Print Friendly and PDF

BUKAĞI / Niyâzi-i Mısrî



Yazan: Emine Işınsu 
Göğün, asık suratlı ve buz grisi, derinden derine gelen o müthiş öfkesi, havada artarak denize aksediyor; deniz­de buz grisi sular köpürüp, şahlanarak gemiyi dövüyor. Küpeşteye tutunmaya çalışarak, haykıra haykıra gelip gemiyi vuran dalgaları seyreden iki adamdan yaşlısı, ba­şını göğe kaldırıp yağmur arandı.
          Yağmur yağarsa fırtına dinebilir, dedi.
Genci alçak sesle:
          Bu Allah’ın bir gazabı olmalı, dineceğe hiç benze­miyor, acaba içeri geçsek mi? diye sordu.
          Yoksa üşüdünüz mü?
Sanki adam, onun korktuğunu anlamıştı. Bu soruyla ona özellikle hakaret etmiş gibi alındı beriki, boynunu dik tutup:
          Ben üşümem, dedi, bir fırtınacık, nedir ki!
Öbürü istifini bozmadı:
          Bu fırtınacık, şu küçük gemimizi batırabilir!
Genç adamın aklından, “Hayır hayır bu Allah’ın gazabı değil. Bu, onun işi!.. Yapar mı, yapar!” diye geçti, korku­su arttı: “Son Limni sürgününde o kadar kızmış ki, mezar taşını tuttuğu gibi sarsmış, bütün Edirne birden sallan­mış! Olacak iş mi, amma yapmış işte!.. Paris’e gideyim derken, şimdi Limni Adası yolunda fırtınaya kurban git­mek de var. Çünkü, tam onu ziyarete giderken bu fırtına­nın çıkması, hiç de hayra alamet değil!.. Aman Allahım sen yardım et.” diye düşündü. Genç adamın elinde de­ğildi, çok korkuyordu ve Niyâzî Mısrî’den ve kendi dede­sinin dedesinin babasından nefret ediyordu. Öbürü tam o anda sormaz mı:
          Sebeb-i ziyaretiniz?
Genç adam, umursamazmış gibi görünmeye dikkat harcayarak, eliyle bir “laf olsun” işareti yaptı:
          İşte adayı şöyle bir ziyaret efendim. Siz acaba neden?
          Ben de bir ziyaret için geldim, tanırsınız belki meş­hur mutasavvıf şair Niyâzî Mısrî Hazretleri Limni’de met­fundur. (içini çekti) Onun mübarek türbelerini ziyaret edeceğim.
Genç adam o kadar şaşırdı ki, farkında olmadan keli­meler ağzından dökülüverdi:
          Ben de onu ziyaret edeceğim!
Birden kendine geldi, nasıl, ne olmuştu da bu asırda yapmaktan çok utandığı bir işi, türbe ziyaretini itiraf ede­bilmişti! Dehşetli bir rahatsızlık duydu. Onun gibi, Fransız mürebbiyenin sıkı disiplini altında Batı zihniyetiyle yetiş­miş bir beyzadeye yakışır mıydı bu tutum! Yüzü kıpkırmı­zı kesildi, sonra, “Fakat türbede de karşılaşabilirdik, ney­se işte baştan söylemiş oldum.” diye içini rahatlatmaya çalıştı. Haydi, kendisinin bir sebebi vardı, ya şu zat?
          Siz niçin ziyaret edeceksiniz?
          Herhâlde sizinle aynı sebepten efendim, biz ikimiz de onun yolundayız besbelli.
Genç adam, birden üzerine yapışan bir sineği silkele­mek ister gibi, tiksinmeyle karışık bir gururla:
          Hayır, hayır, dedi, ben onun yolunda değilim!
          Yaa! dedi yaşlı adam, artık yeni tahmininden emin, gülümsedi. O hâlde edebiyat meraklısısınız ve Mısrî diva­nının aşkı sizi bu yollara düşürdü?
          Divanını okumadım bile!
          O hâlde?
Hafif alaylı gülümsedi genç adam:
          Benimki Paris aşkı efendim.
          Af buyurun, anlayamadım?
Karşısında kim olursa olsun, tavırlarıyla araya bir Batılı-Doğulu farkı koymaktan hoşlanırdı genç adam. Fırtına korkusuna rağmen, yaşlı adamı küçümseyen bir tarzda, elini hafifçe sallayıp:
          Uzun hikâye, dedi.
Yaşlı adam uzun uzun onun yüzüne baktı. Gencin fır­tına korkusunu, şu kendisini “küçümseyen” tavrını sez­mişti. “Daha çok genç!” diye düşündü, içini çekti, gözle­riyle onu okşar gibi baktı:
          Keşke anlatabilseniz, ferahlardınız, dedi.
Bu ses, bu bakışlar... Genç adam yaşlının yüzüne da­ha dikkatli baktı; beyaz sakalın çerçevelediği oldukça ya­kışıklı bir yüz, yakışıklıdan öte, “anlayışlı” bir yüz, bir çocuğunki gibi masum ve kocaman kahverengi gözlerde sevecen pırıltılar... “Saf, sevimli bir adam bu, demek der­viş!.. Kılık kıyafetinden de hiç belli değil amma...” Genç adam biraz tereddüt etti, sonra kararlı bir sesle anlattı:
          Meşhur dediniz ya, asıl bizim ailede meşhurdur Niyâzî Mısrî. Düşünün, yüz elliden fazla yıldan beri bizi et­kilemeye devam ediyor. Dedemin dedesinin babasının çok yakın bir arkadaşıymış, aralarından su sızmazmış. Taa sıbyan okulundan arkadaşlar. İşte sonra da devam etmiş gitmiş...
          Yoksa dedeniz de bir şeyh miymiş?
          Ne münasebet! (yine o tiksinen gururlu hava) Bizim ailede şeyh, hoca, ulema yoktur efendim! Onun arkada­şı olan dede de, sarayda kâtipmiş, hattatmış, işte o ka­dar!
O sırada şimşekler çaktı, gri gök, gri hava kızıla boya­nıverdi bir an, arkasından gök gümbürdedi... Nihayet yağmur yağmaya başladı. İçeri zor kaçtılar, ıslanmışlardı. Geminin bol tütün dumanlı, sıcak salonunda oturacak yer arandılar, buldular. Ortalıkta dolaşan Rum garsondan çay istediler.
          Yağmur berekettir, dedi yaşlı adam, demek ziyare­timiz kabul edilecek.
Genç adam olanca içtenliği ile:
          İnşallah, dedi.
   Fakat Mısrî Hazretleri’ni ziyaretinizin sebebi?
     Efendim, uzun hikâye.
     Dinlerim.
          Arz ettim; dedemin dedesinin babasıyla çok yakın arkadaşlarmış. İşte o vasiyet etmiş ailede her doğan er­kek evlat, mutlaka onu ziyaret etsin diye.
          Çok ilginç, dedi yaşlı adam, demek o zaman bu za­man sizin aileden her erkek...
Onun sözünü kesti genç adam:
          Her erkek değil efendim, ziyaret etmeyenler de ol­muş; ama her birinin başına ayrı bir felaket gelmiş, kimi muazzam servetini kaybetmiş, kimi evinde çıkan yangın­da ölmüş, büyük amcalardan biri intihar etmiş, diğeri (sesini alçalttı) sarayın gadrine uğrayıp sürgün edilmiş...
          Peki ama bütün bunlar vasiyeti tutmayıp Mısrî Haz­retleri’ni ziyaret etmedikleri için mi olmuş yani?
Fransız mürebbiye ile büyümüş genç adamın “Batılı” kafası isyanla doldu. Biraz evvel fırtınadan bile Mısrî’yi so­rumlu tuttuğunu unutup şiddetle itiraz etti:
          Tabii değil, ilgisi bile yoktur, bundan eminim. Fakat benim Paris seyahatim türlü engellerle karşılaşıp bir tür­lü gerçekleşemediği için babam, bu ziyaret konusunda o kadar ısrar etti ve aile hikâyelerini o kadar uzun uzun an­lattı ki...
          Paris seyahatiniz?
          Okumak için efendim, dedemin dedesinin babası­nın babası gibi, yani Niyâzî Mısrî’nin arkadaşının babası ve birkaç büyük amcam gibi doktor olmak istiyorum da.
          Çok güzel, pek muvafık fakat, niçin Paris’te?
          Bu iş ancak orada yapılır efendim!
Yaşlı adam, hayretle büsbütün kocamanlaşmış gözler­le onu süzdü:
          Yaa bilmiyordum, dedi.
Ona, “Sen bir derviş parçacığısın, ne bilirsin ki ‘Hu, Hu’dan gayri!” diyen gözlerle bakan genç adam, biraz da sıkılarak izah etti:
          Bugün Paris bir dünya başkentidir efendim. Dokto­ru da, şairi de, yazarı da velhasıl her entelektüel kişi, Pa­ris’e ayak basmak için can atıyor. Ayrıca, dünyanın en güzel kentidir.
          Yapmayın canım! Nedim’in bir taşına bütün Acem mülkünü feda ettiği İstanbul’umuzdan da güzel değil ya!..
          Bakın (genç adamın sesinde büyüksü, öğreten ha­va iyice hissedilmeye başlamıştı, “Bakın” diye tekrarladı) İstanbul da elbet fena değildir ama, büyük bir eksikliği var Paris’ten, orada medeniyet var, burada yok! Medeniyet!.. Takdir edersiniz ki, en fazla ihtiyacımız bulunan o büyülü, sihirli, dokunduğu yeri abat eden o büyülü güç! Emin olun, benim için tıbbiyede okumak da, Paris’te bulunmak kadar ehemmiyet arz etmez. İnanınız medeniyet...
Bu sefer yaşlı adam, gencin sözünü kesti:
          Medeniyet diyorsunuz da, aklıma geldi; ben, af bu­yurun Paris’te yaşayanların oturaklarını, affedersiniz pen­cereden sokağa döktüklerini işittim, yani evlerinde bir ayak yolu bile yokmuş.
Genç adam biraz bozuk, biraz kızarmış bir hâlde, fakat alelacele konuştu:
          Bunlar ayrıntı efendim, ayrıntı. üzerinde durulmaya değmez... (sözü değiştirmek istedi) Evet Paris seyahatim bir türlü gerçekleşmeyince, babam çok ısrar etti. Yani ben yaşlı pederimin arzusunu kıramadım, sırf onun gön­lünü hoş etmek için çıktım bu geziye.
          Bilir misiniz, bilirsiniz elbet, sürgünde ayağında bu­kağılarla vefat etmiş Hazret ve işin ilginç yanı meğer bu bukağılarla gömülmeyi vasiyet etmişmiş. Böylece onu ayak bileklerinde demir halkalarla defnetmişler... Kabri­nin üstü açıkmış. Rivayet ederler ki; birkaç gün süren bir ağır yağmurdan sonra, üstündeki toprak kaymış, bir ba­cağı bukağı ile açığa çıkmış. Tesadüf bu ya, o gün de İs­tanbul’dan ziyaretçileri gelmişmiş. Bacak canlı gibiymiş hiçbir bozulma yokmuş. Bunu gören ziyaretçilerden biri, baltamsı bir şey bulup buluşturmuş, niyeti o demir hal­kayı kırıp çıkarmak, bacağın birini hiç olmazsa kurtar­makmış. Fakat Bismillah çekip baltayı indirmek isteyin­ce, balta elinden o hızla fırlamış, adamın yüzünü pek ya­kından sıyırıp, uzağa düşmüş. Yani, Mısrî Hazretleri, bu­kağıyı çıkarmalarına izin vermemiş, fakat adam böylece büyük bir tehlike atlatmış. Derler ki, o kişi arkadaşı olmasaymış, o balta yüzünü sıyırıp geçmez, alnına, yanağına bir yerine saplanırmış mutlak.
Genç adam içini çekti, bu hikâyeyi ne kadar çok din­lemişti. Bıkkınlıkla:
          İşte o adam, dedi, bizim malum dede imiş!
          Allah Allah, dedi yaşlı adam, ben de bu hikâyeyi, ri­vayet diye size anlattım, demek doğruymuş!
          Galiba, dedi genç adam.
          Gerçi kendisi çok öfkeli bir zatmış, Yüce Mevla’nın “Celal” sıfatı ile sıfatlanmış biriymiş, lâkin bu kadar öfke­nin hikmetini bir Allah bilir herhâlde... Kendisi de zaten bir şiirinde: “Herkes anlamaz bizi, bizler muamma olmu­şuz” der. Muamma, bilmece demek. Ve şöyle ilave eder: “Lafz u sûret cism ile anlamak isterler bizi / Biz ne elfâzuz ne suret, cümle mânâ olmuşuz” Yani bizi sözlerimizle, suretimizle, cismimizle anlamak isterler, ama biz ne söz­leriz ne de suret, cümle mânâ olmuşuz, diyor. Evet Niyâzî Mısrî’yi anlamak da, anlatmak da çok zordur efendim.
          Öyle olmalı, dedi genç adam.
I
1618’in ilkbaharında, II. Osman, hal edilen deli padi­şah Mustafa’nın ardından tahta çıktı. Aslında, babası Sul­tan I. Ahmet Han öldüğünde, tahta büyük oğlu ve veli­ahdı Şehzade Osman’ın çıkması gerekiyordu. Ancak, Osman’ın, babasından da sert mizacı, çoğu kişiyi ürküt­müştü. Bir de I. Ahmet’in gözde kadını “Kösem” diye çağrılan Mâhpeyker Haseki, kendi oğullarına zarar vere­cek bir cülusu önlemek için, şeytani zekâsını kullanmış, bütün servetini ortaya döküp saçmıştı. Böylece I. Ah­met’in hasta küçük oğlu Şehzade Mustafa tahta oturtul­du. Fakat kısa bir süre sonra, Mustafa’nın deli olduğu an­laşıldı, saltanatının kısa süreceği belli oldu. Kösem Sul­tan bu süre içinde, I. Sultan Mustafa’nın akılsız ve gad­dar annesi Valide Sultan’ın, Sultan Ahmet’in ilk iki şehza­desini ortadan kaldırtabileceğini ümit ediyordu. Fakat umutları suya düştü, beceremedi... Aradan üç ay, dört gün geçti, Sultan Mustafa tahttan indirildi. Ve böylece hakkı yenmiş Sultan Osman tahta geçti. Mustafa’yı öldürtmedi, ancak geleneğe aykırı şekilde hareket edip ve üstelik deli amcasını cülus ettirenlere karşı çok sert tep­ki gösterdi.
On üç yaşını anca geçmişti. Fakat tahsilli ve muhak­kak ki babası I. Sultan Ahmet’in o yaşlardaki hâline gö­re daha olgundu; zeki, hırslı, memleket meseleleri üzeri­ne düşünmeye meraklıydı... Sabırsız, sert, aceleciydi...
Babasına, altı minareli ünlü Sultan Ahmet Camii’nin av­lusunda güzel bir türbe yaptırdı. Veziriazam Damat Halil Paşa’yı azledip, Damat Kara Mehmet Paşa’yı Veziriazam yaptı. Sultan Osman’ın büyük planları vardı; memleketin acil reformlara ihtiyacı olduğunu düşünüyor, devlet dü­zeninde kesin tedbirler almak istiyordu ve “Padişah”ın ağzından çıkan her cümlenin “kanun” olması lazım gel­diğine kesinkes inanıyordu.
***
Onun tahta çıktığı günlerde sarayın hekimbaşı Meh­met Zihni Efendi ile eşi Mihriban Hanım’ın bir oğulları ol­du, ilk çocuklarıydı. Mehmet Zihni Efendi, evde bayram havası estirdi. Güzeller güzeli karısına yakut ve zümrütler­le bezenmiş, çiçek çiçek bir kolye hediye etti ve oğlunun ismini Muhammed Kâsım koydu. Çocuğu Kâsım diye ça­ğırdılar...
Kâsım’ın doğduğu gün Malatya şehrinin merkezine bağlı, âdeta mesire yeri sayılabilecek güzellikte, Aspozi Mahallesi’nde, Malatya eşrafından Soğancızade Şeyh Ali Çelebi el-Nakşibendi ile karısı Hatice Hanım’ın da yetiş­mekte olan iki kızından sonra, bir oğulları oldu. O ağır­başlı Ali Efendi bile sevincini belli etti; Hatice Hanım’ın saçlarını okşadı. Bebeğe Muhammed ismi kondu. İri, es­mer bir bebekti ve sanki akıllı akıllı bakıyordu. Peygam­ber ismine hürmeten onu Mehmet diye çağırdılar.
Bir yıl sonra Mehmet’e bir erkek kardeş geldi, ismini Ahmet koydular... Ağabey Mehmet, bebek Ahmet’le pek ilgilenmedi...
Ahmet’in doğumundan altı ay sonra Kâsım’a da bir kız kardeş geldi, o da ağabeysi gibi sarışın ve mavi göz­lüydü. Bu taş bebek gibi güzel kıza Melekşan ismini uy­gun gördüler.
***
Sultan 11. Osman, artık düşündüğü radikal reformları hayata geçirmeye niyetlenmişti. Özellikle, son zamanlar­da düzeni bozulmuş, şımarmış, kendiişlerine bakacak­ları yerde devlet işlerine karışmaya başlamış bulunan “Kapıkulu Ocakları” denen yeniçeri sınıfını ortadan kal­dırmak ve yeniden bir merkez ordusu düzenlemek isti­yordu. Birçok beylerbeyine gizli talimatlar gönderdi, fa­kat hem saray içinde hem saray dışında dedikodular al­dı yürüdü. Zaten tedirgin olan yeniçeriler, büsbütün ra­hatsız oldular. Sultan ayrıca Ulema sınıfının yetkilerini fevkalade kısmış, onları da karşısına almıştı. Bir taraftan da deli padişah Sultan Mustafa’nın annesi eski valide sul­tan, kız kardeşi sultan ve onun kocası Vezir Davut Paşa, yeniçerilere rüşvet ve vaatler dağıtıyorlardı...
***
Sultan II. Osman’ın alçakça katledildiği 1622 yılında, Mehmet ve Kâsım dört yaşına basmışlardı. Aileleri dört ay dört gün daha bekleyip, âdet olduğu üzere çocukları dört yaş dört ay dört günlükken rahlelerinin önüne diz çöktürüp, okutmaya başladılar. Kâsım’ın hocası Mehmet Zihni Efendi idi. Mehmet’inki ise Şeyh Ali Efendi’nin pek sevdiği müritlerinden Rumelili eski pehlivan Koca Halil Derviş’ti... Pek iri yarı olduğu için, hemen herkes ona “koca” sıfatını uygun görmüş, zamanla ismi unutularak, “Koca Derviş” olarak anılmaya, çağrılmaya başlamıştı... Koca Dervişin dervişlikten gayri bir büyük merakı vardı ki ne derviş arkadaşları ile ne de şeyhiyle paylaşabiliyor­du. Bu merak siyasetti, memlekette, sarayda neler olup bitiyor hep öğrenmek, bilmek ve konuşmak isterdi. Bu sebepten İstanbul’dan, Edirne’den sık sık mektuplaştığı arkadaşları vardı.
Mehmet okumaya büyük bir ilgi gösterip elifbasıyla il­gilenirken; Kâsım, harflerin şekilleriyle âdeta oynuyor, onları türlü böceklere, bazen de insanlara benzetip vücu­dunu eğip büküp harfleri taklit etmeye çalışıyordu. Son­ra, babasının kalemi ile, o harfleri kâğıt üzerinde çiziktir­meye başladı ve harfler Kâsım’ın elinde, elifbadakinden apayrı şekillere büründüler. Babası onu düzelttikçe huysuzlanıyor, kendi yazdıklarının daha güzel olduğunu söy­lüyordu. İlk Mihriban Hanım’ın aklına geldi ileride oğlu­nun bir hattat olabileceği, Mehmet Zihni Efendi de kabul etti bu fikri ve Kâsım’a son derece yumuşak davranarak, önce kendi yazdıklarının aynısını taklit edip öğrenirse, sonra daha büyüyünce, Kâsım’ın istediği gibi yazmasına müsaade edeceğini söyledi.
Beri tarafta Mehmet okumayı sökmüştü. Bazı bazı ko­ca adam, Mehmet’i kucağına oturtuyor, ona, İslamiyetin ahlaki değerlerini anlatıyordu. En önemli kural, “Doğru Yol”u izlemekti ki bu, ancak bizi Yaradan’ın “yap” dedik­lerini yapıp, “yapma” dediklerini yapmamaktı. Allah’ın en değer verdiği konu ise; insani ilişkiler ve “hak” kavramıy­dı; çünkü “Hakka hizmet, halka hizmet” demekti ve in­sanların birbirlerinde hakları asla kalmamalıydı. Öyle bir günahla Yaradan’ın karşısına çıktıkları vakit, O, bunu ba­ğışlamaz: “Önce hakkını yediğiniz kişi sizi bağışlasın.” derdi. Yaradan, insanları, sevgisinden, sevgiyle yaratmış­tı, onların birbirlerini ve her yaratılanı sevmelerini isterdi. Çocuk, onu büyük bir dikkatle âdeta kelimeleri yutarak dinlerdi. Koca Halil Derviş, onu çok akıllı buluyor, ileride bu çocuğun bir “hakikat” âlimi olacağını söylüyordu. O, elbette ki babasını takip edecek, büyük bir Nakşibendi Şeyhi olacaktı!..
Bir gün Koca Derviş, gözyaşları içinde, ona bir dörtlük okudu:
          Bak kıymetlim, dedi, sana bir şiir okuyacağım, iyi dinle:
Bir şah-ı âlî şan iken Şah-ı Cihâriâ kıydılar Gayretli genç aslan iken Şah-ı Cihân’â kıydılar Gazi bahadır Han idi Ali nesep Sultan idi Namıyla Osman Han idi Şah-ı Cihân’â kıydılar...
(dövündü) Ah Şahım efendim, ah Şahım efendim!..
Gözyaşları yağmur gibi iniyordu yanaklarına. Çocuk, kocaman adamın bu gözyaşı selinden şaşkına dönmüş­tü, sordu:
          Şah-ı cihan da kimdir, arkadaşın mı?
          Senin, benim hepimizin Şah’ı, Padişah’ı idi o, abe gencecikti... İyi işler yapacaktı, bırakmadılar, komadılar...
          Kimler?
  Kim olacak kızanım, çevresindeki hainler, delibozuk yeniçeriler.
          Ama geçen gün bana okuduğun şiir daha güzeldi.
Gözlerini elinin tersi ile kurulayan Halil Derviş, geçen
gün okuduğu şiiri düşündü, galiba “Şol cennetin ırmak­ları akar Allah deyu deyu” idi... Koca Derviş, beş yaşında­ki çocukta bu şiir zevkine hayran kaldı. O kadar hayran kaldı ki Sultan Osman için ağlamayı kesti; “Bu çocuğa âlim hocalar gerek, vah bahtsızım! Vah, benim gibi bir fa­kir derviş parçasına kaldı.” diye düşünüp, bu sefer Meh­met için ağladı.
Kâsım, ne istediğini bilen, uslu bir çocuktu. Saatlerce yazı yazmaya çalışır, bu uğraşı içinde ikide bir kendisini rahatsız eden Melekşan’a kızmaz, hatta zaman zaman yazmayı bırakır, gülerek küçük kızı oyalardı... Mehmet ise çok yaramazdı, dersleri dışında, sopadan yapılmış atma atlayıp kendini sokaklara atar, saatlerce görünmez, an­nesini, ablalarını merak içinde bırakırdı. Onu arayıp bu­lup tatlılıkla eve getiren hep Koca Derviş olurdu. Bazen de yakınırdı Derviş: “Böyle habersiz kaçıp gitme be kıy­metlim, bak adamım kadınları yine üzdün, yedin bitirdin onları be kızanım. Haydi kendimi saymıyorum, bana acı­ma, onlara acı bari...”
Çok değil birkaç yıl sonra, yalnız kendi mahallesinden değil, ta şehrin içindeki mahallelerden şikâyetler gelme­ye başladı; erkek çocukları dövüyor, kız çocukların saçla­rını çekiyor, çeşmeleri çamurluyordu. “Hani şu mübarek şeyhin oğlu olmasa, onlar bu çocuğa yapacaklarını bilir­lerdi amma velakin işte...”
Koca Derviş ise kendi kendine; “Te be kızan o kadar zeki ki, zekâsı dolup dolup taşıyor. Bir budalalığa, bir ah­maklığa hiç dayanası değil. Böyle şeylerle karşılaşınca kendince ceza veriyor onlara!” diye düşünüyordu.
Bir gün uzaktaki mahallelerden birinde, Mehmet yeri­ne Koca Derviş yedi dayağı. Güreşçiydi, iri yarıydı, istese kendini dövenleri pek güzel dağıtabilirdi, fakat o, çocu­ğun üstüne kapanıp, ona iyice siper olup, “Kıymetlimi döveceklerine beni dövsünler, hırslarını böyle alsınlar ba­ri!” diye ses çıkarmadı; sille tokat üzerine gelenlere tek parmağını bile kaldırmadı... Sonra yaralı bereli, Meh­met’in elinden tutup eve dönerlerken, çocuğun bir garip sessizliğe kapıldığını gördü, sordu:
          Konuşsana kıymetlim, dilini mi yuttun?..
          Ben yiyecekken dayağı sen yedin, olmadı bu iş! Hiç olmadı. İstesen sen hepsini döverdin, senin gücüne kar­şı gelemezdi onlar, ama sen dayak yedin!..
          Abe ben senin dayak yemene dayanamazdım ki kıymetlim, adamım, o zaman onlara karşı gelirdim, beni dövdükleri zaman ise karşı gelmedim, kendimi savun­mak aklımdan bile geçmedi, orada görevim seni koru­maktı.
          Ama neden?
          Çünkü kızanım, insancıkları o kadar kızdırmıştın ki, birini dövmeselerdi çatlayacaklardı. Varsın hırslarını ben­den alsınlar dedim.
          Ama böyle olmaz ki, haksızlık bu! Hakkın bende kaldı!
          İşte derviş kişi, buna haksızlık demeyebilir; derviş, önce ben yerine, önce sen diyen kişidir kıymetlim. Abe şeyh baban eğer bilseydi bu olayı, bana hak verirdi sanı­rım.
          Sorarım ona.
          Hayır sakın kızanım, annen bile senin bu yaramaz­lıklarını babana söylemedi, sakladı. Şeyhimi üzmeyi iste­meyiz değil mi?
Çocuk, onu taklit ederek:
          Düşünmem lazım! dedi.
Mehmet, yedi yaşına basmak üzereydi.
Çocuğun düşünmesine vakit kalmadan, Şeyh Ali Efendi, pek sevdiği müridinin burnunun üstündeki yara izini görüp sordu. Şeyhinin karşısında bu iri yan adam, bir çocuk kadar saf ve ürkekti; yine de sorulan geçiştir­meye çalıştı.
          Çıkar ağzından baklayı oğlum, dedi Ali Efendi, ben­den saklın gizlin olduğunu bilmiyordum, söyle, anlat ba­na bakayım.
          Şeyhim efendim, yalvarırım bu seferlik beni bağış­layın, yalvarırım şeyhim efendim.
          Anlat, dedi şeyh, Mehmet yüzünden geldi başına bir şeyler, anlat, tafsilatını söyle.
O zaman Koca Derviş’in aklına dank elti ki, şeyhinden bir şey saklanamaz, çünkü o bilir! Bu gerçeği nasıl da unutmuştu. Ezilip büzüldü, gözlerinden yaşlar aktı, sesi küçücük çıktı, ama anlattı.
Ve Mehmet yedi yaşına girerken, hayatının ilk ve son falaka dayağını yedi. On sopaydı, ama canı çok acımıştı. İnat etti ağlamadı, gözyaşları içine aktı; bağırmadı, se­si boğazına tıkanıp kaldı.
Sonra Mehmet, topallaya topallaya gidip Koca Derviş’i buldu:
          Beni babama müzevirlemene kızmadım, dedi, fala­kaya çekti, ağlamadım; çünkü Allah’ın istediği hak yerini buldu.
          Nasıl seni müzevirlediğimi düşünürsün adamım, kıymetlim? Şeyhim efendim burnumdaki yara izini gö­rünce sordu, ısrar etti abe, zaten senden dolayı bir şey­ler olduğunu anlamıştı... Detayı istedi, ben de yalan söy­leyemem ki kızanım, bilirsin.
Mehmet birden kendini Halil Derviş’in kucağına attı ve doya doya ağladı.
Ertesi gün Ali Efendi, kararını Koca Halil Dervişe bil­dirdi:
          Sen bu deli oğlana güreş öğreteceksin Halil Der­viş. Dayak atmak yahut yemek er kişinin kârı değildir, erkişinin kârı güreş yapmaktır, bunu böylece söyle Meh­met’e, güreş yapsın, rakipleriyle er meydanında buluş­sun. Ayrıca, bu sonbahar inşallah, seninle dersleri kesip sıbyan okuluna başlayacak, bunu da söyle kendisine.
          Abe şeyhim efendim, emredersiniz de, müsaade­nizle derim ki; bu çocuk sıbyan okuluna alışamaz gibi gelir.
          Evet bilirim vahşidir. Girsin yaşıtları arasına, görsün yabancı hocayı, tam olmasa da birazcık ehlileşecektir. Bilirsin Ahmet’e bile yüz vermez kerata, burnu da büyük­tür, bu burun kırılmalı Halil Derviş, kırılmalı! Sonra maa­zallah, hayatın içinde ne yapar! Okul, insanı hayata hazır­lar; sen endişelenme onun için, dikkafalıdır, inatçıdır, hiç esnek değildir. Burnunun dikine gider, bilirim. Sen ona güreş öğretmeye bak, harcayacak fazla enerjisi var, gü­reşte harcasın, aksi hâlde bizim dergâha yakışa gelmez. Senin gibi bir derviş yine, hiç olamaz!
          Edep ederim efendim, müsaadenizle söyleyeyim ki; bu kızan büyük bir âlim olmaya, bir “hakikat” âlimi ol­maya adaydır. Duyguludur, ince düşüncelidir, gönlü ge­niştir, kafası da çok iyi çalışmaktadır, yaşıtları ayarı değil­dir, çok daha yüksektir.
          Yaa, demek öyle düşünüyorsun Halil Derviş! Belki de haklısın, göreceğiz bakalım, göreceğiz.
Sultan Mustafa’nın annesi Valide Sultan ve damadı Ve­zir Kara Davut Paşa, Sultan Osman’a kıyan ihtilalin gös­termelik başı idiler. Gerçekte iktidar, yeniçeri cuntasında bulunuyordu. Tahta yine Deli Sultan Mustafa’yı geçirmiş­ler ve yeniçeriler bir buçuk milyon altın cülus bahşişi al­mışlardı. Davut Paşa, Topkapı Sarayı’nda yağma yapmış, Sultan Osman’ın kılıçlarını, atlarını, antika eşyalarını çal­mıştı ve Sultan Ahmet’in şehzadelerine Murat’tan başla­mak üzere kıymak istiyordu. Bir adamını Bab-ı Hümâyûn ağalığına getirdi; veliahdın işini bitirmek şartıyla, vezaretle Mısır eyaletini vadetti. Fakat Murat’ın korumaları, ada­mı öldürdüler... Böylece Davut Paşa, makamını yirmi dört günden fazla muhafaza edemedi, ancak daha önce, Sul­tan Osman’ı çok sevdiği için, adı “Osmancı’ya çıkan He­kimbaşı Mehmet Zihni Efendi’yi, Malatya’ya sürdürmeyi başarmıştı.
***
Mehmet Zihni: “Ben hekimim, nerede nasıl olursa ol­sun mesleğimi icra ederim. Hem belki saraydan sonra, Anadolu’nun bir ücra kasabasında çalışmak bana fevka­lade bir tecrübe kazandırır...” diyorduysa da, Mihriban Hanım birkaç defa düşüp düşüp bayıldı.
          Ah efendiciğim, diyordu, keşke seni sadece azletselerdi, yine İstanbul’da kalsaydık, burada icra etseydin mesleğini. Ne olur efendiciğim, pek çok tanıdığın vardır sarayda, onları ziyaret etsen, hiç olmazsa şu sürgün ce­zasını kaldırtsan... Bak ben yapamam o adını bile hiç duymadığım şehirde. Sonra, hani Kâsım, enderun mek­tebine başlayacaktı... Vazgeçtim enderundan, saray da kendilerinin olsun, okulları da! Biz bizi kurtaralım, İstan­bul’da kalalım, ben bilirsin İstanbul’un Anadolu yakasın­da bile sıkılırım... Yapamam o Malatyalarda!
Mehmet Zihni, derin derin düşünüyordu. Tabii ki ken­disinin de hoşuna gitmemişti Malatya’ya sürülmek, fakat karısının dediği gibi şuna buna ricacı gidecek bir kişi de­ğildi o! Sarayda kimin baş olduğu belli olmayan bir za­manda, hiç olmazsa boynunu kurtarmıştı, bu da mühim bir şeydi ve Allah’a şükretmek gerekiyordu... Zihni Bey epey sessiz kaldıktan sonra:
—Pekâlâ, dedi, canım efendim, bu kadar çok istemi­yorsan Malatya’yı, seni çocuklarla İstanbul’da bırakır, ben yalnız giderim.
Ve üzülerek karısının gözlerinde parlayan ışığı gördü, boğazını temizleyip öksürdü ve dedi ki:
          Bittabi babamlarda kalırsınız. Onların evi müsait, üçüncü kattaki odaları kullanmıyorlar bile, orası sizin da­ireniz olur. Buradan Zekiye kızı kendi hizmetlerin için gö­türürsün, orada aşçı var, orta hizmetlileri var, adam bol yani...
          Yani, evimizi kapattıracak mısın bana?
          Ya nasıl olur iki gözüm! Bu koca konakta yalnız ba­şınıza kalacak hâliniz yok ya, böyle bir şeyi aklıma bile getiremem.
Mihriban en tatlı gülücüğü ile güldü:
          Bizimkilerin yanına geçsem?
          Bilmez misin, bir kadının evi, kocasının evidir Mih­riban! Malatya olmazsa babamlar, bu kadar!..
Mehmet Zihninin, “Mihriban” demesi ve cümlenin so­nundaki, “bu kadar” kelimesi, fena hâlde kızdığını göste­riyordu. Mihriban her zamanki ince zekâsını kullanmak istedi ama Malatya konusundan içi o kadar tedirgindi ki, beceremedi, güzel mavi gözlerinde yaşlarla:
          Peki, dedi, sen o kadar istiyorsan gidelim Malat­ya’ya. Yalnız bana söz ver, önce, şu saraydaki arkadaş­larınla bir görüşeceksin.
          Mihriban, üç gün sonra şehri terk etmemiz lazım, emir böyle. Sen bir an önce hazırlığa başlasan daha iyi olur.
          üç gün sonra terk etmek mi?!
Mihriban düşüp, tekrar bayıldı.
***
Kağnı arabaları ve atlarla yapılan, kervansaraylarda hüzünlü molalar verilen, çok zahmetli ve uzun bir yolcu­luktan sonra, Mihriban’ın İstanbul’da bırakmaya bir türlü razı olamadığı birtakım eşyalarla iki ay sekiz gün sonra Malatya'ya ulaştılar... Bir kervansaraya indiler. Mihriban, çocukları ve hizmetlileri ile harem kısmına geçtikten son­ra, Mehmet Zihni Bey, evin kâhyası Hüseyin’i yanma alıp ayağının tozuyla ev aramaya çıktı. O kadar zahmet çek­mişler, o kadar yorgun düşmüşlerdi ki, bu yolculuğa ka­rısı ve çocukları ile çıktığına çoktan pişman olmuştu.
Şimdi Mihriban’ın beğenebileceği gibi bir ev bulmayı çok istiyordu. Önce sorup soruşturdular, hemen herkes, konaklarıyla, yeşilliği ve suları ile meşhur Aspozi Mahallesi’ni salık verdi.
Böylece Mehmet Zihni Efendi ailesiyle beraber Aspozi’de Ali Efendi’nin dergâhına yakın, güzel ve büyük bir konağa kiracı olarak yerleşti, üç katlıydı konak. Birinci kat selamlık ve hasta muayenehanesi olarak ayrıldı, bir küçük odayı da Zihni Efendi, laboratuvar olarak beğen­di; sarayda kullandığı bazı ilaçları burada yapabilecekti, gerekli malzemeyi getirmişti.
***
Bu arada İstanbul ve Anadolu’da Sultan Osman’ın kan davacıları türemişti. Birçok beylerbeyi, sancakbeyi, kadı ve halkın bir kısmı taşrada buldukları yeniçerileri öldür­meye veya çok ağır hakaretlerde bulunmaya başlamış­lardı. En büyük karşı ihtilali Erzurum Beylerbeyi Abaza Mehmet Paşa çıkardı ve çevresine birkaç beylerbeyi top­layarak bulduğu yeniçerileri kılıçtan geçirdi. Henüz otuz üçüne gelmemiş genç bir beylerbeyi idi ve Sultan Os­man ile askerî reform için evvelce gizlice anlaşan valiler­den biri olduğu biliniyordu. İstanbul’da Sultan Osman’a hâlâ mersiyeler yazılıp besteleniyordu... Sipahiler ikinci defa ayaklanarak, padişahın katlinden sorumlu olanların cezalandırılmasını istediler. Konya’da oturan Mevlevi tari­katının başı Ferruh Çelebi, Sultan Osman’ın kan davası için Abaza Mehmet Paşaya destek verdiğini açıkladı... İstanbul’da sipahiler üçüncü ve dördüncü defa nümayiş yaptılar. Yeniçerilerin ekserisi de hain ve katillerin ceza­landırılmalarına taraftar olduklarını açıkladılar... Divan-ı Hümâyûn telaşa düştü, ulema da katillerin cezalandırıl­masını ve padişahın hallini istiyordu... 10 Eylül 1623’te Sultan Mustafa ikinci kez hal edildi. Gerçekten padişah olduğundan ve düşürüldüğünden habersizdi. Yerine Sul­tan IV. Murat tahta geçti.
***
Mehmet sıbyan okulu fikrini biraz tereddütle karşıladı, ancak güreş öğrenmek pek hoşuna gitti. Koca Derviş’in, talimatlarını dikkatle uyguluyor ve günün birinde güreşçi olacağına inanıyordu. Niyeti, batıya, Derviş’in memleke­ti Edirne taraflarına gitmek ve orada çok namlı bir pehli­van olmaktı. Koca Halil Derviş de, artık sokaklarda tahta at koşturmayıp, kendisi ile efendi efendi güreşen, yaşına göre güçlü kuvvetli olan Mehmet’in keyfini kaçırmamak için, bu hayallere bir şey demiyor, başını sallayıp tasdik ediyordu. Nasıl olsa gün gelecek, Allah aşkı onu da çe­kecekti... Derviş, bundan emindi!..
O gün, yine dergâhın bahçesinde, boyu boyuna uysun diye derviş, dizlerinin üzerine çökmüş, Mehmet ayakta güreş tutarlarken, Mehmet duraladı ve alçak sesle:
          Bir çocuk bizi seyrediyor, dedi.
Koca Halil Derviş, omzunun üstünden baktı, sonra kaptığı küçük kolu bırakıp, gülümsedi:
          O yabancı değil, dedi Mehmet’e ve çocuğa seslen­di. Abe gelsene aslanım, sen de bizimle güreş.
Çocuk sesini çıkarmadı, yalnız başını yukarı kaldırıp “olmaz” işareti yaptı, çünkü annesi ona, yabancılarla ko­nuşmamasını tembihlemişti.
          Babanla görüştüm ben, tanışıyoruz, burası dergâh, gel be kızanım.
Çocuk, yine aynı işareti yaptı, ancak yerinden de kıpır­damıyor, gitmeye niyetlenmiyordu.
          Öyleyse ismini bağışla bize, dedi Koca Halil Derviş.
Çocuk biraz duraladı, sonra seslendi:
          İsmim Kâsım.
          Tamam, bana Koca Derviş derler, bu da Mehmet... Seninle de tanışmış olduk gördün mü kızanım! Haydi gel şimdi.
          Olmaz! Annem kızar.
Sonra arkasını döndü Kâsım, koşarak uzaklaştı.
          Ne ikide bir çağırırsın bu burnu büyük çocuğu?
          Aslında boyu boyuna, yaşı yaşına uygun bir güreş arkadaşı arıyorum kızanım sana, bu Kâsım pek uygun geldi bana. Çünkü Ahmet’i de yokladım ama, onun gü­reşe hiç hevesi yok.
          Ben ne Ahmet’i ne kimseyi istiyorum, sen varsın ya.
          Seninle dizlerimin üzerinde güreşmektense...
          Ben o Kâsım çocuğu döverim!
          Hayır, güreşte yenerim diyecektin!
          Hem güreşte yenerim, hem de döverim!
          Abe sana hiçbir zararı dokunmayan çocuğu niye dövecekmişsin?
Doğru ya, niçin? Bir düşündü Mehmet, acaba çok şık giyindiği için mi? Acaba Koca Halil Derviş’in davetine gelmediği için mi? Gözüne çelimsiz göründüğü için mi? Bu soruları tam düşünemedi bile, içindeki olumsuz kıpır­tıları adlandıramadı. Omuz silkti:
          Hem nereden tanıyorsun sen onun babasını?
          Hani anlattım ya kıymetlim, şu taş konağa taşınan­ların oğlu. Beni kahve içmeye çağırdı babası, çocuk ana­sının yanında olduğu için görmemiş beni besbelli...
          Ha, hani Sultan Osman uğruna saraydan kovulan, böyle demiştin değil mi? O çocuk da Ahmet gibi olmalı, beni sevmedi, gelmedi.
          Ahmet seni çok seviyor ama sen onu oyunlarına karıştırmıyorsun.
          Napayım, şeyh babamdan ayrılmıyor o. Zikir mec­lislerinde bile hep yanında oturuyor.
          İstesen, sen de oturursun zikir meclislerinde.
          İstemiyorum!
Koca Halil’in gizli derdiydi bu çok zeki, akıllı çocuğun bir kere bile zikir meclisinde bulunmayı istememesi. Oy­sa kardeşi Ahmet, o donukluğuna rağmen, babasının elinden tutar gelir, orada büyükleri taklit edip saatlerce otururdu... “Neyse hele bu; çocukluğunu, taşkınlığını ya­şasın bakalım, denizler durulmaz dalgalanmadan.” diye düşündü.
Birkaç gün sonra; Mehmet’le Kâsım sokakta karşılaştı­lar, ikisinin de adımları yavaşladı, birbirlerini ciddi bir me­rakla süzdüler, konuşacak gibi oldular ama konuşmadılar.
Sıbyan okuluna başladıkları gündü. Mehmet kendisini Koca Derviş’in götürmesini istememiş, yalnız gitmişti.
Okula yaklaşırken, bir çocuk kalabalığı gördü, galiba bi­risini dövüyorlardı. Mehmet, Koca Dervişe, okulda kav­ga etmeyeceğine dair verdiği sözü tutmak için, olaya hiç bulaşmadan çocukların yanından sıyrılıp geçmek istedi. Yanlarından geçerken gözü kaydı, dayak yemekte olanın Kâsım olduğunu gördü. Birden ne olduğunu anlamadan âdeta bilinçsizce kendini kavganın içinde buldu. Sağa sola yumruk attı ve güreş kurallarını uygulayarak irili ufaklı çocukları kaçırdı. Zavallı Kâsım yerde inlemektey­di, kafası yarılmıştı, saçlarından kan sızıyordu; besbelli biri ona taşla vurmuştu. Mehmet, Kâsım’ın kalkıp biraz toparlanmasına yardım etti:
          Seni evine götüreyim doktor baban sarsın başını, dedi.
Kâsım, dayak yemiş olmaktan çok utanmıştı:
          Hepsi birden üzerime geldiler, yoksa böyle olmaz­dı, tek tek gelselerdi, hepsini döverdim, diyordu.
          Niçin geldiler ki?
          Bilmiyorum, önce kıyafetimle alay etmeye başladı­lar, sonra biri: “Bu züppeyi dövelim.” diye bağırdı, hepsi başıma üşüştü.
Mehmet, Koca Derviş’i taklit edip başını salladı, onun sözleri ile konuştu:
          Çocuklar arasında olur böyle şeyler, yeter ki biz be­la olmayalım, kavgayı başlatmayalım, dedi. Sonra Kâsım’ın yırtılmış elbiselerine bakıp, ama sana da söyle­yeyim, bu giysilerin, gerçekten İstanbul züppeleri gibi!
Kâsım, çaresizlikle boyun büktü:
          Ne yapmalıyım, bütün elbiselerim böyle!
“Allah Allah, bir insanın, hele çocuğun nasıl birkaç el­bisesi birden bulunur?” diye şaştı Mehmet, fakat Kâsım’a bir şey söylemedi.
          Haydi, haydi gel seni evine götüreyim, dedi.
Kapıyı açan Kâhya Hüseyin, “Küçük Bey”i böyle kafa­sından kan akar, perişan görünce şaşkına döndü ve Kâsım’ı içeri çekip, kapıyı Mehmet’in yüzüne kapattı.
Mehmet, içerden Kâsım’ın feryadını işitti: “Hüseyin ağa­bey o beni kurtardı, aç kapıyı!”
Kapı açıldı. Çocuğun bağırmasını Mehmet Zihni duy­muş, o da belirmişti kapıda.
          Gel çocuğum, deyip onu içeri aldı.
Ve Kâsım’ın başına pansuman yaparken, onunla ko­nuştu, ne olduğunu bir de Mehmet’e sordu. Mehmet, tıpkı büyük bir adam gibi:
          Sanırım, dedi, okuldaki bazı çocuklar, Kâsım’ın giy­silerini züppe işi bulmuşlar.
          Yaa, demek öyle!
Yarası acıyan Kâsım bir çığlık attı, babası yumuşak yu­muşak dedi ki:
          Sen artık okullu bir çocuk oldun, büyüdün, sık diş­lerini, şimdi bitiyor işim.
Kâsım itiraz etti:
          Ben artık okula gitmem!
Mehmet atıldı:
          Bizler gibi giyinirsen kimse sataşmaz, dedi ve ilave etti, hem zaten ben hep yanında olurum artık, sana kim­se dokunamaz!
“Ben hep yanında olurum artık.” Bu cümle Kâsım’ın yaralı yüreğini ısıttı:
          Teşekkür ederim Mehmet, dedi, biz hiç ayrılmaya­lım!
Böylece yıllar yılı sürecek olan dostluğun temeli atıldı.
          Bu güzel bir anlaşma! dedi Mehmet Zihni ve Meh­met’e kim olduğunu sordu, önce Kâsım cevap verdi:
          O, sizin ziyaret etmek istediğiniz tekkede kalıyor, güreş çalışıyor.
          Sen de mi dervişsin Mehmet?
Sesinde sanki gizli bir alay vardı.
          Hayır, ben Şeyh Ali Efendinin oğluyum, bana gü­reş çalıştıran Koca Halil’dir, derviş olan.
          Hımm, demek Ali Efendinin oğlusun sen, mem­nun oldum. Bir gün babanı ziyaret etmek istiyorum, ne de olsa komşu olduk artık.
          Koca Halil Dervişle tanışıyormuşsunuz zaten.
          Halil mi? Evet evet, biz eve taşınırken eşyalarımızın taşınmasına yardım etti sağ olsun, sonra beraber bir kahve içtik.
“Allah Allah!” diye düşündü Mehmet “Kahveden bah­setti de, bu yardımın lafını etmedi! Zaten o, kime yardım ettiğini söyler ki, hep başkalarından duymaz mıyız!” İçi sevgiyle doldu Koca Derviş’e. “Ben de onun gibi olaca­ğım, hem herkese yardım edeceğim, hem de yardımla­rımı ona buna söyleyip övünmeyeceğim!” Kendi kendine söz verdi, sonra:
          Ben gideyim artık, dedi.
Onu teşekkürlerle uğurladılar.
***
Ertesi gün Mehmet Zihni, elinde İbn Arabi’nin kıymet­li bir el yazması risalesi ve bir kutu İstanbul lokumu ile Ali Efendi’yi ziyarete geldi. Koca Derviş karşılayıp şeyhinin huzuruna çıkardı. Onlar oturduktan sonra, kendisi de ka­pı yanında bir yere diz çöktü. İki adam önce Malatya’dan konuştular. Ali Efendi, Malatya’yı Yavuz Sultan Selim Han’ın alıp, Şehsuvaroğlu Ali Bey’e verdiğini söyledi. Ma­latya’nın Osmanlıya kısmet olması Kanuni Sultan Süley­man zamanında olmuş... Ancak, bu yüzyılda başlayan Celali İsyanları sırasında özellikle Bölükbaşı Kara Ah­met’in soygunlarına uğrayarak büyük zarar görmüş şehir.
          Neyse, üzücü şeyler konuşmayalım, dedi Ali Efen­di, Ulu Cami’mizi gördünüz mü?
          Methini işittim ama maalesef daha gidip göreme­dim.
          Anadolu Selçukluları döneminden. Cami, planı ve mimarisiyle İran’daki Büyük Selçuklular zamanı anıtları­nın benzerlerindendir. Kubbenin ortasında çini mozaik­lerle Süleyman Peygamber’in mührü işlenmiştir, zaten eyvan ve kubbeler bölümü, sırlı tuğlalar, patlıcan moru ve firuze çini mozaik süslemelerle pek güzeldir efendim velhasıl bir sanat abidesidir.
Sonra İstanbul’dan konuştular; Ali Efendi İstanbul’da başlayıp süratle imparatorluğun her yanına yayılan bu karşı ihtilalden büyük endişe duyuyordu:
          Beni üzen, Sultan Osman’ın kan davasına sahip çı­kıyormuş gibi görünen birtakım soyguncuların, eşkıyala­rın, silaha sarılıp bizzat halka zulmetmeleridir. Böyle şey­ler olduğuna dair bazı bilgiler aldım.
          Evet ben de işittim, maalesef öyle şeyler de oluyor­muş. Koca imparatorluk efendim, her çeşit adam var... Halk arasında da, yukarıda da... (içini çekti derin derin) Bilmem ki Sultan Murat ne yapacak! Daha çocuk on bir yaşında, idare tabii annesi Kösem Sultanda, onun da idaresi yeniçeri cuntasında!
          İyi olacak, dedi Şeyh Ali Efendi, kesin bir sesle. He­le büyüsün bir bakalım, ömrümüz olursa görürüz. Siz Sultan Osman’ı iyi tanırsınız herhâlde, nasıl bir insandı?
          Önce çok zekiydi, taşan aşan bir zekâsı vardı; memleket için düşündükleri, gerçekten vatanın milletin hayrınaydı. Ama aceleciydi, temkinli hareket etmiyor­du... Çevresinde onun isteklerini başaracak, başarmak­tan geçtim, ona destek olacak bir ekip bile yoktu. Rah­metli Sultan, çevresinin hayal bile edemediklerini hemen gerçekleştirmek istiyordu ve yapabilseydi pek çok gru­bun, şahsın çıkarı elden gidecekti. Ve dedim ya, çevre­sinde onu anlayabilen kimse yoktu.
          Allah gani gani rahmet eylesin, dedi Ali Efendi.
Daha sonra Mehmet Zihni, bir gün önce Mehmet’in
gösterdiği yardımseverliğe teşekkür etti, çocuk bir cesa­ret örneği idi! Ali Efendi, Mehmet’in ne yaptığını sordu, o da anlattı. Ali Efendi, Koca Derviş’e sordu:
          Senin haberin var mıydı Halil Derviş?
          Hayır Sultanım, dedi, haberim yoktu. Ona birkaç kez, okulda ilk gününü nasıl geçirdiğini sordum, ama cevabı hep geçiştirdi, ben de okuldan memnun olmadı­ğı kanaatine vardım.
Çocuğun bu kahramanlığı ile övünmediği Mehmet Zihni’nin dikkatini çekti ve Kâsım’la arkadaş olduklarına bir kere daha sevindi.
Onlar, selamlıkta oturup böylece konuşurlarken; dışa­rıda Mehmet, Kâsım’a ilk güreş dersini vermeye başla­mıştı bile.
***
Kısa süre içinde iki çocuk, pek güzel anlaştılar. İkisi de okuma yazma biliyor, ikisi de Kur’an-ı hıfzetmişti. Okulda bunlara ilaveten güzel yazı, dinî bilgiler, dört matematik işlemi, adap, toplum içinde davranışlar öğretiliyordu. Kâsım’ın güzel yazı ile bir sorunu yoktu, Mehmet’in kötü yazısına karşı, onunki pek güzeldi. Bir gün Mehmet’e:
          Ben sana daha güzel ve dikkatli yazmayı öğretmek istiyorum, çünkü sen bana güreş öğretiyorsun, ikimiz de birbirimize bir şeyler öğretmiş olalım, dedi.
          Bir, dedi Mehmet, yine Halil Derviş’i taklit edip onun kendisine söylediklerini tekrar etti, bu dünyada her şey karşılıklı olmaz, insan olan bir diğerine karşılıksız yar­dım eder, tabii gönlü büyük olanlar böyle yapar. İki, sana güreşi ben değil Koca Derviş öğretiyor!
          Ama sen başlattın ve ilk birkaç dersi sen verdin, o seyretti.
          Beni sınamak için yaptı, acaba başkasına öğretecek kadar iyi öğrenmiş miyim, öğrenmemiş miyim diye. O cin akıllıdır ve bir şey öğretirken de, başka zamanlarda da in­sanı hep sınar. O, benim de kendisi gibi derviş olacağımı sanıyor, çünkü güreşle birlikte dervişlik dersleri de veriyor. Ben de cin akıllıyım tabii onun kadar olmasam da, çün­kü bunu anlıyorum, ama ona anladığımı söylemiyorum.
          Bir insan akıllı ben miyim aranızda?
Kâsım, bunu söylerken arkadaşının, “Hayır sen de cin akıllısın.” demesini bekliyordu, fakat Mehmet, olanca dü­rüstlüğü ile:
          Evet, öyle... dedi.
Kâsım, fena alındı ama bir şey söylemedi. Neden sonra:
          Sen derviş olmayacak mısın ki? diye sordu.
          Hayır, sanmıyorum. Ahmet derviş olur herhâlde.
          Ne olacaksın?
Mehmet bir düşündü, söyleyip söylememek arasında tereddüt etti, sonra söylemeye karar verdi:
          Bak sana söylerim, ama bu çok gizli, Koca Derviş bile bilmiyor; ben, şair olacağım!
          Babam da şiir yazar, çok da okur, hem yüksek ses­le bana ve anneme... Şair olmak nereden geldi aklına?
          Sus, yüksek sesle konuşma, bir işiten olur, bu be­nim kalp sırrım... Biliyor musun çok çok seneler önce Yunus Emre diye bir derviş şair varmış. Koca Derviş ba­na onun şiirlerini okur bazen, çok çok hoşuma gider. Bu sayede annemin, ablalarımın söyledikleri bazı ilahileri de onun yazdığını öğrendim. Neyse, ona heves ettim işte... Şair olacağım bir de güreşçi... Ama Koca Derviş’in memleketi Edirne’ye gideceğim, orada bir güreşçiler tekkesi varmış, işte ben oraya kaydolacağım.
          Ama tekke olduğuna göre, yine aynı zamanda der­viş olursun!
          Hayır. Gerçi başlarına şeyh diyorlarmış, ama o tek­kenin, bu tekkelerle bir ilgisi yokmuş, türlü sporcuların çalışması için bir yermiş, o kadar... Mehmet arkadaşına gösteriş yapıp ne kadar bilgili olduğunu göstermek iste­di. Bu tekkelerin ilkini Orhan Gazi, Bursa’da yaptırmış, İkincisini, Edirne’de olanını yani, 1. Murat Han yaptırmış, sonra İstanbul’da falan da bir sürü böyle tekke yaptırılmış. Güreşçi tekkeleri, aslında askerleri çeşitli sporlara çalıştırmak için başlamış.
          Hiç bilmiyordum, dedi Kâsım.
          Şimdi sana söyleyeceğimi de hiç işitmemiş ola­caksın.
          Ne?
          Peygamber Efendimiz de iyi bir güreşçiydi!
          A onu biliyorum, dedi Kâsım, hatta Rükâne isimli bir puta-tapar, oraların en iyi güreşçisiymiş. Müslüman olmak için Hazreti Muhammed’in kendisini yenmesini şart koymuş, o da bir güzel yenmiş. Rükâne böylece Müslüman olmuş...
          Sana da mı Koca Derviş anlattı?
          Hayır, ben güreşe başlayınca babam anlattı.
          Peki, sen ne olacaksın?
          Ben hattat olacağım, ayrıca saraya kâtip olarak gir­mek istiyorum.
          Saraya girip de ne yapacaksın?
          Ben sarayı merak ediyorum, koskoca memleket oradan idare ediliyor çünkü, merak ediyorum işte. An­nemle babam saraya, padişaha, işte idarecilere dair ko­nuşurlarken hep dinlerim.
          Yaa! İyi ya, kâtip ol, bana da saraydan haberler ve­rirsin.
          Gidip Koca Derviş’e de söyleyelim mi ne olmak is­tediğimizi.
          Haydi koşalım, bakalım kim önce varacak.
İki çocuk bir koşu tutturup Koca Derviş’i buldular, bir nefeste anlattılar konuştuklarını. Bu arada Mehmet’in bir sır olan şair olma arzusu da açığa çıktı, Koca Derviş onun başını okşayıp dedi ki:
          Abe Yunus Emre kadar güzel yazmak istiyorsan, Yunus Emre gibi bir derviş olman lazım kıymetlim. O derviş olmasaydı, o kadar güzel ilahileri söyler miydi sa­nıyorsun! Hayır söyleyemezdi!
Bunun üzerine Mehmet dertli dertli düşünmeye başla­dı. Koca Derviş, Kâsım’ın da başını okşayıp:
          Saraya ha, sarı oğlan; dedi, haydi hayırlısı!.. Abe yalnız senin bilmediğin bir şey var, artık koca Anadolu, İs­tanbul sarayını bıraktı, Erzurum Beylerbeyi Abaza Meh­met Paşa’dan emir almaktadır. Sen en iyisi gidip ona kâtip olursun!
          Neden ondan emir alıyor Anadolu? diye sordu Mehmet.
          Çünkü o bir yiğittir ki ne söylense az! Sultan Os­man’ın kan davasını sürmektedir. Abe İstanbul sarayının içindeki adamlar kıymadılar mı Genç Osman’a?
Konuyu annesiyle babası konuşurken işiten Kâsım, la­fa karıştı:
          Aslında, dedi, yeniçerilerin cuntasının işiymiş!
          Abe ben ne diyorum kızanım, işte sarayda onların elde ettikleri adamlar varmış, büyük adamlar. Zaten ida­re kimin elinde? Valide Kösem Sultanın! O da laf aramız­da çok hırslı biriymiş, delikanlı oğlu padişahlıkta kalsın diye olmadık dalavere çevirirmiş, olmadık adamlarla iş birliği yaparmış abe.
          Peki sen bunları nereden biliyorsun? diye sordu Kâsım.
          İstanbul’da, Edirne’de yârenlerim vardır, onlar ya­zarlar bana, şuradan buradan da hep haber alırım ben, te be meraklıyımdır ben siyasete. Gider babanla da ko­nuşurum bazen, sen bilmezsin bunu kızanım, çünkü ya okuldaşındır, ya yukarıda haremde. Neyse haydi haydi bırakalım artık bu sözleri, bende hiç akıl yoktur ki, abe al­mış karşıma iki kızanı, memleket sorunları konuşurum. Abe ne halt edeyim bilmem ki, edebimden şeyhimle ko­nuşamam, ihvana açsam: “Sen bu kadar dünya işiyle uğraşma.” diye beni kınarlar. Yahu dünyası olmayanın ahireti olur muymuş! Dünyada iyi işler yapıp, iyi düşüne­ceksin ki, ahiretini kazanasın! Allah yolunda olunca, öz memleketini düşünmeyecek misin abe?
Düşüncelerine dalmış yüksek sesle konuşurken gözle­ri, kendisini büyük bir dikkatle dinleyen çocuklara ilişti, onlara kükredi:
          Ne dinleyip durursunuz beni be, sizin zamanınızda işler daha iyi olacak merak etmeyin, hele bir Abaza Paşa, yensin Hüsrev denen adamı, geçsin Osmanlı’nın yerine abe! Hayde bakalım, hayde, durmayın öyle, hayde baş­layın peşreve!
Mehmet peşrev yaparken, “Demek Osmanlı’nın yerine bir başkası da padişah olabilirmiş!” diye geçirdi içinden ama bunu aklı almadı.
Mehmet’in dalgınlığından faydalanan Kâsım, bir elen­se çekti, bir ayak oyununa daldı, yıktı Mehmet’i, altına al­dı. Mehmet neye uğradığını şaşırdı... Kendini toplayıp Kâsım’ı yenebilmesi uzun sürdü. Koca Derviş:
          Bak görüyor musun kara oğlan, dedi, az kaldı ye­necekti seni sarı oğlan! Aklın nereye uçtu bilmem ki, ben size hep söylemiyor muyum, güreş beden gücüne oldu­ğu kadar zekâya da dayanır, onca oyun, taktik boşuna mı sanıyorsunuz! Lâkin ben keyiflendim bu işten, demek benim sarı oğlum da güreşin inceliklerini kavramaya başladı. İleride sana tam bir rakip olacak bu hekimoğlu! Aferin aferin, kederli yüreğime su serpildi, aklım başka şeylere kaydı.
          Neden kederlisin Derviş Ağa’m? diye sordu Kâsım.
          Nedeni var mı a çocuk! Kösem Sultan yine yapmış yapacağını, işler becermiş, Hüsrev Paşa’yı sadrazam edip, Erzurum’a Abaza Paşanın üstüne salmış!
          Üzülme sen, dedi Mehmet, bu senin Abaza Paşa, ne sadrazamları kapısından döndürdü değil mi, öyle söy­lemiştin.
          Bu Hüsrev Paşa, öyle eskilerine benzemezmiş, çok iyi bir komutanmış, ama kurnaz, ama entrikacı çok zalim bir adammış! Yeniçeri cuntasının saraydaki adamlarının en başıymış, görüyor musunuz cunta başa geçmiş artık, başa! Ben nasıl üzülmeyeyim!
***
Kâsım istemişti bir zikir meclisi görmeyi, Mehmet bu sevgili arkadaşının hatırı için kabul etti. Yoksa öyle Ah­met’in, babasının dizi dibinde oturduğu bir yere gitmeyi hiç istemiyordu. Ama yani kendisinin hakkı değil miydi, büyük çocuğun hakkı değil mi babanın dizi dibinde otur­mak?
Koca Derviş onlardan uslu olacaklarına, hiç ses çıkar­mayacaklarına dair sözler aldı.
          Uslu oturmalısınız, çünkü sizden çok bana kızarlar; “Kızanları zikir meclisine sokan Koca Derviş’tir.” derler. “Aklı fikri ya güreşte, ya politikada..” derler. Kurban ola­yım ona, şeyhimi üzemem.
Sonra ayaklarının ucuna basa basa, tekkenin zikir ya­pılan ve meydan denilen salonuna girdiler. Meydan do­luydu, sohbet bitmiş, mumların çoğunu söndürmüşler­di. Hafi zikirdi bu. Herkes kollarını kavuşturmuş, başları kalplerinin üzerine düşmüş, hafiften bir öne bir arkaya sallanarak, içten, en içten Rahman’ın ismini çağırıyordu. Elle tutulurcasına somut bir sükûnet ve huzur vardı ha­vada. Koca Derviş: “Gözlerinizi kapatın, başınızı kalbinize gömün siz de zikredin.” dedi. Onları arka safta bir yere oturttu, kendisi de yanlarına çöktü. Çocuklar ona hemen itaat etmiş, gözlerini kapamışlardı. Derviş onlara baktı, memnun oldu, o da kollarını kavuşturdu, gözlerini yum­du, bir süre sonra başı göğsüne düştü, ağır ağır sallanı­yordu. Artık çocukların yanında olduğunu unutmuştu. O sırada Kâsım gözlerini açtı, önce Mehmet’e baktı, o öbürlerini taklit ediyor, sanki o da huşu içinde sallanıyor­du. Kâsım, Koca Derviş’e baktı, o da tıpkı öbürleri gibiy­di. Acaba böyle yapınca zikretmek yerine uykuya mı da­lıyorlardı? Kâsım, Koca Derviş’in uyuduğunu sandı, ya­vaşça Mehmet’in elini dürttü. Mehmet gözlerini açtı, ba­kıştılar. Kâsım, Mehmet’in kulağına eğildi:
          Bir şey göremedikten, işitemedikten sonra, burada ne oturuyoruz? dedi.
“Doğru ya!” diye düşündü Mehmet, arkadaşına muzip muzip gülümsedi. Kâsım, bu tebessümü bekliyormuş gi­bi kıkırdadı, Mehmet de kıkırdadı, gülüşüp, itiştiler. İşte o zaman, ikisinin de kulaklarına sanki demir mandallar ya­pıştı. Meydan kapısına doğru sürüklendiler. Kapı arkala­rından kapandı, demir mandallar hızla itti onları, ikisi de yere düştü. Koca Derviş, hiç tanıyıp bilmedikleri bir sesle:
          Böyle mi olurmuş sizde söz vermek?! diye soruyor­du. Size inanmakla hata mı ettim, bu kadar güvenilmez insanlar mısınız siz?! Şimdi defolun, üç gün güreş yok si­ze. Oturup düşünün nasıl bir suç işlemiş olduğunuzu!
Çocuklar süklüm püklüm kalkıp oturdular. O kadar utanmışlardı ki, birbirlerinin yüzlerine bile bakamıyorlardı. Biraz sonra Kâsım ağlamaya başladı, gözyaşları ses­sizce yanaklarına iniyordu:
          Bağışla Mehmet, dedi, seni ben ayarttım.
          Ben de sana kanmayabilirdim, dediğine, benim de aklıma yattı, özür dilemene gerek yok.
          Ahmet nasıl saatlerce öyle oturabiliyor?
Mehmet omuz silkti, ilk defa başını kaldırıp Kâsım’a baktı; ağladığını gördü, biraz şaşırdı. O kimselerin yanın­da ağlayamazdı, ancak belki gece yatağına yattığı za­man...
          Bırak sen onu da, dedi, biz şimdi kendimizi Koca Dervişe nasıl affettireceğiz onu düşün!
          Bilmiyorum, çok çok özür dilesek olur mu? Öç gün güreşememek de çok kötü.
          Ben, güreş yapamamaktan çok onun güvenini kay­bettik, kalbini kırdık diye üzülüyorum.
          Ben de üzülüyorum, (içini çekti, ağlaması kesilmiş­ti) O bizi adam yerine koyuyor, her şeyi konuşuyordu, çok şey de öğretiyordu.
          Du du diye konuşma, kendimizi mutlaka affettire­ceğiz ona.
          Gidip anneme danışalım mı?
          Babana danışsak daha iyi olmaz mı?
          Babam hastalan ile meşguldür şimdi. Biliyor musun öyle çok hasta geliyor ki?
          Eh gidelim bakalım.
Kapıyı Kâhya Hüseyin açtı, buyur etti çocukları. Kâsım önde, Mehmet arkada üçüncü kata tırmandılar. Kâsım, annesinin oturduğu odanın kapısını hafifçe tıklattı. İçeri­den çok hoş bir hanım sesi: “Gelin.” dedi, içeri girdiler. Sofanın loşluğundan sonra, oda fazla aydınlık geldi Meh­met’e, bir an gözleri kamaştı; sonra sarı saçları dalga dal­ga omuzlarına dökülen genç kadını seçti. Gergefinin önüne oturmuş iş işliyordu, onlara baktı, gülümsedi, bir şeyler söyledi, Mehmet onu işitmedi, işitemedi; çünkü kadını seyreden küçük kızı görmüştü. Aman Tanrım, bu ne güzellikti böyle; onun da sarı saçları dalga dalga beli­ne iniyordu, fakat gözleri, Mehmet’e kocaman kocaman bakan mavi gözleri, bu gözler Kâsım’ınkilerden daha ko­yu âdeta laciverdimsiydi. Pespembe bir yüzü, minik bir burnu ve kıpkırmızı dudakları vardı, etekleri kabarık beyaz bir dantel elbise vardı üzerinde. Mehmet ağzı açık, kıza bakmaya başladı... Ablaları dahil, sokaklarda, komşu ev­lerde bir sürü kız çocuğu görmüştü o, ama böylesine bir güzellik hiç görmemişti, evet evet hiçbir kızla mukayese bile edilemezdi. Belki büyük dayısının bahçesindeki zam­bak çiçekleriyle yahut ilkbaharda, babasının meyve bah­çesinde açan bahar çiçekleriyle mukayese edilebilirdi ve bittabi kız kazanırdı... Derken genç hanımın sesini duydu:
          Demek meşhur arkadaşın Mehmet, bu yakışıklı de­likanlı, diyordu.
Mehmet bu kadar sersemlemiş olmasa, mutlaka Kâsım’ın annesini, bir erkeğin yüzüne karşı, “yakışıklı” dediği için kınardı! O anda bunu hiç düşünemedi, buda­la bir gülümseme yayıldı yüzüne.
          Gel canım, yaklaş, dedi genç kadın.
Mehmet yaklaştı, kadın onun saçlarını okşadı ve Kâsım’ı kurtardığı için teşekkür etti. Yine budala budala gülümsedi Mehmet.
          Bak bu da Mehmet’in kardeşi Melekşan, dedi Mih­riban Hanım, Melekşan, Mehmet ağabeyine bir selâm versene.
Kız Mehmet’e şöyle bir bakıp utandı, başını annesinin omzuna gömdü.
Kâsım, annesine:
          Biraz önce çok büyük bir kabahat işledik, senden akıl soracağız, diyordu.
Mehmet, “Ben büyüyünce bu kızı alacağım!” diye dü­şünüyordu.
Kâsım bütün olayı, hiç eksiksiz anlattı. Koca Derviş’in kendilerine söylediklerini tekrarlarken yine ağlayacak gi­bi oldu, annesi:
          Evet, dedi, sahiden büyük bir kabahat işlemişsiniz, söz verip de onu tutmamak er kişinin kârı değildir, ayrıca bir zikir meclisinde kıkırdamak, itişmek de son derece ayıp, çok yakışıksız bir hareket. Koca Derviş’in o sözleri­ni hak etmişsiniz doğrusu...
          Ne yapabiliriz? dedi Mehmet, gözlerini Melekşan’dan ayırmadan.
Mihriban Hanım, bu bakışları gördü, hafifçe tebessüm etti:
          Sen, dedi Mehmet’e, Melekşan’ın kusuruna bakma, çok utangaçtır.
          Anneciğim biz size akıl danışmaya geldik, ne yapa­lım, nasıl yapalım da...
          Tamam düşünüyorum. Vallahi durmadan onun karşısına çıkıp el öpüp özür dilemenizden başka bir şey gelmiyor aklıma. Mehmet acaba şeyh babanı da karıştı­ralım mı işin içine, ne dersin o sizin namınıza affetmesi­ni söylese dervişe? Ne dersin?
          Babam söylerse tabii hemen bağışlar da bizi, ama bu bağış gönülden olur mu?
          Bak doğru söylüyorsun, gönülden affetmese de, tabii baban söyleyince... Hım, madem gönülden bir ba­ğış istiyorsunuz siz uğraşacaksınız. Onu her gördüğünüz yerde, edeple yanına yaklaşıp, edeple elini öpmeye çalı­şın ve bu üzüntünüzü ona açık açık, olduğu gibi anlatın. Sizin bu kadar üzülmenize dayanamaz sanırım.
          Peki öyleyse biz şimdi gidelim, tekkenin kapısında oturup bekleyelim, dedi Kâsım.
Sonunda, üç gün güreş yasağı kalkmadı ama, Koca Derviş, gerçekten çocukların üzüntüsüne dayanamayıp onları bağışladı.
2
Böylece günler geçti... Hatice Hanım, kızlarını da alıp Mihriban Hanıma “Hoş geldiniz’e gitti... Yavaş yavaş iki aile arasında da bir dostluk oluştu. Çocuklar, okulda ol­duğu gibi, güreşte de kendi çaplarında başarılı idiler. Ay­rıca aralarından da su sızmıyordu. Günün birinde Kâsım, Mehmet’e: “Sen beni kurtardın, güreşe başlamamı sağ­ladın. Hep yardım ediyorsun, senden çok şey öğreniyo­rum, onun için karar verdim, ben sana Ağam’ diyece­ğim.” dedi. Mehmet bu karardan çok memnun oldu, bir epey büyük ağabey gibi ağırbaşlı: “Ben de sana ‘ada­mım’ derim, ‘kıymetlim’ derim, başka hiç kimseye de böyle söylemem, bir tek sana söylerim.” dedi. Çocuklar, birbirlerini hiç kıskanmadılar, bilakis yardımlaştılar... Ah­met onlara çok az katıldı, katıldığı zaman kabul gördü ama o daha ziyade babasının dizi dibinde oturmayı ter­cih etti. Hem sohbet meclislerine hem de zikre devam ediyordu...
Çocuklar okuldan mezun oldukları zaman dokuz yaşındaydılar. Malatya’da gidebilecekleri daha yüksek bir okul yoktu.
Ali Efendi, Mehmet’e çok özel ve etkili bir konuşma yapıp, onun sohbetlere katılmasını sağladı, fakat Meh­met zikir istemiyordu. “Şimdilik,” demişti babasına: “şimdilik bana müsaade edin, belki birkaç yıl sonra.” Ali Efendi razı oldu, onu daha fazla zorlamak istememişti...Aslında hafi; içten zikirdi hoşlanmadığı, Mehmet’in coş­kun mizacına içten zikir haz vermiyordu. O, Rabb’ini anarken, olanca gönlünü sesine yüklemek, bağrından gelen “Allah Huu” nidasıyla yeri göğü inletmek istiyordu. Şehrin içlerinde kendilerine Devraniler denilen Halvetilerin bir dergâhı ilgisini çekmişti. Onların, ayakta el ele tu­tuşup bir daire teşkil edip ağır ağır dönerek: “La ilahe il­lallah” diye zikretmeleri tam da istediği gibiydi. Bir gün ziyaretçiler arasına gizlice karışıp giriverdiği bu dergâhta, oturanların en arkasına büzülüp, dervişlerle beraber zik­retmişti... İçinin temizlenip ışıklandığı o akşam babasına, niçin Nakşilerin de sesli zikretmediklerini sordu. Ali Efen­di: “Bizler meşrebimiz gereği sükûneti tercih ederiz, çün­kü bu kalplerimize huzur verir ve gönüllerimizi nurlandırır. Hafi zikir her türlü riyadan uzaktır, sesli zikre maalesef gösteriş ve riya karışabilir... Sessiz zikir doğrudan gönüle hitap eder. Doğrudan gönülle yapılır, alışverişi yalnız gö­nülledir. Böylelikle o gönül derinleşir, büyür, yücelir ve sana yollar içinde yollar açar.” dedi. Mehmet, “Benim gönlüm cehrî; sesli zikirle yapılan devranla nurlandı!” di­ye düşündü, babasına bir şey söylemedi.
Sohbet toplantılarına bazen Kâsım da katılıyordu. Hiç ses çıkarmadan, gayet edeple oturuyor, oturduğu yerde uyukluyordu; konuşmalar onu ilgilendirmiyordu... Meh­met’in az çok ilgilendiğini görünce önce şaşırdı, sonra: “Sen bu sohbetlerden hoşlanıyorsun, ben de hat sana­tından. Bu kadar da ayrılığımız olsun ağam bizim arka­daşlığımıza zarar vermez.” dedi. “Tamam adamım, kıy­metlim zarar vermez!” dedi öbürü... Çocuklar, arkadaş­lıklarından büyük haz alıyor ve bozulmasın diye âdeta bi­linçsizce bu ilişkinin üzerine titriyorlardı.
Mehmet Zihni Efendi, Malatya’da Kâsım’a hat öğrete­cek birini ısrarla aramıştı. Sormuş soruşturmuş, dört beş hat sanatçısının eserlerini tetkik etmiş, nihayet Ali Efendi’nin selamlığında asılı olan, “Tasavvuf edepten ibaret­tir” hattının ustasında karar kılmıştı. İsabetli bir karardı, çocuk ustasını çok sevmişti. Abdülkerim Efendi de onu hem seviyor, hem de iyi çalıştırıyordu.
***
Günler tasasız, güzel ve ahenkli geçerken, büyük acı anı geldi. Bir akşamüzeri Mehmet Zihni Bey, son hasta­sını da güzellikle yolcu ettikten sonra, yukarı kata, karısı­nın gergefte masa örtüsü işlediği odaya çıktı:
          Mirim, sol tarafımda bir ağrı var, pek iyiye benzemi­yor, dedi ve divana uzandı.
Uzanış o uzanış; Mihriban Hanım gelip onun ellerini tutmuş, o da yarım yamalak gülümsemeye çalışmıştı ka­rısının güzelim mavi gözlerinin içine bakarak... Böylece giderken mutlu olmuştu, çünkü dünyada en çok sevdiği şeylere bakıyordu.
Sonradan... Mihriban Hanım ya hıçkıra hıçkıra ağlar ya da düşüp düşüp bayılır oldu; ne olduğunu pek de id­rak edemeyen çocuklar perişandı. Ali Efendi bu yeni dostunun cenaze namazını kıldırdığı gibi olaya da el koy­du. Karısını, kızlarını taş konağın harem kısmına yolladı, gelen gidenle meşgul olma vazifesini Koca Dervişe ver­di, kendisi de Mihriban Hanım’ın ailesine, “haber”i veren, samimi, nazik bir mektup yazdı. Cevabi mektup, Meh­met Zihni Bey’in babasının gözyaşları ile ıslanmıştı. Kü­çük oğlunun Malatya’ya doğru yola çıktığını haber veri­yordu... O günden beri Mehmet, Kâsım’ı bir an bile yal­nız bırakmamıştı. Onu evde Ahmet’le paylaştığı odada misafir etmişti bir süre, sonra onunla taş konağa geçti­ler. Mehmet, Kâsım’ın odasında yattı.
Evi Hatice Hanım yönetti, bütün dinî vecibeler yerine getirildi. Küçük oğul, posta tatarları gibi, konaklarda at değiştirerek, ağabeysinin elli ikinci gece duasına yetişti...
          Amcamın gelmesi demek, bizim İstanbul’a dönme­miz demektir, dedi o gün Kâsım, hiç istemiyorum... Ba­bam... Sonra da sen!.. Ne kadar yalnız kalacağım dede­min konağında... O mahallede hiç arkadaşım yok biliyor musun?
          Ben de burada çok yalnız kalacağım.
          Ama senin Koca Derviş’in var!
          Doğru, o var... Bak ne yapalım biliyor musun, senin­le mektuplaşalım.
          Ama söz verip de yazmamak yok!
          Bak ne yapalım biliyor musun, parmaklarımızı kesip, kanlarımızı karıştıralım, kan kardeşi olalım ve o kan üzeri­ne söz verelim birbirimize.
Dediklerini yaptılar, sonra da birbirlerine sarılıp ağlaş­tılar.
Yıl 1628, çocuklar on yaşındaydılar.
Taş konağa başka kiracıların gelmesi, artık Hekim Efendi’nin olmaması, bütün Malatya’yı üzdü; yıllar sonra bile: “Bir iyi hekimimiz vardı ki...” deyip onu andılar.
***
Çocuklar mektuplaşmaya başladılar... Kâsım’ı bir enderun heyecanı sarmıştı. Enderun sarayın özel okuluydu ve devlete mülki ve askerî yöneticiler yetiştirmek üzere kurulmuştu. Hem öğretim hem eğitim veriyordu. Kâsım diyordu ki: “Amcamın kayınpederi ile enderun ağalarının başı olan Kapı Ağasının arasından su geçmez, can arka­daşlarmış. İşte bu adam Nihat Efendi, benim enderuna kabul edilmem için Kapı Ağası ile görüşecek.”
          İşte istediği oldu, saraya giriyor! diyordu Koca Der­viş, artık bize haber gönderir. Yaz adamım, ne görüp işi­tirse, doğru yanlış demeden bize yazsın, biz değerlendi­ririz.
          Oh senin işin tamam, onun işi tamam, Derviş Ağa’m! Ya benimki, ya benim öğrenimim n’olacak?
          Kızanım artık bütün sohbetlere katıldığına göre, abe kısa sürede sen de yetişeceksin.
          Ama olmuyor, yetmiyor ya da ben anlamıyorum her bir şeyi. Konuştukları bazen masal gibi geliyor bana, öyle dinliyorum. Hem ben ilim de öğrenmek istiyorum, babamların yaptıkları gibi sadece ruhi gelişme ile meşgul olmak istemiyorum. Diyorum ki, dinimi önce ilim olarak bileyim, yani zahirî olanını bileyim; manevi yolu anlamak, o zaman daha kolaylaşacak sanki.
          Sıbyan okulunda aldığın öğretim yetmiyor, öyle mi kıymetlim?
          Nasıl yetsin ki Derviş Ağa’m, her çocuk, yani he­men her çocuk bitiriyor sıbyan okulunu. Ben her çocuk­tan daha üstün olmak istiyorum.
          YaaL Demek her çocuktan üstün olmak kızanım! Demek böyle, ben de zaten senin için hep bunu diledim. (İçini çekti, gülümseyip, çocuğun başını okşadı) Te be bir gün gelir inşallah büyük ilim sahibi olursun, çabuk öğre­nirsin, sende bu kafa varken... Bakarsın ulema sınıfına dahil oluvermişsin, bizleri bırakıp İstanbul’a yerleşmişsin, hem de manevi yoldan vazgeçmemişsin.
          Canım taşrada bilgin yok mudur?
          Abe bilginlerin yeri İstanbul’dur, onu derim, onu söylerim... Ama senin hasretine dayanmak çok zordur kızanım, çok zor...
Mehmet, Kâsım’a da içini açıyor, ilim öğrenmek iste­diğini fakat nasıl olacağını, bilmediğini anlatıyor.
***
Günler, yıllar birbirini kovalıyor, iki çocuk muntazam mektuplaşıyordu.
Mehmet artık, kaçıp kaçıp Halveti dergâhına gitmeye, orada zikir meclislerine katılmaya başlamıştı. “Aman,” di­yordu mektubunda; “sen yazarken, sakın bu konuyu aç­ma, bu iş hem babamdan hem de Derviş Ağa’mdan giz­lidir. Çünkü hiç hoşlarına gitmez. Babam biliyorsun benim Nakşiliğe devamımı ister, kendi şeyhine bağlamak ister... Of be, işte Ahmet var, o nesine yetmez! Beni de serbest bıraksın, Halveti olayım istiyorum. Bak bak ya­zarken yine öfkelendim, eskiden bu kadar öfkeli değil­dim, seninle ne güzel anlaşırdık, birbirimize hiç kızmaz­dık... Şimdilerde herkese kızıyorum. Acaba istediklerimi nasıl yapacağımı bilmediğimden mi? Evet evet bu nasıl­lar, beni çok sıkıyor. Sen istediğine kavuştun, ya ben ne­den kavuşamıyorum, dört yanımda engeller görüyorum. Görüyorum değil, var!”
Bazen de Mehmet: “Gözümün önüne yollar geliyor adamım,” diyordu, “kimsesiz tozlu yollar, sarışın yollar... İşte kaçıp o yollara düşmek istiyorum. Koca memleketin kim bilir kaç bucağında kaç tane bilgin, kaç tane şeyh vardır. İnanır mısın hepsiyle tanışmak, görüşmek istiyo­rum. Bana öyle geliyor ki hepsinden alacağım var. Ha ha, görüyor musun, bir de adamları kendime borçlu çı­karıyorum! İçim yanıyor Kâsım, peki neden bu yangın? Aç açık mıyım ki, bu doymazlık neden?”
Kâsım da: “Seni anlayamıyorum galiba, bu ateş bu acelecilik niye ağam? diye soruyordu. “O senin sarışın yollar beni ürkütüyor, biliyor musun? Kendi hesabıma ürküyorum, çünkü ben yerimi buldum, saraydan başka bir yere kımıldamak istemiyorum. Fakat senin adına, cidden endişeliyim, bir deli tay gibisin. Bence ‘nasıllara kızaca­ğına, üzerlerine eğil, iyi düşün; nasıl bir yerlere gidip ilim tahsil edebilirsin, nasıl bir şeyh bulabilirsin, peki o gittiğin tekkedeki şeyhe niçin bağlanmıyorsun? Yoksa babanı ve onun şeyhini beğenmediğin gibi, o zatı da mı beğenmi­yorsun? Bu mektubu Derviş Ağaya okuyamayacağına göre; daha açık yazayım, ne istediğini iyi biliyorsan, ona yap... Ne baban ne de Derviş Ağa’m sana engel olabilir gibi geliyor bana. ‘Nasıllara’, ‘niçinlere’ takılma, yap.”
Bu mektup, elbet Koca Derviş’e okunmadı, içi sızlaya­rak yalan söyledi Mehmet: “Kayboldu!” dedi. Ve Koca Derviş, inanmadığı hâlde inanmış göründü. “Delikanlı­dırlar, elbet benden gizlenecek bir şeyler yazmıştır, eh de­likanlıdırlar!” diye düşündü.
Daha sonraki mektubunda biraz sakinleşmişti Meh­met: “Eğer Koca Derviş’in dediği gibi bilgin olursam, bel­ki İstanbul’a yerleşirim, seninle sık sık görüşebiliriz.” diye yazıyordu.
Çocuklar on dört yaşına eriştiler...
***
Bu arada, yeniçeri cuntasını Damat Recep Paşa vası­tasıyla yöneten Sadrazam Hüsrev Paşa, Erzurum Valisi Abaza Paşayı ilk muhasarasında yenmiş, tutsak paşayı
IV. Murat’a göndermişti... Murat Han, göstermelik bir­kaç azar sözünden başka Abaza Paşa’yı iyi karşıladı ve onu Bosna Beylerbeyi yaptı. Belli ki ağabeysi Sultan Osman’ın kan davasını güden bu zorlu paşadan hoşlanmıştı.
Hüsrev Paşa, pek şiddetli İran savaşlarına komutanlık etti, fakat Bağdat’ı Safevilerin elinden alamadı. Bu yüzden azledildi, yerine Hafız Paşa sadrazam oldu. Ancak bu yeni sadrazam, Hüsrev ve Recep paşaların hoşuna gitmemiş­ti. Bu ikisi, genç padişahı korkutup sindirmek istiyordu. Yeniçeri başkaldırdı, Hafız Paşa, padişahın gözleri önünde şehit edildi. Ve Damat Recep Paşa sadrazam oldu.
“Ancak,” diye yazmıştı Kâsım, “amcam: ‘Padişahımız o iki murdar herifin, kendi arkasından neler yaptığını ve neler yapmak istediğini pek iyi biliyor ve bu pis işi hallet­menin zamanını bekliyor.’ diyor. Neye dayanarak söyledi­ğini bilmiyorum, açıklama yapmadı... Öyle de olmalı, çünkü Murat Han, Hüsrev Paşa’yı Tokat’ta öldürttü. Ha­in adamın kesik kafası İstanbul’da halka sergilendi, tabii biz gidip görmedik.”
Koca Derviş dedi ki:
          Bu IV. Murat Han, abe esaslı bir genç olmalı, hem de adamakıllı cesur, kolay değil cuntanın başını öyle öldürtüvermek. Belki o, kızanım, Abaza Paşa’dan bekledik­lerimizi yapacak; yeniçerilere hadlerini bildirip ocağa bir çekidüzen verecek, muhakkak Valide Sultana da, dev­letten el çektirip, kendisi idareyi ele alacak. Ah Allah’ım ne büyüksün, güldür şu Osmanlı’nın yüzünü...
          Derviş Ağa’m, inşallah dediğin gibi olur, fakat be­nim derdim nedir, biliyor musun; ben Kâsım’a dinledi­ğim bir sohbeti uzun uzun anlattım, bak o bana ne yaz­mış!.. Ben ona İbn Arabî’nin Vahdet-i Vücud fikrini na­sıl sistemleştirdiğinden söz ediyorum, o bana Hüsrev Paşa’dan laf açıyor! Sanki bana değil, sana yazıyor!
Koca Derviş kıkır kıkır güldü:
          Sarı oğlan birkaç sohbete katılmıştı da burada, abe hep uyumuştu.
          Canım o zaman çocuktuk.
          Ya şimdi nesiniz?
          Aman Derviş Ağa’m yakında on beş olacağız, artık bize çocuk deme.
Koca Derviş, omuz silkti:
          İsterseniz yirmi beş, otuz beş, elli beş olun, abe bi­lin ki benim nazarımda hep çocuksunuz. Sizi büyütme­yeceğim, ne yapayım karşımda koca adamları! Lâkin sa­na şunu da söyleyim, sen büyüdükçe daha bir güzelleş­tin, yani pek yakışıklı bir delikanlı oldun. Bilmem ki san oğlan ne hâldedir?!
Yakışıklılık iltifatı, Mehmet’in yüzünü kızartmıştı, sahi­den öyle miydi acaba? Birkaç gün soru, aklına takılı kal­dı, sonra unuttu.
***
Kesik kafanın halka sergilenmesinden sonra, Recep Paşa’nın kışkırtmasıyla yeniçeri cuntası ve halktan ayak takımı sarayın önüne yığıldı ve padişaha en yakın kişile­rin kafasını istediler. Büyük karışıklıklar oldu ve Murat Han, 18 Mayıs 1632’de Recep Paşayı idam ettirdi. Zor­balar 8 Haziranda Sultanahmet Meydanı’nda yine top­landılar. On dokuz yaşındaki Murat Han, divanı ve ule­mayı toplantıya çağırdı. Hepsiyle yüz yüze görüşmeye çıktı. Murat Han, anarşinin devletin temellerine girdiğini, ordunun savaşamaz hâle geldiğini, askerin politikayla uğraşarak işini yapamaz duruma düştüğünü anlattı. Sonra, devleti bir avuç hırsız ve zorbaya yedirmeyeceği­ni, kendisine itaat etmeyen kim olursa olsun, hakkından geleceğini söyledi. O kadar kendinden emin, o kadar et­kili konuşmuştu ki, idareciler ve halk kendisine büyük te­zahürat yaptılar. Böylece Kösem Sultan’ın dokuz yıla ya­kın sürdürdüğü saltanat naibeliği sona erdi. Kırk üç ya­şındaki Valide Sultan, pek üzülerek politikadan ayrıldı, al­tı gün yemek yiyemedi, titremeler ve ateşler içinde yattı.
Sultan IV. Murat, idareyi ele aldı. Ağabeyi Sultan Os­man’ı katleden on yeniçerinin mensup olduğu yeniçeri ta­burunu dağıttı ve Genç Osman olayına uzaktan yakından bulaşmış herkesi öldürttü. Sonra Anadolu’ya geçerek; bulunduğu yerde zorbalık etmiş, devlet malı çalmış, hal­ka zulmetmiş kim varsa idam ettirdi...
O günlerde İstanbul’da tütün ateşinden çıkan ve yirmi bin evi kül eden bir yangın oldu. Sultan Murat, tütün ya­sağı koydu, İstanbul’da yirmi sekiz yıldır tütün içiliyordu ve ulema, şeriata uygun olup olmadığını tartışıp duruyor­du. Kahvehaneler, askerin buralara gelip politika konuş­tuğu gerekçesiyle yerle bir edildi. İsteyen evinde kahve içebilecekti, fakat tütün evde de yasaklandı...
Tütün hakkında ulema tartışması, elbet Malatya’ya ka­dar geldi, Ali Efendiye fikri soruldu. “Kanaatime göre, şeriata aykırı değildir, fakat içene zararlıdır.” dedi.
Tütünü çok merak eden ve bir fırsat çıksa da içsem, diye düşünen Koca Derviş fena bozuldu.
          Baksana abe, içene zararlıdır, dedi şeyhim. Şimdi benim içmem olmaz, vah olsun bana!
          Canım bir kere iç bak, hiç olmazsa neymiş görür­sün, dedi Mehmet.
          Şeyhim efendimin zararlı dediği şey bir kere değil, yarım kere bile yapılmaz.
Şeyhe bu kadar bağlılığı, Mehmet’in daha ne kafası ne gönlü alıyordu, ses çıkarmadı, fakat Koca Derviş’e üzün­tüsünü unutturmak için çoktandır aklına takılan bir şeyi sordu:
          Kuzum Derviş Ağa’m, bana şu nefis ne menem şeydir anlatsana.
          Haa, bak anlatayım adamım kıymetlim! Abe bili­yorsun Peygamber’imiz Efendi’miz, Tebük Savaşından dönerken çevresindekilere: “Küçük savaştan büyük sa­vaşa dönüyoruz.” demiş. İşte bu büyük savaş, nefisle mücadeledir. O, nefsiyle mücadele edenin gerçek savaş­çı olduğunu da söylemiştir.
          Bunları sohbetlerden biliyorum, nefis nedir?
          Nefis! Hımm, abe nasıl anlatsam ki; ruh mu de­sem, ruhuyla bedeni ile insanın kendisi mi desem... Her ikisini de iddia eden din bilginleri çıkmıştır. Şeyhime gö­re, ruhuyla bedeni ile insanın kendisidir. İnsanın şu kötü, geçici dünyaya fazla bağlanmasıdır... Öyle bir bağlanma ki, maneviyatı tamamıyla terk ettirir.
          Sen mesela politikayla meşgul olarak, öyle mi ya­pıyorsun?
Aslında Mehmet bu soruyu, biraz da Koca Dervişe ta­kılmak, onu azıcık kızdırmak için sormuştu. Fakat o, hiç kızmadı, dedi ki:
          Hayır, hayır abe benim maneviyatım tamdır. Politi­ka sonra gelir, güreş de işimdir, bunları böyle bil!.. Ma­mafih, dediğin gibi politikayla meşguliyet, belki nefsimin tam arınmamasındandır abe, tabii öyledir. Kim oluyorum ben ki, nefsimi temizledim diye ortaya çıkayım! Şimdi bütün politikacılar büyük nefis sahibi demek gibi bir şey çıktı bu lafımdan. Onu demek istemedim, politika da bir meslektir. Nefis sahibi olup olmamak, onun politik dav­ranışlarıyla ilgilidir. Ben sadece kendim için konuştum, ne de olsa hakir bir dervişim ben, politika neyime, doğ­ru. Eveet, ne diyordum, insanda ona yapışık sanki ikinci bir varlıktır nefis. Eğer onu şımartırsan büyür ve senin ru­hunu kemirir.
          Şeytan gibi bir şey!
          Belki, bir bakıma... Abe şeytan daha ziyade insana vesvese verir. Görüyorsun nefisle mücadele her kişinin kârı değildir, er kişinin becerebileceği bir şeydir. Yani O Sevgiliye yakınlaşmış, şüpheden ve yalandan kurtulmuş kişiler yapabilir bunu.
          Önce kolay şeylerden başlayıp, zoruna doğru git­mek gerekir belki.
          Abe iyi bildin adamım! Bir de ben ilave edeyim ki bu işin daha kolayı, bir ruhi gelişme yoluna girmekle olur, Allah o zaman daha çok yardım eder... Böylece in­sanın içindeki nefis melekeleri azalır, ruh melekeleri artar.
İş, benliğini şu dünyanın pisliklerine dalıp gitmekten kur­tarmak.
Mehmet deminden beri kendine ait bir tarif arıyordu, nihayet buldu:
          O hâlde, dedi, nefis için şöyle bir tarif yapabilir mi­yiz: Nefis, bütün maddi arzuların toplamıdır. Olur mu?
          Abe ne güzel söyledin kıymetlim! Evet, nefis baş­kaldırdıkça, senin tarifinle, maddi arzular çoğaldıkça, onların tepesini ezmen lazımdır; çünkü nefisle savaşacağı­mıza göre, onu önce düşman bilmen gerekir.
          Sağ ol be Derviş Ağa’m, şimdi kafamda daha bir berraklaştı nefsin ne olduğu.
          Sen daha çok sağ ol! Bak örneğin senin ruhi yanın Kâsım’ınkinden kuvvetlidir, o nefsine daha düşkündür.
Mehmet düşünceli düşünceli gülümsedi, dedi ki:
          Yani ikimiz bir denge oluşturuyoruz, onun için mi seviyoruz birbirimizi?
          Olabilir, birbirlerinin pek de aynı olanlar, ne hikmet­se, sizin gibi güzel güzel geçinemezler. İlgileriniz değişik, abe her ikiniz de kendi alakalarınızı ayrı ayrı sürdürüp bir­birinizi çok sevmeye devam ediyorsunuz. Abe ne güzel şeydir sevmek kızanım! Sev her insanı, her şeyi, her ya­ratılanı! Çünkü Allah her şeyi, her insanı sevgisinden ya­rattı.
          Her insanı sevemem, çünkü birçoğu beni kızdır­makta!
          Abe ne demiş Yunus, unuttun mu yoksa: “Yaratıla­nı severim/ Yaradan’dan ötürü"
          Ah bir Yunus olabilsem, dedi Mehmet, bütün hırsı­nı sesine yükleyerek, sonra bu ses düştü kırıldı. Bir za­manlar, dedi, daha çocukken sarışın, mavi gözlü bir kız çocuğu görmüştüm. Şimdi düşünüyorum da, o kıza tu­tulmuşum meğer ben. Çünkü onu görür görmez; “Ben bu kızı alacağım.” diye geçmişti aklımdan. Şimdi ne za­man şiir düşünsem, aklıma Yunus gibi, Yaradan gelmiyor da, sanki o kız, büyümüş hâliyle salınıyor önümde.
Koca Derviş, bu mavi gözlü sarışın kızın kim olduğunu hemen anladı ama renk vermedi, bir şey belli etmedi.
          Abe hâlâ tutkunsun o kıza, öyle mi?
          Bilmem ki zaman zaman aklıma düşüyor tabii. Şimdi nasıldır, neye benzemiştir, hâlâ o kadar güzel mi? İşte böyle şeyler...
          Öyle olduğu zamanlar için yanıyor mu?
          İçimde dolaşan yanma değil galiba, belki bir sızı! Bırakalım bunları Derviş Ağa’m, şimdi var mısın bir gü­reşe?
          Abe varım.
Aslında Koca Derviş’in canı güreşmek istemiyordu ama, Mehmet’in gönül karmaşasını, sanki şu anda bir şeyler kırıp dökmek istediğini anlamıştı.
Güreştiler.
Güreşirken Mehmet hep düşündü; neden Melekşan aklına gelince içi içine sığmıyor, neden hep maddi güce dayanan bir şeyler yapmak istiyordu, neden, neden?! O kız bir bahar çiçeği idi ve onun için asla erişemeyeceği bir hayaldi. Nasıl meyve bahçesindeki çiçeklere dokuna­mıyor, onları koparamıyor sadece sakınıp esirgeme duy­gusu büyüyorsa içinde, bu kıza da aynı şeyleri hissedi­yordu. Ona da asla dokunamazdı, çünkü ezkaza doku­nursa, Melekşan’ın boynu bükülüverecek, lacivert gözle­ri dolacak; sararıp solacak ve yok olacaktı!
***
Mehmet, Melekşan’ı sonsuza kadar esirgemek istiyor­du. Bunun maddi güçle bir ilgisi yoktu; sadece derin, ge­niş, çok boyutlu bir sevecenlik söz konusuydu. Bazen şi­irleriyle bu çelişkili duygularını anlatmaya çalışıyor, fakat kullandığı sözcükleri çok yetersiz buluyor, şiir doldurdu­ğu kâğıtları yırtıp atıyordu. Velhasıl içindeki bu inanılmaz heyecanı, tutkuyu, sevecenliği ne yapacağını hiç bilemi­yordu. İşin tuhafı, son bir yıldır bu hâle düşmüştü, ondan önce Melekşan’ı sadece çok güzel bir kız çocuğu olarak hatırlamıştı. Soruyordu kendi kendine: “Aşk mıdır bu?”
Fakat bir cevap bulamıyordu... Mehmet aşkı sohbetlerde öğreniyordu ve o aşk, Allah’a duyulan aşktı. Başkasını bi­lemiyordu. Koca Dervişe bir sızı olduğunu söylemişti, öyleydi ama sadece sızı değildi, yakan bir hasretti, yakan bir istekti. Ve Melekşan gözünün önünde, o küçük kız hâliyle değil, on beşinde taze bir bahar dalı gibi dolaşı­yordu! Sanki o, bu kirli dünyaya ait değildi; Melekşan sa­hici bir melekti! Mehmet ona sadece yaklaşırsa bile kız kirleniverecekti; çünkü Kur’ana göre melekler insanları, kan dökücü ve bozguncu yaratıklar olarak görürlerdi. Eh Mehmet de bir insan olduğuna göre!
Bazen Kâsım’a yazdığı mektuplarda, Melekşan’a dair bir şey sormayı, hiç olmazsa nasıl, ne hâlde olduğunu sormayı hayal ediyordu. Bu hayalle birkaç gün oyalanı­yor, mutlu oluyor; sonra kâğıdı kalemi alınca eline, o he­yecanı, bir çeşit çekingenliğe dönüşüyor, hiçbir şey soramıyordu. Canım Kâsım da ne biçim arkadaştı? Hiç insan ailesinden bir haber vermez miydi?!
Sanki Mehmet, babasından, ablalarından, annesin­den, Ahmet’ten bahsediyordu da, oturup Kâsım’a kız­mayı kendine hak görüyordu! Böyle düşününce büsbü­tün sinirleniyordu. Nihayet oturup ailesi hakkında detay­lı bir mektup yazdı; ablalarının evlendiklerini söylemeyi de ihmal etmedi.
Tahmin ettiği gibi Kâsım’ın mektubu da ailesi hakkın­da oldu. Annesinin hep yorgun, bitkin olduğunu, ince hastalıktan korktuklarını; Melekşan’a kısmetler çıktığını, fakat kızın hepsini reddettiğini, bütün gün ut çalarak va­kit geçirdiğini söylemiş: “Melekşan’ın evlenmek isteme­diğine memnun oldum. Sanırım ben onu kimselere ver­meye kıyamam. Zaten evlenmek için daha çok genç, bizden bir buçuk yaş kadar küçüktür biliyorsun, şimdi on beşinde.” diye de ilave etmişti...
Melekşan, Mehmet için erişilmez bir hayaldi. Onunla evlenmeyi, çocukluğunda yaptığı gibi kolayca aklından geçiremiyordu, ama taliplerin reddedilmesinden çok memnun oldu. Bu memnuniyetin nedenini de kendine sormaya utandı... “Baksana bütün gün ut çalıyormuş.
Demek bu kız bir sanatçı!” diye düşündü. Meler çalabileceğini hayal etmeye çalıştı ama müzikle ilgili olmasına rağmen, konu hakkında bilgisi, tekke musikisiyle sınırlıy­dı. Mehmet’te hayalin sınırı yoktu elbette; onun için çok güzel bir şiir yazacağını, şiirin besteleneceğini ve kızın o şarkıyı, kendisi için yazıldığını bilmeden çalıp söyleyece­ğini düşündü. Bu düşünce onu günlerce meşgul etti, sonradan yırtıp atacağı yeni şiirler denemesine ve yaz­maya çalışırken çok mutlu olmasına sebep oldu.
***
Bir gün Koca Dervişe, neden hiç evlenmediğini sor­du: “Sünnettir evlenmek, değil mi?”
          Doğrusunu istersen, her hâlimle peygamberimize uymaya çalışıyorum, fakat nedendir bilmem, bu yola gi­rince abe kadına, kıza ilgim kayboldu. Evet, o evlenmiş, Müslümanlara da evlenmelerini tavsiye etmiş ama bile­miyorum abe, bu bendeki isteksizlik nedendir... Bütün umudum, bir gün bu hâlimin geçeceği. Belki yolumda daha ilerlersem, daha bir tekâmül edersem... Kim bilir, O Sevgili elbet, bana da bir hanım nasip etmiştir... O’nun nasibi olmadan olmaz, bilirsin. Neden sordun, senin ni­yetin var mı yoksa?
Mehmet birden kıpkırmızı oldu, yüzünün yandığını his­sedince, utanıp daha bir kızardı ve:
          Hayır, dedi, hayır böyle bir niyetim yok. Belki ben de senin gibi yapacağım da...
          Yok abe yok, benimki kızdan kadından kesilme, abe hiç normal değil, sakın bana özenme! İnşallah vakti saati geldiğinde seni evlendiririz. Şimdiden böyle karar­lar alma, biz Hristiyan rahipleri değiliz ki, abe evlenmeye­lim... Sen hele artık kararını ver de, gel şeyhimin şeyhi­nin elini öp, babanın istediği gibi ve gir artık yoluna... Sen evlenmekte değil ama bu işte epey geç kaldın.
Mehmet içini çekti, belki de gün bugündü. Artık hiç ol­mazsa Derviş Ağasına itiraf etmesi gerekiyordu... İçinde bir ses: “Tam Melekşan’dan bahsederken, şimdi bu konu niye?” diye sordu. Kesin ve sert bir ses ise: “Ne Melekşan’ı, saçmalama. Sadece Dervişe niçin evlenmediğini sor­dun, cevabını aldın, yetti bitti.” diye konuştu ve: “Artık iti­rafın zamanıdır, hadi!” diye emretti.
          Derviş Ağa’m, sana bir şey diyeceğim. Şimdilik ba­bama söyleme, aramızda kalsın, dedi ve sustu.
          Abe konuşsana, ne susarsın be yahu?
          Ben... Şey, epeyden beri şehirdeki Halveti tekkesi­ne devam ediyorum, benim nasibimin orada olduğuna inanıyorum... Ve de artık kararım tamdır, ben.. Şeyh Hü­seyin Halvetinin elini öpecek ve ona biat edeceğim.
Koca Derviş’in gözleri hayretle büyüdü, ağzı bir şey söyleyecekmiş gibi açıldı, sonra kapandı. Bir epey ko­nuşmadı; içinde fırtınalar kopuyor; Mehmet’i omuzların­dan yakalayıp sarsmak “Sen babanın, benim şeyhimin istediğini nasıl yapmazsın, nasıl onun sözünü yere düşü­rürsün? Sen ne nankör oğulsun, koynumda yılan mı besledim yoksa?” demek istiyordu. Kendini sakinleştir­meye çalıştı, gönlünden; “Güzel Allah’ım Sana sığın­dım!” dedi ve ağır ağır konuştu:
          Ben şimdiye kadar şeyhimin hiçbir sözünü yere dü­şürmedim, abe bunu senin yapman beni şaşırttı... Lâkin belki bir hevestir bu. Bilirim sesli zikirden hoşlanırsın sen... Evet senin mizacına daha uygun belki sesli zikir... Olabilir. Ancak yol, sadece sesli veya sessiz zikirden iba­ret değil ki... Bir şey bilir ve onu söylerim, yol babanın, Şeyh Ali Çelebi el-Nakşibendi’nin yoludur... Yol, edeptir abe yalnız edepli insanlar yolda yürümeye hak kazanırlar.
          Derviş Ağa’m, bana edepsiz mi demek istiyorsun? De, hakkındır, ben senin ellerinden öperim, o kadar. Lâ­kin ne olur bana kızma. Ellerinden öperek rica ederim, beni anlamaya çalış, beni değil, sadece gönlümü anla. Çünkü gönül beni oraya sürükledi, vallahi yalanım yok­tur. Heves değil, sadece gönlümün arzusudur bu.
Mehmet’in gözleri dolmuştu, iki damla yaş yanaklarına yuvarlandı. Derviş Ağa’sı bunu gördü, içi kıyılıverdi bir­den. Gözünden aziz kıymetlisine eziyet mi çektirecekti o!..
Dedi ki:
          O Sevgili’nin nasibi neyse o olur kıymetlim. O’nun sözüne karşı gelmek abe hangi kulun haddine. Evet na­sip meselesi... Benim de senden bir ricam var, abe hiç olmazsa bir yıl daha bekle, on yedine bas, birkaç ay da­ha bekle, abe öyle karar ver.
          Emrin olur Derviş Ağa’m.
***
On sekiz ay geçti ve Mehmet, Şeyh Hüseyin Halveti’nin elini öpüp ona biat etti.
Babası, onun ve Derviş Ağa’sının tahminlerinin aksi­ne, kızmadı, onu azarlamadı. Konuşurken sesi titredi o kadar:
          Allah’ın arzusu ve emri olmadan bir yaprak bile kı­mıldamaz, dedi, demek O, böyle istemiş. Var git oğlum nasibinin peşinden, uğurlar olsun... Benim dualarım her zaman senin içindir.
İcabında kıymetlisini, adamını savunmak için, konuş­mada bulunup kapı yanında diz çökmüş bekleyen Koca Derviş ağlamaya başladı. İçinden, “İşte teslimiyet bu, iş­te teslimiyet bu! Abe ben ne kadar hakir bir kulum ki, bu teslimiyetin ‘t’ sinde bile değilim.” diye kendini yiyip bitir­di... Mehmet; “Konuşurken sesi titredi, onu üzdüm...” di­ye tedirgin oldu, sonra içinden bir ses: “Lâkin,” dedi, “tam teslimiyet içinde olsaydı, hiç sesi titrer miydi!..” Mehmet: “Mamafih onu üzdüğüm için ben de üzüldüm, cidden üzüldüm... Şu dünyada baba hakkı var, ben bu hakkı çiğnedim. Allah’ım beni bağışla!” diye, o sese ce­vap verdi.
Mehmet babasının tekkesindeki sohbetlere katılmak­tan da vazgeçti, Halveti dergâhının sohbetlerine katılma­ya başladı...
Halvetilik; bir bakıma ehlibeyit sevgisinden doğmuş, bu sevginin yoğun olduğu bölgede, Horasan’da meyda­na çıkmıştı. Kurucusu Seyyid Yahya Şirvanî idi. Onun şeyhi Abdullah Siraceddin Ömer’di. Bu zat, halveti çok seviyordu. Ömrü boyunca pek çok kere halvet çıkarmış, bu yüzden ona “Halveti” lakabı verilmişti... Seyyid Yah­ya’nın yolladığı bazı halifeler Anadolu’ya gelmiş, Osmanlı topraklarında Halvetiliği yaymışlardı. Özellikle Osman­lI’nın yükseliş döneminde, birkaç Halveti şeyhi, padişah­ların savaşlarına katılmış, dualarının bereketiyle askere destek olmuşlar, Bayezid, Yavuz, Kanuni gibi sultanlar­la yakınlaşmışlardı.
Mehmet, hemen her gün Koca Derviş’e, Haivetilik hakkında bilgi veriyordu. Aslında Koca Derviş, dinler gö­rünüp onu pek dinlemiyordu. İçinden, “Ben Nakşiyim, ne yapayım Allah’ın Halvetiliğini, bilip de ne olacak!” di­ye geçiriyordu. O gün, Mehmet:
          Doğrusu Haivetilik görünüşte pek basit; uyman ge­reken üç temel kural var; zikr-i daimî, sıddıkiyet yani doğ­ruluk dürüstlük ve teslimiyet! Ayrıca yapılacak şeyler Al­lah’ın yedi isminden hangisi nefsinde tecelli ettiyse, kelime-i tevhit ile birlikte o isimle zikretmek, kelime-i tevhi­de devam etmek yani... İşte bu kurallara uyan derviş, rü­yaların ışığında nereye ulaştığını anlayabiliyor. Evet, nasıl buldun?
          Çok güzel, çok güzel!..
          Derviş Ağa’m sen beni dinlemiyorsun, çok güzel, deyip yasak savıyorsun. Hâlbuki ben senin fikirlerini öğ­renmek istiyorum, tamam mı!
          Ne yani ben beğenmezsem, Halvetilikten vaz mı geçeceksin abe?..
Mehmet bir düşündü, sonra başını iki yana salladı:
          Yo hayır, vazgeçmem!
          Te be öyleyse ne sıkıştınp duruyorsun beni?
Mehmet’in sesi sert ve küstah çıktı:
          Seni bildim bileli benim bütün heyecanlarımı pay­laştın, şimdi derdin nedir ki paylaşmıyorsun? Hâlâ, bir türlü kabul edemedin Halveti olmamı!
          Şeyhim dedi ki: “Allah’a giden yollar mahlûkatın ne­fesleri sayısınca çoktur. Yol ehli birbirine tercih edilemez.”
Senin Halvetiliğine bir şey dediğim yok. Baban da söyle­medi biliyorsun, dervişlerden de kimse bir şey söyleme­di. Ama, gel heyecanı paylaş dersen, paylaşamam; çün­kü içimde bir heyecan duymuyorum, olmayan şeyi de nasıl paylaşırım?
Mehmet, daha ziyade sinirlendi. Ona göre ne olursa olsun, kendisine ait bir hoşluk olursa, Koca Derviş bu hoşluğu paylaşmalıydı, aksi hâlde “Derviş Ağa’lığı” nere­de kalıyordu! Sinirlenmekten çok, belki bir hayal kırıklığı idi bu, çünkü göğsünün ortasına bir yumruk yemiş gibiy­di. On yedi yıllık ömründe, Derviş Ağasından dolayı ilk defa oluyordu bu hâl. Yine de bir şey belli etmemeye dik­kat etti; ona gülümsemeye çalıştı. Hayır, yalancıktan gülümseyemezdi o, kasları ona itaat etmezdi...
          Haydi ben gideyim artık, dedi yavaşça, yerinden kalktı, onun yüzüne bakamadan uzaklaştı, arkasında gönlü kırık bir Derviş Ağa bırakarak. Koca Derviş’in ak­lından: “Sadece kendi duygularını önemsiyor, benimkile­re hiç aldırdığı yok!! diye geçti, “Oysa ben ona öğrettim değil mi, kendinden önce karşındakini düşüneceksin di­ye... Önce ben değil, önce sen diyeceksin diye...”
IV. Murat’ın taviz tanımayan çok sert idaresi; zorbalar­dan başlayarak sigara içenlere kadar uzanan idam karar­ları, koca OsmanlI’nın halkını korkutup sindirmişti. Fakat aynı zamanda ülkeye sulh ve sükûn egemen olmuştu. En basit zabıta olaylarına bile pek rastlanmıyordu.
Ve böylece, 1635’te Mehmet on yedi yaşındayken Hal­veti olmuş, Kâsım, enderundan mezun olarak saraya önemsiz bir kâtip olarak atanmış ve Sultan IV. Murat; Bi­rinci İran Seferine çıkmıştı... Murat Han ordusuyla İstan­bul’dan ayrılırken Sadrazam Tabanıyassı Mehmet Paşa da, padişahı karşılamak üzere, emrindeki kuvvetlerle, Di­yarbakır’dan çıkıp Erzurum’a doğru hareket etmişti... Sultan ağır ağır yol aldı, orduda dehşetli bir düzen, asa­yiş ve mutlak sessizlik hüküm sürüyordu. Geçilen her şe­hir ve kasabada zorbalar, rüşvetçiler, adil karar vermeyen kadılar, bir vezir, bazı beylerbeyleri, halktan kabadayılık taslayanlar yakalandı ve idam edildi.
Haberler, Malatya’ya da geliyor, Koca Derviş gözyaşla­rı içinde Mehmet’e dertleniyordu:
          Te be biliyorum, memleketimizin huzuru için kıy­dıkları, kıyılması gerekenlerdir. Elbet bilirim de yüreğim dayanmaz, çoluk çocuklarını düşünürüm en çok, n’apayım ağlarım böyle. Acaba hapsetseydi, abe ne dersin kıy­metlim, tümünü hapsetseydi, olmaz mıydı?
          Olmazdı herhalde Derviş Ağa’m, biz koca sultan­dan daha mı iyi bileceğiz!
          Doğru, o sultandır; memleketin, halkın düzenin­den, mutluluğundan sorumludur. Bense hakir bir derviş, aklım elbet ki onunki kadar uzununu almıyor. Amma veIakin işte bu yürek. Te be böyle durumlarda kurunun ya­nında yaş da yanar, onlar için de ağlıyorum ben.
          Unutma, Murat Han, altı yıl devleti uğraştıran, se­nin Abaza Mehmet Paşayı bir kuru azarla geçiştirip Bos­na’ya vali tayin etti, başını almadı. Demek hak hukuk gö­zetiyor. Sıkma canını sen... Hem ben sana mı öğretece­ğim Derviş Ağa’m; her şeyin, her olayın üstünde O Sev­gili, var! Öyleyse O’nun takdiridir bu olaylar.
Koca Derviş, gözyaşlarını hemen sildi:
          Ben de gittikçe sulugözlü oluyorum. Eskiden bu kadar değildim. İhtiyarlıyor muyum nedir, dedi.
Sultan Murat, dokuz gün Erzurum’da kalıp, temmuz ayında iki yüz bin asker ve yüz otuz ağır topla hareket et­ti ve ayın sonunda Revan muhasarası başladı... On bir gün sonra Revan teslim oldu. Bir zamanlar Kanuni Sultan Süleyman’ın alamadığı Revanın bu kadar çabuk ele geçi­rilmesi, büyük akisler uyandırdı. Revanda cuma namazı­nı, sultanın yakın dostu Şeyhülislam Yahya Efendi kıldırdı. ***
Heyecanı paylaşıp paylaşmama konusunun ardından birkaç gün geçti. O gün Koca Derviş meyve bahçesinde bir şeftali ağacına sırtını dayamış Kuran okurken Mehmet geldi, yanı başına edeple oturdu, okuduğu surenin bit­mesini bekledi. Sonra; ağır ağır konuştu:
          Senden özür dilemek istiyorum Derviş Ağam, de­di, bir çocukluk yaptım... Senin yanında inanılmaz şıma­rıyorum. Zaten eskiden beri bir Ayşe ablama şımarırdım bir de sana... Ama o yaptığım şımarıklığı da geçti. Nasıl anlatayım bilmem ki, birden sinirleniverince karşındaki­nin kim olduğunu unutuyorum. Sen bana derdin ki, ön­ce sen demesini öğren... Ben de öğrendiğimi sanırdım, görüyorsun öğrenememişim işte. Bana kırgın olduğunu hiç hesaba katmadan, senin duygularını hiç hesaba al­madan, kendi keyfimi düşündüm. Evet büyük haz alıyo­rum Halvetilikten ve hiç düşünmeden... Keşke suratıma iki tokat atsaydın... Biliyor musun, iki üç gündür düşünü­yorum da, galiba benim nefsim çok kuvvetli! Ne olur ba­ğışla, kaç gecedir gözüme uyku girmedi...
          Kıymetlim, abe kıymetlim sen de çok uzattın ama, dostlar arasında olabilir böyle şeyler. Aslında senin heye­canın, coşkun benim heyecanım ve coşkumdur, bunu böyle bil... Abe neden bilmem pek keyifsizdim o gün. Ve biliyor musun yine nedenini bilmiyorum, sana ders çalış­tırmaya başladığım günden beri, senin hep bir gönül adamı, bir Nakşi dervişi olacağını düşleyip dufdum, ken­dimi inandırdım buna, bu yüzden olmalı... Yoksa abe ben sana hiç kırılmadım ki o gün kırılmış olayım. Haydi artık, unuttuk gitti, tamam mı?
Mehmet onun elini öpüp başına koydu, sonra birbirle­rine sarıldılar sıkıca.
***
İki yıl Mehmet’in keyfi yerinde gitti. Yolunun derslerine sıkıca sarılmıştı, hiçbir sohbet toplantısını kaçırmadı, zi­kir meclislerinde daima bulundu... Müritler arasında şey­hin dikkatini çekecek kadar coşkulu ve aynı zamanda edepliydi. Coşku evet, fakat hiçbir taşkınlığı yoktu.
Sonraki aylarda, büyük bir Allah korkusu sardı içini... Her zaman korkmuştu Allah’tan, ama bu kez başkaydı; son derece rahatsız oluyor, çünkü kazara bir şirke bula­şacak diye ödü kopuyordu. Namazlarını O’nun önünde duruyormuş gibi dikkatli kılmaya özen gösteriyordu. An­cak ne kadar özense de yine her namazda bir iki hata ya­pabiliyor, haydi yeni baştan kılıyordu. Allah, onun için da­ima kızgın ve cezalandırıcı bir Varlık’tı. Korkuyordu.
Şeyhi Hüseyin Efendi, müritlerine, gece yattıktan son­ra, yaşadıkları günü mutlaka gözden geçirmelerini, üze­rinde düşünmelerini ve o gün Mevla’nın emirlerini ve ya­sakladıklarını nasıl uyguladıklarını sorgulamalarını söyle­mişti.
Öyle düşündüğü geceler Mehmet, tedirgin olmaya başladı çünkü, “Bugün O’nu kızdırdım”dan gayri bir hü­küm gelmiyordu aklına... Kendini çok günahkâr ve peri­şan hissediyordu. Oysa Koca Derviş ona, hep O Sevgili’nin rahmetinden, bağlayıcılığından bahis açmıştı... Şimdi ise Mehmet’in kafası adamakıllı karışmıştı. Kalbi suskundu...
Zamanla bu tedirginlik o kadar arttı ki, Mehmet’in Hal­veti olmaktan duyduğu mutluluğu, heyecanı sildi süpür­dü. Bütün dünyası suçlar ve cezalardan oluşmuş gibiydi. Kendini hep suçluyor, öz kalbini kemiriyor, tırtıklıyordu. Bazen de gözüne koyun gibi görünen tekke arkadaşları­nı müritleri, dervişleri suçluyor yine kendi kalbini ısırıp kemiriyordu. Kimseyle konuşamıyor, kimseye derdini açamıyordu. Ancak Kâsım’a sayfalar dolusu mektuplar yazıp, pek de sebep göstermeden duygularından, can sı­kıntısından, tedirginliğinden bahsediyordu. Kâsım, ona şeyhiyle veya Koca Dervişle konuşmasını salık verdi. Mehmet’in, buna cesareti yoktu, Hüseyin Efendi ile gö­rüşmeye edep ederdi. Hem onun o yumuşacık kahve­rengi bakışları önünde: “Efendim ben durmadan günah işliyorum.” demeye nasıl cesaret edebilirdi? Koca Derviş’e açılmayı da kendine yediremiyordu, ya: “Sen yolu­nu o kadar öv, Halveti olmakla o kadar övün, şimdi zora gelince kendi yoldaşlarını arama, bana gel!” derse! Meh­met aylardan beri kendine ettiklerinden öyle yorgun, bezgin ve kafası öyle karışıktı ki, Derviş Ağasının ona as­la böyle bir şey söylemeyeceğini, hatta kafasından bile benzer düşünceler geçirmeyeceğini akıl edemiyordu.
Kendi yoldaşları ile hiç konuşamazdı, çünkü en ufak bir alay yahut kınama karşısında kendisini tutamaz, o müri­di dövebilirdi!
Halveti tekkesine devamı bir buçuk yılı bulmuştu; Mehmet’in yüzünden düşen bin parçaydı!.. Bir gün Koca Derviş ona sordu:
          Abe kıymetlim, aylardır sana dikkat ediyorum be ya­hu; pek sinirlisin, yüzün de daima asık, ne oluyor kızanım?
Meyve bahçesindeydiler, şeftalileri toplayıp dikkatle dervişlerin alacağı sepetlere yerleştiriyorlardı. Mehmet, elinde şeftaliler, kalakaldı... Bir cevap veremedi, sustu. Koca Derviş üsteledi:
          Te be senin benden saklın gizlin mi var?.. Yoksa o sa­rışın mavi gözlü kız mı düştü yine aklına. Ben öyle sandım, bekledim ama, artık merak ediyorum abe, ne oluyor?
Mehmet elindeki şeftalileri sepete gelişigüzel bırakıver­di, yere çöktü. Koca Derviş de hemen karşısına oturdu.
          Kız meselesi değil, bakma sen ona, o benimle hep yaşar da... Galiba da hep yaşayacak, neyse... (içini çek­ti) Derviş Ağa’m, bu sorun, bir başka sorun!
          Bak kızanım, kişi bir yola düştü mü, başına çok şey gelir. Mürit dediğin, derviş dediğin hâlden hâle geçer, ba­zen de geçemez, birine takılıp kalır. Kötü olan bu; takıl­mak. (durdu, düşündü, sonra hiç o değilden Mehmet’in ağzını aradı) Güzel Allah’ıma sığınırım abe, ama olabilir insan, isyana bile kalkabilir! Yolculuk bu, belli mi olur!
Mehmet’in yüzü birdenbire aydınlandı, dedi ki:
          Bak ben bunu unutmuşum, doğru ya, insan hâlden hâle geçer... Oysa sohbetlerden bilirim yolcunun hâlden hâle geçtiğini, bazen umutlu, bazen umutsuz ol­duğunu, bazen neşeli, bazen sıkıntılı... Ve daha da deği­şik hâller. Evet öyle ya! Fakat bir öfke bürüdü ki içimi... Bu öfke ile bildiklerimi de unutmuşum.
          Abe kime karşı bu öfke?
          Kime olacak kendime tabii.
Koca Derviş rahat bir nefes aldı:
          Anlat hele, dedi.
          Bak Yaradan’ın gazabının şiddetli olduğunu biliyo­rum, bundan başladı korku.
          Allah korkusu vardır elbet, seni sevmeyeceğinden doğan bir korkudur o.
          Benimki şirke düşmek korkusu olarak başladı, bu yüzden hattâ Peygamber’imize dahi gereken sevgiyi duy­mamaya çalıştım... Sonra namazlarım hep kusurlu; hep tatsız, davranışlarım kırıcı olmaya başladı. Bizim zavallı müritleri koyun gibi görüyor, onlara da kızıyordum. Adam yerine koymuyordum onları da velhasıl. Velhasıl O’nun gazabının korkusu... Kendimi çok suçlu, çok gü­nahkâr hissediyorum.
Derviş Ağa’sı sözünü kesti:
          Gazabı şiddetli ama rahmeti ondan daha fazla. O Sevgili’nin rahmetini, bağışlayıcılığını, esirgeyiciliğini, biz insanlara yaptığı lütufları neden düşünmüyorsun?
Mehmet son derece saf:
          Bilmiyorum, dedi, hiç gelmedi aklıma. O kadar korku bürüdü ki beni, bütün yaratılmışlara da kızdım za­man zaman... Bana günah işletiyorlar diye düşündüm.
          İnsan kendi işler günahını, kimse kimseye günah işletemez. Bak aklıma ne geldi; bir içkici adam vardı, gel­di şeyhime yakındı, arkadaşları onu günaha sokuyorlar, zorla içki içiriyorlarmış, diye... Şeyhim de sordu: “Elleri­ni, ayaklarını bağlıyorlar, zorla ağzını açıp içine içki mi döküyorlar?” “Hayır.” dedi adam, “Israr ediyorlar!” Şey­him de: “Israrda bir zorlama yoktur.” dedi. “Zorla güna­ha sokamaz kimse kimseyi. Israra dayanamayan da şen­sin, günahı işleyen de! Var git abdest al, iki rekât namaz kılıp, tövbe et... Ha eğer hâlâ ısrara dayanamayacaksan, o arkadaşlarını terk et!” Adam kös kös gittikten sonra, şeyhim bana dedi ki: “Aslında bu biçim ısrarlar, Mevla’nın kulu denemesidir, imtihanıdır!” Şimdi anladın mı, sen kendi kendine etmişsin ne etmişsen... Yaradan’ı da iyi ta­nımıyorsun daha...
Mehmet lafın üzerine atladı:
          Bak işte bir günahım da bu; Allah’ı iyi tanımıyorum!
          Kim iyi tanımış ki O’nu? Ne kadar bilsen yine de pek çok şeyi bilmiyorsundur. O’nu tam tanımak mümkün de­ğildir. Ayrıca sen niçin yola düştüğünü sanıyorsun? Biraz­cık olsun O Sevgiliyi tanıyabilmek için değil mi? Hem da­ha ilk bebek adımlarındasın, tabii Zatını da, fiillerini de, sı­fatlarını da pek bilemeyeceksin, şaşırıp kalacaksın! Kur’an’da birçok yerde O Sevgilinin rahmetinin, gazabından çok olduğu söylenir. Abe bunları bilmek için yola girme­ne de lüzum yoktur. Kur’an’ı iyi anlayabilirsen zaten pek çok şeyi birden öğrenmiş olacaksın. Abe hiç olmazsa Kur’an’ı kendin anlayacak kadar Arapçan olsaydı.
          Bir eksiğim de bu; yeterli Arapça bilmemek. Nasıl kızmam kendime!
          Te be anandan bilgin doğmadın ya, elbet öğrene­ceksin. Şu önümüzdeki günler sana niçin gelecek sanı­yorsun, öğrenmen için! Eksiğin var diye günah mı işledi­ğini düşünüyorsun yoksa? Sen tümden delirmişsin be yahu!
Kıkır kıkır güldü Koca Derviş, sonra dedi ki:
          Bak kızanım, kıymetlim adamım, söyledim ya in­san yola girince çeşitli hâller yaşar, bazen de senin gibi kendisini yerden yere vurur, olur böyle şeyler. Hâl niçin vardır, geçmek için! Biri gider, diğeri gelir, böyle bilecek­sin. Şimdi, insan kendi küçüklüğünü bilmeli, ama yalnız Allah’ın karşısında. O Sevgili’nin aynı zamanda bizleri, mahlukların en şereflisi olarak yarattığını da unutma. Eh, yaratılmışların en şereflisiysek abe, bizim çalışıp çabala­yıp bu payeye layık olmamız lazımdır. Bu iş kızanım, ken­dine kızmakla, elaleme kızmakla olmaz. Yalnız ve yalnız bilgi ve sevgi ile olur. Abe çok kötü bir yere çökmüş otu­ruyorsun. Kaldır kendini ayağa, silkin, hâlini at üzerin­den, at ki yeni hâller sende yerleşecek boşluk bulsun! Anlatabildim mi derdimi?
          Anladım Derviş Ağa’m, dedi Mehmet.
***
Bu konuşma o gün Mehmet’e iyi geldi, sonra üzerin­de düşününce büsbütün iyi geldi, kendisini bir hayli top­lamasına yardımcı oldu, yüzüne eskiden olduğu gibi te­bessümler düşürdü.
Malatya’da Arapça öğretecek bir âlim yoktu. Meh­met’in kafasını bir süre, bir yerlere, örneğin Diyarbakır’a falan gidip, ilim tahsil etmek, din ilminin dili Arapça ol­duğu için de, Arapça öğrenmek meşgul etti. Ancak Meh­met, şeyhi Hüseyin Efendiye çok bağlıydı, bir türlü on­dan kopamıyordu. Birkaç ay da böyle “gideyim” “gitme­yeyim” kararsızlığı içinde bocaladı. Bu arada dergâhtaki vazifelerini asla ihmal etmiyor, sohbetleri büyük bir edeple dinliyor, zikirlere yine eskisi gibi coşkuyla katılıyordu. Zikir­lerden sonra kalbinin heyecan ve sevinçle hızlı hızlı çarptı­ğını, ruhunun ise sahibini uçuracak kadar temizlenip ak pak olduğunu duyumsuyordu. Kendini Allah’a yakın bu­luyor, bu duyguları şiir denemelerine aksediyordu. Velha­sıl ilim eksikliğini sık sık hatırlamasa, mavi gözlü sarı kı­zı, içini kazıyıp acıtan bir hasretle düşünmese, tam anla­mıyla mutlu sayılırdı. Sarı kızın acısı böyle gidecek ve ömrü boyu sürecek miydi? Herhâlde, çünkü Mehmet, onun için bir çözüm düşünmüyordu. Ne var ki bu acıdan zevk almaya başlamıştı, bu da onu şaşırtıyordu...
Halveti dergâhına devama başlayalı iki yıl dolmuş, Hü­seyin Efendi, Mehmet’in günlük virdinde değişiklik yap­mış, onu bir kademe yükseltmiş; zikrettiği “La ilahe illal­lah” üzerine Allah esması ilave etmişti. Böylece yedi is­min İkincisini çekmeye başlamıştı.
Ki, şeyhi Hüseyin Efendi, çok ani bir kararla İstanbul yoluna düştü, oraya yerleşecek ve artık İstanbul’da ya­şayacaktı. Yerine bir halifesi; Suratı Asık Ahmet Efendi’yi bırakmıştı. Veda merasiminde Mehmet, Hüseyin Efendi’nin elini öperken, gözyaşları bu ince, zarif, yaşlı elin üzerine aktı. O, herkesin içinde ağlamaktan hiç hoşlanmazdı, ama yaptığı zikirler kalbini bir hayli yumu­şatmış, duygulandığı anlarda, bazen kendisi fark etme­se de, gözyaşları yanaklarından süzülmeye başlamıştı. Şeyhi onun başını okşadı: “Mehmet oğlum, sen çok ilerleyeceksin, Allah’ın izni ile bu ilerleme hep devam edecek.” dedi. Mehmet, onun yumuşak sıcak bakışları karşısında hep yaptığı gibi gülümsedi, ama bu tebes­süm biraz buruk, biraz küskündü. Mehmet, sırasında ilerledi, yerini arkadaki aldı... Genç adam artık durama­dı tekkede, çıktı.
Hüseyin Efendi ona: “İlerleyeceksin.” demişti. Meh­met içinden sordu ona; “Sensiz nasıl ilerleyebilirim ki Şeyhim, daha şimdiden gönlüm hasretinle böyle kanar­ken?” Herhâlde çok sevdiği Hüseyin Efendi, onu teselli etmek, cesaretlendirmek için öyle konuşmuştu! Öyle ka­rar verdi... Yolda yürürken yine ağladığının farkında de­ğildi. Kendini, kalbine tekme yemiş gibi hissediyordu... “Bu hasretlik fazla geliyor bana.” diye düşündü. “Ben ne yapacağım gayri? Ne yapacağım?” diye defalarca sordu için için... Hem de bir kademe ilerlemişken yolunda... Kendisini terk edilmiş, elinden ekmeği suyu alınmış, ka­ranlıklar içinde bırakılmış gibi hissediyor, kalbindeki tek­menin ağırlığı onu eziyordu. “Niçin gitti, niçin gitti?” Bu sorunun cevabı yoktu. Hüseyin Efendi kısa veda konuş­masında niçinini söylememiş: “İstanbul’a gitmem lazım geliyor.” demişti, o kadar.
Sonradan müritler arasında: “Hüseyin Efendi bir rüya görmüş, kendisine İstanbul bu rüyada emredilmiş.” diye laflar dolaştı. Bu ne kadar doğru idi, Mehmet bunu çöze­medi. Kime sorduysa o, bir başkasından işittiğini söyle­di, kaynak bulunamadı. Asık Suratlı Ahmet Efendi ise: “O lazım geldiğini söyledi, demek ki lazım gelmiş!” dedi, bir daha bu konuya temas etmedi. Mehmet Halvetilik’te rüyaların ne kadar önemli olduğunu biliyordu. Aksi gibi kendisi pek rüya görmez, kazara görse bile hatırlamazdı. Zaman zaman bu da dert olurdu: “Kuzum ben Peygam­berimiz Efendi’mizi görmek için, ille ölmeyi mi bekleye­ceğim, rüyada göremez miyim?” diye soruyordu mürit arkadaşlarına. Onlar da; “Hazreti Peygamber’i görmenin vakti saati geldiği zaman, hem görürsün hem de rüyayı hatırlarsın, merak etme.” diyorlardı.
Mehmet, Asık Suratlı Ahmet Efendi’den zaten hoşlanmazdı, şimdi büsbütün hoşlanmıyordu; çünkü Hüseyin Efendi’de bulduğu olgunluğu, hoşgörüyü, yumuşak ba­kışları ve bilgiyi halifede görmüyordu; belki görmek iste­miyordu. Yavaş yavaş tekkeye gitmemeye başladı, sonra gitmez oldu. Mamafih virdine devam ediyor ve bu arada ilim öğrenme arzusu daha da şiddetleniyor; “Artık Diyar­bakır’ın zamanı.” diye düşünüyordu.
O günlerde babası hastalandı; felç yoklamıştı sağ ta­rafını, hareket edemiyor, konuşamıyordu. Derin, kara ba­kışlarındaki ışık solmamıştı yalnız. Bu bakışlardan, onun meydanda kalmak istediğini anladılar. Böylelikle hem sohbetleri, hem de zikri dinleyebilecekti, yatağını oraya serdiler... Birkaç gün önce sanki başına gelecekleri bili­yormuş gibi halifesinin ismini söylemişti. Bu ince bir rüzgâr gibi daima Ali Efendiyi takip eden, onunla oturup onunla kalkan, söz sırası geldiğinde derin sohbetler ya­pan fakat konuşmaktansa susmayı, düşünmeyi tercih eden Sabri Efendi idi. Mehmet çocukken, onun, uzun uzun cümlelerle söylediklerini pek anlayamaz, yanına da fazla yaklaşmaz, uzaktan uzağa severdi onu.
Ali Efendi’nin hizmetini Koca Derviş ve oğulları görü­yordu. Hatice Hanım, sabah namazından sonra iniyordu hastanın yanına, beyaz başörtüsü, nurlu yüzüyle, bir göl­ge gibi kocasının ayak ucunda Kuran okuyordu.
Mehmet’in Diyarbakır sevdası yine küllenmişti; çelişki­li düşünceler içindeydi. Bir taraftan babasının rahatsızlı­ğına çok üzülüyor, diğer taraftan on dokuz yıllık ömrü boyunca babası ile hiç yakın olmadıklarını düşünüyordu; bu haksızlıkmış gibi geliyordu ona. İçin için öfkeleniyor­du Ali Efendiye. Bu düşüncelerini Koca Dervişe hiç aç­madı, ama o her zaman olduğu gibi Mehmet’in tedirgin­liğini fark etti, bir vesileyle şeyhinin ne kadar büyük oldu­ğunu anlatırken: “Hiçbir şey yapmamış olsa bile,” dedi, “abe seni bana emanet etmesi ne büyük bir incelikti, na­sıl ince bir düşünceydi! Düşünsene seni anlayamayacak, arkadaşın olamayacak birine değil, bana! Çevresinde adam çoktu velakin senin gibi bir vahşi atı uslandıracak, edebe sokacak bir ben vardım. O seninle benim yaptı­ğım gibi meşgul olamazdı abe, çünkü bir şeyhti; kendi­sini halkın, dolayısıyla Allah’ın hizmetine adamıştı. Başka bir şey gelemezdi elinden; en sevdiği oğlunu, çok sevdi­ği müridine emanet etti. Senin üstünden ellerini çekti mi? Çekmedi abe... Ah canım şeyhim efendim, hemen her hafta benimle özel konuşur, benim vasıtamla senin derslerini, güreşlerini hatta günlük sıkıntı ve sevinçlerini öğrenirdi. Bazen de şöyle şöyle yap, diye bana emirler verir, te be yol gösterirdi. Şimdi böyle oldu işte, Allah’ın bir hikmeti. Biliyor musun, hastalıklar da O’nun imtihan­larıdır. Bütün bunları adamım, iyi biliyorum da, yine abe yine onun bu hâline içim yanıyor, çok yanıyor.” demişti. Koca Derviş ağlamaya başladı. Mehmet susuyordu, “Ba­bam benimle ilgileniyormuş, bir müridine teslim edip, başından attığı oğlu değilmişim beni seviyormuş!” diye düşündü, içine bir sıcaklık yayıldı, göz pınarları doldu ve Mehmet yine ağladığını fark etmedi.
Soğancızade Şeyh Ali Çelebi el-Nakşibendi, altı ay sonra ramazan ayının ilk perşembe günü, sabah ezan okunurken vefat etti.
Hatice Hanım, Sabri Efendiye: “Başında yedi hatim indirdim, dualarınızı ona hediye edip yollarken, yedi hat­mimi de söyleyin.” dedi.
Ahmet katıla katıla, Koca Derviş başını göğsüne göm­müş sessizce ağlıyordu. Babasının yataktaki son hizmet­lerini Mehmet yaptı. “Oğlu yapsın, onun hakkıdır.” diye Sabri Efendi, kenarda durmuştu.
***
Her şey bitip eski düzen kurulunca Mehmet, artık Di­yarbakır’a gitmek istediğini Derviş Ağa’sına söyledi. Onu her zamanki gibi meyve bahçesinde buldu. Ali Efendi gi­deli, Derviş Ağa’sı buraya daha çok gelir olmuştu. Canı­nın içi şeyhinin büyük emeği vardı bu bahçede, her bir fi­danı kendi elleriyle dikmişti. “Evlatlar bol. bol meyve ye­sinler istiyorum Halil Derviş,” derdi, “hem bir ağaç bir can demektir ve bu can, dikilip gelişmek ister. Tıpkı siz benim evlatlarım gibi, onlara da özenle bakmak, esirge­mek, yetiştirip gelişmelerini sağlamak gerekir.”
Hemen bütün ağaçlar çiçeğe durmuştu. Evrenin bü­tün güzelliği, burada beyaz, pembe çiçeklere bürünmüş­tü. Koca Derviş dikkat etti, çiçekleri her zaman büyük bir hayranlıkla seyreden Mehmet, bu kez başını çevirmiş bir kere dahi bakmamıştı. “Hayırdır inşallah!” diye düşündü içinden, sonra cevap verdi:
          Böyle diyeceğin günü, korkarak bekliyordum!
          Neden korkarak?
          Nefsimden tabii, nefsim seni yanımdan ayırmayı hiç istemez. Oysa gitmenin, ilim tahsilinin sana çok ha­yırlı geleceğini, faydalı olacağını biliyorum. Çünkü artık burada kafese konmuş bir aslan gibisin, sanki her an kükremeye hazırsın! Bari çevrendeki demir çubukları parçala da git!
          Dergâhı da bıraktım biliyorsun, büsbütün her şey­den eksik kaldım. Kendimi pek cahil, işe yaramaz hisse­diyorum. Bir de annem beni evlendirmek hevesine kapıl­maz mı!
Bu konu pek hoşuna gitti Derviş Ağasının, kıkır kıkır güldü:
          Evleniver abe! Ana kalbi girilir mı?
          Hiç niyetim yok Derviş Ağa’m. Bunu kendisine de söyledim. Biraz sert konuştum galiba, ağladı, ben de üzüldüm sonra.
          Ah senin bu sert konuşmaların! Ah ne edeyim ben!
          Kendimi bağışlatırım, merak etme... Ancak sanırım gideceğimi söyleyince de ağlayacak. Bak o zaman yapa­cağım bir şey yok; çünkü artık daha fazla kalamam bu­rada, gerçekten boğazım sıkılıyormuş gibi geliyor... Bili­yor musun, yalnız ilim değil benim derdim, aynı zaman­da Hakikat bilgisi. Bunun için sufileri de tanımak istiyo­rum, mümkün olduğu kadar çok sufı... (omuzlarını silk­ti) İşte böyle şeyler düşünüyorum.
          İkisinden de, zahirinden de bâtınından da vazgeç­mek istemiyorsun /değil mi?
          Hayır, çünkü bu iki ilim birbirini tamamlıyor. Bâtını­na mânâ ilmi, zahirine ne diyelim, eh bir bakıma madde ilmi, bu dünya ile ilgili çünkü; mantık, kelam, tefsir oku­mak, Arapça öğrenmek istiyorum! Neyse Derviş Ağa’m, ben seni, senin beni aradığından daha çok arayacağım, bunu bil, giderken kimleri kurban ediyorum bilmiyorum, seni mi annemi mi yoksa kendimi mi? Ama inşallah dö­nüşte...
          Sus, sus. Tutamayacağın sözler verme abe! O Sev­gili, gideni geri döndürmez pek. Önüne öyle cazip şeyler koyar ki, sen şudur budur derken. Neyse neyse, acıklı konuşmayalım kıymetlim, adamım. Şimdi kendime iş edineyim, sana Diyarbakır’da gerçek bilgin bir hoca ara­maya çıkayım. İyi olanın ünü buralara kadar gelmiştir çünkü... Bir sorup soruşturalım bakalım.
          İyi olur Derviş Ağa’m... Mehmet ayağa kalkıp git­meye davranırken ha, dedi Kâsım’dan mektup var, sulta­nın sefere çıktığını yazıyor.
Koca Derviş heyecanlandı:
          Aman çıkmış mı? Şükür, şükür! Hazırlandığını işitmiştim, abe Safevîlerin Revan’ı geri almaları üzerine, bu kez Bağdat’ı fethetmek için yemin etmişti!
          Sen de maşallah, sarayın içinde neler olup bitiyor, saraylılardan iyi biliyorsun!
          Abe tek kaynağım Kâsım değil, abe oku bakayım.
Mehmet koynundan buruşmuş bir kâğıt çıkardı:
          Valla işte selam kelam, sonra diyor ki: “Sultan ya­nına yine Şeyhülislam Yahya Efendi’yi aldı. Ona saygısı çok fazla, belki de koca IV. Murat’ın yegâne saygı göster­diği kişi, ona ‘baba’ diye hitap ediyor zaten. Yine önce Konya’ya gidiyor, Hazreti Mevlana’nın huzuruna. Kendisi zaten Mevlevi’dir. Bu arada söyleyeyim; koca sarayda ben ve birkaç arkadaştan başka tarikata girmemiş kişi yok, hanım sultanlar bile bağlı. Artık bana bağsız mı de­mek gerek, yoksa yolsuz mu? Şaka ediyorum, alınma­yın... Diyorlar ki; İstanbul-Bağdat yolu, yüz on konağa ayrılmış ve her konakta ordu ikmal merkezleri kurulmuş.
Ee Bağdat’ın fethi, aslanın ağzından en tatlı lokmasını al­mak gibi bir şey... Birecik’te Sadrazam Damat Bayram Paşanın ordusuyla birleşeceklermiş. Buradakilerin hesa­bına göre birleşik ordu, kış başlarına doğru Bağdat kapı­sına dayanırmış. Hemen Allah, sultanımızı, ordumuzu başarılı kılsın, âmin.”
Bundan sonra da, dedi Mehmet, sesinde hiçbir duygu ifadesi olmadan, kız kardeşini evlendirmişler, onu, düğü­nü falan anlatıyor, istersen al sen oku.
Koca Derviş, kendisine uzatılan buruşmuş kâğıdı eli­nin tersiyle itti, sonra Mehmet’in gözlerine bakıp bu göz­lerdeki parlak karanlıkta gördüğü acıdan ürktü:
          Sen nasılsın? dedi.
          İyiyim, demin de söyledim, annemi terslemekten başka bir şey yapmadım.
Sonra hemen arkasını döndü, hızlı hızlı yürüyüp gitti; şaşkın, üzgün, bu konuda elinden hiçbir şey gelemeye­ceği için perişan bir Derviş Ağa bırakarak arkasında.
“Zaten,” diyordu Mehmet yürürken, “bir gün böyle bir haber alacağını biliyordun. Şimdi bu üzüntü, bu kırılma, bu öfke neden? O ki, Allah’ın takdiridir bu... Ne umuyor­dun, Kâsım, sana yazıp, ‘Gel kız kardeşimi al.’ mı diye­cekti. O kız seni hatırlamaz bile. Sen nesin ki onun için? Çocuk ağabeysinin yanında bir çocuk. İki laf bile etmez­di seninle! Belki de tiksinirdi senden. O, beyaz elbiseli, pembe, mavi elbiseli bir melekti, o kadar. Sense bir insan; yeryüzünde fesat çıkaran kan döken insan! Kuran böyle anlatmaz mı meleklerin insanlar hakkında düşündükleri­ni. Haydi Mehmet, delirme... Melek falan değil basbayağı bir kızdı o! Yoksa hiç evlenir miydi? Hem de Kâsım’ın sa­raydaki kâtip arkadaşlarından biriymiş!.. Ne arkadaş ki, kız kardeşinde gözü var.” Mehmet, meyve bahçesinden çıkmıştı, sokakta yürümeye başladı. Son düşündüğüne kendisi güldü: “Öyle bir arkadaşın daha vardı Kâsım, kız kardeşinde gözü olan. Demek ille Kâsım’ın arkadaşı ola­caktı! Güzel Allah’ım Sen’in takdirin, biliyorum... Ama bu içimdeki ıstırap ne böyle? Kâsım’ın bu arkadaşının kaderi ille yanmak mı olacak? Neden senin aşkından yanmıyorum da, sarı saçlı kız için yanıyorum, neden? Kızken de yan dostum, evlenince de yan! Senin kaderin­dir yanmak! Fakat ben yalnız O’nun aşkından yananlara özeniyorum. Bu kadar, bu kadar, bu kadar! Evli bir kadı­nı da düşünecek hâlim yok ya! Düşünmeyeceğim, o böyle karşımda salınıp dolaşmasa... O böyle lacivert göz­lerini açıp hayretle bakmasa... O her zaman yanımda ol­masa... Uyuduğumda... Uyandığımda, güldüğümde, söylediğimde... Gördüğüm konuştuğum herkesin yü­zünde! O böyle yanımda olmasa her zaman... On seki­zinde bir kız, sarı saçlı, lacivert gözlü!..”
Mehmet, saatlerce yürüyüp akşam eve döndükten sonra, Melekşan için yazıp da yırtmaya kıyamayıp bir ta­rafa ayırdığı şiirlerinin hepsini mutfaktaki ocağa götürüp yaktı. Öyle seyretti alevleri. Bu gördükleri, onun kalbin­deki alevler yanında ne kadar soluktu!
3
Mehmet’e, Murat Han’ın Bağdat’ı aldığı haberi, Diyar­bakır’a giderken yolda konakladıkları bir handa ulaştı. Aksi yöne giden bir kervanın yolcusu söylemişti. Bu ka­dar sevineceğini söyleseler inanmazdı, ama sevindi. Ne de olsa Bağdat da kutsal bir şehirdi. Şimdi Derviş Ağa’sının yanında olup sevinçleri paylaşmanın tam zamanıydı! Yola çıkalı kaç gün olmuştu ki onu böyle özlemişti? Bur­nunda tütüyordu Koca Derviş.
          Muhasara otuz dokuz gün sürmüş. Çok değil am­ma velakin çok kanlı bir savaş olmuş. Sadrazam bile al­nından kurşun yemiş kale önünde, düşüvermiş. Beş bin şehit vermişiz, on bin de yaralı asker varmış. Karşı tarafın ölülerini ise ikiye, üçe katlamak lazımmış, her taraf ceset doluymuş, Dicle’ye atıvermişler. Nereye gömecek­sin onca adamı? diyordu adam.
Hancı:
          Peki sen, sen nerden öğrendin bütün bunları? diye sordu.
          Bizzat İstanbul’a haber götüren ulaktan işitmiş bir arkadaşımdan, dedi öbürü, anlattı. Adam Diyarbakır’a yakın bir yerde konakta at değiştirirken konuşmuşlar. Şimdi hesapça, biz haberi İstanbul’dan daha önce öğ­rendik. Görüyor musun şu Allah’ın işini? İstanbul’dan ön­ce dağ başında bir handa!
Hancı, ortada dolaşan delikanlıya:
          Oğlum, diye seslendi, benden herkese ikram ol­sun, bir maşrapa ayran dağıt. Koca Murat’ın, Bağdat Fa­tihi Murat Han’ın şanı için olsun.
Adam:
Daha haberler bitmedi, dedi, Murat Han, Diyarba­kır’a gidiyormuş, niyeti kışı orada geçirmekmiş. Bahar için başka düşünceleri varmış. Ne mutlu ki sizler Diyar­bakır’a gidiyorsunuz, belki onu görmeniz de nasip olur.
Herkes heyecanlandı ve o akşam, bir Murat Han hikâyeleri furyasıdır gitti. Mehmet’ten başka hepsinin an­latacağı bir şey vardı sultan hakkında. Onu çok övüyor­lar, cennetmekân Yavuz Sultan Selim’le mukayese edi­yorlardı. Bir kısmına göre, Sultan IV. Murat, Yavuz’dan üstündü; çünkü o iktidara geçtiği zaman hazine tamta­kır, ülke anarşi içindeydi. Cennetmekân öyle mi ya! O, ekonomisi tıkır tıkır işleyen, huzurlu, her şeyi tam bir memleketin başına gelmişti! Lafları uzadı uzadı, ocakta­ki odunlar küllenmeye, odanın havası soğumaya başla­dı; dışarıda kar serpiştiriyordu. Aralarındaki gençlerden biri olmasına rağmen Mehmet ayağa kalktı: “Haydi efen­diler,” dedi, “sohbet pek güzel de, uyku vakti geldi! Sa­bah namazından sonra yola vuracağız yine.” kervanbaşı ona hak verdi, hep beraber kalktılar.
Sabah dondurucu soğuk vardı, fakat insanların yürek­leri o kadar rahat ve güvenliydi ki, kar altında yolculuk daha kolay geldi. Bu güven ve rahatla birkaç gün daha gidip Diyarbakır’a ulaştılar. Ne büyük bir şehirdi bu Di­yarbakır!.. Malatya’nın üç dört misli geldi Mehmet’e, kervanbaşına ucuz ve temiz bir han aradığını söyledi. Ker­vanbaşı onu, kervandan birkaç adamla, “Pazarcılar Hanı’na yolladı.
Mehmet’in elindeki adresten, Feyzullah Efendi’nin Di­yarbakır’ın kale içi mahallelerinden, Hoca Tahir Mahalle­si, Tahir Efendi Sokağındaki yeşile boyalı evini bulması güç olmadı. Evi bulmuştu bulmasına ama, kapıyı çal­makta bir hayli tereddüt etti. Çok heyecanlıydı, yirmi, yirmi bir yıllık hayatında bir dönüm noktası olacaktı bu kapının açılması. Birkaç dakika, “Acaba ters yüz geri dönsem mi?” diye düşündü. Derviş Ağası memnun olur muydu?
Hayır olmazdı, çünkü o da istiyordu Mehmet’in iyi bir öğrenim görmesini ve Malatya’daki bütün yetkili kişiler, ona işte bu yeşil kapıyı işaret etmişlerdi. İçinden bismil­lah çekti, O Sevgiliye sığındı ve çaldı kapıyı. Bir delikan­lı açtı, soran gözlerle Mehmet’e baktı.
Mehmet:
          Feyzullah Efendiyi görmeye geldim, dedi.
Delikanlı sordu:
          Ne yapacaksın Feyzullah Efendi’yi?
Mehmet şaşırdı; babasının tekkesinin de, Halveti tek­kesinin de kapıları her zaman, herkese açıktı. Şimdi bu soru ne demek oluyordu? Heyecanı geçip öfkelenmeye başladığını hissetti, fakat aynı anda fark etti ki burası bir manevi ilim tekkesi değil, zahir ilim öğreneceği evdir. Bu­nun üzerine sabırlı konuştu:
          Malatya’dan geldim, kendisinden ders almak istiyo­rum da.
          Öyle her önüne gelen, her dakika göremez Feyzul­lah Efendi’yi. Bugün git, yarın öğle namazından sonra gel.
Ve kapıyı, çat diye Mehmet’in yüzüne kapadı.
Mehmet, bir süre kapıda kalakaldı, sonra öfke ile dön­dü, yürüdü. “Bu adam mı bana ders verecek?” diye dü­şünüyordu. “En iyisi ben bir başka hoca arayayım. Kime soracağım ki? Hay Tanrı’m bu ne hâldir başıma gelen? Acaba demin düşündüğüm gibi dönsem mi Malat­ya’ya?” Hayır artık dönemezdi Mehmet, mademki gelen misafire böyle davranılıyor, o da inat edip şu Zümrüdüanka kuşunu görecekti, olmazsa oğlanı iter girerdi içeri! Bu kararla biraz ferahladı ve karnının açlığını hissetti. Doğrusu bu ya kendisine bir kâse çorba ikram edecekle­rini ummuştu amma...
Tekkelerde âdetti, uzak yoldan gelen yolcuya hemen çorba sunulurdu.
Ertesi günü, öğlen namazını Hoca Tahir Mahallesi’nde bir camide kılar kılmaz doğru evin yolunu tuttu. Yeşil ka­pıyı yine çaldı, başka bir delikanlı açtı bu kez kapıyı. O da soran gözlerle Mehmet’e baktı. Mehmet izah etti:
          Bir dakika, dedi delikanlı, gidip kendisine sorayım, seni kabul edecekse gelirsin.
Kapı yine Mehmet’in yüzüne kapandı. Açıldığı zaman delikanlı:
          Şimdi çok meşgulmüş, yarın ikindi namazından sonra geleceksin, dedi.
“Bu da Allah’ın bir sınavı olmalı, başka türlüsü düşü­nülemez.” diye geçti Mehmet’in aklından. Bir gün önce­ki kadar öfkelenmedi. Kırk kere de döndürseler kapıdan, o, mutlak içeri girecek ve adamı görecekti! Küçükken annesi ona: “Kara inadın tuttu yine!” diye kızardı, asıl şimdi tutmuştu kara inadı!
üçüncü gün de, ertesi gün için, ikindi sonrası, dendi.
Dördüncü gün kapı açıldı ve bu sefer Feyzullah Efen­di’nin kendisiydi kapıyı açan. Beyaz saçlı, beyaz sakallı, cin gibi fıldır fıldır gözlü bir adamdı... Gülerek:
          Gel bakalım ilim öğrenmekte inat eden dostum, gel bakalım, dedi.
Adam önde, Mehmet arkada yürüdüler. Duvar kenar­ları çepeçevre üzeri halı kaplı sedirli, perdeleri dantelli be­yaz keten, genişçe, aydınlık bir odaya geldiler. Odanın ortasında büyük bir pirinç mangalın içinde tepeleme ateş vardı. Mehmet’in tahminine göre bu bir zengin eviy­di! Kendisini biraz rahatsız hissetti. Duvarlarda güzel hat tabloları asılıydı. Mehmet, Kâsım’ı özledi. Adam onu bu­yur ettikten sonra kendisi de oturdu. Mehmet’in yüzüne bakıp gevrek gevrek güldü:
          Ben, dedi, öğrencinin inatçısını severim. İnatçı ola­cak ki öğrenecek. Onun için bana gelen öğrencileri ön­ce bir sabır ve inat sınavına sokarım. Seninki fazla uzun sürmedi. Bu kapıya altı kere gelip altı kere bu kapıdan dönen de var. Yarın bir haftalığına köye gidecek olma­sam, senin sınav da daha uzun sürerdi, ama kısmetin bu kadarmış. Söyle bana daha uzununa dayanabilir miydin?
Mehmet, kendinden pek emin:
          Kırk gün de geri çevrilsem, kırk birinci gün yine gelmeye karar vermiştim, dedi.
          Hımm, pekâlâ, şimdiye kadar ne öğrendin, benden ne öğrenmek istiyorsun?
          Dört yaş dört ay dört günlükken okumaya başla­dım, sıbyan okuluna gidinceye kadar Kuranı hıfzetmiştim. İki yılda mezun oldum okuldan. Sonra işte, tasavvufi sohbetleri izledim, dinledim. Babam Nakşi Şeyhi idi, ben Halvetiyim Allah kabul ederse.
          Demek tasavvufi sohbetler!.. Demek Nakşi bir şey­hin oğlu, kendisi de Halveti! diye tekrar etti adam. Bir sü­re Mehmet’i baştan ayağa süzerek düşündü, beyaz saka­lını sıvazladı. Gülen yüzü gülmez olmuştu. Sonra ani bir kahkaha attı. Böyle birisine ilk defa ders vereceğim. Bak önce seni reddetmeyi düşündüm, ama doğrusu bana bu kadar ters birine ders vermek de bir tecrübe, bir eğlence olabilir.
          Anlayamadım efendim?
          Kadızadeler diye bililerinden bahsedildiğini işitme­din mi?
          Evet, şu tarikatlara, sesli zikre ve devrana karşı olan­lar! Onlardan yoktu Malatya’da, bir Derviş Ağa’m vardır, İstanbul’dan işitmiş, böylece biraz bahsetmişti. Galiba Birgivi diye bir zatın, “Tarikat-ı Muhammediye” isimli kita­bını esas almışlar. Fazla bir bilgim yok haklarında.
          Küçük Kadızade Balıkesirli Mehmet Efendi’yi tanı­yor muydu o Derviş Ağa’n?
          Sanmıyorum, yoksa bana da söylerdi.
Feyzullah Efendi birden coştu, sesini yükseltti:
          Hareketin başındaki adamı nasıl tanımaz? Koskoca Ayasofya’nın vaizini, Sultanımız Murat Han’ı destekleyip tütünün haram olduğuna dair fetva veren koca vaizi na­sıl tanımaz?!
Mehmet cevap vermedi, Feyzullah Efendi devam etti:
          Kısaca söyleyeyim, Kadızadeler, halka tasavvuf eh­linden kaçmayı söylerler, çünkü onları imansız kabul ederler.
Mehmet elinde olmadan konuşuverdi:
          Tövbe tövbe, dedi.
          Böyle inandıkları için de onları alaya alırlar, bazen de dövüşürler.
O an Mehmet böyle bir Kadızadeliyi tanımayı, onunla kavga etmeyi ve onu dövmeyi gönülden arzuladı. Adam­sa eski keyifli hâline dönmüştü.
          Peki sen, dedi, sen Sivasî Efendi’yi yani meşhur mutasavvıf Abdülmecit Efendi’yi de tanımıyor musun?
          Hayır.
          Sen de bu konuda pek cahilmişsin, Sivasî Efendi, Küçük Kadızade ile tartışan adamdır! Bakma söyledikle­ri şeriata aykırıdır, ama güzel bir üslupla söylemeyi bili­yor, o kadar! “Peki hoca, sen de Kadızadeli misin?” diye soracak olursan, hayır değilim, tartışmalara pek katıl­mam, yalnız onlara hak verir ve tasavvuf erbabından hoş­lanmam! Fakat seni öğrenci olarak alacağım, eğer sen tabii beni hâlâ hoca olarak istiyorsan?
Mehmet, olumlu anlamda başını salladı. Feyzullah Efendi:
          Paran var mı, bana ne kadar ödemeyi düşünüyor­sun?
          Çok param yok, handa kalmak da ayrıca masraf ta­bii. Siz ne kadar istiyorsunuz?
Mehmet, adamın açık sorusuna açık cevap vermişti ama biraz utanmıştı. O, hocaların, Allah rızası için öğren­ci yetiştirdiklerini sanıyordu, tıpkı şeyhlerin müritlerden bir şey kabul etmemeleri gibi. “Zahir ilme açılırken, da­ha şimdiden, hiç aklıma gelmeyen şeyler başıma geli­yor! Ee madde dünyası bu!” diye düşündü... Adam yine onu süzmeye başladı, o kadar uzun süzdü ki, Mehmet rahatsız oldu, oturduğu yerde kıpırdandı. Feyzullah Efen­di nihayet konuştu:
          Bizde, orta ayak işlerine bakan bir oğlumuz vardı, geçenlerde evlenmek için köyüne döndü. Eğer onun iş­lerini üstlenmeyi sen kabul edersen hem bu evde aşağı­daki bodrum odasında kalır, ha bir tarafında odunlar yı­ğılıdır, ama ziyanı yok, evet hem karnını doyurur, hem de bedava ders alırsın.
“Ah benim canımın içi Derviş Ağa’m, şimdi sen olsan ne dersin bu adama?” Mehmet, onun ne cevap verece­ğini düşünemedi, ama kendisi kabul etti.
          İyi, dedi Feyzullah Efendi, oğullarım sana yapaca­ğın işleri gösterirler. Kadınları göremezsin, ama ezkaza görürsen, onlara bakmak yok, başını önüne eğip bekle­yeceksin, ta ki senin yanından uzaklaşsınlar. Ben yarın köye gidiyorum, bir hafta kalacağım. Sen dur bakayım, evet, bir hafta sonra bugün, sabah namazından sonra gel. Unutmazsın artık Hoca Tahir Mahallesi, Tahir Efendi Sokağı... Kim bu Tahir Efendi biliyor musun, benim ba­bam! Çok büyük bir hocaydı, Hüsreviye Medresesinde ders veriyordu, bütün Diyarbakır’da parmakla gösterilir­di. Neyse, bu ev de ondan kalmadır.
Feyzullah Efendi konuşmaları bitmişçesine ayağa kalktı:
          Ha, dedi, ne öğrenmek istediğini söylemedin, ama hele bir hafta sonra gel, görüşürüz. Merak etme, bu se­fer, bu sefer sınav mınav yok, doğru eve gireceksin.
Bu zoraki tatilde Mehmet, Diyarbakır’ı gezdi. Camisi ile beraber Hüsreviye Medresesi’ni gördü. Gümüşçüler Çarşısına geçti. Gerçekten güzel tel tel işlenmiş süs eş­yaları arasından, ablaları için birer bilezik beğendi, fakat nasıl göndereceğini bilemediğinden almaktan vazgeçti. Gümüş bileziklerin fiyatı zaten Mehmet’in küçük bütçesi için fazlaydı. Kılıç, bıçak, hançerci dükkânlarını dolaştı; orada da gözü bir hançere takıldı, ama kim için alacak­tı ki? ünlü üç katlı, kâgir, Hasan Paşa Hanını gördü.
Kendi kaldığı küçücük hanla mukayese edilemeyecek ka­dar büyük ve gösterişliydi. Bir kahvede tanıdığı ve ahbap olduğu birkaç genç adam Diyarbakır’ı övdüler. Burada yetişen kavunlar, olduğu gibi doğru saraya, Türkmen koyunları da İstanbul’a gönderiliyordu, öyle lezzetliydiler. Ayrıca şehrin nefis dokumalarıyla övündüler. Hamamları­nın da meşhur olduğunu öğrendi Mehmet, üzerinden yo­lun kirini atmak için hemen gidip, bir güzel yıkandı...
***
Bir hafta sonra Mehmet, Feyzullah Efendinin söyledi­ği gibi doğru eve girdi. Onu oğlanlar karşılamışlardı. Mehmet’i oturtup yapacağı işleri saydılar; evvela selamlı­ğın her türlü düzeninden ve temizliğinden o sorumluydu. Ayrıca, selamlığa gelen bütün misafirlere ikramı da o ya­pacaktı. Her gün sabah namazından önce, evin bütün mangallarını yakacaktı. Boş kaldığı zamanlarda Aşçı Hüsam’a yardım edecekti. Ayda bir kere hocanın kütüpha­nesindeki bütün kitaplar inecek, tozları alınacak, sonra sırasını bozmadan raflara yerleştirilecekti. Çalışma odası­nı gösterdiler, iki duvar kitaplarla kaplıydı. Haftada bir ke­re de bütün evin merdivenleri tahta fırçası ile fırçalanacaktı.
          O gün hanımların evde bulunmadığı gündür. Yalnız öğle namazı ile ikindi namazı arası bu işin bitmesi lazım. Şimdi, söyle aç mısın?
          Evet.
          Öyleyse gel mutfağa gidelim, orada Aşçı Hüsam’la beraber yiyeceksin bütün öğünleri.
Çocuklar, o ilk karşılaşmalarında olduğu gibi kaba de­ğillerdi, fakat dost da görünmüyorlardı. Aralarında soğuk bir efendi, uşak ilgisi kuruluvermişti.
***
Mehmet ev işi yapmanın ne demek olduğunu hiç bil­mediği için bütün söylenenleri yapıvereceğini sanmıştı. İşe başlayınca zorluk baş gösterdi. Geceleri soğuk bod­rumdaki yatağına yatınca her tarafının sızladığını fark ediyordu. Oysa bünyesi kuvvetliydi, bir pehlivandı o!..
 “Yapa yapa alışırım elbet.” diye düşündü. Kendisini bir uşak olarak görmüyordu, o sadece aldığı derslerin ücre­tini ödemeye çalışan bir garip öğrenciydi! Kendisini öyle hissediyordu. Çünkü geldiğinin üçüncü günü başlayan derslerinden ziyadesiyle memnundu. Öğrenmeyi, daha çok öğrenmeyi, âdeta adamın beynini sağmayı istiyordu. Kelam, mantık, tefsir ve Arapça demiş, Feyzullah Efendi de çok şaşırmıştı: “Hepsi birden bir arada olur mu, kafan alır mı?” diye sormuştu. Mehmet, kendine güvenli; ol­durmaya çalışacağını söylemişti. “İş ki siz bütün bunları bana öğretmeyi kabul edin.”
Feyzullah Efendi ile pek su yüzüne çıkmayan gizli bir çekişme içindeydiler. Öğrenci öğrenmek için aklını çalıştınp çalışıp çabalarken, hoca sanki, her gün, bir gün ön­cekinden daha zor meseleleri Mehmet’in önüne atıyor­du. Mehmet kafaca ve bedenen yorgundu, gönlü hoştu yalnız, çünkü her akşam, odasındaki idare kandili ışığın­da, gelirken Derviş Ağa’sının ona hediye ettiği Yunus di­vanından bir şeyler okumayı ve sonra şiir düşünmeyi âdet edinmişti. Tamamiyle Yunus Emre’nin tarzında bazı şiirler de karalıyor, sonra yırtıyordu. Malatya’yı, meyve bahçesini, Derviş Ağa’smı ve annesini çok özlemişti. Ba­zen şiiri bırakıyor, onları yanı başında farz ederek uykuya dalıyordu. Sıcak uykulardı bunlar, fakat hâlâ rüya görmü­yordu.
Evde kalmaya başladıktan hemen sonra, hem Derviş Ağasına hem de Kâsım’a birer mektup yazarak durumu­nu anlatmıştı... Daha onlardan cevap gelmemişti.
Cuma namazından akşam namazına kadar, haftada bir gün birkaç saatlik izni vardı. Hocası onu şehri gezsin diye bırakıyor, Mehmet de öyle yapıyordu. Bir gün, içersinden ilahi sesleri gelen bir tekke gözüne çarptı. Duraladı, girip girmemekte kararsız kaldı, bir süre sonra girdi. Halveti dergâhı idi, devran ve zikir vardı. Mehmet, ziyaretçiler ara­sına nasıl çöktüğünü bilemedi. Kendi dergâhı, kendi ka­tıldığı devranlar, dinlediği ilahiler hepsi gönlünü doldur­du; taşırdı bu gönlü, sessizce ağlamaya başladı. Bir taraf­tan da buraya geleli, yapmayı bıraktığı virdindeydi aklı, utanıyordu... Birkaç saatlik iznini bu tekkede geçirdi, sonra koşa koşa eve döndü. Genellikle bu izin saatlerin­de nereleri gezdiğini sorardı Feyzullah Efendi; onun salık verdiği camilere falan gidip gitmediğini merak ederdi. Bu kez sormadı.
Mehmet cuma günleri, muntazam devam etmeye başladı tekkeye. Kendini burada bir kaçak gibi görüyor­du, vicdan azabı çekiyordu, fakat gitmemek de elinde değildi. Bazen devran olmaz, Şeyh Abdülkerim Efendi, sohbet yapardı. Genellikle dünyanın geçiciliği, kirliliği, yalancılığı üzerinde durur, ona bağlananın sonunun çok kötü olacağını söylerdi. Dünya, içinde devamlı sınavlara tabi olduğumuz bir tür zindandı... Ona ilgi duyanın, ilgi­sini büsbütün artırırdı, sonunda o kişi dünyaya bağlanır, ondan kopamaz olur ve böylece kendi cehennemini ha­zırlardı.
Abdülkerim Efendi, bu fikirleri daima uzun uzun cüm­lelerle ve pek karışık anlatıyordu. Her konuşmasında da, bu dünya konusuna birkaç kere temas ediyordu. Bir gün Mehmet, içinden “Ben bu dünyayı, herkesin anlayacağı şekilde ondan daha basit anlatırım.” diye karar verdi. Ak­şamına defterine birkaç beyit düştü:
Uyan gafletten ey gafil seni aldatmasın dünya
Yakanı al elinden ki seni sonra kılar rüsva
Ne sandın sen bu gaddarı ki böyle onu sevdin
Onu herkim ki sevdiyse dinini eyledi yağma
Adavet kılma kimseyle sana nefsin yeter düşman
Ki asla senden ayrılmaz ömür âhir olunca tâ
Bu zâhir gözünü örtüp bana tut cânıla gönlün
Ki her bir sözün içinde duyasın cevher-i mânâ
Mehmet, “Daha uzayabilir bu şiir.” diye düşündü, yır­tıp atmadı, sakladı.
***
Kâsım’a son mektubunda şu Kadızade, Sivasî mese­lesini sormuştu, o cevabında: “Ağam,” diyordu, “kaç ke­re yazmak istedim, fakat yazacaklarım kalemimden geri döndü. Aslında tasavvufa merakını, sesli zikre ve devra­na düşkün olduğunu bildiğimden, seni üzmekten kaçın­dım. Gelip geçici bir şey olduğunu sanmıştım. Ben dinî meselelerle senin gibi ilgilenmem biliyorsun. Yalnız tütün ve kahvehanelerin yasak edilişinde, Küçük Kadızade’nin büyük rolü olduğunu biliyordum, zaten tütün için o, fet­va verdi. Her neyse canım efendim, sana göndermek için iki tarafın da yazdığı risaleleri buldurduğum zaman, iki tarafa da göz attım. Ve inanır mısın duygularımla da, mantığımla da Sivasî Efendi’nin yanında yer aldım. Öbürleri din adına ne biçim şeyler, ne biçim hükümler veriyorlar; yok billur bardakla su içmeyecekmisin, yok müspet ilimlerin ve matematiğin öğretimi meşru olma­yabilirmiş, kaşıkla çorba içmeyecekmişsin, ezan ve mev­lit makamla mı okunmazmış falan filan... Resmen deli bunlar! Camilerine birden fazla minare yaptıran sultanla­rı bile suçluyorlar... Her neyse bundan sonra konu hak­kında görüp işittiklerimi sana yazacağım.
Ey ağam, Diyarbakır’dasın amma bilmem farkında mısındır ki, sultanımız orada hasta yatmaktadır. Karaci­ğerinden ve bacağındaki damla hastalığından zoru var. Damla, Osmanlı’nın klasik hastalığı, hemen her padişah yakalanıyor; lâkin karaciğer! Anladığın gibi içki belası! Neden başkalarına yasakladığını kendi içer bilmem ki! Orada yatağa düşeli neredeyse yetmiş günü bulacak. Bi­raz iyileşti haberi geldi, oradan Ankara’ya doğru yola çı­kacaklarmış. Oysa baharda ordusu ile beraber İsfahan’a gidecekti... Ne kadar yazık! Fakat ağam, Allah korusun sultanımıza bir hâl olursa, yerine Şehzade İbrahim geçe­cek ki (çünkü başka erkek çocuk kalmadı Osmanoğlu’nda, çok tehlikeli bir durum) düşününce afakanlar ba­sıyor. Biliyor musun o da Kösem denilen kadının öz oğ­ludur. Şehzade İbrahim’in, ağabeyi kadar eğitimi, öğreti­mi yoktur; ne İlmî, ne de askerî tahsilini tamamlamıştır. Sultanımız zamanında ömrü Topkapı Sarayında, “kafes” tabir edilen minik dairede geçmiştir. Ve ağabeyi tarafın­dan öldürülmek korkusu ile yaşamıştır, yaşamaktadır. Çok şiddetli baş ağrıları da çekermiş, fazla sinirliymiş. Nasıl olmasın ki, dört ağabeyinin öldürüldüğünü gördü. Velhasıl onun zamanında düzenin bozulup her şeyin eski hâline dönmesinden çok endişe ediyorum. Sadece ben değil, bütün aklı başında insanlar aynı korkuyu, endişeyi taşıyorlar. Rica ederim, dua et; Allah sultanımız IV. Murat Han’a acil şifalar ve uzun, sağlıklı bir ömür ihsan etsin, âmin.
Gözlerinden öperim kardeşim benim.”
***
Mehmet, Koca Derviş’e yazmıştı, kendininkiyle bera­ber, Kâsım’ınkini de zarfa koydu.
Mektuptan sonra risaleleri okuyan Mehmet; Feyzullah Efendi gibi, aklı başında görünen bir bilgin adamın, na­sıl Kadızadeler’in tarafında olabildiğine çok şaştı. Acaba o, kendisinin sandığı kadar aklı başında değil miydi? On­dan ders almakla hata mı ediyordu? Bu hocayı terk etse miydi? İçinden bu risaleleri ona okutmak, sonra da iyi bir tartışmak geçiyordu. Kalbini çarptıracak kadar şiddetli bir arzuydu bu. Düşündü; onun söyleyeceklerini ve ken­di cevaplarını hayal etti, keyiflendi. Fakat sonra tartışma işinden vazgeçti; o, buraya ilim öğrenmeye gelmişti, adamı mat etmeye değil!
Fakat sonraları Feyzullah Efendi’nin her öğrettiğinden kuşkulanmaya başladı. İçinde bir tatsızlık ve umursamaz­lık vardı, hocasına saygısını kaybetmek üzereydi. Acaba bu işi burada bırakıp çekip Mardin’e falan mı gitseydi? Çok ciddi düşündü; yine de kararsızlık içindeydi.
***
IV. Murat Han, Ankara’da, sevip saydığı şeyhülislamın, bağ bahçe içindeki, dededen kalma evinde ağırlandı. Orada tekrar içmeye başladı ve devam etti.
İstanbul’a 12 Haziran 1639’da vardı. Büyük törenlerle karşılandı. Bütün imparatorlukta bir hafta şenlik ilan edildi.
Murat Han’ın İstanbul’a girdiği gün Mehmet, Mardin’e gitmek üzere Diyarbakır’dan ayrıldı. Aşağı yukarı bir bu­çuk yıl Diyarbakır’da kalmıştı. Ayrılma kararını Feyzullah Efendiye bildirdiği zaman, adam samimiyetle üzüldü: “Sana alışmış, hatta sevmeye başlamıştım. Bir altı yedi ay daha sabretsen, iki yıl ilim tahsil etmiş olacaktın ki, bu da önemli bir şeydir.” Mehmet: “Allah’ın kısmeti hocam, müsaadenizle helalleşelim.” dedi... “Helalleşmek mi? Dur bakalım, hımm! Helalleşmek mi? Ben sana borçlu­yum.” “Anlayamadım efendim?” “Sen bu eve, benim sa­na verdiğimden daha fazla emek verdin. Seni izlemediği­mi, yapıp ettiklerini bilmediğimi mi sanıyorsun! O yüz­den borçluyum sana.” “Helal olsun efendim.” Feyzullah Efendi bir duraladı, sonra başını salladı: “İslamiyette hak yemek en büyük günahtır, bunu bilmez misin!” dedi, ce­binden kesesini çıkardı ve Mehmet’e, zorla bir altın verdi. “Şimdi helalleşelim.” dedi. Helalleştiler, küçük beylere selamlarını bıraktı Mehmet ve büyük bir heyecanla girdi­ği bu evden gayet sakin ayrıldı. Mardin’e gidecek bir ker­vana katılacaktı.
Yolda konakladıkları kervansaray, vakıf malıydı. Bu yüzden üç günlük yatak, yiyecek ve hayvanların bakımı bedava idi. Bu, büyük bir kervansaraydı; içinde yatakha­neler, yemekhaneler, aşhaneler, mescitler, hamamlar, hastahane ve eczahane vardı. Ayrıca ayakkabı tamir ede­cek yahut yeniden yapabilecek ayakkabıcılar, hayvanlar için nalbantlar bulunuyordu.
Akşam yemeğinden sonra mehter çalınıp kapılar ka­pandı. Artık bir Allahın kulu dışarı çıkamazdı. Ancak, ge­ce konuk gelecek olursa kapıcılar kapıyı açıp onu içeri alacak ve önüne yemek koyacaklardı... Sabahleyin her­kes namaza kalktı, sonra mallarını kontrol ettiler. Hancı­lar bağırarak, cümlesinin malının tamam olup olmadığı­nı sordular. Herkesten olumlu cevap "alınca kapıyı açtılar ve yolcuları dualarla yola koydular. Ertesi gece bir başka kervansarayda kaldılar. Vakıf malı olmadığı için burası paralıydı, fakat düzen bir evvelkinin aynıydı. Kervansaray­lar da, yollar da Mehmet’in çok hoşuna gidiyordu; deve üzerinde ağır aksak gidiyor, düşüncelere dalıyordu. At­maya kıyamadığı son şiirinde dünya için “zindan” demiş­ti Abdülkerim Efendinin etkisinde kalarak. Doğru mu yapmıştı, hakikaten zindan mıydı şu güzelim dünya? Şi­irlerinde, tıpkı Yunus’un yaptığı gibi, gerçekçi olmalıydı; duyumsamadığı bir şeyi yazmak istemiyordu, Yunus ka­dar samimi olmak istiyordu. Dünya çok güzeldi güzel ol­masına da; geçiciydi, doğru, aldatıcıydı, doğru, kötüydü, doğru fakat aynı zamanda iyiydi de. Bir denge mevcuttu iyilikle kötülük arasında, kurbanı olduğu O Sevgili, her şeyin zıddını yaratırken, nasıl da güzel bir denge var et­miş, nasıl da güzel bir düzen ve uyum kurmuştu! Madde, mânâ; zahir, bâtın! Keşke insanlar da şunların dengesini bir tutturabilseydi... Böyle şeyler düşünüyor ve sonra he­men hemen tümü vaiz sınıfından olan Kadızadeler’e kız­maya başlıyordu. Adamlar insanın gönlüne, ruhuna hiç önem vermedikleri gibi yobazlardı ve bütün yobazların olduğu gibi budalaydılar!.. Onlarla tartışma bile yapıla­mazdı, değmezlerdi, onları sadece dövecektin! Şöyle gü­reş kuralları ile bir sarmaya alacak... Mehmet gerçekten istiyordu bir Kadızadeli ile karşılaşmak!
Sonra yine dünya konusuna dönüyordu. Bu kez “Dün­ya bir büyük bahçedir.” diye düşünmeye başladı, “Allah bu bahçeyi yapmış, içine her çeşit faydalı ve zararlı ağa­cı dikmiş. Niçin zararlıları da ekmiş? Pek tabii denge için! Bu iş Allahın bir hikmetiydi ve herkesin bunun sebebini anlaması mümkün değildi, belki çok ileri derecedeki Al­lah dostları bilebilirlerdi. Diyelim ki bu bahçeye üç züm­re halk giriyordu. Bir kısmı bu bahçeye girer, oradaki fay­dalı şeylerden yer içer, gücü yettiğinden, beğendiklerin­den alır götürür. Bir kısmı da girer, iştah açıcı nefis mey­velerden yer, iştahı artar zararlılarından yer, fakat sonra hemen doktora koşar, doktor onları tedavi eder. Bunlar da yine ellerinden geldiği kadar faydalı şeylerden kucak­lar, dışarı çıkarlar. Fakat diğer bir kısmı vardır ki, bahçeye girer, her bulduğunu, faydalısını, zararlısını hiç ayırmadan her gözüne güzel görüneni yer içer. Bu yüzden yıkılır, he­lak olur. Davetçiler kendisini: ‘Onda zarar vardır.’ diye ikaz etmişlerdir, ama o kısım buna kulak vermemiştir. Davetçiler yine: ‘Sizin zehrinizin panzehiri, derdinizi devası bizdedir.’ dese de, insanlar yine dinlemezler. Bu bahçede üç zümre de daima mevcuttur. Bahçedeki ağaçların en fay­dalısı ‘tevhit’tir”’ Biraz daha düşündü Mehmet ve tevhit­ten daha faydalı başka bir şey bulamadı, fakat aynı za­manda “Kâmil insandır, Allah dostudur faydalı olan.” de­di içinden... “Sonra,” diye düşündü, “ağaçların en zarar­lısı küfür, şirk ve nifak ağacıdır. Sonra düşmanlık, kibir ve haset ^ağaçları gelir. Bahçede olanların en faydalısı; ‘emirler’ ve ‘nafileler’ bostanıdır. Orada bulunanların en zararlısı, zaten yasak edilmiş şeylerdir. Bunların panzehi­ri ise tövbedir. Bahçedeki hekim ve davetçiler ise; pey­gamberler, mürşitler, veliler ve Kadızadeli olmayan basi­retli vaizler ve nasihatçilerdir...”
Dünyanın böyle bir tasvirini yapması hoşuna gitti Mehmet’in. Bu betimlemesini Derviş Ağasına yazmaya karar verdi... Devenin üstünde ağır aksak giderken, bir de Mardin’e gidince at binmeyi de öğrenmek istedi; çün­kü o yalnız başına seyahat etmeyi de istiyordu. Nasıl ol­sa her dokuz saatte bir, bir hana yahut kervansaraya rast­lanıyordu.
***
Mardin, Diyarbakır’a bağlı bir sancaktı, vaktiyle Yavuz Sultan Selim Han, Safevilerden almıştı. Halkın yarısı Müslüman’dı; Yörükler, Kürtler ve Araplar vardı. Müslümanlardan geriye kalanlar; Yakubi, Süryani, Nasturi, Keldani idiler. Birkaç yüz de Yahudi vardı. Karmakarış bir halk kalabalığı, pek çeşitli ibadetler, âdetler, törenler; ca­miler, kiliseler, tekkeler, mânâstırlar ve Süryani Patrikliği­nin merkezi, hepsi Osmanlı idaresinde barış ve kardeşlik içinde yaşıyordu. Mehmet, Ulu Cami’yi ziyaret etti, na­mazlarını orada kıldı ve Ulu Cami’nin meşhur hamamın­da yıkandı. Gözüne aklı başında görünen herkesle ah­baplık etti. İyi bir bilgin kişi aradığını söyledi. Çeşitli in­sanlar çeşitli hocaları tavsiye ettiler, üzerinde anlaştıkları tek isim; Abdürrezzak Efendi idi. Mehmet, Araplarla da konuşmaya çalıştı, okuması ve anlayışı epey geliştiği hâlde konuşması hiç iyi değildi. Onun yanlış cümleler kurması karşısındakileri güldürüyor, Mehmet de buna si­nirleniyordu, sinirlenmeye hakkı olmadığını bile bile... Sonra, “Ne kadar gülerlerse gülsünler, benim çat pat da olsa konuşmam lazım ki, bol bol konuşmam lazım ki, Arapça konuşmayı öğreneyim.” diye düşündü. Bu arada gidip Abdürrezzak Efendiyi buldu. Oldukça mütevazı bir evde, mütevazı bir hayat sürüyordu anlaşıldığı kadarı ile, kendisi de çok alçak gönüllü idi... Ayrıca, yetiştirdiği öğ­rencilerden para kabul etmiyormuş, Allah rızası için yapı­yormuş bu işi. Mehmet, hiç o değilden Kadızadeler hak­kında fikrini öğrenmek istedi; adamın gülen gözleri ka­rardı:
          Allah’ın kullarına yakışmayacak kavgalar yapıyorlar, hem de Allah için olduğunu söylüyorlar. Bu tavırlar güzel değildir, sanki küfre kaçacaklar. Şükürler olsun ki ben onların kavgaları ile hiç ilgilenmiyorum, bir din âlimiyim ama tasavvufa da saygım vardır, dedi.
Mehmet rahatladı, o zaman kendinden ve babasın­dan, Derviş Ağasından uzun uzun bahsetti, Diyarba­kır’da bir buçuk sene Feyzullah Efendi’den ders aldığını da söyledi.
          Peki, dedi adam, neden ayrıldın o zattan?..
          Sebebi özel, söylemesem olur mu efendim?
          Peki bir tek şey söyle, söyleyeceğin ne olursa olsun seni öğrenci olarak almamı engellemeyecek; sen mi onu bıraktın, o mu seni kovdu?
          Ben onu bıraktım efendim, dedi Mehmet.
          Pekâlâ, ne çalışmak istiyorsun?
          Hadis, kelam ve Arapça, dedi, özellikle Arapça ko­nuşmayı... Mantığı ve tefsiri iyi öğrenmiş olduğunu kabul ediyordu.
          O hâlde bütün konuşmalarımız Arapça olsun se­ninle. Yalnız anlamadıklarını anlamış görünme, mutlak sor, aslında keşke bir Arabistan’a yahut Mısır’a gitme imk­ânın olsa. Oralarda çok çabuk konuşmacı kesilebilirsin.
Düşünsene, en yüksek Arapçadan, çarşı pazar Arapçasına kadar her şeyi bilmek, anlamak, konuşmak zorunda kalacaksın.
          Kısmet olursa giderim efendim, tabii gitmeyi iste­rim de.
          Mısır’da, Kahire’de Şeyhûniye diye anılan bir medrese vardır. Sadece medrese değildir, içinde sufi hangâhlarının bulunduğu büyük bir külliyedir. On altı sütun üzerine kurulmuş, tavanı nakışlı bir asitanede ümmi Kadir Efendi diye bir Kadiri şeyhi tanıdım, pek sevdim. Eğer tarikata girmeye niyetim olsaydı, mutlak onun elini öper, biat ederdim. Fakat işte zahir ilim tah­silini tercih ettim, Allah’ın nasibi buymuş demek...
O sıralarda Mehmet yirmi iki yaşındaydı. Derslere baş­lamak için Abdürrezzak Efendi’den bir hafta izin aldı, hal­kın arasına karışıp Mardin’i gezmek istiyordu. Halkın çe­şitliliği önce ürkütmüştü onu, ama artık alışıyor, hoşuna bile gidiyordu. Geziyor, kahvelere uğruyor, oralardaki gençlerle ahbaplık kuruyordu... Süryani ve Arap bir grupla laflaşırken, buraya ilim öğrenimi için geldiğini, Abdürrezzak Efendi diye bir hoca ile anlaştıklarını söyle­di, bir haftalık izninden iki günü daha kalmıştı. “Öyleyse sana hiç unutamayacağın bir Mardin akşamı geçirtelim!” dediler... “İyi çocuklar!” diye düşündü: “Olur!” dedi. Ço­cukların hesaplarını da Mehmet ödedi, hep beraber kalk­tılar... Birkaç gün içinde, büyük, toprak rengi taş konak­larıyla biraz öğrenmişti Mardin’i Mehmet, fakat bu beş gençle girip yürüdükleri sokakları, geçtikleri evleri hiç görmemişti. Oturdukları kahve şehrin merkezindeydi, Mehmet yürüdükçe merkezden uzaklaştıklarını fark edi­yordu. Nereye götürüyordu bu gençler onu? Böyle dü­şündü, fakat içinden sert bir ses: “Yoksa korkuyor mu­sun? Sen koca bir pehlivansın!” dedi. “Ben koca bir peh­livanım, korkmuyorum zaten.” diye cevap verdi. Gençle­ri, hiç o değilden şöyle bir süzdü. Mehmet’in yapılı ve id­manlı bedeninin yanında onlar pek çelimsiz kalıyorlar­dı!.. Nihayet tenhada, bahçe içerisinde küçük bir eve geldiler. Kapıyı evvela üç kere, sonra iki kere, sonra dört kere çaldılar... Kapı hemen açıldı; şişman, göbekli bir adam, onları büyük tezahüratla karşıladı; şivesinden Rum olduğu anlaşılıyordu:
          Aman benim beylerim, paşalarım gelmiş, diyordu Nikola. Bugün ne güzel bir günmüş, çoktan beri yüzünü­ze hasret kaldık, kalbimiz kırıktı efendilerim. Hoş geldi­niz, sefalar getirdiniz. Buyurun, şöyle buyurun. Dün Mariya sizi soruyordu, nerede kaldı bu yakışıklı çocuklarımız diyordu. Yalanım varsa, iki gözüm önüme aksın.
Nikola önde onlar arkada, üzerleri halı kaplı geniş se­dirlerle bezenmiş bir odaya girdiler. Adam:
          Şimdi Mariya’ya haber vereyim. Şöyle yemeye baş­lamadan önce bir şeyler alır mıydınız? diye sordu.
          Yanımızda ilim tahsil etmeye gelmiş, bir büyük efendi var Nikola, gözlerini dört aç ona bak. Önce ona sor bakalım, o ne ister, sonra sıra bize gelsin.
Bu iltifattan son derece şaşırmış ve utanmış olan Meh­met:
          Aman estağfurullah, dedi, siz ne içerseniz ben de onu içerim. Ayrılık gayrılık yok, arkadaşız artık! Aklında annesinin bahçeden kopardığı vişnelerle ezdiği o güze­lim şerbet vardı, şöyle buz gibi!
          Arkadaşız artık, diye, gençlerin başını çeker gibi gö­rünen kapkara gözlü, kapkara bıyıklı genç tekrarladı.
Hepsi gülüştü. Kapkara gözlü, Nikola’ya döndü:
          Her zamanki şerbetlerimizden olsun, yanına fındık fıstık da getir.
Nikola, yerlere kadar eğilip çıktı. Mehmet’in içinde se­bebini anlayamadığı bir huzursuzluk vardı. İçinden bir ses: “Gel çekip gidelim buradan!” diyordu, başka bir ses de: “Çok ayıp olur, şimdi arkadaşız dedik bir kere.” diye ona cevap veriyordu.
Biraz sonra içeri, elinde iyice ovulmuş altın ışıklar sa­çan koca bir pirinç tepsiyle Mariya girdi. O da kocası gi­bi şişman ve göbekliydi, ama yeşil yeşil gözleri pek gü­zeldi. Tepsinin içinde kırmızı renkte bir sıvıyla dolu bar­daklar vardı. Mehmet, “İşte vişne şerbeti!” diye düşündü.
          Hoş geldiniz çocuklarım sefalar getirdiniz, gözleri­miz yollardaydı, dedi.
Kapkara gözlü genç yerinden fırladı, bir bardağı alıp Mehmet’e sundu.
          Buyurun Mehmet Ağa’m.
Mehmet, bardağı başına diktiği gibi bitirdi. Biraz ekşi gelmişti tadı ve vişne şerbetine pek benzemiyordu.
          Affedersiniz, dedi kadına, ne şerbeti anlayamadım, biraz ekşi geldi ama...
Kapkara gözlü cevap verdi:
          Bu şerbet ailenin bir sırrıdır! Yaş ve kuru birkaç mey­venin balla ezilmesinden yapılır, bize söyledikleri bu kadar. Meyveler nedir, ne kadar meyveye ne kadar bal konur, na­sıl ezilir hiç anlatmazlar, (kendisininkinden bir yudum aldı) Ha evet, dedi, biraz ekşi bu seferki Mariya, iyi tutturama­mışsınız. Ne yazık, hatırlı bir misafirimi getirmiştim size.
          Aman yakışıklım ne ziyanı var, o güzel canını sıkma, daha tatlısını getiririm. Tatlısı da var, daha ekşisi de, bol bol, hiç merak etmeyin.
Mehmet’in içtiği ikinci şerbet daha tatlıydı, bu hoşuna gitti. Yumuşak sedire biraz yayılarak oturdu, öyle gelmiş­ti içinden. Biraz önceki: “Gel çekip gidelim buradan.” di­yen ses susmuştu. Bu arada yerde geniş bir tepsinin içi, Mardin’e has değişik yemeklerle doluyordu, birkaç süra­hi de şerbet getirmişlerdi.
Kapkara gözlü genç diyordu ki:
          Bunlar Mardin yemekleri, sanırım hiç tatmamışsındır... Bakalım hoşuna gidecek mi?
          Böyle bir şerbet de tatmamıştım ama hoşuma git­ti, yemekleri de beğenirim herhâlde.
Yer sofrasına çökerken başı dönüyordu hafiften, aldır­madı Mehmet, karnı enikonu acıkmıştı. Bismillah’la ek­meği bölüp, kendine bir parça ayırdı, o sırada içerki oda­lardan birinden müzik sesi geldi. Kapkara gözlü olanı:
          Kemancılarınız da var bu akşam, ha! Ama böyle uzakta çalmasınlar, gelsinler buraya, dedi.
Biraz sonra iki kemancı girip temenna ettiler. Kapka­ra gözlü; göstere göstere para kesesini çıkardı, içi çil çil gümüş para doluydu. Hiç hesaplamadan bir küçük avuç alıp keseden, kemancıların önüne yere saçtı. Adamlar abartılı bir gösteriş ve teşekkürlerle, paraları yerden topladılar. Sonra çalmaya başladılar. Müzik, has­sas ve kaliteli tekke musikisine alışık olan kulaklarını ra­hatsız etmişti Mehmet’in; pek pespaye idi. “Mar'din ha­vaları herhâlde.” diye düşündü. Pek tatlı bir uyku bastır­mıştı. “Ayıp olur yahu, sofrada da uyunmaz ki!” diye dü­şündü, fakat bir süre sonra başı önüne düştü, nefes alış­verişleri düzenli bir uykuya geçti, bir bebek gibi saf ve te­miz uyuyordu. Sofrada ses kesildi, hepsi Mehmet’e bak­maya başladı, sonra iki genç kalkıp onu dikkatle bir se­dirin üstüne taşıdılar. Kapkara gözlü: “Yeteri kadar içti mi?” diye sordu, baş salladılar; yemeye ve şaraplarını iç­meye devam ettiler.
Bir kadın sesinin, kendisi için: “Pek de yakışıklıymış, nasıl da kıydınız?” dediğini sanki hatırlıyordu baş ağrıları içinde. O kadar ağrıyordu ki başı, gözlerini açamıyordu. Ne olmuştu ona, neredeydi? Bu baş ağrısı da ne oluyor­du? Böyle sorularla iç içe girmiş keman inlemeleri türlü türlü. Hiç susmak bilmez mi bu keman? Hiç... hiç hiçlik. Kocaman karanlık bir hiçlik içindeydi Mehmet. Baş ağrı­sı ve keman sesi ona eziyet ediyordu ki ne biçim!.. Bas­bayağı, ıstırap çekiyordu. Neden sonra aklına, cehen­nemde olduğu geldi, bu kez üşümeye başladı. Tıtreye titreye kendine geldi; ezan okunuyordu. Yattığı yerden kalkmaya çalıştı. “Ne sertmiş bu yatak!” Fakat yatakta değildi ki, sokakta yerde yatıyordu! Fark edince çok şa­şırdı! Nereden, nasıl gelmişti buraya hatırlamıyordu. Ku­lağının içinde bozuk bir kemanın gıcırtısı ve bir kadının sinir bozan incecik sesi: “Ne de yakışıklıymış, nasıl kıydı­nız?” Kime kıyılmış, kim kıymış? “Rabb’im bana yardım et!” öyle gönülden, öyle aşkla yakarmıştı ki; kendine gel­di. İlk işi belini yoklamak oldu. Hayır, kesesi yerinde de­ğildi! Öyle sokağın ortasında oturduğu yerde kalakaldı ve yavaş yavaş hatırladı. “Yoksa bana şerbet diye...” Aklına gelenden dehşete kapıldı. Bu üzüntü, kesesinin çalınmış olmasından doğan üzüntüden daha fazlaydı. Gençlerden ziyade kendi budalalığına kızıyordu, önce kendisini döv­meli ki, sonra öbürlerine sıra gelsin!.. Bu baş ağrısı din­mez mi, keman sesi susmaz mı? Zorla kalktı yerinden, nerede olduğunu bilmiyordu. Önce camiye gitmeye yel­tendi, sonra aklına içmiş olduğu geldi, vazgeçti. Evvela bir hamama gidip, yıkanıp temizlenip abdest almalıydı. Fakat nerede bulunur bir hamam? üstünü başını silkele­di, başı açıktı, kimbilir nereye atmışlardı serpuşunu! Saçlarını sıvazladı ve önüne gelene bir hamam sorarak yürü­dü. Ona şaşkın şaşkın baktılar, saçtığı şarap kokusundan tiksindiler, gülüp geçtiler. “Nihayet bir zavallı sarhoş diye bakıyorlar bana, elbet gülerler!” Kendine güldürmek en sinirlendiği şeydi, ama işte şimdi gülenleri hoş görüyor­du! “Başıma daha neler gelecek! Bana gülene, hoş bakı­yorum! Gururuma yediremezdim, şimdi gurur mu kaldı!” Bir süre daha yürüdü çevresine bakına bakına. “Mama­fih gururun kalmaması da pek hoş bir şey. Kibire kaçan bir gururdu çünkü...” diye düşündü, Allah’a şükretti. Ni­hayet yaşlı biri ona yol gösterdi ve: “Peki hamam paran var mı?” diye sordu. Doğru ya hamama para lazım! Bo­yun büktü:
          Paramı çaldırdım.
Adam ona birkaç kuruş verdi:
          Hamamın yanında bir fırın vardır, önce oradan bir somun ekmek al da, ye. (içini çekti) Ah bu gençlik! Bir zamanlar ben de içerdim, sonra tövbe ettim ve o günden bu yana ağzıma tek damla içki koymadım. Allah sana da nasip etsin inşallah tövbeyi. Ben sizin gibilerini bilirim. Yani, elinize bir metelik geçse gider şaraba yatırırsınız! Çaldırılan para da iyi bahane! Bak iyi dinle beni, bu pa­rayı senin nefsin için vermedim, Allah rızası için verdim, bunu bil. Gerçi Allah, bir bitli sarhoşa verilen sadakayı ne kadar kabul eder bilemem ama. (içini çekti) Neyse, sakın gidip içme ha! Haydi doğru hamama, yıkan, anca kendi­ne gelirsin.
Adamın yarı alaylı, yarı sert konuşması, Mehmet’in yü­reğine işledi. Bir yandan, “İyi, nefsim terbiye ediliyor, şü­kürler olsun!” diye düşünürken, bir yandan kibire kaçan gururu onu rahat bırakmıyor; nefsi âdeta: “Ben yaralan­dım, yaralandım!” diye eziyet ediyordu. Bir on beş daki­ka önce kendisine gülüp geçmelerinden pek de rahatsız olmayan, “Bende gurur mu kaldı!” diye memnun olan genç adam şimdi işkence içindeydi. Dönüp, eski içkiciyi yakalamak, verdiği parayı onun suratına çarpmak istiyor­du. Hatta bir de çenesine yumruk indirmeliydi! Fakat ha­mamın yolunda yürümekten gayri bir şey yapmadı. Aczi, Mehmet’i daha çok öfkelendirdi; içi acıdı, ağzı daha faz­la kurudu.
Neyse, tellak anlayışlı bir adamdı:
          Ben seni bir yıkayıp paklayayım, hiçbir şeyin kal­maz, dedi.
Yıkanıp bir de gusül abdesti alınca biraz ferahladı Mehmet. Baş ağrısı azalmış, kulaklarındaki keman ve ka­dın sesi yok olmuştu. Ve artık kendisine para veren ada­ma minnettardı. Şimdi sıra acı acı düşünüp, ne yapaca­ğına karar vermeye gelmişti. Beş parasız kalmıştı, hoca para almayacaktı tamam da, nerede yatacak, nasıl karın doyuracağı? Ne yapabilirdi? Ne, ne, ne?! Kafasının için­de ateşler yanıyordu. Her “Ne yapabilirim?” sorusu, bu ateşi körüklüyor, kafatası ısıdan çatlayacakmış gibi olu­yordu. Gönlü şarap içmiş olmanın acısı ile ağırlaşmış, içine yük oluyordu. Azap içindeydi... Bir de karın doyur­mak ve yatacak yer bulma sorunu.. Yine bir evde ayak iş­lerine bakmak mı... Doğrusu bunu pek istemiyordu; fâkat elinden başka ne gelebilirdi ki? Birden eski bir dost tebessümü gibi güreş doğuverdi içine. Evet, güreş öğretebilirdi çocuklara! Konu çocuklar olunca ve de öğret­mek; başka şeyler de öğretebileceği geldi aklına; Kur’an, namaz... Ve sıbyan okulunda okutulan ne varsa, hepsini öğretebilirdi. Hatta tefsir ve kelam!.. Koca Derviş ona na­sıl hocalık yaptıysa, bazen hoca, bazen ağabey, bazen ba­ba gibi onlarla meşgul olabilirdi. Biraz rahatlar gibi oldu. Herhâlde Abdürrezzak Hoca ona öğrenci bulmasında yardımcı olabilirdi. Artık kahvelere gitmek istemiyordu, artık şehri gezmek, yeni insanlar tanımak istemiyordu; öğrenmek ve öğretmekten başka bir şey istemiyordu. Ve gönlünün tek büyük arzusu, tekrar O Sevgilinin her­hangi bir yolunda yürüyebilmekti, ama yavaş yavaş, ama emekleye emekleye, ama yerlerde sürünerek ken­dini bağışlatması lazımdı; başka türlü bu ağır gönül yü­küyle yaşayamazdı!.. Hamamdan çıkıp gözyaşları içinde camiye girdi. Millet öğle namazı için yavaş yavaş toplanı­yordu. Mehmet, caminin uzak bir köşesine geçip büzül­dü; kollarını kavuşturdu, başını göğsüne gömdü kendini bıraktı. Bu kez yağmur gibi inmeye başladı gözyaşları; bir budala gibi gençlere kanıp onların yolundan gittiği için ağlıyordu; bir budala gibi şarabı, şerbet sandığı için ağlı­yordu; fakat en ziyade bağışlanmak için ağlıyordu; çün­kü çok utanıyordu O Sevgili’den, çok utanıyordu. Fazla mı güvenmişti kendine? Ne küstahlık! Gururlu, kibirli miydi? Ne haddini bilmezlik! O’nun karşısında, gözleri önünde hem de!.. Bu kadar yıl çalışıp çabalayıp öğren­diklerini bir gecede yakıp kül etmişti. Acısı bu yüzdendi. Yoksa bir gece bilmeden şarap içtiği için, Allah’ın onu bağışlayacağını biliyordu. Ama işte öğrendikleri... Der­vişçe yaşayabilmeyi öyle temiz, saf, duru bir su gibi yaşa­yabilmeyi becerememişti. Oysa Koca Derviş’in her adı­mını öğrenmişti ve izleyebileceğine güveni tamdı; bir ayak sürçmesi ile hepsi tuz buz oldu. Ne demiş Hazreti Mevlana: “Göründüğün gibi ol, olduğun gibi görün!” Bunca basit, ama demek bunca zormuş! Herkes için de­ğil, kendisi için öyle, zor. Ne demişlerdi: “Sana unutama­yacağın bir Mardin akşamı geçirtelim.” Elhak doğru! Mehmet’in hiç unutamayacağı şeyleri yaşatmışlardı ona. Onlar sözlerini tutmuşlardı. Artık gençleri bulup dövme­yi düşünmüyordu. Kendisini dövmeyi de... Gönlü bu işin en zorlusunu yapıyordu, bir ateş yarası gibi yanarak ve ağırlaşarak. Ne, ne biçim bir yüktü ki, gözyaşları bile panzehir olamıyordu. Namazını da ağlayarak kıldı...
Ertesi gün son izin günüydü. Çevresine hasta olduğu­nu söyleyip namaz kılmak dışında yataktan kalkmadı. Yor­ganı çekip başına, iç muhasebesine devam etti. Gençlere kandığı için kendini bağışlayamıyordu. O evde iç sesi kendisine çekip gitmesini söylemişti. Onu dinlememişti. Bu iç sese kulak vermek lazım geldiğini söylerdi Koca Derviş: “Kalbin seni aldatmaz, iş ki o ses kalbinin olsun, şeytanın olmasın.” Şeytan karışmıştı bir gece evvel ona, bu belli: “Korkuyor musun?” diye kışkırtmıştı onu. Bu “sersem” de gençleri zayıf nahif görüp hepsiyle başa çı­kacağını sanmıştı! Me boş bir gurur! Ve sadece kaba gü­ce güvenmek! “Hiç şeytanın kaba güç kullandığını görüp işittin mi koca kafa?” Karnı açlıktan eziliyordu. Çıkıp so­kaklara dilense miydi yani? Fakat biraz sonra hancı bir ek­mekle bir koca kâse getirdi. Bu sıcak un çorbası onu bi­raz kendine getirdi. Adam: “Benzin solmuş, bir hekime gitmek ister misin?” diye sormuştu. Hayır! Elbet hayır... Onun hekimi de, hâkimi de Allah’tı. Kalbinin yarasına bir tek O derman olabilirdi, zavallı hekim bu yangına netsindi! Ne yapacaktı Mehmet, ne yapacaktı? İşte o anda şiir, doğruca gönlünden gelen bir şiir ona cevap verdi:
Hevâ ise yeter gönül, gel Allah’a dönelim gel
 Sivâ ise yeter ey dil, gel Allah’a dönelim gel
Nice bir sevelim gayri, nice bir olalım gayri
Analım vuslat-ı yâri, gel Allah’a dönelim gel
Bize Hak’tan gel olmadan, ecel kûsı vurulmadan
Cânın Azrâil almadan, gel Allah’a dönelim gel
Özenmez misin ol Yâre ki, aldanmışsın ağyâre
Seni azdırmış emmare, gel Allah’a dönelim gel
Niyâzî’ye olup hâldaş, olursan yoluna yoldaş
Döküp gözlerimizden yaş, gel Allah’a dönelim gel
Gönlü, gönlünden almış, gönül söylemişti. Peki bu “Niyâzî” kimdi, neydi? İçindeki küçük arı duru ses: “Canım kaç zamandır şiirlerinde kullanmak için kendine bir isim aramaz mıydın?” diye hatırlattı:
“Mahlas işte bu! Demek benim mahlasım Niyâzî imiş! Demek bundan sonra Niyâzî adıyla yazacağım ben!” diye
düşündü, içten sevdi bu yeni şair ismini. Artık isim gel­dikten sonra, daha çok şiir yazacağını düşündü ve der­ken aralara bazı beyitler daha ilave etti. Sonra “Niyâzî” kelimesinin ebcet değerini hesap etti; 78 oluyordu. “Bu yetmiş sekiz benim hayatımda önemli bir rol oynayacak galiba...” diye düşündü, ne olabilirdi? Birden içine “Yet­miş sekiz yaşında ölebilirim.” diye düştü, hiç umursama­dı; yetmiş sekiz yaşına, sanki yetmiş sekiz asır vardı! O kadar uzaktaydı ki bu yaş! Sonra bu gönlüne düşeni unuttu gitti Mehmet.
***
Ertesi gün sabah namazından hemen sonra Abdürrezzak Efendiye gitti. Adam sabah çorbasını içiyordu, bir kâse de ona getirtti. Çorbadan sonra, Mehmet bakışları­nı yerdeki kilimin bir desenine dikip bütün başından ge­çenleri, para veren adamın söylediklerini de ihmal etme­den, olanca açık kalpliliğiyle anlattı. Abdürrezzak Efendi hafifçe gülümseyerek:
          Olur böyle şeyler, sakındığın göze çöp batabilir, fa­kat aynı zamanda bu bir imtihandır da!
— Veremedim imtihanımı!
          İmtihanın bitmedi ki, devam ediyor. Ne yapacaksın .bundan sonra, böyle beş parasız. Hiç düşündün mü? Yoksa kendini aşağılamaktan ona vakit bulamadın mı?
          Düşündüm efendim, öğrenci okutabilirim, çocuk­lara, gençlere güreş öğretebilirim, bunları yapabilirim. Eğer siz lütfedip öğrenci bulmama yardım ederseniz...
          Hımm, dedi Abdürrezzak Efendi, ola da bilir, olma­ya da bilir, bunu düşündün mü? Yani ihtimalleri hesap et­tin mi?
          Efendim bir ev, dükkân işi de bulamazsam, hamal­lık yapabilirim, gücüm kuvvetim yerindedir. Hamallıktan ötesini hesaplamadım, o zaman tek olasılık sizden borç para alıp Malatya’ya geri dönmek!
          İyi iyi, Allah sana yardım ediyor, her şeyi hesapla­mışsın. Önce tedbirini alacaksın ve sonra Allah’a emanet olacaksın, O yardım eder. Biraz düşünüp devam etti. Öğrenci işine gelince, evet sana öğrenci bulurum, çün­kü birkaç ahbabım bu işi benim yapmamı istediler. Bu yaştan sonra çocuklarla uğraşmam zor gerçekten. Hem bir çocuğun bakış açısından genç hoca daha iyi... Güreş de öğretebileceğine göre sorup soruştururuz, merak et­me. İş bulup para kazanıncaya kadar benim misafirim olup bu evde kalırsın. Hem handan, onun masrafından kurtulmuş olursun. Hem benim evimde kalan bir hoca­ya, eş dost daha çok güvenir. Sonrasına Allah kerim... Artık biz, Bismillah çekip dersimize başlayalım.
***
Böylece derslere başladılar, Arapça konuşuyorlardı, Mehmet’in takıldığı yerlerde Abdürrezzak Efendi, sabırla durup, Mehmet’in yanlışını kendisinin bulup düzeltmesi­ni bekliyordu. Mehmet “hadis” ilmiyle bir başka ilgilendi, âdeta Kuranın tefsiriydi Peygamber’in sözleri. Hadis il­mini tefsir ilminden sonra alması daha isabetli olmuştu; Hazreti Peygamber’in hayatını tekrar okumaya başladı. Dünyanın en büyük insanının yaşadığı hayat ne kadar sade, ne kadar arı, duru idi! Ve mücadelesi nasıl kutsal ve büyüktü! Herhangi bir insan yapabilir miydi bu müca­deleyi, bu sabrı gösterebilir miydi, bu hoşgörüyü? Bu na­sıl büyük bir gönül idi ki, insanlığın sevgisini içinde taşıyabilmişti! Bu nasıl büyük bir gönüldü ki, bunca teslim olabilmişti Yaradan’ına! Ona bir kere daha ve çok hayran oldu, onu bir kere daha ve çok sevdi.
Öğrenci meselesi çabuk hallolmuştu; Abdürrezzak Efendi’nin bir tüccar dostu, âdeta Mehmet’e el koymuş onu evine ve sofrasına almış ve yedi ile on iki yaş arasın­daki dört oğlunun yetiştirilmesini ona emanet etmişti. Mehmet, “Allah bana yardım ediyor, demek ki doğru yoldayım.” diye düşünüyor, Kâsım’a ve Derviş Ağasına mektuplar döşeniyordu.
Derviş Ağasına, “Senin kadar sabırlı ve anlayışlı deği­lim, ama inanır mısın bu dört canavar beni sevdiler! Hem dediğimden dışarı çıkmıyorlar, hem dördü de öğrenmek için birbirleriyle yarışıyor. Gelip güreşlerini seyredeceksin,
bir âlem vallahi bu çocuklar. ‘İnsan verirken alır.’ derdin ya bana, o zaman seni anlamazdım, ama şimdi anlıyo­rum... Ben de onlardan neler öğreniyorum bir bilsen ve tabii sık sık kendi çocukluğuma dönüyorum, seni ve Kâsım’ı bol bol anıyorum. Hikâyelerimizi çocuklara da anlatıyorum, onlar da seni ve Kâsım’ı görmeden sevme­ye başladılar. Ah Derviş Ağa’m; kalbimde manevi yol öz­lemi olmasa, ben ilelebet çocuklara hocalık edebilirim. Senin zaman zaman söylediğin gibi çocukların önce ana-babalarına, sonra bizlere birer Allah emaneti oldu­ğunu artık iyi anlamış bulunuyorum. Ancak, Allah yolu­nun hasreti gönlümü daha fazla kıymaya başladı son ay­larda. Acaba, diyorum, kalkıp Mısır’a gitsem, orada hem El-Ezher’de yüksek öğrenimimi tamamlasam, hem de bir şeyh arasam mı kendime? Şimdi biliyorum, diyecek­sin ki; babanın elini reddettin, artık sen gönlüne göre bir şeyh bulamazsın. Yapmayacaktın, babanın gösterdiği yoldan gidecektin! Ah Derviş Ağa’m böyle söyleme n’olur! Aslında ben Hüseyin Efendi’yi çok sevdim, o kalkıp İstanbul’a gitmeseydi, bütün ömrümü dizi dibinde geçi­lebilirdim, ama olmadı, kısmetim bu kadarmış. Ama bu demek değildir ki ben gönlümün aradığı şeyhi bulama­yacağım. Elbet bir gün, muhakkak... Tek Allah nasip et­miş olsun.. Nasip etmemiş olsa, içimde bu kadar kuvvetli bir arzu olur muydu? Olmazdı... Evet, böylece yine yol­lara düşebilir, yolumun şeyhini aramaya başlarım Derviş Ağa’m, benim için dua et.”
***
Bir yıl geçti, Mehmet yirmi üç yaşına geldi. Gönlünde­ki manevi yol özlemi onu tekrar yollara düşürecekti. He­defi Kahire idi. Orada El-Ezher’e devam edip şimdiye ka­dar iki hocasından gördüğü derslerin bazı ilavelerle yük­sek öğrenimini görecek ve şeyhini bu kez Mısır illerinde aramaya devam edecekti. İçinde bir ses ona mutlaka bir şeyh eli öpeceğini söylüyordu sanki. “Şeyh eli, evet. Fa­kat bu zat benim öz şeyhim mi olacak? Ona biat edip ar­tık ondan gayri kimselere bakmayacak, kimseleri ara­mayacak mıyım? Gönlümdeki şu devamlı arama arzusu tükenecek mi, artık tamam diyebilecek miyim?” Böyle sorular, beynini oyuyordu. O zaman içindeki ses susuyor ve bu sükûtu ile sanki: “Sabret!” diyordu. Sabır, Meh­met’in pek beceremediği bir iş idi, fakat beklemeye mec­bur olunca başka ne yapsındı? Mecburdu sabretmeye. Bu mecburiyetten dolayı hakiki bir sabır içinde olamayacağı­nı biliyor: “O Sevgili,” diyordu, “herhâlde hoşlanmaz bu çeşit bir sabırdan.” Sabır demek, teslimiyet demekti ve Mehmet tam teslimiyet içinde değildi. Bunun farkındaydı, bu farkındalığından ötürü daha çok acı çekiyordu. Eğer Allah ona teslimiyet nasip etmemişse, bu işi kim hallede­bilirdi ki? Anahtar, başlangıç, devam ve son yalnız O Sevgili’nin lütfuyla mümkündü. “Yeter ki sen gönlüme nazar eyle, yeter ki nasip eyle... Bu uğurda her türlü azaba razı­yım, tek nasip eyle; nefsimi çıra gibi yakmaya, onun ate­şinde yürümeye hazırım!” Halveti Şeyhi Hüseyin Efendi’nin verdiği virdine yine aşkla sarılmıştı. Bir şiirinde şöy­le söylüyordu:
Ey Kenm Allah, ey Ganî Sultân
Dertliyiz, senden umarız dermân
Lütfuna had yok, ihsâna payân
Dertliyiz senden umarız dermân
Gerçi kullarda ma'siyet çoktur
Rahmetin Mevla dahi artukdur
Gayrıdan bize hiç meded yoktur
Dertliyiz senden umarız dermân
Gel demez isen biz günahkâra
Bir adım kâdir mi ki yol vara
Çare yok, senden olmazsa çâre
Dertliyiz senden umarız dermân
Bu Niyâzî çün zikrine düştü
Dün ü gün gönlü fikrine düştü
Zâtına eren şükrüne düştü
Dertliyiz senden umarız dermân
***
Abdürrezzak Efendiye bu çok sevdiği öğrencisinden ayrılmak zor geldi, fakat o dört oğlan ve babaları Meh­met’i bir türlü bırakmak istemediler. Adam yalvardı ya­kardı, yüklü paralar teklif etti, olmadı... Nihayet biricik kı­zını öne sürdü: “Gel damadım ol!” dedi... Hiçbiri kâr et­medi. Dört oğlanın gözleri yaşlı yaşlı yalvarmaları karşı­sında bir an zayıflayan Mehmet, kendini çabuk topladı; belki bir gün geri dönüp onları ziyaret edeceğini söyledi. Lâkin şimdi gönül ateşinin ışığını izlemeliydi; onlarla san­ki birer büyük adam gibi konuştu. Allah’ın bir yolunu ara­dığını söyledi, eğer o yolu bulur da orada yürümeye baş­larsa, elbet gelip onları bulacak, misafirleri olacaktı. Söz verdi.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar