işitmez
Bu fırsat ele girmez yalvar güzel Allah’a
Bu fırsat ele girmez yalvar güzel Allah’a
Sağlığı
gâniment bil her sâati nimet bil
Gizlice ibâdet kıl yalvar güzel Allah’a
Gizlice ibâdet kıl yalvar güzel Allah’a
Ömrünü
hiçe satma kendini oda atma
Her şâm u seher yatma yalvar güzel Allah’a
Her şâm u seher yatma yalvar güzel Allah’a
Her
vakt-i seherde bin lutfı gelir Allah’ın
O vakt uyanır kalbin yalvar güzel Allah’a
O vakt uyanır kalbin yalvar güzel Allah’a
Allah’ın
adın yâd et cân ile dili şâd et
Bülbül gibi feryat et yalvar güzel Allah’a
Bülbül gibi feryat et yalvar güzel Allah’a
Dervişler
ve halktan bazıları: “Dediğin gibi yapacağız.”, “Seni unutmayacağız.” “Yolun
açık olsun” diye bağırdılar... Tekrar tekbir getirdiler ve yavaş yavaş
dağıldılar.
Beşine
de yol görünmüştü. Hepsi bir tarafa dağılıp irşat vazifelerine başlayacaktı.
Mısrî’nin payına tekrar Uşak düşmüştü. Şeyhi: “Hele bir git Uşak a, sonra
bakalım Allah ne gösterecek!” demişti... Mısrî çıktıktan sonra, Ümmî Sinan
içini çekip yanında bulunan dervişlerine dedi ki: “Aslında bu umman bu kaba
sığmaz.”
Elmalı’nın
yol aynmına kadar beşi birlikte gitti. Sonra Mısrî onlardan ayrılıp Uşak
taraflarından geçecek bir kervana katılmak üzere yürümeye başladı. Artık çok
yaşlanmış olan Rüzgâr’ı tekkede bırakmış, onun boynuna sarılıp vedalaşmıştı.
Mısrî
yine yürüyordu, bu kez o kadar neşeli değildi... Omuzunda irşat sorumluluğu,
gönlünde ayrıldıklarının özlemi, ağzında buruk bir tat ve midesinde bir kavuran
burkuştu; yürüyordu... üzün yıllardan beri içindeki bütün şiirleri ezbere
bildiği, kendisine Derviş Ağa’sının armağanı olan Yunus Divanını, Süleyman’a
hediye etmişti. Şimdi heybesinde yine birkaç parça çamaşır, şiir defteri,
Uşaktaki pirdaşı Şeyh Mehmet Efendiye armağan birkaç risale ile bir kehribar
tespih, Gül Ahmet Dervişe gül gül tıraşlanmış bir akik tespih ve birkaç günlük
azık bulunuyordu.
Denizli’ye
bağlı Serinhisar Köyünde misafir kaldı, köylüler onu çok iyi karşılamışlardı,
muhtar:
— Kervanın geçmesine daha bir iki gün var
şeyhim, lütfet burada kal, bize vaaz et, nasihat ver, din konusunda
müşkillerimiz, sorularımız var, bize yardım et, dedi.
İlk
defa biri ona, “şeyhim” diye hitap ediyordu; Mısrî’nin içinde hafif utançla
karışık bir sevinç dalgalandı; “İnşallah ömrüm boyu, bu hitaba layık olurum.”
diye düşündü.
Bütün
sorular şeriata dairdi. Hepsini cevapladı Mısrî, sonra onlara içinde nasihat
olan birkaç şiirini okudu, peş peşe. Köylüler pek memnun kaldılar.
Mısrî
her zaman yaptığı gibi:
— Bunları evde çoluk çocuğunuza da anlatın.
Hanımlar cahil olursa, hakları sizde kalır, sonra yarın hesaba çekilirsiniz,
demeyi unutmadı.
— Sen de bu şiirlerini bize yazıver de; çoban
Halil okuma yazma bilir, o arada sırada bize okur, dedi muhtar.
Şiir
defterinden kopardığı birkaç sayfaya okuduğu şiirleri yazdı Mısrî. Muhtar
onları alıp saygıyla katladı ve Kur’an-ı Kerim içine koyup sakladı.
Ertesi
gün kervan gelip ulaştı... Kervanbaşı, üzülerek burada yolcu almak âdetinde
olmadığını, boş devesinin bulunmadığını söylediyse de Mısrî: “Ziyanı yok, ben
yürürüm.” dedi, fakat bir devenin üstündeki gençten biri, devesinden inip:
“Şeyhim sen yürürken bana hayvana binmek yaraşmaz.” deyip, âdeta zorlayarak
Mısrî yi kendi devesine bindirdi: “Az sonra zaten bir kervansarayda konaklayacağız,
bazı yolcular orada ayrılacaklar, develer boşalacak.” demeyi de ihmal etmedi,
Mısrî’nin içi rahat etsin diye...
***
Uşak’ta
Şeyh Mehmet, dokuz yıldır zaman zaman sevgiyle hatırladığı Mısrî’yi başında
tacı ile karşısında görünce pek sevindi; ona sarıldı:
— Pirdaş olduk Mısrî’ın, pirdaş! Az zaman
değil, demek dokuz yıl hizmet ettin Şeyhimize!
— Daha da edebilirdim, hayatımdan memnundum,
dedi Mısrî.
— Mürşitlik sorumluluğu, ha?!
— O da var tabii de, asıl şeyhimden ve dört
yoldaşım dervişten, ayrılmak zor geldi!
— Alışırsın, alışırsın ayrılığa, artık kimler
gelecek, kimler geçecek hayatından, dedi.
Mısrî’nin
geldiğini duyan Gül Ahmet Derviş, izinsiz daldı içeri. Bir an sonra yaptığının
farkında oldu, kızarıp özür diledi Şeyh Mehmet’ten, sonra Mısrî’ye sarılıp
şeyhliğini kutladı.
— Güllerin de tam budanma mevsimi, dedi,
gülümseyerek.
Mısrî
de gülümsedi:
— Budarız kuzum Gül Ahmet, budarız, dedi.
Mısrî,
bir süre misafirlik ettikten sonra tekkede, Uşak’ın kenar mahallelerinden
birindeki camide fakir halka vaaz verip nasihat etmeye başladı. Bir bekleyiş
içindeydi, çünkü şeyhi: “Hele bir git bakalım, sonra bakalım Allah ne
gösterecek.” demişti. Onun bu sözünden Mısrî, başka bir şehre gideceğine dair
bir ima sezmişti.
Bu
arada İstanbul’da ağalar saltanatı çökmüş, fakat devlet düzeni de tamamen
bozulmuştu. Genç sultan naibesi Tarhan Valide Sultan, devleti emanet
edebileceği sadrazam aramakla meşguldü. Bir taraftan Girit'i İtalyanların
elinden alma savaşı devam ediyordu. Tarhan Valide Sultan, birkaç sadrazam
denedi fakat hiçbirinden umut ettiği sonucu alamadı. Gizli müşavirleri ile
görüşmeye 4devam ediyordu, daha çok âlim ve sanatkâr olan bu müşavirlerin
etkisiyle saltanat naibesi, Köprülü Mehmet Paşa ile görüşmeye razı oldu. Fakat
Köprülünün bazı şartları vardı, Osmanlı tarihinde bir kişinin sadrazam olabilmek
için sultanlara şart koştuğu görülmemişti. Bu durum Tarhan Sultanı şaşırttıysa
da, bir bakıma da Köprülü’ye güven duydurdu.
Ve sonunda, Tarhan Sultan, Köprülü’nün istediği mutlak
salahiyetleri ona vererek saltanat naibeliğinden çekildi. Yıl, 1656 idi. Bu
tarih Mısrî’nin tacını giyip, mürşit olduğu yıldı. Osmanlı tarihinde, yirmi yedi yıl sürecek olan
Köprülüler Devri, bu tarihten itibaren başlamış oldu. IV Mehmet ise on dört
yaşını sekiz ay geçe; reşit ilan edildi.
***
Mısrî,
Uşak’tan Şeyh Ağasına ve Kâsım’a mektup yazarak, mürşit olduğunu ve geçici
olarak Uşak’ta bulunduğunu haber vermiş, adresini yazmıştı. Şeyh Ağasından
hemen
cevap geldi; annesinin vefat ettiğini söylüyor, üzüntülerini bildiriyor, ne
kadar sakin ve rahat gittiğinden bahsediyor, sonra da: “Şimdilik gelmene lüzum
yok, bütün dinî vecibeleri ve vasiyeti yerine getirildi.” diyordu. Mısrî,
tahmin ettiğinden de fazla hüzünlendi, annesi için Yasin okurken ağladı.
Kâsım’ın
mektubu çok daha geç geldi; bittabi Köprülü’den överek bahsediyor ve Mısrî’yi
çok ilgilendireceği için ilk önemli icraatını anlatıyordu: “Köprülü Paşanın
sadrazam olduğunun yedinci cuma günü, Fatih Camii’nde cuma namazı sırasında
müezzinler Nat-ı Şerif okurlarken, büyük bir grup Kadızadeli camiyi basarak
Nat-ı Şerif’in makamla okunmasına itiraz etmişler, onlara kulak asmayıp devam
eden müezzinleri dövmek istemişler, cemaatten müdahaleler olmuş, insanlar
birbirine girmiş, neredeyse kan dökülecek bir kavga yaşanmış, daha sonra
hızlarını alamayan Kadızadeliler tekkelere hücum etmişler, tekkeleri
yıkmışlar, yollarda rastladıkları şeyh ve dervişleri dövmüşler ve güya imana
davet etmişler. Velhasıl bir kıyamettir kopmuş, daha sonra silahlanarak Fatih
Camiinde toplanmaya başlamışlar. İşte olayı haber alan Köprülü Mehmet Paşa
derhâl duruma el koydu ve bunların başını çeken Üstüvani Mehmet Efendi, Türk
Ahmet ve Divâne Mustafa’yı Kıbrıs’a sürdü. Şimdilik tekkeler, şeyhler ve
dervişler nefes almış görünmekte."
Haber
üzerine Mısrî biraz rahatladıysa da, hâlâ Vanî Efendinin delikanlı padişah
üzerindeki etkisinden korkuyordu. Çünkü gönlü bu konuda hiç rahat değildi.
***
O
günlerde, Afyonkarahisar sancağına bağlı Çal kazasından bir heyet tekkeye
gelerek; Mehmet Efendi’den kendilerine dinî konuları öğretecek, halka vaaz ve
nasihat edecek bir din adamını tavsiye etmesini istediler. Mehmet Efendi,
Mısrî’yi tavsiye etti. Mısrî de, Mehmet Efendi’nin ricasını kırmayarak gelen
heyetle beraber, Çal’a doğru yola koyuldu. Gerçi orada şeyhlik söz konusu değildi,
ama Mısrî hiç gocunmadı, onun için önemli olan, bir şekilde halka hizmet idi.
Çal’da zevkle, şevkle yeni görevine başladı, şehrin ileri gelenleri ona bir ev
vermişlerdi, rahatı yerindeydi. Ancak zaman geçtikçe Mısrî, Çal halkının dinî
konulardan ziyade dünya konularıyla ilgilendiklerini, para pul kazanmak
dururken gidip vaaz dinlemeyi istemediklerini anladı. Kasabanın dinine bağlı,
tasavvufa meraklı bir halkı yoktu; dinî konuları da hiç merak etmiyorlar,
öğrenmek istemiyorlardı. Ayrıca Mısrî aleyhine, adeta Mısrî’ye işittirecek
tarzda ileri geri konuşmaya başlamışlardı, bilhassa: “Bizim kendi
adamlarımız daha iyidir, ne vardı sanki taa Uşaklardan adam getirecek.”, “Haydi
getirdiler bari bizimkilerden daha bilgili olsaydı.” diye söyleniyorlardı.
Mısrî bir süre, “Ya sabır” çekerek duymazdan geldi onları; fakat vaaz
ettiği cami giderek boşalıyor, genç adam bazen birkaç yaşlı kişiye konuşmak
zorunda kalıyordu; onlar da bol bol uyukluyorlardı. Nihayet kendilerini
getiren adamlardan birkaçını ziyaret ederek durumu anlattı ve Uşak’a dönmek
için izin istedi.
***
Uşak’a
dönüp, Şeyh Mehmet Efendiye Çal’ı anlattı:
—
Şeyhim, dedi, çok sabretmeye çalıştım ama olmadı, aslında ben ayrılmadım
oradan, onlar beni kovdular.
— Sen gittikten sonra bir rüya gördüm, orada
çok sıkılacağını anladım ama iş işten geçmiş, gitmiştin bir kere. Senin
bugünlerde dönmeni bekliyordum zaten. Sıkıldın lâkin sana da bir tecrübe oldu
bu vazife, demek Allah böyle nasip etmiş.
— Acaba bu Allah’ın bir sınavı mıydı? Bunu
orada çok düşündüm.
— Bence O, senin birtakım irfandan yoksun
dinsiz adamları da tanımanı istedi. Dedim ya bir tecrübe kazanmanı istedi.
Tabii burada senin alacağın tavır önemliydi, çok sabrettim diyorsun, bu iyi bir
şey, sabrımızla da deneniriz biliyorsun. O adamlar da, kendilerine verilen bir
fırsatı değerlendirmemiş oldular, onlar da sınandılar ve geçemediler imtihanı.
Güzel Allah’ım bir tek olayla kaç kişiyi dener, görüyor musun? Hep böyledir.
— Evet, dedi Mısrî, gönlü hiç rahat değildi;
acaba beklenilen sabrı tam gösterememiş, erken mi ayrılmıştı oradan?.. Yoksa
O’nu öfkelendirmiş miydi? Zaman zaman Allah’ı kendisini terk etti gibi
hissediyor, çok tedirgin oluyordu. Oysa iyi bilirdi ki; O Sevgili, asla bir
kulunu terk etmez. Fakat gönlü kanıyor, konuşup duruyordu: “O Sevgili bir kuş
değil ki uçup da kaçtı desem, ama yansıması kuştadır. O Sevgili bir çiçek
değil ki, soldu desem, ama yansıması çiçektedir. O Sevgili bir insan değil ki,
sıkıldı bıraktı desem, ama yansıması insandadır.” Böyle terk edilmiş
hissederek kendini, içini bir çöle döndürdü Mısrî ve her adımda sanki kumlara
bata çıka yürümeye çalıştı. Eski camisinde vaaza devam etti, tekkede devranlara
katıldı. Fakat hiçbirinde bir tat bulamadı. Bu sefer korkmaya başladı. Artık
onun için hüzünlü demek yeterli değildi, Mısrî sırf hüzün olmuştu. Ve bir gün
hâlini Şeyh Mehmet’e anlatıp: “Bu hâlin çaresi halvettir, izin ver bana,
burada senin tekkende halvete gireyim.” dedi.
Kırk
gün sonra Mısrî, yıkanıp temizlenmiş, zayıflığı yok olmuş, vecdle dışarı çıktı.
Halvet boyunca Allah’ının onu terk etmediğini, yine bir imtihandan geçirdiğini
anlamış, zikirleriyle gönlünü arındırmıştı. “Herkesin bir devası, ilacı
vardır, benimki halvet.” diyordu pirdaşına...
Birkaç
gün sonra bu kez Kütahya’dan bir heyet geldi Şeyh Mehmet’e. Onlar da Kütahya’da
tekkenişin olabilecek bir şeyh istiyorlardı. “İstediğinizin âlâsı var burada.
Bizim tekkede misafirimizdir kendisi, ismi Mısrî Efendi, belki şiirlerinden
tanırsınız onu, Niyâzî mahlası da kullanır.” Hayır tanımıyorlardı fakat: “Şeyh
Mehmet tavsiye ettiğine göre, mutlaka o da yetişmiş iyi bir şeyhtir.” diye
düşünüyorlardı.
Böylece
Mısrî’nin Kütahya serüveni başladı...
Mısrî’yi
yerleştirdikleri Halveti tekkesiyle, o zamana kadar daha sülukünü tamamlamamış
Bahşızade Ahmet Efendi isimli bir zat ilgileniyormuş. Mısrî bu zattan pek
hoşlandı, onu hemen ilk müridi olarak eğitimine aldı. Tekkenin açıldığını
işiten Kütahyalılardan bir kısım, birer ikişer mürit olmaya başladılar.
Mısrî’yi çok bilgili ve bilhassa çok etkili buluyorlardı. Artık tekkede
sohbetler, zikir ve devran başlamış, kaç yıldır cansız olan dergâh, birden
canlanmıştı. Mısrî gelenlere tarikat adabını, düzenini telkin ediyor, irşatla
uğraşıyor, gelenleri aydınlatıyordu; mürit olsunlar olmasınlar tekkeye devam
edenler, dikkat ve kıskançlık çekecek kadar fazlalaşmıştı.
Bir
zaman sonra, sünnet ehli geçinen bazı kimseler aralarında konuşmaya başladılar.
Bu Mısrî Efendi ne yapıyordu? Neredeyse bütün Kütahya’yı tekkeye dolduracaktı...
Bu zat, niçin padişah emrine itaat etmez, sünnet ehline uymaz; sesli zikir ve
devran yaptırırdı. Fısıldaşarak konuşanların sesleri gittikçe yükseldi: “Tekke
de neymiş?” diyorlardı. “Kapatılsa; yerine mektep medrese açılsa, vaiz
yetişse, hoca yetişse çok daha hayırlı olur.” diyorlardı... “Bu adam büyücü
müdür nedir, herkesi etkisine alıverdi!” diyorlardı. Kütahya’da bir kısım halk
arasında tam anlamıyla Kadızade zihniyeti baş
göstermeye başlamıştı. Nihayet, “Mısrî
Efendinin katli vaciptir”e vardırdılar işi... Bütün bu söylentiler
Mısrî’nin kulağına geliyor, fakat aldırmıyordu, kendini tam anlamıyla
müritlerine adamıştı... Bir süre daha geçti, derken Mısrî pek sevgili mürşidi
Şeyh Sinan Ümmî’nin vefat haberini Kütahya’da bir yılı doldurmak üzeriydi,
fakat artık o buralara sığamazdı, acısı o kadar büyüktü. Kahrolmuş, matemlere
girmişti. Gidip pirdaşı ile dertleşmek, acısını paylaşmak istiyordu... Buna
şiddetle ihtiyacı vardı. Ve bir gün Mısrî, yerine Bahşızade Ahmet Efendi’yi
halife olarak bırakıp Kütahya’yı terk etti...
Uşak’a
dönüş yolunda, şeyhinin ölümü üzerine şiir yazıp, tarih düşürdü. Bu şiirle
acısını haykırmak, biraz ferahlık verdi ona.
Şeyh
Mehmet Efendi de çok üzüntülüydü, fakat Mısrî’nin perişan hâlini görünce biraz
toparlanmak gereğini hissetti ve ona: “Allah’ın takdirine bu kadar acı fazla,
hiç olmazsa bizlere fazla, çünkü bu kadar acı, bir anlamda O’na karşı gelmek
oluyor.” dedi. Zaten Mısrî de aynı şeyleri düşünmüş fakat duygularına hâkim
olamamıştı... Karşılıklı oturup bol bol Şeyh Ümmî Sinan’dan söz açtılar,
birbirlerine onunla ilgili anılarını anlattılar, onun sözlerini tekrarladılar,
bir anlamda onu tekrar tekrar yaşattılar. Yaşattılar, acılarına merhem
yaptılar.
***•
Mısrî’nin
irşat görevi ile Uşak’a geldiğinden beri beş yıl geçmişti... Gönlünde Bursa
özlemi uyanmıştı. O şeyhini ilk kez rüyasında Bursa’da görmüştü. Bursa’da
dostlar, arkadaşlar bırakmıştı. Gidip Bursa’ya yerleşmeye karar verdi. Kırk
yaşını geçmişti ve kırk yaş onun manevi hayatında bazı değişiklikler yapmış;
bazı semavi sırlar ona açık edilmişti. Bir çeşit sarhoşluk yaşıyordu, devamlı
idi bu hâl. Çok yıllar sonra Mısrî son eseri “İrfan
Sofralarında, bu durumu şöyle anlatmıştı: “... Bir gün kulların çokluğunu,
fakat abidlerin azlığını, zahidlerin nadir olduğunu, çoğunluğu fasıkların ve
kâfirlerin oluşturduğunu düşünüyor ve kendi kendime bunun hikmetini anlamaya
çalışıyordum. Ve bana göre onların Allah’ın rahmetinden uzak olduğunu ve
Allah’ın rahmanürrahim olduğunu düşünüyordum. Bunun sırrının Allah tarafından
açılması için kalbimin burçlarında dolaşıyordum. Birden bana iki kanatlı büyük
bir kapı açıldı. Kanatların birinde: ‘Bu dünya sırrıdır’ ötekinde de: ‘Bu
ahiretin sırrıdır’ yazılmıştı. Kapının hemen ardında güzel yüzlü bir delikanlı
vardı, bana dedi ki: ‘Sana dünya ve ahiret sırları açıldı, üzerindeki insani
elbiseyi çıkar at, tuhaf bir şey göreceksin ve sana ledünnî ilimler açılacak.
Yüce Allah’a yakın ve uzak olanı bilecek ve dertlerinden kurtulacaksın,
‘Çıkardım ve kapıdan içeri girdim. Bana nurani bir elbise giydirildi. Bir de
baktım ki; ilmim ve anlayışım, kulağım gözüm, bütün iç ve dış duygularım, başka
bir ilme, başka bir anlayışa, göze ve yeteneklere değişti.’”
***
Ve
bir gün Mısrî, Şeyh Mehmet’ten izin alıp tekkedeki dervişlerle vedalaşıp
Bursa’ya doğru yola düştü. Yanında kendisine bağlı iki arkadaşı daha vardı.
Aradan
on dört yıl geçmiş, Bursa daha bir büyümüş, daha bir güzelleşmişti sanki. Mısrî,
arkadaşları Hasan ve Yusuf’u ucuzca bir hana yerleştirip kendisi Veled-i Enbiya
Mahallesi’nde, Sebbağ Ali Dedenin evine gitti. Biraz tedirgindi ama çok sıcak
ve sevgiyle karşılaşınca içi rahat etti. Ali Dede bir hayli yaşlanmıştı. Fakat
zekâsı ve aklı pek yerindeydi:
—
Sana, dedi Mısrî’ye, hemen bahçemin içinde bir halvethane inşa ettireceğim.
İrşat görevini burada sürdür, sonra inşallah hayırlısı ile güzel bir tekke
yaptırırız.
— İki müridim benimle beraber geldi, onları
hana yerleştirdim.
— Canım han da ne oluyormuş! Senin müridin
benim misafirim demektir.
— Hayır dedem, dedi Mısrî, onları sana yük
edemem. Belki yarın onları kabul edecek bir Halveti tekkesi buluruz, geçici
olarak orada kalırlar. Zaten sanatları var, Hasan kalaycıdır, Yusuf da
ayakkabıcı. Burada çalışacaklar elbet, inşallah evlenip barklanıp birer de ev
sahibi olurlar.
— Evlenip barklanmak dedin de, senden ne haber,
daha niyetin yok mu evlenmeye?
— Daha zamanı değil Ali Dede’nin, elbet bir gün
olacak.
Geçici
bir tekke bulamadılar, bir Şeyh: “Başkalarının müridi benim tekkemde kalamaz!
Ha, gezip dolaşıyor olsalar, Tanrı misafiridirler, alırım. Fakat kendi şeyhleri
başlarındayken olmaz.” dedi. İster istemez, müritler handa kalmaya devam
ettiler. Mısrî, bir zaman onlarla beraber çarşı pazar dolaşıp onlara, kalay ve
ayakkabı ustalarının yanında birer iş buldu. Ve dedi ki: “Alacağınız para
şimdilik geçimlerinizi temin eder, sonra inşallah kendi dükkânlarınızı
açarsınız.” Ve ikisine kendi mahallelerin birinde, iki odalı bir ev tutup
birkaç aylık kirasını kendi cebinden ödedi. Artık içi rahat etmişti. Bu arada
Sebbağ Ali Dede’nin bahçesindeki inşaat tamamlanıyordu. Basit dört duvarda biri
büyük, öteki küçük iki odadan ibaret bir yerdi. İç ve dış beyaz badanasını
Mısrî yaptı. Artık gönül rahatlığı ile mürşitlik vazifesine başlayabilirdi!
Başladı da, ancak Bursa’da da yuvalanmış olan Kadızadeli zihniyetten, ilk
ciddi uyarısını da aldı. Birtakım vaizler ona mektup yazarak; eğer Bursa’da ve
hayatta kalmak istiyorsa, derhâl zikirli ve devranlı Halveti tarikatını
terketmesini, bunu kürsüde ilan etmesini, Halveti tarikatını kötülemesini
söylüyor ve padişahın, Vanî Efendi’nin, şeyhülislamın da mutasavvıflar
aleyhinde olduklarını hatırlatıyorlardı. Sebbağ Ali Dedeye okuttu mektubu;
yaşlı adam okuduktan sonra bir hayli düşündü. Sonra:
— Ne yapacaksın? diye sordu Mısrî’ye. Mısrî,
hafifçe gülümsedi:
— Bildiklerinden kalmasınlar, dedi, onların
padişahı, Vanî Efendileri, şeyhülislamları varsa, benim de Allah’ım var!..
Mektuplarına cevap verip tarikatımı terk etmeyeceğimi onlara bildireceğim.
Benim yapacağım iş bu kadar!.. Yalnız aklımın almadığı bir şey var; padişahımız
IV. Mehmet, bildiğimiz kadarla Şeyh Karabaş Velînin müridi olmuştur, yani
bizzat kendisi Halvetidir. Bu hâlde nasıl, neden bir yasaklama getirir? Evet
gerçekten anlamıyorum...
Sebbağ
Ali Dede içini çekti:
— Fakat hocası, müneccim ve cinci Vanî
Efendi’dir. Bunu da akıldan çıkarmamak lazım.
— Evet, doğru ya...
Mısrî,
Şeyh Ağasına ve Kâsım’a da birer mektup yazıp. Artık Bursa’ya yerleştiğini
söyledi, adresi verdi ve: “Birtakım veled-i
zinalar, bana engel olmaya çalışıyorlar, onların anaları ile babaları durumunda
olan padişahımızla Vanî Efendinin etkisi Bursa’da iyice hissediliyor. Kuzum
bu konuda ne biliyorsanız bana yazın.” dedi.
Mısrî’nin
öfkeli olduğunu bilirlerdi de, ağzından ilk defa böyle ağır bir küfür
duymaları, iki dostunu da pek şaşırttı. Alelacele cevap verip onu
sakinleştirmeye çalıştılar.
Kâsım:
“Ağam şeyhlik sana ne yapmış, o ne küfür öyle, hayırdır inşallah!” diye
başlamış, devam ediyordu: “Bilesin ki, Vanî’nin etkisiyle, padişahın yasağının
gelmesi yakındır. İş, bir de Şeyhülislam Minkârizade’den fetva almaya kalır
ki, o da üzerindeki baskı neticesi fetvayı verir sanırım. Yoksa şeyhülislamın
tasavvuf aleyhinde olmadığını biliyorum. İki gözüm ağam, kendini bu denli
üzme; sen her zaman bana demez misin ki olacak olur, tasa eden tasasında
boğulur, olacak olacaktır, bakalım devran ne gösterecek, Allah’ın takdirine
karşı koyacak hâlimiz yok ya!..
Sana
biraz Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa’dan bahsedeyim. Biliyorsun Köprülü Mehmet
Paşanın oğlu, sadece yirmi altı yaşında fakat çok iyi yetişmiş; İstanbul
Medresesi’nin yüksek kısmından mezun olmuş... Başa geçtiğinden beri bir buçuk
yılını Osmanlı’nın iç işleri ile uğraşmak ve İstanbul ile Edirne’de devletin
merkezî işlerini kavramakla geçirdi. Akıllı ve aklıselim sahibi biri. Onun
komutan olduğu Almanya Savaşı’ınız çok şükür zaferle sona erdi. Düşün ki bütün
Avrupa Almanlara yardım ediyordu. Yapılan antlaşmaya göre fethettiğimiz bütün
kaleler bizde kaldı. Almanya bir de sembolik anlamda iki yüz altın harp
tazminatı verdi. Fakat Venediklilerden bir türlü tamamını alamadığımız Girit
hâlâ kanayan bir yara! Deniyor ki Fazıl Ahmet Paşa, merkez işlerini tamamıyla
Vezir Merzifonlu Kara Mustafa Paşaya bırakacak, kendisi dış sorunlarla
uğraşacak, bu arada Girit’i de alacak. Merzifonlu, Köprülü’nün manevi oğlu,
Fazıl Ahmet Paşanın manevi kardeşi. Evet havada Girit Savaşı’nı sonuçlandırma
kokusu var. Allah sonumuzu iyi etsin...
Benim
için mutluluk vesilesi haberi sona bıraktım: Bir kızım oldu!.. Eh Ahmet
oğlandan sonra kızı bekliyorduk doğrusu, ismini Ayşe Nazlı koyduk. Annem
oğlanla haşır neşir, kıza pek yüz verdiği yok, onun kıskanmasını engellemek istiyormuş.
Haa, bak unutuyordum, Melekşan: Mehmet Ağa’m ne zaman beni mürit yapacak?’ diye
soruyor... Bir vakit bulduğum zaman Bursa’ya ziyaretine gelmek istiyorum. Seni
Allah’a emanet eder, mübarek ellerinden öperim.”
Şeyh
Ağa’sı da, daha çok “sabırdan” bahis açmış, Mısrî’nin küfrünü, onu
öfkelendirmemeye çalışarak kınamıştı. “Bir şeyhe hiç yakışmaz; hele senin gibi
yüksek bir mürşide.” diyor, Kadızadeli zihniyetin Malatya’da da taraftarlar
bulduğunu anlatıyordu.
Mısrî,
onlara bazı şeyleri müşterek yazdı: “Küfür ettim, küfrümü sahipleniyorum.
İcabında daha beterlerini de ederim; çünkü çoktan beri endişesini taşıdığım bir
şey, Vanî’nin padişahı fena hâlde etkilemesi artık açık açık ortaya çıktı. Ve
ben hiçbir şey yapamıyorum. Kendimi tam anlamıyla köşeye sıkışmış hissediyorum.
Unutmamak gerekir ki, bir kediyi bile köşeye sıkıştırırsanız, üzerinize atlar,
sizi tırmalar. Ben küfür etmişim, çok mu? Şeyhimi yollarda ararken, bir gece
toprağın üstüne yüzükoyun yatıp toprağı yumruklamıştım deli gibi, çünkü o zaman
da kendimi köşeye sıkışmış kabul ediyordum, Allah’a sesleniyordum,
sesleniyordum; gönlüme O’ndan bir cevap doğmuyordu. Sonra söylediğim şeylerin
idrakine varınca ve elimin acısından kendime geldim, günlerce el, parmak
yaraları ile uğraştım. Eskiden böyle olduğum zamanlarda ekseri kırk günlük
halvete girerdim; iyileşmiş bir hâlde çıkardım. Şu sıralar böyle kırk günlük
halveti yapacak bir lüksüm yok, çevremde birçok mürit, Ulu Cami’de beni
dinlemek isteyen halk ve cuma akşamları yaptığımız zikir, devran var. Fakat o
küfürden sonraki sarsıntım için, Allah’la tam anlamıyla baş başa kalabilmek,
O'nun rızasını alabilmek için; Şehreküstü Camii yakınındaki hücrelerin birinde,
sadece üç günlük bir halvet yapabildim. Yetmedi, ama ne yapayım çevrem dolu,
işlerim çok fazla."
Mısrî,
Kâsım’ın mektubuna ilave yapmış, yeni doğan kızı için dualar etmiş ve:
“Melekşan Hanım’ın hâlâ müridim olmayı istemesi, beni memnun etti. Aşağıya
virdini, yani her gün çekmesi lazım gelen zikri ve okuması lazım gelen duaları
yazıyorum. Bir cuma sabahı, gusül abdestinden sonra iki rekât şükür namazı
kılarak virdini yapmaya başlasın, sonra devam etsin. Şükür namazı bir kereye
mahsustur. Ancak dilinden tevhidi eksik etmesin. Bana hâllerini ve özellikle
gördüğü rüyaları yazıp anlatması lazım.” demişti.
***
Bursa’da
Kadızade zihniyetinde olanların Mısrî’nin aleyhindeki propagandaları, sanki
Mısrî’nin tanınıp sevilmesi için sebep oluyordu. Kısa zamanda müritleri arttı,
sevenleri çoğaldı. Onların isteği üzerine cuma akşamları Şeker Hoca Mahallesi
Camii’nde ayin yapmaya başladı. Ney eşliğinde yapılan devran, halka rahmet
oluyordu, Ulu Cami’de ise vaaz veriyor, halka nasihat ediyordu, üç günlük
halvetinden sonra gıdasını adamakıllı azaltmış; günde bir iki tas tuzsuz arpa
çorbasıyla karnını doyuruyordu. Bu arada fakir fukaraya istediği gibi yardım
edememesi canını sıkıyordu. Mısır’dan dönerken, “Belki ileride lazım olur,
bir sanatım olsun.” diye öğrendiği mum yapma işine başladı. Mum yapıyor ve
onları müritlerine sattırıyordu. Gelen paranın çok azını kendine ayırıp geri
kalanını fakir fukaraya dağıtıyordu. Bursa’daki “Miskinler Mahallesi”ni iki
haftada bir muntazam ziyaret ediyor, oradaki cüzzamlı hastalara sepet sepet
meyve götürüyordu.
Kadızadeliler’in
olumsuz propagandaları, halkın onu tanıyıp sevmesine neden olmuş, fakat bir
yandan da bu kadar sevilmesi düşmanlarını artırmıştı. Bazen sokaklarda
büyüklerin kışkırttığı çocuklar arkasına takılıyor: “Tahta tepenler, düdük
çalanlar!” diye bağırıyorlar, bazen de taş atıyorlardı... Mısrî, böyle çok
sevilmekle nefret edilmek arasında bir yerlerde, bildiğinden ve yaptıklarından
şaşmadan yürümeye devam ediyordu.
***
Bir
gün tenha bir sokakta mumlarını satan dervişine, iri yarı bir vaiz hücum etti.
Elindeki bütün mumları çekip kopararak aldı, yere attı hepsini, üstlerine çıkıp
tepindi, bir taraftan bağırıyordu:
— Git o imansız şeyhine söyle, sana buralarda
onun yaptığı mumları sattırmam.
ufak
tefek dervişçik arkasına bakmadan kaçtı... Mısrî olayı soğukkanlı karşıladı:
— Olacak böyle şeyler, giden mum olsun, sana
bir şey yapmadığı için Allah’a şükrederim. Bir daha o sokağa üçünüz beşiniz bir
arada gidin bakalım.
Nihayet
çıkacağı söylenen ferman çıkmış, Vanî Efendi’nin etkileri, IV. Mehmet’in emri,
Şeyhülislam Minkârızade Efendi’nin onaylaması ile sesli zikir, devran ve sema
yasaklanmıştı. Bu yasaktan sadece Halvetiler değil, Mevlevi ve Kadiriler de
çok rahatsızdı. Mısrî’nin üzerindeki baskılar artmıştı. O, yolunda yürümeye
devam ediyordu.
***
Sebbağ
Ali Dede, çok ağır hastalanmıştı, gidecek gibi görünüyordu. Bir gün Mısrî’yi
çağırttı, onunla yalnız kalmak istedi, sonra kesik kesik konuştu:
— Mürşitliğin oldu... müritlerin de...
sevenlerin de çoğaldı... Bir yudum su ver yavrum...
Mısrî
onun suyunu içirirken gözyaşları, yanaklarından akıyordu. Dede gördü,
gülümsemeye çalıştı:
— Kaç zamandır... güzel Allah’ıma
yalvarıyordum... artık beni yanına alması için... beni sen yıka... Asıl diyeceğim...
senin de artık Peygamber’imiz... Efendi’mizin... sünnetine... uyma zamanın
geldi... Evlen!.. Müridin... Hacı... Mustafa’nın...
Sonra
gülümsedi Sebbağ Ali Dede, son gülümsemesiydi, tebessümü yüzünde kaldı.
Bütün
vazifeler bittikten sonra, Dede’nin oğulları ile mezarlıktan dönerken biri,
Mısrî’ye:
— O gün babam sana ne söyleyecekmiş? Söyleyebildi
mi? diye sordu.
— Valla, dedi Mısrî, kendisini benim yıkamamı
söyledi, bir de..
— Bir de?
— Evlen, dedi ve müridin Hacı Mustafa’nın
derken, gitti güzel dedem.
— Haa, galiba biliyorum meseleyi, bir gün
annemle babam konuşurken kulağıma çalınmıştı. Hacı Mustafa’nın Gülsüm diye bir
kızı varmış; pek hanım bir kız diyordu annem, babam da yapalım şu işi, dedi,
sonra benim odada olduğumu fark edip sustular.
— İyi de, dedi Mısrî. Şimdi ben bunu Mustafa’ya
nasıl anlatayım, yani... Şey... Mahcup olurum, beceremem söylemeyi.
— Sen o işi bana bırak şeyhim, dedi adam, ben
Mustafa’ya açarım, o da eve danışır, uygun bulurlarsa Mustafa gelip sana
söyler, olur biter bu iş de, lâkin şeyhim sen evlenmek ister miydin, senin için
uygun mu, sen ne diyorsun?
— Peygamber’in sünneti, elbet evlenecektim
de... Bilmiyorum vakti zamanı geldi mi?
— Şeyhim, Allah, babama ölüm yatağında bunu söylettiğine
göre vardır bir hikmeti derim.
— Bilmem ki, vardır bir hikmeti de... Neyse sen
bir konuş Mustafa ile de. Ha babanın vasiyeti olduğunu söyle, unutma... Beni,
kız peşinde koşar sanmasınlar!
***
Her
şey su akar gibi çarçabuk oldu bitti, meğer Ali Dede fikrini, onlara daha
önceden söylemiş, olurlarını almışmış. Mısrî’ye Şeker Hoca Mahallesi’nde; içinde
mutfağı ve akar suyu olan, iki odalı bir ev bulundu.
Mısrî,
gerdek odasında, pek şaşkın ve elleri titreyerek Gülsüm un duvağını açtı,
kumral güzeliydi kız... İlk anda hoşlandı ondan.
Ertesi
sabah, namaz sonrası Mısrî dualarını okurken Gülsüm yatağı kaldırdı, onu
yüklüğün içine koyup gündüz oturacakları minderleri serdi yere. Dışarı çıktı.
Yarım saat sonra, elinde pırıl pırıl bir bakır tepsiyle geldi, büyükçe bir
kâse mercimek çorbası yapmıştı; ekmeği katık edip yerlerken, Mısrî, “Allah’ım
güzel Allah’ım galiba evlenmek o kadar kötü değilmiş!” diye düşünüyordu...
Derken Gülsüm konuştu:
— Şeyhim, dedi kocasına, müsaaden varsa sana
bir şeyler söyleyip rızanı almak istiyorum.
— Buyur, dedi Mısrî.
— Bilmem Mustafa ağabeyim sana söyledi mi, ben
çalışırım, yani gergef işleri yapıp kadınlar pazarına satmaya götürürüm, biz
kadınlardan orada vergi de almazlar, kazandığımız kendimize kalır... Bu işe
devam etmek isterim, çünkü eve bir katkım olsun isterim.
Mısrî
bir hayli düşündü. Gülsüm un böyle açık açık, rahat konuşması hoşuna gitmişti;
lâkin karısının kadınlar pazarında bir şeyler satması mutlak vaiz karılarının
gözlerinden kaçmayacak, olmadık dedikodular çıkaracaklardı. Kendisine her bir
şeyi diyebilir, yüzüne de tükürebilirlerdi, ama doğrusu bu; karısının da
dedikodulara karışmasını istemezdi. Bir yandan da Gülsüm’ün gönlünü kırmak
istemiyordu... Nihayet içini çekip karısına açık açık söyledi endişesini.
— Yaa, bak ben düşünememiştim bunu, dedi Gülsüm,
pekâlâ ben gitmem, eğer müsaaden olursa işlerimi ağabeyime veririm, o, bir
arkadaşım var ki Ayşe’dir ismi, senden onunla arkadaşlığımı devam ettirmek izni
de almak istiyordum, işte ağabeyim onun kocasına verir, benim yerime Ayşe
satar pazarda, parasını bana getirir eğer sen görüşmemizde bir mahzur
görmüyorsan. Onun kocası Ali Efendi de senin müridin değil mi ama Mustafa
ağabeyimle sık sık gelirlermiş tekkeye belki tanırsın.
Evet,
Mısrî, Hacı Mustafa’nın arkadaşı Ali’yi tanıyordu.
— O Ayşe Hatunla görüşebilirsin, dedi Mısrî,
bence bir mahzuru yoktur. O sana gelir, sen de ona gidebilirsin, yalnız bu
gidiş gelişlerden benim haberim olsun. Öteki işe gelince, çok istiyorsan,
dediğin gibi yaptırabilirsin, fakat o buraya gelecekse doğrudan ona vermek
yerine niçin ağabeyini, Ali’yi işe karıştırıyorsun?
— Hani Ayşe buradan çıkınca elinde bohça
olmasın istedim de...
— Canım elinde zembille gelir, elinde zembille
çıkar. O böyle halledilir de, bir mesele var, ben senin paranla geçinmek
istemem, kazandığın kendine olur, canın ne isterse alırsın. Zaten İslamiyet de
böyle emreder; evi geçindirmek kocanın görevidir; kadın malını isteği gibi kullanır.
Hem sana söylemediler mi, ben mum yapar, sattırırım.
— Kazancını fakirlere verirsin diye işitmiştim.
— Bir kısmını kendi geçimime ayırırım. Şimdi
evli barklı olunca daha çok mum yaparım zaten, merak etme evi geçindirecek
parayı ben bulurum.
— Sen nasıl istersen şeyhim, dedi Gülsüm.
Mısrî
karısını güzel olduğu kadar akıllı da bulmuş, Gülsüm de ondan memnun kalmıştı.
Çünkü “Ya çalışmama rıza göstermezse!” diye günlerden beri içi içini yiyordu.
Bir şey üretmek, kendi kazancını sağlamak ona güven veriyor, boş geçen
günlerini dolduruyordu.
***
Mısrî
Ulu Cami’deki kısa vaazlarına devam ediyordu. Bir gün içine, o günkü vaazına
Kadızadeli zihniyetindekilerin de gelip olay çıkartacakları doğmuştu. Diğer
bazı vaazlarında padişah fermanını kınadığı hâlde o gün bundan vazgeçti.
Kimsenin bir laf edemeyeceği bir konuşma düşündü.
O
gün minberde önce Fatiha suresinin kısa bir tefsirini yaptıktan sonra, o kalın
etkili sesiyle şöyle nasihat etti:
— O Yüceler Yücesi Allah,
doğrudur. Onun doğru yolu vardır. Allah’ın selamı üzerine olsun Peygamberimiz
Efendi’miz de doğrudur, çünkü o, Allah’ın doğru yolunu izler. Sizler de
Müslümanlar olarak her ikisini takip edin: doğru bilen, doğru gören, doğru
giden, doğru yapan olunuz. Adınız sanınız “doğru olsun”, tıpkı, Allah’ın
selamı üzerine olsun Peygamberimiz Efendi’mize takılan “emin” lakabı gibi.
Bakara suresi 10. ayette şöyle der: “Ve onlar için yalancılık
etmiş olmaları yüzünden acıklı bir azap vardır.” Sizler yalan söyleyen olmayın,
sizler bu yüzden azap çeken olmayın! Eğer hayrı istiyorsanız, önceden, inanıp
teslim olmasını öğreniniz. İnanmanın gerçek yolu; akıldan ve gönülden geçer;
bazen biri, bazen diğeri önden gelir. Fakat önce inanıp sonra teslim olunuz.
Şöyle bir dört yanınıza bakınız, hayrınıza olandan gayrı ne göreceksiniz, ki,
sizin şer bildiğinizde bile... Şöyle bir dört yanınıza bakınız, doğru olandan
gayrı ne var, ki sizin yanlış gördüklerinizin içinde de. Bırakın kendinizi
Yaradan’ımıza, teslim olun, sizi güzel huylarınızla bilsinler. Yüceler Yücesi
Mevla, sizin kalbinizi en iyi görendir. Bil ki ey kardeşim; güzellik,
kalıbında değil, kalbinde olandır. Siz o güzelliği gösterip nurunu dağıtın.
Birbirinize el uzatın, birbirinizin derdini, sıkıntısını bilip bu sıkıntılara,
bu dertlere çareler bulun. Ve her zaman Müslüman kardeşlerinize yardıma hazır
olun.
Sizler için lazım olan, nefislerinizi tam arıtmak, onun bütün
kötü huylarından kurtulmaktır. Bu kötü huyları çok konuştuk sizinle, bir daha
hatırlatmama gerek yok. Bunu başardığınız zaman gönlünüzün aksi, gözünüze
vurur, her şeyi sevgi ve iyilik bakışı ile görürsünüz ve dilinizin söylediği,
gözünüzün anlattığı ile bir olur da, siz başkaları arasında hayırlı
bilinirsiniz... (durdu, geniş bir nefes aldı, devam etti) Vesvese veren
şeytana uymayınız. O sadece aldatandır. O, doğru söz etmez... Cenabıhak,
yalanı istemez, başkasını aldattıklarını sananları sevmez. Aslında başkasını
aldattığını sanan, sadece kendisini aldatmış olur, çünkü aldatmak, Güzel
Allah’ı inkâr etmektir. Ey kardeş bil ki; doğru olmak, doğruyu söylemek O’nun
emrini yerine getirmektir yalnız. Yalanda olmak, O’ndan ayrılıkta olmaktır ki
sizin için en korkulacak, kaçınılacak şey, O’ndan ayrılıkta olmaktır. Hiç
unutmayın ki Cenabıhak, sizi sizden iyi bilendir. O, sizi, O, kalplerinizi
görür. Ve sizin için yalnız hayrı ister, O, hayrı ve şerri yaratandır.
Kıyametin ne zaman kopacağı bilinmez, hemen şimdi de kopabilir,
bir sene sonra, yahut &in sene sonra da kopabilir. İşte siz o vakte kadar
O’nun doğru yolunu seçmiş, doğruyu bulmuş, teslim olmuşsanız, işte o günde gerçekten
hayırla örtülü olursunuz. Yasin suresi, elli beş ve elli altıda, şöyle söyler
Yaradan: “O gün cennet halkı bir ) uğraş içinde eğlenip ferahlamaktadır.
Kendileri ve eşleri, gölgeliklerde koltuklar üzerinde yaslanmışlardır.” Şimdi
sizler, “o gün”e ve o günü Yaradan’a şükredip teslim olunuz. Her an Yüce Mevla
ile olunuz, çünkü o, her an sizinledir.
Cümlenizi Yüceler Yücesi Allah’ı Teâla’ya emanet ederim.
Birtakım
adamların niyet; Mısrî’nin vaazı sırasında, söylediği bir şeyden, bir kelimeden
olay çıkarıp onu tartaklamak ve Ulu Cami’den ayağını kesmekti... Fakat hiçbiri,
onun ağzından çıkan bir kelime için bile “yanlış” diyemedi, olay çıkaramadı,
hatta birbirlerine söylemeseler bile kalplerinde Mısrî’nin güzel konuştuğunu
tasdik ettiler. Birkaçı, önceki niyetinden utandı.
***
Bir
akşam vakti, yatsıdan sonra Mısrîlerin kapısı çalındı. Gelen Kâsım’dı ve onun
kahkahaları arasında, birbirlerine sarıldılar.
— Kaç zamandır bekliyordum seni, dedi Mısrî,
hoş geldin sefalar getirdin adamım.
— Ağam benim, çok özledim seni...
Mısrî,
onu kolundan tutup içeri soktu; kapının ağzında “destur” diye bağırdı karısına,
Gülsüm’e biraz vakit verdikten sonra, yürüyüp odaya girdiler. Gülsüm yoktu.
— Dur, dedi Mısrî, Gülsüm içeri geçmiş demek
ki, gelip sana bir hoş geldin desin de sonra oturup konuşalım.
Gülsüm
geldi; ayakta Kâsım’a, hoş geldin dedikten ve karısının, çocuklarının,
annesinin, kız kardeşinin hatırlarını sorduktan, hepsine, “İyi, selamlan var”
cevabını aldıktan sonra, iki arkadaşı baş başa bırakıp mutfağa Kâsım’a çorba
yapmaya gitti.
İki
köşe minderine, karşılıklı oturdular:
— Ee adamım, ne var ne yok? diye sordu Mısrî.
— Önce senden özür dilemeye geldim, aslında
kabahatli değilim, padişah emrini yerine getirdim o kadar, fakat sana
anlatmaya mecburum.
— Hayırdır inşallah?
— Senin açından baktığımızda pek hayır değildir
ağam, çünkü padişah, yasak fermanını bana yazdırdı. Ben aslında biliyorsun
gerilerde bir kâtiptim, göze çarpmak istemedim hem de hat çalışmalarımı
engellemesin istedim. Mesele şu; kim, nasıl, ne şekilde bilmiyorum ama,
Vanî’ye, seninle dost olduğumu bildirmiş. O da peşime adamlar takmış. Hiç
farkında değildim ben, her neyse adamlar beni sorup soruşturmuşlar, takip
etmişler ve tarikatlarla hiçbir ilişkimin olmadığını görüp anlatmışlar
Vanî’ye. O da beni sorguya çekti; hem senin arkadaşın olup, hem de nasıl
Halveti olmadığımı sordu. Ben de arkadaşlığımızın ta Malatya’da sıbyan
mektebinde başladığını falan anlattım. “Nasıl oluyor da onun tarikatına girmedin?”
diye sordu.
— Bunu Mısrî de merak eder deseydin!..
— İkimizin ayrı taraflara yöneldiğimizi, çocuk
yaştan beri senin dine, benim hatta düşkünlüğümüzü, ama bu değişik yönelişlerin
bizim samimi arkadaşlığımızı bozmadığını anlattım. Bu sefer, bu kavgada hangi
tarafı tuttuğumu sordu. Benim sadece basit bir mümin olduğumu, kavganın beni
aştığını, kimseyi tutmadığımı söyledim. Bilmem padişaha ne anlattı, o da:
“Buraya gelsin, fermanımı ona yazdıracağım.” demiş. Bu, Vanî’nin de pek hoşuna
gitmiş ki, benimle dertleşir gibi oldu, yahut seni gammazladı; bana senin bir
risaleni gösterdi. Orada adama basbayağı küfür etmişsin; hani cahilsin, cahilin
de cahilisin falan demişsin...
— Bir adamın ne olduğunu söylemek ona küfür
değildir, sadece bir tespittir!
Kâsım
tekrar kahkahayı patlattı:
— Tamam ağam öyledir! Velhasıl beni padişahın
karşısına çıkardı, yakından bakınca pek yakışıklı bir adam.
— Adamın kalıbına değil, yaptığı işlere bak!
— Evet, işte bana yazdırdı o emri. Emin o!,
canım çekiliyor sandım, fakat kaç yılın ustasıyım, ne elim titredi ne bir
harfi çirkin yazdım. Sonra, alıp tetkik etti çünkü, bana da: “Yazın güzelmiş,
kendi beğendiğin hatları da getir, bir bakayım.” dedi.
— Alsınlar yasaklarını başlarına çalsınlar!
İşte Mevla’mın izni ile Bursa’da ben, Eşrefzade Şeyh Şerafettin ve yine
Halveti Şeyhi Muhyiddin Efendi bildiğimiz gibi zikir ve devrana devam ediyoruz.
Ee, sen götürdün mü hatlarını ona?
— Hayır, çünkü maksadım yine kendimi
unutturmak.
— O Vanî köpeği oradayken sen zor unutturursun
kendini!
— Ha bak köpek dedin de, sana üzüntülü bir
haberim daha var, Kiraz öldü, artık çok ihtiyarlamıştı.
— Yaa, vah vah! Ama sizin evde iyi yaşadı
şükür. Benimle kalsaydı bu kadar da yaşamazdı. Ne de güzel bir altın toptu
ya...
— Öyleydi... Şimdi ağam çok merak ettiğim bir
şey var. Kuzum Allahını seversen, bu iki cemaat, yani tarikatçılarla
şeriatçılar neden birbirleri ile anlaşamazlar. Bu tarih boyu böyle gitmiş
çünkü, ta Gazali’den bu yana.
— Bak adamım, şeriat takımı; hakikat takımının
ilmini bilmediğinden, onlarınkini şeriata aykırı sayar ve hakikat ehline
karşı koyar. Tam kemale ermişler bir yana, hakikat takımı da şeriatı, hakikate
aykırı görerek onu terk etmekte bir sakınca görmez. Fakat yükseklere çıkıp kulelerde
oturan arifler, orta yol ehlidirler. Bu iki ilmin bir tek ilim olduğunu, iki
tarafın da gözlerinde bulunan hastalık perdesinden ötürü, iki ilim gibi
göründüğünü bilirler. Ve iki taraf ehlinin de haklarını verirler. İki tarafın
benzerliklerini açıklayarak, anlaşmazlıklarını çözerek, iki ilim ehlinin
arasını bulmaya çalışırlar.
— Peki sen bu ara buluculardan olmaz mısın
ağam?
— Olmak imkânı bulduğum zaman elbet oluyorum.
Bilir misin adamım, bu iş Allah’ın hikmeti ve kudreti icabı böyle olmuştur; iki
tarafın arasında bir berzah vardır sanki. Biri, öbür tarafa geçemez. Bu engel
iki taraf ehillerinin vehmidir aslında. Bundan dolayı, biri diğerine karışarak
onun özelliğini bozamaz. Bilir misin ayeti, Rahman suresi on dokuz, yirmide
olmalı, şöyle der: “Salmıştır iki denizi; buluşup kucaklaşıyorlar, bir ayırıcı
var aralarında, kendi sınırlarını aşmıyorlar.” Evet, böyle der; yani tatlı suyu
ve acı denizi salıverdi, bunlar karşılaşıyorlar, yaklaşıyorlar, yüzeyleri
birbirine temas ediyor, fakat aralarında birbirlerine geçmelerine mâni olacak
bir görünmeyen engel var.
— Acaba var mı böyle bir deniz dünyada?
— Var olması lazımdır, şimdi biz bilmiyoruz
ama, elbet bir gün onu da keşfederler. Her neyse işte bu iki ilim birbiri ile
karışacak, birleşecek gibi olur, fakat aralarındaki berzah ile ayrılırlar. Ve
böylece hâlleri birbirine tecavüz etmez. Ta ki birinin hükmü diğerini yenerek
iki dünyanın dengesi bozulmaya, çünkü bu engel iki cihanın imarı için
kurulmuştur, Allah’ın hikmeti icabı.
— Açıklayamadığınız şeyleri, “Allah’ın
hikmeti.” der, kapatırsınız.
— Öyle, dedi Mısrî, ondan beklenmeyecek bir
boyun eğişle. Ne demiş melekler O’na: “Bize bildirdiğin kadarını bilebiliriz
ancak.” Evet bizler de öyle, bize bildirdiği kadarını bilebiliriz.
Kâsım
içini çekti:
— Öyle olmalı, dedi, yalnız siz mürşitlerin
keşifleri falan vardır diye bilirim.
— İşte dedik ya, bize bildirdiği kadar. Herkese
de her şeyi bildirir diye bir şey yok tabii. Neyse bırakalım bunları; hazır
gelmişken benim bir vaazıma, bir de zikrimize katıl bari, ama yok, vaaza gel
de, zikre katılma. Çook Vanî casusu vardır çevremde. İnanmazsın ama, zikre
bile katılırlar, istemem senin müzevirlemelerini... Bari Bursa’nın çarşılarını
gez gör, ben anlamam ya, çok güzeldir, derler. Mücevher, inci falan da ucuza
satılırmış, onu da bilmem, dokumaları, ipek, kadife falan hepsi pek güzelmiş,
Gülsüm de öyle söyler... Şöyle bir gez, İstanbul’a hediye falan götürürsün.
— Ha, dedi Kâsım, ayağa kalktı, hediye dedin de
aklıma geldi. Bizimkiler, Gülsüm Hanıma hediye gönderdiler...
Kâsım
sözünü bitirmeden oda kapısı tıkırdadı; Mısrî gitti açtı. Bir yufka açma
tahtası ile, pırıl pırıl ovulmuş, üzerinde bir büyük, kalayı parlayan kâse, iki
kaşık ve evde açılmış yufkalar olan bir tepsi ile döndü. Küçük ayaklı tahtayı
yere koydu, üzerine örtüsünü örttü ve tepsiyi yerleştirdi.
Kâsım:
— Bu ne zahmet yenge, karnım toktu, ama yine de
sağ olasın, dedi kapıya doğru, ama demin görünen Gülsüm un şimdi niye
kaçtığını anlamamıştı. Fakat belli ki sadece selamlaşmaya izin vardı!
— Estağfurullah, afiyet olsun, diye Gülsüm’ün
sesi duyuldu.
Kâsım,
zembilinden çıkardığı bir kutuyu Mısrî’ye verdi:
— Efendim, şöyle söylediler; birtakım evlenme
hediyesiymiş, öbürü de bebek! Rüya gördüm, oğlan olacak diyor Melekşan.
— Oğlan olacak, diye tasdik etti Mısrî, lâkin
bu hediye faslı hoşuma gitmedi. Yahu aramızda böyle şeyler olur mu, evlendin,
çocuğun olacak diye hediye mediye... Aramızda bırak bunları adamım, bırak,
başkalarına yap sen onları.
— Bak vallahi ben akıl etmedim, ben de anlamam
bu işlerden, fakat dedim ya, kadın kısmı, onlar yolladılar. Ha bu da sana
Melekşan’ın mektubu. Galiba rüyalarını yazmış yine.
— Çook ilgi çekici rüyaları var, gönlü çok
açık, temiz ve saf maşallah, dedi Mısrî, bilir misin, diye ilave etti, İbn
Arabî: “Erkeklerin ulaştığı bütün manevi
derecelere kadınlar da ulaşabilir, kutbun derecesi buna dahildir.” der.
— Haydi hayırlısı, dedi Kâsım, iyi ki kız
kardeşin tarikatta mı diye sormadı Vanî!
Bir
kahkaha daha attı Kâsım, Mısrî de gülümsedi:
— Haydi otur artık, karnımızı doyuralım, dedi.
Kâsım
birkaç kaşık çorba içtikten sonra, derin derin içini çekti, sesi çok
üzüntülüydü:
— Her şey sanki bir çöküşün başlangıcında ağam.
Koskoca imparatorluk ağır ağır gidiyor; ekonomik bakımdan öyle, iç ve dış
politika açısından öyle. Bu durumda tabii ki din kendini kurtarıp aradan
sıyrılamaz! Toplumun bütün kurumlan hep beraber çöker, birbirlerini etkilerler
çünkü, din de kendini kurtaramaz elbet... Fazıl Ahmet Paşa, hâlâ Girit’te,
Kandiye önünde muhasara altı ay, yirmi bir gün devam etti. Bu süre içinde
sekiz bin asker şehit oldu, çok da masraf yapıldı, düşüremediler kaleyi!..
Eski günlerde olsa böyle mi olurdu? Kış geldi yetişti, paşa muhasarayı
kaldırdı, fakat bu arada kendisinden beklenir harika bir iş yaptı biliyor
musun? Kandiye’nin karşısında yer altında bir şehir yaptırdı, bütün ordu
böylece sığınakta geçirdi kışı. Görüyor musun, tarihte ilk defa, bütün ordu
yer altına sokularak kış geçiriliyor.
— Çaresizlik insana neler yaptırıyor Allah’ın
yardımıyla! Sen bu adama çok güveniyordun, güvendiğin kadar varmış. Zor olacak
ama Allah ona nasip edecek Girit’in alınmasını, tasalanma.
— İnşallah! Biliyor musun Girit Seferi açılalı
yirmi bir yıl oldu, adanın tamamı bir türlü alınamadı! Oysa bu Osmanlı,
nereleri, nereleri çok daha kolay fethedip, gelip gelip Kandiye önünde durdu!
Fazıl Ahmet Paşa’dan beklenen, o altı ay içinde kalenin düşürülmesiydi.
— Bütün Avrupa Kandiye’ye yardım ediyor
demiştin mektubunda.
— Orası öyle, bütün Avrupa Kandiye için
birleşti; tek yürek, tek yumruk oldu. Kandiye’ye para, asker, gıda yardımı
yapılıyor.
— Dediğin gibi, bir çöküş başlangıcı içinde
bulunmasaydık, Avrupa’nın yardımları da bize vız gelirdi, alırdık kaleyi,
neyse... Adamım, mesele nedir biliyor musun, Osmanlı’nın o güzel dünyasının
varisçileri, kendilerine o güzel dünyayı hediye eden atalarına hiç mi hiç layık
değiller. Şimdi nerede o güzel dünya, nerede o güzel adamlar? İşte diyorum
ki, bütün bu gidişat halka anlatılmalı, bildirilmeli... Eğer halk bilinçli
olarak kıpırdarsa, bu çöküş önlenebilir...
— Gözünü seveyim ağam, sen bunları sakın
vaazlarında söyleme, yoksa devletin gözü sana çevrilir...
— Çevrildiği kadar çevrildi be adamım, daha ne
yapacaklar?
— Sen risalelerinde kâfi derecede yapıyorsun
uyarmalarını, bir de vaaz kürsüsüne taşıma. Ne olursun, benim hatırım için!
Mısrî
birden parladı:
— Adamım! Adamım! Benim bir İlahî görevim de,
ait olduğum memleketime, milletime yardım etmektir. Nasıl hatırını koyarsın
önüme... (sesi düştü, kırıldı) Senin hatırın benim için çok değerlidir, böyle
şeyler için harcama onu! Beni de düşünme, her şey olacağına varır, bunu
unutma... Haydi haydi, soğuttun çorbanı, iç bakayım benim adamım.
*
***
İstanbul’dan
gelen armağanlar; biri minik zümrütlerle süslü altın kolye ve bilezik, diğeri
üç renk kızıl, yeşil, sarı ince altın zincirlerle örülmüş kolye ve bilezikti...
Gülsüm onları o kadar sevdi ki; özenle işleyip de kullanmaya ve satmaya
kıyamadığı üç ipek yatak takımını, yine pek zarif işlenmiş bir ipek bohçaya
sararak, Kâsım’ın evindeki üç hanıma yolladı.
Kâsım
Bursa’da yalnız iki gün kalabilmiş, üçüncü gün İstanbul yoluna düşmüştü. İki
eski arkadaşın ayrılıkları hüzünlü oldu. Mısrî, hayatına, çocukluğundan kalan
taze bir bahar dalı gibi giriveren Kâsım’a: “Çok az kaldın.” diye sitemde
bulunurken Kâsım, ağasının vaazlarında Osmanlı’ya çatmasından ötürü bir hayli
tedirgin, âdeta yaralıydı: “Yine geleceğim ağam, elbet geleceğim ağam, fakat
bana söz ver hiç olmazsa daha temkinli konuş, ne olursun.” diyordu.
İki
olay üst üste geldi; Mısrî’nin Ali’si doğdu ve Mısrî, Uşak’taki pirdaşı, Şeyh
Mehmet Efendi’nin vefat haberini aldı. O kadar üzüldü, hüzünlendi ki, oğlunun
doğuşuna sevinemedi bile.
Şeyh
Mehmet Efendi için güzel bir şiir yazıp tarih düşürdü. O hüzünle Ali’nin
doğduğu günle ilgili bir tarih düşüremedi. Oysa Mısrî çok güzel tarih
düşürürdü, eskiden beri meraklıydı rakamları harflerle ifade etmeye. Bir inanışa
göre; her harfin bir sayı değeri vardı, ebcetle bir mühim olayın şiirle tarihi
düşürülebileceği gibi, cifır hesabı denilen bir usulle de yazılı eserlerde,
harflerin rakam değeri hesaplanarak ileriye ait birtakım keşiflerde bulunmak
mümkündü. Mısrî hem ebcede hem de cifire meraklıydı. Bir şiirinde de, bunlara
olan ilgisini şöyle belirtmişti:
“Esma-i
İlahîyede bi-had hünerim var
Her dem de semâuat-ı hurûfa seferim var
Âlimlere ebcet hâcesi olmak olur ar
Alçak görünen ebcede âlî nazarım var”
Her dem de semâuat-ı hurûfa seferim var
Âlimlere ebcet hâcesi olmak olur ar
Alçak görünen ebcede âlî nazarım var”
Bu
inanışı benimseyen Hurufilik Osmanlı’da hoş karşılanmamış, bazı Hurufı
şeyhleri öldürülerek Hurufilik yasaklanmıştı.
Mısrî,
kendi cifır hesaplarına dayanarak bazı keşiflerde bulunuyordu ve vaazları
sırasında vecd içinde bunları kürsüden herkese anlatıyordu. Bilhassa
Osmanlı’nın geleceği hakkında çok karamsar hükümleri vardı... İdareciler
tarafından gözden kaçmayan bu hâl, Mısrî’nin karalanmasına neden oluyordu.
Bilhassa Osmanlı’nm aleyhine konuşmaları, geleceği hakkında kötümser sözleri,
ta saraya kadar ihbar ediliyordu. Evet, Mısrî her şeyin farkındaydı, ama o da
inatçıydı, hâli tavrını değiştirmeye, konuşmalarında dikkatli olmaya hiç niyeti
yoktu, çünkü bunu, Kâsım’a da söylediği gibi, bir İlahî görev kabul etmişti.
Aslında yine İlahî olan uzun, çok uzun bir sarhoşluğun içinde yaşıyordu epey
zamandan beri.
Dervişleriyle
özel sohbetlerinde, ne politikadan ne de Osmanlı’nın çöküş ihtimalinden
bahsederdi. Bu sohbetler sonrası, eğer halktan kimseler de dinlemeye
gelmişlerse onlara hitaben ağzından politik sözler kaçırdığı olurdu...
O
gün sohbeti bir hatırası ile açtı:
— Epey zaman önce, bir akşamüstü, kıbleye karşı
oturmuş; “Fakirlik tamamlandığı zaman, o Allah’tır.” sözünü içimden
tartışıyordum. O an Allah’tan bir ilham geldi ve mânâ apaçık belirdi. O, bana
gösterdi ki; O’ndan başka hiç kimse ve hiçbir şeyin ne açıkta, ne gizlide içte
bir varlığı vardır. Sadece “var” zannedilir. Bir arif için vücutta yoksulluk
tamam olmayınca yani vücudu atmadıkça perdesiz, doğrudan Hakk’ın yüzüne
bakması, O’nu görmesi imkânsızdır. Kuranda Kıyamet suresi, yirmi ikiyirmi üçte,
şöyle buyrulur: “Yüzler vardır o gün parıltılı, Rabb’ine doğru bakan.” İşte
onlar, Cenabıhakk’ın yüzünü seyredenlerdir.
İnsan
varlığını yok bilip, “vardır” zannından kurtulmazsa Allah’ın göklere ve
yerlere teklif ettiği, onların kabul etmediği, fakat âdemoğlunun kabul ettiği
vücut emanetini ödeyemez.
Kimin
ki, gözlerinin önündeki perde kalındır, bu yüzden Hakk’ın olan vücudu kendine
mal eder. Çünkü fakr yani yoksulluk; Allah’tan başka her kimseden ve her şeyden
varlığı alıp yok etmektir. Vücut kalkınca Hak görünür. Sorarsan: “Vücut
görünüşte ve gerçekte Allah’ınsa, o hâlde ârif kim? O’na bakan kim, O’nu gören
kim? Derim ki: Vücut birdir ama mertebeleri çoktur. Bir mertebede seven, bir
mertebede sevilendir. Bir mertebede gül olur, bir mertebede bülbül... Sonra bir
şiirinden bir beyit okudu:
Âlemlerin nakşını hep hayal gördüm/ Ol hayal içre bir Cemal gördüm.
Dervişler,
derin düşüncelere dalarken, tekkeden içeri halktan birkaç kişi, onların
ardından birkaç kişi daha geldi, bağır basıp selam verdikten sonra, herkes bir
yerlere ilişti:
— Hoş geldiniz, dedi Mısrî, hayır ola?
— Şeyhim, dedi biri, deminden beri aramızda
tartışıp duruyoruz anlaşamadık. Sen geçenlerde yüzün kara olması hakkında
bizlere bir şeyler anlatmıştın, demek ki anlamamışız, bir zahmet bir daha
anlatır mısın?
Mısrî
düşündü; “Allah Allah, bu, dervişlerime açtığım konu ile ilgili. Adamlar tam
zamanında geldiler, fakat aralarında Vanî’nin casusları var, tanımıyorum,
lâkin hissediyorum. Evet hissediyorum... Ne olurlarsa olsunlar korkacak
değilim ya! Ben doğru bildiğimi söylerim, söyleyeceğim de...” Adamlara bakıp
hafifçe gülümsedi:
— Bizler de şimdi bununla ilgili şeyler
konuşuyorduk. Eveet, yüzün siyah olması, fakr yani yoksulluk demektir, aynı
zamanda yokluğu da siyah denir. Yani dünya ve ahiret yoktur, siyahtır. Bunların
varlığı yoktur. Çünkü varlık, vücut tektir, o da Allah’tır. Yaratılmışlara
varlık hükmetmek mecazidir.
— Ama, dedi adamın biri, hadis diyor ki:
“Nefsini bilen Rabb’ini bilir.”
Mısrî,
kızmakla kızmamak arasında tereddüt etti fakat sesini iyice yumuşattı, tane
tane konuştu:
— Çok iyi söyledin, bu söz gerçi Hazreti
Ali’nin sözüdür diyen de vardır, her neyse... İşte bu söz de tastamam aynı
anlama geliyor. Çünkü insan nefsinin vücudu olmadığını bilirse; kendisinde
bulunan vücudun, varlığın Allah’a ait olduğunu anlar. Yani efendim; kendisinin
aslı itibarıyla Rab, görünüş itibarıyla nefis olduğunu bilir, anlaşıldı mı?
Adam,
ne kadar, “anlaşıldı” diye başını salladıysa da, Mısrî, onun dışarı çıkar
çıkmaz; önüne gelene, “Mısrî Rab’lığını ilan ediyor! A Müslümanlar, şuna
bir, dur diyen çıkmayacak mı? Sesini kesen olmayacak mı?” diye konuşacağını
biliyordu. Kâsım’ın hayali görünür gibi oldu: “Ağam çeneni kapa, yahut
adamların istediği gibi konuş, azıcık siyaset yap be şeyhim!” dedi. Mısrî’nin
iç sesi Kâsım’a karşı yumuşadı: “ Adamım,” dedi, “adamım bilmez misin ben
siyaset yapan din adamı değilim? Yapmayı da çok ayıp kabul ederim. Bir başka
kişi olmak da hiç elimden gelmez. Varsın bu veled-i şeytan, istediği gibi
konuşsun.” Kâsım güldü, Mısrî içini çekti: “Yunusum,” dedi, “Yunusum senin,
elinden dert çektiğin bir molla Kâsım mıydı?”
Tekrar
soruyu sorana baktı:
— Fakrın tamamı, Allah’tan başka her şeyden
varlığı atmaktır. İşte bu, yüzün kara olmasıdır. Vücut kalkınca Hak görünür ve
hiç kaybolmaz, dedi.
Artık
Mısrî’nin arkasına yalnız çocuklar değil, delikanlılar ve koca koca adamlar da
takılıyorlardı. Alçak sesle fakat Mısrî’nin duyacağı gibi ağır küfürler
savuruyorlardı; çocuklar hâlâ taş atıyorlardı ardınca...
Bunun
karşısında sevenleri çoğalıyor, müritler artık tekkeye sığmaz oluyordu. Çoktan
beri yeni bir tekke yapmak için ısrar eden, Nilüfer Çayı üzerine de bir köprü
yaptırmış olan hayırsever tüccar Abdal Çelebiye izin verdi Mısrî. Ancak devlet
adamları dahil birçok kişinin para verme teklifini kabul etmedi. Ancak Fazıl
Ahmet Paşanın Kardeşinin teklifini geri çevirmedi. Onu da, yeni yapılan
tekkenin yanında küçük bir medrese inşaatına başlattı. Yeni tekke inşaatı devam
ediyordu. Artık bu kadar hakaret gördüğü mahallede oturması da gereksizdi.
Yeni tekkenin yakınında bir ev bulundu, Mısrîler oraya taşındılar. Kâsım’a ve
Şeyh Ağasına yazdığı mektuplarda: “Bu mahallede fitnelere gömüldüm, yeni
tekkenin inşaatına yakın bir ev bulduk, oraya taşınıyoruz.” diye yazmış ve
yeni adresi vermişti.
***
Tarih;
1670’ti, Mısrî elli iki yaşındaydı. Yeni tekke tamamlandı ve Mısrî’nin kızı
Fatma doğdu. O yıl, Osmanlı büyük bayram yaşadı; çünkü Fazıl Ahmet Paşa komutasındaki
ordu, bir yıl daha kışı yer altı şehrinde geçirdikten sonra Girit’in
Kandiye’sini düşürmeyi başarmıştı. Girit artık bir iki önemsiz kale hariç
Osmanlıya aitti.
***
Gülsüm
bir kız doğurmaktan memnundu. Fatma’nın kendisine Ali’den daha çok yâr olmasını
bekliyordu. Ona bildiği her şeyi öğretecekti. Ali üç yaşında, uslu bir çocuktu.
Babasının yüzünü az görmesine rağmen, ona çok bağlıydı... Fakat Mısrî’nin
çocuklarla meşgul olacak hiç vakti yoktu. O İlahî sarhoşluğunu yaşarken,
kendini dervişlerine, şiirlerine ve yazdığı risalelerine adamış görünüyordu.
Yine de karısının isteği üzerine kızının doğumuna tarih düşürdü. Fakat o
günlerde Mısrî kendisini, belki daha doğrusu, bir insanın macerasını anlatan
şiirini yazmıştı:
Ezelden
nârına aşkın yana geldim, cihân içre
Akıttım nice dem yaşlar gözümden, dolu kan içre
Akıttım nice dem yaşlar gözümden, dolu kan içre
Hakk’ıla
bî-nişân iken kamu canlara can iken
Düşürdü bl-mekân iken beni kevn ü mekân içre
Düşürdü bl-mekân iken beni kevn ü mekân içre
Nice
geldim nice gittim nice doğdum nice öldüm
Nice’çıldım nice soldum şu gül gibi cihân içre
Nice’çıldım nice soldum şu gül gibi cihân içre
Bulut
olup göğe ağdım matar olup yeri yağdım
Güneş olup gehî doğdum zemin ü âsumân içre
Güneş olup gehî doğdum zemin ü âsumân içre
Nebât
olup nice devrân, nice demde olup hayvân
Geyürdi suret-i insân bana devr-i zamân içre
Geyürdi suret-i insân bana devr-i zamân içre
Çü inşân
suretin buldum, Hakk’a hamd u senâ kıldım
Fenâ ender fenâ oldum bekâ-yı câvidân içre
Fenâ ender fenâ oldum bekâ-yı câvidân içre
Erişti
marifet nûru gönül oldu Hakk’un turu
Niyâzî duydu çün sırrı gümân gitdi ayân içre
Niyâzî duydu çün sırrı gümân gitdi ayân içre
Mısrî’nin
pek çok şiiri bestelenmişti. On yedinci asrın büyük bestecileri Itri, Dede
Efendi, Hafız Post tarafından bestelendiği gibi, kendi müritleri Bursa Ulu
Camii ve Mısrî Tekkesi Zakirbaşısı Karaoğlan Mustafa, İstanbullu Ali Efendi,
ayrıca yine Ulu Camii Başmüezzini Ak Hâşiye Mustafa gibi şahıslar tarafından ve
birçok amatör besteci tarafından da besteleniyordu. Velhasıl yeni bir şiirin
yazılmasını özlemle bekleyen besteciler vardı. Bu şiirler âdeta yazılırken
besteleniyordu.
Fakat
son zamanlarda Mısrî’nin gönülden arzusu; İmam Buseyri’nin üçüncü asırda
Hazreti Peygambere yazdığı övgü, İslam âleminde ünlenmiş Kaside-i Bür’e’sinin
beyitlerine beşer mısra ekleyerek tesbî etmek ve her beyitin başında onun
ismini geçirmekti. Fakat ne kadar çalışırsa çalışsın bu işi beceremiyordu. Bir
gün bir dervişi ile konuşurken, bu derdinden bahsetti. Son derece bilgili ve
saf bir kalbi olan derviş:
— Şeyhim, dedi, sahibinden, Allah’ın elçisinden
izin aldın mı?
Hayır,
bunu akıl edememişti Mısrî. O gece, dualar edip istihareye yattı. Rüyasında,
kırlık bir yerdeydi. Yürümeye başladı ve yeşillikler arasında bir çeşme gördü.
Hazreti Peygamber orada abdest alıyordu. Mısrî yaklaştı, durup bekledi.
Peygamber işini bitirince ona doğru hamle yapıp önce elini, sonra gülümseyen
yüzünü öptü. Peygamber, onun da kendisinin abdest aldığı çeşmeden abdest alfasını
istedi ve sonra sırtını okşayıp ona başarılar diledi.
Mısrî
içinde bir sevinçle uyandı. O gece sabaha kadar otuz yedi beyti tesbî etti,
ertesi gün kırk ve on gün içinde bütün kasideyi tesbî etmiş bulunuyordu.
O
günlerde Mısrî’yi şaşırtan bir şey oldu. Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa onu
Edirne’ye davet etmişti... Mısrî şaşırdı ama memnun da oldu. İlk defa yüksek
bir devlet adamı ile temasa geçecek; bazı şikâyetlerini, bilhassa zikir ve
devran yasağı ile ilgili olanları zamanın büyüklerine anlatabilecekti. Tabii
karşı ihtimal de vardı; Mısrî’nin padişah emrini dinlemeyip zikre ve devrana
devam etmesi, Bursa’daki vaazlarında Osmanlı aleyhine konuşmaları sadrazamın
kulağına mutlaka gitmişti, sadrazamın onu uyarmak ve azarlamak için bu daveti
yaptığı da düşünülebilirdi. Nitekim düşündü de Mısrî, fakat gönlünde hiçbir
kara haber veya ürkme belirtisi yoktu. Mısrî, yanında tekkenin zakirbaşısı
Karaoğlan Mustafa ve birkaç önemli dervişi ile birlikte Edirne’ye gitti.
Edime;
I. Ahmet ve IV. Mehmet başta olmak üzere, bazı padişahların orada oturmayı
tercih ettikleri ve bundan dolayı ikinci bir başkentmiş gibi gelişmiş,
güzelleşmiş, zenginleşmiş, tabiat bakımından çok zengin bir şehirdi. II. Osman
ve IV. Mehmet’in tercih sebepleri, Balkanlar’da tertip ettikleri av eğlenceleri
idi. Özellikle IV. Mehmet, ava aşın derecede tutkundu ve Edirne’yi tam
anlamıyla devlet merkezi hâline getirmiş, Venedik ve Leh seferleri bahanesiyle
burada kaldığı gibi, birçok elçiyi de burada kabul etmişti. Ayrıca oğullarının
sünneti ve kızının on sekiz gün süren düğünü de burada yapılmıştı. Edirne’de
birkaç saray vardı. IV. Mehmet, Tunca, Hünkâr ve Edirne Sarayı gibi isimlerle
anılan Saray-ı Cedid’de oturmayı tercih ediyordu. Bu saray şehrin dışında,
Tunca Nehri’nin batısındaki geniş düzlüklere kurulmuştu. IV. Mehmet bu sarayda
yenilikler yaptırmış; bahçeleri daha bir güzelleştirmiş, bu bahçeleri
kasırlarla süslemişti. Şehirde ayrıca Mimar Sinan’ın en güzel eserleri
bulunuyordu. Başta Selimiye Camii olmak üzere, Taşlık, Defterdar, Şeyhi Çelebi
Camileri birer sanat abidesiydi.
Edirne
aynı zamanda bir medreseler, hanlar, hamamlar, çarşılar, bedestenler şehriydi.
Birçok vezir ve paşa konağı vardı. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nınki bir
saraydı âdeta. Fazıl Ahmet Paşa; Mısrî ve beraberindekileri burada kabul
etti.
Fazıl
Ahmet Paşa, mavi gözlü, kumral, uzun boylu, zayıf ve pek sevimli bir adamdı;
kısa bir sakalı vardı. Mısrî onu, zayıflığı hariç, Kâsım’a benzetti.
İlk
gün karşılıklı iltifatlar, Mısrî’nin kendi şiirlerini okuması ve saray
sazlarının Mısrî’nin bestelerini çalmasıyla geçti... Ertesi gün Fazıl Ahmet
Paşa, küçük misafir grubuna rehber tayin ederek, onların birkaç gün şehri gezmelerini;
önemli cami, medrese ve tekkeleri ziyaret etmelerini temin etti... Bir on gün
böyle geçtikten sonra, sıra çarşı pazara geldi. Mısrî bu noktada gruptan ayrılarak,
buradaki Beylerbeyi Camiine komşu; Şeyh Mestçizade İbrahim Efendinin Halveti
tekkesine geri döndü.
Niyeti
İbrahim Efendi ile dertleşmek ve kaç gündür pek özlediği zikir ve devrana
katılmaktı; fakat o:
— Biz, zikir ve devran padişah emri ile
yasaklanınca, o işe son verdik şeyhim, dedi, gerçi pek göz önünde bulunmayan
bir Kadiri tekkesi sesli zikre devam ediyor, ama biz çok göz önündeyiz. Padişah
Hazretleri yanı başımızda, bu işi yapamazdık, diye âdeta özür diledi Mısrî’den.
Bu
beklemediği durum Mısrî’nin canını sıkmış, onu biraz da öfkelendirmişti.
Böylece dertleşemedi İbrahim Efendi ile. O zikir yapılan Kadiri tekkesinin
adresini aldı ve oraya gitti...
Şehrin
varoşlarında bulunan basit, sade, mütevazı bir tekke idi. Şeyhî Mehmet Efendi,
Mısrî’yi büyük bir saygı ve sevgi ile karşıladı. Onun eserlerinin tekkede sık
sık çalındığını söyledi ve Mısrî’nin tacındaki iç içe geçmiş üç halka ile
sembolize edilen Kadiri Gülünün hikâyesini sordu. Böylece laf lafı açtı, ta
Mısırlara gitti. Mısrî, Şeyhuniye Medresesini, İkinci Şeyhi Mehmet Efendi’yi bu
Mehmet Efendiye anlattı. Bazen o kadar detaylara girdi ki, Kiraz’ın bile adı
geçti... Böyle güzel bir sohbetten sonra, zikir meclisi yapıldı. Mısrî doya
doya zikretti, Bir’le bir oldu. Vecd içinde ayrıldı oradan.
Böylece
Mısrî, Edirne’de serbest kaldıkları zamanlar, yanına dervişlerini de alıp hep
bu tekkeyi ziyaret etmeye koştu...
Bir
cuma günü de Pehlivanlar Tekkesine gitti; bol bol güreş seyredip daha eski
günlere döndü. Gözleri yaşararak o zamanın Derviş Ağa’sını düşündü ve o gece
Şeyh Ağa’sına uzun bir mektup yazıp; Pehlivanlar Tekkesini ve bol; “abe”li “te
be”li konuşmalar işitip kendisini nasıl andığını anlattı. Ah bir daha
görüşmeleri keşke mümkün olsaydı!.. Fakat ikisinin de işleri, o kadar kendi
özel arzularını aşmıştı ki... “Hani bir gün İstanbul’da, Kâsım’ın evinde
buluşuversek.” diye yazdı içi yana yana. Bu mektupta ne bir politik havadis,
ne yasaklananların şikâyeti vardı. Sadece koyu koyu özlemdi her bir cümlesi.
Bu
arada Edirne Sarayı’nda Polonya Seferinin hazırlıkları vardı. Daha halka ismi
belli edilmese de, bir yere sefer olacağı halk tarafından da biliniyordu. Sultan
IV. Mehmet hâlâ İstanbul’daydı... Seferin başında o da bulunacaktı.
Nihayet
Mısrî, bir akşam Fazıl Ahmet Paşa ile baş başa kaldı. Ona bütün içtenliği ile;
yasaktan ne kadar rahatsız olduklarını, oysa tekkelerin insanların eğitim ve
öğretiminde nasıl faydalı olduğunu, ayrıca tasavvufun, İslam dininin huzurlu,
güler yüzü olduğunu, bu yasakları bahane eden bir kısım halkın nasıl kendisini
hedef hâline getirdiğini anlattı.
Fazıl
Ahmet Paşa, başını sallayarak onu dinliyordu. Mısrî devamla, Osmanlı’nın
kuruluşundan bu yana, tasavvuf erbabının daima devletin yanında olduğunu misaller
vererek anlattı. Vanî’nin sultan üzerindeki tek taraflı ağır etkisinden
şikâyetçi olduğunu söyledi.
Fazıl
Ahmet Paşa bir süre sustu. Sonra:
— Biliyor musunuz şeyhim, dedi, bu sizin
anlattıklarınızı ben de biliyorum, fakat sadarete geldiğimden beri devletin bu
tarafı ile hiç uğraşmadım. Biliyorsunuz dış siyaset ve savaş benim
ilgilendiğim birinci hususlar. Devletin iç siyasetini daha ziyade Merzifonlu
Kara Mustafa Paşaya bıraktım. Fakat bu konularda onunla da hiç konuşmadık.
Mesele sadece sultanımızın tasarruflarında. Şöyle bir şey geliyor aklıma,
buradan İstanbul’a gidin, orada Ayasofya’da bir vaaz verin şeyhim, bana
anlattıklarınızı orada bir bir anlatın, ben sultanımızın gelip sizi dinlemesini
temin edeyim. Ancak bunu yapabilirim. Artık ondan sonrası size kalmış.
Mısrî,
Fazıl Ahmet Paşa’nın da en az kendisi kadar açık ve samimi konuştuğunu gördü,
içi rahat etti. Evet artık bundan sonrası ona kalıyordu. Mısrî, Allah’a
sığındı.
Mısrî
ve beraberindekiler Edirne’de kırk gün kaldılar ve kırkıncı gün Fazıl Ahmet
Paşa’dan İstanbul’a gitmek üzere izin istediler. Paşa, onları karşıladığı
gibi, sevimli yüzünde gülümsemelerle, saygılı ve sevgi dolu yolcu etti.
***
Mısrî
Ayasofya’daki vaazı için önce öfkeli bir konuşma yapmayı düşünmüştü, ancak son
anda bundan vazgeçti, gönlü razı olmamıştı. Kendini Allah’ına bıraktı. Minberin
üstünde Mısrî, ortasındaki Kadiri Gülüyle siyah tacı ve siyah hırkası ile
yakışıklı ve heybetli görünüyordu. Tam önündeki safta sultan, yanında Vanî
Efendi, etrafında saray mensupları, bu saraylılar arasında da Kâsım oturuyordu.
Geriye kalan kısmı halk baştan başa doldurmuştu. Herkes sessiz bir saygı
içinde bekliyordu.
Mısrî,
bir Bismillah çekip başladı. Edirne’de Fazıl Ahmet Paşaya anlattıklarını daha
tesirli bir şekilde kısaca özetledi, sonra yapılan dedikodular, atılan
iftiralarla, bugün tekkelerin nasıl boynu bükük hâle geldiğinden yine kısaca
bahsetti ve o an gönlünden doğan şiiri, o tesirli, o ahenkli sesiyle okudu:
Gir
sema’a zikir ile gel yana yana hû deyu
İr safa-yı aşk-ı Hakka yana yana hû deyu
İr safa-yı aşk-ı Hakka yana yana hû deyu
Hep
erenler hû ile kaldırdılar can perdesin
Açtılar gözlerin andan yana yana hû deyu
Açtılar gözlerin andan yana yana hû deyu
Gördüler
hû kaplamış hep on sekiz bin âlemi
Feyz alırlar cümle hû’dan yana yana hû deyu
Feyz alırlar cümle hû’dan yana yana hû deyu
Zât-ı
Hakk’ı buldular buluştular bu hû ile
Dost göründü her taraftan yana yana hû deyu
Dost göründü her taraftan yana yana hû deyu
Ey Niyâzî
gönlüne âşıklar hikmeti dolar
“Küntü kenz”in haznesinden yana yana hû deyu
“Küntü kenz”in haznesinden yana yana hû deyu
Mısrî
konuşmasına Hucurat suresinin on ikinci ayeti ile başladı:
“Ey iman edenler! ‘Zan’dan çok sakının! Çünkü zannın bir kısmı
günahtır. Sinsi casus gibi ayıp aramayın! Gıybet ederek biriniz, ötekini
arkasından çekiştirmesin! Sizden biri ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi?
Bakın bundan iğrendiniz. Allah’tan korkun. Hiç kuşkusuz Allah tövbeleri çok
kabul eden, rahmeti sonsuz olandır.”
Ayeti
yüksek, en gür sesiyle okuyan Mısrî, bir durdu, karşısındakileri gözden
geçirdi, sultanın yüzünde çok hafif bir huzursuzluk hissetti. Vanî ise öfkeyle
bakıyordu. Saray mensuplarının hemen hepsinin yüzünde padişahta sezdiği
tedirginlik derece derece vardı. Mısrî daha alçak sesle konuşmasına devam etti:
—
Ey iman edenler, bilin ki güneş nereye baksa, karşısında aydınlık görür.
Şüphesiz güneşin gördüğü aydınlık, karşısına düşeni nura gark eden yalnız ve
dahi yalnız kendi nurudur. Lâkin karanlığın karşısında aydınlık olmaz.
Karanlık; karşısında bulunan herkesi ve her şeyi karanlık görür. Bu karanlık,
karşısına düşen eşyayı karartan da yalnız ve yalnız kendi karanlığıdır
şüphesiz.
Güneş,
kendine kıyasen bütün âlemin nurdan ibaret olduğunu sanır. Karanlık ise yine
kendisine kıyasen önüne çıkan her kimsenin ve her şeyin kara olduğunu zanneder.
Şimdi
güneş gerçekten arif olan, Allah’ın birliğine inanan mümin misalidir. Bu kişi
zaten tevhidinin, imanının: “Hiçbir şey yoktur ki O’nu överek tespih
etmesin; fakat siz onların tespihlerini farkedemezsiniz.” İsra suresinin
kırk dördüncü ayetinin de söylediği gibi; yalnız ve yalnız kendi tevhidinin,
imanının aksini, nurunu görür. Oysa aslında insanın ve eşyanın bir kısmında
cehalet, küfür ve isyan zulmeti vardır. Lâkin o inanmış kişinin bakışının
ışığı, herkesi ve her şeyi sarar da, o hepsinde sadece ışık görür. Cümleye iyi
zan besler. Bu sıfat ancak insanı kemale, olgunluğa eriştiren, bir kâmil yol
göstericinin, bir mürşidin terbiyesi altında, nefis tasfiyesi, gönül arındırması
ile mümkün olur.
Karanlık
ise cehalet ile kalbi kararmış cahille beraber olur. Bu adam her insanda ve
eşyada bir eksiklik görür; herkeste bir ayıp arar. Cahil nereye baksa
cehaletinin ve ayıbının karanlığı, gördüğü şeye akseder. Baktığı şey ne olursa
olsun onda muhakkak noksan ve ayıp görür. Zavallı bilmez ki o kendi ayıp ve
noksanıdır; oradan kendi kendine aksetmiştir.
O
hâlde ey Allah yoluna sülük eden talip! Sana bahşedilen bu yolda iç mücadeleni
sürdür ki, ruhunun güneşi battığı yerden doğsun; tutulduğu yerden açılıp
parlasın; gönlünün âlemleri nurlansın. Gül yüzün aydınlansın ve ışık senin
yüzünden, karşında bulunanlara aksetsin, tümünü parlatsın. Karşında bulunanlar
senin ilim ve irfanının ışığından faydalansın, senin cisminin gölgesinde huzur
bulsun.
Ey
kendi ruhlarının karanlığında çırpınanlar! Siz Mevla’nın nuru ile aydınlanmış
bu kişiye ne yapabilirsiniz? Siz ne kadar zavallısınız ki, Cenabıhakk’ın
ışığına savaş açmaktasınız! Siz karanlığın içinde boğulurken zanlarla çırpınmakta,
kararmış dillerinizle Allah’ın nurunun gıybetini yapmaktasınız!
Siz,
ölmüş kardeşinizin etini yemektesiniz.
***
Cemaatin
çoğunluğu ağlamaktaydı...
IV.
Mehmet doğruldu, kalktı; saray mensupları hep birden kalktılar, cemaat kalktı.
Sultanın güzel ela gözlerinden iki damla yaş, yağız çehresine süzüldü, öylece
duran bir an baktı Mısrîye, sonra arka safta duran Kâsım’a başıyla işaret edip
yanına çağırdı. Yanına yaklaşan ve kocaman mavi gözlerinde sorular titreşen
kâtibine, herkesin duyacağı gibi yüksek sesle:
— Hemen şimdi Hazret’e söyleyiniz, fermanımı
almadan ayrılmasın camiden!
Döndü,
yürüdü. Yanındakiler onu saygılı bir sessizlik için takip ettiler.
Kâsım,
Mısrî’ye doğru yürüdü, elbet o işitmişti padişahın buyruğunu, Kâsım sadece:
— Bekle ağam, dedi, öyle sanırım ki yasağın
kalktığını söyleyen fermanla az sonra burada olurum, bekle, cemaat beklesin.
Mısrî
başını eğdi, sonra gözlerini yukarı kaldırıp hamd etti.
Sultan
ve arkasındakiler çıkmışlardı camiden.
Mısrî
gönlünden geçen şiirini yüksek sesle okumaya başladı:
Dönmek
ister gönlüm cümle sivâdan
Dönelim âşıklar Mevla derdiyle
Geçmek ister gönlüm mülk-i fenadan
Geçelim âşıklar Mevla derdiyle
Dönelim âşıklar Mevla derdiyle
Geçmek ister gönlüm mülk-i fenadan
Geçelim âşıklar Mevla derdiyle
Derde
düşen âşık netsin cihanı
Dert ehlinin daim yanmakta cânı
Döner arzulayıp vasl-ı Cânânı
Dönelim âşıklar Mevla derdiyle
Dert ehlinin daim yanmakta cânı
Döner arzulayıp vasl-ı Cânânı
Dönelim âşıklar Mevla derdiyle
Ay u gün
yıldızlar nüh felekler
Arşın etrafında saf saf melekler
Meydan-ı aşkında cevlan ederler
Dönelim âşıklar Mevla derdiyle
Arşın etrafında saf saf melekler
Meydan-ı aşkında cevlan ederler
Dönelim âşıklar Mevla derdiyle
Tan
eyleme zâhid benim hâlime
Dahi eyleme hergiz bu devrânıma
Dermânı devrânda buldum cânıma
Dönelim âşıklar Mevla derdiyle
Dahi eyleme hergiz bu devrânıma
Dermânı devrânda buldum cânıma
Dönelim âşıklar Mevla derdiyle
Baş açıp
girerim aşk meydânına
Mansûr olurum “ene’l-Hak” dârına
Yanmakta Nîyâzî şevkin nârına
Yanalım âşıklar Mevla derdiyle
Mansûr olurum “ene’l-Hak” dârına
Yanmakta Nîyâzî şevkin nârına
Yanalım âşıklar Mevla derdiyle
Cemaat
öyle kendiliğinden halkalar tertip edip, “Hu” çekip, “Allah Allah” deyip, ağır
ağır dönmeye başladı. “Allah Allah” sesleri sanki göklere yükseliyor, oradan
dönüp gelip dönenlerin gönlüne aksediyordu.
Biraz
sonra elinde fermanla dönen Kâsım, bu İlahî manzarayı, yüreği titreyerek
seyretti ve hayatında ilk defa, çok sevindiği bir olayda kahkaha atmak yerine
ağladı.
***
Daha
sonra Mısrî’ye: “Beni bile ağlattınız.” diye takıldı. Kâsım’ın tahmin ettiği
gibi, devran ve sesli zikir yasağını kaldırmıştı sultan...
***
O
sıralarda İstanbul’da veba salgını başlamış, birçok kişi vefat etmişti. Artık
sesli zikre ve devrana çatamayan ve bundan dolayı büyük öfke ve Mısrî’ye kin
duyan Vanî Efendiye ise yeni bir konu çıkmıştı; geçmiş gitmiş velilerin
türbelerini ziyaret eden, onlardan medet uman halka çok fena çatıyor, onlara
beddua ediyordu. Verdiği bütün vaazlarında, işte bu ziyaretlerin, halka veba
getirdiğini, çok canlar aldığını, daha da alacağını bağıra bağıra söylüyordu.
Halk bu vaazlardan çok ürkmüştü, neredeyse Eyüp Sultan Hazretleri’ni bile
ziyaretten vazgeçecek hâle gelmişlerdi. Fakat asıl olan Babaeski’de oldu;
halkın pek çok sevdiği her zaman, memleketin her tarafından Müslüman Hristiyan
akın akın ziyaretçileri olan Kambur Baba Türbesi, sarayın fermanı ile yıkılıp
yerle bir edildi. Bu konu hakkında Mısrî’ye fikrini soran Kâsım’a, Mısrî:
— Elbet ölmüş gitmiş canlardan medet ummak
doğ4fu değildir, istenecek şeyler sadece ve sadece Allah’tan istenir, evliya
türbelerine bez bağlayarak değil. Ancak velileri ziyaret edip orada ruhlarına
Fatiha, Yasin okumak, hatta onların ruhu için kurban kesmek pek güzel olur,
dedi ve ilave etti, ölmüşten değil, diriden medet umulur.
Bu
gelişinde de Mısrî, bir akşam vakti, Kâsım’la beraber Ahmet’i evinde ziyaret
etti.
***
Bursa’daki
ihvanlar, dostlar, Mısrî’nin vaazı dolayısıyla hünkarın yasağı kaldırdığını
çoktan işitmişlerdi... Hepsi, onu âdeta bayram ederek karşıladı. Her şey
yolunda görünüyordu. Ancak Vanî’nin adamları hep tetikteydi; Mısrî’nin gerek
Ulu Cami’deki bütün vaazları gerekse tekkesinde dervişlerine ve halka yaptığı
konuşmaları, nasihatleri, ince bir dikkatle inceleniyor, şeriata aykırı gibi
görünen her kelimesine yüz daha katarak Vanî Efendiye jurnalleniyordu.
Mısrî bunları bildiği hâlde, genel tavrında ve konuşmalarında
herhangi bir kısıtlamaya, tedbire gerek duymuyordu. Vaazlarında vecd içinde
yine cifir hesaplarına göre, Osmanlı’nın karanlık bulduğu geleceğinden
haberler veriyor, memlekette, bilhassa devlette yapılan israfları, çalıp
çırpmaları, rüşvetleri ve haksız kayırmaları olduğu gibi anlatıyor; bu arada
vahdet sırlarından dem vuruyordu... Fakat halkı en çok rahatsız eden, son zamanlarda velayet-i şeriyye
açısından Hazreti Hasan ve Hüseyin’in peygamberliklerini iddia ediyor
olmasıydı. Vanî Efendi vasıtasıyla bütün bu sözler, padişaha ve
sadrazama naklediliyordu...
Mısrî,
Bursa’da öldürülmekle tehdit ediliyordu.
1672
yılında IV. Mehmet ve Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa, Polonya üzerine Sefer-i
Humayün için Edirne’den hareket etmişlerdi. Kumanda Fazıl Ahmet Paşa’da idi...
Tuna
üzerine beş yüz elli altı metre uzunluğunda ve yedi metre genişliğinde bir
köprü kurularak, ordu Moldova’ya geçti. Kamaniçe Kalesi dokuz günlük bir muhasaradan
sonra fethedildi. İki ay dayanacağı hesap edilen kalenin dokuz günde düşmesi
Varşova’da ciddi bir panik doğurdu. Sonbaharda Podolya ve Galiçya işgal edildi.
Daha sonra Polonya’nın en büyük şehirlerinden Lwow fethedildi.
Ordu
kuzeybatıya doğru ilerleyerek Lublin şehrini, San ve Vistül ırmaklarının
doğusunda kalan bölgeleri fethetti. Varşova’ya yüz kilometre kadar kalmıştı ki
Polonya barış istedi. Osmanlı askerî harekâtı durdurdu. Podolya’nın Bucaş
kasabasında dört maddelik bir antlaşma yapıldı. Podolya Osmanlfda ve Galiçya
Polonya’da kaldı.
Sefer
altı ay sürmüştü. Padişah, Edirne’ye, av eğlencelerine döndü.
***
Mısrî’nin
durumu ciddi olarak çok sıkışmıştı. Gene arkasına çocuklar, gençler takılıyor,
gene taşlar atılıyor, gene küfürler ediliyordu. Ölüm tehditleri de ciddi görünüyordu.
Eski mahallede olanlar daha fazlasıyla tekrar edilmeye başlamıştı.
Sultanlarının öldürülüvermesinden korkan dervişler, tedbir alıp geceleri onu
beklemeye başladılar. Mısrî bu tedbirlere de gerek görmüyordu, ama
dervişlerinin ısrarlarına dayanamamıştı. Artık sokakta yürürken de yalnız
bırakılmıyor, dervişleri çevresini çeviriyordu...
Böyle
akşamların birinde Mısrî ölümle karşı karşıya geldi. Enine boyuna bir adam,
nara atarak ve hızla koşarak arkasından geldi, dervişlerini savurup dört bir
yana, elindeki hançeri Mısrî’ye saplayacakken, ona dönen Mısrî’nin ateş gibi
yanan gözlerini gördü. O anda kolu yanına düştü, o sırada dervişler onu
kıskıvrak yakalamışlardı bile. Biri:
— Şeyhim, dedi, bu herifi böylece elinde
hançeri ile hemen zaptiyeye teslim edelim.
— Durun bakalım evlatlarım, dedi Mısrî, genç
adama dönüp sakin ve tatlı bir sesle, neden beni öldürecektin oğlum? diye
sordu.
Genç
adam önce ses çıkarmadı, birkaç dakika sonra, öge eğdiği başını kaldırdı, yine
de Mısrî’nin gözlerine bakmamaya çalışarak:
— Çünkü sen din ve devlet düşmanısın, dedi.
— Nereden biliyorsun? Hiç vaazlarımı dinledin
mi, yolun bizim tekkeye düştü mü?
— Hayır ben dinlemedim, ama öyle söylediler. •
\
— Hiçbir Allah dostu, din düşmanı olabilir mi?
— Sen Hazreti Muhammed’i atıp yerine Hüseyin’le
Hasan’ı geçirmişsin!
— Hiçbir Allah dostu, Allah’ın âlemlere rahmet
olarak yarattığı Peygamber’i atıp yerine birini geçirebilir mi, Kur’an’ı inkâr
edebilir mi?
— Yapamaz elbet ama sen yapmışsın işte...
Dervişlerden
bir diğeri:
— Şeyhim, dedi, bu katille daha fazla
konuşmayalım, götürelim zaptiyeye...
O
zaman adam, Mısrî’nin ateş gibi gözlerine bir kez daha bakmaya cesaret etti,
kendi gözleri ile yalvararak. Mısrî:
— Durun bakalım, dedi dervişlerine, adama
döndü. Hiç daha önce adam öldürdün mü, böyle bir şey yapmaya kalktın mı?
— Hayır.
— Sen benim yerimde olsan, seni ne yapardın?
Genç
adam önüne baktı, duyulur duyulmaz bir sesle:
— Zaptiyeye teslim ederdim, dedi.
— Sen doğru bir adama benziyorsun, dedi Mısrî,
doğru bir adamsın ama başkalarının sözlerine inanıp katil olacaktın neredeyse.
Adam öldürmek en büyük günahlardan bir tanesidir oğlum. Seni bu günaha
sokacaklarmış neredeyse... Bu söylediklerimi iyi düşün, bir daha başkasının
lafı ile de, kendi öfken yüzünden de adam öldürmeye kalkma. Haydi şimdi git,
seni bağışladım.
Dervişleri
bu geniş hoşgörü karşısında yutkundular, fakat şeyhlerine bir şey söylemeye
cesaret edemediler..
Genç
adam, işittiklerine inanamamış gibi bir daha baktı Mısrî’nin yüzüne. O sadece
başını salladı, eliyle sokağı göstererek “haydi buyur” gibilerden bir hareket
yaptı. Adam bir an duraladı, sonra elindeki hançeri yavaşça Mısrî’nin ayakları
dibine bıraktı. Ve arkasını dönüp hızlı adımlarla uzaklaştı. Mısrî eğilip
yerdeki hançeri alıp baktı, sonra yanındakine uzattı ve ağır ağır yürüyerek
içini çekti:
— Şu hâle bakın! Devleti
eleştiriyorum, çünkü onun geleceği için yüreğim titremekte. Bu gidişe son verin
yoksa batacağız diye uyarıyorum, ama devlet düşmanı oluyorum!.. Hazreti
Peygamber’in dünya değiştirmesi ile beraber, şeriat getiren nübüvvet kesin
olarak mühürlenmiş, bitmiştir. Elbet bunu biliyoruz, aksini iddia etmiyoruz;
fakat bir şekilde elçilik, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin’de devam
edegelmiştir, bunun için Kuranda deliller buldum diyorum, gelin konuşalım, siz
de kanıtlarınızı getirin diyorum. Ben yanılıyorsam gelin düzeltin diyorum. Bir
kimse karşıma çıkıp da senin delilini şöyle çürütebilirim, diyemiyor ama
arkamdan katil yolluyor. Şu dünyanın işlerine bakın. Cahil adam, kanmış tabii...
Çocuklar, bu adam tekkeye falan uğrarsa sakın kötü yüz göstermeyin, gelsin
dinlesin bizi. Ne öğrenirse kârı olur.
— Peki efendim, emrettiğiniz gibi yaparız, dedi
dervişlerin içinde en sevdiği derviş. Ama sanırım, Allah korusun, sizi
öldürtmek için, birkaç adam daha deneyebilirler. Demek ki tehditleri kuru sıkı
değilmiş. Şeyhim, ne olur bizim hatırımız için bir süre evinizde dinlenin, pek
dışarı çıkmayın, bizler de tedbirlerimizi daha sıkılayıp sizi nöbetle
bekleyelim. Baksanıza, adam iki çelme takıp iki itip kakıp bizleri de
savuruverdi. Boş bulunmuşuz.
— Eh, dedi Mısrî, pehlivan yapılı bir adamdı!
***
“Mısrî
Hazretleri, kendini öldürecek adamı, bağışlamış.” Bu sözü, sevenler
söylediler, tekrarladılar, söylediler ve söz Bursa’ya dalga dalga dağıldı.
Böylece çevresinde yeni bir sevgi halkası oluşurken, düşmanları da arttı...
Mısrî
evden pek çıkamamaktan, vaazını bırakmaktan ve dervişlerinin sıkı
koruyuculuğundan bıkıp usanmıştı. Ne şiir ne de risalelerini yazabiliyordu,
garip bir sıkıntı içine düşmüştü. O, çocukluğundan beri özgür bir adamdı,
içinden geldiği gibi hareket etmişti, şimdi bu hâl ona, bir çeşit hapis gibi
geliyordu...
Nihayet
yanma iki dervişini alıp Edirne’ye gitmeye karar verdi. Sarayın ikinci bir
Polonya Seferi hazırlığı içinde olduğunu bilmiyordu.
***
Edirne
eski bildik Edirne idi ama saray o saray değildi. Geçen defa o kadar
izzet-ikramla ağırlandıkları saray, bu kez onlara kapılarını kapatmıştı! Oysa
Mısrî, Kâsım’a pek benzettiği güler yüzlü Fazıl Ahmet Paşayı görme ihtiyacındaydı;
zikir ve devran yasağının kalkması epey miktar Mısrî yüzünden olmuşsa da, ona
bir tertibi hazırlayan Paşanın da çorbada önemli miktarda tuzu vardı.
Sadrazama
teşekkür edip dua etmek istemişti; bir de kendisini eve hapsettiren Bursa’daki
çılgınlığı ona aktarmak istiyordu. Ola ki, bir tedbir gösterirdi. Fakat saraya
kabul edilmediler, Polonya Seferi göstermelik bir sebepti. Aslında Mısrînin
aşırı konuşmaları Vanî Efendinin casusları vasıtasıyla Fazıl Ahmet Paşanın
kulağına da geliyor ve sadrazam, Mısrî’nin Hazreti Hasan ile Hüseyin’in
peygamberliklerini nasıl Kur’an-ı Kerim’le uyuşturabildiğini ciddi olarak
anlamıyordu.
Mısrî
ve iki dervişi bir süre bir handa kalıp Edirne’nin camilerini, tekkelerini
gezdiler; artık izin çıktığı için Halveti dergâhında da zikir ve devran
yapıldığı hâlde, Mısrî, geçen gelişinde kendisine kucak açmış olan Kadiri
dergâhında, dervişleri ile zikre katılmayı tercih etti. Fakat Edirne’de
oturdukça ve padişahın ona göre pek gereksiz av eğlenceleri, bunun için yapılan
masraflar, memlekette onca fakir fukara varken, sarayın şaşaalı yaşantısı, yüksek
memurlar ve bazı paşaların rüşvet aldığı, devlette çeşitli yolsuzluklara
bulaşıldığına dair dedikodular öfkesini artırıyordu.
Bir
gün, aşağı yukarı hep gittiği Kadiri tekkesine, birkaç derviş ve hoca gelerek
kendisinin ertesi gün Edirne Ulu Camii’nde vaaz vermesini istediler. Mısrî
kabul etti, fakat misafirler gitmeden ona bazı sorular sormak istiyorlardı.
Mısrî:
— Buyurun sorun, dedi.
Genççe
bir cami imamı:
— Efendim, Hak Teala yalnız ariflerin yüzünde
mi zuhur eder? diye sordu.
— Oğlum, dedi Mısrî, İbn Arabî’ye göre; O’nun
Zatı’ı işiten gören bir varlık yahut varlıklar grubuyla sınırlanamaz. O,
işiten gören, elleri olan varlıkların hepsinde tecelli eder; belirir... Yüce
Allah, külli, yani bütün bir öz olarak var olan her şeyin Zat’ıdır. Biz de İbn
Arabî takipçisi olarak deriz ki; evrende mutlak anlamda çirkinlik yoktur,
kâinatta var olan her şey güzeldir, çirkinlik görecelidir. Çünkü bütün
varlıklarda Cenabıhakk’ın isim ve sıfatlan yansır. Yine bir çünkü, Yaradan, her
şeyi kendinden yaratmıştır. Kâinatı yaratmak isteyince, isim ve sıfatlarını
açığa çıkartmış, maddeye tenezzül etmiştir.
Bir
derviş, biraz da hayretle sordu:
— O zaman varlığın şekilsiz hâli Allah’tır?!
— Evet öyledir, buna gayb-ı mutlak mertebesi
denir ve bunun ne olduğunu da Kendisinden başka kimse bilmez.
Halktan
bir mümin genç:
— Şeyhim, dedi, ben izninizle başka bir şey
soracağım. Bir inanmış kişi, hiçbir yere bağlı olmadan, kendi kendine her gün
Allah’ın güzel isimlerini zikretse, oruçlar tutup halvetlere girse, yolda
sayılabilir mi?
— Hayır sayılmaz, mutlak surette bir mürşide
bağlanması gerekir.
— Efendim, tarikatla şeriat birbiri ile
mukayese edilse, en belirgin ayrılıkları ne olur?
— Şeriat işin dış
görünüşüdür, hakikatin mecazıdır... Şimdi örnek olarak cevizi ele alalım.
Cevizin kabuğu şeriattır, içi yani meyvesi ise hakikattir. Cevizin içine ulaşmak
isteyen kimse, mutlak kabukla muamelesini yapar, yani onu kırar ve meyvesini
elde eder. Yunus Emre’nin ünlü: “Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü / Bostan
ıssı kakıdı, der ne yersin kozumu” beytini bilirsiniz elbet. İşte burada erik
şeriatı, üzüm tarikatı, meyve de hakikati temsil eder. Erik şeriata benzer, çünkü
dışı yenir, iç çekirdeği yenmez; üzüm tarikata benzer, hem yenir hem de birçok
nimet ondan yapılır, yalnız az ve küçük de olsa çekirdeği olduğu için
temizliğe muhtaçtır. Ceviz ise sırf hakikattir, çünkü içinde yaramaz bir şey
yoktur, hepsi yenir.
O
zamana kadar hiç konuşmamış olan bir derviş:
— Şeyhim, dedi, o şiir daima anlamakta güçlük
çektiğim bir şiirdir. Keşke onu bir şerh etseydiniz, benim gibi pek çok kişi
size minnettar olurdu.
— Evet, dedi Mısrî, benim de aklımdan geçiyor,
inşallah o şiir için bir şerh yazacağım. Başka soruları olanlar da vardı.
Mısrî, hepsini cevaplandırdı. Onlar gittikten sonra Mısrî de tekkeden çıkıp
kaldıkları hana gitti. Aklında ertesi gün vereceği vaaz vardı. Edirne’de
biriktirdiği öfkenin tümünü, cemaate aktarmak istiyordu, fakat gönlü
tedirgindi. Bir süre sonra vazgeçti öyle konuşmaktan; İslamiyetin güzel
ahlakına teşvik eden, güzel ahlaka özendirici bir vaaz vermeye karar verdi.
Gönlü de rahatladı...
Fakat, Ulu Cami’de yine üzerine bir hâl geldi, gönül sanki uçtu gitti,
eleştirici zekâ kavradı onu ve öfke... Böylece kendi yaptığı cifir hesaplarına
göre Osmanlının karanlık sonundan bahsetmeye başladı. Devlette devlet adamı bulunmadığından, yüksek makamların soyguncuların
ve budalaların elinde kaldığından, yapılan israflardan, alman rüşvetlerden söz
açtı.
Pek
kalabalık cemaat onu dinliyor, adamlar başlarını sallayarak onu tasdik
ediyorlardı. Sanki o anda Mısrî; “Kalkın ey cemaat, saraya yürüyelim.” dese,
herkes ayaklanıverecekti. Öyle gergin bir hava oluşmuştu caminin içinde.
Tam
da savaş öncesi bu sözler, saray açısından çok rahatsız ediciydi. Cemaatten
yavaşça ayrılan birkaç muhbir, soluğu Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa’nın yanında
aldı.
Bu
tarafta vaazını bitirmiş fakat bazı kimselerle konuşmakta olan Mısrî’ye gönlü
geri gelmişti ve çok rahatsızdı. Mısrî sorulan sorulara cevap verirken,
sıkıntısının sebebini bulmaya çalıştı. Bu sıkıntı, iğneli ve münasebetsiz bir
sorudan ziyade, dışarıdan gelecek bir müdahaleye bağlıydı. Büyük bir tevekkül
içinde Mısrî, beklemeye başladı.
Çok
da fazla beklemedi, bir anda caminin içini bir yeniçeri ağasının emrindeki
askerler dolduruverdi.
Mısrî,
Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa'nın emriyle, sadaret çavuşlarından Azbî Çavuşun
gözetiminde, Rodos’a kale hapsine gönderiliyordu, orada kalacağı süre belli
değildi...
Kendisiyle
gelmek isteyen dervişlerine Mısrî, Bursa’daki en sevdiği halifesi Şenikzade
Mehmet Efendi’yi tekkesine vekil tayin ettiğini söyledi. Onların haberi
götürmek için Bursa’ya geri dönmeleri gerekiyordu. “Cümle
dervişlerime ve Mustafa Derviş’e, o kime aktaracağını bilir, selamımı
götürün.” dedi.
Böylece Mısrî büyük bir soğukkanlılık
ve vakarla Azbî Çavuşa teslim oldu.
Deniz
seyahati sakin geçti; Mısrî, Azbî Çavuş’la ve kendisini merak eden yolculardan
bir kısmı ile bol bol sohbet etti. İnsan hakkında, İslamiyet ve Osmanlı
hakkında bol bol konuştu, Osmanlının, kendisinin yetişemediği parlak
devirlerinden bahis açtı. Öfkeden ziyade hüzün vardı konuşmalarında. İstek
üzerine bazı şiirlerini okudu onlara. Bir hasta kadını, nefesi ile iyileştirdi.
Birçok deniz tutana okudu, onlar da iyileştiler. Bir gün fırtına oldu, güneş
sabahtan beri yüzünü göstermemiş, kara kara bulutlar gökyüzüne kümelenmişti.
Şiddetli bir fırtına oluyor, zorlu dalgalar vapuru fena hâlde sallıyordu.
Yolcular korkulu, kaptan endişeli idi... Onun sohbetinde bulunan ve hemen hiç
konuşmayan bir adam Mısrî’nin yanına gelerek fırtınayı durdurmasını rica etti.
Mısrî:
— Şimdiye kadar hiç fırtına durdurmadın, ama
senin hatırın için, (havaya doğru elini sallayarak) haydi dur ey mübarek,
dedi...
On,
on beş dakika sonra bulutlar dağılmaya, güneş yüzünü göstermeye başladı, sular
duruldu... Bir saat sonra gökyüzü yine masmaviydi. Adam gelip:
— Allah senden razı olsun, dedi.
Mısrî
gülümsedi:
— Ben yapmadım senin hatırın yaptı, diye cevap
verdi.
— O hâlde doğru bir kanala rica etmişim
efendim, dedi adam.
— Her mürşit her zaman doğru bir kanal değildir
oğlum, dedi. Biz cümlemiz O’na bağlıyız, canı isterse gemiyi batırır,
istemezse böyle kurtarır. Ölüm vaktimizi yalnız O bilir, duaların kabul olunup
olunmayacağını da. O ne güzel bir Allah’tır ki, bu kez senin yüzüne baktı, saf
ve temiz gönlünün ricasını geri çevirmedi. Yoksa benim elimde bir şey yok,
ben sadece senin hatırın için fırtına dursun diye O’nun rızasını istedim.
Hiçbir mürşidin elinde bir şey yoktur, velev ki Yüce Mevla istemesin, her şey
olur, yalnız Rabb’im “Ol” deyince.
***
Azbî
Çavuş, gözetimde bulunan bir görevliden ziyade, bir mürit gibi ona hizmet
ediyordu. Mısri’yi, onun ayak bileklerine hemen bukağı taktıran kale komutanına
teslim ettikten sonra Edirne’ye dönmesi gerekiyordu, ama Edirne’ye istifasını
gönderdi ve artık mürşidi olan Mısrî’ye hizmet etmeye adadı kendini...
Kısa
bir süre sonra kale komutanı, Mısrî’nin ziyaretçilerine kapısını açtı. Aynı
zamanda Rodos'a sürülmüş fakat adada dolaşması serbest bırakılmış Kırım Hanı
Selim Giray başta olmak üzere, pek çok ziyaretçisi oluyordu Mısrî’nin. O, sanki
ayak bileklerinde bukağı olan bir kalebent sürgün değil, kendi tekkesinde
kendi postuna oturmuş bir mürşit idi. Onun şöhretini duyan Hristiyanlar da
ziyaretine geliyorlardı. Mısrî bütün ziyaretçilerini gönül hoşluğu ile
karşılıyor, onlarla uzun uzun sohbet ediyordu.
Selim
Giray Han, Mısrî’ye her gün on iki çeşitli bir yemek tepsisi göndermeye
başlamıştı. Mısrî bu yemeği sadece iki çeşide indirtti, kendisine gelen
yemeğin büyük kısmını zaten Azbî Çavuş’a ayırıyordu. Sohbetlerin dışında
sadece namaz, niyaz ve zikirle meşgul oluyordu; ne şiir ne de nesir yazıyordu.
Arada sırada yanında olan mecmuasına hatıralarını kaydediyordu, ama bu mecmuayı
daha ziyade karışık cifır hesapları için kullanıyordu. Bir süre sonra kale
komutanı, ayağındaki bukağıları çıkarttırmış, bir bakıma onu rahatlatmıştı,
lâkin Mısrî’nin bu rahatlığa da pek aldırdığı yoktu.
***
Bir gün Selim Giray Han gelip:
— Şeyhim, dedi, beni kendi hanlığım sürgüne gönderdi,
ancak şimdi, Osmanlı beni, İkinci Polonya Seferi için çağırıyor, yine Kırım
Hanı sıfatıyla gideceğim.
— Demek zaman zaman, Osmanlı da adamın kıymetlisini
tanıyor, dedi Mısrî ve gülümseyerek, git oğlum, dedi, seferiniz kutlu olsun,
zaferle döneceksiniz inşallah.
Mısrî,
Selim Giray Han’ı gülümseyerek yolcu etti lâkin burada kendisini anlayan birkaç
kişiden biri olan dostunun gitmesinden hüzünlenmişti. “Keşke Osmanlı’nın
tahtına bu Tatar hanları otursaydı.” diye
düşündü. Polonya Savaşının yine zaferle neticeleneceğini gönül biliyordu, ama
Mısrî bu zaferi küçümsüyordu. Onca bu, fakir fukara bir adamın bir gün için
kuzu budu yiyip sevinmesi gibi bir şeydi!.. Buna rağmen zafer için dua etti.
***
Aslında
Polonya; Almanya ve papanın yardım vaatlerine güvenmiş ve kış içinde
Başkomutan Sobiesky, Lublin ve Lwow’u Osmanlı’dan geri almıştı. Çünkü, kasım
ayında Osmanlı ordusu, Hacıoğlupazarı’nda kışlağa girmişti. Vaatlerle
heyecanlanan Sobiesky, bu yüzden ortalığı pek boş bulmuştu.
Haziran
ayında ordu padişah ve sadrazamla birlikte, Hacıoğlupazarı’ndan hareket etti.
Ukrayna ve Podolya’ya girildi, ümduğu yardımlar gelmeyince de Başkomutan Sobiesky,
barış istedi. Podolya ile Ukrayna arasında Bug İrmağı üzerinde Ladyzyn’de otuz
iki gün kalan sultan, barış esasları kararlaştırılınca Edirne’ye döndü. Yıl
1674’tü.
Antlaşmaya
göre; Hotin, Podolya, Lwow, Ukrayna Osmanlı’da; Galiçya ile Lublin Polonya’da
kalıyordu. 1676’da yapılan bu antlaşma ile, iki devlet arasında yedi yıllık bir
barış sağlanmış olacaktı...
Aynı
yıl Fazıl Ahmet Paşa öldü, yerine sadrazam olarak Merzifonlu Kara Mustafa Paşa
atandı. Fazıl Ahmet Paşa’nın kırk bir yaşında ansızın vefatı, sarayda pek çok
kimseyi mateme boğmuştu.
***
Mısrî
de, onu bu sürgüne yollayan Fazıl Ahmet Paşa’yı çoktan bağışladığı için,
Osmanlı’nın hayrına gördüğü bu adamın böyle genç yaşta ölmesine üzüldü, onun
için uzun uzun dua etti...
Rodos’a
geleli sekiz buçuk ayı bulmuştu. Mısrî, Kâsım’dan ilk mektubunu aldı. Acılı bir
mektuptu, acı haber veriyordu. Hiçbir sağlık meselesi olmayan Derviş Ağası, bir
gece yatağında sessizce gitmişti... İşte bu acı çok fazla geldi Mısrî’ye. Şeyhi
Sinan Ümmî’nin kaybını bir kez daha yaşadı, mateme büründü. Kâğıdı kalemi eline
alıp onun vefatına tarih düşürdü, ona hasretini, sevgisini dile getirdi, ne
büyük bir terbiyeci olduğunu söyledi.
Artık
sihir bozulmuş, Mısrî kalemi kâğıdı eline almıştı ve belki matemine deva olur
diye, Şeyh Ağasının da pek sevdiği, Yunus Emre’nin “Çıktım erik dalına anda
yedim üzümü” mısrası ile başlayan şiirini, “Şerh-i Nutk-ı Yunus Emre”
ismiyle şerh etti, onun ruhuna hediye etti.
Rodos’a
gelişinin dokuzuncu ayında gemi, Mısrî’nin affını ve geriye çağrılma emrini
getirdi. Aynı gemi ile ve Azbî Çavuş’la birlikte İstanbul’a, orada hiç
eğlenmeden Bursa’ya geri döndü.
Affı
ve dönüş haberi, ondan evvel gitmişti Bursa’ya. Başta kendisine vekil bıraktığı
Şenikzade Mehmet Efendi olmak üzere, bütün dervişleri ve büyük bir sevenler grubu
onu karşıladı. Doğru tekkeye gidildi, herkes Bursa’da Mısrî’ye karşı birikmiş
olan kinin artık bittiğini söylüyordu, düşmanları sevenlerinden olmamıştı ama,
artık Mısrî davası gütmüyorlardı...
Ancak
geç vakit evine dönen Mısrî, karısının saçlarını okşadı, alnından öptü; oğluyla
kızını birer dizine oturtup, onları sevdi okşadı, ikisiyle de ayrı ayrı
konuştu. Kocasının rahat ve neşeli hâlinden cesaret alan Gülsüm, yine de
çekinerek tüy gibi ince, zarif ellerini onun sakallarında gezdirdi:
— Şeyhim, dedi, ne olur, çocukların için hiç
olmazsa, daha tedbirli olamaz mısın artık? Hiç politika yapmadan, devlet
adamlarına çatmadan, vahdet sırlarını açmadan, sadece zahir din konularında
vaaz ve nasihat edemez misin?.. Bana ve çocuklarına acımaz mısın? Senin
yokluğuna dayanmak hepimiz için zor oldu.
— Mustafa ağabeyin sizlerle meşgul olmadı mı?..
— Oldu, olmaz olur mu! Ama elbet senin yerin
başka.
Mısrî
yumuşak bir sesle:
— Bak Gülsüm Hanım, dedi, Allah nasıl isterse
öyle olur. Edirne’de o konuşmayı yaptığım zaman, yemin billah olsun ki, o
sözleri sarf etmeye hiç niyetim yoktu. Fakat bana bir şeyler oldu, ne oldu ben
de bilemem... Bunu da unutma ki, benim ağzımdan konuşan O’dur.
— Hiç olmazsa bana bir söz versen ya da yemin etsen,
bilmem ki...
Mısrî
ciddileşti:
— Gülsüm Hanım, benim gibi Cenab-ı Hakk’ın
kaderine, kazasına boyun eğmiş biri için, bir dünyevi konuda söz vermek, yemin
etmek yakışır mı? O nasıl isterse öyle olur. Sen tasa çekme, görelim bakalım
Allah neyler. Yok mu bir sıcak çorban?
Gülsüm
yer sofrasını hazırlarken, gözyaşlarını içine akıttı.
Mısrî,
mum yapma işine de tekrar başladı. Fakat ilk ziyareti Miskinler Mahallesine
oldu, yine eskisi gibi onlara sepet sepet meyve götürdü. Bu sepetleri
mahallenin sınırına kadar gelen dervişleri taşıyorlardı. Şeyhleri, onları daha
içeri sokmuyordu.
***
Havalar
ısınmış güzelleşmişti, dervişleri ve fakir fukara ile arada sırada yaptıkları
kır sohbetlerinin, eğlencelerinin vakti gelmişti. Mısrî bu kır gezilerine
özellikle fakir fukarayı davet ediyor, onların midelerini ve gönüllerini odun
ateşinde çevrilen kuzular, bir, bazen birkaç kazan pişen pilavlar ve
sohbetleriyle hoş ediyordu. Bu kez esnaftan kişiler de karıştı Uludağ
eteklerinde yapılacak olan kır gezmesine...
Sabah
namazından sonra yola çıkıldı. Malzemeyi ve kazanları, üzerinde oturup
yatacakları kilimleri, kurulacak çadırları eşekler taşıyordu... Mısrî’ye her
zamanki gibi at teklifi yapıldı, o da her zamanki gibi reddetti. “Sizlerle beraber
yürümek daha güzel.” dedi.
Uzaktan
bir bulut halesi içinde Uludağ görünüyordu. Çiçek, özellikle hanımeli kokusu
ile sarılmışlardı... Papatya, gelincik, sarı çiçek tarlalarından geçip
tırmanmaya başladılar. Şimdi daha çok kekik kokusu vardı; bir kısmı, dönüşte
evlerine götürmek için kekik topluyordu... Karanlık ulu ormanlarla kaplı dağın
yamacında bir süre mola verdiler. Buradan, Bursa yeşil bir fon içinde, yüze yakın
beyaz minaresi, bir o kadar kubbesi, kırmızı damlı evleri ve dev gibi ceviz
ağaçlarının, çınarların, selvilerin aralarından kıvrıla kıvrıla akan Nilüfer
Çayı ile bir çocuk masalından fırlamışçasına güzel görünüyordu.
Tekrar
yürümeye başlayınca epey zengin bir esnaf olan, zenginliğinden de gizli gizli
pek gurur duyan, adı “pinti’ye çıkmış Burnu Büyük Kemal Efendi, Mısrî’nin yanına
gelip onunla yürümeye başladı ve sordu:
— Şeyhim, Yüce Allah’a daha yakın olmak
isterim, ama işimi gücümü bırakıp derviş de olamam, ancak namazımı
kılabiliyorum. Başka ne yapabilirim?
— Yüce Allah’a yakın olmak istemen, hayırlı bir
arzudur Kemal Efendi. Ancak derviş olmak için iş güç bırakmak gerekmez, bunu
bilmen lazım.
— Bilirim de efendim, benim işim büyüktür,
çevirmesi kolay değildir, öyle herkese güvenemem, hırsız riyakâr çoğaldı
zamanımızda. Yani efendim oğullarım büyümeden kimselere emanet edemem işimi...
Dervişlikten başka ne yapabilirim acaba?
— Yaa. peki, o hâlde şunu kesin olarak
söyleyebilirim; Allah a yakınlaştırıcı sebeplerin en kuvvetlisi alçak
gönüllülüktür. Uzaklaştırıcı sebeplerin en kötüleri ise kibir ve şöhrettir.
Bir de şöyle bir Kutsi Hadis vardır, der ki: “Benim velilerim, benim
kubbelerimin altındadır, onları benden başka kimse bilemez.” Bunu biraz açalım;
yani Allah Teala’nın örtüsü ile ayıp kubbelerinin altında gizli olan velileri
kimse bilemez. Sen onu ayıplı görürsün, ama o bir velidir! Bizler birçok
kimseye, pek düşünmeden ve emin bile olmadan; zındık, asi, riyakâr, hırsız yaftalarını
çok kolay yapıştırabiliriz, ama bu kişiler yaptıklarından ötürü kalplerinde
bulunan derin üzüntü, Allah’ı bilme, kendi nefsi ve diğer kullar hakkında iyi
zan besleme, herkese alçak gönüllü davranma gibi sebeplerden biri, birkaçı ile
Allah’a yakınlaşmış olabilirler... Bizler bilemeyiz, onun için kim olursa
olsun, ne şekilde olursa olsun, onun karşısında bir gurura kapılmadan, “Ben
senden daha iyiyim, şuyum buyum...” demeden, böyle bir şeyi içinden bile
geçirmeden, hakkında iyi zan beslemeliyiz. Ve hayır yapmalıyız, bol bol hayır;
örneğin çeşmeler, köprüler, sıbyan okulları, mescitler yaptırmalıyız... Anladın
mı Kemal Efendi?
Kemal
Efendi suçlanmıştı, başını önüne eğdi:
— Anladım şeyhim, dedi ve izin alarak uzaklaştı
yanından...
Vakit
öğleni bulmuştu, Mısrî, dervişlerine:
— Daha fazla tırmanmayalım, dedi, şuralarda bir
akar su bulup yerleşelim.
Öğlen
namazında Mısrî imamlık yaptı. Kuzular cemaatten uzak bir yerlerde kesildi,
fazlalıkları toprağa gömüldü, ateşler yakıldı. Kuzular ateş üzerinde dönmeye,
kazanlarda pilav suyu kaynamaya başladı. Bazı evli dervişler, hanımlarına
börek, dolma falan yaptırmışlardı, onlar çıktı ortaya. Acıkan birçok kişi
bunlardan nasiplendi.
Yemekler
yenip akşam namazı da kılındıktan sonra yatsıya kadar ney, bendir ve kudüm
eşliğinde zikir yapıldı. Yatsıdan sonra ise bir büyük ateşin karşısına çepeçevre
oturdular... Herkes konuşmak istiyor fakat kimse lafı açmaya cesaret
edemiyordu.
Nihayet
Kasap Zikrettin Efendi:
— Şeyhim, dedi, zamanımız pek kötü oldu,
kıyamet mi yaklaşıyor nedir... İnsanlarımız işi gücü bırakıp boş laflara
dalmayı iş edindiler. Kahveler adam almıyor, birbirlerine gidip gelmeler pek
sıklaştı. Bu kadar konuşup, dertleşecek ne bulurlar bilmem. Sanırım hep boş
lakırtı, sanki koskoca Osmanlı Devleti’nin işlerini bunlar halledecek!..
Mısrî,
hafifçe tebessüm etti:
— Zikrettin Efendi, dedi, bir adam sebebi
bilinmeyen, teşhis dolayısıyla tedavi yapılamayan bir hastalığa yakalanınca
akıl öğreten çok olur, âdettir. Osmanlıyı dillerine düşürmeleri onun
yakalandığı hastalıktandır. Bu hastalık iyileşir de iyileşmeyebilir de, hemen
Cenabıhak yüzümüze baksın... Birbirine gidip gelme deyince, şunu bilelim ki;
Yaradan, bütün insanları tek bir nefisten yaratmıştır. Bundan dolayı birbirine
gidip gelmeler, aralarındaki sevgiyi artırır. Sevmek ise sevaptır. Çünkü
Allah, insanları sevgisinden, sevgi ile yaratmıştır. Bu yüzden Allah için
sevmek gerekir... Evet Allah için sevmek, bazen de yine Allah için kızmak
gerekir. Lâkin bu kızma, fevkalade ince bir husustur, kıl gibi, kıldan da ince
bir nokta... Emin olmadan açık açık görüp bilmeden bu yapılamaz.
Berber
çırağı sordu:
— Yani neden emin olmadan efendim?
— Eğer bir adamın küfre, şirke, Allah’a isyana
battığını, dediğim gibi açık açık bilirseniz, kanıtları gözlerinizle
görmüşseniz, ona kızabilir, yüzüne karşı öfkelenebilirsiniz; kimin için?
— Allah için şeyhim.
— Evet... Sabahleyin Kemal Efendiye de
söyledim, yoksa insanlar için kötü zan beslemek olmaz; kötü zan, sadece
sahibini kötüye götürür. Bütün bunlara dikkat etmek lazım gelir.
Gençten
bir ayakkabıcı çırağı:
— Şeyhim, dedi, söz arasında geçer; ihlaslı
adam denir, hani ben de kullanmışımdır belki, fakat ayıptır söylemesi ihlas
nedir bilmiyorum, bir açıklar mısınız?
Mısrî
derîn bir nefes aldı, ayakkabıcı çırağının temiz, saf yüzüne bakıp tebessüm
etti:
— Oğlum, dedi, halk “ihlas”ı genellikle
içtenlik anlamında kullanır, temizlik, saflık anlamında kullanır, yanlış
değil... Çünkü Kur’an’da da saflık, temizlik, katıksızlık, riyanın zıddı
olarak geçer. Tasavvufta ise ihlas; Allah’ın rızasını gözetme, sözün öze, özün
söze uyması, riyakâr ve ikiyüzlü olmamak anlamını taşır. Ne demiş Hazreti
Mevlâna: “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.” Burada en önemli
nokta, yaptığımız her işi, Allah’ın rızasını kazanmak için yapıyor olmamızdır.
Eğer bunu içtenlikle becerebilirsek, zaten göründüğümüz gibi olur, olduğumuz
gibi görünürüz... Bilir misiniz O, cenneti verirken, yapılan iş ve
hareketlerin, tutum ve davranışların ihlaslı olmasına bakar. Fakat ahirette
Allah’ın yüzüne bakabilmek tamamıyla O’nun kullarına olan sevgisinin bir neticesidir,
O’nun lütfudur... Kutsi Hadis’te: “Onu sevdiğim kulumun kalbine koyarım.” der,
böyledir.
— Sağ olun, anladım ama bir de şeyhim, dedi
ayakkabıcı çırağı, siz bilirsiniz bu sülük, salik nedir yani derviş salik mi
oluyor?
— Epey meraklısın sen, aferin Arif, böyle
aklına geleni hep sor, sormak daima faydalıdır. Evet, sülük; bir manevi yola
girmek demektir, yani Allah’a ulaşmak için, ahlakını, nefsini temizleme yolu.
Manevi yola, gönül yolu da diyebiliriz. İşte salik; kalbi bu yola düşen kimseye
denir. Salikin yaptığına seyr-ü sülük da denir. Sülük; parça ruhun, Bütün’e
ulaşmasıdır da denebilir. Söyle bakalım parça ruh nedir? Bütün nedir?
— Sanırım şeyhim, şey... Burada Bütün, Allah
oluyor, o hâlde parça ruh da insan...
— Tamam, anlamışsın, arada sırada tekkeye de
uğraşana sen Arif. Şunu da hiç unutma ki, aslında, şu evrende aklına gelen
her varlık, bir şekilde seyr-ü sülük yapmaktadır. Kendi çapında kemale yani
olgunluğa doğru hareket halindedir.
Kâmil
Efendi söze karıştı:
— Herhâlde peygamberler sülük yapmazlar.
— Hayır, peygamberler de süluke tabidirler,
dedi Mısrî ve sordu:
— Başka suali olan var mı?
Artık
gelen bütün sorular şeriatla ilgiliydi. Gece kapanmak üzereyken, orta yaşlı
fakat güçlü kuvvetli ve küçük bir bakkal sahibi olan sol gözü kör Selim Efendi,
hanımından bahis açtı:
— Şeyhim, dedi, benim bir derdim var. Burada
kimseyi ilgilendirmez, ama sizi bulmuşken anlatayım istedim... İlk eşimin
vefatından sonra, kız kardeşlerim bana bir hanım buldular. Hem yaşı genç hem de
pek güzel bir hanım, ama kendi isteği ile vardı bana. Uzaktan göstermişler
beni, bir gün de peçeli falan bakkalıma gelip zeytin almış, bunlardan haberim
yok. Meyse lafı uzatmayayım, bu hanımla evlendik, fakat o kendi güzelliği ile
çok böbürlenen biri, güzellikten başka önem verdiği bir şey yok... Beni de
çirkin bulduğu için olsa gerek, sürekli başıma takaza oluyor. Beni tek gözlü
olduğum için küçümsüyor, burnumu eğri buluyor, saçlarımın dökülmeye başladığını
söylüyor, yani bir gün geçmiyor ki yeni bir kusurumu bulmasın... Fena hâlde
bunaldım, derdimi de kimselere açamıyorum, şimdi size danışmak istedim, gönlüm
hiç elvermiyor ama acaba onu boşasam mı?
— Yaa, dedi Mısrî, sen de Selim Efendi
çarelerin en zorlusunu bulmuşsun! Boşanmak çare değil, onunla güzel güzel
konuşman lazım önce. Hele boşanmaya gönlün de el vermiyorsa, ayrılık
düşüncesini at kafandan. Onunla konuş ve anlat ki; güzellik ve kuvvet geçici
şeylerdir. Şunu bilsin; güzellik de, kuvvet gibi her insanda vardır, çocukluktan
yirmi yaşlarına kadar, Allah’ın bu bağışı her insanda giderek artar (durdu,
derin bir nefes alıp boşalttı, devam etti) ve sonra da giderek eksilmeye başlar.
Hatta kuvvet ömür ortalarına kadar artar ve sonra eksilmeye başlar. Şöyle
bakınca sende güzellik var, fakat gücün kuvvetin daha çok yerinde. Söylediğin
üzre güzel olan eşinin, gücü kuvveti sana denk değildir, yani senin de ondan
üstün tarafın var, bunu böylece bil, eşine onu küçümsemeden bu gerçeği
hatırlat. Evet ne diyordum, yeter ki insan, bu güzellik ve gücün Allah’ın
kendisine vermiş olduğu emanetler olduğunun idrakine varsın ve bütün şeyler
gibi tekrar O’na döneceğini bilsin. Ve güzelliği ile de gücü ile de asla
böbürlenmesin. Zira insanın kendisinde bulunan emanet ve ariyetlerle başkalarına
kibretmesi (gülümsedi); ahmaklıktır!.. İnsanlarda daha bunlara benzer hâller
çoktur, her güzelin, daima daha güzeli, her güçlünün efendim her akıllının daha
güçlüsü ve akıllısı vardır, bulunur... Bunları eşine, güzel güzel anlat;
böbürlenmenin, kibrin, bunlarla başkalarına takaza etmenin, Allah önünde günah
olduğunu söyle, (tekrar nefes aldı ve boşalttı ve adamların yüzlerine dikkatle
bakarak) Şimdi söyleyin bana, dedi, bu anlattıklarım doğru mu, eksiği var mı?
Hemen
hepsi, hep birden:
— Doğrudur, eksiği yoktur, dedi.
— Anlattıklarım doğrudur fakat eksiği vardır,
dedi Mısrî, çünkü her insanda, hem de hiç geçmeyen yani giderek eksilmeyen
fakat arttıkça artan bir güzellik bulunur, bulunması gerektir.
Dervişleri
anlamışlardı, yüzlerinde hafif tebessümler uçuştu, öbürleri boş boş baktılar.
Mısrî:
— Hem de Allah’ın izni ile bizim
yapabileceğimiz bir güzellik (adamların gözlerine baktı tek tek, bu gözler
boştu, umutsuzca tebessüm etti). İç güzelliğinden bahsediyorum, dedi.
Adamlar
rahatladılar birden:
— Haklısın şeyhim, dediler, biz düşünemedik.
— Sen de düşünemedin mi Selim Efendi?
— Aklımdan geçti şeyhim ama ya yanlışsa diye,
sesimi çıkaramadım.
— Benimle konuşurken içinizden ve aklınızdan
geçeni, edep dairesinde söyleyin, seslendirin onu, dedi, anlaştık mı?
— Anlaştık, dediler.
— Eveet Selim Efendi, aslında eşine ilk
söyleyeceğin bu olmalı. Maddi güzellik geçicidir, geçici olmayan tek güzellik
ve hatta güç, yalnız; iç güzelliği ve iç kuvvetidir. Geçici yüz güzelliği ile
övünmek, işte bu yüzden budalaların işidir. Haydi bakalım şimdi ateşi
dinlendirelim, yavaş yavaş yatıp uyuyalım. Sabah namazında görüşürüz inşallah.
Mısrî’nin
hemen yatıp uyumayacağını, ibadet edeceğini biliyorlardı dervişleri, ama o
“dinlendirelim” dediği için, ateşi söndürdüler.
Ertesi
günü, ikindiden sonra, dudaklarında ilahiler, ağır ağır indiler dağdan...
Herkes mutluydu, Selim Efendi bile. ***
Mısrî,
Rodos sürgününden önce yaptığı gibi, yine tekkesinde adam yetiştirmeye
çalışıyor, yine Olu Cami’de vaazlar veriyor, nasihat ediyordu... Fakat yaptığı
halvetlerin etkisiyle giderek cezbesi artmaya başladı, yine cifir hesaplarına
döndü; yine Hazreti Hasan ile Hüseyin’in elçiliklerinden bahsetmeye, yine
devlet büyüklerine çatmaya başladı. Kürsüde halkın anlayamayacağı, çözüp sonuca
varamayacağı sözler söylüyordu. O kaybolmuş olan Mısrî düşmanlığı, yeniden baş
gösterdi. Vanî Efendinin adamları zaten hiç boş durmuyor, Mısrî’nin her
yaptığını saraya jurnalliyorlardı. Hatta onun Miskinler Mahallesine
ziyaretlerini bile: “Cüzzamlıları da ayaklandırmak istiyor.” diye ihbar
etmişlerdi.
Vanî
Efendinin en büyük isteği; Mısrî’yi tekrar sürgüne yollamak, böylece sesini
kesmekti. Haberleri, Padişah IV. Mehmet’e ulaştırıyordu. Sultanın inanmadığı
bir tek cüzzamlıları ayaklandırma meselesiydi:
— Hoca, dedi, senin adamların da meseleyi
abartıyorlar; cüzzamlılar ayaklansa ne olur, ayaklanmasa ne olur!.. O kaderin
sillesini yemiş zavallı adamları, elbet Mısrî, merhametinden ziyaret ediyordur,
kimsenin yüzlerine bakmadığı, onlardan bucak bucak kaçtığı bir zamanda, Mısrî,
gönüllerini hoş ediyor demek ki... Söyle adamlarına böyle saçma sapan
ihbarlardan kaçınsınlar, yoksa hepsini sürerim.
“Başüstüne
Sultanım” dediyse de hocası, daha akla yakın olan ihbarları, ona nakletmeye
devam etti.
***
Mısrî,
bir gün de sadece özel sohbetlerinde konuştuğu bir şeyi kürsüden, halka
söyleyiverdi. Kırım Hanlarını övdükten sonra:
— Osmanlı’nın tahtına onlar daha çok yakışırdı;
bizim saltanata da yeni, taze bir kan aşılaması olurdu, dedi.
Bu
sözler, onun düşmanlarının arayıp da bulamadıkları bir şeydi.
Böylece
Mısrî durmadan halkı şaşırtırken, düşmanlarının ekmeğine yağ sürüyor, onları
sevindiriyordu. Bu arada onun çok içten duyduğu Hazreti İsa sevgisini şiirlerinde
belirtmesi ve yaptığı Osmanlı aleyhtarlığı Avrupa’da da tanınmasına vesile
olmuş, birçok şiiri Almanca ve Fransızcaya çevrilmişti.
O
günlerde, Kâsım’dan bir mektup aldı: ‘Ağam,” diyordu Kâsım, “Bursa’da bir kısım halkın söyledikleri, padişahın
ağzında gezermiş, güya sen Kırım’ın Tatar hanlarını, bizim Osmanlı
sultanlarına tercih edermişsin! İnanılacak gibi değil! Oysa biliyorsun sultan
da Halvetidir ve ramazanlarda hep senin ilahilerini dinler, yani sana karşı bir
sevgisi vardır, fakat şimdi iki husustan öfkeliymiş. Bir de yine cifir
hesaplarına dönmüşsün. Bu kez Hazreti Hasan’la Hüseyin’in peygamberliklerini
daha şiddetle iddia edermişsin. Yapma ağam, kendin bütün bunlara inansan bile
içinde kalsın, elaleme söyleme. Senin söylediklerini saraya nakledecek kim
bilir kaç casus vardır orada! Unutma ki, ağzından çıkan her söz, İstanbul’dan
işitiliyor.”
Mısrî,
Kâsım’ın mektubuna, bir şiirinden, bir beyitle cevap verdi:
Halk içre
bir âyineyim, herkes bakar bir an görür
Her ne görür kendi yüzün ger yahşi ger yaman görür
Her ne görür kendi yüzün ger yahşi ger yaman görür
Yine
de Vanî Efendi’den gelen şikâyetler değil, bizzat Bursa Kadısı Ak Mahmut
Efendinin durumu resmen devletin merkezine bildirmesi sultan üzerinde etki
bıraktı. Bu kez Mısrî, Limni Adasına sürüldü, altmış bir yaşındaydı.
Tekkeden
alıp, yine ayak bileklerine bukağıları takıp apar topar götürdüler.
Mısrî
ancak, Şenikzade Mehmet Efendiyi kendisine vekil tayin edecek ve karısının
ağabeysi Mustafa ile evine selam yolla&p, ondan kız kardeşine ve çocuklara
göz kulak olmasını isteyecek vakti bulabildi. Bir de arada sırada hatıralarını
ve fikirlerini yazdığı, türlü cifir hesapları yaptığı Mecmua adlı eseri ile
bazı risalelerini ve bazı kıymetli kitaplarını yanına aldı. Dervişleri de
onunla birlikte gitmek istedilerse de Mısrî müsaade etmedi.
Gemiye
giden yol boyunca öfkesi arttı. Yalnız, padişaha, Vanî Efendiye, Bursa
kadısına değil, pek çok kimseye, pek çok şeye kızıyordu. Nihayetinde o. kendi
fikirlerini söylemişti. Kendi fikirlerini söylemenin bir suç olmaması
gerekirdi, çünkü Mısrî rastgele bir adam değil; Allah’ın yoluna erişmiş,
Bir’le tekrar tekrar bir olmuş bir şeyh, bir bilgindi. Bilge idi. Sözlerinin
dinlenmesi, değerlendirilmesi lazım gelirdi. Padişahın adamları ise ne yapıyor,
onu bilmem hangi adaya sürgüne gönderiyordu!
Böyle
düşünüyor, hemen hiç konuşmuyor, pek az yiyip içiyor, yahut oruç tutuyordu...
Onu
yarı vecd hâlinde gemiye bindirdiler. Üç günden beri ağzına bir lokma koymamış,
bir damla su içmemişti. Ve gemide öfkesi taştı; yanında getirdiği birçok kıymetli
kitabı, kendi risalelerini parçalayıp yırtıp dalgalara attı. Yol boyu oruç
tuttu, o çok sevdiği denize bile bakmadı, zikirle meşgul oldu. Sonra yavaş
yavaş öfkesi dindi, sanki halvete girmişçesine yumuşadı, rahatladı. Eğer Allah
istemese, böyle bir şey başına gelmeyecekti elbet. Ve Mısrî, ne zaman Allah’ın
takdirine karşı gelmişti ki, bu sefer gelsin! Yolculuğun sonuna doğru, herkesle
ahbap olmuş, onlara vaazlar vermiş, nasihat etmişti. Birçok yolcu derdine
dermanı onda buldu, çevresi sevgi ve saygıyla kuşatıldı...
***
Limni
kalesindeki yarı karanlık taş odasında halvete girdi... Halvetten çıktıktan
sonra tam rahatlamıştı, yine insanlarla konuşmak, kaynaşmak, yine onları “doğru
yol”a çekmek arzusu içini doldurmuştu. Bir şekilde buraya, adadaki Müslüman ve
Hristiyanlar için görevli geldiği inanandaydı. Kale muhafızlarının başı olan
komutandan, adadan isteyenlerin kendisini ziyaret etmeleri için müsaade
vermesini istedi. Komutan, bir hayli düşünüp Mısrî’yi küçültücü bakışlarla
süzdükten sonra kabul etti.
Önce
pek ziyaretçisi olmadı, fakat giderek taş odası gelenlerle doldu taştı.
Bir zaman sonra manevi yolunda yoldaşı, fakat hiç tanışmadıkları
İstanbul’dan Şeyh Karabaş-ı Veli de Limni Adası’na sürgün edildi. Yalnız o, kalebent değildi; kendi tuttuğu bir evde kalıyordu. Mısrî’nin
odasının ziyaretçilere açık olduğunu duyunca, oğlu Mustafa ve dervişi Üsküdarlı
Nasuhi ile ona okuması için, kendi risalelerinden birkaçı ile İbn Arabî’nin
“Fûsus-ül Hikem”ini gönderdi; fakat kendisi ziyaretine gelmedi... Bu ince
ayrıntıya dikkat eden Mısrî, misafirlerine alaka gösterdi, onlara itibar etti.
Ancak gönderilen kitapları önemsemezmiş gibi bir tavır takındı. Aslında
Karabaş-ı Velinin kendisine karşı bir Osmanlı casusu olduğundan da
şüpheleniyordu. Bu şüphesini Mecmuasına kaydetti, fakat oğluna bir şey
söylemedi. O günden sonra Mustafa onun devamlı ziyaretçilerinden oldu. Bir
bakıma Karabaş-ı Veli’nin oğlu, manevi yolda babası tarafından değil, fakat
Mısrî tarafından şekillendirilmeye başladı. Ve bir gün Karabaş-ı Veli de onun
ziyaretine geldi, aynı yolun yolcusu olan iki mürşit, tasavvufi bahislere
dalıp, ahbap oldular.
Bu
arada Mısrî, Hazreti Peygamber’in: “Olmuş olanda hayır vardır.” sözünü
düşünerek, “Zaar Limni’de Halvetiye yoluna ihtiyaç vardır.” diye, bir gün
“Bismillah” çekip, kendisini ziyarete gelen Müslüman ve Hristiyan ziyaretçilere,
Halvetiliği anlatmaya başladı.
***
Ancak,
çabalarına rağmen. Hristiyanları kendi tarafına çevirememiş olan ada kadısı;
bir sürgün mürşidin bu kadar alaka çekmesi ve Mısrî’nin onlara tarikat ve
hakikat dersleri vermesini kaldıramıyordu, gidip ada emiri ile görüştü.
Emir
Hüsamettin de bir siyasi mahkûma karşı gösterilen ilgiden rahatsızdı. Kadının
sızlanması ona iyi geldi.
— Muhterem Kadı Efendi, dedi, ben bu adamın bir
siyasi mahkûm olduğunu biliyorum, o kadar. Fakat Bursa’da ne yapmış, hangi
suçu işlemiştir bilmiyorum, ancak orada yakınlarım var, isterseniz yazıp
sorayım, öğrenelim. Eğer tehlikeli ise elbet komutan ile görüşüp şu ziyaretçi
iznini kaldırabiliriz.
— Emirim efendim, dedi kadı, hatta şimdiden şu
izni kaldırsak, sonra Bursa’dan gelecek mektubu beklesek olmaz mı? Tehlikeli
olmasa zaten ta buralara sürülmezdi.
Her
şeye rağmen adaletli biri idi Emir Hüsamettin:
— Bursa’dan gelecek haberi bekleyelim merak
etmeyin, ben mektubu yarın kalkacak olan gemiye yetiştiririm, dedi.
Kadı
gittikten sonra da meseleyi düşünmeye devam eden emir, onun ziyaretçilerinden
birkaç kişi ile konuşmaya karar verdi...
Aldığı
cevaplar hep Mısrî lehine idi, bu pirifâni; onlara İslamiyetin temiz yollarını
açıklıyor, Halvetilik dersleri ile dinimizin gülümseyen, ferah ve derin yüzünü
öğretiyordu; birkaç Hristiyan şimdiden Müslüman olmaya karar vermişti.
Emir
içi rahatlayarak Bursa’dan gelecek mektuba pek de aldırmayacağını düşündü; o ki
Hristiyanları Müslüman edecekti bu adam! İçinden kadının Mısrı’yi kıskandığı
geçti, kıs kıs güldü...
***
Beş
ay sonra Bursa’dan mektup geldi; Mısrî’nin şehirde dedikodulara sebep olan
bütün vaazları anlatılmış, pek çok vaizin öfkeli sözleri nakledildikten sonra, Mısrî’ye
karşı olan iki şeyhin isimleri de verilmişti; biri Sivasîzadelerden Muhammed
Nazmi, diğeri ise Halvetilerden Selami idi.
Hele
hele bir Halveti şeyhinin de ona karşı olması epey düşündürdü emiri. Yine
kendisine yakın bazı ziyaretçiler ile konuştu, şeyhin ağzını aramalarını
Hazreti Hasan ve Hüseyin konusunu açmalarını falan söyledi... Cevaplar yine
olumlu idi ve adada Hristiyanlar birer ikişer Müslüman olmaya devam ediyordu.
Bir gece uykusu kaçtı; bir tarafta kadı, bir tarafta ada halkının bu kadar sevdiği
Mısrî... Doğrusu bu halkın öfkesini çekmek istemiyordu, hele burada işlenmiş
hiçbir suçu yokken ziyaretçileri menetmek için bir sebep bulamıyordu. Yani
kendisini Kadı Efendi’nin kıskançlığı mı yönetecekti? Kadı ile konuştu ve
Bursa’daki tanıdıklarının Mısrî hakkında pek bir şey bilmediklerini, bir suç
olmayınca da ziyaretçileri yasaklayamayacağını söyledi. Lâkin Mısrî hakkında
ziyaretçileriler nezdinde sürdürdüğü ilgisini hiç kesmedi, daima ondan
haberler aldı.
Öte
yanda Mısrî, emirin bu sorgulamalarından haberdar olmuş, onu padişahın
yönettiğini düşünerek emirden de memnun kalmamıştı. Zaman zaman kendi başına
geçirdiği hâller içinde, emire de kızıyordu. Bu İlahî hâllerde iken, Emir
Hüsamettin ve başka kızdıklarının gelip görünmelerini Mısrî de pek
anlayamıyordu; bunlar ne türlü hâller idi ki, onu dünya meseleleri ile
böylesine ilgili kılıyorlardı! Velhasıl kendisini melekût âleminde de bulsa,
bir küçücük yanı ile dünya içindeydi. Ve bu küçük yan, zaman zaman pek önemli
oluyor, onun Mecmuasını cifir hesapları bazen de küfürlerle doldurmasına sebep
oluyordu. Ancak ziyaretçiler yanında son derece temkinliydi; o, buraya
Halvetiliği öğretmeye gelmişti ve sadece bu verilen görevi yapacaktı. Kendi
doğru bildiği fakat kabul görmeyen değişik inançlarının veya Osmanlıya sövmenin
burada yeri yoktu. Ha belki daha sonra! Hele bir yıllar geçedursundu...
Yıllar
geçedurdu; Mısrî Limni Adası’nda yeni müritler kazandı ki, biri Hristiyanlıktan
dönme idi. Onlardan pek çoğunu Müslüman etmişti, ama içlerinden sadece birini
mürit olmaya layık görmüştü. Manevi yönden hayatından memnun idi, fakat zaman
zaman kale muhafızları, emir ve kadı başta olmak üzere ada idarecilerine karşı
duyduğu şüphe ve öfke onu yıpratıyordu; buhranlı gecelerinin sabahları, yüzü
gözü şiş kalkıyordu... Bir ara kale muhafızlarının kendisini
zehirleyeceklerini düşündü; arada sırada ikram ettikleri kebap, kestane,
haşlanmış mısır gibi yiyeceklerden kaçınmaya başladı. Ama yiyeceklerini
reddettiği adamlar, gece onun boğazından, midesine yılan kaydırabilirlerdi! Geçirdiği
ve ulaştığı manevi hâllerin ağırlığında, ara ara bunları da hayal ediyor ve
Mecmua’sına notlar alıp duruyordu. Hayatından endişe ediyordu, tam da adadaki
manevi görevinin daha başlangıcındayken olmaması gerekendi bu! Yedi kat göklere
uçtuğu, fakat bazen de yedi kat yerin dibine gömüldüğü hâllerdi bunlar ve
vücudu; yüzü gözü kızararak, şişerek, bitkinleşerek, olmadık yerlerinde
sivilceler çıkartarak tepki veriyordu.
İki
yıl geçmişti...
Bir
gün Mısrî, İstanbul’dan gelen bir emirle serbest bırakıldı...
Fakat
o, Bursa’daki dervişlerini, ailesini pek özlemesine rağmen, Halvetiliğin güzel
tohumlarını ektiği, taze müritler kazandığı, İslamiyetin rahmet ışıklarını
saçtığı Limni Adasından ayrılmadı. Buradaki görevini tamamlamak, hiç olmazsa
arkasında bir, birkaç kâmil halife bırakmak arzusundaydı. Eğer Bursa’daki
dervişleri de onu özlemişlerse, artık korkmadan buraya ziyaretine gelebilirlerdi.
Kaleden İskele Camii’ne taşındı, orada minberin altında bulunan küçük odada
halvete girdi. Ömrü boyunca yaptığı kırk günlük halvetlerinin kırkıncısıydı
bu.
Buradaki
müritleri ona bir tekke hazırlamayı düşünüyorlardı. Bu kırk günlük halvet
onlara fırsat yaratmıştı. Alelacele İskele Camii yakınlarında yer arandı;
nihayet Yalı Caddesi üzerinde bir binada namazgâhı, çilehanesi ve tevhidhanesi
ile tekke hazırlandı.
Mısrî
için hoş bir sürprizdi bu. Yeni tekkesinde canla başla çalışmaya başladı.
Burada da tıpkı Bursa’daki gibi dervişlerini yetiştiriyor, gelen
ziyaretçileriyle sohbet toplantısını yapıyor, bazen onlarla deniz boyu ağır
ağır yürürken, Bursa’daki kır toplantılarında olduğu gibi halktan kimselerin
sorularına cevaplar veriyordu. Ney ve kudüm eşliğinde zikir ve devran
meclisleri de başlamıştı.
***
O, Bursa’daki dervişlerini bekliyordu, ama ilk ziyaretçileri
Kâsım’la kardeşi Melekşan oldu... Melekşan,
şeyhinin yanında peçesini kaldırdı; yaşlanmıştı, ince ve mahzun yüzünde
kırışıklar peyda olmuş, rengi solup sararmıştı... fakat lacivert gözleri ateş
içindeydi, şeyhiyle özel konuşmak istediği için ağabeysinin dışarı çıkmasını
istedi. Melekşan’la şeyhi halvet oldular, hayatlarında ilk defa yalnız
kalmışlardı. Yaşlı kadının anlattıklarını dinleyen Mısrî, onun gönül hayatının
zenginliği karşısında şaşkına döndü. Bekliyordu ama bu kadarını değil! Nefis
mertebelerini aşmakta şeyhliği gereği, mektuplarla ona yardımcı olmuştu
bittabi; Melekşan da bütün nefis mertebelerini aşmıştı, manevi yolunda
fevkalade bir ilerlemeydi bu! Artık onun çok ileri bir derviş olduğunun
idrakine vardı.
— Seni kendime halife yapmak isterim, dedi
ona.
Fakat
yaşlı kadın bu görevi almak istemedi:
— Efendim, dedi,
bu, zamanımızda görülmemiş bir şeydir. Halifeliği taşıyabilirim, ama halkın
kuşkulu fakat bilhassa kötü tepkilerini kaldıramam. Benim mürit yetiştirmeme
engel olurlar, türlü çirkin sözler söylerler ve eminim iftiralar atarlar.
Sizin hakkınızda söylenenleri bir düşünün, siz hamdolsun kanırabiliyorsunuz,
ama ben bu konuda zayıf olduğumu biliyorum. Bırakın bir isimsiz derviş olarak
kalayım; Allah’ımın rızasının meyvelerini, öbür hayatımda toplayayım. Bu dünya
hayatında bana halifelik vermeniz demek, beni bağışlayın ama, birtakım sureti
insan, içi hayvan olanların önüne atmanız olur ki, eminim bunu siz de
istemezsiniz.
Mısrî,
uzun uzun düşündü; yuvadan bir kuş uçurmuştu ama o, kendi başına kalmak
istemiyordu. Melekşan’a hak verdi:
— Bilir misin
Melekşan Hanım, dedi. İbn Arabî’nin
ilk on beş dervişinin, on dördü kadındı, içlerinde halifelik verdikleri de
oldu... Ama haklısın, zamanımız bunu kaldıramaz. Sen çalışmalarına devam et,
eskiden olduğu gibi arada sırada bana yaz, durumunu anlat. Sana tavsiyelerim
olacaktır.
— Emirleriniz başüstüne, dedi yaşlı kadın,
peçesini örttü.
Mısrî,
kapı önünde bekleyen Kâsım’la birkaç dervişini içeri aldı. Bir zamanlar,
kendisi hiç farkında olmadan Mısrî’nin Allah aşkına basamak olan bu kadın,
şimdi kendisi Allah aşkı ile yanmaktaydı. Mısrî’nin içine, kendisinin de ona,
bir erkek olarak basamak olduğu doğdu, fakat bunun üzerinde durmadı. Yuvadan
uçan fakat şeyhinden ayrılmak istemeyen Melekşan namına pek memnundu. Erkekleri
içeri alırken bunun için Allah’a hamd etti.
Melekşan,
gruptan uzak bir köşeye çekilip peçesinin altından gözlüklerini taktı ve
Mısrî’nin kitaplığından seçtiği bir risaleyi okumaya daldı. Erkekler, dış
politika konuşuyorlardı.
Mısrî:
— Hele bir anlat iki gözüm kardeşim, demişti
Kâsım’a, bizim burada bir şeylerden haberimiz yok, Osmanlı ne yapmaktadır.
Yalnız Köprülü’nün öbür oğlu Mustafa Paşaya vezir payesi verildiğini işittim,
bu hayırlı olmuş. Almanya’ya da savaş açmışız, ne diyorsun?
Dervişler
yanlarında olduğu için, Kâsım da Mısrî’ye; ‘’şeyhim” diye hitap etti:
— Şeyhim, dedi, Mustafa Paşanın vezir olması
hayırlıdır. Ancak hâlen sarayın en güçlü adamı Sadrazam ve Başkumandan
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’dır ki, aklını Almanya’ya fena takmıştır. O,
ordunun hâlâ cennetmekân Kanuni zamanındaki kadar kuvvetli olduğunu ummaktadır.
Gerçi üzün İbrahim Paşa’nın. Güney Slovakya’yı baştan başa işgal etmesi, pek
fevkalade olmuştur, ama Macar milliyetçisi ve Almanya düşmanı Tökeli İmre’ye,
‘‘Orta Macar Kralı” unvanı verilmesi Viyana’da büyük telaşa sebep oldu. Aslında
Almanya, Osmanlı ile bir savaş istememekte. Bunu çeşitli yazışmalarından ve
tavırlarından anlamak mümkünken Kara Mustafa Paşa’nın, divanı ve padişahı ikna
ederek Almanya’ya savaş açması, bence ve birçoklarınca büyük hatadır. Me yapmak
ister sadrazam, yoksa ikinci bir Viyana Kuşatması mı, bilmiyoruz.
— Eğer böyle bir niyeti varsa son derece
tehlikelidir, dedi Mısrî.
— Niyeti şimdilik bilinmiyor. Sultan Mehmet iki
şehzadesi ile birlikte Edirne’den kalkıp Belgrat’a geçti, lâkin bu sadece bir
Almanya-Osmanlı savaşı olacağa benzemiyor. Daha şimdiden Fransa, Ren
üzerindeki bütün kuvvetlerini çekip Almanya’nın emrine vereceğini bildirmiş,
ayrıca bir de tümen yollayacakmış. Polonya ve Venedik’in boş duracakları
sanılmıyor, onlar da gelecek bizim üstümüze, ne de olsa bizden alacakları
intikam vardır. Endişemiz şudur ki, bu bir Almanya-Osmanlı savaşından ziyade;
bir Hristiyan-Müslüman, bir Haçlı-Hilal, bir Avrupa-Asya savaşına dönecek ve
çok uzayacak.
Mısrî
başı önünde, yerdeki kilimin nakışlarına dalmış gibiydi. Birden başını
kaldırdı, içini çekti, Kâsım’ın gözlerinin içine bakıp:
— Hemen Allah hakkımızda hayırlısını yazsın,
dedi ve esefle başını salladı. Galiba yazmayacak!.. Yine de dua edelim, çünkü O
buyurur ki: “Allah bir topluma perişanlık dileyince de artık onu geri
çevirecek güç yoktur. Ve onlar için Allah dışında koruyucu ve dost da olmaz.”
Evet yapmamız lazım gelen dua etmektir... Araf suresinde de: “Her ümmet için
belirlenmiş bir süre vardır, süreleri dolunca ne bir saat geri kalırlar, ne de
öne geçerler.” buyuruyor. Evet dua ecf&im... (içini çekti) Tarhan Valide
Sultan’ı hastadır diye işittim.
— Öyle maalesef... Valide Sultan, ta Köprülü
Mehmet Paşa zamanından beri politikadan elini eteğini çekmesine rağmen, onun
oğlu üzerinde mutlak hayırlı tesirleri, nasihatleri, uyarıları vardır. O
giderse padişah pek yalnız kalır. Evet şeyhim, kendimizi aldatmaya gerek yok; Osmanlı
her bakımdan duaya muhtaçtır...
İçine
düştükleri ağır, ezici, hüzün dolu havadan yine Kâsım çıkardı onları. Saraya,
şehzadelere dair komik anılarını anlattı, kendi meşhur kahkahasını attı,
Mısrîyi ve dervişleri tebessümlere boğdu.
Melekşan’la
Kâsım, tekkede pişen kuru fasulyeli pilav ile karın doyurduktan sonra gemiye
döndüler. Ertesi sabah erkenden de gemi, İstanbul’a yelken açtı.
***
Mısrî’nin
günleri birbirine benzer görünen, fakat hepsi ayrı bir, birkaç mânâda geçip
duruyordu. Günler aylara dönüyor, aylar yılları getiriyordu. Çok seyrek de olsa
Karabaş-ı Veli ile buluşup denize yakın bir yerde bir çınar ağacının altında
sohbete dalıyorlardı. Birkaç kere de beraberce hamama gittiler... Aslında
Karabaş-ı Veli’nin yetiştirmesi olan, Mudurnu, Sunnullah Tekkesi mürşidi Üsküdarlı
Nasuhi Efendi, buraya kendi şeyhini ziyarete gelmişti, fakat Mısrî’ye de
hizmetlerde bulundu; iki şeyhin birden dualarını aldı... Ayrıca iki şeyhe de
para yardımında bulundu ki, gerek Karabaş-ı Velinin gerekse Mısrî’nin böyle bir
yardıma çok ihtiyaçları vardı.
Sadrazam
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Viyana’yı kuşatmadan sadece altı gün önce
padişahı haberdar etmiş; IV. Mehmet de, Sadaret Vekili Vezir İbrahim Paşa’ya:
“Bu haberi önceden bilseydim, rıza göstermezdim.” demişti...
Viyana
Kuşatması; 1683 yılında bozgunla neticelendi. Oğluna her bakımdan yardımcı
olan Tarhan Valide Sultan; bozgundan birkaç ay önce ölmüştü. İstanbul halkı:
“Devletin büyük direği gitti!” diye ağıtlar yaktı... Birleşik haçlı ordusu ile
savaş devam ediyordu; Almanlar Budin’i kuşattılar...
***
Kâsım ve Melekşan’dan sonra, Mısrî’nin misafirleri, Bursa’dan birkaç
dervişle, kardeşi Ahmet ve kayınbiraderi Mustafa oldu. Gelenler, onu tahmin ettiklerinden daha güçlü ve neşeli buldular,
etrafında bir sevgi halesi vardı. Yerli halk, birçok ada Venediklilerin
işgaline uğradığı hâlde, Limni’ye dokunulmamasını Mısrî’nin bereketine, yüksek
manevi derecesine bağlamaktaydılar. Gerçi, ada kilisesinin papazı,
Hristiyanlara Mısrî ziyaretini yasaklamıştı ama, onlardan da bu yasağa
uymayanlar oluyordu. Dervişlerden biri: “Çölde susuzluktan ölmek üzere olan
insanlar gibi, su bulmaya tekkeye koşuyorlar.” diyordu...
Mısrî,
Ahmet ve Mustafa’nın ziyaretlerinden çok memnun kalmıştı. Kardeşine:
— Çocukken seninle pek arkadaşlık edemedik
lâkin, ikimiz de bir kardeşimizin olduğunu hiç unutmadık... Seninkileri bilmem
ama benim dualarımda hep var oldun, dedi.
— Ben de senin için dua ederim ağabey, dedi.
Doğru, çocukken pek beraber olamadık, ben babamın oğlu idim, sen de sanki Koca
Derviş’in. Sonra Kâsım vardı senin sırdaşın; bazen ikinizi kıskandığım olurdu,
ama ben babamın elini bir türlü bırakamadım, sen de o ele hiç yaklaşmadın!
Mısrî,
hafifçe tebessüm etti:
— Niye yaklaşmadım o ele bilir misin? dedi.
Çünkü babam tercihini yapmış, oğulları arasında seni seçmişti! Mesela bana
okuma yazma derslerini Şeyh Ağama verdirdi, beni ona teslim etti, lâkin seni
kendisi okuttu, seni kendisi teslim aldı. Ben de seni kıskandım sanırım, babamla
ilişkini... Fakat onun bu tercihine saygı gösterdim, ikinizin aksına girmeye
çalışmadım.
— Ben zayıftım ağabey, dedi Ahmet, senin gibi
kişilik sahibi, kendi başıma buyruk değildim; babamın bana ilgisi daha çok
merhametindendi sanıyorum. Kim bilir... Fakat ne yazık ki, ikimiz de onun
istediği gibi müritleri olmadık.
— Bütün bunlar nasip meselesi kardeşim, dedi
Mısrî, annem ve ablalarımız iyi Nakşi’ydiler.
— Ablalarımız hâlâ öyledirler, evvelki yıl
ziyaretlerine gitmiştim.
— Aferin sana, benim isteyip de yapamadığım
şeyi yapmışsın. Gerçi pek arada sırada mektuplaşıyoruz ama... Nasıllar?
— İyiler şükür, çoluk çocuk, torun tosun işte
yuvarlanıp gidiyorlar. Tekkemiz hâlâ hizmete devamda... Yalnız senin
hakkındaki dedikodulardan ve en son buraya sürülmenden haberdar olmuşlar, tek
dertleri sensin gibi geldi bana.
— Onlara yazmalıyım, dedi Mısrî sonra
kayınbiraderine dönüp, eh Mustafa Derviş, hanede işler nasıl gitmekte?.. diye
sordu.
Mustafa
önüne baktı, içini çekti:
— Şeyhim, dedi, üzücü bir haberim var; Fatma Kız,
Hakk’ın rahmetine kavuştu, ince hastalık dedi hekim.
— Yaa! dedi Mısrî, kalakaldı bir süre,
konuşamadı. Gözlerinden iki damla yaş düştü. Pek de tanımak imkânını
bulamadığı bu küçük kızı sevmişti aslında. Allah rahmet eylesin, dualarını
yaparım, siz de gerekeni yapmışsınızdır zaten.
— Pek tabii şeyhim.
Mısrî,
içini çekti:
— Annem de ince hastalıktan gitmişti, dedi,
annesi nasıl?
— O, o kadar üzüldü, dertlendi ki, annem biraz
bizimle yaşasın diye eve aldı. Hâlen bizdedir, daha iyidir. Fakat Ali, çok
iyidir, Ali sizin yolunuzda çok sıkı çalışarak yürüyor. Şu yaşında herkes
tarafından sevilip sayılıyor... Artık genç bir adam oldu, maşallah.
— Maşallah, dedi Mısrî... Onu emin ellere
emanet etmiştik.
Dervişler,
Fatma’nın vefat haberi karşısında suspus olmuşlardı. Mısrî, onlarla konuşmaya
başladı, konu değişti. Dervişler Mısrî’yi çok özlediklerini, şeyhlerinin artık
dönmesini istediklerini söylüyorlardı.
— Zamanı gelince, dedi Mısrî, vakti saati
dolunca elbette gelirim.
Sonra
sohbete devam etti...
Böylece
Bursa’daki dervişleri, bazı sevenleri akın akın şeyhlerini ziyarete gelmeye
başladılar. Hiçbir gemi gelmiyordu ki içinden Mısrî’ye ziyaretçi çıkmasın!
Adadaki müritleri ise Mısrî’nin bu kadar sevilmesinden memnunlardı, ama az
buçuk da onu, eski müritlerinden kıskanmaya başlamışlardı. Onlar, Mısrî’nin
Bursa’ya dönmesini hiç istemiyorlardı.
1686’da
Budin düştü ve Lorraine dukası, Macaristan’ın önemli bir kısmını işgal etti.
Türk askerinin morali son derece bozuktu. Müttefik düşman ordusu Mohaç’a
çekildi. Sadrazam Sarı Süleyman Paşa Mohaç’a geldi, ancak yirmi bin şehit
verince savaş meydanını terk etti.
Mohaç
Muharebesi, Hristiyan âlemi ve Almanya için büyük faydalar sağlamıştı, ama
sultan için büyük felaketlere zemin hazırladı. IV. Mehmet, üzüntüsünden üç gün
yemek yiyemedi. Avrupa’daki bu kayıplardan, İstanbul halkı da son derece
huzursuzdu, ayrıca padişahın İstanbul yerine Edirne’de oturması da İstanbul
halkının huzursuzluğunu ve öfkesini artırıyordu.
Sadrazam
ve Başkumandan Aynacı Sarı Süleyman Paşa zalim ve yetersizdi. Orduda disiplin
tamamıyla bozulmuştu. Askerler isyan edip Süleyman Paşayı linç etmek
istediler, ama olacağı haber alan paşa, İstanbul’a kaçıp, 1687’de istifa etti.
Ordu düzeni giderek daha çok bozuluyordu, asker ayaklandı. Birtakım küçük
rütbeli yeniçeri subaylarının kurduğu cuntanın emriyle padişahı tahttan
indirmek; Köprülü Mehmet Paşa’dan önceki zamanlarda olduğu gibi, devlete
tahakküm edip milleti soymak istiyordu. Savaş bu orduyu hiç ilgilendirmiyordu.
Vezir
Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşa ise sultana ve iki oğluna cephe almış
durumdaydı. 1687 kışında Padişah IV. Mehmet’i tahtından indirdi. Meşru veliaht,
sultanın büyük oğlu Mustafa idi. Fakat Fazıl Mustafa Paşa, IV. Mehmet’in
hayattaki iki kardeşinden büyüğü Şehzade Süleyman’ı, “III. Süleyman” olarak
tahta geçirdi. Böylece Osmanlı hanedanının veraset kuralını bozmuş oldu. Sarayda
muhalifleri vardı, fakat paşanın korkusundan ses çıkaramıyorlardı.
1688
yazında Osmanlı’nın Almanya cephesi çöktü. Almanlar, Belgrat yakınlarına kadar
sarktı. İstonli iyi savunulmasına rağmen düştü. İstonli’den sonra Belgrat Kalesi
de Almanların eline geçti.
Polonya
ve Rusya cephelerinde ise zafer Osmanlı’nın oldu. Venedik, Mora ile yetindi.
Mora’daki son Osmanlı kalesi Benefeşe, on dört ay Venediklilere karşı koyduktan
sonra, teslim oldu...
Bu
haberleri alan Mısrî, garip duygular içindeydi, Osmanlı’nın gittikçe çökeceği
kendisine malum olmuş, sonra düşünüp araştırmış ve bu konuda vaazlar vererek
sultanı, sadrazamları uyarmak, bir şekilde devleti sarsmak istemişti... Ama
iyi niyetinin karşılığında iki kez, ayaklarında bukağılarla sürgüne
gönderilmişti. IV. Mehmet’ten hoşlanmıyordu, onun düşmesine memnun olmuştu;
III. Süleyman’dan da pek umudu yoktu. Şimdi, kendi sözlerinin bir anlamda
doğrulanmasına zayıf bir sevinç duymakla beraber, üzüntü içindeydi. Keşke
bilmeseydi... Keşke söylemeseydi ve Osmanlı bu hâllere düşmeseydi! Göğsünde bir
yerlerde gönlü üşüyordu, büzüşüp kalmıştı... Kendisine yabancı olan bir iç
sıkıntısı gönlünü tutsak almıştı sanki ve dayanabilmek pek zordu. Bu hâlin
ilacı belki de sohbetti. Bursa’dan gelen ve buradaki dervişlerine ve de
halktan kendisini sevenlerden bir gruba, yatsı namazından sonra:
— Sorun, dedi, şimdi sormak vaktidir! Aklınıza
gelenleri hiç çekinmeden sorun.
Halktan
biri:
— Efendim, dedi, Allah bir, din bir olduğu
hâlde zahir ilim bilginleri ile tarikat ilminin yahut sizin tabirinizle gönül
ilminin bilginleri pek geçinemiyorlar. Acaba nedendir?
— Bu konulan çok konuştuk ama yine de sana
bunu, bahar ve kış örnekleriyle anlatayım; o da mevsim diğeri de mevsim
bakarsan ve aslında kış, baharın bütün eserlerini, efendim bahçelerini,
çiçeklerini, meyvelerini görmeye âşıktır, onlara hasret doludur. Lâkin Yüce
Allah tarafından, kışın tabiatı, bahara zıt olduğu için onu göremez ve
anlayamaz. Zira çiçekler soğuğu gördükleri zaman başını eğer, iyice saklanır.
Ve soğuğun gittiğinden tam emin olmadan başlarını çıkarmazlar. İşte zahir ilim
bilginleri ile gönül ilminin bilginleri de böyledir. Çünkü zahir ilim
bilginleri; birtakım davalardan, varlıktan, gösterişten, kavgadan kurtulamaz.
Çünkü ilimlerini ancak bunlarla göstereceklerini sanırlar. Ama diğer sınıf
bilginler, o kadar alçak gönüllüdürler ki; varlığı, dolayısıyla gösterişi,
kavgayı terk etmişlerdir. Onların bu terk edişleri ile birlikte, gönüllerinin
bahçeleri bilgi çiçeklerini verir, kalplerine türlü şeyler doğar. Bunlardan
çeşitli ilim ve gözlem çıkarırlar ve bunların bir kısmını açıklar, bir kısmını
kendi özel bilgileri olarak gönüllerinde tutarlar. İşte bu açıkladıkları ve
sakladıkları onların tekâmülüne yardımcı olur... İşte bu gönül ilminin
bilginleri kazaen zahir ilim bilginleri ile, gösteriş ve kavgada
karşılaşsalar, onların fikirlerinden biri bunların gönüllerine düşse; kış,
bahar çiçeklerini gidermek için ne yaparsa onu yapar, kalplerine soğuk
rüzgârlar eser. İşte bu yüzden bu iki sınıf bilgin anlaşamaz, çünkü kış ve
bahar misalidir.
— Bu benzetmeden zahir ilim bilginleri asık
suratlı, gönül ilminin bilginleri neşeli ve güler yüzlüdürler diye bir anlam
çıkarabilir miyiz?
— Evet mümkün, dedi Mısrî.
Limni’deki
dervişlerden biri söz aldı:
— Şeyhim, dedi, “Cennet sıkıntılar, kötülükler
ve dertlerle süslenmiştir.” diye bir söz işittim. Bu ne demek oluyor?..
— Evladım, bu sözde şu hakikate işaret
ediliyor; bir kâmilin yani bir erenin adı uzaktan işitilir ve onunla buluşmak
istenir. Fakat bu kişi, o zatın yakınına geldiği zaman, onu düşmanlarla
çevrili bulur. Öyle ki her düşmanın elinde, ötekine benzemeyen bir mızrak
vardır. Bu mızrakları o ereni görmeye gelenlere atarlar, o kâmil hakkında
iftiralar ederler, o kişinin ziyaretini engellemeye kalkarlar. Bu, Âdem
Aleyhisselam’dan bugüne kadar böyle gelmiştir. Gerçekte kâmilin etrafında
bulunan bu düşmanlar, yetenekli olmayan kimseleri kemal sahibinin yanına
sokmamak için bir anlamda vazifeli bekçilerdir. İşte o eren böylece dertler,
sıkıntılar, kötülüklerle çevrilmiş bulunur. Onun yanma ancak mânâda güçlü
olanlar girebilir. Nitekim o kâmil de bilgi cennetine ve kendisine uygun
ihvanla toplanma zevkine; düşmanlarının verdikleri ıstıraplara, hasetçilerin
sebep olduğu üzüntülere sabretmek suretiyle erebilmiştir. Çünkü ariflerin
meclisi cennet gibidir. Bir hatıramı nakledeyim. Büyüklerden biri Belgrat’tan
Bursa’ya bizi ziyarete gelmişti. Önce bu fakirin hasetçilerinin, düşmanlarının
çokluğunu görerek bana acıdı. Fakat, cuma gecesi toplanan ihvanı görüp onların
vecd ile birtakım İlahî hâller ile zikretmelerini görünce ağlamaya başladı ve
bana şöyle dedi: “Bırak diğerleri istedikleri kadar hainlik etsinler o
kişilerin ezalarına sabret, çünkü bu nur onların üflemesiyle sönmez, bilakis
artar. “Sonra Allah Teala’nın Saf suresinde buyurduğunu, söyledi: “Allah’ın
nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Hâlbuki Allah, kâfirler istemese de,
nurunu muhakkak tamamlayacaktır.” Ve ilave etti: “Bu insanların, buranın
çevresindeki dert, sıkıntı ve kötülüğü yarıp buraya girme ye kudretleri
olmadığından, hasetleri ve düşmanlıkları artmaktadır. Bilmezler ki onların
hasetleri ne kadar artsa bu nur da o kadar artar. Dostum sakın senin hakkındaki
davranışlarına üzülme.” İşte cennetin, sıkıntı ve kötülükle süslenmesine bir
örnektir bu.
Sevenlerinden
biri sordu:
— Şeyhim, Kehf suresi, yirmi üçüncü ayette:
“Hiç bir şey için, ‘Ben bunu yarın kesinlikle yapacağım, deme.” deniyor.
Açıklar mısınız?
— Onu takip eden ayette de; nasıl söyleneceğini
gösterir, şöyle: ‘“Allah dilerse’ şeklinde söyleyebilirsin.” Demek ki yapan
eden biz değil, yalnız ve yalnız O Sevgili’dir, O’dur. Önemli olan varlıkta
tasarruf edenin, yani kendisinde kullanma hakkı bulunanın kim olduğunu bilmektir.
Biliniz ve unutmayınız ki; bütün fiiller Hakk’ındır. Enfal suresi on yedinci
ayete dikkatinizi çekerim, orada buyurur ki: “Attığın zaman sen atmadın fakat Allah
attı.”... Fakat ne yazık ki, kulun suretinde Hak’tan başka bir mutasarrıf
olmadığını kul bilmediği yahut unuttuğu için; kendisinin iradesi olduğunu,
Hak’tan ayrı bir vücudu olduğunu sanır. Mesela varlığı Allah’tan olan sanatçı,
kendini bir varlık zannetse, gaflet hâlinde kendisini “yapan” zanneder. Bu
kötü zan gafletten ileri gelir... (durdu, derin bir nefes aldı, sanki, devam
etsem mi, gibi düşündü ve devam etti) Lâkin kendisini Hak bilerek, fiili ve
seçimi kendisine dayandırsa, bu kötü değildir. Çünkü fiil, suretten çıkmıştır.
Çünkü o fiili o surette ve o mertebede görünen Hak yapmıştır.
Yine
sevenlerinden bir delikanlı sordu:
— Efendim, Allah izin verirse, ilim tahsil
etmek istiyorum; fakat zahir ilmiyle, bâtın ilminden hangisini seçeceğimi
bilmiyorum, siz ne tavsiye edersiniz?
— Ben ikisini birden öğrenmeye çalıştım oğlum
ve bundan da hiç pişman olmadım. Sana pek kısaca ikisini de anlatayım, Allah’ın
izni ile sen karar ver. Nasıl su necaseti, pisliği, çeri çöpü temizlerse zahir
ilmi; kalbi, üzerine çöken cehalet kirlerinden arındırır. Ve de kuyumcu nasıl
ateşte altını diğer karışımlardan ayırırsa, bâtın ilmi, ben gönül ilmi derim,
evet gönül ilmi de öylece nefsi, ona yerleşen kötü sıfatlardan temizler.
Anladın mı?
— Evet efendim; biri şekilde, öbürü gönülde.
— Ben, doğum yerim olan Malatya’da iken ilk
ilim talebinde bulunduğum sırada kalbimde sufilerin yollarını bilme arzusu
vardı. Çocukken, ancak bir Nakşi şeyhi olan babam mecbur ettiği için onların
meclislerine katılırdım, ama sohbetleri bereketiyle günden güne arzum çoğaldı
ve mecburiyetten değil, gönül arzumla gider oldum. Ve nihayet, iki gözüm bir
Halveti şeyhine biat ettim. Sonra şeyhim Malatya’dan İstanbul’a geçince ortada
kaldım. Neyse uzun hikâye, bunu bırakalım. Sen şimdi gönlünü dinle, gönlünden
ne geliyorsa onu yap.
— Efendim şimdi sizi dinleyince benim de
gönlümden iki ilmi birden yapmak geldi. Acaba becerebilir miyim?
— Bu, gönül arzunun şiddetine bağlı, şiddeti
fazlaysa becerebilirsin. Şunu unutma, elde edeceğin her hayır, mutlak doğru bir
çaba sonucudur. O Sevgili’nin düzeninde hiçbir şey bedava değildir. Kur’an-ı
Kerim’de belirtildiği gibi; Hazreti Meryem doğum sancısı çekerken karnı
acıkmış, işittiği ses; ona ağacı sallamasını söylemiş. Yani ona bile,
dikkatinizi çekerim, Kur’an’da övülen tek kadın Hazreti Meryem’dir, evet, o
bile doğum sancısı çekerken karnını doyurmak için bir uğraş vermiş, yoksa
gökten zembille ona hurma inmemiş!.. Velhasıl oğlum, eğer iki ilim sana nasip
edilmişse Allah gönlüne şiddetli bir arzu koyar, sen de yaparsın.
— Demek nasip meselesi.
— Evet tabii, ama senin de çaba sarf etmen
gerekir.
Yeni
dervişlerinden biri de sorulanlardan cesaret alıp:
— Şeyhim, dedi, Vahdet-i Vücut fikrini pekiyi
anlayamıyorum, bir kere daha açıklar mısınız?
Mısrî
bir düşündü; hemen bütün konuşmalarında, şiirlerinde ve düz yazılarında bu
fikrin bütün akisleri mevcuttu, lâkin belki hepsine isim koymamıştı. Ve yine
vecd içinde konuşmaya başladı:
— Vahdet-i Vücut
yani Vücut Birliği; inandığım (sesi biraz yükseldi) iman ettiğim bu hakikat
şunu der: İçinde on sekiz bin âlemi barındıran şu koskoca âlemde yalnız bir tek
Vücut ve O Vücut’un bir Tek hakikati vardır; o Yüce Allah’ın vücudu ve
hakikatidir. On sekiz bin âlemin aslı ve esası O Bir’dir... “Ya biz insanlar,
çokluk ne oluyor?” dersen, derim ki; onların hepsi birbirine görünür ve görünmez
bağlarla bağlanmış O’nun tecellilerinden ibarettir. Yaradan’ın varlığının
sebebi, önü ve dahi sonu yoktur. O’nun eşi ve benzeri yoktur, O, hiçbir şeyle
mukayese edilemeyen Tek’tir. Ve o Tek’ten başka hiçbir varlık yoktur. “Bizim
de varlığımız var.” demek (sesi tekrar yükseldi) yalnız insanlara mahsus bir
budala zandır... Tek varlık olduğuna dair bir delil olarak da; Allah’ın selamı
üzerine olsun Peygamber’imiz Efendi’mizin şu sözü gösterilir, demiştir ki: “Allah
vardır, Onunla beraber hiçbir şey yoktur.” İşte varlığı aşktan gayri bir
şey olmayan Allah’ın, kendisini bildirmek ve sıfatlarını göstermek istemesi, yani
tecellileri aşkla başlamıştır; yarattıkları ise aşk ile, aşk için
yaratılmışlardır. Evet özeti şu; Hak’tan başka varlık yoktur ve Hak’tan başka
şeyler izafidir, görecedir. O koca şair Yunus Emre’ye göre; Tanrı görünen
olduğu hâlde, kendisini Hak’tan gayri her şeyle gizlemiştir.
Ve
sohbet, böylece uzayıp gitti... Ta sabah namazına kadar.
***
Mısrî,
derviş yetiştirmeye, Hristiyanları Müslüman yapmaya, Limni halkının sevgisini
kazanmaya devam ediyor, aylar yılları kovalıyordu. Kâsım’dan bir mektup aldı;
önce yazısının her zamanki gibi özenli olmadığına dikkat etti. Kâsım diyordu
ki: “ Sana havadis vermek için yazıyorum, fakat ne anlatacağım, hiç şevkim ve
hevesim yok. Seninle konuşma ihtiyacında olmasam zaten yazmazdım... Bilmem
biliyor musun padişahımız III. Süleyman, Sultan İbrahim’in büyük oğlu. Fazıl
Mustafa Paşa, III. Süleyman ile kardeşi Şehzade Ahmet’in Edirne-İstanbul seyahatlerinde
onlara muhafızlık etmiş, ikisini de yakından tanıyıp sevmiş ve bu yüzden III.
Süleyman’ın tahta çıkmasında fevkalade etkili olmuştur. Fazıl Mustafa Paşaya
bir hâl olmazsa, bundan sonra da padişah olarak, II. Ahmet olarak, Sultan
Süleyman’ın kardeşi Şehzade Ahmet gelecektir. Aslında kendisi tahta çıksaydı,
yani Fazıl Mustafa Paşa tahta çıksaydı, bana göre Osmanlı için daha hayırlı
olurdu. Gerçi sarayda giderek IV. Mehmet yahut büyük oğlu Mustafa’yı tahta
çıkarmak isteyenler artıyor, lâkin Fazıl Mustafa Paşa korkusundan bir şey
yapamıyorlar. Bu yüzden saray çalkalanmakta... Fakat doğrusunu istersen, bu
entrikalar, dedikodular artık beni hiç ilgilendirmiyor çünkü koca devlet çoktan
yokuş aşağı inmeye başladı. Benim yegâne arzum; saraydan ayrılıp evimin hat
çalıştığım odasına sığınmak, bu odanın güzel ve sakin havasında ömrümü
tamamlamak. Yetmişe basıyoruz farkında mısın? Fakat benim hattat olduğumu
sultana duyurmuşlar. Kendisi ve kardeşi de hattattırlar. Sultanın hocası
Tokatlı Ahmet, hattatlar arasında sevilip sayılan bir kişidir. İşte sultanın
ondan sülüs ve nesih diplomaları varmış. Kendisi benim hatlarımı görmek istedi,
sarayda tuttuğum bazı levhalarımı arz ettim. Bana iltifatlar etti. Sağ olsun
da, onun bu ilgisi yüzünden, maalesef daha kâtipliğime devam etmek mecburiyeti
hasıl oldu. Sultanın çevresinden biri olarak artık kâh Edirne’de, kâh İstanbul’da
yaşıyorum onunla beraber.
Sadrazamlar
değişip durmakta. Köprülü Mehmet Paşa’nın damadı Sadrazam Siyavuş Paşaya ve yüz
elli adamına ihtilalci askerler kıydılar ki çok becerikli olmamasına rağmen,
bu muameleye asla layık değildi. Gece, sarayını basmışlar. İhtilal cuntası daha
çok canlar alacaktır, eğer Köprülü gibi bir adam sadrazam olmazsa. Sarayda
Fazıl Ahmet Paşa’nın sadrazam olmasını isteyen pek az kişi var; diğerleri, o
gelirse çıkarları elden gidecek diye çok korktukları bu birinci sınıf
teşkilatçı zata karşı çıkıyorlar.
Evet,
saray ve İstanbul bu kadar perişan durumda iken, Macaristan’da kan gövdeyi
götürüyor. General Caraffa, eyalet merkezi Eğri’yi, vire ile aldı. Diyorlar ki,
Beylerbeyi Osman Paşa’nın şehit düşmesi üzerine böyle vire ile kalenin
kendiliğinden teslim olması, şehirde çok fazla Müslüman’ın bulunmasındandır.
İşte böylece Müslüman nüfus selametle Eğri’den ayrılmış. Fakat yine diyorlar ki
Almanlar şehirdeki kırk bir camiyi ve çok fazla bulunan bütün Osmanlı
bayındırlık eserlerini yerle bir etmişler... Bu arada Mora’yı fetheden Morosini,
Venedik cumhurbaşkanı seçilmiş. Dalmaçya’nın hemen tamamı Venediklilerin
eline geçmiş... Evet Avrupa’daki geniş topraklarımız bir bir düşmekte, ne
kalıyor ki Osmanlı’ya!.. Sen vaazlarında Osmanlı’nın karanlık geleceğine
işaret ederken herhalde şu durumları kastediyordun... Fakat hani nerede
dualarımızın bereketi, kabul olması? Evet, “Bir ümmetin zamanı geldiği
vakit...” böyle şeyler oluyor işte ve ben artık şu ileri yaşımda, bütün bu
haberlerden uzak kalmak, çok uzak kalmak; tek cümle, tek kelime bile işitmek
istemiyorum. Sen ağam, hâlâ ilgileniyor musun?”
Mısrî, Kâsım’ın neşeli mizacının çözülmesini, kendini
karamsarlığa kaptırmasını anlıyordu: “Ama ben hâlâ ilgileniyorum.” diye
düşündü. O anda bir perde açıldı sanki ve Osmanlı’nın sadece batıda değil fakat
doğuda da çok toprak kaybedeceğini, bütün Arap dünyasının elden çıkacağını
gördü. Kendine geldiği zaman, ona Osmanlı’nın sonunu gösteren Allah’a hamd
etti; ağzı kurumuş, midesine kötü bir sancı saplanmıştı, âdeta kendisine
teselli verircesine, “Ama bu çok sonra, çok sonra!” diye düşündü. Fakat,
Osmanlı tükendikten sonra, bu halk ne olacaktı?.. Sadece Anadolu mu kalacaktı
Türklere? Bundan bile emin olamadı. O gece seccade üzerinde sabah namazına kadar
oturdu; O Sevgili’sinin Türklere merhamet etmesini diledi. Bir ara uyku ile
uyanıklık arası bir hâlde Allah’ın artık kendisini çağırdığını kuvvetle
hissetti. Sabah namazını kıldıktan sonra, içinden seller sular gibi gelen
kelimeleri kâğıda döktü:
Hudâ
da’vet eder elhamdülillah
Bu can Hakk’a gider elhamdülillah
Hakikat şehrine çün nhlet oldu
Gönül durmaz iver elhamdülillah
Yakın geldi tulu’â şems-i ruhum
Bugün günüm doğar elhamdülillah
Ölüm dedikleridir halvet-i yâr
Kamu ağyar gider elhamdülillah
Şahâdet mansıbıdır âli mansıp
Bize veriliser elhamdülillah
Gözüktü ma’nî yüzünden cemâli
Bozuldu hep suver elhamdülillah
Biliştik bunda hem ihsanlar etti
Nasibimiz kadar elhamdülillah
He gam giderse dünyâdan
Niyâzî Visâline erer elhamdülillah
Bu can Hakk’a gider elhamdülillah
Hakikat şehrine çün nhlet oldu
Gönül durmaz iver elhamdülillah
Yakın geldi tulu’â şems-i ruhum
Bugün günüm doğar elhamdülillah
Ölüm dedikleridir halvet-i yâr
Kamu ağyar gider elhamdülillah
Şahâdet mansıbıdır âli mansıp
Bize veriliser elhamdülillah
Gözüktü ma’nî yüzünden cemâli
Bozuldu hep suver elhamdülillah
Biliştik bunda hem ihsanlar etti
Nasibimiz kadar elhamdülillah
He gam giderse dünyâdan
Niyâzî Visâline erer elhamdülillah
Yazdıktan
sonra şiirini okuyan Mısrî’nin gönlüne, daha biraz vakti olduğu doğdu, fakat o
yazdıklarının tatlı heyecanına kapılmıştı, gönlüne doğanın üzerinde durmadı...
Ancak o gün Limni’de, öleceğini anladı ve defnedileceği yeri keşfetti; toprağı
Baltacı Mehmet Paşanın kabrinin hemen yanındaydı... Birkaç halife ve dervişine
şiiri okuyup o yeri gösterdi: “Fakat tam da zamanı belli değil,” dedi, “ama
yakında elhamdülillah.”
1688
yılında Osmanlı’nın Almanya cephesi tamamıyla çöktü. Doç Morosini’nin
Ağrıboz’u alma teşebbüsü ise geri püskürtüldü, lâkin Mora’daki son Osmanlı
kalesi Benefşe, düşmana on dört ay kahramanca karşı koyduktan sonra, yetmiş
sekiz topu için, artık atacak gülle kalmayınca teslim oldu... Doç Morosini,
birkaç kez donanmasını Anadolu kıyılarına gönderip Osmanlıya gözdağı vermek
istediyse de, bütün çabaları Osmanlılar tarafından şiddetle kırıldı...
Sultan
III. Süleyman hasta idi.
Son
bir ümit olarak Almanlarla meydan savaşı yapılmaya karar verildi. Ancak
Başkomutan Arap Recep Paşa son derece yetersizdi. Meydan savaşı 1689’da kaybedildi.
Almanlar Sırbistan’ı aldılar, Vidin’i de düşürerek Bulgaristan’a girdiler,
Üsküp’e, Makedonya’ya ve Arnavutluk’a yaklaşmaya başladılar. Venedikliler
durdurulmuş, Lehliler ve Rusya devamlı şekilde bozulmuştu. Ama Almanları
durduracak hiçbir kuvvet yok gibi görünüyordu.
Edirne’de
saltanat şurası, oy birliği ile tek çarenin Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşanın
sadrazam ve başkomutan yapılması olduğunu padişaha arz etti.
Fazıl
Mustafa Paşa, Sakız muhafızı idi, 1689 sonbaharında Edirne’ye çağrılarak
sadrazam yapıldı...
Mısrî,
Limni’de pek çok derviş ve birkaç kâmil halife yetiştirmişti, artık Bursa’ya
dönebileceğini düşünüyordu. Fakat zaman zaman da aklına burada gömüleceği geliyor
tam bir karara varamıyordu. Bir zaman sonra Kâsım’dan bir mektup aldı. Zarf
hayli kabarıktı, Mısrî merakla açtı, içinden arkadaşının mektubu ile, Sadrazam
Fazıl Mustafa Paşanın resmî tebliği çıktı. Sadrazam, artık onun Bursa’ya,
tekkesinin başına dönmesini istiyordu. Bu bir emirden ziyade bir rica idi ve
çok içten bir üslupla yazılmıştı... Ve Mısrî’nin dönme niyetini perçinledi.
Kâsım ise kendisini toparlamıştı, mektubunda umut doluydu, Fazıl Mustafa
Paşa’dan bahsediyor: “Ağam,” diyordu, “benim ve
koca Osmanlı’nın artık tek umudu yeni sadrazamımızdır. Fakat o, kendi ordusunun
ağırlıklarını, savaş meydanında, düşmandan alınmış ganimet gibi yağmalayan bu
rezil askerlerle savaşamayacağını, fakat onları düzene sokmak için de elinde
sadece bir tanecik kış bulunduğunu da biliyor. Bunun için vallahi geceleri
uyumadan, gündüzleri istirahat etmeden devlet ve orduyu düzene sokmaya
çalışıyor. Ve bütün bu işlerinin arasında, biliyorsun saraydaki namım ‘Hazreti
Mısrî’nin arkadaşıdır, beni çağırtıp şu içinde bulunduğumuz zor zamanlarda
insanlarımızın kuvvetli mürşitlere ihtiyacı olduğundan bahsederek, sana
gönderilmek üzere ekteki tebligatı yazdırdı. Onun teşkilatçı dehasından
bahsedilirdi de bu kadarını tahmin etmemiştim... Söylediklerini yazarken
gözlerim doldu. Bunu benden beklemezsin, ama onun yanında da kahkahayla gülecek
hâlim yoktu ya!.. Biliyorsun ben gülme zamanında da gülerim, ağlayacak olduğum
zamanlarda da. Allah bana kahkaha bahşetmiş, ne yapalım! Artık dönüyorsun
değil mi iki gözümün nuru ağam?”
***
Fazıl
Mustafa Paşa, Temmuz 1690’da ordusuyla Edirne’den ayrıldı. Tuna ince
donanmasının amirali Hüseyin Paşa, otuz dört kadırga ile Belgrat’a ilerlerken,
o da üç günde Edirne’den Şehirköyü’ne gelerek, bu kaleyi Alınanlardan aldı.
Alman İmparatorluğu, ordusu yenilmiş olarak geri çekildi. Paşa ilerleyerek;
Musapaşa kalesini, Niş’i, Semendire’yi, Vidin, Orşova ve Fethülislam’ı aldı.
Kuzeye doğru yürümeye devam etti... Dokuz katlı, yüz on altı kuleli, kat kat
surlu Belgrat kalesini yedi günde düşürdü. Beş bin kadar şehit verildi,
Almanların on beş bin civarında kaybı oldu, üç yüz doksan altı Alman topu, Tuna
üzerinde on iki harp gemisi ele geçirildi, binlerce Alman esir düştü. Böylece
Belgrat’ta 188 yıllık, yeni bir Osmanlı dönemi başladı... Vardar’dan Drava’ya
kadar olan altmış bin kilometre karelik toprak geri alındı. Düşman, Bosna ve
Bulgaristan’dan tamamen çıkarıldı. Sırbistan’ın tamamı geri alındı. Sırplar
Almanlarla iş birliği yapmışlardı. Fazıl Mustafa Paşa, Sırpları bağışladı;
bedava tohumluk, hayvan ve kıtlık olan bölgelere tahıl dağıttı. Sırplar bir
asır Osmanlı aleyhine düşünemeyecek kadar memnun edildiler.
Zafer
haberi üzerine hasta padişah Edirne’den İstanbul’a geldi. Köprülüzade
İstanbul’da büyük törenlerle karşılandı. Sarayda III. Süleyman, sırtındaki
hırkayı çıkarıp Fazıl Mustafa Paşaya giydirdi ve ağlayarak dua etti.
Böylece
Niş, Vidin, Semendire ve Belgrat Fatihi, gelecek yıl Macaristan’ı geri almak
üzere hazırlığa başladı... Almanlarda korku arttı; Budapeşte’den sonra
Viyana’daki kale de tamir edildi.
***
Mısrî
dönmeye karar vermiş olmasına rağmen, ölümü bekleyerek, gidişi bir hayli
geciktirdi... Sonra da: “Ben bilmiyorum Allah biliyor, hele bir Bursa’ya
varalım bakalım!” dedi.
Bursa’ya
varışıyla bir büyük törenin içine düştü. Halifeleri, dervişleri ve halk
tarafından; davul, kudüm eşliğinde kendi ilahileriyle tevhid ve tekbir
sesleriyle karşılandı. Onu bir tahtırevana bindirdiler, iki yanında sevenleri
gözyaşları ve neşe ile yürüyorlardı...
Bursa’da ünlü hoca Ahmet Gazzi, Mısrî hakkında pek çok olumsuz söz
işittiğinden, öğrencilerine Mısrî’nin gelişiyle ilgilenmemelerini tembih
etmişti.
O
gün Ulu Cami’de her zamanki gibi dersine başladı. Biraz sonra Mısrî’yi
getirenlerin tevhit, zikir, ilahi seslerini duyunca bir süre durup bekledi,
sonra sanki Hak tarafından dışarıya doğru çekildi ve caminin önüne çıktı. İşte
orada, tahtırevanın üzerinde Mısrî bütün görkemi ile oturuyordu. Ahmet Gazzi,
ne yaptığını pek de bilemeden ona doğru yürümeye başladı... Mısrî, tam yanından
geçerken ona gülümseyerek içten bir selam verdi ve Ahmet Gazzi de ilerleyip
onun elini öptü, tahtırevanın yanında yürümeye başladı. “Onun heybetine
kapıldım.” diye geçti içinden ve bundan dolayı ne kadar memnun olduğunu
düşündü; Mısrî artık onun da şeyhi olmalıydı... Mısrî’nin ise ona bunca içten
selam vermesi, ileride Ahmet Gazzi’nin Mısrîye’nin büyük bir mürşidi olacağını
hissetmesi miydi?...
Onun
dönmüş olmasından dolayı duyulan sevinç, akşamdan sabaha devam etti. Tekke
dolup dolup boşaldı ve Mısrî, ellerini, yüzünü öpenlerin çokluğundan, oğlu Ali
ile kucaklaşabilmek için birkaç saat beklemek zorunda kaldı. Ali, ona annesinin
evde kendisini beklediğini söyledi. Sabah namazından sonra Ali ile birlikte
eve döndükleri zaman, Gülsüm’ü hiç uyumamış, hâlâ bekler buldular. Zaten
zayıf olan Gülsüm iyice süzülmüş, kızının kaybı yüzüne çizgiler çekmişti,
mahzundu ama kocasının on beş yıl sonra nihayet eve dönüşünün memnuniyeti, gözlerine
parıltılar hâlinde düşmüştü. Onun elini öptü, Mısrî de karısına sarılıp
alnından öptü. Sabah çorbasında, söz Fatma’dan açılınca Mısrî:
— Onun yeri şimdi cennette meleklerle birdir,
dedi. Çocuğun kaybı ana baba için çok zorlu bir imtihandır, Allah’ın hayırlı
bir imtihanıdır, sen sabrınla bu sınavdan geçmişsin Gülsüm. Ayrıca beni de on
beş yıl, umudunu kesmeden beklemen, benim her hâlime gösterdiğin sabır için de
Allah senden razı olsun. Razıdır... Ali’yi gelişmiş buldum, hocaları ondan çok
memnundurlar, Ali’nin bu başarısı yalnız kendinden değil, bir anne olarak onu
çok iyi yetiştirmiş olmandandır... Ben çocuklarımla hiç meşgul olamadım, bu
biraz da sana olan güvenimdendir Gülsüm.
Kocasının
sözleri, Gülsüm’ün yüreğini ısıttı:
— Yüce Allah’ın doğru yolundan ayrılmamaya
çalışıyorum şeyhim, dedi, hemen O, kabul etsin. Evine hoş geldin, sefalar
getirdin.
***
O
sıralarda Bursa’da, Yunus Emre’nin kabrinin yeri konuşuluyordu. Elbet
konuşanların hepsi de bu kabrin Bursa’da bulunmasını temenni ediyordu...
Mısrî’ye de sordular, o:
— Yunus Emre’nin kabri yalnızca gönüllerdedir,
ona dünya yüzünde somut bir yer aramayın. O bir aşk, o bir mânâ eriydi; hep gönüllerde
yaşadı ve gönüllerde kaldı, dedi, ama başka bir Yunus’un, Aşık Yunusun kabrini
sizlere gösterebilirim, kalkın yürüyelim...
Mısrî
ve yanındakiler yürüyerek Şiblî Mahallesine geldiler. Oradaki Sa’diye
tarikatının Kara Abdürrezzak Dergâhını buldular, Şeyhi ile selamlaşıp hoşbeş
ettikten sonra
Mısrî,
yanındakilere mescidin batısında bulunan üç mezardan birini işaret ederek:
— İşte burası Makam-ı Âşık Yunus’tur; biz dualarımızı her iki Yunus için
de burada yapalım, dedi.
Orada
iki Yunus için dua edilmesi, sonradan halk arasında: “Yunus Emre burada
yatmaktadır.” şekline girdi ve de söz, yürüdü gitti...
Tekke
o kadar kalabalık oluyordu ki, Mısrî her zamanki vazifesini geciktirdi,
Miskinler Mahallesini ancak bir ay sonra ziyaret edebildi... Bir şekilde
işitilmişti onun Bursa’ya döndüğü, cüzzamlı dostları da bekliyorlardı...
Mısrî’yi, onun bir ilahisini söyleyerek karşıladılar.
Halk
Mısrî’nin yine Ulu Cami’de muntazam vaaz vermesini istiyordu. Fakat Mısrî öyle
düzenli bir şekilde değil de arada sırada vaaz vereceğini söyledi. Bir gün
Ali:
— Şeyh babam, dedi, camide yapacağın vaazda, neden
Allah’ın doğru yolundan bahsetmezsin, sence zamanımız insanlarının buna
ihtiyacı yok mudur?
Oğlunun
bu ilgisine ve kendisine fikir vermesine biraz şaşırdı Mısrî, fakat çok da
hoşlandı ve ilk vaazında; doğru yoldan bahsetti:
— Abdullah İbn-i Mesud’un şöyle söylediği
rivayet edilmiştir, dedi yine kendisini dinleyen kalabalığın yüzlerine
bakarak: “Resulullah, kuma bir çizgi çizdi ve bize, bu Allah’ın yoludur."
dedi, sonra sağına soluna birtakım eğri büğrü çizgiler çizdi ve dedi ki:
“Bunlar da yollardır, fakat bu yolların her birinde bir şeytan oturmuş, insanı
çağırır...” Ve okudu: “İşte benim doğru yolum budur, buna tabii olun.
Muhakkak sizin davranışlarınız, tutumlarınız çeşitlidir. Kiminiz ilimle hareket
eder ve cennete gider. Kiminiz cehalet ve nefis arzularıyla karanlığa koşar da
cehenneme gider.
Bakara
suresinde şöyle buyrulur: “Herkesin uyduğu bir yönü vardır. Hayır işlerine
koşunuz. Nerede olursanız, Allah, hepinizi toplu olarak bir araya getirecektir”
Şimdi
bilin ki insan hareket ve çalışmalarının çeşitli oluşu, insanların dört ayrı
merhalede bulunuşlarından dolayıdır. Bunlar, hayvanlar âlemi, yırtıcılar âlemi,
şeytanlar âlemi ve melekler âlemidir. Doğumdan hemen sonra insanın ilk âlemi
başlar ki; bu “hayvanlar âlemi’dir. Bu âlem onu yemeye içmeye, helal ya da
haram birleşmeye sevk eder. İnsan orada sebat eder; imana ve imanın gerektirdiği
tutum ve davranışlara dönmezse, onda dünya sevgisi üstün gelir. Dünyadan her
istediğini de pek tabii elde edemez ve sonuçta “yırtıcılar âlemi”ne girer...
Kibir, kin, haset, intikam ve belki katil ile vasıflanır ve o insanın iç âlemi
yırtıcı hayvanlara döner. Eğer bundan imana ve gereken tutum ve davranışlara
dönemezse; mevki hırsı öne çıkar, muradına ancak hileler ile ulaşır ve sonunda
devler ve şeytanlar âlemine girer. Hile, aldatma, yalan, gıybet ve iftira ile
İblis gibi, halk arasına fitneler düşürmek gibi huylarla vasıflanır. Orada
kalırsa, “aşağıların en aşağısında kalmış ve insanların en sapkını olmuştur...”
Ama mutluluğa ulaşıp melekler âlemine dönerse ki; bu âlem zikir, tevhit, tövbe
istiğfar âlemidir... O kişi, herkesle iyi geçinir ve güzel ahlaklı olur, güzel
ahlak insanın olgunluğudur, işte o, bununla meleklerden üstün olur. Çünkü
böyle insanlar oraya; hayvanlar, yırtıcılar, dev ve şeytan âlemlerinden
mücadele ederek geçip, ibadet, iyi tutum ve davranışlarla yükselmişlerdir.
Fatır suresinde Yüce Allah şöyle buyurur: “Güzel söz O’na çıkar, salih amel O’na
yükselir.”
Şimdi,
şu gördüğümüz yahut görmediğimiz insanların her biri, mertebelerin birindedir;
hayvanlar âleminden, melekler âlemine kadar. Bazıları ise, merhaleden
merhaleye seferini tamamladıktan sonra, daimi olarak bir hâlden diğer hâle
geçmek üzere bulunur. Şimdi ey insanlar bakın görün, nefsiniz bu otlakların
hangisinde otlamaktadır?.. (durdu, cemaati süzdü ve ahenkli sesini biraz
yükselterek devam etti) Eğer insan isen, nefsini, çalışmalarını; hayvanların,
yırtıcıların ve İblis’in gittiği yönden çevir, doğru yolu bul, Yüce Allah’a
koşman, yolların en yükseği olsun. Çünkü Allah’a giden yollar, yaratılmışların
nefes sayısı kadar çoktur. Önce nefsini tanı, onun tabiatını, huyunu suyunu,
eksikliklerini tespit et, sonra mücadeleni ver. Eksiğini gediğini kapa,
hayvanın, yırtıcının, İblis’in eğri yollarından ayrıl; güzel huylarınla doğru
yola eriş... unutma doğru yol, Allah’ın yoludur, çünkü O, doğru yol üzeredir.
Şunu da unutma, nefsi bilmeye çalışmak; insanı, Allah’ı ve gayelerin en
yükseği olan tevhid mertebelerini bilmeye götürür... Yüce Allah, cümlemize bunu
nasip etsin, âmin.
Mısrî
vaazını böylece bitirip kürsüden yere indikten sonra çevresini bir kalabalık
sardı. Onu tekrar Ulu Cami’de gördüklerinden ne kadar memnun olduklarını anlatıyorlardı.
Nasıl da özlemişlerdi içten konuşmalarını... O sırada genç bir adam, kalabalığı
yarıp Mısrî’nin tam önüne geldi:
— Efendim siz, dedi, Allah’ın insanların
yüzünde, gözünde veya eşyada görünebileceğini söylermişsiniz. Ben göremiyorum,
nasıl oluyor, söyler misiniz?
— Yavrum, dedi Mısrî, etrafına gönül gözüyle
bakmayı bilirsen, gerçekten her yüzde, gerçekten her gözde ve gerçekten her
şeyde, O Erişilmez Olan’ı görürsün.
— Gönül gözüyle bakmak nasıl oluyor?
— Önce nefsinin temizlenmesi lazım, o kadar ki
insana ve her şeye daima sevgi gözü ile bakacaksın; gönlünde sevgiden,
sevecenlikten gayri bir şey bulunmayacak. Yani tam bir gönül eri olacaksın.
— Fakat bu çok zor!..
— Ben de O’nu görebilmenin kolay olduğunu söylemedim...
— Nefsimi nasıl temizleyeceğim?
— Bir mürşit eli öperek, onun verdiği virdi
yaparak, zikrederek ve çalışarak, daima çalışarak ve sevmeyi Öğrenip severek.
Delikanlı,
sağ elini bağrına basıp sessizce uzaklaştı. Mısrî’nin etrafında birkaç kişi
sinirlendi ve şeyhlerine yaranmak hevesiyle çocuğu küçümsedi. Biri dedi ki:
— Sizi nasıl da saçma sapan sorularla rahatsız
ediyorlar! Bu gibi gençleri camiye sokmamak lazım.
— Beni rahatsız etmedi, bu bir, dedi Mısrî,
sorusu çok güzeldi, herkesin aklına takılıp da ürkekliğinden yahut kendisini
bilir göstermek için soramadığını sordu, aferin ona, bu iki. Bir şeyler
öğrenmek için sormak gerek. Ve bilir misiniz kişi, son nefesine kadar
öğrenmelidir, yani düşünüp soru sormayı bilmelidir.
Bu
sefer:
— Haklısınız efendim, dediler.
***
Haziran
1691’de Fazıl Mustafa Paşa, İkinci Almanya Seferi için Edirne’den ayrıldı.
Hastalığı gittikçe ağırlaşan Padişah III. Süleyman bu tarihten sekiz gün sonra
vefat etti... Fazıl Mustafa Paşa, giderken bütün devlet adamlarını âdeta
tehdit ederek; Sultan Süleyman’dan sonra, kardeşi Ahmet’in, II. Ahmet olarak
tahta geçirilmesini istemişti. Oysa bu devlet adamlarının mühim bir kısmı, IV.
Mehmet’i tekrar veya onun büyük oğlu Şehzade Mustafa’yı tahta çıkarmak
istiyorlardı. Ancak Fazıl Mustafa Paşa, çalışmaları ve Almanlara karşı
kazandığı zaferlerle büyük bir kahramandı, ondan çekiniyorlardı. Mecburen
Şehzade Ahmet’i, II. Ahmet olarak kabul ettiler.
Almanlar
çok iyi hazırlanarak ve çok yardım alarak kışı geçirmişlerdi. Fakat bir yıl
önceki bozgun ve Köprülü isminden dolayı tereddütte idiler... Sefer eden
Osmanlı ordusuna Macar Kralı Tökeli de katılmıştı, Kırım Hanı ise orduya
katılmak üzere yoldaydı...
Düşmanın
dikkatli tutumu, temkini Osmanlı kurmaylarını, yedi saatlik mesafede olan
Kırımlılar gelmeden taarruza kışkırttı... İkindi vakti iki tarafın top
atışlarıyla meydan muharebesi başladı. Almanlar iyi savaşmalarına rağmen,
birkaç saat içinde saflarını çözerek geri çekilmeye başladılar. Fazıl Mustafa
Paşa, kesin neticeyi almak için kılıcını çekip ön safa geldi ve o anda bir
kurşun alnına isabet etti. Çevresindekilerin, başkomutanın şahadetini âdeta
orduya duyurmak için feryadı üzerine Türk safları bozuldu. Durumun değiştiğini
gören Alman komutanı tümenlerini toparlayıp taarruza geçti.
Böylece
çok fazla zayiat veren Almanlar, az şehit veren Osmanlılardan muharebe
meydanını aldılar...
***
Bir gece evvel Mısrî bu olayı işaret eden rüyayı görmüş; fakat
en yakınlarına bile anlatmamıştı, huzursuzdu... Yalnız
savaş hakkında konuşan dervişlerine:
— Savaş elbet kanlı, gürültülü, karmaşık bir
olaydır; fakat aynı zamanda çok ince ve küçüktür. Bazen atılan bir kurşun bile
koskoca muharebenin kaderini değiştirebilir. Dua edelim hemen Hak Teala
yardımcımız olsun, dedi.
O
gece toplu dua yapıldı, ama zaten olan olmuştu...
Çok
daha sonra haber Bursa’ya ulaşınca, dervişler “tek kurşun’un mânâsını anladılar
ve şeyhlerinin kerametine bir kere daha tanık oldular.
Kâsım
gönderdiği mektupta Fazıl Mustafa Paşa için kan ağlıyordu...
Mısrî,
cevabi mektubunda onu teselli ediyor ve paşanın öbür dünyadaki yerinin ne
kadar güzel olduğunu anlatıyordu. Mısrî mektubu bitirip imzaladıktan sonra
imzanın altına birkaç satır daha ilave etti, dedi ki:
“Atalarımız zamanında cennetmekân padişahlarımız, savaşa giderken
yanlarına hocalarını, şeyhlerini, bazı dervişleri alırlardı. Bilirsin IV.
Murat bile, Bağdat Savaşı’nda yanında şeyhülislamı bulundurmuştu. Osmanlı mülkü
böyle böyle genişledi; İslamiyetin bayrağı böyle böyle, elin illerinde
dalgalandı. Almanlarla hesabımız bitmemiştir, yeni bir savaşta sultanımız
neden bizim gibilerden yardım ummaz? Bunu kendisine söyle, benim yazdığımı
söyle, eğer mümkün olursa...”
***
II.
Ahmet; Mevlevi, yazar, bestekâr, şair ve ağabeyi gibi hattattı, güzel yazıya
meraklıydı. Sarayda Kâsım’ı âdeta ağabeyinden kalan bir yadigâr gibi
benimsemişti. Ekseri fermanlarını ona yazdırıyor, bazen yanına çağırtıp hat,
hattatlık üzerine konuşturuyor, bazen de, Kâsım’ın hatlarını inceliyor,
kendisininkileri de ona gösteriyordu.
Mısrî’nin
mektubunu alan Kâsım, arkadaşının teklifi üzerine uzun uzun düşündükten sonra,
padişaha söylemeye karar verdi. Yine onun yanına çağrıldığı bir akşamüstü,
müsaade alıp II. Ahmet’e Mısrî’den ve mektubundan bahsetti.
— Şehzadeliğim sırasında Mısrî Efendiyi
işitmiştim, dedi sultan, hatırladığıma göre büyük bir mürşit imiş, fakat
Osmanlı’yı pek sevmezmiş. Şimdi bu teklifi neden yapar acaba?
Kâsım,
edep dışına çıkmadan, sakin sakin Mısrî’yi savundu ve onun niyetinin iyi
olduğuna dair inancını kısaca anlattı. Sultan:
— Kendisine yaz, dedi sultan, bize atalarımız
efendilerimizin güzel âdetlerini hatırlatmışlardır, memnun olduk... Sefer
mukadder olunca, onu hatırlayacağız... Kaç yaşındadır kendisi?
— Aynı gün doğmuşuz efendim, yetmiş
dördündedir.
— Aynı gün ha, yoksa bu dostluk çocukluktan mı
başladı?
— Evet efendim.
— Pekâlâ, benim için Mısrî Efendinin sevdiğin
bir mısrasını yahut beytini güzel yazınla yaz bakalım. Görelim bu sevgini
nasıl ifade edeceksin?
Kâsım,
padişahla konuşmasını kısaca anlatan bir mektuptan sonra Mısrî’nin bir beyti
üzerinde çalışırken, sultan da, Mısrî’nin teklifinden, Sadrazam Çalık Ali
Paşa’ya bahsetti. Sadrazam yüksek ahlaklı, değerli bir yöneticiydi, fakat
Mısrî’nin teklifine sultan kadar hoşgörülü bakmadı:
— Müsaade buyurulursa sultanım, dedi, bu zat
pek büyük bir mürşit olabilir, ama aynı zamanda Osmanlı düşmanıdır. Bir
keresinde bir vaazında Kırım hanlarını övmüş ve Osmanlı tahtına onların daha
layık olduğunu söylemiştir. Gerçi çok yıllar önce sürgüne gönderildi, on yıldan
fazla Limni’de kaldı, bilmem ki şimdi ona güvenebilir miyiz?..
— Yaa, dedi padişah ve konuyu değiştirdi.
1691
sonbaharında savaş devam etmişti. Kral Sobiesky Komaniçe önünde, Kahraman
Paşaya, Almanlar Lippa önünde Tameşvar Beylerbeyi Topal Hüseyin Paşa’ya
yenildiler... Alman imparatoru, Türkçeyi iyi bilen Kont Marsingli’yi barış için
padişaha gönderdi. Bu zat Edirne ve İstanbul’da II. Ahmet tarafından kabul
edildi. Fakat müzakerelerden bir sonuç çıkmadı... 1692’nin sonunda Kırımlılar,
Galiçya ve daha kuzeyini ve bu arada Lwow şehrini tahrip ettiler.
Venedik-Malta-Papalık-Floransa
donanması Amiral Morosini’nin komutasında Girit’e gelip Hanya’yı kırk bir gün
kuşattıktan sonra, dört bin asker kaybedip 1691 yazında çekildi.
Dalmaçya
tarafından Venedik; Hırvatistan tarafından Alman orduları Bosna’ya girdilerse
de, geri püskürtüldüler.
Sadrazam
Çalık Ali Paşa, ancak bir yıl bir gün sadaret yükünü çekebilmiş ve istifa
etmişti. Yerine yine yüksek karakterli bir zat olan, Merzifonlu Kara Mustafa
Paşa yetiştirmesi Bozoklu Bıyıklı Mustafa Paşa getirildi...
1693’te
Edirne’de Bıyıklı Mustafa Paşa, Erdel’i geri almak için hazırlık yapıyordu.
Sultan II. Ahmet de Edirne’deydi.
***
Savaş
hazırlıklan Bursa’da işitilmeye başlayınca, Mısrî içinden gelen ani bir
kararla, “Bu sefere katılmalıyız.” diye düşündü. Son zamanlarda gönül, hep
seferin yakın olduğundan bahsetmişti. Mısrî, Gülsüm ve Ali ile vedalaşırken;
gönlünün bahsettiği seferin, işte bu Erdel Seferi olduğunu düşünüyordu. Aklı
öyle hükmetmiş ve artık gönül susmuştu.
Mısrî
Bursa’nm dışında, kaplıca civarında Bademlibahçe’de çadır kurarak: “Düşman ile savaşta sevap kazanmak isteyen benimle
gelsin.” diye ilan etti ve günler geçtikçe, başta Ahmet Gazzi olmak
üzere, çevresine üç yüze yakın mürit toplandı.
Ancak
haber saraya tez ulaştı, Sadrazam Bıyıklı Mustafa Paşa; Mısrî’nin özellikle üç
yüze yakın adamıyla, Edirne’ye doğru yürüyüşe geçme hazırlığında bulunmasından
son derece rahatsız oldu. Onun bir sözü ile kitleleri harekete geçirebileceğinden
hiç kuşkusu yoktu. Ve bu sözün Osmanlı hanedanı aleyhine olacağını tahmin
ediyordu. İsyan çıkarıp padişahı devirebilirlerdi. Tam da sefer hazırlığı
içindeyken böyle bir iç isyanla uğraşmanın hiç zamanı değildi. Bu işin
engellenmesini, Şeyh Bedrettin isyanını hatırlatarak, bizzat padişahtan rica
etti.
Ve
Mısrî, Kâsım’ın el yazısı ile padişahtan bir mektup aldı. Sultan II. Ahmet,
selamından sonra, Mısrî’nin sefer hazırlığı içinde olduğunu işittiğini: “Sefere
katılmanızdansa halvetinizde dua ile meşgul olmanız daha hayırlıdır.” diyor,
onun yerinden ayrılmasına izin vermediğini söylüyor ve zafer kazanmaları için
yalnızca dua etmesini istiyordu. Mısrî bu mektuba fena hâlde öfkelendi. Gönül:
“Sefer!” demişken, bir “sultancık” mı onu engelleyecekti? Çevresine daha çok
adam istedi, gelenlerle üç yüz oldular. Bundan sonra Mısrî’nin öfkesi azaldı
ve oturup sultana cevap mektubunu yazabildi:
“Padişah’ım,” diyordu, “olmayacak şeye ferman kesmek akıllı işi
değildir. Bir yıldıza doğmasın diye ferman versen doğmaz mı, yahut ağrısı
tutmuş kadına, ‘Doğurma’ desen de doğursa padişaha asi olur mu? Padişahım ben
seni esirgerim, benim sana kötülük yapmam söz konusu değildir. Yalnız senin
hayrını isterim. Ancak senin düşmanların, beni sana yanlış bildirirler.
Bunu bil ki; peygamberlerde ve evliyada yalan ve aykırı işler
olmaz, dalkavukluk hiç olmaz. Bizim sana kötülüğümüz dokunmaz. Dediğime
güven... Çevrendeki binlerini görevden al yahut idam et, demem. Çünkü bu, senin
hizmetine layık değildir. Biz ancak genel olarak, adaletle davran, diye
nasihat ederiz. Kabul edersen senin gücün artar; aziz olursun. Kabul etmez
isen, zararı kendin çekersin.
Sonuç olarak seni peygamberlere muhalif olmaktan menederim.
Nasihati kabul edersen tahtında kalırsın. Nasihatim budur. Bu mektubu kendi
şeyhine gösterme ve onun görüşlerine uyma. İlle göstereceksen şeyhülislama ve
ulemaya göster, onların görüşlerine uy!
Seni Yüce Huda’ya emanet ederim!”
Mısrî,
üç yüz yoldaşı ile, bir sabah namazından sonra Edirne’ye hareket etti...
Uzun
yürüyüş, molalarla Tekfur Dağı’na kadar sürdü. Orada, sultanın gönderdiği
Silahşor Beşir Ağa ve adamlarını, kendilerini bekler buldular. Padişah, Mısrî
için bir araba, dervişlere para yollamış ve geri dönmelerini istemişti.
Buralara kadar gelen Mısrî, “sultancığın” arzusuna uyacak değildi!.. Arabayı ve
dervişlere gönderilen parayı reddetti, yanındakilere:
— Yeteri kadar dinlendik, kalkın yürüyelim,
dedi.
***
Silahşor
Beşir Ağanın Mısrî ile buluşması, Edirne’de heyecana ve dedikodulara sebep
olmuştu. Birtakım sözü dinlenir adamlar halka: “İşte Mısrî Hazretleri geliyor,
gelişinde hayır vardır, çünkü o padişaha iş başında bulunan bütün hainleri tek
tek bildirecek.” diyorlardı.
Halkın
heyecanı Edime Sarayına aksedince, bu sefer Mısrî’yi yolda karşılamaya Mirahor
Dilaver Ağa ile Kâsım gönderildi...
Yetmiş
beş yaşına yaklaşan Kasım atın üzerinde dimdik duruyordu. Ta uzaktan cemaatin
sabah namazını kıldığını görüp, beklediler. Namaz bitti, ilerlediler... Kâsım,
Mısrî’yi seçince atından indi, Dilaver Ağa’ya da inmesini söyledi. Yürüyerek
yaklaştılar Mısrî’ye; o ise Kâsım’ı gördüğüne bir an sevinmesine rağmen, yine
aksileşti ve:
— Ne o, dedi, bizi seferimizden alıkoymaya
padişah bizzat gelecek galiba, baksana önce dalkavuklarını göndermiş!
Kâsım,
onu duymamış gibi kollarını açarak yaklaştı ve Mısrî’ye sarıldı. Mısrî önce
mukavemet etti, kolları iki yanında sallandı ve sonra dayanamayıp o da sıkı
sıkı sarıldı Kâsım’a.
Dilaver
Ağa, biraz ötede onları seyrediyordu, bütün dervişler onları seyrediyordu.
Nihayet Mısrî dervişlerine dönüp Kâsım’ı tanıttı:
— Altmış sekiz yıllık yoldaşımdır, kan
kardeşim, sırdaşımdır Kâsım Efendi. Bizi yolumuzdan döndürmek için onu
yollamışlar üstümüze.
— Etme ağam, dedi Kâsım usulca, etme. Ben sana
yalvarmaya geldim. Yıllar önce bana, hatırını ortaya koyma demiştin, işte günü
geldi, hatırımı da, kafamı da, gönlümü de ortaya koyuyorum. Gel vazgeç
seferden; dervişlerini topla, geri dönün. Edirne’de halk ayaklanmak üzere, bu
mu istediğin? Zaman, düşmana sefer zamanıdır, şimdi padişaha asi olmanın vakti
değil... Gel girme Edirne’ye. Geri dön, bir kez olsun kafanın dikine gitme,
beni dinle.
— Dinlemesem ne olur Kâsım? Keser misin benimle
dostluğu?
— Hayır, elbette hayır, sen beni dayaktan
kurtardığın günden beri dostumsun Mehmet Ağa’m, bu dostluğu kesemem. Velakin
yine seni sürgüne yollamalarından korkarım, yoksa bu mu istediğin?
Birden
duraladı Mısrî, yavaşça:
— Bilir misin, dedi ölüm yerim Limni’dir,
toprağım hazır orada beni beklemektedir, Baltacı Mehmet Paşanın yanı başında.
Ama önce sefere, seferim var Kâsım, beni engelleme! (bir durdu, sonra sertçe
tekrar etti) Beni engelleme!
— Bağışla, sana her şeyimi koydum ortaya
diyorum. Bir damlacık da mı kıymetim yoktur gözünde? Yapma ağam, yapma!
Mısrî
birden sakinleşti, Kâsım’ın kolundan tutup:
— Şöyle yürüyelim, dedi, sonra Dilaver Ağa’nın
yüzüne bile bakmadan, eliyle onu işaret edip dervişlerine hitap etti:
— Efendi, misafirimizdir, ikramda bulunun.
Ağır
ağır yürüyüp gruplardan uzaklaştılar, Mısrî hâlâ Kâsım’ın kolunu tutuyordu. Bir
kaya parçasına rastlayınca:
— Otur, dedi ona, kendisi de yanına oturdu.
Bir
süre hiç konuşmadılar, sonra Kâsım:
— Sultanımız, dedi, senin hakkında şefkatlidir
ve iyi düşünmektedir, o mektubuna rağmen. Adamın yaptığına, “akıl işi değil”
demişsin, “seni menederim” demişsin, mektubu bana okuttu. Her neyse, o hâlâ
sefer için senin duanı alma arzusunda. Tek isteği var, senin adamlarını
toplayıp geri dönmen, o kadar.
Mısrî
sanki arkadaşının söylediklerini hiç işitmemiş gibi:
— Bilir misin, dedi, kime, neye bir ders almak
arzusuyla bakarsan, onu yaratılmış olduğu maksada doğru yolcu bulursun.
Aslında yalnız kendine, çevrene baksan da öyle; herkesin, her şeyin gideceği
bir yer vardır, gideceği bir menzil vardır, ta ki o menzil onun son menzili
ola, orada Hakk’ın rahmetine kavuşa... İşte o, kendi menzilidir. Fakat oradan
da geçip giderse bil ki bir başka konağa doğru yol almaktadır. O Sevgili’nin
düzeni böyle işte...
— Fakat Mehmet Ağa’m, bu iş tam anlamıyla senin
elinde. Eğer istersen şimdi dervişlerini toplayıp dönüş yoluna geçebilirsin.
— Evet, belki öyle
görünüyor... Fakat hiçbir şey benim elimde değil (eliyle gökyüzünü işaret etti)
O Sevgili bilir... Hem yarın bir iki dedikodu yüzünden hünkârın gazaba gelmeyeceği
ne mâlum! Kafasına eser sürer beni Limni’ye. O zaman işte kendi menzilime
kavuşmuş olurum...
Kâsım’ın
gözlerinden yaşlar akmaya başladı:
— Toprağım orada diyorsun, dedi.
— İşte böyle olduğu için, şu Limni Seferi’nden
önce, son görevimi yapıp, küffar üzerine gitmek isterim, (gözlerinden iki
damla yaş düştü, sesi yalvardı) Bana yapma etme, deme adamım, deme... Adamım!
Hatırım için deme! Umarım Yüce Allah, bana önce düşman seferini yazmıştır...
Yazmıştır ki, son zamanlarda gönül hep; “Sefere doğru!” dedi.
Kâsım
ses çıkarmadı, gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Çocukluklarından beri ilk
defa görüyordu Mısrî, onun ağladığını.
Birden
Kâsım gözyaşları arasında gülümseyip:
— Var mısın bir güreşe, kim kazanırsa, ha?
Mısrî’nin
gözyaşları tekrar düştü yanaklarına:
— Artık güreşi aşmadık mı biz adamım,
kıymetlim! dedi.
***
Aynı
dakikalarda, Bozoklu Mustafa Paşa, sultanın huzuruna çıkmıştı:
— Padişahım, dedi, eğer bu meczup adam buraya
gelirse tam bir fitne çıkacaktır. Kalabalıklar toplanmaya başladı bile, onun
bir sözü ile bu halk saraya doğru harekete geçer. Vallahi kendi başım umurumda
değildir, ben yalnız sizi düşünürüm, çıkmamız lazım gelen seferi düşünürüm.
— Çocukluktan dostu
Kâsım Efendi’yi yolladık. O herhâlde meseleyi halledecektir.
— Onun gözü dost most görmez padişahım. Emrinizi
dinlememekle bir kere size asi olmuştur, sonuna kadar gitmezse, başını
alacağınızı bilir... Bu yüzden sonuna kadar gitmek isteyecektir, kendi
kafasına karşı, sizin kafanız vardır artık... Başka bir şey düşünemez.
Sultan
II. Ahmet ses çıkarmadı, başını önüne eğip uzun uzun düşündü sonra içini çekti,
nefesini boşalttı ve:
— Allah ikimizi de affetsin, dedi, bir büyük
mürşide bunu yapmak istemezdim; eğer Edirne’ye kadar gelirse, derdest edip Limni’ye
yollayın. Ancak Edirne’ye gelirse...
Bozoklu
Mustafa Paşa, derin bir nefes alıp rahatladı.
***
Kâsım
kayanın üzerinden kalktı, usulca:
— Öyleyse git seferine, dedi, git!
Mısrî
de kalktı, birbirlerine sarıldılar, bir süre öyle kaldılar. Sonra Kâsım
çözüldü, arkasını döndü yürümeye başladı. Mısrî onu, atının yanma kadar yolcu
etti, Dilaver Ağa da gelmişti. İkisi de atlarına atlayıp dörtnala sürdüler
Edirne’ye doğru...
Mısrî
uzun uzun baktı onların arkasından... Neden sonra yoldaşlarına dönüp:
— Haydi, dedi, öğlen namazından önce varalım
Selimiye Camiine.
***
Edirne
halkı, Mısrî ve dervişlerini şehrin varoşlarında tekbirler, salavatlar ve
tevhitlerle karşıladı, hep beraber Selimiye Camiine doğru yürümeye
başladılar... Caminin içi ve dışı, cami civarındaki bütün sokaklar dolmuştu.
Sanki bütün Edirne oradaydı. Daima Mısrî’nin yanında duran Ahmet Gazzi’den
başka dervişler girememişlerdi içeri... Mısrî caminin içinde, mihrabın yanına
çöküp yanındakilere:
— Önce namaz kılarız sonra kısa bir vaazdan
sonra padişahın yanma varıp sefere doğru yola koyuluruz, diyordu.
O
sırada padişahın, Limni’ye sürgün fermanı ile Edirne Kaymakamı Osman Paşa,
arkasında yeniçeri ağası ve bir bölük yeniçeri ile kalabalığın arasından yavaş
yavaş sıyrılarak girdi, Mısrî’nin önüne kadar gelip dedi ki:
— Haydi şeyhim, Padişah’ımız Efendimiz sizi
bekler, dedi.
Mısrî
yerinden kıpırdamadı:
— İnşallah namazdan sonra varırız, dedi.
Ama
kaymakamın arkasındaki yeniçeri ağası ve bir bölük yeniçeri birden yaklaştı ve
Mısrî’yi koltuklayıp hızla halkın arasından geçirdiler ve arabaya bindirdiler.
Mısrî böylece, arabanın yanında bekleyen Mirahor Dilaver Ağa’ya teslim edilmiş
oldu. Araba hızla hareket etti; dervişler ve halk koşarak, yürüyerek onu takip
ediyordu. Hepsi şaşkınlık içindeydi. Hepsi bir kere daha Mısrî’nin nur kaplamış
yüzünü görmek istiyordu.
Derdest
edilip götürülürken çok öfkelenen Mısrî’nin öfkesi, yavaş yavaş geçmekteydi;
işte Limni yolu görünüyordu, işte toprağı ona kucak açmış bekliyordu...
Mezarlıktan geçerlerken, bir kabrin başında dua etmekte olan
Şeyh Ali Gülşenî ve dervişi Hasan Gülşenî ile karşılaştılar. Kalabalıktan
birilerine sorup ne olduğunu öğrenen şeyh, yanındaki dervişine:
— Koş evladım, dedi, o mübareğin arabasına
yetiş, önüne yatıp durdur ve nazırını celalden, cemale çevir.
Hasan
Gülşenî koştu, denileni yaptı; Mısrî pencereden başını çıkarınca; hâlâ yerde
yatmakta olan derviş:
— Hazretim, dedi, Şeyhim Ali Gülşenî ve ben
fakir rica ederiz; nazarınızı öfkeden çekip güzelliğe çevirin, Allah aşkına.
Mısrî
meseleyi anladı ve hafifçe tebessüm edip arabadan aşağıya atladı; yeniçeri
bölüğü tetikte bekliyordu, Dilaver Ağa huzursuz olmuştu, fakat Mısrî’nin
yüzündeki tebessüm onu, olumsuz bir emir vermekten alıkoydu.
Şeyh
Mısrî:
— Evladım, dedi, bizim öfkemiz devam etseydi, Edirne’nin altı üstüne
gelirdi.
Ve,
bir mezar taşının baş tarafını sağ koluyla hafifçe kavrayıp sarstı, o anda
Edirne sallandı, orada bulunan herkes sallandı. Kısacık bir depremdi, fakat
hepsi çok korkmuştu... Mısrî, Hasan Gülşenî’ye dönüp:
— Evladım kalk artık yerden, sen yüksek
makamlara sezâsın, dedi.
Genç derviş kalktı,
Mısrî’nin elini öptü ve o günden sonra Hasan Gülşenî’nin ismi Hasan Sezâî
Gülşenî kaldı...
***
Mısrî,
kıyı yolu ile şehirden çıkarılıp; Boğaz Hisarı’nda Kaptan Paşaya teslim edildi
ve ayak bileklerine bukağı takıldı... Ahmet Gazzi, onunla Limni’ye gelmek
istediyse de Mısrî:
— Var git Ahmet Efendi, buradaki dervişanı
da al, Bursa’daki tekkemde, onların terbiyesi ile meşgul ol. Oğlum Ali ve dervişanım
sana Allah’ın emanetidir, cümlesine benden selam söyle. Ha Ali’nin zahirî ilim
tarafı zayıftır, ona o yönden de hocalık et, dedi.
Onunla
gelmek isteyen dervişlerinden on kadarını yanına aldı, diğer bekleyen
dervişlerine ve oraya kadar takip edip gelmiş halktan kişilere:
— Sizler de Allah’a emanet olun, hepinizi O
Sevgili’me ısmarlar ve vasiyetimi yapmak dilerim. Orada ölecek olursam,
ayaklarımda bu bukağılar ile gömülmek istiyorum. Bu vasiyetim için hepinizi
şahit tutuyorum, dedi yüksek sesle ve gemiye doğru yürüdü.
Arkasından
feryatlar duyuldu... Az sonra bütün feryatlar tekbire dönüştü...
***
Mısrî’nin
Limni’deki tekkesi Şeyh Mahmut Efendi’nin yönetiminde yürüyordu...
Mısrî
tekkeye uğramadı, kimseyle görüşmedi... Adadaki son bir yılını, İskele Camii
minberinin altındaki küçük odada; yemeden içmeden kesilmiş bir hâlde, en
önemli eseri olan “İrfan Sofraları”nı yazarak ve sadece ibadet ederek
geçirdi...
Ve
1694’ün 16 Martı Çarşamba günü, miladi tarihe göre yetmiş altı, hicri tarihe
göre yetmiş sekiz yaşında, kuşluk vakti, seccadesinin üzerinde, elinde tespihi,
dilinde zikri, sefer etti; Hakka yürüdü.
12 Nisan 2003 Tanaşa/ Bandırma
12 Ekim 2003 Ankara
12 Ekim 2003 Ankara
Kaynak: Emine IŞINSU, Bukağı, Niyâzi-i Mısrî Hayatı, 1. Baskı:
Nisan 2006 ANKARA
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar