BUKAĞI / Niyâzi-i Mısrî
Yazan: Emine Işınsu
Göğün,
asık suratlı ve buz grisi, derinden derine gelen o müthiş öfkesi, havada
artarak denize aksediyor; denizde buz grisi sular köpürüp, şahlanarak gemiyi
dövüyor. Küpeşteye tutunmaya çalışarak, haykıra haykıra gelip gemiyi vuran
dalgaları seyreden iki adamdan yaşlısı, başını göğe kaldırıp yağmur arandı.
— Yağmur yağarsa fırtına dinebilir, dedi.
Genci
alçak sesle:
— Bu Allah’ın bir gazabı olmalı, dineceğe hiç
benzemiyor, acaba içeri geçsek mi? diye sordu.
— Yoksa üşüdünüz mü?
Sanki
adam, onun korktuğunu anlamıştı. Bu soruyla ona özellikle hakaret etmiş gibi
alındı beriki, boynunu dik tutup:
— Ben üşümem, dedi, bir fırtınacık, nedir ki!
Öbürü
istifini bozmadı:
— Bu fırtınacık, şu küçük gemimizi batırabilir!
Genç
adamın aklından, “Hayır hayır bu Allah’ın gazabı değil. Bu, onun işi!.. Yapar
mı, yapar!” diye geçti, korkusu arttı: “Son Limni sürgününde o kadar kızmış
ki, mezar taşını tuttuğu gibi sarsmış, bütün Edirne birden sallanmış! Olacak
iş mi, amma yapmış işte!.. Paris’e gideyim derken, şimdi Limni Adası yolunda
fırtınaya kurban gitmek de var. Çünkü, tam onu ziyarete giderken bu fırtınanın
çıkması, hiç de hayra alamet değil!.. Aman Allahım sen yardım et.” diye
düşündü. Genç adamın elinde değildi, çok korkuyordu ve Niyâzî Mısrî’den ve
kendi dedesinin dedesinin babasından nefret ediyordu. Öbürü tam o anda sormaz
mı:
— Sebeb-i ziyaretiniz?
Genç
adam, umursamazmış gibi görünmeye dikkat harcayarak, eliyle bir “laf olsun”
işareti yaptı:
— İşte adayı şöyle bir ziyaret efendim. Siz
acaba neden?
— Ben de bir ziyaret için geldim, tanırsınız
belki meşhur mutasavvıf şair Niyâzî Mısrî Hazretleri Limni’de metfundur.
(içini çekti) Onun mübarek türbelerini ziyaret edeceğim.
Genç
adam o kadar şaşırdı ki, farkında olmadan kelimeler ağzından dökülüverdi:
— Ben de onu ziyaret edeceğim!
Birden
kendine geldi, nasıl, ne olmuştu da bu asırda yapmaktan çok utandığı bir işi,
türbe ziyaretini itiraf edebilmişti! Dehşetli bir rahatsızlık duydu. Onun
gibi, Fransız mürebbiyenin sıkı disiplini altında Batı zihniyetiyle yetişmiş
bir beyzadeye yakışır mıydı bu tutum! Yüzü kıpkırmızı kesildi, sonra, “Fakat
türbede de karşılaşabilirdik, neyse işte baştan söylemiş oldum.” diye içini
rahatlatmaya çalıştı. Haydi, kendisinin bir sebebi vardı, ya şu zat?
— Siz niçin ziyaret edeceksiniz?
— Herhâlde sizinle aynı sebepten efendim, biz
ikimiz de onun yolundayız besbelli.
Genç
adam, birden üzerine yapışan bir sineği silkelemek ister gibi, tiksinmeyle
karışık bir gururla:
— Hayır, hayır, dedi, ben onun yolunda değilim!
— Yaa! dedi yaşlı adam, artık yeni tahmininden
emin, gülümsedi. O hâlde edebiyat meraklısısınız ve Mısrî divanının aşkı sizi
bu yollara düşürdü?
— Divanını okumadım bile!
— O hâlde?
Hafif
alaylı gülümsedi genç adam:
— Benimki Paris aşkı efendim.
— Af buyurun, anlayamadım?
Karşısında
kim olursa olsun, tavırlarıyla araya bir Batılı-Doğulu farkı koymaktan
hoşlanırdı genç adam. Fırtına korkusuna rağmen, yaşlı adamı küçümseyen bir
tarzda, elini hafifçe sallayıp:
— Uzun hikâye, dedi.
Yaşlı
adam uzun uzun onun yüzüne baktı. Gencin fırtına korkusunu, şu kendisini
“küçümseyen” tavrını sezmişti. “Daha çok genç!” diye düşündü, içini çekti,
gözleriyle onu okşar gibi baktı:
— Keşke anlatabilseniz, ferahlardınız, dedi.
Bu
ses, bu bakışlar... Genç adam yaşlının yüzüne daha dikkatli baktı; beyaz
sakalın çerçevelediği oldukça yakışıklı bir yüz, yakışıklıdan öte, “anlayışlı”
bir yüz, bir çocuğunki gibi masum ve kocaman kahverengi gözlerde sevecen
pırıltılar... “Saf, sevimli bir adam bu, demek derviş!.. Kılık kıyafetinden de
hiç belli değil amma...” Genç adam biraz tereddüt etti, sonra kararlı bir sesle
anlattı:
— Meşhur dediniz ya, asıl bizim ailede
meşhurdur Niyâzî Mısrî. Düşünün, yüz elliden fazla yıldan beri bizi etkilemeye
devam ediyor. Dedemin dedesinin babasının çok yakın bir arkadaşıymış,
aralarından su sızmazmış. Taa sıbyan okulundan arkadaşlar. İşte sonra da devam
etmiş gitmiş...
— Yoksa dedeniz de bir şeyh miymiş?
— Ne münasebet! (yine o tiksinen gururlu hava)
Bizim ailede şeyh, hoca, ulema yoktur efendim! Onun arkadaşı olan dede de,
sarayda kâtipmiş, hattatmış, işte o kadar!
O
sırada şimşekler çaktı, gri gök, gri hava kızıla boyanıverdi bir an,
arkasından gök gümbürdedi... Nihayet yağmur yağmaya başladı. İçeri zor
kaçtılar, ıslanmışlardı. Geminin bol tütün dumanlı, sıcak salonunda oturacak
yer arandılar, buldular. Ortalıkta dolaşan Rum garsondan çay istediler.
— Yağmur berekettir, dedi yaşlı adam, demek
ziyaretimiz kabul edilecek.
Genç
adam olanca içtenliği ile:
— İnşallah, dedi.
— Fakat Mısrî Hazretleri’ni ziyaretinizin
sebebi?
— Efendim, uzun hikâye.
— Dinlerim.
— Arz ettim; dedemin dedesinin babasıyla çok
yakın arkadaşlarmış. İşte o vasiyet etmiş ailede her doğan erkek evlat,
mutlaka onu ziyaret etsin diye.
— Çok ilginç, dedi yaşlı adam, demek o zaman bu
zaman sizin aileden her erkek...
Onun
sözünü kesti genç adam:
— Her erkek değil efendim, ziyaret etmeyenler
de olmuş; ama her birinin başına ayrı bir felaket gelmiş, kimi muazzam
servetini kaybetmiş, kimi evinde çıkan yangında ölmüş, büyük amcalardan biri
intihar etmiş, diğeri (sesini alçalttı) sarayın gadrine uğrayıp sürgün
edilmiş...
— Peki ama bütün bunlar vasiyeti tutmayıp Mısrî
Hazretleri’ni ziyaret etmedikleri için mi olmuş yani?
Fransız
mürebbiye ile büyümüş genç adamın “Batılı” kafası isyanla doldu. Biraz evvel
fırtınadan bile Mısrî’yi sorumlu tuttuğunu unutup şiddetle itiraz etti:
— Tabii değil, ilgisi bile yoktur, bundan
eminim. Fakat benim Paris seyahatim türlü engellerle karşılaşıp bir türlü
gerçekleşemediği için babam, bu ziyaret konusunda o kadar ısrar etti ve aile
hikâyelerini o kadar uzun uzun anlattı ki...
— Paris seyahatiniz?
— Okumak için efendim, dedemin dedesinin babasının
babası gibi, yani Niyâzî Mısrî’nin arkadaşının babası ve birkaç büyük amcam
gibi doktor olmak istiyorum da.
— Çok güzel, pek muvafık fakat, niçin Paris’te?
— Bu iş ancak orada yapılır efendim!
Yaşlı
adam, hayretle büsbütün kocamanlaşmış gözlerle onu süzdü:
— Yaa bilmiyordum, dedi.
Ona,
“Sen bir derviş parçacığısın, ne bilirsin ki ‘Hu, Hu’dan gayri!” diyen gözlerle
bakan genç adam, biraz da sıkılarak izah etti:
— Bugün Paris bir dünya başkentidir efendim. Doktoru
da, şairi de, yazarı da velhasıl her entelektüel kişi, Paris’e ayak basmak
için can atıyor. Ayrıca, dünyanın en güzel kentidir.
— Yapmayın canım! Nedim’in bir taşına bütün
Acem mülkünü feda ettiği İstanbul’umuzdan da güzel değil ya!..
— Bakın (genç adamın sesinde büyüksü, öğreten
hava iyice hissedilmeye başlamıştı, “Bakın” diye tekrarladı) İstanbul da elbet
fena değildir ama, büyük bir eksikliği var Paris’ten, orada medeniyet var,
burada yok! Medeniyet!.. Takdir edersiniz ki, en fazla ihtiyacımız bulunan o
büyülü, sihirli, dokunduğu yeri abat eden o büyülü güç! Emin olun, benim için
tıbbiyede okumak da, Paris’te bulunmak kadar ehemmiyet arz etmez. İnanınız
medeniyet...
Bu
sefer yaşlı adam, gencin sözünü kesti:
— Medeniyet diyorsunuz da, aklıma geldi; ben,
af buyurun Paris’te yaşayanların oturaklarını, affedersiniz pencereden sokağa
döktüklerini işittim, yani evlerinde bir ayak yolu bile yokmuş.
Genç
adam biraz bozuk, biraz kızarmış bir hâlde, fakat alelacele konuştu:
— Bunlar ayrıntı efendim, ayrıntı. üzerinde
durulmaya değmez... (sözü değiştirmek istedi) Evet Paris seyahatim bir türlü
gerçekleşmeyince, babam çok ısrar etti. Yani ben yaşlı pederimin arzusunu
kıramadım, sırf onun gönlünü hoş etmek için çıktım bu geziye.
— Bilir misiniz, bilirsiniz elbet, sürgünde
ayağında bukağılarla vefat etmiş Hazret ve işin ilginç yanı meğer bu
bukağılarla gömülmeyi vasiyet etmişmiş. Böylece onu ayak bileklerinde demir
halkalarla defnetmişler... Kabrinin üstü açıkmış. Rivayet ederler ki; birkaç
gün süren bir ağır yağmurdan sonra, üstündeki toprak kaymış, bir bacağı bukağı
ile açığa çıkmış. Tesadüf bu ya, o gün de İstanbul’dan ziyaretçileri
gelmişmiş. Bacak canlı gibiymiş hiçbir bozulma yokmuş. Bunu gören
ziyaretçilerden biri, baltamsı bir şey bulup buluşturmuş, niyeti o demir halkayı
kırıp çıkarmak, bacağın birini hiç olmazsa kurtarmakmış. Fakat Bismillah çekip
baltayı indirmek isteyince, balta elinden o hızla fırlamış, adamın yüzünü pek
yakından sıyırıp, uzağa düşmüş. Yani, Mısrî Hazretleri, bukağıyı
çıkarmalarına izin vermemiş, fakat adam böylece büyük bir tehlike atlatmış.
Derler ki, o kişi arkadaşı olmasaymış, o balta yüzünü sıyırıp geçmez, alnına,
yanağına bir yerine saplanırmış mutlak.
Genç
adam içini çekti, bu hikâyeyi ne kadar çok dinlemişti. Bıkkınlıkla:
— İşte o adam, dedi, bizim malum dede imiş!
— Allah Allah, dedi yaşlı adam, ben de bu
hikâyeyi, rivayet diye size anlattım, demek doğruymuş!
— Galiba, dedi genç adam.
— Gerçi kendisi çok öfkeli bir zatmış, Yüce
Mevla’nın “Celal” sıfatı ile sıfatlanmış biriymiş, lâkin bu kadar öfkenin
hikmetini bir Allah bilir herhâlde... Kendisi de zaten bir şiirinde: “Herkes
anlamaz bizi, bizler muamma olmuşuz” der. Muamma, bilmece demek. Ve şöyle
ilave eder: “Lafz u sûret cism ile anlamak isterler bizi / Biz ne elfâzuz ne
suret, cümle mânâ olmuşuz” Yani bizi sözlerimizle, suretimizle, cismimizle
anlamak isterler, ama biz ne sözleriz ne de suret, cümle mânâ olmuşuz, diyor.
Evet Niyâzî Mısrî’yi anlamak da, anlatmak da çok zordur efendim.
— Öyle olmalı, dedi genç adam.
1618’in
ilkbaharında, II. Osman, hal edilen deli padişah Mustafa’nın ardından tahta
çıktı. Aslında, babası Sultan I. Ahmet Han öldüğünde, tahta büyük oğlu ve veliahdı
Şehzade Osman’ın çıkması gerekiyordu. Ancak, Osman’ın, babasından da sert
mizacı, çoğu kişiyi ürkütmüştü. Bir de I. Ahmet’in gözde kadını “Kösem” diye
çağrılan Mâhpeyker Haseki, kendi oğullarına zarar verecek bir cülusu önlemek
için, şeytani zekâsını kullanmış, bütün servetini ortaya döküp saçmıştı.
Böylece I. Ahmet’in hasta küçük oğlu Şehzade Mustafa tahta oturtuldu. Fakat
kısa bir süre sonra, Mustafa’nın deli olduğu anlaşıldı, saltanatının kısa
süreceği belli oldu. Kösem Sultan bu süre içinde, I. Sultan Mustafa’nın
akılsız ve gaddar annesi Valide Sultan’ın, Sultan Ahmet’in ilk iki şehzadesini
ortadan kaldırtabileceğini ümit ediyordu. Fakat umutları suya düştü,
beceremedi... Aradan üç ay, dört gün geçti, Sultan Mustafa tahttan indirildi.
Ve böylece hakkı yenmiş Sultan Osman tahta geçti. Mustafa’yı öldürtmedi, ancak
geleneğe aykırı şekilde hareket edip ve üstelik deli amcasını cülus ettirenlere
karşı çok sert tepki gösterdi.
On
üç yaşını anca geçmişti. Fakat tahsilli ve muhakkak ki babası I. Sultan
Ahmet’in o yaşlardaki hâline göre daha olgundu; zeki, hırslı, memleket
meseleleri üzerine düşünmeye meraklıydı... Sabırsız, sert, aceleciydi...
Babasına,
altı minareli ünlü Sultan Ahmet Camii’nin avlusunda güzel bir türbe yaptırdı.
Veziriazam Damat Halil Paşa’yı azledip, Damat Kara Mehmet Paşa’yı Veziriazam
yaptı. Sultan Osman’ın büyük planları vardı; memleketin acil reformlara
ihtiyacı olduğunu düşünüyor, devlet düzeninde kesin tedbirler almak istiyordu
ve “Padişah”ın ağzından çıkan her cümlenin “kanun” olması lazım geldiğine
kesinkes inanıyordu.
***
Onun
tahta çıktığı günlerde sarayın hekimbaşı Mehmet Zihni Efendi ile eşi Mihriban
Hanım’ın bir oğulları oldu, ilk çocuklarıydı. Mehmet Zihni Efendi, evde bayram
havası estirdi. Güzeller güzeli karısına yakut ve zümrütlerle bezenmiş, çiçek
çiçek bir kolye hediye etti ve oğlunun ismini Muhammed Kâsım koydu.
Çocuğu Kâsım diye çağırdılar...
Kâsım’ın
doğduğu gün Malatya şehrinin merkezine bağlı, âdeta mesire yeri sayılabilecek
güzellikte, Aspozi Mahallesi’nde, Malatya eşrafından Soğancızade Şeyh Ali
Çelebi el-Nakşibendi ile karısı Hatice Hanım’ın da yetişmekte olan iki
kızından sonra, bir oğulları oldu. O ağırbaşlı Ali Efendi bile sevincini belli
etti; Hatice Hanım’ın saçlarını okşadı. Bebeğe Muhammed ismi kondu. İri, esmer
bir bebekti ve sanki akıllı akıllı bakıyordu. Peygamber ismine hürmeten onu
Mehmet diye çağırdılar.
Bir
yıl sonra Mehmet’e bir erkek kardeş geldi, ismini Ahmet koydular... Ağabey
Mehmet, bebek Ahmet’le pek ilgilenmedi...
Ahmet’in
doğumundan altı ay sonra Kâsım’a da bir kız kardeş geldi, o da ağabeysi gibi
sarışın ve mavi gözlüydü. Bu taş bebek gibi güzel kıza Melekşan ismini uygun
gördüler.
***
Sultan
11. Osman, artık düşündüğü radikal reformları hayata geçirmeye niyetlenmişti.
Özellikle, son zamanlarda düzeni bozulmuş, şımarmış, kendiişlerine bakacakları
yerde devlet işlerine karışmaya başlamış bulunan “Kapıkulu Ocakları” denen
yeniçeri sınıfını ortadan kaldırmak ve yeniden bir merkez ordusu düzenlemek
istiyordu. Birçok beylerbeyine gizli talimatlar gönderdi, fakat hem saray
içinde hem saray dışında dedikodular aldı yürüdü. Zaten tedirgin olan
yeniçeriler, büsbütün rahatsız oldular. Sultan ayrıca Ulema sınıfının
yetkilerini fevkalade kısmış, onları da karşısına almıştı. Bir taraftan da deli
padişah Sultan Mustafa’nın annesi eski valide sultan, kız kardeşi sultan ve
onun kocası Vezir Davut Paşa, yeniçerilere rüşvet ve vaatler dağıtıyorlardı...
***
Sultan
II. Osman’ın alçakça katledildiği 1622 yılında, Mehmet ve Kâsım dört yaşına
basmışlardı. Aileleri dört ay dört gün daha bekleyip, âdet olduğu üzere
çocukları dört yaş dört ay dört günlükken rahlelerinin önüne diz çöktürüp,
okutmaya başladılar. Kâsım’ın hocası Mehmet Zihni Efendi idi. Mehmet’inki ise
Şeyh Ali Efendi’nin pek sevdiği müritlerinden Rumelili eski pehlivan Koca Halil
Derviş’ti... Pek iri yarı olduğu için, hemen herkes ona “koca” sıfatını uygun
görmüş, zamanla ismi unutularak, “Koca Derviş” olarak anılmaya, çağrılmaya
başlamıştı... Koca Dervişin dervişlikten gayri bir büyük merakı vardı ki ne derviş
arkadaşları ile ne de şeyhiyle paylaşabiliyordu. Bu merak siyasetti,
memlekette, sarayda neler olup bitiyor hep öğrenmek, bilmek ve konuşmak
isterdi. Bu sebepten İstanbul’dan, Edirne’den sık sık mektuplaştığı arkadaşları
vardı.
Mehmet
okumaya büyük bir ilgi gösterip elifbasıyla ilgilenirken; Kâsım, harflerin
şekilleriyle âdeta oynuyor, onları türlü böceklere, bazen de insanlara benzetip
vücudunu eğip büküp harfleri taklit etmeye çalışıyordu. Sonra, babasının
kalemi ile, o harfleri kâğıt üzerinde çiziktirmeye başladı ve harfler Kâsım’ın
elinde, elifbadakinden apayrı şekillere büründüler. Babası onu düzelttikçe
huysuzlanıyor, kendi yazdıklarının daha güzel olduğunu söylüyordu. İlk
Mihriban Hanım’ın aklına geldi ileride oğlunun bir hattat olabileceği, Mehmet
Zihni Efendi de kabul etti bu fikri ve Kâsım’a son derece yumuşak davranarak,
önce kendi yazdıklarının aynısını taklit edip öğrenirse, sonra daha büyüyünce,
Kâsım’ın istediği gibi yazmasına müsaade edeceğini söyledi.
Beri
tarafta Mehmet okumayı sökmüştü. Bazı bazı koca adam, Mehmet’i kucağına
oturtuyor, ona, İslamiyetin ahlaki değerlerini anlatıyordu. En önemli kural,
“Doğru Yol”u izlemekti ki bu, ancak bizi Yaradan’ın “yap” dediklerini yapıp,
“yapma” dediklerini yapmamaktı. Allah’ın en değer verdiği konu ise; insani
ilişkiler ve “hak” kavramıydı; çünkü “Hakka hizmet, halka hizmet”
demekti ve insanların birbirlerinde hakları asla kalmamalıydı. Öyle bir
günahla Yaradan’ın karşısına çıktıkları vakit, O, bunu bağışlamaz: “Önce
hakkını yediğiniz kişi sizi bağışlasın.” derdi. Yaradan, insanları,
sevgisinden, sevgiyle yaratmıştı, onların birbirlerini ve her yaratılanı
sevmelerini isterdi. Çocuk, onu büyük bir dikkatle âdeta kelimeleri yutarak
dinlerdi. Koca Halil Derviş, onu çok akıllı buluyor, ileride bu çocuğun bir
“hakikat” âlimi olacağını söylüyordu. O, elbette ki babasını takip edecek,
büyük bir Nakşibendi Şeyhi olacaktı!..
Bir
gün Koca Derviş, gözyaşları içinde, ona bir dörtlük okudu:
— Bak kıymetlim, dedi, sana bir şiir
okuyacağım, iyi dinle:
Bir
şah-ı âlî şan iken Şah-ı Cihâriâ kıydılar Gayretli genç aslan iken Şah-ı
Cihân’â kıydılar Gazi bahadır Han idi Ali nesep Sultan idi Namıyla Osman Han
idi Şah-ı Cihân’â kıydılar...
(dövündü)
Ah Şahım efendim, ah Şahım efendim!..
Gözyaşları
yağmur gibi iniyordu yanaklarına. Çocuk, kocaman adamın bu gözyaşı selinden
şaşkına dönmüştü, sordu:
— Şah-ı cihan da kimdir, arkadaşın mı?
— Senin, benim hepimizin Şah’ı, Padişah’ı idi
o, abe gencecikti... İyi işler yapacaktı, bırakmadılar, komadılar...
— Kimler?
— Kim olacak kızanım, çevresindeki hainler,
delibozuk yeniçeriler.
— Ama geçen gün bana okuduğun şiir daha
güzeldi.
Gözlerini
elinin tersi ile kurulayan Halil Derviş, geçen
gün
okuduğu şiiri düşündü, galiba “Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu”
idi... Koca Derviş, beş yaşındaki çocukta bu şiir zevkine hayran kaldı. O
kadar hayran kaldı ki Sultan Osman için ağlamayı kesti; “Bu çocuğa âlim hocalar
gerek, vah bahtsızım! Vah, benim gibi bir fakir derviş parçasına kaldı.” diye
düşünüp, bu sefer Mehmet için ağladı.
Kâsım,
ne istediğini bilen, uslu bir çocuktu. Saatlerce yazı yazmaya çalışır, bu
uğraşı içinde ikide bir kendisini rahatsız eden Melekşan’a kızmaz, hatta zaman
zaman yazmayı bırakır, gülerek küçük kızı oyalardı... Mehmet ise çok yaramazdı,
dersleri dışında, sopadan yapılmış atma atlayıp kendini sokaklara atar,
saatlerce görünmez, annesini, ablalarını merak içinde bırakırdı. Onu arayıp bulup
tatlılıkla eve getiren hep Koca Derviş olurdu. Bazen de yakınırdı Derviş:
“Böyle habersiz kaçıp gitme be kıymetlim, bak adamım kadınları yine üzdün,
yedin bitirdin onları be kızanım. Haydi kendimi saymıyorum, bana acıma, onlara
acı bari...”
Çok
değil birkaç yıl sonra, yalnız kendi mahallesinden değil, ta şehrin içindeki
mahallelerden şikâyetler gelmeye başladı; erkek çocukları dövüyor, kız
çocukların saçlarını çekiyor, çeşmeleri çamurluyordu. “Hani şu mübarek şeyhin
oğlu olmasa, onlar bu çocuğa yapacaklarını bilirlerdi amma velakin işte...”
Koca
Derviş ise kendi kendine; “Te be kızan o kadar zeki ki, zekâsı dolup dolup
taşıyor. Bir budalalığa, bir ahmaklığa hiç dayanası değil. Böyle şeylerle
karşılaşınca kendince ceza veriyor onlara!” diye düşünüyordu.
Bir
gün uzaktaki mahallelerden birinde, Mehmet yerine Koca Derviş yedi dayağı. Güreşçiydi,
iri yarıydı, istese kendini dövenleri pek güzel dağıtabilirdi, fakat o, çocuğun
üstüne kapanıp, ona iyice siper olup, “Kıymetlimi döveceklerine beni dövsünler,
hırslarını böyle alsınlar bari!” diye ses çıkarmadı; sille tokat üzerine
gelenlere tek parmağını bile kaldırmadı... Sonra yaralı bereli, Mehmet’in
elinden tutup eve dönerlerken, çocuğun bir garip sessizliğe kapıldığını gördü,
sordu:
— Konuşsana kıymetlim, dilini mi yuttun?..
— Ben yiyecekken dayağı sen yedin, olmadı bu
iş! Hiç olmadı. İstesen sen hepsini döverdin, senin gücüne karşı gelemezdi
onlar, ama sen dayak yedin!..
— Abe ben senin dayak yemene dayanamazdım ki
kıymetlim, adamım, o zaman onlara karşı gelirdim, beni dövdükleri zaman ise
karşı gelmedim, kendimi savunmak aklımdan bile geçmedi, orada görevim seni
korumaktı.
— Ama neden?
— Çünkü kızanım, insancıkları o kadar
kızdırmıştın ki, birini dövmeselerdi çatlayacaklardı. Varsın hırslarını benden
alsınlar dedim.
— Ama böyle olmaz ki, haksızlık bu! Hakkın
bende kaldı!
— İşte derviş kişi, buna haksızlık demeyebilir;
derviş, önce ben yerine, önce sen diyen kişidir kıymetlim. Abe şeyh baban eğer
bilseydi bu olayı, bana hak verirdi sanırım.
— Sorarım ona.
— Hayır sakın kızanım, annen bile senin bu
yaramazlıklarını babana söylemedi, sakladı. Şeyhimi üzmeyi istemeyiz değil
mi?
Çocuk,
onu taklit ederek:
— Düşünmem lazım! dedi.
Mehmet,
yedi yaşına basmak üzereydi.
Çocuğun
düşünmesine vakit kalmadan, Şeyh Ali Efendi, pek sevdiği müridinin burnunun
üstündeki yara izini görüp sordu. Şeyhinin karşısında bu iri yan adam, bir
çocuk kadar saf ve ürkekti; yine de sorulan geçiştirmeye çalıştı.
— Çıkar ağzından baklayı oğlum, dedi Ali
Efendi, benden saklın gizlin olduğunu bilmiyordum, söyle, anlat bana bakayım.
— Şeyhim efendim, yalvarırım bu seferlik beni
bağışlayın, yalvarırım şeyhim efendim.
— Anlat, dedi şeyh, Mehmet yüzünden geldi
başına bir şeyler, anlat, tafsilatını söyle.
O
zaman Koca Derviş’in aklına dank elti ki, şeyhinden bir şey saklanamaz, çünkü o
bilir! Bu gerçeği nasıl da unutmuştu. Ezilip büzüldü, gözlerinden yaşlar aktı,
sesi küçücük çıktı, ama anlattı.
Ve
Mehmet yedi yaşına girerken, hayatının ilk ve son falaka dayağını yedi. On
sopaydı, ama canı çok acımıştı. İnat etti ağlamadı, gözyaşları içine aktı;
bağırmadı, sesi boğazına tıkanıp kaldı.
Sonra
Mehmet, topallaya topallaya gidip Koca Derviş’i buldu:
— Beni babama müzevirlemene kızmadım, dedi,
falakaya çekti, ağlamadım; çünkü Allah’ın istediği hak yerini buldu.
— Nasıl seni müzevirlediğimi düşünürsün adamım,
kıymetlim? Şeyhim efendim burnumdaki yara izini görünce sordu, ısrar etti abe,
zaten senden dolayı bir şeyler olduğunu anlamıştı... Detayı istedi, ben de
yalan söyleyemem ki kızanım, bilirsin.
Mehmet
birden kendini Halil Derviş’in kucağına attı ve doya doya ağladı.
Ertesi
gün Ali Efendi, kararını Koca Halil Dervişe bildirdi:
— Sen bu deli oğlana güreş öğreteceksin Halil
Derviş. Dayak atmak yahut yemek er kişinin kârı değildir, erkişinin kârı güreş
yapmaktır, bunu böylece söyle Mehmet’e, güreş yapsın, rakipleriyle er
meydanında buluşsun. Ayrıca, bu sonbahar inşallah, seninle dersleri kesip
sıbyan okuluna başlayacak, bunu da söyle kendisine.
— Abe şeyhim efendim, emredersiniz de, müsaadenizle
derim ki; bu çocuk sıbyan okuluna alışamaz gibi gelir.
— Evet bilirim vahşidir. Girsin yaşıtları
arasına, görsün yabancı hocayı, tam olmasa da birazcık ehlileşecektir. Bilirsin
Ahmet’e bile yüz vermez kerata, burnu da büyüktür, bu burun kırılmalı Halil
Derviş, kırılmalı! Sonra maazallah, hayatın içinde ne yapar! Okul, insanı
hayata hazırlar; sen endişelenme onun için, dikkafalıdır, inatçıdır, hiç esnek
değildir. Burnunun dikine gider, bilirim. Sen ona güreş öğretmeye bak,
harcayacak fazla enerjisi var, güreşte harcasın, aksi hâlde bizim dergâha
yakışa gelmez. Senin gibi bir derviş yine, hiç olamaz!
— Edep ederim efendim, müsaadenizle söyleyeyim
ki; bu kızan büyük bir âlim olmaya, bir “hakikat” âlimi olmaya adaydır.
Duyguludur, ince düşüncelidir, gönlü geniştir, kafası da çok iyi
çalışmaktadır, yaşıtları ayarı değildir, çok daha yüksektir.
— Yaa, demek öyle düşünüyorsun Halil Derviş!
Belki de haklısın, göreceğiz bakalım, göreceğiz.
Sultan
Mustafa’nın annesi Valide Sultan ve damadı Vezir Kara Davut Paşa, Sultan
Osman’a kıyan ihtilalin göstermelik başı idiler. Gerçekte iktidar, yeniçeri
cuntasında bulunuyordu. Tahta yine Deli Sultan Mustafa’yı geçirmişler ve
yeniçeriler bir buçuk milyon altın cülus bahşişi almışlardı. Davut Paşa,
Topkapı Sarayı’nda yağma yapmış, Sultan Osman’ın kılıçlarını, atlarını, antika
eşyalarını çalmıştı ve Sultan Ahmet’in şehzadelerine Murat’tan başlamak üzere
kıymak istiyordu. Bir adamını Bab-ı Hümâyûn ağalığına getirdi; veliahdın işini
bitirmek şartıyla, vezaretle Mısır eyaletini vadetti. Fakat Murat’ın
korumaları, adamı öldürdüler... Böylece Davut Paşa, makamını yirmi dört
günden fazla muhafaza edemedi, ancak daha önce, Sultan Osman’ı çok sevdiği
için, adı “Osmancı’ya çıkan Hekimbaşı Mehmet Zihni Efendi’yi, Malatya’ya
sürdürmeyi başarmıştı.
***
Mehmet
Zihni: “Ben hekimim, nerede nasıl olursa olsun mesleğimi icra ederim. Hem
belki saraydan sonra, Anadolu’nun bir ücra kasabasında çalışmak bana fevkalade
bir tecrübe kazandırır...” diyorduysa da, Mihriban Hanım birkaç defa düşüp
düşüp bayıldı.
— Ah efendiciğim, diyordu, keşke seni sadece
azletselerdi, yine İstanbul’da kalsaydık, burada icra etseydin mesleğini. Ne
olur efendiciğim, pek çok tanıdığın vardır sarayda, onları ziyaret etsen, hiç
olmazsa şu sürgün cezasını kaldırtsan... Bak ben yapamam o adını bile hiç
duymadığım şehirde. Sonra, hani Kâsım, enderun mektebine başlayacaktı...
Vazgeçtim enderundan, saray da kendilerinin olsun, okulları da! Biz bizi
kurtaralım, İstanbul’da kalalım, ben bilirsin İstanbul’un Anadolu yakasında
bile sıkılırım... Yapamam o Malatyalarda!
Mehmet
Zihni, derin derin düşünüyordu. Tabii ki kendisinin de hoşuna gitmemişti
Malatya’ya sürülmek, fakat karısının dediği gibi şuna buna ricacı gidecek bir
kişi değildi o! Sarayda kimin baş olduğu belli olmayan bir zamanda, hiç
olmazsa boynunu kurtarmıştı, bu da mühim bir şeydi ve Allah’a şükretmek
gerekiyordu... Zihni Bey epey sessiz kaldıktan sonra:
—Pekâlâ,
dedi, canım efendim, bu kadar çok istemiyorsan Malatya’yı, seni çocuklarla
İstanbul’da bırakır, ben yalnız giderim.
Ve
üzülerek karısının gözlerinde parlayan ışığı gördü, boğazını temizleyip öksürdü
ve dedi ki:
— Bittabi babamlarda kalırsınız. Onların evi
müsait, üçüncü kattaki odaları kullanmıyorlar bile, orası sizin daireniz olur.
Buradan Zekiye kızı kendi hizmetlerin için götürürsün, orada aşçı var, orta
hizmetlileri var, adam bol yani...
— Yani, evimizi kapattıracak mısın bana?
— Ya nasıl olur iki gözüm! Bu koca konakta
yalnız başınıza kalacak hâliniz yok ya, böyle bir şeyi aklıma bile getiremem.
Mihriban
en tatlı gülücüğü ile güldü:
— Bizimkilerin yanına geçsem?
— Bilmez misin, bir kadının evi, kocasının
evidir Mihriban! Malatya olmazsa babamlar, bu kadar!..
Mehmet
Zihninin, “Mihriban” demesi ve cümlenin sonundaki, “bu kadar” kelimesi, fena
hâlde kızdığını gösteriyordu. Mihriban her zamanki ince zekâsını kullanmak
istedi ama Malatya konusundan içi o kadar tedirgindi ki, beceremedi, güzel mavi
gözlerinde yaşlarla:
— Peki, dedi, sen o kadar istiyorsan gidelim
Malatya’ya. Yalnız bana söz ver, önce, şu saraydaki arkadaşlarınla bir
görüşeceksin.
— Mihriban, üç gün sonra şehri terk etmemiz
lazım, emir böyle. Sen bir an önce hazırlığa başlasan daha iyi olur.
— üç gün sonra terk etmek mi?!
Mihriban
düşüp, tekrar bayıldı.
***
Kağnı
arabaları ve atlarla yapılan, kervansaraylarda hüzünlü molalar verilen, çok
zahmetli ve uzun bir yolculuktan sonra, Mihriban’ın İstanbul’da bırakmaya bir
türlü razı olamadığı birtakım eşyalarla iki ay sekiz gün sonra Malatya'ya
ulaştılar... Bir kervansaraya indiler. Mihriban, çocukları ve hizmetlileri ile
harem kısmına geçtikten sonra, Mehmet Zihni Bey, evin kâhyası Hüseyin’i yanma
alıp ayağının tozuyla ev aramaya çıktı. O kadar zahmet çekmişler, o kadar
yorgun düşmüşlerdi ki, bu yolculuğa karısı ve çocukları ile çıktığına çoktan
pişman olmuştu.
Şimdi
Mihriban’ın beğenebileceği gibi bir ev bulmayı çok istiyordu. Önce sorup
soruşturdular, hemen herkes, konaklarıyla, yeşilliği ve suları ile meşhur
Aspozi Mahallesi’ni salık verdi.
Böylece
Mehmet Zihni Efendi ailesiyle beraber Aspozi’de Ali Efendi’nin dergâhına yakın,
güzel ve büyük bir konağa kiracı olarak yerleşti, üç katlıydı konak. Birinci
kat selamlık ve hasta muayenehanesi olarak ayrıldı, bir küçük odayı da Zihni
Efendi, laboratuvar olarak beğendi; sarayda kullandığı bazı ilaçları burada
yapabilecekti, gerekli malzemeyi getirmişti.
***
Bu
arada İstanbul ve Anadolu’da Sultan Osman’ın kan davacıları türemişti. Birçok
beylerbeyi, sancakbeyi, kadı ve halkın bir kısmı taşrada buldukları
yeniçerileri öldürmeye veya çok ağır hakaretlerde bulunmaya başlamışlardı. En
büyük karşı ihtilali Erzurum Beylerbeyi Abaza Mehmet Paşa çıkardı ve çevresine
birkaç beylerbeyi toplayarak bulduğu yeniçerileri kılıçtan geçirdi. Henüz otuz
üçüne gelmemiş genç bir beylerbeyi idi ve Sultan Osman ile askerî reform için
evvelce gizlice anlaşan valilerden biri olduğu biliniyordu. İstanbul’da Sultan
Osman’a hâlâ mersiyeler yazılıp besteleniyordu... Sipahiler ikinci defa
ayaklanarak, padişahın katlinden sorumlu olanların cezalandırılmasını
istediler. Konya’da oturan Mevlevi tarikatının başı Ferruh Çelebi, Sultan
Osman’ın kan davası için Abaza Mehmet Paşaya destek verdiğini açıkladı...
İstanbul’da sipahiler üçüncü ve dördüncü defa nümayiş yaptılar. Yeniçerilerin
ekserisi de hain ve katillerin cezalandırılmalarına taraftar olduklarını
açıkladılar... Divan-ı Hümâyûn telaşa düştü, ulema da katillerin cezalandırılmasını
ve padişahın hallini istiyordu... 10 Eylül 1623’te Sultan Mustafa ikinci kez
hal edildi. Gerçekten padişah olduğundan ve düşürüldüğünden habersizdi. Yerine
Sultan IV. Murat tahta geçti.
***
Mehmet
sıbyan okulu fikrini biraz tereddütle karşıladı, ancak güreş öğrenmek pek
hoşuna gitti. Koca Derviş’in, talimatlarını dikkatle uyguluyor ve günün birinde
güreşçi olacağına inanıyordu. Niyeti, batıya, Derviş’in memleketi Edirne
taraflarına gitmek ve orada çok namlı bir pehlivan olmaktı. Koca Halil Derviş
de, artık sokaklarda tahta at koşturmayıp, kendisi ile efendi efendi güreşen,
yaşına göre güçlü kuvvetli olan Mehmet’in keyfini kaçırmamak için, bu hayallere
bir şey demiyor, başını sallayıp tasdik ediyordu. Nasıl olsa gün gelecek, Allah
aşkı onu da çekecekti... Derviş, bundan emindi!..
O
gün, yine dergâhın bahçesinde, boyu boyuna uysun diye derviş, dizlerinin
üzerine çökmüş, Mehmet ayakta güreş tutarlarken, Mehmet duraladı ve alçak
sesle:
— Bir çocuk bizi seyrediyor, dedi.
Koca
Halil Derviş, omzunun üstünden baktı, sonra kaptığı küçük kolu bırakıp, gülümsedi:
— O yabancı değil, dedi Mehmet’e ve çocuğa
seslendi. Abe gelsene aslanım, sen de bizimle güreş.
Çocuk
sesini çıkarmadı, yalnız başını yukarı kaldırıp “olmaz” işareti yaptı, çünkü
annesi ona, yabancılarla konuşmamasını tembihlemişti.
— Babanla görüştüm ben, tanışıyoruz, burası
dergâh, gel be kızanım.
Çocuk,
yine aynı işareti yaptı, ancak yerinden de kıpırdamıyor, gitmeye
niyetlenmiyordu.
— Öyleyse ismini bağışla bize, dedi Koca Halil
Derviş.
Çocuk
biraz duraladı, sonra seslendi:
— İsmim Kâsım.
— Tamam, bana Koca Derviş derler, bu da
Mehmet... Seninle de tanışmış olduk gördün mü kızanım! Haydi gel şimdi.
— Olmaz! Annem kızar.
Sonra
arkasını döndü Kâsım, koşarak uzaklaştı.
— Ne ikide bir çağırırsın bu burnu büyük
çocuğu?
— Aslında
boyu boyuna, yaşı yaşına uygun bir güreş arkadaşı arıyorum kızanım sana, bu
Kâsım pek uygun geldi bana. Çünkü Ahmet’i de yokladım ama, onun güreşe hiç
hevesi yok.
— Ben ne Ahmet’i ne kimseyi istiyorum, sen
varsın ya.
— Seninle dizlerimin üzerinde güreşmektense...
— Ben o Kâsım çocuğu döverim!
— Hayır, güreşte yenerim diyecektin!
— Hem güreşte yenerim, hem de döverim!
— Abe sana hiçbir zararı dokunmayan çocuğu niye
dövecekmişsin?
Doğru
ya, niçin? Bir düşündü Mehmet, acaba çok şık giyindiği için mi? Acaba Koca
Halil Derviş’in davetine gelmediği için mi? Gözüne çelimsiz göründüğü için mi?
Bu soruları tam düşünemedi bile, içindeki olumsuz kıpırtıları adlandıramadı.
Omuz silkti:
— Hem nereden tanıyorsun sen onun babasını?
— Hani anlattım ya kıymetlim, şu taş konağa
taşınanların oğlu. Beni kahve içmeye çağırdı babası, çocuk anasının yanında
olduğu için görmemiş beni besbelli...
— Ha, hani Sultan Osman uğruna saraydan
kovulan, böyle demiştin değil mi? O çocuk da Ahmet gibi olmalı, beni sevmedi,
gelmedi.
— Ahmet seni çok seviyor ama sen onu oyunlarına
karıştırmıyorsun.
— Napayım, şeyh babamdan ayrılmıyor o. Zikir
meclislerinde bile hep yanında oturuyor.
— İstesen, sen de oturursun zikir
meclislerinde.
— İstemiyorum!
Koca
Halil’in gizli derdiydi bu çok zeki, akıllı çocuğun bir kere bile zikir
meclisinde bulunmayı istememesi. Oysa kardeşi Ahmet, o donukluğuna rağmen,
babasının elinden tutar gelir, orada büyükleri taklit edip saatlerce
otururdu... “Neyse hele bu; çocukluğunu, taşkınlığını yaşasın bakalım,
denizler durulmaz dalgalanmadan.” diye düşündü.
Birkaç
gün sonra; Mehmet’le Kâsım sokakta karşılaştılar, ikisinin de adımları
yavaşladı, birbirlerini ciddi bir merakla süzdüler, konuşacak gibi oldular ama
konuşmadılar.
Sıbyan
okuluna başladıkları gündü. Mehmet kendisini Koca Derviş’in götürmesini
istememiş, yalnız gitmişti.
Okula
yaklaşırken, bir çocuk kalabalığı gördü, galiba birisini dövüyorlardı. Mehmet,
Koca Dervişe, okulda kavga etmeyeceğine dair verdiği sözü tutmak için, olaya
hiç bulaşmadan çocukların yanından sıyrılıp geçmek istedi. Yanlarından geçerken
gözü kaydı, dayak yemekte olanın Kâsım olduğunu gördü. Birden ne olduğunu
anlamadan âdeta bilinçsizce kendini kavganın içinde buldu. Sağa sola yumruk
attı ve güreş kurallarını uygulayarak irili ufaklı çocukları kaçırdı. Zavallı
Kâsım yerde inlemekteydi, kafası yarılmıştı, saçlarından kan sızıyordu;
besbelli biri ona taşla vurmuştu. Mehmet, Kâsım’ın kalkıp biraz toparlanmasına
yardım etti:
— Seni evine götüreyim doktor baban sarsın
başını, dedi.
Kâsım,
dayak yemiş olmaktan çok utanmıştı:
— Hepsi birden üzerime geldiler, yoksa böyle
olmazdı, tek tek gelselerdi, hepsini döverdim, diyordu.
— Niçin geldiler ki?
— Bilmiyorum, önce kıyafetimle alay etmeye
başladılar, sonra biri: “Bu züppeyi dövelim.” diye bağırdı, hepsi başıma
üşüştü.
Mehmet,
Koca Derviş’i taklit edip başını salladı, onun sözleri ile konuştu:
— Çocuklar arasında olur böyle şeyler, yeter ki
biz bela olmayalım, kavgayı başlatmayalım, dedi. Sonra Kâsım’ın yırtılmış
elbiselerine bakıp, ama sana da söyleyeyim, bu giysilerin, gerçekten İstanbul
züppeleri gibi!
Kâsım,
çaresizlikle boyun büktü:
— Ne yapmalıyım, bütün elbiselerim böyle!
“Allah
Allah, bir insanın, hele çocuğun nasıl birkaç elbisesi birden bulunur?” diye
şaştı Mehmet, fakat Kâsım’a bir şey söylemedi.
— Haydi, haydi gel seni evine götüreyim, dedi.
Kapıyı
açan Kâhya Hüseyin, “Küçük Bey”i böyle kafasından kan akar, perişan görünce şaşkına
döndü ve Kâsım’ı içeri çekip, kapıyı Mehmet’in yüzüne kapattı.
Mehmet,
içerden Kâsım’ın feryadını işitti: “Hüseyin ağabey o beni kurtardı, aç
kapıyı!”
Kapı
açıldı. Çocuğun bağırmasını Mehmet Zihni duymuş, o da belirmişti kapıda.
— Gel çocuğum, deyip onu içeri aldı.
Ve
Kâsım’ın başına pansuman yaparken, onunla konuştu, ne olduğunu bir de Mehmet’e
sordu. Mehmet, tıpkı büyük bir adam gibi:
— Sanırım, dedi, okuldaki bazı çocuklar,
Kâsım’ın giysilerini züppe işi bulmuşlar.
— Yaa, demek öyle!
Yarası
acıyan Kâsım bir çığlık attı, babası yumuşak yumuşak dedi ki:
— Sen artık okullu bir çocuk oldun, büyüdün,
sık dişlerini, şimdi bitiyor işim.
Kâsım
itiraz etti:
— Ben artık okula gitmem!
Mehmet
atıldı:
— Bizler gibi giyinirsen kimse sataşmaz, dedi
ve ilave etti, hem zaten ben hep yanında olurum artık, sana kimse dokunamaz!
“Ben
hep yanında olurum artık.” Bu cümle Kâsım’ın yaralı yüreğini ısıttı:
— Teşekkür ederim Mehmet, dedi, biz hiç
ayrılmayalım!
Böylece
yıllar yılı sürecek olan dostluğun temeli atıldı.
— Bu güzel bir anlaşma! dedi Mehmet Zihni ve
Mehmet’e kim olduğunu sordu, önce Kâsım cevap verdi:
— O, sizin ziyaret etmek istediğiniz tekkede
kalıyor, güreş çalışıyor.
— Sen de mi dervişsin Mehmet?
Sesinde
sanki gizli bir alay vardı.
— Hayır, ben Şeyh Ali Efendinin oğluyum, bana
güreş çalıştıran Koca Halil’dir, derviş olan.
— Hımm, demek Ali Efendinin oğlusun sen, memnun
oldum. Bir gün babanı ziyaret etmek istiyorum, ne de olsa komşu olduk artık.
— Koca Halil Dervişle tanışıyormuşsunuz zaten.
— Halil mi? Evet evet, biz eve taşınırken
eşyalarımızın taşınmasına yardım etti sağ olsun, sonra beraber bir kahve içtik.
“Allah Allah!” diye düşündü Mehmet “Kahveden bahsetti de, bu
yardımın lafını etmedi! Zaten o, kime yardım ettiğini söyler ki, hep
başkalarından duymaz mıyız!” İçi sevgiyle doldu Koca Derviş’e. “Ben de onun
gibi olacağım, hem herkese yardım edeceğim, hem de yardımlarımı ona buna
söyleyip övünmeyeceğim!” Kendi kendine söz verdi, sonra:
— Ben gideyim artık, dedi.
Onu
teşekkürlerle uğurladılar.
***
Ertesi gün Mehmet Zihni, elinde İbn Arabi’nin kıymetli bir el yazması
risalesi ve bir kutu İstanbul lokumu ile Ali Efendi’yi ziyarete geldi. Koca Derviş karşılayıp şeyhinin huzuruna çıkardı. Onlar oturduktan
sonra, kendisi de kapı yanında bir yere diz çöktü. İki adam önce Malatya’dan
konuştular. Ali Efendi, Malatya’yı Yavuz Sultan Selim Han’ın alıp, Şehsuvaroğlu
Ali Bey’e verdiğini söyledi. Malatya’nın Osmanlıya kısmet olması Kanuni Sultan
Süleyman zamanında olmuş... Ancak, bu yüzyılda başlayan Celali İsyanları
sırasında özellikle Bölükbaşı Kara Ahmet’in soygunlarına uğrayarak büyük zarar
görmüş şehir.
— Neyse, üzücü şeyler konuşmayalım, dedi Ali
Efendi, Ulu Cami’mizi gördünüz mü?
— Methini işittim ama maalesef daha gidip
göremedim.
— Anadolu Selçukluları döneminden. Cami, planı
ve mimarisiyle İran’daki Büyük Selçuklular zamanı anıtlarının
benzerlerindendir. Kubbenin ortasında çini mozaiklerle Süleyman Peygamber’in
mührü işlenmiştir, zaten eyvan ve kubbeler bölümü, sırlı tuğlalar, patlıcan
moru ve firuze çini mozaik süslemelerle pek güzeldir efendim velhasıl bir sanat
abidesidir.
Sonra
İstanbul’dan konuştular; Ali Efendi İstanbul’da başlayıp süratle imparatorluğun
her yanına yayılan bu karşı ihtilalden büyük endişe duyuyordu:
— Beni üzen, Sultan Osman’ın kan davasına sahip
çıkıyormuş gibi görünen birtakım soyguncuların, eşkıyaların, silaha sarılıp
bizzat halka zulmetmeleridir. Böyle şeyler olduğuna dair bazı bilgiler aldım.
— Evet ben de işittim, maalesef öyle şeyler de
oluyormuş. Koca imparatorluk efendim, her çeşit adam var... Halk arasında da,
yukarıda da... (içini çekti derin derin) Bilmem ki Sultan Murat ne yapacak!
Daha çocuk on bir yaşında, idare tabii annesi Kösem Sultanda, onun da idaresi
yeniçeri cuntasında!
— İyi olacak, dedi Şeyh Ali Efendi, kesin bir
sesle. Hele büyüsün bir bakalım, ömrümüz olursa görürüz. Siz Sultan Osman’ı
iyi tanırsınız herhâlde, nasıl bir insandı?
— Önce çok zekiydi, taşan aşan bir zekâsı
vardı; memleket için düşündükleri, gerçekten vatanın milletin hayrınaydı. Ama
aceleciydi, temkinli hareket etmiyordu... Çevresinde onun isteklerini
başaracak, başarmaktan geçtim, ona destek olacak bir ekip bile yoktu. Rahmetli
Sultan, çevresinin hayal bile edemediklerini hemen gerçekleştirmek istiyordu ve
yapabilseydi pek çok grubun, şahsın çıkarı elden gidecekti. Ve dedim ya, çevresinde
onu anlayabilen kimse yoktu.
— Allah gani gani rahmet eylesin, dedi Ali
Efendi.
Daha
sonra Mehmet Zihni, bir gün önce Mehmet’in
gösterdiği
yardımseverliğe teşekkür etti, çocuk bir cesaret örneği idi! Ali Efendi,
Mehmet’in ne yaptığını sordu, o da anlattı. Ali Efendi, Koca Derviş’e sordu:
— Senin haberin var mıydı Halil Derviş?
— Hayır Sultanım, dedi, haberim yoktu. Ona
birkaç kez, okulda ilk gününü nasıl geçirdiğini sordum, ama cevabı hep
geçiştirdi, ben de okuldan memnun olmadığı kanaatine vardım.
Çocuğun
bu kahramanlığı ile övünmediği Mehmet Zihni’nin dikkatini çekti ve Kâsım’la
arkadaş olduklarına bir kere daha sevindi.
Onlar,
selamlıkta oturup böylece konuşurlarken; dışarıda Mehmet, Kâsım’a ilk güreş
dersini vermeye başlamıştı bile.
***
Kısa
süre içinde iki çocuk, pek güzel anlaştılar. İkisi de okuma yazma biliyor,
ikisi de Kur’an-ı hıfzetmişti. Okulda bunlara ilaveten güzel yazı, dinî
bilgiler, dört matematik işlemi, adap, toplum içinde davranışlar öğretiliyordu.
Kâsım’ın güzel yazı ile bir sorunu yoktu, Mehmet’in kötü yazısına karşı, onunki
pek güzeldi. Bir gün Mehmet’e:
— Ben sana daha güzel ve dikkatli yazmayı
öğretmek istiyorum, çünkü sen bana güreş öğretiyorsun, ikimiz de birbirimize
bir şeyler öğretmiş olalım, dedi.
— Bir, dedi Mehmet, yine Halil Derviş’i taklit
edip onun kendisine söylediklerini tekrar etti, bu dünyada her şey karşılıklı
olmaz, insan olan bir diğerine karşılıksız yardım eder, tabii gönlü büyük
olanlar böyle yapar. İki, sana güreşi ben değil Koca Derviş öğretiyor!
— Ama sen başlattın ve ilk birkaç dersi sen
verdin, o seyretti.
— Beni sınamak için yaptı, acaba başkasına
öğretecek kadar iyi öğrenmiş miyim, öğrenmemiş miyim diye. O cin akıllıdır ve
bir şey öğretirken de, başka zamanlarda da insanı hep sınar. O, benim de
kendisi gibi derviş olacağımı sanıyor, çünkü güreşle birlikte dervişlik
dersleri de veriyor. Ben de cin akıllıyım tabii onun kadar olmasam da, çünkü
bunu anlıyorum, ama ona anladığımı söylemiyorum.
— Bir insan akıllı ben miyim aranızda?
Kâsım,
bunu söylerken arkadaşının, “Hayır sen de cin akıllısın.” demesini bekliyordu,
fakat Mehmet, olanca dürüstlüğü ile:
— Evet, öyle... dedi.
Kâsım,
fena alındı ama bir şey söylemedi. Neden sonra:
— Sen derviş olmayacak mısın ki? diye sordu.
— Hayır, sanmıyorum. Ahmet derviş olur herhâlde.
— Ne olacaksın?
Mehmet
bir düşündü, söyleyip söylememek arasında tereddüt etti, sonra söylemeye karar
verdi:
— Bak sana söylerim, ama bu çok gizli, Koca
Derviş bile bilmiyor; ben, şair olacağım!
— Babam da şiir yazar, çok da okur, hem yüksek
sesle bana ve anneme... Şair olmak nereden geldi aklına?
— Sus, yüksek sesle konuşma, bir işiten olur,
bu benim kalp sırrım... Biliyor musun çok çok seneler önce Yunus Emre diye bir
derviş şair varmış. Koca Derviş bana onun şiirlerini okur bazen, çok çok
hoşuma gider. Bu sayede annemin, ablalarımın söyledikleri bazı ilahileri de
onun yazdığını öğrendim. Neyse, ona heves ettim işte... Şair olacağım bir de
güreşçi... Ama Koca Derviş’in memleketi Edirne’ye gideceğim, orada bir
güreşçiler tekkesi varmış, işte ben oraya kaydolacağım.
— Ama tekke olduğuna göre, yine aynı zamanda
derviş olursun!
— Hayır. Gerçi başlarına şeyh diyorlarmış, ama
o tekkenin, bu tekkelerle bir ilgisi yokmuş, türlü sporcuların çalışması için
bir yermiş, o kadar... Mehmet arkadaşına gösteriş yapıp ne kadar bilgili
olduğunu göstermek istedi. Bu tekkelerin ilkini Orhan Gazi, Bursa’da
yaptırmış, İkincisini, Edirne’de olanını yani, 1. Murat Han yaptırmış, sonra
İstanbul’da falan da bir sürü böyle tekke yaptırılmış. Güreşçi tekkeleri,
aslında askerleri çeşitli sporlara çalıştırmak için başlamış.
— Hiç bilmiyordum, dedi Kâsım.
— Şimdi sana söyleyeceğimi de hiç işitmemiş olacaksın.
— Ne?
— Peygamber Efendimiz de iyi bir güreşçiydi!
— A onu biliyorum, dedi Kâsım, hatta Rükâne
isimli bir puta-tapar, oraların en iyi güreşçisiymiş. Müslüman olmak için
Hazreti Muhammed’in kendisini yenmesini şart koymuş, o da bir güzel yenmiş.
Rükâne böylece Müslüman olmuş...
— Sana da mı Koca Derviş anlattı?
— Hayır, ben güreşe başlayınca babam anlattı.
— Peki, sen ne olacaksın?
— Ben hattat olacağım, ayrıca saraya kâtip
olarak girmek istiyorum.
— Saraya girip de ne yapacaksın?
— Ben sarayı merak ediyorum, koskoca memleket
oradan idare ediliyor çünkü, merak ediyorum işte. Annemle babam saraya,
padişaha, işte idarecilere dair konuşurlarken hep dinlerim.
— Yaa! İyi ya, kâtip ol, bana da saraydan
haberler verirsin.
— Gidip Koca Derviş’e de söyleyelim mi ne olmak
istediğimizi.
— Haydi koşalım, bakalım kim önce varacak.
İki
çocuk bir koşu tutturup Koca Derviş’i buldular, bir nefeste anlattılar
konuştuklarını. Bu arada Mehmet’in bir sır olan şair olma arzusu da açığa
çıktı, Koca Derviş onun başını okşayıp dedi ki:
— Abe Yunus Emre kadar güzel yazmak istiyorsan,
Yunus Emre gibi bir derviş olman lazım kıymetlim. O derviş olmasaydı, o kadar
güzel ilahileri söyler miydi sanıyorsun! Hayır söyleyemezdi!
Bunun
üzerine Mehmet dertli dertli düşünmeye başladı. Koca Derviş, Kâsım’ın da
başını okşayıp:
— Saraya ha, sarı oğlan; dedi, haydi
hayırlısı!.. Abe yalnız senin bilmediğin bir şey var, artık koca Anadolu, İstanbul
sarayını bıraktı, Erzurum Beylerbeyi Abaza Mehmet Paşa’dan emir almaktadır.
Sen en iyisi gidip ona kâtip olursun!
— Neden ondan emir alıyor Anadolu? diye sordu
Mehmet.
— Çünkü o bir yiğittir ki ne söylense az!
Sultan Osman’ın kan davasını sürmektedir. Abe İstanbul sarayının içindeki
adamlar kıymadılar mı Genç Osman’a?
Konuyu
annesiyle babası konuşurken işiten Kâsım, lafa karıştı:
— Aslında, dedi, yeniçerilerin cuntasının
işiymiş!
— Abe ben ne diyorum kızanım, işte sarayda
onların elde ettikleri adamlar varmış, büyük adamlar. Zaten idare kimin
elinde? Valide Kösem Sultanın! O da laf aramızda çok hırslı biriymiş,
delikanlı oğlu padişahlıkta kalsın diye olmadık dalavere çevirirmiş, olmadık
adamlarla iş birliği yaparmış abe.
— Peki sen bunları nereden biliyorsun? diye
sordu Kâsım.
— İstanbul’da, Edirne’de yârenlerim vardır,
onlar yazarlar bana, şuradan buradan da hep haber alırım ben, te be
meraklıyımdır ben siyasete. Gider babanla da konuşurum bazen, sen bilmezsin
bunu kızanım, çünkü ya okuldaşındır, ya yukarıda haremde. Neyse haydi haydi
bırakalım artık bu sözleri, bende hiç akıl yoktur ki, abe almış karşıma iki
kızanı, memleket sorunları konuşurum. Abe ne halt edeyim bilmem ki, edebimden
şeyhimle konuşamam, ihvana açsam: “Sen bu kadar dünya işiyle uğraşma.” diye
beni kınarlar. Yahu dünyası olmayanın ahireti olur muymuş! Dünyada iyi işler
yapıp, iyi düşüneceksin ki, ahiretini kazanasın! Allah yolunda olunca, öz
memleketini düşünmeyecek misin abe?
Düşüncelerine
dalmış yüksek sesle konuşurken gözleri, kendisini büyük bir dikkatle dinleyen
çocuklara ilişti, onlara kükredi:
— Ne dinleyip durursunuz beni be, sizin
zamanınızda işler daha iyi olacak merak etmeyin, hele bir Abaza Paşa, yensin
Hüsrev denen adamı, geçsin Osmanlı’nın yerine abe! Hayde bakalım, hayde,
durmayın öyle, hayde başlayın peşreve!
Mehmet
peşrev yaparken, “Demek Osmanlı’nın yerine bir başkası da padişah olabilirmiş!”
diye geçirdi içinden ama bunu aklı almadı.
Mehmet’in
dalgınlığından faydalanan Kâsım, bir elense çekti, bir ayak oyununa daldı,
yıktı Mehmet’i, altına aldı. Mehmet neye uğradığını şaşırdı... Kendini
toplayıp Kâsım’ı yenebilmesi uzun sürdü. Koca Derviş:
— Bak görüyor musun kara oğlan, dedi, az kaldı
yenecekti seni sarı oğlan! Aklın nereye uçtu bilmem ki, ben size hep
söylemiyor muyum, güreş beden gücüne olduğu kadar zekâya da dayanır, onca
oyun, taktik boşuna mı sanıyorsunuz! Lâkin ben keyiflendim bu işten, demek
benim sarı oğlum da güreşin inceliklerini kavramaya başladı. İleride sana tam
bir rakip olacak bu hekimoğlu! Aferin aferin, kederli yüreğime su serpildi,
aklım başka şeylere kaydı.
— Neden kederlisin Derviş Ağa’m? diye sordu
Kâsım.
— Nedeni var mı a çocuk! Kösem Sultan yine
yapmış yapacağını, işler becermiş, Hüsrev Paşa’yı sadrazam edip, Erzurum’a
Abaza Paşanın üstüne salmış!
— Üzülme sen, dedi Mehmet, bu senin Abaza Paşa,
ne sadrazamları kapısından döndürdü değil mi, öyle söylemiştin.
— Bu Hüsrev Paşa, öyle eskilerine benzemezmiş,
çok iyi bir komutanmış, ama kurnaz, ama entrikacı çok zalim bir adammış!
Yeniçeri cuntasının saraydaki adamlarının en başıymış, görüyor musunuz cunta
başa geçmiş artık, başa! Ben nasıl üzülmeyeyim!
***
Kâsım
istemişti bir zikir meclisi görmeyi, Mehmet bu sevgili arkadaşının hatırı için
kabul etti. Yoksa öyle Ahmet’in, babasının dizi dibinde oturduğu bir yere
gitmeyi hiç istemiyordu. Ama yani kendisinin hakkı değil miydi, büyük çocuğun
hakkı değil mi babanın dizi dibinde oturmak?
Koca
Derviş onlardan uslu olacaklarına, hiç ses çıkarmayacaklarına dair sözler
aldı.
— Uslu oturmalısınız, çünkü sizden çok bana
kızarlar; “Kızanları zikir meclisine sokan Koca Derviş’tir.” derler. “Aklı
fikri ya güreşte, ya politikada..” derler. Kurban olayım ona, şeyhimi üzemem.
Sonra
ayaklarının ucuna basa basa, tekkenin zikir yapılan ve meydan denilen salonuna
girdiler. Meydan doluydu, sohbet bitmiş, mumların çoğunu söndürmüşlerdi. Hafi
zikirdi bu. Herkes kollarını kavuşturmuş, başları kalplerinin üzerine düşmüş,
hafiften bir öne bir arkaya sallanarak, içten, en içten Rahman’ın ismini
çağırıyordu. Elle tutulurcasına somut bir sükûnet ve huzur vardı havada. Koca
Derviş: “Gözlerinizi kapatın, başınızı kalbinize gömün siz de zikredin.” dedi.
Onları arka safta bir yere oturttu, kendisi de yanlarına çöktü. Çocuklar ona
hemen itaat etmiş, gözlerini kapamışlardı. Derviş onlara baktı, memnun oldu, o
da kollarını kavuşturdu, gözlerini yumdu, bir süre sonra başı göğsüne düştü,
ağır ağır sallanıyordu. Artık çocukların yanında olduğunu unutmuştu. O sırada
Kâsım gözlerini açtı, önce Mehmet’e baktı, o öbürlerini taklit ediyor, sanki o
da huşu içinde sallanıyordu. Kâsım, Koca Derviş’e baktı, o da tıpkı öbürleri
gibiydi. Acaba böyle yapınca zikretmek yerine uykuya mı dalıyorlardı? Kâsım,
Koca Derviş’in uyuduğunu sandı, yavaşça Mehmet’in elini dürttü. Mehmet
gözlerini açtı, bakıştılar. Kâsım, Mehmet’in kulağına eğildi:
— Bir şey göremedikten, işitemedikten sonra,
burada ne oturuyoruz? dedi.
“Doğru
ya!” diye düşündü Mehmet, arkadaşına muzip muzip gülümsedi. Kâsım, bu tebessümü
bekliyormuş gibi kıkırdadı, Mehmet de kıkırdadı, gülüşüp, itiştiler. İşte o zaman,
ikisinin de kulaklarına sanki demir mandallar yapıştı. Meydan kapısına doğru
sürüklendiler. Kapı arkalarından kapandı, demir mandallar hızla itti onları,
ikisi de yere düştü. Koca Derviş, hiç tanıyıp bilmedikleri bir sesle:
— Böyle mi olurmuş sizde söz vermek?! diye
soruyordu. Size inanmakla hata mı ettim, bu kadar güvenilmez insanlar mısınız
siz?! Şimdi defolun, üç gün güreş yok size. Oturup düşünün nasıl bir suç
işlemiş olduğunuzu!
Çocuklar
süklüm püklüm kalkıp oturdular. O kadar utanmışlardı ki, birbirlerinin
yüzlerine bile bakamıyorlardı. Biraz sonra Kâsım ağlamaya başladı, gözyaşları
sessizce yanaklarına iniyordu:
— Bağışla Mehmet, dedi, seni ben ayarttım.
— Ben de sana kanmayabilirdim, dediğine, benim
de aklıma yattı, özür dilemene gerek yok.
— Ahmet nasıl saatlerce öyle oturabiliyor?
Mehmet
omuz silkti, ilk defa başını kaldırıp Kâsım’a baktı; ağladığını gördü, biraz
şaşırdı. O kimselerin yanında ağlayamazdı, ancak belki gece yatağına yattığı
zaman...
— Bırak sen onu da, dedi, biz şimdi kendimizi
Koca Dervişe nasıl affettireceğiz onu düşün!
— Bilmiyorum, çok çok özür dilesek olur mu? Öç
gün güreşememek de çok kötü.
— Ben, güreş yapamamaktan çok onun güvenini kaybettik,
kalbini kırdık diye üzülüyorum.
— Ben de üzülüyorum, (içini çekti, ağlaması
kesilmişti) O bizi adam yerine koyuyor, her şeyi konuşuyordu, çok şey de
öğretiyordu.
— Du du diye konuşma, kendimizi mutlaka
affettireceğiz ona.
— Gidip anneme danışalım mı?
— Babana danışsak daha iyi olmaz mı?
— Babam hastalan ile meşguldür şimdi. Biliyor
musun öyle çok hasta geliyor ki?
— Eh gidelim bakalım.
Kapıyı
Kâhya Hüseyin açtı, buyur etti çocukları. Kâsım önde, Mehmet arkada üçüncü kata
tırmandılar. Kâsım, annesinin oturduğu odanın kapısını hafifçe tıklattı. İçeriden
çok hoş bir hanım sesi: “Gelin.” dedi, içeri girdiler. Sofanın loşluğundan
sonra, oda fazla aydınlık geldi Mehmet’e, bir an gözleri kamaştı; sonra sarı
saçları dalga dalga omuzlarına dökülen genç kadını seçti. Gergefinin önüne
oturmuş iş işliyordu, onlara baktı, gülümsedi, bir şeyler söyledi, Mehmet onu
işitmedi, işitemedi; çünkü kadını seyreden küçük kızı görmüştü. Aman Tanrım, bu
ne güzellikti böyle; onun da sarı saçları dalga dalga beline iniyordu, fakat
gözleri, Mehmet’e kocaman kocaman bakan mavi gözleri, bu gözler
Kâsım’ınkilerden daha koyu âdeta laciverdimsiydi. Pespembe bir yüzü, minik bir
burnu ve kıpkırmızı dudakları vardı, etekleri kabarık beyaz bir dantel elbise
vardı üzerinde. Mehmet ağzı açık, kıza bakmaya başladı... Ablaları dahil,
sokaklarda, komşu evlerde bir sürü kız çocuğu görmüştü o, ama böylesine bir
güzellik hiç görmemişti, evet evet hiçbir kızla mukayese bile edilemezdi. Belki
büyük dayısının bahçesindeki zambak çiçekleriyle yahut ilkbaharda, babasının
meyve bahçesinde açan bahar çiçekleriyle mukayese edilebilirdi ve bittabi kız
kazanırdı... Derken genç hanımın sesini duydu:
— Demek meşhur arkadaşın Mehmet, bu yakışıklı
delikanlı, diyordu.
Mehmet
bu kadar sersemlemiş olmasa, mutlaka Kâsım’ın annesini, bir erkeğin yüzüne
karşı, “yakışıklı” dediği için kınardı! O anda bunu hiç düşünemedi, budala bir
gülümseme yayıldı yüzüne.
— Gel canım, yaklaş, dedi genç kadın.
Mehmet
yaklaştı, kadın onun saçlarını okşadı ve Kâsım’ı kurtardığı için teşekkür etti.
Yine budala budala gülümsedi Mehmet.
— Bak bu da Mehmet’in kardeşi Melekşan, dedi
Mihriban Hanım, Melekşan, Mehmet ağabeyine bir selâm versene.
Kız
Mehmet’e şöyle bir bakıp utandı, başını annesinin omzuna gömdü.
Kâsım,
annesine:
— Biraz önce çok büyük bir kabahat işledik,
senden akıl soracağız, diyordu.
Mehmet,
“Ben büyüyünce bu kızı alacağım!” diye düşünüyordu.
Kâsım
bütün olayı, hiç eksiksiz anlattı. Koca Derviş’in kendilerine söylediklerini
tekrarlarken yine ağlayacak gibi oldu, annesi:
— Evet, dedi, sahiden büyük bir kabahat
işlemişsiniz, söz verip de onu tutmamak er kişinin kârı değildir, ayrıca bir
zikir meclisinde kıkırdamak, itişmek de son derece ayıp, çok yakışıksız bir
hareket. Koca Derviş’in o sözlerini hak etmişsiniz doğrusu...
— Ne yapabiliriz? dedi Mehmet, gözlerini
Melekşan’dan ayırmadan.
Mihriban
Hanım, bu bakışları gördü, hafifçe tebessüm etti:
— Sen, dedi Mehmet’e, Melekşan’ın kusuruna
bakma, çok utangaçtır.
— Anneciğim biz size akıl danışmaya geldik, ne
yapalım, nasıl yapalım da...
— Tamam düşünüyorum. Vallahi durmadan onun
karşısına çıkıp el öpüp özür dilemenizden başka bir şey gelmiyor aklıma. Mehmet
acaba şeyh babanı da karıştıralım mı işin içine, ne dersin o sizin namınıza
affetmesini söylese dervişe? Ne dersin?
— Babam söylerse tabii hemen bağışlar da bizi,
ama bu bağış gönülden olur mu?
— Bak doğru söylüyorsun, gönülden affetmese de,
tabii baban söyleyince... Hım, madem gönülden bir bağış istiyorsunuz siz
uğraşacaksınız. Onu her gördüğünüz yerde, edeple yanına yaklaşıp, edeple elini
öpmeye çalışın ve bu üzüntünüzü ona açık açık, olduğu gibi anlatın. Sizin bu
kadar üzülmenize dayanamaz sanırım.
— Peki öyleyse biz şimdi gidelim, tekkenin
kapısında oturup bekleyelim, dedi Kâsım.
Sonunda,
üç gün güreş yasağı kalkmadı ama, Koca Derviş, gerçekten çocukların üzüntüsüne
dayanamayıp onları bağışladı.
Böylece
günler geçti... Hatice Hanım, kızlarını da alıp Mihriban Hanıma “Hoş geldiniz’e
gitti... Yavaş yavaş iki aile arasında da bir dostluk oluştu. Çocuklar, okulda
olduğu gibi, güreşte de kendi çaplarında başarılı idiler. Ayrıca aralarından
da su sızmıyordu. Günün birinde Kâsım, Mehmet’e: “Sen beni kurtardın, güreşe
başlamamı sağladın. Hep yardım ediyorsun, senden çok şey öğreniyorum, onun
için karar verdim, ben sana Ağam’ diyeceğim.” dedi. Mehmet bu karardan çok
memnun oldu, bir epey büyük ağabey gibi ağırbaşlı: “Ben de sana ‘adamım’
derim, ‘kıymetlim’ derim, başka hiç kimseye de böyle söylemem, bir tek sana
söylerim.” dedi. Çocuklar, birbirlerini hiç kıskanmadılar, bilakis
yardımlaştılar... Ahmet onlara çok az katıldı, katıldığı zaman kabul gördü ama
o daha ziyade babasının dizi dibinde oturmayı tercih etti. Hem sohbet
meclislerine hem de zikre devam ediyordu...
Çocuklar
okuldan mezun oldukları zaman dokuz yaşındaydılar. Malatya’da gidebilecekleri
daha yüksek bir okul yoktu.
Ali
Efendi, Mehmet’e çok özel ve etkili bir konuşma yapıp, onun sohbetlere
katılmasını sağladı, fakat Mehmet zikir istemiyordu. “Şimdilik,” demişti
babasına: “şimdilik bana müsaade edin, belki birkaç yıl sonra.” Ali Efendi razı
oldu, onu daha fazla zorlamak istememişti...Aslında hafi; içten zikirdi
hoşlanmadığı, Mehmet’in coşkun mizacına içten zikir haz vermiyordu. O,
Rabb’ini anarken, olanca gönlünü sesine yüklemek, bağrından gelen “Allah Huu”
nidasıyla yeri göğü inletmek istiyordu. Şehrin içlerinde kendilerine Devraniler
denilen Halvetilerin bir dergâhı ilgisini çekmişti. Onların, ayakta el ele tutuşup
bir daire teşkil edip ağır ağır dönerek: “La ilahe illallah” diye zikretmeleri
tam da istediği gibiydi. Bir gün ziyaretçiler arasına gizlice karışıp
giriverdiği bu dergâhta, oturanların en arkasına büzülüp, dervişlerle beraber
zikretmişti... İçinin temizlenip ışıklandığı o akşam babasına, niçin
Nakşilerin de sesli zikretmediklerini sordu. Ali Efendi: “Bizler meşrebimiz
gereği sükûneti tercih ederiz, çünkü bu kalplerimize huzur verir ve
gönüllerimizi nurlandırır. Hafi zikir her türlü riyadan uzaktır, sesli zikre
maalesef gösteriş ve riya karışabilir... Sessiz zikir doğrudan gönüle hitap
eder. Doğrudan gönülle yapılır, alışverişi yalnız gönülledir. Böylelikle o
gönül derinleşir, büyür, yücelir ve sana yollar içinde yollar açar.” dedi.
Mehmet, “Benim gönlüm cehrî; sesli zikirle yapılan devranla nurlandı!” diye
düşündü, babasına bir şey söylemedi.
Sohbet
toplantılarına bazen Kâsım da katılıyordu. Hiç ses çıkarmadan, gayet edeple
oturuyor, oturduğu yerde uyukluyordu; konuşmalar onu ilgilendirmiyordu... Mehmet’in
az çok ilgilendiğini görünce önce şaşırdı, sonra: “Sen bu sohbetlerden
hoşlanıyorsun, ben de hat sanatından. Bu kadar da ayrılığımız olsun ağam bizim
arkadaşlığımıza zarar vermez.” dedi. “Tamam adamım, kıymetlim zarar
vermez!” dedi öbürü... Çocuklar, arkadaşlıklarından büyük haz alıyor ve
bozulmasın diye âdeta bilinçsizce bu ilişkinin üzerine titriyorlardı.
Mehmet
Zihni Efendi, Malatya’da Kâsım’a hat öğretecek birini ısrarla aramıştı. Sormuş
soruşturmuş, dört beş hat sanatçısının eserlerini tetkik etmiş, nihayet Ali
Efendi’nin selamlığında asılı olan, “Tasavvuf edepten ibarettir” hattının
ustasında karar kılmıştı. İsabetli bir karardı, çocuk ustasını çok sevmişti.
Abdülkerim Efendi de onu hem seviyor, hem de iyi çalıştırıyordu.
***
Günler
tasasız, güzel ve ahenkli geçerken, büyük acı anı geldi. Bir akşamüzeri Mehmet
Zihni Bey, son hastasını da güzellikle yolcu ettikten sonra, yukarı kata,
karısının gergefte masa örtüsü işlediği odaya çıktı:
— Mirim, sol tarafımda bir ağrı var, pek iyiye
benzemiyor, dedi ve divana uzandı.
Uzanış
o uzanış; Mihriban Hanım gelip onun ellerini tutmuş, o da yarım yamalak
gülümsemeye çalışmıştı karısının güzelim mavi gözlerinin içine bakarak...
Böylece giderken mutlu olmuştu, çünkü dünyada en çok sevdiği şeylere bakıyordu.
Sonradan...
Mihriban Hanım ya hıçkıra hıçkıra ağlar ya da düşüp düşüp bayılır oldu; ne
olduğunu pek de idrak edemeyen çocuklar perişandı. Ali Efendi bu yeni dostunun
cenaze namazını kıldırdığı gibi olaya da el koydu. Karısını, kızlarını taş
konağın harem kısmına yolladı, gelen gidenle meşgul olma vazifesini Koca
Dervişe verdi, kendisi de Mihriban Hanım’ın ailesine, “haber”i veren, samimi,
nazik bir mektup yazdı. Cevabi mektup, Mehmet Zihni Bey’in babasının
gözyaşları ile ıslanmıştı. Küçük oğlunun Malatya’ya doğru yola çıktığını haber
veriyordu... O günden beri Mehmet, Kâsım’ı bir an bile yalnız bırakmamıştı.
Onu evde Ahmet’le paylaştığı odada misafir etmişti bir süre, sonra onunla taş
konağa geçtiler. Mehmet, Kâsım’ın odasında yattı.
Evi
Hatice Hanım yönetti, bütün dinî vecibeler yerine getirildi. Küçük oğul, posta
tatarları gibi, konaklarda at değiştirerek, ağabeysinin elli ikinci gece
duasına yetişti...
— Amcamın gelmesi demek, bizim İstanbul’a dönmemiz
demektir, dedi o gün Kâsım, hiç istemiyorum... Babam... Sonra da sen!.. Ne
kadar yalnız kalacağım dedemin konağında... O mahallede hiç arkadaşım yok
biliyor musun?
— Ben de burada çok yalnız kalacağım.
— Ama senin Koca Derviş’in var!
— Doğru, o var... Bak ne yapalım biliyor musun,
seninle mektuplaşalım.
— Ama söz verip de yazmamak yok!
— Bak ne yapalım biliyor musun, parmaklarımızı
kesip, kanlarımızı karıştıralım, kan kardeşi olalım ve o kan üzerine söz
verelim birbirimize.
Dediklerini
yaptılar, sonra da birbirlerine sarılıp ağlaştılar.
Yıl
1628, çocuklar on yaşındaydılar.
Taş
konağa başka kiracıların gelmesi, artık Hekim Efendi’nin olmaması, bütün
Malatya’yı üzdü; yıllar sonra bile: “Bir iyi hekimimiz vardı ki...” deyip onu
andılar.
***
Çocuklar
mektuplaşmaya başladılar... Kâsım’ı bir enderun heyecanı sarmıştı. Enderun
sarayın özel okuluydu ve devlete mülki ve askerî yöneticiler yetiştirmek üzere
kurulmuştu. Hem öğretim hem eğitim veriyordu. Kâsım diyordu ki: “Amcamın
kayınpederi ile enderun ağalarının başı olan Kapı Ağasının arasından su geçmez,
can arkadaşlarmış. İşte bu adam Nihat Efendi, benim enderuna kabul edilmem
için Kapı Ağası ile görüşecek.”
— İşte istediği oldu, saraya giriyor! diyordu
Koca Derviş, artık bize haber gönderir. Yaz adamım, ne görüp işitirse, doğru
yanlış demeden bize yazsın, biz değerlendiririz.
— Oh senin işin tamam, onun işi tamam, Derviş
Ağa’m! Ya benimki, ya benim öğrenimim n’olacak?
— Kızanım artık bütün sohbetlere katıldığına
göre, abe kısa sürede sen de yetişeceksin.
— Ama olmuyor, yetmiyor ya da ben anlamıyorum
her bir şeyi. Konuştukları bazen masal gibi geliyor bana, öyle dinliyorum. Hem
ben ilim de öğrenmek istiyorum, babamların yaptıkları gibi sadece ruhi gelişme
ile meşgul olmak istemiyorum. Diyorum ki, dinimi önce ilim olarak bileyim, yani
zahirî olanını bileyim; manevi yolu anlamak, o zaman daha kolaylaşacak sanki.
— Sıbyan okulunda aldığın öğretim yetmiyor,
öyle mi kıymetlim?
— Nasıl yetsin ki Derviş Ağa’m, her çocuk, yani
hemen her çocuk bitiriyor sıbyan okulunu. Ben her çocuktan daha üstün olmak
istiyorum.
— YaaL Demek her çocuktan üstün olmak kızanım!
Demek böyle, ben de zaten senin için hep bunu diledim. (İçini çekti,
gülümseyip, çocuğun başını okşadı) Te be bir gün gelir inşallah büyük ilim sahibi
olursun, çabuk öğrenirsin, sende bu kafa varken... Bakarsın ulema sınıfına
dahil oluvermişsin, bizleri bırakıp İstanbul’a yerleşmişsin, hem de manevi
yoldan vazgeçmemişsin.
— Canım taşrada bilgin yok mudur?
— Abe bilginlerin yeri İstanbul’dur, onu derim,
onu söylerim... Ama senin hasretine dayanmak çok zordur kızanım, çok zor...
Mehmet,
Kâsım’a da içini açıyor, ilim öğrenmek istediğini fakat nasıl olacağını,
bilmediğini anlatıyor.
***
Günler,
yıllar birbirini kovalıyor, iki çocuk muntazam mektuplaşıyordu.
Mehmet
artık, kaçıp kaçıp Halveti dergâhına gitmeye, orada zikir meclislerine
katılmaya başlamıştı. “Aman,” diyordu mektubunda; “sen yazarken, sakın bu
konuyu açma, bu iş hem babamdan hem de Derviş Ağa’mdan gizlidir. Çünkü hiç
hoşlarına gitmez. Babam biliyorsun benim Nakşiliğe devamımı ister, kendi
şeyhine bağlamak ister... Of be, işte Ahmet var, o nesine yetmez! Beni de
serbest bıraksın, Halveti olayım istiyorum. Bak bak yazarken yine öfkelendim,
eskiden bu kadar öfkeli değildim, seninle ne güzel anlaşırdık, birbirimize hiç
kızmazdık... Şimdilerde herkese kızıyorum. Acaba istediklerimi nasıl
yapacağımı bilmediğimden mi? Evet evet bu nasıllar, beni çok sıkıyor. Sen
istediğine kavuştun, ya ben neden kavuşamıyorum, dört yanımda engeller görüyorum.
Görüyorum değil, var!”
Bazen
de Mehmet: “Gözümün önüne yollar geliyor adamım,” diyordu, “kimsesiz tozlu
yollar, sarışın yollar... İşte kaçıp o yollara düşmek istiyorum. Koca
memleketin kim bilir kaç bucağında kaç tane bilgin, kaç tane şeyh vardır.
İnanır mısın hepsiyle tanışmak, görüşmek istiyorum. Bana öyle geliyor ki
hepsinden alacağım var. Ha ha, görüyor musun, bir de adamları kendime borçlu çıkarıyorum!
İçim yanıyor Kâsım, peki neden bu yangın? Aç açık mıyım ki, bu doymazlık
neden?”
Kâsım
da: “Seni anlayamıyorum galiba, bu ateş bu acelecilik niye ağam? diye
soruyordu. “O senin sarışın yollar beni ürkütüyor, biliyor musun? Kendi
hesabıma ürküyorum, çünkü ben yerimi buldum, saraydan başka bir yere kımıldamak
istemiyorum. Fakat senin adına, cidden endişeliyim, bir deli tay gibisin. Bence
‘nasıllara kızacağına, üzerlerine eğil, iyi düşün; nasıl bir yerlere gidip
ilim tahsil edebilirsin, nasıl bir şeyh bulabilirsin, peki o gittiğin tekkedeki
şeyhe niçin bağlanmıyorsun? Yoksa babanı ve onun şeyhini beğenmediğin gibi, o
zatı da mı beğenmiyorsun? Bu mektubu Derviş Ağaya okuyamayacağına göre; daha
açık yazayım, ne istediğini iyi biliyorsan, ona yap... Ne baban ne de Derviş
Ağa’m sana engel olabilir gibi geliyor bana. ‘Nasıllara’, ‘niçinlere’ takılma,
yap.”
Bu
mektup, elbet Koca Derviş’e okunmadı, içi sızlayarak yalan söyledi Mehmet:
“Kayboldu!” dedi. Ve Koca Derviş, inanmadığı hâlde inanmış göründü. “Delikanlıdırlar,
elbet benden gizlenecek bir şeyler yazmıştır, eh delikanlıdırlar!” diye
düşündü.
Daha
sonraki mektubunda biraz sakinleşmişti Mehmet: “Eğer Koca Derviş’in dediği
gibi bilgin olursam, belki İstanbul’a yerleşirim, seninle sık sık
görüşebiliriz.” diye yazıyordu.
Çocuklar
on dört yaşına eriştiler...
***
Bu
arada, yeniçeri cuntasını Damat Recep Paşa vasıtasıyla yöneten Sadrazam Hüsrev
Paşa, Erzurum Valisi Abaza Paşayı ilk muhasarasında yenmiş, tutsak paşayı
IV.
Murat’a göndermişti... Murat Han, göstermelik birkaç azar sözünden başka Abaza
Paşa’yı iyi karşıladı ve onu Bosna Beylerbeyi yaptı. Belli ki ağabeysi Sultan
Osman’ın kan davasını güden bu zorlu paşadan hoşlanmıştı.
Hüsrev
Paşa, pek şiddetli İran savaşlarına komutanlık etti, fakat Bağdat’ı Safevilerin
elinden alamadı. Bu yüzden azledildi, yerine Hafız Paşa sadrazam oldu. Ancak bu
yeni sadrazam, Hüsrev ve Recep paşaların hoşuna gitmemişti. Bu ikisi, genç
padişahı korkutup sindirmek istiyordu. Yeniçeri başkaldırdı, Hafız Paşa,
padişahın gözleri önünde şehit edildi. Ve Damat Recep Paşa sadrazam oldu.
“Ancak,”
diye yazmıştı Kâsım, “amcam: ‘Padişahımız o iki murdar herifin, kendi
arkasından neler yaptığını ve neler yapmak istediğini pek iyi biliyor ve bu pis
işi halletmenin zamanını bekliyor.’ diyor. Neye dayanarak söylediğini
bilmiyorum, açıklama yapmadı... Öyle de olmalı, çünkü Murat Han, Hüsrev Paşa’yı
Tokat’ta öldürttü. Hain adamın kesik kafası İstanbul’da halka sergilendi,
tabii biz gidip görmedik.”
Koca
Derviş dedi ki:
— Bu IV. Murat Han, abe esaslı bir genç olmalı,
hem de adamakıllı cesur, kolay değil cuntanın başını öyle öldürtüvermek. Belki
o, kızanım, Abaza Paşa’dan beklediklerimizi yapacak; yeniçerilere hadlerini
bildirip ocağa bir çekidüzen verecek, muhakkak Valide Sultana da, devletten el
çektirip, kendisi idareyi ele alacak. Ah Allah’ım ne büyüksün, güldür şu
Osmanlı’nın yüzünü...
— Derviş Ağa’m, inşallah dediğin gibi olur,
fakat benim derdim nedir, biliyor musun; ben Kâsım’a dinlediğim bir sohbeti
uzun uzun anlattım, bak o bana ne yazmış!.. Ben ona İbn Arabî’nin Vahdet-i
Vücud fikrini nasıl sistemleştirdiğinden söz ediyorum, o bana Hüsrev Paşa’dan
laf açıyor! Sanki bana değil, sana yazıyor!
Koca
Derviş kıkır kıkır güldü:
— Sarı oğlan birkaç sohbete katılmıştı da
burada, abe hep uyumuştu.
— Canım o zaman çocuktuk.
— Ya şimdi nesiniz?
— Aman Derviş Ağa’m yakında on beş olacağız,
artık bize çocuk deme.
Koca
Derviş, omuz silkti:
— İsterseniz yirmi beş, otuz beş, elli beş
olun, abe bilin ki benim nazarımda hep çocuksunuz. Sizi büyütmeyeceğim, ne
yapayım karşımda koca adamları! Lâkin sana şunu da söyleyim, sen büyüdükçe
daha bir güzelleştin, yani pek yakışıklı bir delikanlı oldun. Bilmem ki san
oğlan ne hâldedir?!
Yakışıklılık
iltifatı, Mehmet’in yüzünü kızartmıştı, sahiden öyle miydi acaba? Birkaç gün
soru, aklına takılı kaldı, sonra unuttu.
***
Kesik
kafanın halka sergilenmesinden sonra, Recep Paşa’nın kışkırtmasıyla yeniçeri
cuntası ve halktan ayak takımı sarayın önüne yığıldı ve padişaha en yakın
kişilerin kafasını istediler. Büyük karışıklıklar oldu ve Murat Han, 18
Mayıs 1632’de Recep Paşayı idam ettirdi. Zorbalar 8 Haziranda Sultanahmet
Meydanı’nda yine toplandılar. On dokuz yaşındaki Murat Han, divanı ve ulemayı
toplantıya çağırdı. Hepsiyle yüz yüze görüşmeye çıktı. Murat Han, anarşinin
devletin temellerine girdiğini, ordunun savaşamaz hâle geldiğini, askerin
politikayla uğraşarak işini yapamaz duruma düştüğünü anlattı. Sonra, devleti
bir avuç hırsız ve zorbaya yedirmeyeceğini, kendisine itaat etmeyen kim olursa
olsun, hakkından geleceğini söyledi. O kadar kendinden emin, o kadar etkili
konuşmuştu ki, idareciler ve halk kendisine büyük tezahürat yaptılar. Böylece
Kösem Sultan’ın dokuz yıla yakın sürdürdüğü saltanat naibeliği sona erdi. Kırk
üç yaşındaki Valide Sultan, pek üzülerek politikadan ayrıldı, altı gün yemek
yiyemedi, titremeler ve ateşler içinde yattı.
Sultan
IV. Murat, idareyi ele aldı. Ağabeyi Sultan Osman’ı katleden on yeniçerinin
mensup olduğu yeniçeri taburunu dağıttı ve Genç Osman olayına uzaktan yakından
bulaşmış herkesi öldürttü. Sonra Anadolu’ya geçerek; bulunduğu yerde zorbalık
etmiş, devlet malı çalmış, halka zulmetmiş kim varsa idam ettirdi...
O
günlerde İstanbul’da tütün ateşinden çıkan ve yirmi bin evi kül eden bir yangın
oldu. Sultan Murat, tütün yasağı koydu, İstanbul’da yirmi sekiz yıldır tütün
içiliyordu ve ulema, şeriata uygun olup olmadığını tartışıp duruyordu.
Kahvehaneler, askerin buralara gelip politika konuştuğu gerekçesiyle yerle bir
edildi. İsteyen evinde kahve içebilecekti, fakat tütün evde de yasaklandı...
Tütün
hakkında ulema tartışması, elbet Malatya’ya kadar geldi, Ali Efendiye fikri
soruldu. “Kanaatime göre, şeriata aykırı değildir, fakat içene zararlıdır.”
dedi.
Tütünü
çok merak eden ve bir fırsat çıksa da içsem, diye düşünen Koca Derviş fena
bozuldu.
— Baksana abe, içene zararlıdır, dedi şeyhim.
Şimdi benim içmem olmaz, vah olsun bana!
— Canım bir kere iç bak, hiç olmazsa neymiş
görürsün, dedi Mehmet.
— Şeyhim efendimin zararlı dediği şey bir kere
değil, yarım kere bile yapılmaz.
Şeyhe
bu kadar bağlılığı, Mehmet’in daha ne kafası ne gönlü alıyordu, ses çıkarmadı,
fakat Koca Derviş’e üzüntüsünü unutturmak için çoktandır aklına takılan bir
şeyi sordu:
— Kuzum Derviş Ağa’m, bana şu nefis ne menem
şeydir anlatsana.
— Haa, bak anlatayım adamım kıymetlim! Abe biliyorsun
Peygamber’imiz Efendi’miz, Tebük Savaşından dönerken çevresindekilere: “Küçük
savaştan büyük savaşa dönüyoruz.” demiş. İşte bu büyük savaş, nefisle
mücadeledir. O, nefsiyle mücadele edenin gerçek savaşçı olduğunu da
söylemiştir.
— Bunları sohbetlerden biliyorum, nefis nedir?
— Nefis! Hımm, abe nasıl anlatsam ki; ruh mu desem,
ruhuyla bedeni ile insanın kendisi mi desem... Her ikisini de iddia eden din
bilginleri çıkmıştır. Şeyhime göre, ruhuyla bedeni ile insanın kendisidir.
İnsanın şu kötü, geçici dünyaya fazla bağlanmasıdır... Öyle bir bağlanma ki,
maneviyatı tamamıyla terk ettirir.
— Sen mesela politikayla meşgul olarak, öyle mi
yapıyorsun?
Aslında
Mehmet bu soruyu, biraz da Koca Dervişe takılmak, onu azıcık kızdırmak için
sormuştu. Fakat o, hiç kızmadı, dedi ki:
— Hayır, hayır abe benim maneviyatım tamdır.
Politika sonra gelir, güreş de işimdir, bunları böyle bil!.. Mamafih, dediğin
gibi politikayla meşguliyet, belki nefsimin tam arınmamasındandır abe, tabii
öyledir. Kim oluyorum ben ki, nefsimi temizledim diye ortaya çıkayım! Şimdi
bütün politikacılar büyük nefis sahibi demek gibi bir şey çıktı bu lafımdan.
Onu demek istemedim, politika da bir meslektir. Nefis sahibi olup olmamak, onun
politik davranışlarıyla ilgilidir. Ben sadece kendim için konuştum, ne de olsa
hakir bir dervişim ben, politika neyime, doğru. Eveet, ne diyordum, insanda
ona yapışık sanki ikinci bir varlıktır nefis. Eğer onu şımartırsan büyür ve
senin ruhunu kemirir.
— Şeytan gibi bir şey!
— Belki, bir bakıma... Abe şeytan daha ziyade
insana vesvese verir. Görüyorsun nefisle mücadele her kişinin kârı değildir, er
kişinin becerebileceği bir şeydir. Yani O Sevgiliye yakınlaşmış, şüpheden ve
yalandan kurtulmuş kişiler yapabilir bunu.
— Önce kolay şeylerden başlayıp, zoruna doğru
gitmek gerekir belki.
— Abe iyi bildin adamım! Bir de ben ilave
edeyim ki bu işin daha kolayı, bir ruhi gelişme yoluna girmekle olur, Allah o
zaman daha çok yardım eder... Böylece insanın içindeki nefis melekeleri
azalır, ruh melekeleri artar.
İş,
benliğini şu dünyanın pisliklerine dalıp gitmekten kurtarmak.
Mehmet
deminden beri kendine ait bir tarif arıyordu, nihayet buldu:
— O hâlde, dedi, nefis için şöyle bir tarif
yapabilir miyiz: Nefis, bütün maddi arzuların toplamıdır. Olur mu?
— Abe ne güzel söyledin kıymetlim! Evet, nefis
başkaldırdıkça, senin tarifinle, maddi arzular çoğaldıkça, onların tepesini
ezmen lazımdır; çünkü nefisle savaşacağımıza göre, onu önce düşman bilmen
gerekir.
— Sağ ol be Derviş Ağa’m, şimdi kafamda daha
bir berraklaştı nefsin ne olduğu.
— Sen daha çok sağ ol! Bak örneğin senin ruhi
yanın Kâsım’ınkinden kuvvetlidir, o nefsine daha düşkündür.
Mehmet
düşünceli düşünceli gülümsedi, dedi ki:
— Yani ikimiz bir denge oluşturuyoruz, onun
için mi seviyoruz birbirimizi?
— Olabilir, birbirlerinin pek de aynı olanlar,
ne hikmetse, sizin gibi güzel güzel geçinemezler. İlgileriniz değişik, abe her
ikiniz de kendi alakalarınızı ayrı ayrı sürdürüp birbirinizi çok sevmeye devam
ediyorsunuz. Abe ne güzel şeydir sevmek kızanım! Sev her insanı, her şeyi, her
yaratılanı! Çünkü Allah her şeyi, her insanı sevgisinden yarattı.
— Her insanı sevemem, çünkü birçoğu beni kızdırmakta!
— Abe ne demiş Yunus, unuttun mu yoksa:
“Yaratılanı severim/ Yaradan’dan ötürü"
— Ah bir Yunus olabilsem, dedi Mehmet, bütün
hırsını sesine yükleyerek, sonra bu ses düştü kırıldı. Bir zamanlar, dedi,
daha çocukken sarışın, mavi gözlü bir kız çocuğu görmüştüm. Şimdi düşünüyorum
da, o kıza tutulmuşum meğer ben. Çünkü onu görür görmez; “Ben bu kızı
alacağım.” diye geçmişti aklımdan. Şimdi ne zaman şiir düşünsem, aklıma Yunus
gibi, Yaradan gelmiyor da, sanki o kız, büyümüş hâliyle salınıyor önümde.
Koca
Derviş, bu mavi gözlü sarışın kızın kim olduğunu hemen anladı ama renk vermedi,
bir şey belli etmedi.
— Abe hâlâ tutkunsun o kıza, öyle mi?
— Bilmem ki zaman zaman aklıma düşüyor tabii.
Şimdi nasıldır, neye benzemiştir, hâlâ o kadar güzel mi? İşte böyle şeyler...
— Öyle olduğu zamanlar için yanıyor mu?
— İçimde dolaşan yanma değil galiba, belki bir
sızı! Bırakalım bunları Derviş Ağa’m, şimdi var mısın bir güreşe?
— Abe varım.
Aslında
Koca Derviş’in canı güreşmek istemiyordu ama, Mehmet’in gönül karmaşasını,
sanki şu anda bir şeyler kırıp dökmek istediğini anlamıştı.
Güreştiler.
Güreşirken
Mehmet hep düşündü; neden Melekşan aklına gelince içi içine sığmıyor, neden hep
maddi güce dayanan bir şeyler yapmak istiyordu, neden, neden?! O kız bir bahar
çiçeği idi ve onun için asla erişemeyeceği bir hayaldi. Nasıl meyve
bahçesindeki çiçeklere dokunamıyor, onları koparamıyor sadece sakınıp esirgeme
duygusu büyüyorsa içinde, bu kıza da aynı şeyleri hissediyordu. Ona da asla
dokunamazdı, çünkü ezkaza dokunursa, Melekşan’ın boynu bükülüverecek, lacivert
gözleri dolacak; sararıp solacak ve yok olacaktı!
***
Mehmet,
Melekşan’ı sonsuza kadar esirgemek istiyordu. Bunun maddi güçle bir ilgisi
yoktu; sadece derin, geniş, çok boyutlu bir sevecenlik söz konusuydu. Bazen şiirleriyle
bu çelişkili duygularını anlatmaya çalışıyor, fakat kullandığı sözcükleri çok
yetersiz buluyor, şiir doldurduğu kâğıtları yırtıp atıyordu. Velhasıl içindeki
bu inanılmaz heyecanı, tutkuyu, sevecenliği ne yapacağını hiç bilemiyordu.
İşin tuhafı, son bir yıldır bu hâle düşmüştü, ondan önce Melekşan’ı sadece çok
güzel bir kız çocuğu olarak hatırlamıştı. Soruyordu kendi kendine: “Aşk mıdır
bu?”
Fakat
bir cevap bulamıyordu... Mehmet aşkı sohbetlerde öğreniyordu ve o aşk, Allah’a
duyulan aşktı. Başkasını bilemiyordu. Koca Dervişe bir sızı olduğunu
söylemişti, öyleydi ama sadece sızı değildi, yakan bir hasretti, yakan bir
istekti. Ve Melekşan gözünün önünde, o küçük kız hâliyle değil, on beşinde taze
bir bahar dalı gibi dolaşıyordu! Sanki o, bu kirli dünyaya ait değildi;
Melekşan sahici bir melekti! Mehmet ona sadece yaklaşırsa bile kız
kirleniverecekti; çünkü Kur’ana göre melekler insanları, kan dökücü ve bozguncu
yaratıklar olarak görürlerdi. Eh Mehmet de bir insan olduğuna göre!
Bazen
Kâsım’a yazdığı mektuplarda, Melekşan’a dair bir şey sormayı, hiç olmazsa
nasıl, ne hâlde olduğunu sormayı hayal ediyordu. Bu hayalle birkaç gün oyalanıyor,
mutlu oluyor; sonra kâğıdı kalemi alınca eline, o heyecanı, bir çeşit
çekingenliğe dönüşüyor, hiçbir şey soramıyordu. Canım Kâsım da ne biçim
arkadaştı? Hiç insan ailesinden bir haber vermez miydi?!
Sanki
Mehmet, babasından, ablalarından, annesinden, Ahmet’ten bahsediyordu da,
oturup Kâsım’a kızmayı kendine hak görüyordu! Böyle düşününce büsbütün
sinirleniyordu. Nihayet oturup ailesi hakkında detaylı bir mektup yazdı;
ablalarının evlendiklerini söylemeyi de ihmal etmedi.
Tahmin
ettiği gibi Kâsım’ın mektubu da ailesi hakkında oldu. Annesinin hep yorgun,
bitkin olduğunu, ince hastalıktan korktuklarını; Melekşan’a kısmetler
çıktığını, fakat kızın hepsini reddettiğini, bütün gün ut çalarak vakit
geçirdiğini söylemiş: “Melekşan’ın evlenmek istemediğine memnun oldum. Sanırım
ben onu kimselere vermeye kıyamam. Zaten evlenmek için daha çok genç, bizden
bir buçuk yaş kadar küçüktür biliyorsun, şimdi on beşinde.” diye de ilave
etmişti...
Melekşan,
Mehmet için erişilmez bir hayaldi. Onunla evlenmeyi, çocukluğunda yaptığı gibi
kolayca aklından geçiremiyordu, ama taliplerin reddedilmesinden çok memnun
oldu. Bu memnuniyetin nedenini de kendine sormaya utandı... “Baksana bütün gün
ut çalıyormuş.
Demek
bu kız bir sanatçı!” diye düşündü. Meler çalabileceğini hayal etmeye çalıştı
ama müzikle ilgili olmasına rağmen, konu hakkında bilgisi, tekke musikisiyle
sınırlıydı. Mehmet’te hayalin sınırı yoktu elbette; onun için çok güzel bir
şiir yazacağını, şiirin besteleneceğini ve kızın o şarkıyı, kendisi için
yazıldığını bilmeden çalıp söyleyeceğini düşündü. Bu düşünce onu günlerce
meşgul etti, sonradan yırtıp atacağı yeni şiirler denemesine ve yazmaya
çalışırken çok mutlu olmasına sebep oldu.
***
Bir
gün Koca Dervişe, neden hiç evlenmediğini sordu: “Sünnettir evlenmek, değil
mi?”
— Doğrusunu istersen, her hâlimle
peygamberimize uymaya çalışıyorum, fakat nedendir bilmem, bu yola girince abe
kadına, kıza ilgim kayboldu. Evet, o evlenmiş, Müslümanlara da evlenmelerini
tavsiye etmiş ama bilemiyorum abe, bu bendeki isteksizlik nedendir... Bütün
umudum, bir gün bu hâlimin geçeceği. Belki yolumda daha ilerlersem, daha bir
tekâmül edersem... Kim bilir, O Sevgili elbet, bana da bir hanım nasip
etmiştir... O’nun nasibi olmadan olmaz, bilirsin. Neden sordun, senin niyetin
var mı yoksa?
Mehmet
birden kıpkırmızı oldu, yüzünün yandığını hissedince, utanıp daha bir kızardı
ve:
— Hayır, dedi, hayır böyle bir niyetim yok.
Belki ben de senin gibi yapacağım da...
— Yok abe yok, benimki kızdan kadından kesilme,
abe hiç normal değil, sakın bana özenme! İnşallah vakti saati geldiğinde seni
evlendiririz. Şimdiden böyle kararlar alma, biz Hristiyan rahipleri değiliz
ki, abe evlenmeyelim... Sen hele artık kararını ver de, gel şeyhimin şeyhinin
elini öp, babanın istediği gibi ve gir artık yoluna... Sen evlenmekte değil ama
bu işte epey geç kaldın.
Mehmet
içini çekti, belki de gün bugündü. Artık hiç olmazsa Derviş Ağasına itiraf
etmesi gerekiyordu... İçinde bir ses: “Tam Melekşan’dan bahsederken, şimdi bu
konu niye?” diye sordu. Kesin ve sert bir ses ise: “Ne Melekşan’ı, saçmalama.
Sadece Dervişe niçin evlenmediğini sordun, cevabını aldın, yetti bitti.” diye
konuştu ve: “Artık itirafın zamanıdır, hadi!” diye emretti.
— Derviş Ağa’m, sana bir şey diyeceğim.
Şimdilik babama söyleme, aramızda kalsın, dedi ve sustu.
— Abe konuşsana, ne susarsın be yahu?
— Ben... Şey, epeyden beri şehirdeki Halveti
tekkesine devam ediyorum, benim nasibimin orada olduğuna inanıyorum... Ve de
artık kararım tamdır, ben.. Şeyh Hüseyin Halvetinin elini öpecek ve ona biat
edeceğim.
Koca
Derviş’in gözleri hayretle büyüdü, ağzı bir şey söyleyecekmiş gibi açıldı,
sonra kapandı. Bir epey konuşmadı; içinde fırtınalar kopuyor; Mehmet’i
omuzlarından yakalayıp sarsmak “Sen babanın, benim şeyhimin istediğini nasıl
yapmazsın, nasıl onun sözünü yere düşürürsün? Sen ne nankör oğulsun, koynumda
yılan mı besledim yoksa?” demek istiyordu. Kendini sakinleştirmeye çalıştı,
gönlünden; “Güzel Allah’ım Sana sığındım!” dedi ve ağır ağır konuştu:
— Ben şimdiye kadar şeyhimin hiçbir sözünü yere
düşürmedim, abe bunu senin yapman beni şaşırttı... Lâkin belki bir hevestir
bu. Bilirim sesli zikirden hoşlanırsın sen... Evet senin mizacına daha uygun
belki sesli zikir... Olabilir. Ancak yol, sadece sesli veya sessiz zikirden ibaret
değil ki... Bir şey bilir ve onu söylerim, yol babanın, Şeyh Ali Çelebi
el-Nakşibendi’nin yoludur... Yol, edeptir abe yalnız edepli insanlar yolda
yürümeye hak kazanırlar.
— Derviş Ağa’m, bana edepsiz mi demek
istiyorsun? De, hakkındır, ben senin ellerinden öperim, o kadar. Lâkin ne olur
bana kızma. Ellerinden öperek rica ederim, beni anlamaya çalış, beni değil,
sadece gönlümü anla. Çünkü gönül beni oraya sürükledi, vallahi yalanım yoktur.
Heves değil, sadece gönlümün arzusudur bu.
Mehmet’in
gözleri dolmuştu, iki damla yaş yanaklarına yuvarlandı. Derviş Ağa’sı bunu
gördü, içi kıyılıverdi birden. Gözünden aziz kıymetlisine eziyet mi
çektirecekti o!..
Dedi
ki:
— O Sevgili’nin nasibi neyse o olur kıymetlim.
O’nun sözüne karşı gelmek abe hangi kulun haddine. Evet nasip meselesi...
Benim de senden bir ricam var, abe hiç olmazsa bir yıl daha bekle, on yedine
bas, birkaç ay daha bekle, abe öyle karar ver.
— Emrin olur Derviş Ağa’m.
***
On
sekiz ay geçti ve Mehmet, Şeyh Hüseyin Halveti’nin elini öpüp ona biat etti.
Babası,
onun ve Derviş Ağa’sının tahminlerinin aksine, kızmadı, onu azarlamadı.
Konuşurken sesi titredi o kadar:
— Allah’ın arzusu ve emri olmadan bir yaprak
bile kımıldamaz, dedi, demek O, böyle istemiş. Var git oğlum nasibinin
peşinden, uğurlar olsun... Benim dualarım her zaman senin içindir.
İcabında
kıymetlisini, adamını savunmak için, konuşmada bulunup kapı yanında diz çökmüş
bekleyen Koca Derviş ağlamaya başladı. İçinden, “İşte teslimiyet bu, işte
teslimiyet bu! Abe ben ne kadar hakir bir kulum ki, bu teslimiyetin ‘t’ sinde
bile değilim.” diye kendini yiyip bitirdi... Mehmet; “Konuşurken sesi titredi,
onu üzdüm...” diye tedirgin oldu, sonra içinden bir ses: “Lâkin,” dedi, “tam
teslimiyet içinde olsaydı, hiç sesi titrer miydi!..” Mehmet: “Mamafih onu
üzdüğüm için ben de üzüldüm, cidden üzüldüm... Şu dünyada baba hakkı var, ben
bu hakkı çiğnedim. Allah’ım beni bağışla!” diye, o sese cevap verdi.
Mehmet
babasının tekkesindeki sohbetlere katılmaktan da vazgeçti, Halveti dergâhının
sohbetlerine katılmaya başladı...
Halvetilik; bir bakıma ehlibeyit sevgisinden doğmuş, bu sevginin yoğun
olduğu bölgede, Horasan’da meydana çıkmıştı. Kurucusu Seyyid Yahya Şirvanî
idi. Onun şeyhi Abdullah Siraceddin Ömer’di. Bu zat, halveti çok seviyordu. Ömrü boyunca pek çok kere halvet çıkarmış, bu yüzden ona “Halveti”
lakabı verilmişti... Seyyid Yahya’nın yolladığı bazı halifeler Anadolu’ya
gelmiş, Osmanlı topraklarında Halvetiliği yaymışlardı. Özellikle OsmanlI’nın
yükseliş döneminde, birkaç Halveti şeyhi, padişahların savaşlarına katılmış,
dualarının bereketiyle askere destek olmuşlar, Bayezid, Yavuz, Kanuni gibi
sultanlarla yakınlaşmışlardı.
Mehmet,
hemen her gün Koca Derviş’e, Haivetilik hakkında bilgi veriyordu. Aslında Koca
Derviş, dinler görünüp onu pek dinlemiyordu. İçinden, “Ben Nakşiyim, ne
yapayım Allah’ın Halvetiliğini, bilip de ne olacak!” diye geçiriyordu. O gün,
Mehmet:
— Doğrusu Haivetilik görünüşte pek basit; uyman
gereken üç temel kural var; zikr-i daimî, sıddıkiyet yani doğruluk dürüstlük
ve teslimiyet! Ayrıca yapılacak şeyler Allah’ın yedi isminden hangisi nefsinde
tecelli ettiyse, kelime-i tevhit ile birlikte o isimle zikretmek, kelime-i
tevhide devam etmek yani... İşte bu kurallara uyan derviş, rüyaların ışığında
nereye ulaştığını anlayabiliyor. Evet, nasıl buldun?
— Çok güzel, çok güzel!..
— Derviş Ağa’m sen beni dinlemiyorsun, çok
güzel, deyip yasak savıyorsun. Hâlbuki ben senin fikirlerini öğrenmek
istiyorum, tamam mı!
— Ne yani ben beğenmezsem, Halvetilikten vaz mı
geçeceksin abe?..
Mehmet
bir düşündü, sonra başını iki yana salladı:
— Yo hayır, vazgeçmem!
— Te be öyleyse ne sıkıştınp duruyorsun beni?
Mehmet’in
sesi sert ve küstah çıktı:
— Seni bildim bileli benim bütün heyecanlarımı
paylaştın, şimdi derdin nedir ki paylaşmıyorsun? Hâlâ, bir türlü kabul
edemedin Halveti olmamı!
— Şeyhim dedi ki: “Allah’a giden yollar
mahlûkatın nefesleri sayısınca çoktur. Yol ehli birbirine tercih edilemez.”
Senin
Halvetiliğine bir şey dediğim yok. Baban da söylemedi biliyorsun, dervişlerden
de kimse bir şey söylemedi. Ama, gel heyecanı paylaş dersen, paylaşamam; çünkü
içimde bir heyecan duymuyorum, olmayan şeyi de nasıl paylaşırım?
Mehmet,
daha ziyade sinirlendi. Ona göre ne olursa olsun, kendisine ait bir hoşluk
olursa, Koca Derviş bu hoşluğu paylaşmalıydı, aksi hâlde “Derviş Ağa’lığı” nerede
kalıyordu! Sinirlenmekten çok, belki bir hayal kırıklığı idi bu, çünkü göğsünün
ortasına bir yumruk yemiş gibiydi. On yedi yıllık ömründe, Derviş Ağasından
dolayı ilk defa oluyordu bu hâl. Yine de bir şey belli etmemeye dikkat etti;
ona gülümsemeye çalıştı. Hayır, yalancıktan gülümseyemezdi o, kasları ona itaat
etmezdi...
— Haydi ben gideyim artık, dedi yavaşça,
yerinden kalktı, onun yüzüne bakamadan uzaklaştı, arkasında gönlü kırık bir
Derviş Ağa bırakarak. Koca Derviş’in aklından: “Sadece kendi duygularını
önemsiyor, benimkilere hiç aldırdığı yok!! diye geçti, “Oysa ben ona öğrettim
değil mi, kendinden önce karşındakini düşüneceksin diye... Önce ben değil,
önce sen diyeceksin diye...”
IV.
Murat’ın taviz tanımayan çok sert idaresi; zorbalardan başlayarak sigara
içenlere kadar uzanan idam kararları, koca OsmanlI’nın halkını korkutup
sindirmişti. Fakat aynı zamanda ülkeye sulh ve sükûn egemen olmuştu. En basit
zabıta olaylarına bile pek rastlanmıyordu.
Ve
böylece, 1635’te Mehmet on yedi yaşındayken Halveti olmuş, Kâsım, enderundan
mezun olarak saraya önemsiz bir kâtip olarak atanmış ve Sultan IV. Murat; Birinci
İran Seferine çıkmıştı... Murat Han ordusuyla İstanbul’dan ayrılırken Sadrazam
Tabanıyassı Mehmet Paşa da, padişahı karşılamak üzere, emrindeki kuvvetlerle,
Diyarbakır’dan çıkıp Erzurum’a doğru hareket etmişti... Sultan ağır ağır yol
aldı, orduda dehşetli bir düzen, asayiş ve mutlak sessizlik hüküm sürüyordu.
Geçilen her şehir ve kasabada zorbalar, rüşvetçiler, adil karar vermeyen
kadılar, bir vezir, bazı beylerbeyleri, halktan kabadayılık taslayanlar
yakalandı ve idam edildi.
Haberler,
Malatya’ya da geliyor, Koca Derviş gözyaşları içinde Mehmet’e dertleniyordu:
— Te be biliyorum, memleketimizin huzuru için
kıydıkları, kıyılması gerekenlerdir. Elbet bilirim de yüreğim dayanmaz, çoluk
çocuklarını düşünürüm en çok, n’apayım ağlarım böyle. Acaba hapsetseydi, abe ne
dersin kıymetlim, tümünü hapsetseydi, olmaz mıydı?
— Olmazdı herhalde Derviş Ağa’m, biz koca
sultandan daha mı iyi bileceğiz!
— Doğru, o sultandır; memleketin, halkın
düzeninden, mutluluğundan sorumludur. Bense hakir bir derviş, aklım elbet ki
onunki kadar uzununu almıyor. Amma veIakin işte bu yürek. Te be böyle
durumlarda kurunun yanında yaş da yanar, onlar için de ağlıyorum ben.
— Unutma, Murat Han, altı yıl devleti
uğraştıran, senin Abaza Mehmet Paşayı bir kuru azarla geçiştirip Bosna’ya
vali tayin etti, başını almadı. Demek hak hukuk gözetiyor. Sıkma canını sen...
Hem ben sana mı öğreteceğim Derviş Ağa’m; her şeyin, her olayın üstünde O Sevgili,
var! Öyleyse O’nun takdiridir bu olaylar.
Koca
Derviş, gözyaşlarını hemen sildi:
— Ben de gittikçe sulugözlü oluyorum. Eskiden
bu kadar değildim. İhtiyarlıyor muyum nedir, dedi.
Sultan
Murat, dokuz gün Erzurum’da kalıp, temmuz ayında iki yüz bin asker ve yüz otuz
ağır topla hareket etti ve ayın sonunda Revan muhasarası başladı... On bir gün
sonra Revan teslim oldu. Bir zamanlar Kanuni Sultan Süleyman’ın alamadığı
Revanın bu kadar çabuk ele geçirilmesi, büyük akisler uyandırdı. Revanda cuma
namazını, sultanın yakın dostu Şeyhülislam Yahya Efendi kıldırdı. ***
Heyecanı
paylaşıp paylaşmama konusunun ardından birkaç gün geçti. O gün Koca Derviş
meyve bahçesinde bir şeftali ağacına sırtını dayamış Kuran okurken Mehmet
geldi, yanı başına edeple oturdu, okuduğu surenin bitmesini bekledi. Sonra;
ağır ağır konuştu:
— Senden özür dilemek istiyorum Derviş Ağam, dedi,
bir çocukluk yaptım... Senin yanında inanılmaz şımarıyorum. Zaten eskiden beri
bir Ayşe ablama şımarırdım bir de sana... Ama o yaptığım şımarıklığı da geçti.
Nasıl anlatayım bilmem ki, birden sinirleniverince karşındakinin kim olduğunu
unutuyorum. Sen bana derdin ki, önce sen demesini öğren... Ben de öğrendiğimi
sanırdım, görüyorsun öğrenememişim işte. Bana kırgın olduğunu hiç hesaba
katmadan, senin duygularını hiç hesaba almadan, kendi keyfimi düşündüm. Evet
büyük haz alıyorum Halvetilikten ve hiç düşünmeden... Keşke suratıma iki tokat
atsaydın... Biliyor musun, iki üç gündür düşünüyorum da, galiba benim nefsim
çok kuvvetli! Ne olur bağışla, kaç gecedir gözüme uyku girmedi...
— Kıymetlim, abe kıymetlim sen de çok uzattın
ama, dostlar arasında olabilir böyle şeyler. Aslında senin heyecanın, coşkun
benim heyecanım ve coşkumdur, bunu böyle bil... Abe neden bilmem pek
keyifsizdim o gün. Ve biliyor musun yine nedenini bilmiyorum, sana ders çalıştırmaya
başladığım günden beri, senin hep bir gönül adamı, bir Nakşi dervişi olacağını
düşleyip dufdum, kendimi inandırdım buna, bu yüzden olmalı... Yoksa abe ben
sana hiç kırılmadım ki o gün kırılmış olayım. Haydi artık, unuttuk gitti, tamam
mı?
Mehmet
onun elini öpüp başına koydu, sonra birbirlerine sarıldılar sıkıca.
***
İki
yıl Mehmet’in keyfi yerinde gitti. Yolunun derslerine sıkıca sarılmıştı, hiçbir
sohbet toplantısını kaçırmadı, zikir meclislerinde daima bulundu... Müritler
arasında şeyhin dikkatini çekecek kadar coşkulu ve aynı zamanda edepliydi.
Coşku evet, fakat hiçbir taşkınlığı yoktu.
Sonraki
aylarda, büyük bir Allah korkusu sardı içini... Her zaman korkmuştu Allah’tan,
ama bu kez başkaydı; son derece rahatsız oluyor, çünkü kazara bir şirke bulaşacak
diye ödü kopuyordu. Namazlarını O’nun önünde duruyormuş gibi dikkatli kılmaya
özen gösteriyordu. Ancak ne kadar özense de yine her namazda bir iki hata yapabiliyor,
haydi yeni baştan kılıyordu. Allah, onun için daima kızgın ve cezalandırıcı
bir Varlık’tı. Korkuyordu.
Şeyhi
Hüseyin Efendi, müritlerine, gece yattıktan sonra, yaşadıkları günü mutlaka
gözden geçirmelerini, üzerinde düşünmelerini ve o gün Mevla’nın emirlerini ve
yasakladıklarını nasıl uyguladıklarını sorgulamalarını söylemişti.
Öyle
düşündüğü geceler Mehmet, tedirgin olmaya başladı çünkü, “Bugün O’nu
kızdırdım”dan gayri bir hüküm gelmiyordu aklına... Kendini çok günahkâr ve
perişan hissediyordu. Oysa Koca Derviş ona, hep O Sevgili’nin rahmetinden,
bağlayıcılığından bahis açmıştı... Şimdi ise Mehmet’in kafası adamakıllı
karışmıştı. Kalbi suskundu...
Zamanla
bu tedirginlik o kadar arttı ki, Mehmet’in Halveti olmaktan duyduğu mutluluğu,
heyecanı sildi süpürdü. Bütün dünyası suçlar ve cezalardan oluşmuş gibiydi.
Kendini hep suçluyor, öz kalbini kemiriyor, tırtıklıyordu. Bazen de gözüne
koyun gibi görünen tekke arkadaşlarını müritleri, dervişleri suçluyor yine
kendi kalbini ısırıp kemiriyordu. Kimseyle konuşamıyor, kimseye derdini
açamıyordu. Ancak Kâsım’a sayfalar dolusu mektuplar yazıp, pek de sebep
göstermeden duygularından, can sıkıntısından, tedirginliğinden bahsediyordu.
Kâsım, ona şeyhiyle veya Koca Dervişle konuşmasını salık verdi. Mehmet’in, buna
cesareti yoktu, Hüseyin Efendi ile görüşmeye edep ederdi. Hem onun o yumuşacık
kahverengi bakışları önünde: “Efendim ben durmadan günah işliyorum.” demeye
nasıl cesaret edebilirdi? Koca Derviş’e açılmayı da kendine yediremiyordu, ya:
“Sen yolunu o kadar öv, Halveti olmakla o kadar övün, şimdi zora gelince kendi
yoldaşlarını arama, bana gel!” derse! Mehmet aylardan beri kendine
ettiklerinden öyle yorgun, bezgin ve kafası öyle karışıktı ki, Derviş Ağasının
ona asla böyle bir şey söylemeyeceğini, hatta kafasından bile benzer
düşünceler geçirmeyeceğini akıl edemiyordu.
Kendi
yoldaşları ile hiç konuşamazdı, çünkü en ufak bir alay yahut kınama karşısında
kendisini tutamaz, o müridi dövebilirdi!
Halveti
tekkesine devamı bir buçuk yılı bulmuştu; Mehmet’in yüzünden düşen bin
parçaydı!.. Bir gün Koca Derviş ona sordu:
— Abe kıymetlim, aylardır sana dikkat ediyorum
be yahu; pek sinirlisin, yüzün de daima asık, ne oluyor kızanım?
Meyve
bahçesindeydiler, şeftalileri toplayıp dikkatle dervişlerin alacağı sepetlere
yerleştiriyorlardı. Mehmet, elinde şeftaliler, kalakaldı... Bir cevap veremedi,
sustu. Koca Derviş üsteledi:
— Te be senin benden saklın gizlin mi var?..
Yoksa o sarışın mavi gözlü kız mı düştü yine aklına. Ben öyle sandım, bekledim
ama, artık merak ediyorum abe, ne oluyor?
Mehmet
elindeki şeftalileri sepete gelişigüzel bırakıverdi, yere çöktü. Koca Derviş
de hemen karşısına oturdu.
— Kız meselesi değil, bakma sen ona, o benimle
hep yaşar da... Galiba da hep yaşayacak, neyse... (içini çekti) Derviş Ağa’m,
bu sorun, bir başka sorun!
— Bak kızanım, kişi bir yola düştü mü, başına
çok şey gelir. Mürit dediğin, derviş dediğin hâlden hâle geçer, bazen de
geçemez, birine takılıp kalır. Kötü olan bu; takılmak. (durdu, düşündü, sonra
hiç o değilden Mehmet’in ağzını aradı) Güzel Allah’ıma sığınırım abe, ama
olabilir insan, isyana bile kalkabilir! Yolculuk bu, belli mi olur!
Mehmet’in
yüzü birdenbire aydınlandı, dedi ki:
— Bak ben bunu unutmuşum, doğru ya, insan
hâlden hâle geçer... Oysa sohbetlerden bilirim yolcunun hâlden hâle geçtiğini,
bazen umutlu, bazen umutsuz olduğunu, bazen neşeli, bazen sıkıntılı... Ve daha
da değişik hâller. Evet öyle ya! Fakat bir öfke bürüdü ki içimi... Bu öfke ile
bildiklerimi de unutmuşum.
— Abe kime karşı bu öfke?
— Kime olacak kendime tabii.
Koca
Derviş rahat bir nefes aldı:
— Anlat hele, dedi.
— Bak Yaradan’ın gazabının şiddetli olduğunu
biliyorum, bundan başladı korku.
— Allah korkusu vardır elbet, seni
sevmeyeceğinden doğan bir korkudur o.
— Benimki şirke düşmek korkusu olarak başladı,
bu yüzden hattâ Peygamber’imize dahi gereken sevgiyi duymamaya çalıştım...
Sonra namazlarım hep kusurlu; hep tatsız, davranışlarım kırıcı olmaya başladı.
Bizim zavallı müritleri koyun gibi görüyor, onlara da kızıyordum. Adam yerine
koymuyordum onları da velhasıl. Velhasıl O’nun gazabının korkusu... Kendimi çok
suçlu, çok günahkâr hissediyorum.
Derviş
Ağa’sı sözünü kesti:
— Gazabı şiddetli ama rahmeti ondan daha fazla.
O Sevgili’nin rahmetini, bağışlayıcılığını, esirgeyiciliğini, biz insanlara
yaptığı lütufları neden düşünmüyorsun?
Mehmet
son derece saf:
— Bilmiyorum, dedi, hiç gelmedi aklıma. O kadar
korku bürüdü ki beni, bütün yaratılmışlara da kızdım zaman zaman... Bana günah
işletiyorlar diye düşündüm.
— İnsan kendi işler günahını, kimse kimseye
günah işletemez. Bak aklıma ne geldi; bir içkici adam vardı, geldi şeyhime
yakındı, arkadaşları onu günaha sokuyorlar, zorla içki içiriyorlarmış, diye...
Şeyhim de sordu: “Ellerini, ayaklarını bağlıyorlar, zorla ağzını açıp içine
içki mi döküyorlar?” “Hayır.” dedi adam, “Israr ediyorlar!” Şeyhim de:
“Israrda bir zorlama yoktur.” dedi. “Zorla günaha sokamaz kimse kimseyi.
Israra dayanamayan da şensin, günahı işleyen de! Var git abdest al, iki rekât
namaz kılıp, tövbe et... Ha eğer hâlâ ısrara dayanamayacaksan, o arkadaşlarını
terk et!” Adam kös kös gittikten sonra, şeyhim bana dedi ki: “Aslında bu biçim
ısrarlar, Mevla’nın kulu denemesidir, imtihanıdır!” Şimdi anladın mı, sen kendi
kendine etmişsin ne etmişsen... Yaradan’ı da iyi tanımıyorsun daha...
Mehmet
lafın üzerine atladı:
— Bak işte bir günahım da bu; Allah’ı iyi
tanımıyorum!
— Kim iyi tanımış ki O’nu? Ne kadar bilsen yine
de pek çok şeyi bilmiyorsundur. O’nu tam tanımak mümkün değildir. Ayrıca sen
niçin yola düştüğünü sanıyorsun? Birazcık olsun O Sevgiliyi tanıyabilmek için
değil mi? Hem daha ilk bebek adımlarındasın, tabii Zatını da, fiillerini de,
sıfatlarını da pek bilemeyeceksin, şaşırıp kalacaksın! Kur’an’da birçok yerde
O Sevgilinin rahmetinin, gazabından çok olduğu söylenir. Abe bunları bilmek
için yola girmene de lüzum yoktur. Kur’an’ı iyi anlayabilirsen zaten pek çok
şeyi birden öğrenmiş olacaksın. Abe hiç olmazsa Kur’an’ı kendin anlayacak kadar
Arapçan olsaydı.
— Bir eksiğim de bu; yeterli Arapça bilmemek.
Nasıl kızmam kendime!
— Te be anandan bilgin doğmadın ya, elbet
öğreneceksin. Şu önümüzdeki günler sana niçin gelecek sanıyorsun, öğrenmen
için! Eksiğin var diye günah mı işlediğini düşünüyorsun yoksa? Sen tümden
delirmişsin be yahu!
Kıkır
kıkır güldü Koca Derviş, sonra dedi ki:
— Bak kızanım, kıymetlim adamım, söyledim ya insan
yola girince çeşitli hâller yaşar, bazen de senin gibi kendisini yerden yere
vurur, olur böyle şeyler. Hâl niçin vardır, geçmek için! Biri gider, diğeri
gelir, böyle bileceksin. Şimdi, insan kendi küçüklüğünü bilmeli, ama yalnız
Allah’ın karşısında. O Sevgili’nin aynı zamanda bizleri, mahlukların en
şereflisi olarak yarattığını da unutma. Eh, yaratılmışların en şereflisiysek
abe, bizim çalışıp çabalayıp bu payeye layık olmamız lazımdır. Bu iş kızanım,
kendine kızmakla, elaleme kızmakla olmaz. Yalnız ve yalnız bilgi ve sevgi ile
olur. Abe çok kötü bir yere çökmüş oturuyorsun. Kaldır kendini ayağa, silkin,
hâlini at üzerinden, at ki yeni hâller sende yerleşecek boşluk bulsun!
Anlatabildim mi derdimi?
— Anladım Derviş Ağa’m, dedi Mehmet.
***
Bu
konuşma o gün Mehmet’e iyi geldi, sonra üzerinde düşününce büsbütün iyi geldi,
kendisini bir hayli toplamasına yardımcı oldu, yüzüne eskiden olduğu gibi tebessümler
düşürdü.
Malatya’da
Arapça öğretecek bir âlim yoktu. Mehmet’in kafasını bir süre, bir yerlere,
örneğin Diyarbakır’a falan gidip, ilim tahsil etmek, din ilminin dili Arapça olduğu
için de, Arapça öğrenmek meşgul etti. Ancak Mehmet, şeyhi Hüseyin Efendiye çok
bağlıydı, bir türlü ondan kopamıyordu. Birkaç ay da böyle “gideyim” “gitmeyeyim”
kararsızlığı içinde bocaladı. Bu arada dergâhtaki vazifelerini asla ihmal
etmiyor, sohbetleri büyük bir edeple dinliyor, zikirlere yine eskisi gibi
coşkuyla katılıyordu. Zikirlerden sonra kalbinin heyecan ve sevinçle hızlı
hızlı çarptığını, ruhunun ise sahibini uçuracak kadar temizlenip ak pak
olduğunu duyumsuyordu. Kendini Allah’a yakın buluyor, bu duyguları şiir
denemelerine aksediyordu. Velhasıl ilim eksikliğini sık sık hatırlamasa, mavi
gözlü sarı kızı, içini kazıyıp acıtan bir hasretle düşünmese, tam anlamıyla
mutlu sayılırdı. Sarı kızın acısı böyle gidecek ve ömrü boyu sürecek miydi? Herhâlde,
çünkü Mehmet, onun için bir çözüm düşünmüyordu. Ne var ki bu acıdan zevk almaya
başlamıştı, bu da onu şaşırtıyordu...
Halveti
dergâhına devama başlayalı iki yıl dolmuş, Hüseyin Efendi, Mehmet’in günlük
virdinde değişiklik yapmış, onu bir kademe yükseltmiş; zikrettiği “La ilahe
illallah” üzerine Allah esması ilave etmişti. Böylece yedi ismin İkincisini
çekmeye başlamıştı.
Ki,
şeyhi Hüseyin Efendi, çok ani bir kararla İstanbul yoluna düştü, oraya
yerleşecek ve artık İstanbul’da yaşayacaktı. Yerine bir halifesi; Suratı Asık
Ahmet Efendi’yi bırakmıştı. Veda merasiminde Mehmet, Hüseyin Efendi’nin elini
öperken, gözyaşları bu ince, zarif, yaşlı elin üzerine aktı. O, herkesin içinde
ağlamaktan hiç hoşlanmazdı, ama yaptığı zikirler kalbini bir hayli yumuşatmış,
duygulandığı anlarda, bazen kendisi fark etmese de, gözyaşları yanaklarından
süzülmeye başlamıştı. Şeyhi onun başını okşadı: “Mehmet oğlum, sen çok
ilerleyeceksin, Allah’ın izni ile bu ilerleme hep devam edecek.” dedi. Mehmet,
onun yumuşak sıcak bakışları karşısında hep yaptığı gibi gülümsedi, ama bu
tebessüm biraz buruk, biraz küskündü. Mehmet, sırasında ilerledi, yerini
arkadaki aldı... Genç adam artık duramadı tekkede, çıktı.
Hüseyin
Efendi ona: “İlerleyeceksin.” demişti. Mehmet içinden sordu ona; “Sensiz nasıl
ilerleyebilirim ki Şeyhim, daha şimdiden gönlüm hasretinle böyle kanarken?”
Herhâlde çok sevdiği Hüseyin Efendi, onu teselli etmek, cesaretlendirmek için
öyle konuşmuştu! Öyle karar verdi... Yolda yürürken yine ağladığının farkında değildi.
Kendini, kalbine tekme yemiş gibi hissediyordu... “Bu hasretlik fazla geliyor
bana.” diye düşündü. “Ben ne yapacağım gayri? Ne yapacağım?” diye defalarca
sordu için için... Hem de bir kademe ilerlemişken yolunda... Kendisini terk
edilmiş, elinden ekmeği suyu alınmış, karanlıklar içinde bırakılmış gibi
hissediyor, kalbindeki tekmenin ağırlığı onu eziyordu. “Niçin gitti, niçin
gitti?” Bu sorunun cevabı yoktu. Hüseyin Efendi kısa veda konuşmasında
niçinini söylememiş: “İstanbul’a gitmem lazım geliyor.” demişti, o kadar.
Sonradan
müritler arasında: “Hüseyin Efendi bir rüya görmüş, kendisine İstanbul bu
rüyada emredilmiş.” diye laflar dolaştı. Bu ne kadar doğru idi, Mehmet bunu
çözemedi. Kime sorduysa o, bir başkasından işittiğini söyledi, kaynak bulunamadı.
Asık Suratlı Ahmet Efendi ise: “O lazım geldiğini söyledi, demek ki lazım
gelmiş!” dedi, bir daha bu konuya temas etmedi. Mehmet Halvetilik’te rüyaların
ne kadar önemli olduğunu biliyordu. Aksi gibi kendisi pek rüya görmez, kazara
görse bile hatırlamazdı. Zaman zaman bu da dert olurdu: “Kuzum ben Peygamberimiz
Efendi’mizi görmek için, ille ölmeyi mi bekleyeceğim, rüyada göremez miyim?”
diye soruyordu mürit arkadaşlarına. Onlar da; “Hazreti Peygamber’i görmenin
vakti saati geldiği zaman, hem görürsün hem de rüyayı hatırlarsın, merak etme.”
diyorlardı.
Mehmet,
Asık Suratlı Ahmet Efendi’den zaten hoşlanmazdı, şimdi büsbütün hoşlanmıyordu;
çünkü Hüseyin Efendi’de bulduğu olgunluğu, hoşgörüyü, yumuşak bakışları ve
bilgiyi halifede görmüyordu; belki görmek istemiyordu. Yavaş yavaş tekkeye
gitmemeye başladı, sonra gitmez oldu. Mamafih virdine devam ediyor ve bu arada
ilim öğrenme arzusu daha da şiddetleniyor; “Artık Diyarbakır’ın zamanı.” diye
düşünüyordu.
O
günlerde babası hastalandı; felç yoklamıştı sağ tarafını, hareket edemiyor,
konuşamıyordu. Derin, kara bakışlarındaki ışık solmamıştı yalnız. Bu
bakışlardan, onun meydanda kalmak istediğini anladılar. Böylelikle hem
sohbetleri, hem de zikri dinleyebilecekti, yatağını oraya serdiler... Birkaç
gün önce sanki başına gelecekleri biliyormuş gibi halifesinin ismini
söylemişti. Bu ince bir rüzgâr gibi daima Ali Efendiyi takip eden, onunla
oturup onunla kalkan, söz sırası geldiğinde derin sohbetler yapan fakat
konuşmaktansa susmayı, düşünmeyi tercih eden Sabri Efendi idi. Mehmet çocukken,
onun, uzun uzun cümlelerle söylediklerini pek anlayamaz, yanına da fazla
yaklaşmaz, uzaktan uzağa severdi onu.
Ali
Efendi’nin hizmetini Koca Derviş ve oğulları görüyordu. Hatice Hanım, sabah
namazından sonra iniyordu hastanın yanına, beyaz başörtüsü, nurlu yüzüyle, bir
gölge gibi kocasının ayak ucunda Kuran okuyordu.
Mehmet’in
Diyarbakır sevdası yine küllenmişti; çelişkili düşünceler içindeydi. Bir
taraftan babasının rahatsızlığına çok üzülüyor, diğer taraftan on dokuz yıllık
ömrü boyunca babası ile hiç yakın olmadıklarını düşünüyordu; bu haksızlıkmış
gibi geliyordu ona. İçin için öfkeleniyordu Ali Efendiye. Bu düşüncelerini
Koca Dervişe hiç açmadı, ama o her zaman olduğu gibi Mehmet’in tedirginliğini
fark etti, bir vesileyle şeyhinin ne kadar büyük olduğunu anlatırken: “Hiçbir
şey yapmamış olsa bile,” dedi, “abe seni bana emanet etmesi ne büyük bir
incelikti, nasıl ince bir düşünceydi! Düşünsene seni anlayamayacak, arkadaşın
olamayacak birine değil, bana! Çevresinde adam çoktu velakin senin gibi bir
vahşi atı uslandıracak, edebe sokacak bir ben vardım. O seninle benim yaptığım
gibi meşgul olamazdı abe, çünkü bir şeyhti; kendisini halkın, dolayısıyla
Allah’ın hizmetine adamıştı. Başka bir şey gelemezdi elinden; en sevdiği
oğlunu, çok sevdiği müridine emanet etti. Senin üstünden ellerini çekti mi?
Çekmedi abe... Ah canım şeyhim efendim, hemen her hafta benimle özel konuşur,
benim vasıtamla senin derslerini, güreşlerini hatta günlük sıkıntı ve
sevinçlerini öğrenirdi. Bazen de şöyle şöyle yap, diye bana emirler verir, te
be yol gösterirdi. Şimdi böyle oldu işte, Allah’ın bir hikmeti. Biliyor musun,
hastalıklar da O’nun imtihanlarıdır. Bütün bunları adamım, iyi biliyorum da,
yine abe yine onun bu hâline içim yanıyor, çok yanıyor.” demişti. Koca Derviş
ağlamaya başladı. Mehmet susuyordu, “Babam benimle ilgileniyormuş, bir
müridine teslim edip, başından attığı oğlu değilmişim beni seviyormuş!” diye
düşündü, içine bir sıcaklık yayıldı, göz pınarları doldu ve Mehmet yine
ağladığını fark etmedi.
Soğancızade Şeyh Ali Çelebi el-Nakşibendi, altı ay sonra ramazan ayının
ilk perşembe günü, sabah ezan okunurken vefat etti.
Hatice
Hanım, Sabri Efendiye: “Başında yedi hatim indirdim, dualarınızı ona hediye
edip yollarken, yedi hatmimi de söyleyin.” dedi.
Ahmet
katıla katıla, Koca Derviş başını göğsüne gömmüş sessizce ağlıyordu. Babasının
yataktaki son hizmetlerini Mehmet yaptı. “Oğlu yapsın, onun hakkıdır.” diye
Sabri Efendi, kenarda durmuştu.
***
Her
şey bitip eski düzen kurulunca Mehmet, artık Diyarbakır’a gitmek istediğini
Derviş Ağa’sına söyledi. Onu her zamanki gibi meyve bahçesinde buldu. Ali
Efendi gideli, Derviş Ağa’sı buraya daha çok gelir olmuştu. Canının içi
şeyhinin büyük emeği vardı bu bahçede, her bir fidanı kendi elleriyle
dikmişti. “Evlatlar bol. bol meyve yesinler istiyorum Halil Derviş,” derdi,
“hem bir ağaç bir can demektir ve bu can, dikilip gelişmek ister. Tıpkı siz
benim evlatlarım gibi, onlara da özenle bakmak, esirgemek, yetiştirip
gelişmelerini sağlamak gerekir.”
Hemen
bütün ağaçlar çiçeğe durmuştu. Evrenin bütün güzelliği, burada beyaz, pembe
çiçeklere bürünmüştü. Koca Derviş dikkat etti, çiçekleri her zaman büyük bir
hayranlıkla seyreden Mehmet, bu kez başını çevirmiş bir kere dahi bakmamıştı.
“Hayırdır inşallah!” diye düşündü içinden, sonra cevap verdi:
— Böyle diyeceğin günü, korkarak bekliyordum!
— Neden korkarak?
— Nefsimden tabii, nefsim seni yanımdan
ayırmayı hiç istemez. Oysa gitmenin, ilim tahsilinin sana çok hayırlı
geleceğini, faydalı olacağını biliyorum. Çünkü artık burada kafese konmuş bir
aslan gibisin, sanki her an kükremeye hazırsın! Bari çevrendeki demir çubukları
parçala da git!
— Dergâhı da bıraktım biliyorsun, büsbütün her
şeyden eksik kaldım. Kendimi pek cahil, işe yaramaz hissediyorum. Bir de
annem beni evlendirmek hevesine kapılmaz mı!
Bu
konu pek hoşuna gitti Derviş Ağasının, kıkır kıkır güldü:
— Evleniver abe! Ana kalbi girilir mı?
— Hiç niyetim yok Derviş Ağa’m. Bunu kendisine
de söyledim. Biraz sert konuştum galiba, ağladı, ben de üzüldüm sonra.
— Ah senin bu sert konuşmaların! Ah ne edeyim
ben!
— Kendimi bağışlatırım, merak etme... Ancak
sanırım gideceğimi söyleyince de ağlayacak. Bak o zaman yapacağım bir şey yok;
çünkü artık daha fazla kalamam burada, gerçekten boğazım sıkılıyormuş gibi
geliyor... Biliyor musun, yalnız ilim değil benim derdim, aynı zamanda
Hakikat bilgisi. Bunun için sufileri de tanımak istiyorum, mümkün olduğu kadar
çok sufı... (omuzlarını silkti) İşte böyle şeyler düşünüyorum.
— İkisinden de, zahirinden de bâtınından da
vazgeçmek istemiyorsun /değil mi?
— Hayır, çünkü bu iki ilim birbirini
tamamlıyor. Bâtınına mânâ ilmi, zahirine ne diyelim, eh bir bakıma madde ilmi,
bu dünya ile ilgili çünkü; mantık, kelam, tefsir okumak, Arapça öğrenmek
istiyorum! Neyse Derviş Ağa’m, ben seni, senin beni aradığından daha çok
arayacağım, bunu bil, giderken kimleri kurban ediyorum bilmiyorum, seni mi
annemi mi yoksa kendimi mi? Ama inşallah dönüşte...
— Sus, sus. Tutamayacağın sözler verme abe! O
Sevgili, gideni geri döndürmez pek. Önüne öyle cazip şeyler koyar ki, sen
şudur budur derken. Neyse neyse, acıklı konuşmayalım kıymetlim, adamım. Şimdi
kendime iş edineyim, sana Diyarbakır’da gerçek bilgin bir hoca aramaya
çıkayım. İyi olanın ünü buralara kadar gelmiştir çünkü... Bir sorup
soruşturalım bakalım.
— İyi olur Derviş Ağa’m... Mehmet ayağa kalkıp
gitmeye davranırken ha, dedi Kâsım’dan mektup var, sultanın sefere çıktığını
yazıyor.
Koca
Derviş heyecanlandı:
— Aman çıkmış mı? Şükür, şükür! Hazırlandığını
işitmiştim, abe Safevîlerin Revan’ı geri almaları üzerine, bu kez Bağdat’ı
fethetmek için yemin etmişti!
— Sen de maşallah, sarayın içinde neler olup
bitiyor, saraylılardan iyi biliyorsun!
— Abe tek kaynağım Kâsım değil, abe oku
bakayım.
Mehmet
koynundan buruşmuş bir kâğıt çıkardı:
— Valla işte selam kelam, sonra diyor ki:
“Sultan yanına yine Şeyhülislam Yahya Efendi’yi aldı. Ona saygısı çok fazla,
belki de koca IV. Murat’ın yegâne saygı gösterdiği kişi, ona ‘baba’ diye hitap
ediyor zaten. Yine önce Konya’ya gidiyor, Hazreti Mevlana’nın huzuruna. Kendisi
zaten Mevlevi’dir. Bu arada söyleyeyim; koca sarayda ben ve birkaç arkadaştan
başka tarikata girmemiş kişi yok, hanım sultanlar bile bağlı. Artık bana bağsız
mı demek gerek, yoksa yolsuz mu? Şaka ediyorum, alınmayın... Diyorlar ki;
İstanbul-Bağdat yolu, yüz on konağa ayrılmış ve her konakta ordu ikmal
merkezleri kurulmuş.
Ee
Bağdat’ın fethi, aslanın ağzından en tatlı lokmasını almak gibi bir şey...
Birecik’te Sadrazam Damat Bayram Paşanın ordusuyla birleşeceklermiş.
Buradakilerin hesabına göre birleşik ordu, kış başlarına doğru Bağdat kapısına
dayanırmış. Hemen Allah, sultanımızı, ordumuzu başarılı kılsın, âmin.”
Bundan
sonra da, dedi Mehmet, sesinde hiçbir duygu ifadesi olmadan, kız kardeşini
evlendirmişler, onu, düğünü falan anlatıyor, istersen al sen oku.
Koca
Derviş, kendisine uzatılan buruşmuş kâğıdı elinin tersiyle itti, sonra
Mehmet’in gözlerine bakıp bu gözlerdeki parlak karanlıkta gördüğü acıdan
ürktü:
— Sen nasılsın? dedi.
— İyiyim, demin de söyledim, annemi
terslemekten başka bir şey yapmadım.
Sonra
hemen arkasını döndü, hızlı hızlı yürüyüp gitti; şaşkın, üzgün, bu konuda
elinden hiçbir şey gelemeyeceği için perişan bir Derviş Ağa bırakarak
arkasında.
“Zaten,”
diyordu Mehmet yürürken, “bir gün böyle bir haber alacağını biliyordun. Şimdi
bu üzüntü, bu kırılma, bu öfke neden? O ki, Allah’ın takdiridir bu... Ne umuyordun,
Kâsım, sana yazıp, ‘Gel kız kardeşimi al.’ mı diyecekti. O kız seni hatırlamaz
bile. Sen nesin ki onun için? Çocuk ağabeysinin yanında bir çocuk. İki laf bile
etmezdi seninle! Belki de tiksinirdi senden. O, beyaz elbiseli, pembe, mavi
elbiseli bir melekti, o kadar. Sense bir insan; yeryüzünde fesat çıkaran kan
döken insan! Kuran böyle anlatmaz mı meleklerin insanlar hakkında düşündüklerini.
Haydi Mehmet, delirme... Melek falan değil basbayağı bir kızdı o! Yoksa hiç
evlenir miydi? Hem de Kâsım’ın saraydaki kâtip arkadaşlarından biriymiş!.. Ne
arkadaş ki, kız kardeşinde gözü var.” Mehmet, meyve bahçesinden çıkmıştı,
sokakta yürümeye başladı. Son düşündüğüne kendisi güldü: “Öyle bir arkadaşın
daha vardı Kâsım, kız kardeşinde gözü olan. Demek ille Kâsım’ın arkadaşı olacaktı!
Güzel Allah’ım Sen’in takdirin, biliyorum... Ama bu içimdeki ıstırap ne böyle?
Kâsım’ın bu arkadaşının kaderi ille yanmak mı olacak? Neden senin aşkından
yanmıyorum da, sarı saçlı kız için yanıyorum, neden? Kızken de yan dostum,
evlenince de yan! Senin kaderindir yanmak! Fakat ben yalnız O’nun aşkından
yananlara özeniyorum. Bu kadar, bu kadar, bu kadar! Evli bir kadını da
düşünecek hâlim yok ya! Düşünmeyeceğim, o böyle karşımda salınıp dolaşmasa... O
böyle lacivert gözlerini açıp hayretle bakmasa... O her zaman yanımda olmasa...
Uyuduğumda... Uyandığımda, güldüğümde, söylediğimde... Gördüğüm konuştuğum
herkesin yüzünde! O böyle yanımda olmasa her zaman... On sekizinde bir kız,
sarı saçlı, lacivert gözlü!..”
Mehmet,
saatlerce yürüyüp akşam eve döndükten sonra, Melekşan için yazıp da yırtmaya
kıyamayıp bir tarafa ayırdığı şiirlerinin hepsini mutfaktaki ocağa götürüp
yaktı. Öyle seyretti alevleri. Bu gördükleri, onun kalbindeki alevler yanında
ne kadar soluktu!
Mehmet’e,
Murat Han’ın Bağdat’ı aldığı haberi, Diyarbakır’a giderken yolda
konakladıkları bir handa ulaştı. Aksi yöne giden bir kervanın yolcusu
söylemişti. Bu kadar sevineceğini söyleseler inanmazdı, ama sevindi. Ne de
olsa Bağdat da kutsal bir şehirdi. Şimdi Derviş Ağa’sının yanında olup
sevinçleri paylaşmanın tam zamanıydı! Yola çıkalı kaç gün olmuştu ki onu böyle
özlemişti? Burnunda tütüyordu Koca Derviş.
— Muhasara otuz dokuz gün sürmüş. Çok değil amma
velakin çok kanlı bir savaş olmuş. Sadrazam bile alnından kurşun yemiş kale
önünde, düşüvermiş. Beş bin şehit vermişiz, on bin de yaralı asker varmış.
Karşı tarafın ölülerini ise ikiye, üçe katlamak lazımmış, her taraf ceset
doluymuş, Dicle’ye atıvermişler. Nereye gömeceksin onca adamı? diyordu adam.
Hancı:
— Peki sen, sen nerden öğrendin bütün bunları?
diye sordu.
— Bizzat İstanbul’a haber götüren ulaktan
işitmiş bir arkadaşımdan, dedi öbürü, anlattı. Adam Diyarbakır’a yakın bir
yerde konakta at değiştirirken konuşmuşlar. Şimdi hesapça, biz haberi
İstanbul’dan daha önce öğrendik. Görüyor musun şu Allah’ın işini? İstanbul’dan
önce dağ başında bir handa!
Hancı,
ortada dolaşan delikanlıya:
— Oğlum, diye seslendi, benden herkese ikram olsun,
bir maşrapa ayran dağıt. Koca Murat’ın, Bağdat Fatihi Murat Han’ın şanı için
olsun.
Adam:
Daha
haberler bitmedi, dedi, Murat Han, Diyarbakır’a gidiyormuş, niyeti kışı orada
geçirmekmiş. Bahar için başka düşünceleri varmış. Ne mutlu ki sizler Diyarbakır’a
gidiyorsunuz, belki onu görmeniz de nasip olur.
Herkes
heyecanlandı ve o akşam, bir Murat Han hikâyeleri furyasıdır gitti. Mehmet’ten
başka hepsinin anlatacağı bir şey vardı sultan hakkında. Onu çok övüyorlar,
cennetmekân Yavuz Sultan Selim’le mukayese ediyorlardı. Bir kısmına göre,
Sultan IV. Murat, Yavuz’dan üstündü; çünkü o iktidara geçtiği zaman hazine
tamtakır, ülke anarşi içindeydi. Cennetmekân öyle mi ya! O, ekonomisi tıkır
tıkır işleyen, huzurlu, her şeyi tam bir memleketin başına gelmişti! Lafları
uzadı uzadı, ocaktaki odunlar küllenmeye, odanın havası soğumaya başladı;
dışarıda kar serpiştiriyordu. Aralarındaki gençlerden biri olmasına rağmen
Mehmet ayağa kalktı: “Haydi efendiler,” dedi, “sohbet pek güzel de, uyku vakti
geldi! Sabah namazından sonra yola vuracağız yine.” kervanbaşı ona hak verdi,
hep beraber kalktılar.
Sabah
dondurucu soğuk vardı, fakat insanların yürekleri o kadar rahat ve güvenliydi
ki, kar altında yolculuk daha kolay geldi. Bu güven ve rahatla birkaç gün daha
gidip Diyarbakır’a ulaştılar. Ne büyük bir şehirdi bu Diyarbakır!..
Malatya’nın üç dört misli geldi Mehmet’e, kervanbaşına ucuz ve temiz bir han
aradığını söyledi. Kervanbaşı onu, kervandan birkaç adamla, “Pazarcılar
Hanı’na yolladı.
Mehmet’in
elindeki adresten, Feyzullah Efendi’nin Diyarbakır’ın kale içi
mahallelerinden, Hoca Tahir Mahallesi, Tahir Efendi Sokağındaki yeşile boyalı
evini bulması güç olmadı. Evi bulmuştu bulmasına ama, kapıyı çalmakta bir
hayli tereddüt etti. Çok heyecanlıydı, yirmi, yirmi bir yıllık hayatında bir
dönüm noktası olacaktı bu kapının açılması. Birkaç dakika, “Acaba ters yüz geri
dönsem mi?” diye düşündü. Derviş Ağası memnun olur muydu?
Hayır
olmazdı, çünkü o da istiyordu Mehmet’in iyi bir öğrenim görmesini ve
Malatya’daki bütün yetkili kişiler, ona işte bu yeşil kapıyı işaret etmişlerdi.
İçinden bismillah çekti, O Sevgiliye sığındı ve çaldı kapıyı. Bir delikanlı
açtı, soran gözlerle Mehmet’e baktı.
Mehmet:
— Feyzullah Efendiyi görmeye geldim, dedi.
Delikanlı
sordu:
— Ne yapacaksın Feyzullah Efendi’yi?
Mehmet
şaşırdı; babasının tekkesinin de, Halveti tekkesinin de kapıları her zaman, herkese
açıktı. Şimdi bu soru ne demek oluyordu? Heyecanı geçip öfkelenmeye başladığını
hissetti, fakat aynı anda fark etti ki burası bir manevi ilim tekkesi değil,
zahir ilim öğreneceği evdir. Bunun üzerine sabırlı konuştu:
— Malatya’dan geldim, kendisinden ders almak
istiyorum da.
— Öyle her önüne gelen, her dakika göremez
Feyzullah Efendi’yi. Bugün git, yarın öğle namazından sonra gel.
Ve
kapıyı, çat diye Mehmet’in yüzüne kapadı.
Mehmet,
bir süre kapıda kalakaldı, sonra öfke ile döndü, yürüdü. “Bu adam mı bana ders
verecek?” diye düşünüyordu. “En iyisi ben bir başka hoca arayayım. Kime
soracağım ki? Hay Tanrı’m bu ne hâldir başıma gelen? Acaba demin düşündüğüm
gibi dönsem mi Malatya’ya?” Hayır artık dönemezdi Mehmet, mademki gelen
misafire böyle davranılıyor, o da inat edip şu Zümrüdüanka kuşunu görecekti,
olmazsa oğlanı iter girerdi içeri! Bu kararla biraz ferahladı ve karnının
açlığını hissetti. Doğrusu bu ya kendisine bir kâse çorba ikram edeceklerini
ummuştu amma...
Tekkelerde
âdetti, uzak yoldan gelen yolcuya hemen çorba sunulurdu.
Ertesi
günü, öğlen namazını Hoca Tahir Mahallesi’nde bir camide kılar kılmaz doğru
evin yolunu tuttu. Yeşil kapıyı yine çaldı, başka bir delikanlı açtı bu kez
kapıyı. O da soran gözlerle Mehmet’e baktı. Mehmet izah etti:
— Bir dakika, dedi delikanlı, gidip kendisine
sorayım, seni kabul edecekse gelirsin.
Kapı
yine Mehmet’in yüzüne kapandı. Açıldığı zaman delikanlı:
— Şimdi çok meşgulmüş, yarın ikindi namazından
sonra geleceksin, dedi.
“Bu
da Allah’ın bir sınavı olmalı, başka türlüsü düşünülemez.” diye geçti
Mehmet’in aklından. Bir gün önceki kadar öfkelenmedi. Kırk kere de döndürseler
kapıdan, o, mutlak içeri girecek ve adamı görecekti! Küçükken annesi ona: “Kara
inadın tuttu yine!” diye kızardı, asıl şimdi tutmuştu kara inadı!
üçüncü
gün de, ertesi gün için, ikindi sonrası, dendi.
Dördüncü
gün kapı açıldı ve bu sefer Feyzullah Efendi’nin kendisiydi kapıyı açan. Beyaz
saçlı, beyaz sakallı, cin gibi fıldır fıldır gözlü bir adamdı... Gülerek:
— Gel bakalım ilim öğrenmekte inat eden dostum,
gel bakalım, dedi.
Adam
önde, Mehmet arkada yürüdüler. Duvar kenarları çepeçevre üzeri halı kaplı
sedirli, perdeleri dantelli beyaz keten, genişçe, aydınlık bir odaya geldiler.
Odanın ortasında büyük bir pirinç mangalın içinde tepeleme ateş vardı.
Mehmet’in tahminine göre bu bir zengin eviydi! Kendisini biraz rahatsız
hissetti. Duvarlarda güzel hat tabloları asılıydı. Mehmet, Kâsım’ı özledi. Adam
onu buyur ettikten sonra kendisi de oturdu. Mehmet’in yüzüne bakıp gevrek
gevrek güldü:
— Ben, dedi, öğrencinin inatçısını severim.
İnatçı olacak ki öğrenecek. Onun için bana gelen öğrencileri önce bir sabır
ve inat sınavına sokarım. Seninki fazla uzun sürmedi. Bu kapıya altı kere gelip
altı kere bu kapıdan dönen de var. Yarın bir haftalığına köye gidecek olmasam,
senin sınav da daha uzun sürerdi, ama kısmetin bu kadarmış. Söyle bana daha
uzununa dayanabilir miydin?
Mehmet,
kendinden pek emin:
— Kırk gün de geri çevrilsem, kırk birinci gün
yine gelmeye karar vermiştim, dedi.
— Hımm, pekâlâ, şimdiye kadar ne öğrendin,
benden ne öğrenmek istiyorsun?
— Dört yaş dört ay dört günlükken okumaya başladım,
sıbyan okuluna gidinceye kadar Kuranı hıfzetmiştim. İki yılda mezun oldum
okuldan. Sonra işte, tasavvufi sohbetleri izledim, dinledim. Babam Nakşi Şeyhi
idi, ben Halvetiyim Allah kabul ederse.
— Demek tasavvufi sohbetler!.. Demek Nakşi bir
şeyhin oğlu, kendisi de Halveti! diye tekrar etti adam. Bir süre Mehmet’i
baştan ayağa süzerek düşündü, beyaz sakalını sıvazladı. Gülen yüzü gülmez
olmuştu. Sonra ani bir kahkaha attı. Böyle birisine ilk defa ders vereceğim.
Bak önce seni reddetmeyi düşündüm, ama doğrusu bana bu kadar ters birine ders
vermek de bir tecrübe, bir eğlence olabilir.
— Anlayamadım efendim?
— Kadızadeler diye bililerinden bahsedildiğini
işitmedin mi?
— Evet, şu tarikatlara, sesli zikre ve devrana
karşı olanlar! Onlardan yoktu Malatya’da, bir Derviş Ağa’m vardır,
İstanbul’dan işitmiş, böylece biraz bahsetmişti. Galiba Birgivi diye bir zatın,
“Tarikat-ı Muhammediye” isimli kitabını esas almışlar. Fazla bir bilgim yok
haklarında.
— Küçük Kadızade Balıkesirli Mehmet Efendi’yi
tanıyor muydu o Derviş Ağa’n?
— Sanmıyorum, yoksa bana da söylerdi.
Feyzullah
Efendi birden coştu, sesini yükseltti:
— Hareketin başındaki adamı nasıl tanımaz?
Koskoca Ayasofya’nın vaizini, Sultanımız Murat Han’ı destekleyip tütünün haram
olduğuna dair fetva veren koca vaizi nasıl tanımaz?!
Mehmet
cevap vermedi, Feyzullah Efendi devam etti:
— Kısaca söyleyeyim, Kadızadeler, halka
tasavvuf ehlinden kaçmayı söylerler, çünkü onları imansız kabul ederler.
Mehmet
elinde olmadan konuşuverdi:
— Tövbe tövbe, dedi.
— Böyle inandıkları için de onları alaya
alırlar, bazen de dövüşürler.
O
an Mehmet böyle bir Kadızadeliyi tanımayı, onunla kavga etmeyi ve onu dövmeyi
gönülden arzuladı. Adamsa eski keyifli hâline dönmüştü.
— Peki sen, dedi, sen Sivasî Efendi’yi yani
meşhur mutasavvıf Abdülmecit Efendi’yi de tanımıyor musun?
— Hayır.
— Sen de bu konuda pek cahilmişsin, Sivasî
Efendi, Küçük Kadızade ile tartışan adamdır! Bakma söyledikleri şeriata
aykırıdır, ama güzel bir üslupla söylemeyi biliyor, o kadar! “Peki hoca, sen
de Kadızadeli misin?” diye soracak olursan, hayır değilim, tartışmalara pek
katılmam, yalnız onlara hak verir ve tasavvuf erbabından hoşlanmam! Fakat
seni öğrenci olarak alacağım, eğer sen tabii beni hâlâ hoca olarak istiyorsan?
Mehmet,
olumlu anlamda başını salladı. Feyzullah Efendi:
— Paran var mı, bana ne kadar ödemeyi düşünüyorsun?
— Çok param yok, handa kalmak da ayrıca masraf
tabii. Siz ne kadar istiyorsunuz?
Mehmet,
adamın açık sorusuna açık cevap vermişti ama biraz utanmıştı. O, hocaların,
Allah rızası için öğrenci yetiştirdiklerini sanıyordu, tıpkı şeyhlerin
müritlerden bir şey kabul etmemeleri gibi. “Zahir ilme açılırken, daha
şimdiden, hiç aklıma gelmeyen şeyler başıma geliyor! Ee madde dünyası bu!”
diye düşündü... Adam yine onu süzmeye başladı, o kadar uzun süzdü ki, Mehmet
rahatsız oldu, oturduğu yerde kıpırdandı. Feyzullah Efendi nihayet konuştu:
— Bizde, orta ayak işlerine bakan bir oğlumuz
vardı, geçenlerde evlenmek için köyüne döndü. Eğer onun işlerini üstlenmeyi
sen kabul edersen hem bu evde aşağıdaki bodrum odasında kalır, ha bir tarafında
odunlar yığılıdır, ama ziyanı yok, evet hem karnını doyurur, hem de bedava
ders alırsın.
“Ah
benim canımın içi Derviş Ağa’m, şimdi sen olsan ne dersin bu adama?” Mehmet,
onun ne cevap vereceğini düşünemedi, ama kendisi kabul etti.
— İyi, dedi Feyzullah Efendi, oğullarım sana
yapacağın işleri gösterirler. Kadınları göremezsin, ama ezkaza görürsen,
onlara bakmak yok, başını önüne eğip bekleyeceksin, ta ki senin yanından
uzaklaşsınlar. Ben yarın köye gidiyorum, bir hafta kalacağım. Sen dur bakayım,
evet, bir hafta sonra bugün, sabah namazından sonra gel. Unutmazsın artık Hoca
Tahir Mahallesi, Tahir Efendi Sokağı... Kim bu Tahir Efendi biliyor musun,
benim babam! Çok büyük bir hocaydı, Hüsreviye Medresesinde ders veriyordu,
bütün Diyarbakır’da parmakla gösterilirdi. Neyse, bu ev de ondan kalmadır.
Feyzullah
Efendi konuşmaları bitmişçesine ayağa kalktı:
— Ha, dedi, ne öğrenmek istediğini söylemedin,
ama hele bir hafta sonra gel, görüşürüz. Merak etme, bu sefer, bu sefer sınav
mınav yok, doğru eve gireceksin.
Bu
zoraki tatilde Mehmet, Diyarbakır’ı gezdi. Camisi ile beraber Hüsreviye
Medresesi’ni gördü. Gümüşçüler Çarşısına geçti. Gerçekten güzel tel tel
işlenmiş süs eşyaları arasından, ablaları için birer bilezik beğendi, fakat
nasıl göndereceğini bilemediğinden almaktan vazgeçti. Gümüş bileziklerin fiyatı
zaten Mehmet’in küçük bütçesi için fazlaydı. Kılıç, bıçak, hançerci
dükkânlarını dolaştı; orada da gözü bir hançere takıldı, ama kim için alacaktı
ki? ünlü üç katlı, kâgir, Hasan Paşa Hanını gördü.
Kendi
kaldığı küçücük hanla mukayese edilemeyecek kadar büyük ve gösterişliydi. Bir
kahvede tanıdığı ve ahbap olduğu birkaç genç adam Diyarbakır’ı övdüler. Burada
yetişen kavunlar, olduğu gibi doğru saraya, Türkmen koyunları da İstanbul’a gönderiliyordu,
öyle lezzetliydiler. Ayrıca şehrin nefis dokumalarıyla övündüler. Hamamlarının
da meşhur olduğunu öğrendi Mehmet, üzerinden yolun kirini atmak için hemen
gidip, bir güzel yıkandı...
***
Bir
hafta sonra Mehmet, Feyzullah Efendinin söylediği gibi doğru eve girdi. Onu
oğlanlar karşılamışlardı. Mehmet’i oturtup yapacağı işleri saydılar; evvela
selamlığın her türlü düzeninden ve temizliğinden o sorumluydu. Ayrıca,
selamlığa gelen bütün misafirlere ikramı da o yapacaktı. Her gün sabah namazından
önce, evin bütün mangallarını yakacaktı. Boş kaldığı zamanlarda Aşçı Hüsam’a
yardım edecekti. Ayda bir kere hocanın kütüphanesindeki bütün kitaplar inecek,
tozları alınacak, sonra sırasını bozmadan raflara yerleştirilecekti. Çalışma
odasını gösterdiler, iki duvar kitaplarla kaplıydı. Haftada bir kere de bütün
evin merdivenleri tahta fırçası ile fırçalanacaktı.
— O gün hanımların evde bulunmadığı gündür.
Yalnız öğle namazı ile ikindi namazı arası bu işin bitmesi lazım. Şimdi, söyle
aç mısın?
— Evet.
— Öyleyse gel mutfağa gidelim, orada Aşçı
Hüsam’la beraber yiyeceksin bütün öğünleri.
Çocuklar,
o ilk karşılaşmalarında olduğu gibi kaba değillerdi, fakat dost da
görünmüyorlardı. Aralarında soğuk bir efendi, uşak ilgisi kuruluvermişti.
***
Mehmet
ev işi yapmanın ne demek olduğunu hiç bilmediği için bütün söylenenleri
yapıvereceğini sanmıştı. İşe başlayınca zorluk baş gösterdi. Geceleri soğuk bodrumdaki
yatağına yatınca her tarafının sızladığını fark ediyordu. Oysa bünyesi
kuvvetliydi, bir pehlivandı o!..
“Yapa yapa alışırım elbet.” diye düşündü.
Kendisini bir uşak olarak görmüyordu, o sadece aldığı derslerin ücretini
ödemeye çalışan bir garip öğrenciydi! Kendisini öyle hissediyordu. Çünkü
geldiğinin üçüncü günü başlayan derslerinden ziyadesiyle memnundu. Öğrenmeyi,
daha çok öğrenmeyi, âdeta adamın beynini sağmayı istiyordu. Kelam, mantık,
tefsir ve Arapça demiş, Feyzullah Efendi de çok şaşırmıştı: “Hepsi birden bir
arada olur mu, kafan alır mı?” diye sormuştu. Mehmet, kendine güvenli; oldurmaya
çalışacağını söylemişti. “İş ki siz bütün bunları bana öğretmeyi kabul edin.”
Feyzullah
Efendi ile pek su yüzüne çıkmayan gizli bir çekişme içindeydiler. Öğrenci
öğrenmek için aklını çalıştınp çalışıp çabalarken, hoca sanki, her gün, bir gün
öncekinden daha zor meseleleri Mehmet’in önüne atıyordu. Mehmet kafaca ve
bedenen yorgundu, gönlü hoştu yalnız, çünkü her akşam, odasındaki idare kandili
ışığında, gelirken Derviş Ağa’sının ona hediye ettiği Yunus divanından bir
şeyler okumayı ve sonra şiir düşünmeyi âdet edinmişti. Tamamiyle Yunus Emre’nin
tarzında bazı şiirler de karalıyor, sonra yırtıyordu. Malatya’yı, meyve
bahçesini, Derviş Ağa’smı ve annesini çok özlemişti. Bazen şiiri bırakıyor,
onları yanı başında farz ederek uykuya dalıyordu. Sıcak uykulardı bunlar, fakat
hâlâ rüya görmüyordu.
Evde
kalmaya başladıktan hemen sonra, hem Derviş Ağasına hem de Kâsım’a birer mektup
yazarak durumunu anlatmıştı... Daha onlardan cevap gelmemişti.
Cuma
namazından akşam namazına kadar, haftada bir gün birkaç saatlik izni vardı.
Hocası onu şehri gezsin diye bırakıyor, Mehmet de öyle yapıyordu. Bir gün,
içersinden ilahi sesleri gelen bir tekke gözüne çarptı. Duraladı, girip
girmemekte kararsız kaldı, bir süre sonra girdi. Halveti dergâhı idi, devran ve
zikir vardı. Mehmet, ziyaretçiler arasına nasıl çöktüğünü bilemedi. Kendi
dergâhı, kendi katıldığı devranlar, dinlediği ilahiler hepsi gönlünü doldurdu;
taşırdı bu gönlü, sessizce ağlamaya başladı. Bir taraftan da buraya geleli,
yapmayı bıraktığı virdindeydi aklı, utanıyordu... Birkaç saatlik iznini bu
tekkede geçirdi, sonra koşa koşa eve döndü. Genellikle bu izin saatlerinde
nereleri gezdiğini sorardı Feyzullah Efendi; onun salık verdiği camilere falan
gidip gitmediğini merak ederdi. Bu kez sormadı.
Mehmet
cuma günleri, muntazam devam etmeye başladı tekkeye. Kendini burada bir kaçak
gibi görüyordu, vicdan azabı çekiyordu, fakat gitmemek de elinde değildi.
Bazen devran olmaz, Şeyh Abdülkerim Efendi, sohbet yapardı. Genellikle dünyanın
geçiciliği, kirliliği, yalancılığı üzerinde durur, ona bağlananın sonunun çok
kötü olacağını söylerdi. Dünya, içinde devamlı sınavlara tabi olduğumuz bir tür
zindandı... Ona ilgi duyanın, ilgisini büsbütün artırırdı, sonunda o kişi
dünyaya bağlanır, ondan kopamaz olur ve böylece kendi cehennemini hazırlardı.
Abdülkerim
Efendi, bu fikirleri daima uzun uzun cümlelerle ve pek karışık anlatıyordu.
Her konuşmasında da, bu dünya konusuna birkaç kere temas ediyordu. Bir gün
Mehmet, içinden “Ben bu dünyayı, herkesin anlayacağı şekilde ondan daha basit
anlatırım.” diye karar verdi. Akşamına defterine birkaç beyit düştü:
Uyan
gafletten ey gafil seni aldatmasın dünya
Yakanı al elinden ki seni sonra kılar rüsva
Ne sandın sen bu gaddarı ki böyle onu sevdin
Onu herkim ki sevdiyse dinini eyledi yağma
Adavet kılma kimseyle sana nefsin yeter düşman
Ki asla senden ayrılmaz ömür âhir olunca tâ
Bu zâhir gözünü örtüp bana tut cânıla gönlün
Ki her bir sözün içinde duyasın cevher-i mânâ
Yakanı al elinden ki seni sonra kılar rüsva
Ne sandın sen bu gaddarı ki böyle onu sevdin
Onu herkim ki sevdiyse dinini eyledi yağma
Adavet kılma kimseyle sana nefsin yeter düşman
Ki asla senden ayrılmaz ömür âhir olunca tâ
Bu zâhir gözünü örtüp bana tut cânıla gönlün
Ki her bir sözün içinde duyasın cevher-i mânâ
Mehmet,
“Daha uzayabilir bu şiir.” diye düşündü, yırtıp atmadı, sakladı.
***
Kâsım’a
son mektubunda şu Kadızade, Sivasî meselesini sormuştu, o cevabında: “Ağam,”
diyordu, “kaç kere yazmak istedim, fakat yazacaklarım kalemimden geri döndü.
Aslında tasavvufa merakını, sesli zikre ve devrana düşkün olduğunu bildiğimden,
seni üzmekten kaçındım. Gelip geçici bir şey olduğunu sanmıştım. Ben dinî
meselelerle senin gibi ilgilenmem biliyorsun. Yalnız tütün ve kahvehanelerin
yasak edilişinde, Küçük Kadızade’nin büyük rolü olduğunu biliyordum, zaten
tütün için o, fetva verdi. Her neyse canım efendim, sana göndermek için iki
tarafın da yazdığı risaleleri buldurduğum zaman, iki tarafa da göz attım. Ve
inanır mısın duygularımla da, mantığımla da Sivasî Efendi’nin yanında yer
aldım. Öbürleri din adına ne biçim şeyler, ne biçim hükümler veriyorlar; yok
billur bardakla su içmeyecekmisin, yok müspet ilimlerin ve matematiğin öğretimi
meşru olmayabilirmiş, kaşıkla çorba içmeyecekmişsin, ezan ve mevlit makamla
mı okunmazmış falan filan... Resmen deli bunlar! Camilerine birden fazla minare
yaptıran sultanları bile suçluyorlar... Her neyse bundan sonra konu hakkında
görüp işittiklerimi sana yazacağım.
Ey
ağam, Diyarbakır’dasın amma bilmem farkında mısındır ki, sultanımız orada hasta
yatmaktadır. Karaciğerinden ve bacağındaki damla hastalığından zoru var.
Damla, Osmanlı’nın klasik hastalığı, hemen her padişah yakalanıyor; lâkin
karaciğer! Anladığın gibi içki belası! Neden başkalarına yasakladığını kendi
içer bilmem ki! Orada yatağa düşeli neredeyse yetmiş günü bulacak. Biraz
iyileşti haberi geldi, oradan Ankara’ya doğru yola çıkacaklarmış. Oysa baharda
ordusu ile beraber İsfahan’a gidecekti... Ne kadar yazık! Fakat ağam, Allah
korusun sultanımıza bir hâl olursa, yerine Şehzade İbrahim geçecek ki (çünkü
başka erkek çocuk kalmadı Osmanoğlu’nda, çok tehlikeli bir durum) düşününce
afakanlar basıyor. Biliyor musun o da Kösem denilen kadının öz oğludur.
Şehzade İbrahim’in, ağabeyi kadar eğitimi, öğretimi yoktur; ne İlmî, ne de
askerî tahsilini tamamlamıştır. Sultanımız zamanında ömrü Topkapı Sarayında,
“kafes” tabir edilen minik dairede geçmiştir. Ve ağabeyi tarafından öldürülmek
korkusu ile yaşamıştır, yaşamaktadır. Çok şiddetli baş ağrıları da çekermiş,
fazla sinirliymiş. Nasıl olmasın ki, dört ağabeyinin öldürüldüğünü gördü.
Velhasıl onun zamanında düzenin bozulup her şeyin eski hâline dönmesinden çok
endişe ediyorum. Sadece ben değil, bütün aklı başında insanlar aynı korkuyu,
endişeyi taşıyorlar. Rica ederim, dua et; Allah sultanımız IV. Murat Han’a acil
şifalar ve uzun, sağlıklı bir ömür ihsan etsin, âmin.
Gözlerinden
öperim kardeşim benim.”
***
Mehmet,
Koca Derviş’e yazmıştı, kendininkiyle beraber, Kâsım’ınkini de zarfa koydu.
Mektuptan
sonra risaleleri okuyan Mehmet; Feyzullah Efendi gibi, aklı başında görünen bir
bilgin adamın, nasıl Kadızadeler’in tarafında olabildiğine çok şaştı. Acaba o,
kendisinin sandığı kadar aklı başında değil miydi? Ondan ders almakla hata mı
ediyordu? Bu hocayı terk etse miydi? İçinden bu risaleleri ona okutmak, sonra
da iyi bir tartışmak geçiyordu. Kalbini çarptıracak kadar şiddetli bir arzuydu
bu. Düşündü; onun söyleyeceklerini ve kendi cevaplarını hayal etti,
keyiflendi. Fakat sonra tartışma işinden vazgeçti; o, buraya ilim öğrenmeye
gelmişti, adamı mat etmeye değil!
Fakat
sonraları Feyzullah Efendi’nin her öğrettiğinden kuşkulanmaya başladı. İçinde
bir tatsızlık ve umursamazlık vardı, hocasına saygısını kaybetmek üzereydi.
Acaba bu işi burada bırakıp çekip Mardin’e falan mı gitseydi? Çok ciddi
düşündü; yine de kararsızlık içindeydi.
***
IV.
Murat Han, Ankara’da, sevip saydığı şeyhülislamın, bağ bahçe içindeki, dededen
kalma evinde ağırlandı. Orada tekrar içmeye başladı ve devam etti.
İstanbul’a
12 Haziran 1639’da vardı. Büyük törenlerle karşılandı. Bütün imparatorlukta bir
hafta şenlik ilan edildi.
Murat
Han’ın İstanbul’a girdiği gün Mehmet, Mardin’e gitmek üzere Diyarbakır’dan
ayrıldı. Aşağı yukarı bir buçuk yıl Diyarbakır’da kalmıştı. Ayrılma kararını
Feyzullah Efendiye bildirdiği zaman, adam samimiyetle üzüldü: “Sana alışmış,
hatta sevmeye başlamıştım. Bir altı yedi ay daha sabretsen, iki yıl ilim tahsil
etmiş olacaktın ki, bu da önemli bir şeydir.” Mehmet: “Allah’ın kısmeti hocam,
müsaadenizle helalleşelim.” dedi... “Helalleşmek mi? Dur bakalım, hımm!
Helalleşmek mi? Ben sana borçluyum.” “Anlayamadım efendim?” “Sen bu eve, benim
sana verdiğimden daha fazla emek verdin. Seni izlemediğimi, yapıp ettiklerini
bilmediğimi mi sanıyorsun! O yüzden borçluyum sana.” “Helal olsun efendim.”
Feyzullah Efendi bir duraladı, sonra başını salladı: “İslamiyette hak yemek en
büyük günahtır, bunu bilmez misin!” dedi, cebinden kesesini çıkardı ve
Mehmet’e, zorla bir altın verdi. “Şimdi helalleşelim.” dedi. Helalleştiler,
küçük beylere selamlarını bıraktı Mehmet ve büyük bir heyecanla girdiği bu
evden gayet sakin ayrıldı. Mardin’e gidecek bir kervana katılacaktı.
Yolda
konakladıkları kervansaray, vakıf malıydı. Bu yüzden üç günlük yatak, yiyecek
ve hayvanların bakımı bedava idi. Bu, büyük bir kervansaraydı; içinde yatakhaneler,
yemekhaneler, aşhaneler, mescitler, hamamlar, hastahane ve eczahane vardı.
Ayrıca ayakkabı tamir edecek yahut yeniden yapabilecek ayakkabıcılar,
hayvanlar için nalbantlar bulunuyordu.
Akşam
yemeğinden sonra mehter çalınıp kapılar kapandı. Artık bir Allahın kulu dışarı
çıkamazdı. Ancak, gece konuk gelecek olursa kapıcılar kapıyı açıp onu içeri
alacak ve önüne yemek koyacaklardı... Sabahleyin herkes namaza kalktı, sonra
mallarını kontrol ettiler. Hancılar bağırarak, cümlesinin malının tamam olup
olmadığını sordular. Herkesten olumlu cevap "alınca kapıyı açtılar ve
yolcuları dualarla yola koydular. Ertesi gece bir başka kervansarayda kaldılar.
Vakıf malı olmadığı için burası paralıydı, fakat düzen bir evvelkinin aynıydı.
Kervansaraylar da, yollar da Mehmet’in çok hoşuna gidiyordu; deve üzerinde
ağır aksak gidiyor, düşüncelere dalıyordu. Atmaya kıyamadığı son şiirinde
dünya için “zindan” demişti Abdülkerim Efendinin etkisinde kalarak. Doğru mu
yapmıştı, hakikaten zindan mıydı şu güzelim dünya? Şiirlerinde, tıpkı Yunus’un
yaptığı gibi, gerçekçi olmalıydı; duyumsamadığı bir şeyi yazmak istemiyordu,
Yunus kadar samimi olmak istiyordu. Dünya çok güzeldi güzel olmasına da;
geçiciydi, doğru, aldatıcıydı, doğru, kötüydü, doğru fakat aynı zamanda iyiydi
de. Bir denge mevcuttu iyilikle kötülük arasında, kurbanı olduğu O Sevgili, her
şeyin zıddını yaratırken, nasıl da güzel bir denge var etmiş, nasıl da güzel
bir düzen ve uyum kurmuştu! Madde, mânâ; zahir, bâtın! Keşke insanlar da
şunların dengesini bir tutturabilseydi... Böyle şeyler düşünüyor ve sonra hemen
hemen tümü vaiz sınıfından olan Kadızadeler’e kızmaya başlıyordu. Adamlar
insanın gönlüne, ruhuna hiç önem vermedikleri gibi yobazlardı ve bütün
yobazların olduğu gibi budalaydılar!.. Onlarla tartışma bile yapılamazdı,
değmezlerdi, onları sadece dövecektin! Şöyle güreş kuralları ile bir sarmaya
alacak... Mehmet gerçekten istiyordu bir Kadızadeli ile karşılaşmak!
Sonra
yine dünya konusuna dönüyordu. Bu kez “Dünya bir büyük bahçedir.” diye
düşünmeye başladı, “Allah bu bahçeyi yapmış, içine her çeşit faydalı ve zararlı
ağacı dikmiş. Niçin zararlıları da ekmiş? Pek tabii denge için! Bu iş Allahın
bir hikmetiydi ve herkesin bunun sebebini anlaması mümkün değildi, belki çok
ileri derecedeki Allah dostları bilebilirlerdi. Diyelim ki bu bahçeye üç zümre
halk giriyordu. Bir kısmı bu bahçeye girer, oradaki faydalı şeylerden yer
içer, gücü yettiğinden, beğendiklerinden alır götürür. Bir kısmı da girer,
iştah açıcı nefis meyvelerden yer, iştahı artar zararlılarından yer, fakat
sonra hemen doktora koşar, doktor onları tedavi eder. Bunlar da yine ellerinden
geldiği kadar faydalı şeylerden kucaklar, dışarı çıkarlar. Fakat diğer bir
kısmı vardır ki, bahçeye girer, her bulduğunu, faydalısını, zararlısını hiç
ayırmadan her gözüne güzel görüneni yer içer. Bu yüzden yıkılır, helak olur.
Davetçiler kendisini: ‘Onda zarar vardır.’ diye ikaz etmişlerdir, ama o kısım
buna kulak vermemiştir. Davetçiler yine: ‘Sizin zehrinizin panzehiri, derdinizi
devası bizdedir.’ dese de, insanlar yine dinlemezler. Bu bahçede üç zümre de
daima mevcuttur. Bahçedeki ağaçların en faydalısı ‘tevhit’tir”’ Biraz daha
düşündü Mehmet ve tevhitten daha faydalı başka bir şey bulamadı, fakat aynı zamanda
“Kâmil insandır, Allah dostudur faydalı olan.” dedi içinden... “Sonra,” diye
düşündü, “ağaçların en zararlısı küfür, şirk ve nifak ağacıdır. Sonra
düşmanlık, kibir ve haset ^ağaçları gelir. Bahçede olanların en faydalısı;
‘emirler’ ve ‘nafileler’ bostanıdır. Orada bulunanların en zararlısı, zaten
yasak edilmiş şeylerdir. Bunların panzehiri ise tövbedir. Bahçedeki hekim ve
davetçiler ise; peygamberler, mürşitler, veliler ve Kadızadeli olmayan basiretli
vaizler ve nasihatçilerdir...”
Dünyanın
böyle bir tasvirini yapması hoşuna gitti Mehmet’in. Bu betimlemesini Derviş
Ağasına yazmaya karar verdi... Devenin üstünde ağır aksak giderken, bir de
Mardin’e gidince at binmeyi de öğrenmek istedi; çünkü o yalnız başına seyahat
etmeyi de istiyordu. Nasıl olsa her dokuz saatte bir, bir hana yahut
kervansaraya rastlanıyordu.
***
Mardin,
Diyarbakır’a bağlı bir sancaktı, vaktiyle Yavuz Sultan Selim Han, Safevilerden
almıştı. Halkın yarısı Müslüman’dı; Yörükler, Kürtler ve Araplar vardı.
Müslümanlardan geriye kalanlar; Yakubi, Süryani, Nasturi, Keldani idiler.
Birkaç yüz de Yahudi vardı. Karmakarış bir halk kalabalığı, pek çeşitli
ibadetler, âdetler, törenler; camiler, kiliseler, tekkeler, mânâstırlar ve
Süryani Patrikliğinin merkezi, hepsi Osmanlı idaresinde barış ve kardeşlik
içinde yaşıyordu. Mehmet, Ulu Cami’yi ziyaret etti, namazlarını orada kıldı ve
Ulu Cami’nin meşhur hamamında yıkandı. Gözüne aklı başında görünen herkesle ahbaplık
etti. İyi bir bilgin kişi aradığını söyledi. Çeşitli insanlar çeşitli hocaları
tavsiye ettiler, üzerinde anlaştıkları tek isim; Abdürrezzak Efendi idi.
Mehmet, Araplarla da konuşmaya çalıştı, okuması ve anlayışı epey geliştiği
hâlde konuşması hiç iyi değildi. Onun yanlış cümleler kurması karşısındakileri
güldürüyor, Mehmet de buna sinirleniyordu, sinirlenmeye hakkı olmadığını bile
bile... Sonra, “Ne kadar gülerlerse gülsünler, benim çat pat da olsa konuşmam
lazım ki, bol bol konuşmam lazım ki, Arapça konuşmayı öğreneyim.” diye düşündü.
Bu arada gidip Abdürrezzak Efendiyi buldu. Oldukça mütevazı bir evde, mütevazı
bir hayat sürüyordu anlaşıldığı kadarı ile, kendisi de çok alçak gönüllü idi...
Ayrıca, yetiştirdiği öğrencilerden para kabul etmiyormuş, Allah rızası için
yapıyormuş bu işi. Mehmet, hiç o değilden Kadızadeler hakkında fikrini
öğrenmek istedi; adamın gülen gözleri karardı:
— Allah’ın kullarına yakışmayacak kavgalar
yapıyorlar, hem de Allah için olduğunu söylüyorlar. Bu tavırlar güzel değildir,
sanki küfre kaçacaklar. Şükürler olsun ki ben onların kavgaları ile hiç
ilgilenmiyorum, bir din âlimiyim ama tasavvufa da saygım vardır, dedi.
Mehmet
rahatladı, o zaman kendinden ve babasından, Derviş Ağasından uzun uzun
bahsetti, Diyarbakır’da bir buçuk sene Feyzullah Efendi’den ders aldığını da
söyledi.
— Peki, dedi adam, neden ayrıldın o zattan?..
— Sebebi özel, söylemesem olur mu efendim?
— Peki bir tek şey söyle, söyleyeceğin ne
olursa olsun seni öğrenci olarak almamı engellemeyecek; sen mi onu bıraktın, o
mu seni kovdu?
— Ben onu bıraktım efendim, dedi Mehmet.
— Pekâlâ, ne çalışmak istiyorsun?
— Hadis, kelam ve Arapça, dedi, özellikle
Arapça konuşmayı... Mantığı ve tefsiri iyi öğrenmiş olduğunu kabul ediyordu.
— O hâlde bütün konuşmalarımız Arapça olsun seninle.
Yalnız anlamadıklarını anlamış görünme, mutlak sor, aslında keşke bir
Arabistan’a yahut Mısır’a gitme imkânın olsa. Oralarda çok çabuk konuşmacı
kesilebilirsin.
Düşünsene,
en yüksek Arapçadan, çarşı pazar Arapçasına kadar her şeyi bilmek, anlamak,
konuşmak zorunda kalacaksın.
— Kısmet olursa giderim efendim, tabii gitmeyi
isterim de.
— Mısır’da, Kahire’de Şeyhûniye diye anılan bir
medrese vardır. Sadece medrese değildir, içinde sufi hangâhlarının bulunduğu
büyük bir külliyedir. On altı sütun üzerine kurulmuş, tavanı nakışlı bir
asitanede ümmi Kadir Efendi diye bir Kadiri şeyhi tanıdım, pek sevdim. Eğer
tarikata girmeye niyetim olsaydı, mutlak onun elini öper, biat ederdim. Fakat
işte zahir ilim tahsilini tercih ettim, Allah’ın nasibi buymuş demek...
O
sıralarda Mehmet yirmi iki yaşındaydı. Derslere başlamak için Abdürrezzak
Efendi’den bir hafta izin aldı, halkın arasına karışıp Mardin’i gezmek
istiyordu. Halkın çeşitliliği önce ürkütmüştü onu, ama artık alışıyor, hoşuna
bile gidiyordu. Geziyor, kahvelere uğruyor, oralardaki gençlerle ahbaplık
kuruyordu... Süryani ve Arap bir grupla laflaşırken, buraya ilim öğrenimi için
geldiğini, Abdürrezzak Efendi diye bir hoca ile anlaştıklarını söyledi, bir
haftalık izninden iki günü daha kalmıştı. “Öyleyse sana hiç unutamayacağın bir
Mardin akşamı geçirtelim!” dediler... “İyi çocuklar!” diye düşündü: “Olur!”
dedi. Çocukların hesaplarını da Mehmet ödedi, hep beraber kalktılar... Birkaç
gün içinde, büyük, toprak rengi taş konaklarıyla biraz öğrenmişti Mardin’i
Mehmet, fakat bu beş gençle girip yürüdükleri sokakları, geçtikleri evleri hiç
görmemişti. Oturdukları kahve şehrin merkezindeydi, Mehmet yürüdükçe merkezden
uzaklaştıklarını fark ediyordu. Nereye götürüyordu bu gençler onu? Böyle düşündü,
fakat içinden sert bir ses: “Yoksa korkuyor musun? Sen koca bir pehlivansın!”
dedi. “Ben koca bir pehlivanım, korkmuyorum zaten.” diye cevap verdi. Gençleri,
hiç o değilden şöyle bir süzdü. Mehmet’in yapılı ve idmanlı bedeninin yanında
onlar pek çelimsiz kalıyorlardı!.. Nihayet tenhada, bahçe içerisinde küçük bir
eve geldiler. Kapıyı evvela üç kere, sonra iki kere, sonra dört kere
çaldılar... Kapı hemen açıldı; şişman, göbekli bir adam, onları büyük
tezahüratla karşıladı; şivesinden Rum olduğu anlaşılıyordu:
— Aman benim beylerim, paşalarım gelmiş,
diyordu Nikola. Bugün ne güzel bir günmüş, çoktan beri yüzünüze hasret kaldık,
kalbimiz kırıktı efendilerim. Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Buyurun, şöyle
buyurun. Dün Mariya sizi soruyordu, nerede kaldı bu yakışıklı çocuklarımız
diyordu. Yalanım varsa, iki gözüm önüme aksın.
Nikola
önde onlar arkada, üzerleri halı kaplı geniş sedirlerle bezenmiş bir odaya
girdiler. Adam:
— Şimdi Mariya’ya haber vereyim. Şöyle yemeye
başlamadan önce bir şeyler alır mıydınız? diye sordu.
— Yanımızda ilim tahsil etmeye gelmiş, bir
büyük efendi var Nikola, gözlerini dört aç ona bak. Önce ona sor bakalım, o ne
ister, sonra sıra bize gelsin.
Bu
iltifattan son derece şaşırmış ve utanmış olan Mehmet:
— Aman estağfurullah, dedi, siz ne içerseniz
ben de onu içerim. Ayrılık gayrılık yok, arkadaşız artık! Aklında annesinin
bahçeden kopardığı vişnelerle ezdiği o güzelim şerbet vardı, şöyle buz gibi!
— Arkadaşız artık, diye, gençlerin başını çeker
gibi görünen kapkara gözlü, kapkara bıyıklı genç tekrarladı.
Hepsi
gülüştü. Kapkara gözlü, Nikola’ya döndü:
— Her zamanki şerbetlerimizden olsun, yanına
fındık fıstık da getir.
Nikola,
yerlere kadar eğilip çıktı. Mehmet’in içinde sebebini anlayamadığı bir
huzursuzluk vardı. İçinden bir ses: “Gel çekip gidelim buradan!” diyordu, başka
bir ses de: “Çok ayıp olur, şimdi arkadaşız dedik bir kere.” diye ona cevap
veriyordu.
Biraz
sonra içeri, elinde iyice ovulmuş altın ışıklar saçan koca bir pirinç tepsiyle
Mariya girdi. O da kocası gibi şişman ve göbekliydi, ama yeşil yeşil gözleri
pek güzeldi. Tepsinin içinde kırmızı renkte bir sıvıyla dolu bardaklar vardı.
Mehmet, “İşte vişne şerbeti!” diye düşündü.
— Hoş geldiniz çocuklarım sefalar getirdiniz,
gözlerimiz yollardaydı, dedi.
Kapkara
gözlü genç yerinden fırladı, bir bardağı alıp Mehmet’e sundu.
— Buyurun Mehmet Ağa’m.
Mehmet,
bardağı başına diktiği gibi bitirdi. Biraz ekşi gelmişti tadı ve vişne
şerbetine pek benzemiyordu.
— Affedersiniz, dedi kadına, ne şerbeti
anlayamadım, biraz ekşi geldi ama...
Kapkara
gözlü cevap verdi:
— Bu şerbet ailenin bir sırrıdır! Yaş ve kuru
birkaç meyvenin balla ezilmesinden yapılır, bize söyledikleri bu kadar.
Meyveler nedir, ne kadar meyveye ne kadar bal konur, nasıl ezilir hiç
anlatmazlar, (kendisininkinden bir yudum aldı) Ha evet, dedi, biraz ekşi bu
seferki Mariya, iyi tutturamamışsınız. Ne yazık, hatırlı bir misafirimi
getirmiştim size.
— Aman yakışıklım ne ziyanı var, o güzel canını
sıkma, daha tatlısını getiririm. Tatlısı da var, daha ekşisi de, bol bol, hiç
merak etmeyin.
Mehmet’in
içtiği ikinci şerbet daha tatlıydı, bu hoşuna gitti. Yumuşak sedire biraz
yayılarak oturdu, öyle gelmişti içinden. Biraz önceki: “Gel çekip gidelim
buradan.” diyen ses susmuştu. Bu arada yerde geniş bir tepsinin içi, Mardin’e
has değişik yemeklerle doluyordu, birkaç sürahi de şerbet getirmişlerdi.
Kapkara
gözlü genç diyordu ki:
— Bunlar Mardin yemekleri, sanırım hiç
tatmamışsındır... Bakalım hoşuna gidecek mi?
— Böyle bir şerbet de tatmamıştım ama hoşuma
gitti, yemekleri de beğenirim herhâlde.
Yer
sofrasına çökerken başı dönüyordu hafiften, aldırmadı Mehmet, karnı enikonu
acıkmıştı. Bismillah’la ekmeği bölüp, kendine bir parça ayırdı, o sırada
içerki odalardan birinden müzik sesi geldi. Kapkara gözlü olanı:
— Kemancılarınız da var bu akşam, ha! Ama böyle
uzakta çalmasınlar, gelsinler buraya, dedi.
Biraz
sonra iki kemancı girip temenna ettiler. Kapkara gözlü; göstere göstere para
kesesini çıkardı, içi çil çil gümüş para doluydu. Hiç hesaplamadan bir küçük
avuç alıp keseden, kemancıların önüne yere saçtı. Adamlar abartılı bir gösteriş
ve teşekkürlerle, paraları yerden topladılar. Sonra çalmaya başladılar. Müzik,
hassas ve kaliteli tekke musikisine alışık olan kulaklarını rahatsız etmişti
Mehmet’in; pek pespaye idi. “Mar'din havaları herhâlde.” diye düşündü. Pek
tatlı bir uyku bastırmıştı. “Ayıp olur yahu, sofrada da uyunmaz ki!” diye düşündü,
fakat bir süre sonra başı önüne düştü, nefes alışverişleri düzenli bir uykuya
geçti, bir bebek gibi saf ve temiz uyuyordu. Sofrada ses kesildi, hepsi
Mehmet’e bakmaya başladı, sonra iki genç kalkıp onu dikkatle bir sedirin
üstüne taşıdılar. Kapkara gözlü: “Yeteri kadar içti mi?” diye sordu, baş
salladılar; yemeye ve şaraplarını içmeye devam ettiler.
Bir
kadın sesinin, kendisi için: “Pek de yakışıklıymış, nasıl da kıydınız?”
dediğini sanki hatırlıyordu baş ağrıları içinde. O kadar ağrıyordu ki başı,
gözlerini açamıyordu. Ne olmuştu ona, neredeydi? Bu baş ağrısı da ne oluyordu?
Böyle sorularla iç içe girmiş keman inlemeleri türlü türlü. Hiç susmak bilmez
mi bu keman? Hiç... hiç hiçlik. Kocaman karanlık bir hiçlik içindeydi Mehmet.
Baş ağrısı ve keman sesi ona eziyet ediyordu ki ne biçim!.. Basbayağı,
ıstırap çekiyordu. Neden sonra aklına, cehennemde olduğu geldi, bu kez üşümeye
başladı. Tıtreye titreye kendine geldi; ezan okunuyordu. Yattığı yerden
kalkmaya çalıştı. “Ne sertmiş bu yatak!” Fakat yatakta değildi ki, sokakta
yerde yatıyordu! Fark edince çok şaşırdı! Nereden, nasıl gelmişti buraya
hatırlamıyordu. Kulağının içinde bozuk bir kemanın gıcırtısı ve bir kadının
sinir bozan incecik sesi: “Ne de yakışıklıymış, nasıl kıydınız?” Kime
kıyılmış, kim kıymış? “Rabb’im bana yardım et!” öyle gönülden, öyle aşkla
yakarmıştı ki; kendine geldi. İlk işi belini yoklamak oldu. Hayır, kesesi
yerinde değildi! Öyle sokağın ortasında oturduğu yerde kalakaldı ve yavaş
yavaş hatırladı. “Yoksa bana şerbet diye...” Aklına gelenden dehşete kapıldı.
Bu üzüntü, kesesinin çalınmış olmasından doğan üzüntüden daha fazlaydı.
Gençlerden ziyade kendi budalalığına kızıyordu, önce kendisini dövmeli ki,
sonra öbürlerine sıra gelsin!.. Bu baş ağrısı dinmez mi, keman sesi susmaz mı?
Zorla kalktı yerinden, nerede olduğunu bilmiyordu. Önce camiye gitmeye yeltendi,
sonra aklına içmiş olduğu geldi, vazgeçti. Evvela bir hamama gidip, yıkanıp
temizlenip abdest almalıydı. Fakat nerede bulunur bir hamam? üstünü başını
silkeledi, başı açıktı, kimbilir nereye atmışlardı serpuşunu! Saçlarını
sıvazladı ve önüne gelene bir hamam sorarak yürüdü. Ona şaşkın şaşkın
baktılar, saçtığı şarap kokusundan tiksindiler, gülüp geçtiler. “Nihayet bir
zavallı sarhoş diye bakıyorlar bana, elbet gülerler!” Kendine güldürmek en
sinirlendiği şeydi, ama işte şimdi gülenleri hoş görüyordu! “Başıma daha neler
gelecek! Bana gülene, hoş bakıyorum! Gururuma yediremezdim, şimdi gurur mu
kaldı!” Bir süre daha yürüdü çevresine bakına bakına. “Mamafih gururun
kalmaması da pek hoş bir şey. Kibire kaçan bir gururdu çünkü...” diye düşündü,
Allah’a şükretti. Nihayet yaşlı biri ona yol gösterdi ve: “Peki hamam paran
var mı?” diye sordu. Doğru ya hamama para lazım! Boyun büktü:
— Paramı çaldırdım.
Adam
ona birkaç kuruş verdi:
— Hamamın yanında bir fırın vardır, önce oradan
bir somun ekmek al da, ye. (içini çekti) Ah bu gençlik! Bir zamanlar ben de
içerdim, sonra tövbe ettim ve o günden bu yana ağzıma tek damla içki koymadım.
Allah sana da nasip etsin inşallah tövbeyi. Ben sizin gibilerini bilirim. Yani,
elinize bir metelik geçse gider şaraba yatırırsınız! Çaldırılan para da iyi
bahane! Bak iyi dinle beni, bu parayı senin nefsin için vermedim, Allah rızası
için verdim, bunu bil. Gerçi Allah, bir bitli sarhoşa verilen sadakayı ne kadar
kabul eder bilemem ama. (içini çekti) Neyse, sakın gidip içme ha! Haydi doğru
hamama, yıkan, anca kendine gelirsin.
Adamın
yarı alaylı, yarı sert konuşması, Mehmet’in yüreğine işledi. Bir yandan, “İyi,
nefsim terbiye ediliyor, şükürler olsun!” diye düşünürken, bir yandan kibire
kaçan gururu onu rahat bırakmıyor; nefsi âdeta: “Ben yaralandım, yaralandım!”
diye eziyet ediyordu. Bir on beş dakika önce kendisine gülüp geçmelerinden pek
de rahatsız olmayan, “Bende gurur mu kaldı!” diye memnun olan genç adam şimdi
işkence içindeydi. Dönüp, eski içkiciyi yakalamak, verdiği parayı onun suratına
çarpmak istiyordu. Hatta bir de çenesine yumruk indirmeliydi! Fakat hamamın
yolunda yürümekten gayri bir şey yapmadı. Aczi, Mehmet’i daha çok öfkelendirdi;
içi acıdı, ağzı daha fazla kurudu.
Neyse,
tellak anlayışlı bir adamdı:
— Ben seni bir yıkayıp paklayayım, hiçbir şeyin
kalmaz, dedi.
Yıkanıp
bir de gusül abdesti alınca biraz ferahladı Mehmet. Baş ağrısı azalmış,
kulaklarındaki keman ve kadın sesi yok olmuştu. Ve artık kendisine para veren
adama minnettardı. Şimdi sıra acı acı düşünüp, ne yapacağına karar vermeye
gelmişti. Beş parasız kalmıştı, hoca para almayacaktı tamam da, nerede yatacak,
nasıl karın doyuracağı? Ne yapabilirdi? Ne, ne, ne?! Kafasının içinde ateşler
yanıyordu. Her “Ne yapabilirim?” sorusu, bu ateşi körüklüyor, kafatası ısıdan
çatlayacakmış gibi oluyordu. Gönlü şarap içmiş olmanın acısı ile ağırlaşmış,
içine yük oluyordu. Azap içindeydi... Bir de karın doyurmak ve yatacak yer
bulma sorunu.. Yine bir evde ayak işlerine bakmak mı... Doğrusu bunu pek
istemiyordu; fâkat elinden başka ne gelebilirdi ki? Birden eski bir dost
tebessümü gibi güreş doğuverdi içine. Evet, güreş öğretebilirdi çocuklara! Konu
çocuklar olunca ve de öğretmek; başka şeyler de öğretebileceği geldi aklına;
Kur’an, namaz... Ve sıbyan okulunda okutulan ne varsa, hepsini öğretebilirdi.
Hatta tefsir ve kelam!.. Koca Derviş ona nasıl hocalık yaptıysa, bazen hoca,
bazen ağabey, bazen baba gibi onlarla meşgul olabilirdi. Biraz rahatlar gibi
oldu. Herhâlde Abdürrezzak Hoca ona öğrenci bulmasında yardımcı olabilirdi.
Artık kahvelere gitmek istemiyordu, artık şehri gezmek, yeni insanlar tanımak
istemiyordu; öğrenmek ve öğretmekten başka bir şey istemiyordu. Ve gönlünün tek
büyük arzusu, tekrar O Sevgilinin herhangi bir yolunda yürüyebilmekti, ama
yavaş yavaş, ama emekleye emekleye, ama yerlerde sürünerek kendini
bağışlatması lazımdı; başka türlü bu ağır gönül yüküyle yaşayamazdı!..
Hamamdan çıkıp gözyaşları içinde camiye girdi. Millet öğle namazı için yavaş
yavaş toplanıyordu. Mehmet, caminin uzak bir köşesine geçip büzüldü;
kollarını kavuşturdu, başını göğsüne gömdü kendini bıraktı. Bu kez yağmur gibi
inmeye başladı gözyaşları; bir budala gibi gençlere kanıp onların yolundan
gittiği için ağlıyordu; bir budala gibi şarabı, şerbet sandığı için ağlıyordu;
fakat en ziyade bağışlanmak için ağlıyordu; çünkü çok utanıyordu O Sevgili’den,
çok utanıyordu. Fazla mı güvenmişti kendine? Ne küstahlık! Gururlu, kibirli
miydi? Ne haddini bilmezlik! O’nun karşısında, gözleri önünde hem de!.. Bu
kadar yıl çalışıp çabalayıp öğrendiklerini bir gecede yakıp kül etmişti. Acısı
bu yüzdendi. Yoksa bir gece bilmeden şarap içtiği için, Allah’ın onu
bağışlayacağını biliyordu. Ama işte öğrendikleri... Dervişçe yaşayabilmeyi
öyle temiz, saf, duru bir su gibi yaşayabilmeyi becerememişti. Oysa Koca
Derviş’in her adımını öğrenmişti ve izleyebileceğine güveni tamdı; bir ayak
sürçmesi ile hepsi tuz buz oldu. Ne demiş Hazreti Mevlana: “Göründüğün gibi ol,
olduğun gibi görün!” Bunca basit, ama demek bunca zormuş! Herkes için değil,
kendisi için öyle, zor. Ne demişlerdi: “Sana unutamayacağın bir Mardin akşamı
geçirtelim.” Elhak doğru! Mehmet’in hiç unutamayacağı şeyleri yaşatmışlardı
ona. Onlar sözlerini tutmuşlardı. Artık gençleri bulup dövmeyi düşünmüyordu.
Kendisini dövmeyi de... Gönlü bu işin en zorlusunu yapıyordu, bir ateş yarası
gibi yanarak ve ağırlaşarak. Ne, ne biçim bir yüktü ki, gözyaşları bile
panzehir olamıyordu. Namazını da ağlayarak kıldı...
Ertesi
gün son izin günüydü. Çevresine hasta olduğunu söyleyip namaz kılmak dışında
yataktan kalkmadı. Yorganı çekip başına, iç muhasebesine devam etti. Gençlere
kandığı için kendini bağışlayamıyordu. O evde iç sesi kendisine çekip gitmesini
söylemişti. Onu dinlememişti. Bu iç sese kulak vermek lazım geldiğini söylerdi
Koca Derviş: “Kalbin seni aldatmaz, iş ki o ses kalbinin olsun, şeytanın
olmasın.” Şeytan karışmıştı bir gece evvel ona, bu belli: “Korkuyor musun?”
diye kışkırtmıştı onu. Bu “sersem” de gençleri zayıf nahif görüp hepsiyle başa
çıkacağını sanmıştı! Me boş bir gurur! Ve sadece kaba güce güvenmek! “Hiç
şeytanın kaba güç kullandığını görüp işittin mi koca kafa?” Karnı açlıktan
eziliyordu. Çıkıp sokaklara dilense miydi yani? Fakat biraz sonra hancı bir ekmekle
bir koca kâse getirdi. Bu sıcak un çorbası onu biraz kendine getirdi. Adam:
“Benzin solmuş, bir hekime gitmek ister misin?” diye sormuştu. Hayır! Elbet
hayır... Onun hekimi de, hâkimi de Allah’tı. Kalbinin yarasına bir tek O derman
olabilirdi, zavallı hekim bu yangına netsindi! Ne yapacaktı Mehmet, ne
yapacaktı? İşte o anda şiir, doğruca gönlünden gelen bir şiir ona cevap verdi:
Hevâ ise
yeter gönül, gel Allah’a dönelim gel
Sivâ ise yeter ey dil, gel Allah’a dönelim gel
Sivâ ise yeter ey dil, gel Allah’a dönelim gel
Nice bir
sevelim gayri, nice bir olalım gayri
Analım vuslat-ı yâri, gel Allah’a dönelim gel
Analım vuslat-ı yâri, gel Allah’a dönelim gel
Bize
Hak’tan gel olmadan, ecel kûsı vurulmadan
Cânın Azrâil almadan, gel Allah’a dönelim gel
Cânın Azrâil almadan, gel Allah’a dönelim gel
Özenmez
misin ol Yâre ki, aldanmışsın ağyâre
Seni azdırmış emmare, gel Allah’a dönelim gel
Seni azdırmış emmare, gel Allah’a dönelim gel
Niyâzî’ye
olup hâldaş, olursan yoluna yoldaş
Döküp gözlerimizden yaş, gel Allah’a dönelim gel
Döküp gözlerimizden yaş, gel Allah’a dönelim gel
Gönlü,
gönlünden almış, gönül söylemişti. Peki bu “Niyâzî” kimdi, neydi? İçindeki
küçük arı duru ses: “Canım kaç zamandır şiirlerinde kullanmak için kendine bir
isim aramaz mıydın?” diye hatırlattı:
“Mahlas işte bu! Demek benim mahlasım Niyâzî imiş! Demek
bundan sonra Niyâzî adıyla yazacağım ben!” diye
düşündü,
içten sevdi bu yeni şair ismini. Artık isim geldikten sonra, daha çok şiir
yazacağını düşündü ve derken aralara bazı beyitler daha ilave etti. Sonra
“Niyâzî” kelimesinin ebcet değerini hesap etti; 78 oluyordu. “Bu yetmiş sekiz
benim hayatımda önemli bir rol oynayacak galiba...” diye düşündü, ne
olabilirdi? Birden içine “Yetmiş sekiz yaşında ölebilirim.” diye düştü, hiç
umursamadı; yetmiş sekiz yaşına, sanki yetmiş sekiz asır vardı! O kadar
uzaktaydı ki bu yaş! Sonra bu gönlüne düşeni unuttu gitti Mehmet.
***
Ertesi
gün sabah namazından hemen sonra Abdürrezzak Efendiye gitti. Adam sabah
çorbasını içiyordu, bir kâse de ona getirtti. Çorbadan sonra, Mehmet bakışlarını
yerdeki kilimin bir desenine dikip bütün başından geçenleri, para veren adamın
söylediklerini de ihmal etmeden, olanca açık kalpliliğiyle anlattı.
Abdürrezzak Efendi hafifçe gülümseyerek:
— Olur böyle şeyler, sakındığın göze çöp
batabilir, fakat aynı zamanda bu bir imtihandır da!
—
Veremedim imtihanımı!
— İmtihanın bitmedi ki, devam ediyor. Ne
yapacaksın .bundan sonra, böyle beş parasız. Hiç düşündün mü? Yoksa kendini
aşağılamaktan ona vakit bulamadın mı?
— Düşündüm efendim, öğrenci okutabilirim, çocuklara,
gençlere güreş öğretebilirim, bunları yapabilirim. Eğer siz lütfedip öğrenci
bulmama yardım ederseniz...
— Hımm, dedi Abdürrezzak Efendi, ola da bilir,
olmaya da bilir, bunu düşündün mü? Yani ihtimalleri hesap ettin mi?
— Efendim bir ev, dükkân işi de bulamazsam,
hamallık yapabilirim, gücüm kuvvetim yerindedir. Hamallıktan ötesini
hesaplamadım, o zaman tek olasılık sizden borç para alıp Malatya’ya geri
dönmek!
— İyi iyi, Allah sana yardım ediyor, her şeyi
hesaplamışsın. Önce tedbirini alacaksın ve sonra Allah’a emanet olacaksın, O
yardım eder. Biraz düşünüp devam etti. Öğrenci işine gelince, evet sana öğrenci
bulurum, çünkü birkaç ahbabım bu işi benim yapmamı istediler. Bu yaştan sonra
çocuklarla uğraşmam zor gerçekten. Hem bir çocuğun bakış açısından genç hoca
daha iyi... Güreş de öğretebileceğine göre sorup soruştururuz, merak etme. İş
bulup para kazanıncaya kadar benim misafirim olup bu evde kalırsın. Hem handan,
onun masrafından kurtulmuş olursun. Hem benim evimde kalan bir hocaya, eş dost
daha çok güvenir. Sonrasına Allah kerim... Artık biz, Bismillah çekip dersimize
başlayalım.
***
Böylece
derslere başladılar, Arapça konuşuyorlardı, Mehmet’in takıldığı yerlerde
Abdürrezzak Efendi, sabırla durup, Mehmet’in yanlışını kendisinin bulup
düzeltmesini bekliyordu. Mehmet “hadis” ilmiyle bir başka ilgilendi, âdeta
Kuranın tefsiriydi Peygamber’in sözleri. Hadis ilmini tefsir ilminden sonra
alması daha isabetli olmuştu; Hazreti Peygamber’in hayatını tekrar okumaya
başladı. Dünyanın en büyük insanının yaşadığı hayat ne kadar sade, ne kadar
arı, duru idi! Ve mücadelesi nasıl kutsal ve büyüktü! Herhangi bir insan
yapabilir miydi bu mücadeleyi, bu sabrı gösterebilir miydi, bu hoşgörüyü? Bu
nasıl büyük bir gönül idi ki, insanlığın sevgisini içinde taşıyabilmişti! Bu
nasıl büyük bir gönüldü ki, bunca teslim olabilmişti Yaradan’ına! Ona bir kere
daha ve çok hayran oldu, onu bir kere daha ve çok sevdi.
Öğrenci
meselesi çabuk hallolmuştu; Abdürrezzak Efendi’nin bir tüccar dostu, âdeta
Mehmet’e el koymuş onu evine ve sofrasına almış ve yedi ile on iki yaş arasındaki
dört oğlunun yetiştirilmesini ona emanet etmişti. Mehmet, “Allah bana yardım
ediyor, demek ki doğru yoldayım.” diye düşünüyor, Kâsım’a ve Derviş Ağasına
mektuplar döşeniyordu.
Derviş
Ağasına, “Senin kadar sabırlı ve anlayışlı değilim, ama inanır mısın bu dört
canavar beni sevdiler! Hem dediğimden dışarı çıkmıyorlar, hem dördü de öğrenmek
için birbirleriyle yarışıyor. Gelip güreşlerini seyredeceksin,
bir
âlem vallahi bu çocuklar. ‘İnsan verirken alır.’ derdin ya bana, o zaman seni
anlamazdım, ama şimdi anlıyorum... Ben de onlardan neler öğreniyorum bir
bilsen ve tabii sık sık kendi çocukluğuma dönüyorum, seni ve Kâsım’ı bol bol
anıyorum. Hikâyelerimizi çocuklara da anlatıyorum, onlar da seni ve Kâsım’ı
görmeden sevmeye başladılar. Ah Derviş Ağa’m; kalbimde manevi yol özlemi
olmasa, ben ilelebet çocuklara hocalık edebilirim. Senin zaman zaman söylediğin
gibi çocukların önce ana-babalarına, sonra bizlere birer Allah emaneti olduğunu
artık iyi anlamış bulunuyorum. Ancak, Allah yolunun hasreti gönlümü daha fazla
kıymaya başladı son aylarda. Acaba, diyorum, kalkıp Mısır’a gitsem, orada hem
El-Ezher’de yüksek öğrenimimi tamamlasam, hem de bir şeyh arasam mı kendime?
Şimdi biliyorum, diyeceksin ki; babanın elini reddettin, artık sen gönlüne
göre bir şeyh bulamazsın. Yapmayacaktın, babanın gösterdiği yoldan gidecektin!
Ah Derviş Ağa’m böyle söyleme n’olur! Aslında ben Hüseyin Efendi’yi çok sevdim,
o kalkıp İstanbul’a gitmeseydi, bütün ömrümü dizi dibinde geçilebilirdim, ama
olmadı, kısmetim bu kadarmış. Ama bu demek değildir ki ben gönlümün aradığı
şeyhi bulamayacağım. Elbet bir gün, muhakkak... Tek Allah nasip etmiş olsun..
Nasip etmemiş olsa, içimde bu kadar kuvvetli bir arzu olur muydu? Olmazdı...
Evet, böylece yine yollara düşebilir, yolumun şeyhini aramaya başlarım Derviş
Ağa’m, benim için dua et.”
***
Bir
yıl geçti, Mehmet yirmi üç yaşına geldi. Gönlündeki manevi yol özlemi onu
tekrar yollara düşürecekti. Hedefi Kahire idi. Orada El-Ezher’e devam edip
şimdiye kadar iki hocasından gördüğü derslerin bazı ilavelerle yüksek
öğrenimini görecek ve şeyhini bu kez Mısır illerinde aramaya devam edecekti.
İçinde bir ses ona mutlaka bir şeyh eli öpeceğini söylüyordu sanki. “Şeyh eli,
evet. Fakat bu zat benim öz şeyhim mi olacak? Ona biat edip artık ondan gayri
kimselere bakmayacak, kimseleri aramayacak mıyım? Gönlümdeki şu devamlı arama
arzusu tükenecek mi, artık tamam diyebilecek miyim?” Böyle sorular, beynini
oyuyordu. O zaman içindeki ses susuyor ve bu sükûtu ile sanki: “Sabret!”
diyordu. Sabır, Mehmet’in pek beceremediği bir iş idi, fakat beklemeye mecbur
olunca başka ne yapsındı? Mecburdu sabretmeye. Bu mecburiyetten dolayı hakiki
bir sabır içinde olamayacağını biliyor: “O Sevgili,” diyordu, “herhâlde
hoşlanmaz bu çeşit bir sabırdan.” Sabır demek, teslimiyet demekti ve Mehmet tam
teslimiyet içinde değildi. Bunun farkındaydı, bu farkındalığından ötürü daha
çok acı çekiyordu. Eğer Allah ona teslimiyet nasip etmemişse, bu işi kim
halledebilirdi ki? Anahtar, başlangıç, devam ve son yalnız O Sevgili’nin
lütfuyla mümkündü. “Yeter ki sen gönlüme nazar eyle, yeter ki nasip eyle... Bu
uğurda her türlü azaba razıyım, tek nasip eyle; nefsimi çıra gibi yakmaya,
onun ateşinde yürümeye hazırım!” Halveti Şeyhi Hüseyin Efendi’nin verdiği
virdine yine aşkla sarılmıştı. Bir şiirinde şöyle söylüyordu:
Ey Kenm
Allah, ey Ganî Sultân
Dertliyiz, senden umarız dermân
Lütfuna had yok, ihsâna payân
Dertliyiz senden umarız dermân
Gerçi kullarda ma'siyet çoktur
Rahmetin Mevla dahi artukdur
Gayrıdan bize hiç meded yoktur
Dertliyiz senden umarız dermân
Gel demez isen biz günahkâra
Bir adım kâdir mi ki yol vara
Çare yok, senden olmazsa çâre
Dertliyiz senden umarız dermân
Bu Niyâzî çün zikrine düştü
Dün ü gün gönlü fikrine düştü
Zâtına eren şükrüne düştü
Dertliyiz senden umarız dermân
Dertliyiz, senden umarız dermân
Lütfuna had yok, ihsâna payân
Dertliyiz senden umarız dermân
Gerçi kullarda ma'siyet çoktur
Rahmetin Mevla dahi artukdur
Gayrıdan bize hiç meded yoktur
Dertliyiz senden umarız dermân
Gel demez isen biz günahkâra
Bir adım kâdir mi ki yol vara
Çare yok, senden olmazsa çâre
Dertliyiz senden umarız dermân
Bu Niyâzî çün zikrine düştü
Dün ü gün gönlü fikrine düştü
Zâtına eren şükrüne düştü
Dertliyiz senden umarız dermân
***
Abdürrezzak
Efendiye bu çok sevdiği öğrencisinden ayrılmak zor geldi, fakat o dört oğlan ve
babaları Mehmet’i bir türlü bırakmak istemediler. Adam yalvardı yakardı,
yüklü paralar teklif etti, olmadı... Nihayet biricik kızını öne sürdü: “Gel
damadım ol!” dedi... Hiçbiri kâr etmedi. Dört oğlanın gözleri yaşlı yaşlı
yalvarmaları karşısında bir an zayıflayan Mehmet, kendini çabuk topladı; belki
bir gün geri dönüp onları ziyaret edeceğini söyledi. Lâkin şimdi gönül ateşinin
ışığını izlemeliydi; onlarla sanki birer büyük adam gibi konuştu. Allah’ın bir
yolunu aradığını söyledi, eğer o yolu bulur da orada yürümeye başlarsa, elbet
gelip onları bulacak, misafirleri olacaktı. Söz verdi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder