ÇAĞRI VE YANKI -Sûfilerin Rüya Çalışmaları ve Ait Olma Psikolojisi
Llewellyn
Vaughan-Lee
Çeviren:
Enise ERGÜN
Manevîyat, akılla anlaşılabilecek bir şey değildir. O, farklı bir boyuta,
ruh boyutuna aittir. Böyle olduğu hâlde; Çağrı ve Yankı kitabında
Llewellyn Vaughan-Lee mürid tarafından tecrübe edilen pek çok psikolojik ve
manevî süreçleri, değişiklikleri, iniş-çıkışları, gerçeğe giden yoldaki yavaş
ilerleyişi başarıyla tanımlamıştır. Şeyh ile olan ilişkinin kapsamına aldığı
derinliği gösterebilmiştir, manevî literatürde büyük öneme sahip olan; müridin
manevî değişimde gelmesi gereken noktaya geldiğinde şeyhi ile ruhunun nasıl
birleştirildiğinden bahsetmiştir. Bu olay büyük bir gizemdir, tuzun, bir bardak
suda erimesi gibidir. Çağrı ve Yankı'da içsel olayların tanımlanmasında
rüyaları kullanılmış ve böylece tarikat yolunun daha açık bir şekilde anlaşılması
sağlanmıştır. Kullanılan çağdaş bir dil, modern arayışçılar için özellikle
yardımcı olacaktır.
IRINA TWEEDIE
Rüya çalışmaları sûfilerin eski öğretici
hikâyelerinin modern karşılığıdır.
Irina Tweedie
Manevî yaşam, bir çağrının yanıtıdır. Bize kalsa, asla dünyadan yüz çevirip
menzile giden bu uzun ve acı dolu yolculuğa çıkmazdık. Fakat bizi çağırmakta
olan, en derin arzularımızı uyandırarak kalbimizin derinliklerinden bize
seslenen biri var. Bu çağrı, bizi gittikçe daha da derinlere götüren, hep ötelere
işaret eden altın bir iplik gibidir. Hem içten gelir hem de imalarda bulunur,
akla değil, varlığımızın en derindeki özüne ait bir şeydir. Onun sesi,
bilincimiz sessizken derin bir meditasyona girdiğimizde ya da doğada
bulunduğumuzda daha duyulur bir hâl alır. Fakat sık sık da rüyalarımızda açık
duyulur hâle gelir. Uykudayken dış dünya gözden kaybolduğunda, içsel sesimiz
bizimle konuşur ve bu en zor yolculuk için bizlere rehberlik eder.
Rüyalar, kendimizi görebileceğimiz aynalar gibidirler. Saklı benliğimizi
yansıtırlar kendi doğamızın gerçek yüzünü açığa vururlar. Rüyalar sayesinde bu
tamdık ama yabancı ülkeyi bilir hâle gelebiliriz. Uyandığımız zaman,
rüyalarımız geri dönüp içeri girebileceğimiz bir kapı aralığı, ruh arazisine
atılacak bir adım olabilirler.
Her maneviyat yolcusu için, kendi yolunu bulması gereken içsel arazi budur.
manevî rehber; bizi ruhun büyük okyanuslarından, dağlarından ve nehirlerinden
aşırarak derinlerdeki gizli mahzenlerine götürür. Bizler, Batı'da çok uzun
zamandır sadece dış dünyaya baktık; öyle ki, içe giden bu büyük yolculuğu unuttuk.
Oysa gerçek güzelliğin ve gizemin bulunacağı yer iç dünyamızdır. St.
Augustine'nin sözleriyle:
İnsanlar; dağların tepelerini, denizin
büyük dalgalarını, uzun nehirleri, engin okyanusları, yıldızların dairevî hareketlerini
merak ederler. Oysa kendilerini hiç merak etmez, es geçerler.
Bu yolculukta bize yardım edecek olan rehber içimizde, takip etmemiz
gereken yol da tam orada, ruhumuzun içindedir. Bu, bilgeliğin yaşlı bir adam,
yaşlı bir kadın ya da masum ve sınırsız bir çocuk şeklindeki içsel görünümüdür.
Onlar uzun zamandır kendilerine geri dönüp, onlardan yardım istememiz için bizi
beklemektedirler. Onlar, bizi menzile ulaştıracak en kestirme yolu bilirler ve
rüyalarımızda bizi ziyarete gelirler. Çoğunlukla bizimle eski dildeki semboller
ve şekiller aracılığıyla konuşurlar. Onların bilgeliğinden en faydalı şekilde
yararlanmak için bu semboller dilini öğrenmemiz gerekir. Sûfilerin rüyaların
bilgeliğine ve onların anlaşılmasına verdikleri önem bu yüzdendir.
Manevî yaşam; arayışçının tüm ruh yapısının başka bir şekle büründüğü
içsel bir değişim sürecidir. Bu değişimler, bilinçaltının derinliklerinde,
varlığımızın köklerinde başlar zira çoğunlukla bilinç bu süreçten etkilenecek
son şeydir. Yeryüzünün derinliklerine ekilen tohumlar gibi manevî süreç, yavaş
yavaş filiz verir ve bilince çiçek açması uzun yıllar alır. Öte yandan rüyalar,
içsel karanlıklarımızın altına dönüştüğü, ruhun olağanüstü simyasındaki
değişiklikleri bize anlatırlar. Eğer bu rüyaların sesini dinlersek, içimizde
açılan yolu görebiliriz. Böylece rüyalar bize hem içsel bir destek sağlar hem
de bu içsel süreç ile nasıl uyum içinde yaşayacağımızı bize öğretirler.
Bilincimiz, derinliklerde neler olduğunu bilirse, tam bir işbirliği içinde
olur ve bu dinamik ama gizemli açılımların bizi engellememesini sağlar.
Modern psikoloji, bu içsel değişim sürecinde de deneyimleyebildiğimiz,
anlayıp tartışabildiğimiz bir dil sunması açısından çok değerlidir.
Hâlihazırda; Carl Jung'un çalışmaları ve Jungian psikoloji okulları, manevî
yolculuk boyunca tecrübe edilen psikolojik dinamikleri detaylı bir şekilde
açıklayan bilgiler sunmaktadır. Jungian psikolojinin var olmasından önce Batı
kültüründe bu süreçleri her yönüyle açıklayan simyacılar vardı. Simyacıların
imbik ve potalarında çalıştıkları şey, kendi bilinçaltılarmın bir yansımasıydı
ve simyayı anlatan bu sembolik, çoğunlukla da paradoksal doğa, ruhun rasyonel
olmayan yönünü yansıtmaktaydı. Jung, simyadaki "opus "un iç yapısını
tekrar keşfetti ve simyacıların eski dildeki bilgeliklerini psikoloji diline
çevirdi. Simya geleneğini kendi bilinçaltı deneyimleriyle birleştirerek yeni
arayışçılar için ruhta nelerin olup bittiğini anlatan bir bilinçaltı haritası
oluşturdu.
Sûfizm, her zaman psikolojik çalışmaların önemini vurgulamıştır; fakat
sûfiliğin sadece psikolojik bakış açısıyla anlaşılamayacak pek çok yönü de
mevcuttur. Arayışçı, bu yolculuğu egonun ötesinde, hatta ruhun sınırlarının da
ötesinde bir yerde arar. Sonsuza uzanan bu yolda, psikolojik yaklaşım, manevî
bakış açısıyla birleşmelidir. Bu özellikle rüya çalışmaları için çok
gereklidir. Bazı rüyalar için sadece psikolojik anlayış yeterli olur fakat bu
yolun yolcuları çoğu kez manevî içeriğe ihtiyaç duyan rüyalar görümler. The
Lover and the Serpent: Dreamzvork within a Sûfi Tradition (Âşık ile Yılan:
Sûfi Geleneğinde bir Rüya Çalışması) kitabımda sûfilerin hem manevî hem de
psikolojik bakış açılarını birleştiren rüya çalışmalarına bakış açısını
açıklamıştım. Öte yandan; rüya çalışmalarım bu yoldaki içsel çalışmaların bir
dışa vurumu olarak da anlamlandırırım. Bazı rüyalar, rüya sahibine ifade
ettiği kişisel anlamdan çok, bir efsane ya da peri masalı gibi bu yolun ilk
örneklerinde görünen yapıyı bize anlatırlar. Eski sûfi hikayelerinde olduğu
gibi,, bu rüyaları müzakere etmemiz, kalbin gizemli patikalarına aşina olmamızı
sağlar ve bizleri menzile götürecek o görünmez yolu bulmamıza yardımcı olur.
Bu kitap The Lover and the Serpent kitabının devamı niteliğinde bir
çalışmadır. Burada bir kez daha bana materyal ve ilham vererek (prima
materia) bu kitabın yazılmasında ana malzemeyi oluşturdukları için bu
rüyalara teşekkür etmek istiyorum. Umarım bu kitap kendi benliğimizin en derin
yapılarını gözler önüne seren ve bizi Ait olduğumuz'un kollarına geri döndüren
rüyalara açılan daha geniş bir pencere olur. Tanrı, Ait Olunan; bu kitapta “O"
olarak zikredilmiştir. Sadece uygunluğu açısından böyle kullanılmıştır.
Gerçeklik ne erkek ne de kadındır. Sûfiler âşıklardır ve ben âşık oldukları
varlığın cinsiyetinin olmamasının, düşünülmesi kolay bir şey olduğunu
sanmıyorum. Ve yine sadece uygunluğu açısından arayışçı (mürit) erkek kalıbında
kullanılmıştır.
Sh: 9-12
Sûfilik yolu üzerinde yolculuk ederken, arayış içerisinde bulunan kişinin
kalbinin enerjisi aşamalı olarak, yavaş yavaş akim düşünce sistemini bozar.
Çünkü aşkın gücü, akim gücünden üstündür ve bu üstünlüğünü kullanarak akli
boşaltana ve onu manevî gerçekliği tecrübe edebilecek kıvama getirinceye kadar,
sinsice yavaşlatır. Bu okuyacağınız rüya işte bu ele geçiriş sürecini
anlatıyor. Öyle ki, rüya sahibi, daha önce hiç tatmadığı bir aşk hissini
tecrübe etmiş olarak uyanıyor.
Maneviyata doğru bir değişim dramatik ve rahatsız edici boyutlarda da
olabilir. Bu zorluklar dış dünyadan ya da özel olarak üstaddan kaynaklanabilir.
Kişiyi dengesizliğe sürükleyen şoklar yaşanabilir. Sûfi şeyhleri, şok
taktiklerini kullanırlar ve hatta suçsuz yere öğrencilerini itham ederler.
Bilincimiz tam olarak dengelendiğinde, daha yüksek bir boyuta ulaşabilmemiz
için hiç yer kalmaz. Kanadalı bir psikiyatr bu konuda şöyle diyor:
"insanoğlunun ayakları düzgün bir şekilde yere basıyorsa, iki bacağı
üzerinde ayakta durabiliyorsa, biz doktorlar bu: kişiyi 'gayet normal' olarak
tanımlarız, manevî yaşam ise çok zordur, neredeyse imkansızdır. Fakat
zihnimizde bir şeyler problem yaratıyorsa, zihinde küçük bile olsa çarklardan
biri olması gerektiği gibi çalışmıyorsa, manevî hayat kolaydır."
Dengesizleşmek, daha yüksek ve daha hızlı bir enerjinin bize gelmesini
sağlar ve bu hızın titreşimleri bilinç düzeyinin bariyerlerini, şartlanmaya
bağlı çalışan yapısını kırar. Bu noktada,; acı verici ve gereksiz gibi görünse
de kişinin bu davaya teslim olmuş olması çok önemlidir. Benlik değerleri,
egodan ve akim bilincinden çok farklıdır ve henüz bu içsel olarak yeniden yapılanma
sürecinde her şeyi reddetmek için tüm olanaklar öğrencinin önündedir.
Egonun değerleri bir kısıtlanmadır ve samimî bir öğrenci için şeyhi ya da
kendi hayatı, eğer koşulsuz olarak kabul ederse ona manevî özgürlüğün ve
yapılanmanın olanaklarını sunacaktır. Fakat bu hâlin verdiği acı ve içsel
panikle birlikte, kişinin geçmişine ailevî ya da sosyal hayatına sığınma isteği
duyması ve bu enkazda sabit kalmayı denemesi tehlikesi de vardır. Benlik
bombardımanından sonra toplu bir güvensizlikten başka güvenilecek şey kalmaz
ve ego henüz benliğin sınırsız dönencesinden korkmaktadır, sebepler dünyasının
tutuculuğuna ve sınırlı değerleri olan geçmişine sıkı sıkı sarılmıştır. Bu
durumda kişi, kendisini artık herhangi bir limana götüremeyecek olan geminin
enkazına sığınıp, o enkaza sımsıkı sarılmayı deneyebilir; çünkü bu enkaz onu,
yüzebileceğini idrak etmekten, yalnız ve korunmasız olduğunu hatırlamaktan
koruyacaktır. Bu enkaz zamanla çürüdüğünde ya da uzaklara sürüklendiğinde
sonuç yine aynı olacaktır fakat bu daha uzun ve daha fazla acı veren bir süreç
olur, manevî hayatın kendisine ait bir devri vardır, olayları tamamen
yakalayıp, sarmaladığı zamanlar vardır. Bu anlar çoğunlukla kimlik değiştirmek
ve "manevîyatsız" görünmek için büyük olanaklardır. Şeyhlerin tüm bu kimlik değiştirme çeşit
ve olanaklarını öğrencilerinin karşısına koyup, onları test ettikleri
söylenir. Hayat hep aynı şeyi yapar. Hayatın getirdiklerini asla
reddetmemek en iyisidir ve hayat çoğunlukla en zor durumlar içinde, sınırsız
değerlere ait bir şeyleri saklar. Işık karanlıkta saklıdır fakat ışık kendini
açığa çıkarmadan önce karanlık olduğu gibi kabul edilmiş olmalıdır.
"Sûfilik neyi gerektirir?" diye Sûfi Ebu Sa'id Ebi'l Hayr'a
sorulduğunda: "Aklında ne
varsa onu unut, elinde her ne varsa onu ver, ecelinde her ne varsa onunla
yüzleş!" cevabını vermiştir."
Sh: 15-19
Bütün insanların kendilerine ait arzuları, dilekleri vardır. Fakat
gereksiz görünen; dahası acı verecek olan bir tecrübeye atılmak asla kolay
değildir. Bundan dolayı sûfi öğrencisinin, şeyhine ve hayata kayıtsız şartsız
teslim olmasına büyük önem verilir. Bu teslim oluş, kişinin görünüşe
aldanmayıp olayları ve kişileri görünüşüyle değerlendirmemesi demektir. Burada
Kur'an'da anlatılan Musa (aleyhisselâm) ve Hızır (aleyhisselâm) kıssasından bir
alıntı yapacağız:
İki denizin birleştiği bir boğazda Hz. Musa, Allah-u Teala'nın daha önce
kendisine karşılaşacaklarını bildirdiği Hızır (aleyhisselâm) ile karşılaştı.
Musa (aleyhisselâm) Hızır'a (aleyhisselâm)'a sordu: "Öğrettiğin
ilimden bana da öğretmen şartıyla sana tabi olabilir miyim?"
Hızır (aleyhisselâm): "Sen bana
tahammül edemezsin. Şu an sahip olduğun 'bilginin ötesini bilmeye nasıl
tahammül edebilirsin ki?" diye cevap verdi.
Musa (aleyhisselâm): "İnşaallah benim sabırlı olduğumu göreceksin,
hiçbir emrine asi olmayacağım" dedi.
Hızır (aleyhisselâm)' da: "Benimle gelmek istiyorsan, ben sana kendim
isteyerek bir şeyler anlatmadıkça, bana hiç bir şey hakkında hiçbir soru
sormayacaksın"dedi. Bunun üzerine ikisi yola çıktılar. Bir gemiye
bindiler. Hızır (aleyhisselâm) durup dururken aniden geminin dibine bir delik
açtı.
"Ne yaptın sen?" diye haykırdı Musa (aleyhisselâm).
"Gemideki yolcuların boğulması için mi açtın o deliği?"
"Sana dememiş miydim?" dedi Hızır (aleyhisselâm). "Sen bana
tahammül edemezsin".
Musa (aleyhisselâm) üzülerek: "Düşüncesizliğim için beni bağışla ve
bundan dolayı bana kızma" dedi. Seyahatlerine devam ettiler. Nihayet bir
genç adama rastladıklarında Hızır (aleyhisselâm) onu öldürdü. Musa
(aleyhisselâm) da bu olay üzerine: "Yanlış hiç bir şey yapmamış olan bir adamı
öldürdün. Gerçekten sen çok kötü bir suç işledin" diye şikayette bulundu.
Hızır (aleyhisselâm) tekrar: "Sana söylememiş miydim? Sen bana tahammül
edemezsin" diye cevapladı.
Musa (aleyhisselâm): "Bundan sonra sana tek bir soru daha sorarsam
beni bırak. Doğrusu bunu hakettim" dedi. Bundan sonra yola devam ettiler
ve nihayet bir şehre vardılar. Oranın ahâlisinden biraz yiyecek istediler;
fakat ahâli onları misafir etmekten kaçındı. Şehirde yıkılmak üzere olan bir
duvarın yartına geldiklerinde Hızır (aleyhisselâm), bu duvarı tamir edip
düzeltti. Musa (aleyhisselâm) böyle bir duvarın tamir edilmesine de itiraz etti
ve Hızır (aleyhisselâm)'a: "Eğer isteseydin bu yaptığına karşı bir ücret
isterdin" dedi.
Hızır (aleyhisselâm): "Ayrılmak zorunda olduğumuz ana geldik. Fakat
öncelikle sabırla izlemeye tahammül edemediğin davranışlarımın anlamlarını
sana anlatacağım" diyerek anlatmaya başladı: "O gemi bir takım fakir
balıkçılara aitti. Geminin dibine bir delik açtım; çünkü o geminin açılacağı
denizlere hükmeden kral, sağlam olan her gemiyi zorla alıkoyuyordu."
"O genç adam bir suçlu olacak ve anne babası dahil bütün insanları
kederlendirecek suçlar işleyecekti." "Duvara gelince; duvar şehirdeki
iki yetim çocuğa aitti. Onların babaları salih bir adamdı. Duvarın altında bir
hazine vardı. Allah Teâlâ, bu çocukların olgunluğa erdikten sonra bu hâzineyi
çıkarmalarını diledi. Yaptıklarım benim isteğime dayanan şeyler değildi. Ve
işte bunlar, sabırla izlemeye tahammül edemediğin davranışlarımın gerçek
sebepleridir" dedi.
Musa (aleyhisselâm) üç kez Hızır (aleyhisselâm)'m yaptığı hareketlerin dış
görünüşüne bakarak, onu yargıladı. Uç defasında da sessiz kalamadı. Allah'ın
bildirmesiyle olayları farklı bir açıdan gören ve ona göre davranan Hızır
(aleyhisselâm)'m davranışlarını kabul edemedi. Allah'ın dilemesiyle
bilgilendirdiği Hızır (aleyhisselâm) "İlâhî bilgi ile donatılan"
içselliği, maneviyatı, tasavvufun anlaşılması güç yolunu temsil etmektedir. O,
sûfi ermişlerin ya da velilerin ilk örneğidir. Mutlak İlah ile manevî olarak
dolaysız bir paylaşımı yaşayabilen, manevî kanunlara uyan, İlâhî -gizli bir yön
çizilişle ipuçlarını gören ve görünüşe aldanmayan şeyhleri temsil etmektedir.
Veliler, nehirler gibidirler. Nereye yönlendirilirlerse oraya doğru
akarlar... Eğer gizli bir yönlendiriliş varsa, istenen şeyi yapmak
zorundadırlar, yapmazlarsa yaptırılırlar. İlâhî yönlendirme belli bir sıraya,
düzene göre yapılır. Zaman zaman ermişlerin dünyevî pencereden bakıldığında
mahkûm edilebilecek, "yanlış hüküm verilecek kişiler" e dair
yaptıkları bir takım yardımlar olur. Çünkü dünya görünüşle ilgilenir ve ona
göre hüküm verir. Oysa çok önemli yapı taşlarından biri, insanları asla
görünüşe aldanarak yargılamamaktır. Çünkü çoğu zaman gerçek göründüğünden çok
farklıdır. Yaradan için iyi ya da kötü yoktur. Sadece insanların iyi ya da kötü
diye ifadelendirdikleri hükümler vardır. Veli kişiler, iyiliğin ve kötülüğün
ötesinde olan kişilerdir. Öte yandan da erdem yönünden çok üstün kişilerdir ve
asla kötü örnek olmazlar.
Veliler soğuk bir görüntü sergileyebilirler; fakat onların davranışları
benlik seviyesindedir. Onlar, fiziksel evrenimizden çok farklı bir âlemin
kanunlarını izler ve egodan gelen bir özgürlük söylemiyle, iyi-kötü, gerekli
-gereksiz ikilemleriyle arayış içinde bulunan kişinin gerçek özgürlüğü ile
meşgul olurlar. Bu dünyanın izdüşümünde olan biten her şey Yaradan ile
yaratılan ilişkisinden ibarettir. 8.yy sûfi velilerinden "Rabi'a"
bunu samimî bir dille şöyle anlatır:
"Ey Allah’ım! Sana cehenneminden
korktuğum için inanıyorsam, beni cennetine girmekten mahrum eyle! Lâkin, sana
yalnız senin için inanıyorsam, beni sonsuz güzelliğinden mahrum eyleme!"
Dindar kişiler kötülüklerden kaçınıp, iyilikler için çabalıyor ve cennette
yaptıklarının bir karşılığını umuyorken, sûfiler tam tersine, cennet ve
cehennem kavramlarını bir kısıtlama olarak kabul ederler. Dahası, Irina
Tweedie'nin şeyhi olan Bhai Sahib'e göre; ahiret hayatı uğruna iyi amellerde
bulunmanın bir tehlikesi vardır:
"Demek istediğim şu ki; benliği
daha yüksek bir seviyeye ulaştırabilecekken, koca bir yabanî ot dikmiş
olabiliriz. Ve asıl olan şu ki, pratikte bu otun kökünü kurutmak imkansız
olabilir."
Bu yolun yolcusu olan kişi, sadece "bir" olana inanır ve egosunu
yok etme peşindedir. Manevî olarak bir bütünleşme arayışındadır, böylece iyi ve
kötü ikileminin de ötesine geçer. Aynı zamanda bu yol üzerinde olduğu müddetçe
kişi, içgüdüsel olarak ahlâkî açıdan kötü olan hareketlerden kaçınıp., iyi
olan hareketlere doğru eğilim gösterecektir. Kötülük, daha ağır, daha hantal
bir kavramdır ve iyilikten daha yavaştır. Arayış içinde olan kimse ise bir
"hızlanma" süreci içerisindedir ve gerçekte o, kötü olmaya muktedir
değildir. Bu ahlâkî bir seçimle olmaz; bu İlâhîdir ve "varoluştan"
kaynaklanır.
Sûfi, ne bu dünya ile, ne de öteki dünya ile, ne cennetle ve ne de
cehennemle uğraşır. O, hayatın "gerçekliğine" ulaşmak için her türlü
bedeli ödeyecek olan kimsedir. Bu bedel, "varılması gereken menzil"
içindir ve her türlü ahlâkî inançta olduğu gibi bu yolda da "iyi ve kötü"
kavramları birer sınırlamayı ifade edebilir.
Sûfilik yolunda "vazgeçiş" unsuru bile çok uzaklarda bırakılmalıdır.
Bir sûfi şiiri der ki;
"Fakirlik külahının üzerinde üç şeyden vazgeçişin izi vardır: Dünyayı
terk etmek, öteki dünyayı terk etmek, terk etmeyi terk etmek."
Aklın fikir ve değerlerini kabul etmenin de ötesinde, arayış içerisindeki
kimse kendisini varoluşun doğal özüne götürecek olan yol üzerinde
ilerlemektedir. Aklın hükümdarlığı devredildiğinde, farklı bir varoluş
mertebesi tecrübe edilir. Anlatacağımız rüya da bu farklı varoluş tasvir
edilmiştir:
"Bir kitap okuyordum fakat odamın ışığı git gide azalıyordu. Işığı
kitabın daha da yakınına getirdim, fakat kararma devam etti ve biraz sonra
ışık tamamen söndü. Kapı açıldı ve beyaz saçlı ihtiyar bir kadın göründü. Bana
gelmemi işaret etti ve ben de onu alt kata doğru takip ettim. Alt kattaki oda
ışıl ışıldı ve odanın içinde büyümekte olan harika ağaçlar vardı."
Bir kitap okumak, rüyayı gören kişinin bu dünyaya ait koşullandırılmış
aklını gösterir. Bu durum, ışık tamamen sönene kadar yavaş yavaş zorlaşır.
Sonra bu karanlığın boşluğu içerisinde yaşlı bir bilge kadının görünmesi,
kişinin içsel doğrularını, manevî aklı simgeler. Bizler "bilinmeyen"
noktasına, boş bir karanlığa ulaşmakla yükümlüyüzdür. Derin bilgilerimizi
anlamadan önce, bizi ulaşılacak yere asla ulaştırmayacak olan dış dünyanın
bilgeliğini terk etmemiz gerekir. Kendi özümüze geri dönmek için önce
elimizdeki kitabı bir kenara bırakmalıyızdır.
Bu rüyanın da dokunaklı bir şekilde tasvir ettiği gibi, bu yolun yolcusu
olan kişi aktif olarak hiçbir şeyden vazgeçmez, aksine vazgeçirilir,
uzaklaştırılır. Işık, bilinçli davranışlara işaret etmektedir. İhtiyar kadının
izlediği yol, dış dünyaya ait bilgeliği yavaş yavaş karartmış ve sonunda
söndürmüştür. Yaşlı bilge kadın, rüya sahibini, hem içindeki en derin bilgeliğe
ve 'hem de onu bilgeliğe götürecek olan yola rehberdir. Rüyayı gören kişiye
işaret ederek onu alt kata çağırması, onu dış dünyaya ait akıldan uzaklaştırıp,
kişinin aslındaki benliğe götürmesini temsil etmektedir. Hayat ağacı ise,
kişinin manevî olarak en derinlere açılışıdır.
Rüyalar sık sık kendi içlerinde, aynı şeyi anlatan yapıları farklı
perspektiflerden tanımlayarak birbirlerini genişletirler. Ruh, mantıklı ve
rasyonel bir boyut değildir. Sabit olmayarak hareket eder, açıklaması ve
anlamları bir sürü farklı koşul ve manzaraları genelde en iyi şekilde taşıyan,
ilişkiler arası bir oyundur. Bir önceki rüyada, rüyayı gören kişinin
karşılaştığı ağaç figürü ile aynı olan fakat bu defa bir aşk ilişkisini simgeleyen
farklı bir rüyaya göz atalım:
"Bir ailenin yanında kalan
İrlandalı bir kızdım ve onların oğullarına âşıktım. Onu görmek için bir odanın
kapısını açtım ve daha önce hiç karşılaşmadığım bir şeyle karşılaştım: âşık
olduğum kişinin bir de ikizi vardı. Onlar yataklarında yatıyorlardı; ben de
onları arkalarındaki pencereden gözlüyordum. Orada parlak yeşil, çok yakışıklı
bir adam vardı. Ya adam bir ağaçtı ya da ağaç bir adamdı; parmaklarından dallar
çıkıyordu."
Rüya sahibinin, âşık olduğu kişiye bakarken onun -daha önce varlığından
hiç haberdar olmadığıbir ikizinin olduğunu fark etmesi... Rüya da
"ikiz" görmek eski gelenekteki "göksel ruhanîyet" ile tabir
olunur. Her birimizin ışıklar dünyasında yaşayan bir ikizi vardır. Duyusal
olarak gözle görülmez ve öldüğümüzde gene bizimle olacak olan da o dur.
"Maniheizm"in kurucusu olan Mani'nin ölüm anında şu sözleri söylediği
bilinir: "Işıktan gözlerimle öteki 'beni'
seyrediyorum." Sûfi geleneğinde bu "ikiz", bizi Yaradan'ın gözleriyle, maddî
olarak değil manevî olarak gören, bizlerin "semadaki ikizidir".(Şâhid
fi's-semâ)
Kişi sadece ruhunun gelişimi ile ilgilenir ve bu gelişim kendini, yaşamın
manevî yönlendirmelerinin önemli anlarında gösterir. (Manevî olarak itici bir
kuvvet ortaya koyabilirler.) Bir rüya da dış dünyaya ait bir uyarıcı da sanki
içsel bir kışkırtıcıdır. Bu genellikle böylesi bir uyaranın algılanmasından
sonra ortaya çıkar. (İsa (aleyhisselâm)'ın Emmaus yolu üzerinde iki havarisine
görünmesi gibi...) Sûfi için, kendisine genellikle sıradan biri gibi görünen
Hızır, içsel bir rehber gibidir. Kişi sadece onunla gittiği zaman onun üstün
doğası görünür olur. Bu yolun yolcusu "ölmeden önce ölmeyi" şiddetle
arzular ve semadaki şahidi ile daha dünyada yaşarken bütünleşmek için uğraşır.
Bu yolun izlenmesi ile iki dünya arasında manevî enerjinin maddî dünya düzeyinde
görünmesini sağlayan bir link oluşturulabilir. Irina Tweedie bu yapıyı şöyle
açıklıyor:
"Bu, zihinde oluşmalıdır; havarinin işlevi, güç merkezi olarak çekici
gelen, benzer fikirler içeren ve bu benzer fikirlere bağlı olarak düşünülen
fiziksel dünyaya bağlı olarak bazı özel enerjilere konsantre olmaktır. Bu
enerjiler, tek başlarına yaşamak için gücü olmayanlar üzerinde ya da insan
bilinci üzerinde kat'i derecede güçlü bir etki yaparlar."
Fiziksel dünya, gücün merkezi olarak çekici gelebilir, kendi içerisinde
birbirine benzer yapılarla günlük hayatı oluşturur. Bu, bazılarına yaşamak için
yeterli gücü sağlamaz fakat insanların bilinçleri içinde kâfi derecede bir
etki yapar. Havarinin işlevi, fiziksel dünya üzerindeki bazı özel enerji
akımlarına konsantre olmakta yatar ve bu işlev önce zihinde doğmalıdır.
O semavî ikizin etkisi yüzünden, arayış içindeki kişinin; diğer insanların
da kendi içsel dünyalarında görüp algılayabileceği ve kendi öz benliklerine bu
şekilde daha yakın olabilecekleri bir "ışık merkezi" hâline gelmesi
istenir.
Rüyaya geri dönecek olursak; rüya sahibi, âşık olduğu kişiyi ararken onun
daha önce hiç bilmediği bir ikizi olduğunu fark etmişti. Sonra da pencereden
çok yakışıklı ve parlak yeşil ağaçtan bir adam ya da adamdan bir ağaç
görmüştü. Bu doğal varlık onun kendisiydi. Meister Eckhart'ın deyişiyle: "Saf olan varlık her zaman
Tanrı'dır ve kendisinin ebediliği bakidir." Bu yeşil adam onun
rüya sahibinin öz, manevî dünyasında görünen semavî ikiziydi.
Hızır (aleyhisselâm)'m (yeşil adam) şahsiyeti, manevî özümüzü temsil
etmektedir. Daha önce anlatmış olduğumuz rüyalardan birinde geçen ihtiyar kadın
gibi bir bilgedir ve bizlere rehberlik yaparak şu sırrı açıklar:
"Ben üstün gerçekliği çok yakma getiren narin, ince bir ipliğim.
Geniş varoluş çizgisindeki insanoğlunun sırrıyım. Görünmez olan Tanrı'nın
objesi olan Mürşit'im. Asıl olan kutsal varlığım ve insanlık doğasının
koruyucusuyum." "Yeşil, özün, doğanın ve Tanrı'yı anlamanın rengidir.
Sinai tasavvufunun en üst mertebesinde bulunan Emerald Kayası, sürgündeki
kişinin en son eve dönüşe çağırılmadan önce, kendi benliğinde
tırmanması gereken bir dağdır."
Kendimi sana karşı kötü gösterecek olan birçok olasılığı düşünüyorum.
Meselâ yaşam sana sun'î davranışlarda bulunman için izin verseydi buna
dayanamazdın. Çünkü ben doğal bir varlığım. Kesinleştirip, berraklaştırmış
olduğum birçok tavrımla ben, bir maya gibi özü teşkil ederim.
İnsanların bana bilinçsizce sun'î davranışlarla karşılık verip, sun'î
hisler duyması bir tehlikedir. Benimle ilgili olan her şey onları kızdırır:
Konuşma tarzım, gülme tarzım vs. Çünkü bu tavırlarımda İlâhî sevgiliden gelen
bir armağan olan doğallığı hissederler.
Sh:19-27
Âşıklar tarikatı; diğer tüm tarikatlardan ayrıdır Çünkü Onların kendilerine
özgü bir imanları ve itikatları vardır.
( Rumi, Miriam ve Jose Arguelles'in The Teminine kitabından alınmıştır
( Rumi, Miriam ve Jose Arguelles'in The Teminine kitabından alınmıştır
Sufiler; Allah aşkı uğruna divâne olmuş kimselerdir, çünkü Allah'ın
kendisinin aşkına yanmış bu kişilere özel bir yakınlığı vardır, insanoğlunu en
çok seveni çılgınca sevmekten, İlâhî sevgilinin kollarında kaybolurcasına
yaşanan çok derin bir aşktan ve kelimelerle ifadesi çok zor bir sırdan söz
ediyoruz. Aşk, akılla asla anlaşılamayandır. Bu aşk kapısından girmek isteyenler
de, kendilerini bu haneye dâhil eden İlâhî sırları ne kendilerine ne de
başkalarına açıklamamayı kabul etmek zorundadırlar. Kalbin içeriği, akıl ile
idrak edilemeyecek bir hukuka sahiptir, bu yüzden bu yolun yolcusu olmak
isteyen kişi daha en başta aklın her şeye yetmeyeceğini, aksine bu ruhanî
yolculukta rasyonel düşünmenin kolaylaştırıcı olmaktan çok zorlaştırıcı
olacağını bilmelidir. Attar, bu konuda şöyle
der: "Aşk geldiğinde 'sebepler' yok
olur. 'Sebep' aşkın deliliği içerisinde varlığını sürdüremez, kaldı ki; aşkın,
insanoğlunun 'niçin'leri için yapabileceği hiç bir şey yoktur."
Aklın düşünme metodu bizim dış dünyaya ait olan yaşantımız için
geliştirilmiştir. Araba kullanmayı öğrenmek ya da alışveriş listesini
oluşturmak için de gerçekten büyük önem taşır. Lâkin, maneviyat penceresinden
baktığımızda akıl, 'sınırlanma' demektir. "Benliğin katili" olarak
bilinir ve "arayan kişi" ile "gerçek benlik" arasında
durur. Bu "akü" engelinin varlığını devam ettirmesi, ruhanîyetimizi
sağırlaştıran boş bir lakırdıdır. Akıl, fizikî dünyaya ait bir ikilemedir.
Karşılaştırmalara dayanarak sonuçlara varır. Aklın işleyişine bakarsanız, onun
daima karşılaştırmalar yaptığını görürsünüz (Bugün hava dünden daha sıcak ama
her zamankinden daha rüzgârlı...). Akıl, her zaman zıtlıkları yakalar. Prens
Hamlet der ki: "İyi ya da kötü yoktur.
İyiyi iyi, kötüyü kötü yapan düşüncedir". Manevî gerçeklik
ise, zıtlıkların mevcudiyetinden fazlasını kuşatır. İkiliklerin tersine tekliği
tecrübe eder. Gerçek doğru akılda değil kalptedir ve arayış yolcusu aklın
ötesindeki, paradokslarla açıklanabilen bir dünyaya atılmıştır. Akıl, rasyonel
olarak düşünüp, farklı kademeye ait bir gerçekliği tecrübe ederek özümsemeye
çalışırken kendisini tam da bir karmaşanın ortasında bulur.
Bir Arap ilk kez İran'a gittiğinde bu
ülkenin gelenekleri karşısında şaşkınlığa uğramıştı. Bir gün, tesadüfen bir
grup dervişin, tek kelime konuşmayan bir avuç adamın oturduğu bir eve yolu
düştü. Bu dervişler hiç evlenmemişlerdi ve bir gümüş sikkesi kadar dahi
değerli bir eşyaları yoktu. Buna karşın tertemiz, kirlenmemiş kalpleri vardı.
Her birinin elinde, oturmadan önce dikkatle doldurdukları, çamurlu şarapla
dolu küçük bir şişe vardı. Arap, bu adamlara karşı içinde bir yakınlık hissetti
ve bir an için durdu işte, o an aklı ve kalbi kendisinden ayrıldı. Dervişler: "Hiçliğin adamı, gel bize katıl"
dediler. O da ne olduğunu bilmediği bir istek ve arzuyla onlara katıldı.
Dervişler, ona daha ilk yudumda kendinden geçtiği bir şarap ikram ettiler ve
Arap öyle sarhoş oldu ki takatsiz ve kuvvetsiz kaldı. Dervişlerden biri onun
altınlarını, gümüşlerini ve değerli eşyalarını aldı. Sonra Arap'a daha fazla
şarap verdiler ve onu evden çıkardılar. Arap, tek gözlü ve fakir olarak, hâli
değişmiş, dudakları kurumuş bir hâlde ülkesine döndü. Memleketine ulaştığında
dostları ona: "Neyin var senin böyle, paralarına ve değerli eşyalarına ne
oldu, uyurken mi çaldırdın onları yoksa İran'da başına kötü şeyler mi
geldi?" diye sordular ve neler olduğunu anlatmasını, belki kendisine
yardım edebileceklerini söylediler. Arap: "Sokakta
dolaşıyordum ve o ara dervişlerden oluşan bir grup gördüm. Şimdi hiçbir şeyim
yok ve parça parça olmuş gibiyim. Bundan başka bir şey bilmiyorum."dedi.
Dostları bu dervişlerin ona ne yaptığını sordular. Arap: "Bana sadece
basitçe 'gel, bize katıl dediler' dedi. Arap bu olaydan sonra hep bir çocuk
gibi şaşkın yaşadı, tek bir 'gel, bize katıl' cümlesi yüzünden başına gelenler
yüzünden hayretler içerisinde kaldı.
Sh: 13-15
Sûfilerin diğer insanlardan daha çok sevip, daha çok nefret ettikleri
söylenir. Aşk, kainattaki hem yaratıcı ve hem de yıkıcı olan en doğal güçtür.
O, benliği ortaya çıkarmak için dış dünyaya ait olan aklın ve mantığın
düzenini parçalar. Aşk, maceranın hem sonu ve hem de başıdır. O, Tanrı'nın bir
armağanıdır. Güzelliğin ve samimiyetin sahibinden gelen bir armağan... Şimdi
anlatacağımız rüya da işe bu armağanı anlatmaktadır:
"Bana bir kutu içinde bir armağan verildi. Kutunun kapağını açtığımda
içinin kırmızı ipekle kaplanmış olduğunu gördüm. Kutunun içinde ise tek bir
saç teli duruyordu."
Sevgililer arasında, sevilenin sevene saçından bir bukle hediye etmesi
gibi bir gelenek vardır ve seven için bundan daha j değerli bir hediye yoktur. Victorion zamanında bu bir bukle saç,
kalp şeklinde bir madalyon ya da bir yüzük içinde saklanırdı. Bu eski adetten,
Attar'a ait . 12. yy. şiirlerinden birinde bahsediliyor ki bu şiirde sevilen
olarak zikr olunan Allah-u Teâla’dır:
"Saçının
buklelerinden bir tele sahip olabilseydim
Ona kalbimin en kıymetlisi,
Ona kalbimin en kıymetlisi,
Ruhumun gıdasını
olan aşk gibi değer verirdim."
Seven ile sevilen arasındaki ilişki sûfi yolunun özünü oluşturur. Bhai
Sahib'den aktarıldığı gibi "Koca bir kainatta sırf bu ikisi; seven ve
sevilen vardır." Sûfilik yolunun başlarında "sevilen" (Tanrı)
gerçeklikten farklı bir fikir, bir soyutlama olarak görülebilir. Kalbin sessiz,
içten dönüşümleri içinde kalp öncelikle sevdiğimiz birinin aşkıyla doldurulur.
Mümkünse bu şahsiyet Tanrı olur. Fakat çoğunlukla bu aşkın beşerî bir aşk
olması durumu kolaylaştırıcı bir etkendir. Sonradan "sevilen" bir
insanoğlunun olamayacağı kadar şefkatli ve yakın içsel bir gerçekliğe
dönüştürülür.
Kişinin Tanrı ile arasındaki uzaklık "sonsuz yakınlık" olarak
tanımlanır. Peygamber'in sözleriyle "O, bize şah damarımızdan daha
yakındır". Bize kalbimizin içinden seslenir. Bizi ondan uzakta tutan
sadece mantığımız ve egomuzdur. Kul-Yaradan ilişkisi çok yakın bir ilişkidir,
çünkü manevîdir. "Hiç kimse size benden daha yakın değildir." Bizi
kendi varlığımız içinde hep daha derinlere götürür. Bu yüzden çok özeldir,
paylaşılmazdır. Bu ilişki, özün özüdür. Krishna 16.000 süt sağan kızla dans
ederken, bu kızların hepsi de Krishna'nın sadece kendisi ile dansettiğini
düşünmüşlerdi. Bunun anlamı onun, Yaradan'ın hepimizi tek tek ve benzersiz
yaratmasıdır. Bu yüzden bizim onunla olan ilişkimiz her birimiz için farklı ve
kişisel olacaktır.
Bu ilişki, kendi kişisel benliğimizi Yaradan'a tekrar vermemizdir. O, dua
eden kişinin en derin hisleriyle dua etmesini ister: "Her varlığın
kendisine has bir dua ve ibadet etme tarzı vardır". Arayış yoluna düşen
her yolcu için maneviyat yolu farklı olacaktır; çünkü herkes birbirinden
farklıdır. Aşk ışınları sonunda kaynağına döner ve her kişi kendi öz benliğine
döndüğünde, kendi kalbi haccını gerçekleştirmiş olur. Yaratıcı hepimizi kendi
kişisel benliğimiz ile sever. Farklı olduğumuz gerçeğini sever; çünkü bizleri
öz benliğimizle farklı yaratan odur.
Bu aşk ilişkisi içinde karşılaştırmalar ya da rekabet bulunmaz. Herkes,
onu sevmek ve onunla bütünleşmek için kendine has bir yol bulmakla yükümlüdür.
Bu aşk o kadar içseldir ki kendi aşkımızı sadece onunla paylaşabiliriz; diğer
âşıklarla değil. Bu hâliyle ona dair bir aşk, ondan başkasına karşı duyulan
aşktan daha kolaydır. Biliriz ki, O asla bize ihanet etmez, beşerî aşkta çıplak
olabildiğimiz gibi ona karşı da çıplak olabilmemiz gerekir. Elbiselerimiz bizi
ondan, en derin benliğimizden ayıran bir perdedir. Çıplak olduğumuzda bize daha
şefkatli dokunabilir ve daha yakın olabilir. "Öyle bir an gelir ki;
kişi saat daha fazla aşkı yaşayabilmek
için, bir günün saat değil saat olmasını ister..."
Sh:27-29
Dünya güzelliklerle doluydu, ta ki sakallı, yaşlı bir adam gelip kalbime
yerleşene ve kalbimi özlemle tutuşturup, onu aşka gebe bırakana dek...
Şimdi çevremdeki güzelliklere nasıl bakar ve onları nasıl görebilirim?
Ya onlar sevgilimin yüzünü gizlerse?
İran şarkısı
Bir keresinde, Georgia'da bir Jung yanlısı konferansa katıldılğında
üstadımın iki video röportajını sunmuştum. Altı yaşında bir kız çocuğu da
annesiyle birlikte bunları izliyordu. İlk video gösterildiğinde, küçük kız
birkaç dakika ekrandaki ihtiyar kadına baktı ve sonra derin bir meditasyon
aşamasına girdi, film bitene kadar bu şekilde uykulu gibi kaldı. Fakat birkaç
gün sonra ikinci video gösterildiğinde küçük
kız oldukça kendindeydi ve röportaj bittikten sonra sordu: "Konuşmanın
ötesinde ne yapıyor?" "İnsanların kalplerine nüfuz ediyor" diye
cevapladım.
Irina Tweedie, üstadı Bhai Sahib ile karşılaşmadan önce bir Fransız olan
Lilian'ı ziyaret etmişti. Bu kadın Bhai Sahib'in müritlerinden biriydi. Irina
o gece Lilian ile kaldı ve gecenin sabahında Bhai Sahib'den bir mektup geldi.
( gün önce postalanmıştı.) Bu mektupta şöyle yazıyordu: " Yanında Rus bir kadın var ya,
işte onun kalbinin kalbinde ben varım".
"Kalbin kalbi" benlik merkezidir. "Fiziksel olarak bedenin
sağ tarafındadır". Şeyh; "kalplerin kalbindedir", çünkü kişinin
şeyhiyle ilişkisi benlik mertebesinde var olur. Bir dostumuz bir
sabah uyandı ve şeyhinin kalbinin içinde olduğunu, öyle yakın ve öyle samimî
olduğunu gördü. Ve aynı gün öğleden sonra grup toplantısına gittiğinde oturup
insanlarla konuşan şeyhini görünce bütünüyle altüst oldu. Bu kalbinin
derinlerinde olan kişi miydi? Şeyh, insanların en önünde oturuyordu ve birçok
yönden aralarında uzun bir mesafe vardı, ulaşılması güçtü. Dostumuz şeyhiyle
konuşmakta ve ona kendisini anlatmakta çok zorlanıyordu, oysa kalbinde ona
öylesine yakındı ki...
Şeyh ile olan ilişki ego bilincinde yer almaz, o benliğin iç gezegenlerine
aittir. Bu ilişki çok karışık olabilir; çünkü o her günkü uyanıklığındaki
bilincimizden tamamen farklı bir boyuta aittir. Benlik mertebesinde ikilik
yoktur. Şeyh ve talebesi birdir ve aynı zamanda da bireyseldirler.
Bireyselliğin yitirilmediği fakat onun özüne sahip olunan bir -bir oluş-,
kaynaşma vardır. Tek olan ve yalnız olan Ait Olunan, benliğin kutsal bireyselliği
içindedir. Bu mertebede tümüyle yalnızızdır aynı zamanda da bütünüyle evrenle
birizdir.
Şeyh ile olan ilişkideki samimiyet, ruhların birleşmesindeki içsel
tecrübeyi yansıtır. Bu birlik, benlik seviyesindedir ve cinsel bir
birliktelikten çok daha yakındır; çünkü ayrılık yoktur ve kişilik mertebesinin
de çok ötesindeyizdir. Bu kişisel olmayan bir ilişkidir. Ego bilinci
seviyesinde, kendi kişiliğimiz ile bağlantı
kurarız. Dahası her yakınlık ve samimiyet bir kişilik boyutuna sahiptir.
Şeyh ile olan içsel ilişkinin yakınlığı bizlerin uyanık bilinçlerine
yansıtılmıştır. Arayış yolundaki her kişi "ruhsal yakınlığı"
hisseder ve bunu ego bilincinin "normal" seyrine, kişisel boyutuna
getirmeye çalışır. Çünkü bu ilişki egoya ait değildir, buna uyabilecek bir
gidişatta tanınabilir hiçbir şey yoktur. Dahası arayış içindeki kişi kendisini
karmaşa içinde bulur.
Şeyh ile olan ilişki kalpten kalbe, ruhtan ruha bir yoldur. Bu ilişkinin en
temel parçası aslında bir öğreticinin olmamasıdır. Üstad boşluktur ve bu
şekilde ötelerdeki Kesin Boşluk'un tecrübe edilmesi sağlanır. Şeyh ile kişilik
boyutunda hiçbir ilişki yoktur. Çünkü üstad, boşluk olan kişidir: "Hiçbir özelliği olmayan,
şekilsiz" kişidir. Çünkü üstad yoktur, tarihe karışmıştır. Benlikten
bağımsızdır. O, seven kişinin Ait Olduğu ile buluşması için yer açan bir
boşluktur.
Üstad ya da şeyh esastır. Bilinmeyen bir bölgeden geçerken bile bir rehbere
ihtiyaç duyan bizler, bilinmez iç dünyamız için buna ne kadar çok ihtiyaç
duyarız? Rumi'nin deyişiyle: "Bir rehber seç. Bu
yol rehbersiz, sıkıntıdan başka bir şey değildir; gözyaşı ve tehlike sunar. Bir
refakatçi olmadan gitmekte olduğunuz yolu bile kaybedebilirsiniz. Bu yolda
yalnız seyahat etmeyiniz." Üstad (şeyh), arayış içindeki kişinin
içsel varlığına seslenir, kalbin saklı cevherlerini uyandırır ve şöyle der:
"Evet, bu yolculuğu yapabilirsin. Bu imkansız bir rüya değil, bir gerçektir.
Ben bunu tattım, biliyorum." Şeyhin varlığı, arayışçının kalbine direkt
olarak kendi deneyimlerini sunar ve arayışçının kalbi de buna cevap verir.
Talebenin kalbi, içten içe hep kendisine anlatılmasını ister. Bunu anlamak
oldukça zordur. Şeyh, talebeye kişisel sesiyle değil, köklü manevî geleneğin,
bu yoldan daha önce geçmiş olanların şarkısıyla seslenir. Sûfi Şeyh, neslin,
menşein İnsanî temsilcisidir. Her birinin birbirine geçmiş olduğu zincirin
halkasıdır. Nakşibendî zincirinin rengi altın sarısıdır. O altın bir yoldur,
altının pırıltılı enerjisi, mürşidi birçok büyük şeyhe bağlar ve bu yüksek
şahsivetler de bizimle ilgilenmeye başlarlar. Menzile götürecek olan bu
yalnızlık ve harap olma yolunda bize yardım ederler.
Halkanın yaşayan temsilcisi olarak şeyh, çoğu zaman müridinin fiziksel
ilgi odağı olarak görünür. Önder, talebenin isteğini ve amacını kontrol eder
ve kalbinin en derin arzularını bilir. Talebesini cesaretlendirir, arzularının
güçlenmesini sağlar ve aklını karıştırır. Bir keresinde bir kadın üstadına
şöyle demişti: "Ben bu korkunç hasreti yaşıyorum ve sana bunu azaltman
umuduyla geldim". Üstadı bir şey dememiş, sadece kendi kendine
gülümsemişti; çünkü bu kadının arzusunun kendisine her gelişinde daha da
artacağını biliyordu. Üstadın yapması gereken kalpte yanan arzuyu
kuvvetlendirmek ve arayışçının ilgisini bu yönde sabit tutmaktır.
Üstad, ilgi odağıdır; çünkü boşluktan ibarettir. Talebeyi çağıran üstad
değil, ona işaret eden boşluktur. Bu akıl için anlaşılmaz bir şeydir ve çok
rahatsız edicidir. Talebe için en önemli kişi gerçekten önemlidir; çünkü orada
hiç kimse yoktur. Sûfi geleneğinde
şeyh "yüzü ve ismi olmayan"dır. Bu öğreten kişinin önemli olmadığı bir
öğretimdir. Bu kelimelerle ifade edilemeyen, fakat öğretmenin de esas olduğu
bir öğretimdir. Öğretmenin özü, talebenin özüne seslenir ve onunla çok derin
mevzuları, kalbin gizemlerini, ruhun zehirlenişini konuşur.
Bir keresinde bir rüya görmüştüm; bu
rüyada: "Önderime sahip
olabilmemin tek yolu onun ekmek ve şarap dolu bir sepete dönüştüğü andır,"
dedim. Eğer şeyh, bu yolun hakikatlerini açığa vursaydı, onun kişiliğine
değil, sadece manevî olarak gereksinim duyulan gıdalara ihtiyaç duyardık.
Şeyhe olan bağlılığımız aslında sahip olduğumuz tek limittir. Eğer bir şey
isimlendiriliyorsa o sınırlandırılmış demektir. Bu yüzden, müridin şeyhinin
ismini zikretmemesi eski bir gelenektir. Alex adlı bir dostumuz rüyasında; bir
barın arkasında duran Hintli bir adama götürülmüş ve o adamla tanıştırılmıştı.
(Bu Alex'tir ve bu da Beydir) Fakat parmaklığın ardındaki adamın yüzü yoktu.
Alex uyandığında, çok şaşkın bir haldeydi çünkü o adamın ne bir yüzü vardı ne
de bir ismi... Bar ya da meyhane "Tanrı ile bir oluşu algılamış, mükemmel bir sûfinin
kalbini" temsil eder. Meyhane aynı zamanda "şeyhin evidir".
Sakîlik, şeyhlik eğitimidir, çünkü şeyh rüya sahibine manevî zehir verebilecek
olandır:
"Sarhoş ol ve savrul
İlâhî aşk şarabıyla
Bu kutsal mey
mahmurluk vermez."
Sh: 147-151
Şeyh, öteler için görülebilir bir bağdır, maneviyat otoritesini taşıyandır
ve bu yolun canlı bir örneğidir. Bir dost grubumuza ilk katıldıktan sonra bir
rüya görmüştü. Bu rüyada gösterilen şeyh, daha gizli daha derin bir sır
anlatılıyordu:
"İçinde insanların oturduğu bir odaya girdim. Odadaki iki adamdan
birinin daha otoriter bir görüntüsü vardı. Bu adam beyaz saçlı ve beyaz
sakallıydı, adam ya beyazdı ya da nurdan öyle görünüyordu. Diğer adamdan daha
gençti. Ne doğulu ve ne de batılıydı. Bu iki adam arasında biraz boşluk vardı
ve odada oturan diğer insanların hepsi bu boşluğa bakıyorlardı."
Bu rüyada asıl şeyh, var olmayan yaşlı bir kadındı. Odada oturan tüm insanlar
boşluğa bakmaktaydılar. Rüya sahibinin bilinçaltı, kavranması çok zor olan bu
gerçeği anlamıştı: şeyh sadece bir boşluktu. Bu rüya ile bilinçaltı bunu
bilince anlatmaya çalışıyordu. Bu ona manevî bir açılım sağlamıştı. Bu kişi
bir daha şeyhinin dış görüntüsüne bağlanmadı. Rüyanın bir boşluğun iki yanında
oturan adamlarla ifade etmek istediği; direkt Kur'an'da yazılı olan bir bölüme
işaret ediyordu. Rüya sahibi her ne kadar Hintli bir ailenin çocuğu da olsa
bilinçli bir şekilde Kur’an bilgisine sahip değildi. Adamlardan birinin rengi
ya beyazdı ya da ışıktan öyle görünüyordu ve diğeri de "ne doğulu ne de
batılıydı". Kur'an'ın . suresinin . ayetinde ise şöyle geçmektedir:
"Allah; gökyüzünün ve yeryüzünün nurudur. Onun nuru bir oyuk içindeki
bir lamba ve o lambada bir kristalin içinde yanan göz alıcı bir yıldız ışığı
gibidir. O kandil, mübarek bir zeytin ağacıyla tutuşturulmuştur ki o zeytin ne
şarkîdir ve ne de gâybî. Onun yağı hemen hemen ateş dokunmasa bile ışık verir.
Nur üstüne nur! Allah kimi isterse onu nuruna eriştirir."
Kur'an'ın tüm ayetleri gibi bu ayet de farklı şekillerde yorumlanabilir.
Fakat rüya ile olan ilişkisine bakıldığında, kişinin şeyhi ile olan ilişkisinin
gizemine işaret etmektedir. Çünkü Allah'ın nuru şeyhin nuru ile yansır ve
kalplerimize ulaşarak oradan bizi kendi ışığına çağırır. Aslında var olan tek
ışık: "Yeryüzünün ve gökyüzünün nurudur." Onun nuru kalplerimizdeki
oyuklarda gizli olduğundan, çağrılmayı, uyandırılmayı bekler. Şeyh ise içinde
Allah'ın nurunun parladığı kişidir; çünkü onda egonun gizlenmek için
kullanacağı bir maske yoktur. Şeyhin nuru, talebesinin nuruna ulaştığında,
talebenin nuru daha da parlak yanmaya başlar: "Işık ışığa doğru yükselir
ve ışık ışığa doğru alçalır ve o, nur üstüne nurdur”.
Onun nuru olmadan kendi nurumuzu göremeyiz. İlâhîlerde yazıldığı gibi;
"Senin nurunda nuru görebileceğiz". Bu Tanrı'nın lütfü iledir, o
bizler kendi nurumuzu görebilelim diye kendi nurunu gösterir. "Allah kimi
isterse onu nuruna eriştirir." Şeyh; Tanrı ile bir olandır, onun
temsilcisidir ve bunu onun için yine onun izniyle yapar. Bu nurun maddesi ise
aşktır. Şeyh, kalplerimizdeki aşkı uyandırır, kalplerimize seslenir ve
kalplerimizdeki yanıtların içinde gizli olan hasrete ulaşır. Kalplerimiz
hasretle daha da yandıkça, Tanrı’nın kalbi de âşık için öyle yanar:
"Kalp, kral için her iç çektiğinde, kral da kalp için iç çeker ve
onlar böylece buluşmuş olurlar. Senden bir ışık yükseldiğinde, diğer bir ışık
da sana doğru iner. Ve senden bir ateş yükseldiğinde de seni karşılayacak olan
ateş sana doğru alçalır."
Şeyh, tatlılıkla, usulca eser kalpteki kıvılcımın üzerine, ta ki bu
kıvılcım mürşidi de yakan bir ateş hâline gelinceye dek... Çünkü başlangıçta bu
ateş dünyevî meşgalelerle kolayca sönebilmektedir, şeyhin görevi ise bu ateşi
yanar hâlde tutmaktır. Fakat, egonun yeterli bir kısmı yanıp, artık direncinin
kalmadığı an; bu kıvılcımları hiçbir şeyin söndürmeye gücü yetmez. Sonra süreç
işlemeye başlar, artık geriye dönüş yoktur. Kıvılcımlar rüzgâra ihtiyaç
duymazlar; çünkü maneviyat yakıcı bir tutku hâline gelmiştir. Arayış içindeki
kişi artık tamamen Tanrı'nın ellerindedir. İşte gizemli geçidin sırrı (seyrin
sırrı) budur. "Yeryüzündeki nurun özü senin için can atar, senin nurunla
etkileşime geçer ve senin nuruna doğru alçalır." Sonunda müridin nuru ile
Tanrı'nın nuru kaynaşır ve tek bir nur hâline gelir. Şeyh ile olan ilişkinin
ikiliği de böylece sona erer. Mürit, şeyhi ile bütünleşir ve kalpleri birlikte
erir. Müridin üst benliği şeyhinin benliği ile birleştiğinde artık eğitimin
sonu gelmiş olur.
Sh: 151-153
Tasavvuf yoluna düşmüş kişi, Allah ile birliği yakalamış olan şeyhi ile
birliği yakalamak için sürekli bir içe çekiliş hâlini arar (Fena fiş-Şeyh).
Şeyhinden sonra bir insan olarak değil, bir öz olarak peygamberi ile kaynaşır (Fena
fil-resul) ve en sonunda Allah'a ulaşır (Fena fillah). Tüm bu süreç
bir ömürdür. İlk basamak olan şeyh ile kaynaşma ise en zor olandır: "Şeyhinle bir olabildiğin andan
itibaren gerisi için çaba göstermene gerek yoktur." Şeyhle bir
olmadan önce ise büyük bir çaba gereklidir. Çünkü bunu başarmak için şeyhin tüm
isteklerine teslimiyet gerekir. Bu Allah'ın isteklerine tam bir teslimiyetle
teslim olmanın ilk basamağıdır. Teslimiyet, teslim olana kadar en zor şey olmasına
rağmen, teslim olduktan sonra da en kolay şeydir. Çünkü ego benlikten önce
kendinden vazgeçmek zorundadır. Bir kalpte ikisi bir arada yaşayamaz, ya ego
ya da benlik kalmalıdır. Ego bir kez teslimiyeti öğrenirse artık teslimiyet,
yönetimi ele alır. "İlâhî şeyler için nasıl bir çaba gerekebilir ki?"
maneviyat için en büyük engel olan şeyin üstesinden, Allah ile bir olmuş şeyhin
isteklerine razı olunarak gelinir.
Sûfi olmak için tüm endişelerden vazgeçmek gerekir; çünkü endişelenmemiz
gereken kendimizden daha kötü bir şey yoktur. Kendinle meşgul olduğun zaman,
Yaradan'dan ayrılırsın. Allah'a giden yol tek basamaktır; o da kendinden
vazgeçmektir."
Bir dostumuz şeyhi ile karşılaştıktan hemen sonra bu teslimiyet noktasının
vurgulandığı bir rüya görmüştü:
"Evin dışına çıktım ve caddede
şeyhimle karşılaştım. Parmağıyla beni işaret ederek kısık bir sesle:
"Artık seni kontrol eden sen değilsin, benim." dedi."
Teslim olmak, çok rahatsız edici bir süreçtir çünkü egonun kıymetli
özerkliğinden vazgeçmesini gerektirir. Bu ölümdür ve aynen fizikî ölüm gibi
refakatinde ötelerin bilinmezliğine dair derin bir korku getirir. Fakat bu iki
çeşit ölümden birine karşı geliştirilen korkusuzluk, diğerinden de korkmamamıza
yardımcı olur. Bu yüzden de, Allah'a teslim olmuş bir şeyhe teslim olmak,
teslim oluşu mürit için daha kolay bir hâle getirir. Şeyhin varlığı içsel
güvenliği sağlar fakat bu ancak nihaî bir teslimiyetle mümkündür. Bu yolla
şeyh, müridini bu dönüşüm süreci boyunca gizliden gizliye destekler.
Teslimiyet, özde o dıştaki şeyhe karşı değildir. Her insan gibi şeyhin de
hataları vardır; fakat Tanrı'nın nuru şeyhtedir ve bu nur müridin kalbinde
saklı olan nur ile aynı nurdur. Şeyhteki nura teslim olarak mürit; kalplerimiz
içindeki üst benliğin nuruna da teslim olmuş olur. Çünkü yolun başlangıcında
müridin nuru, direkt algılanamayacak kadar gizlidir ve ancak şeyhinin
kalbindeki aynaya yansımasıyla kolayca görülebilir.
Şeyhe teslimiyetin amacı, kişinin kendi nuruna teslim olmasıdır bu yüzden
benliğinden bağımsız (egosu Allah'a teslim olmuş) olan, "var
olmayan" ve yoldan çıkmaksızın müridin Üst benliğine ayna olacak bir şeyh
bulmak çok önemlidir. Hintli büyüklerden Anandamayi Ma, guru gibi bir önder
bulmanın ne kadar önemli olduğunu şöyle anlatır:
"Gerçek bir guru bulmak lütuftur. Kişi onun tavsiyelerini koşulsuz
yerine getirmelidir. Gurunun söylediklerini hürmetle uygularken, onu mutlu
ederken onun kişiliğine bağlanmamalıdır. Hakiki bir guruda; olması gerektiği
gibi kendisinin sadece bir vesile olduğunu vurgulayacak ve kişiliğine gösterilen
büyük saygıyı desteklemeyecektir. Hâlen ego bilinciyle hareket eden ve
kişiliğine rağbet edilmesine izin veren guru gerçek bir guru değildir."
Hakikatten uzak bir guru bulma tehlikesi, İlâhî bir kuşatma ile çevrelenmiş
bir boşluğa teslim olmaktansa, kişisel isteklerine uyan bir öndere teslim
olmaktır. Keza, mürşidin ego dönüşümünün gerçekleşeceği yer o boşluktur.
Sh: 153-155
Şeyh ile olan ilişkinin önemli bir bölümünü genellikle yansıtma süreci
oluşturur. Şeyhin baskın rolü, müridini birçok farklı bir yansıtma biçimine
karşı kuşatır. Bu yansıtmalardan en sık görüleni ise üst benliğin
yansıtılmasıdır. Üst benliğimiz oldukça korkutucudur, ışık saçan dinamik
yapısıyla kendimizin bir parçası olarak kabul edilmesi oldukça zordur.
Genellikle bu içsel bilgeliğe ya da altıncı hisse sahip olduğumuzu biliriz.
Oysa bunu; üst benliği bilgelik ve nurla dopdolu şeyhe yansıtmak daha
kolaydır. Önceleri bilinmeyen bu yansıtma sayesinde, başka birine aitmiş gibi
görünse de kişi kendi bilmediği yönlerine vakıf olur. Mürit, üst benliğini
şeyhe yansıtması sayesinde kendi İlâhî nuruyla bir ilişki kurmayı başarır. Bu
durum, genellikle şeyhin üst benlik olarak şekillendiği rüyalarda aşikârdır.
Şeyhiyle olan ilişkisi sayesinde, mürit benliği ile bağlantı kurmayı ve ona yakın
olmayı, kendi içsel varlığının gerçek doğası tarafından boğulmadan başarır.
Fakat öyle bir an gelir ki, artık bu yansıtma bir sınırlanma meydana
getirir. Bu an, kendi kutsal varlığımızı tamamen bilir hâle geldiğimiz ve şeyhi
aracı kılmaksızın üst benliğimiz ile ilişki kurup onunla yaşamayı öğrendiğimiz
andır. Kendisine "artık kontrolün kendisinde olmadığı" söylenen
dostumuz bu rüyasından bir yıl ya da daha fazla bir zaman sonra şu rüyayı
gördü:
"Küçük bir grup insanla birlikte oturuyorduk. Şeyh bize şu soruyu
sordu: 'Bana artık gereksinim duymamanız için, daha neye ihtiyacınız
var?"'
Şeyh, gemici gibidir; müridine maddî dünyadan manevî dünyaya geçişte
yardımcı olur. Fakat mürit bir kez maneviyat sahiline ayak bastığında artık
gemicinin işi bitmiş olur. Artık arayıştaki kişi gemiyi ardında bırakmalı ve
sağlamca kendi ayakları üzerine basmalıdır. Keza, yolculuk bitmemiştir, yollar
sonsuzdur. Bahaeddin Nakşibendî'nin sözleriyle:
"Amaca ulaşmayı
anlamlı kılanlar biziz. Müritlerimizin kendilerini bizden ayırıp, sadece
amaçlarını düşünmeleri gerekir."
Maneviyat yolunda, dış ilişkiler sınırlandırılmışlardır. Dışta bulunan şeyh
sadece içte bulunan şeyhi işaret etmektedir. Kişinin kendi varlığının yapısı
Tanrı ile birdir. Zen geleneğinde şöyle söylenir: "Yolda Buda'ya
rastlarsan onu öldür". Arayışına devam eden kişi "yalnızlıktan
yalnızlığa" yolculuk eder. Zira dışta bulunan şeyhine karşı hiçbir
güvencesinin olmadığı bir mertebeye ulaşmalıdır, o yansıtma kendi içine
kapanmalıdır. Grubumuzdaki birçok kişi rüyalarında şeyhimizin öldüğünü
görürler. Bu her zaman, şeyhe yönlendirilen yansıtmaların ölümünü ve yansıtılmış
her ne varsa onlarla bütünleşmeyi temsil etmektedir. Şeyhi birkaç yıl önce
fiziksel olarak ölmüş olan bir dostumuz, rüyasında şeyhi Babayi'yi bir
sandalye üzerinde ölmüş gördü. Ve sonra şeyhi tekrar canlandı, dostumuz şeyhine
sordu: "Siz; öldükten sonra
dirilen çok büyük bir yogi olmalısınız". Şeyhi ise şöyle cevap verdi: "Ben büyük bir yogi değilim, ben
senim."
Bir şeyhin yapacağı şey, bizi kendimize dönmemiz için yönlendirmektir,
bizi ikilikler dünyasından uzaklaştırıp benliğin birliğine götürür. Şeyh
öldüğünde bu ilişkinin sonu değildir sadece ilişki bir dönüşüm yaşar. Bu
dönüşümde ikilik birlik içinde erir. Şeyh ve müridi bir potada erirler ve
böylece arayıştaki kişi aslında hep varolmuş olanı, bir ilişkinin gerçek
doğasını anlar. Çağrı ve yankı birdir. Şeyhin nuru arayıştaki kişinin nurunu
çeker; fakat aslında onu uyandıran ve kendine çeken tek bir nur vardır. Bu,
kalpte "nur üstüne nurdur".
Sh: 155-157
Şeyh, müridin önce bir göz atıp sonra daha da tanışıklaştığı, sonrasında
ise kendi gerçek benliğini algıladığı bir ayna gibidir. Şeyh çok öncelerden
görür müridindeki içsel potansiyeli... Ve dış görünüşü her ne olursa olsun
direkt olarak onun özüne nüfuz eder. Hakiki bir şeyhin müridiyle ilişkisi
özden öze bir sevgidir. Bu asla değişmeyecek; fakat her zaman tamamlanacak bir
ilişkidir:
"Şeyhe duyulan sevgi azalmaz da çoğalmaz da... Onun için en başla en
son aynıdır, bu kapalı bir döngüdür. Şeyhin müridine sevgisi artmaz, fakat
mürit için bu oldukça farklıdır, o bir döngüyü tamamlamak zorundadır. Zaman
geçip, mürit ilerledikçe şeyhini kendisine daha da yakın hissetmeye başlar.
Oysa şeyh daha yakın değildir; o her zamanki yakınlığındadır fakat mürit bunu
bilmez."
Şeyh talebesini bütünüyle kuşatır, onu karşılaştırmalara ya da
yargılamalara tabi tutmaksızın bir bütün olarak kabul eder.
O, talebesini bulunmakta olduğu
yerinden alır ve yansıtma süreci boyunca kendisinin ardında takipte olmasını
sağlar. Talebenin tüm potansiyelini gördüğünden, talebenin sahip olabileceği
her türlü benlik kuşkusuna aldırmaz görünür. Talebe, başarısızlığa uğramış ya
da yoldan çıkmış gibi görünse de üstadı onun manevî yeteneğine -Allah
tarafından doldurulma yeteneğine-güvenir ve bu inancını talebesi bunu kendince
anlayana kadar emin bir şekilde taşır. Üstad, talebesini asla geri çevirmez;
tıpkı Allah'ın insanoğlunu hiçbir zaman geri çevirmediği gibi... Çünkü bizler
Tanrı’nın birer parçalarıyız.
Zamanla üstad sanki talebesini reddediyormuşçasına daha sert ve acımasız
davranmaya başlar; fakat bu sadece talebesinin olgunlaşmasına yardım etmek
içindir. "Şeyh, hoşgörüsüz olmalıdır,
çünkü müridinin en yüksek mertebeye ulaşmasını ister". Talebe, gerekli
olduğu anda üst benlik yansıtmasını geri çekemiyorsa ve eğer şeyhine fazla
bağımlı hâle gelmişse şeyh talebesini kendi hâline bırakma ihtiyacı duyar.
Tasavvufta talebe grubun dışına atılabilir ve aynı geleneğin gerektirdiği gibi,
bu kişi grubun diğer üyeleri tarafından da yalnız bırakılır. Böylece kişi kendi
manevî gücünü algılayabilme imkanına sahip olur. Eğer grubun bütün üyeleri
üstadları üzerine fazla yansıtmalarda bulunuyorlarsa, üstad gelenekte de
olduğu üzere yok olur. Bir gün insanlar gelirler; fakat artık orada hiç kimse
yoktur. Hiç kimse üstadın nereye ne kadar süreyle gittiğini bilmez. Bu iki
hafta, iki ay hatta bir yıl bile olabilir. Sonra, doğru zaman geldiğinde ve
grup kendilerine dayanmayı öğrendiğinde üstad tekrar ortaya çıkar. Dışta
bulunan güvensizlik ortamı ile kişi yüksek derecede bir içsel güvenliğe
ulaşmayı başarır.
Üstad, her zaman dışsal kısıtlamalardan uzak olmak zorundadır, böylece her
an işaretleri takip edebilir, bunun anlamı bir konferansı tam orta yerinde
kesip bırakmak ya da en çok ihtiyaç duyulduğu anda insanları terk etmek de
olsa... Bu zaman diliminde talebe bütünüyle teslimiyet içinde olursa,
üstadıyla ilişkisi daha da güçlenmiş olur. Dışsal bir yok oluşta üstad,
aslında içsel olarak daha bir varlığını hissettirir. Dış dünyadaki terk
edilmişlik hissi ile talebe aslında her daim var olmuş olan manevî bağın
farkına varır.
Sh: 157-159
Üstad figürü, -her ne kadar-egodan bağımsız olsa da arayışçının üst
benliğini yansıtışı söz konusudur ve bu durumda da bu yansıtmanın yakalanması
ve geri verilmemesi gibi bir tehlike söz konusudur. Egoyu memnun edebilecek
belli bir güce sahip kişiye yönlendirilen üst benlik yansıması onu kuşatır.
Eğer bu olursa, üstad bu yansıtmanın geri dönmesini istemeyecektir ve daha da
kötüsü hilekar ve ustaca talebesine kendisine bağlı kalmasını empoze
edebilecektir. Üstad ile olan ilişkiye psikolojik bir analiz yapacak olursak
üstad bir "nakil aracı" dır. Üstad, arayışçının yansıtmalarını taşır,
fakat biraz önceki analizden farklı olarak bir karşı nakil söz konusu
olmamalıdır, (üstaddan öğrencisine ulaşan bir yansıtma var olmamalıdır.) Üstad;
üstad rolü ile ilişkilendirilmemelidir ve mürit de öğrenci rolünü
algılamamalıdır. Arayıştaki kişi özgür bırakılmadır.
Eğer üstad, üstad rolüyle bir şekilde bağdaşmışsa, yansıtmaların kırılma
vakti geldiğinde müridini reddedemeyecektir. Pozisyonundan kaynaklanan
prestijinden dolayı egosu herhangi bir şekilde mutlu oluyorsa; gerekli olduğu
anda grubunu terk edemeyecektir. Tasavvufta, tek bir kişinin ya da bütün grubun
potansiyellerini anlamaları için yakalanması gereken anlar vardır. Gerçek bir
önder hem bütünüyle kuşatan ve hem de bütünüyle özgür bırakandır. Çünkü o an
geldiğinde, doğru zaman geldiğinde, o kişisel ilgilerinden uzak olarak
tereddütsüz davranmalıdır. Çoğunlukla üstad, zamanında anlamadığı bir işareti
izlemek zorundadır ve bu yüzden arayışçının en sevdiği şeye bile karşıymış gibi
de görünebilir.
Kişinin, benliğinden kurtulamamış bir üstadının olmasının bu gibi
tehlikeleri olmasıyla beraber, en önemli olan talebenin davranışlarıdır.
Hayatın getirdiklerini kabul etmede yeterince düşünen ve yeterince mütevazı
olan biri için her türlü kırgınlık duygusunun ötesine geçmek için yanlış üstad,
doğru üstada yönelen bir basamak olabilir. Aslında, yanlış bir üstad ile bile
kişi Tanrı'yı anlayabilir:
"Kişi, farkında olmadan yanlış bir üstad bulmuşsa ne olur? Bu ilk
bakışta talihsizlik gibi görünüyorsa da kişinin üstadının yanlışlarını fark
edeceği bir zaman gelecektir ve sonra kişi hakiki bir önderi nasıl
keşfedeceğini kesin olarak bilecektir. Bundan başka düşünülmesi gereken bir
seçenek daha vardır. Üstaddan daha önemli olan şey; kişinin kendi davranışlarıdır;
çünkü nihai anlamda kimse kimseye benlik algısını kazandıramaz. Onu bulmak
zorunda olan kişinin kendisidir. Yani, samimî bir arayışçı, üstadının ardındaki
Tanrı'yı görür, üstadı gibi kendisi de kusurlara sahip olabilir ama sonunda
üstadının ötesine geçip Tanrı'ya ulaşmayı başaracaktır."
Yansıtma süresi boyunca talebe üstadını en derindeki arzularının simgesi
olarak görür. Eğer kişi bu simgeye kâfi miktarda inanç duyuyor ve arzusunda
doğru yerde duruyorsa, kendi öz cevherini bulmak için bu simgenin ötesine
geçebilecektir. Yansıtmanın kendisine dönük olan yüzünde kendi gerçek yüzünü
görebilecektir. Fakir, yaşlı bir Hintli kadın vardı. Hasta oğlunu ziyaret
etmek istiyordu. Fakat oğlu, kabarmış nehrin diğer tarafında yaşıyordu ve
geminin kaptanı onu diğer tarafa götürmüyordu. Nehrin kayalıklarında ise, bir
Brahman büyüğü sihirli bir törenle ateş seremonisi yapmaktaydı. Fakir kadın
ona yaklaşarak nehri geçmek için ondan sihir istedi. Brahman gizli seremonisini
kesmek istemiyordu; çünkü keserse zorlaşan sihrini tekrar okumak zorunda
kalacaktı, kadını bir an önce başından savmak için; "Sadece sürekli 'Ram, Ram' diye tekrar et nehri geçersin"
dedi ve büyüsüne geri döndü. Akşam güneşin batınımda Brahman gizli seremonisini
bitirmiş nehrin kıyısında oturuyordu. Yaşlı kadının tekrar kendisine
yaklaştığını görünce şaşırdı ve kadının simasındaki mutluluk ve hürmet ona daha
da şaşırtıcı geldi. Kadın onu başıyla selamladı ve; "Ey Ulu insan, olağanüstü güçlerin ne kadar büyük, 'Ram, Ram'
diyerek nehrin içinden geçtim, oğlumun yanında kalıp onunla ilgilendim. Gene o
kutsal dizeleri tekrarlayarak nehirden geçip geri geldim Sana bu kutsal yardımın
için teşekkürlerimi sunarım." Brahman yaşlı kadına hayret ve
şaşkınlıkla baktı. Kadının kendisine olan olağanüstü inancı onu kabarmış
suların arasından nehrin karşı tarafına geçirmişti. Kadının teslimiyetini ve
inancının kuvvetini duyumsadı.
Sh: 159-161
BENLİĞİN ÇAĞRISI
Ustad, talebesinin ego dünyasından benliğin daha geniş boyutlarına
geçmesini sağlayan bir basamaktır. Üstad ile olan ilişki sayesinde üst benlik
bilincimize daha yakın bir yerlere getirilir ve ego onun yaydığı titreşimlere
uyum sağlar. Arayıştaki kişinin ilgisi yavaş yavaş benliğe kayar, içinden
gelen işaretleri anlamlandırarak, daimi bir dinleyici olarak yaşamayı öğrenir.
Benlik, varlığımızın çekirdeğidir. "Küçükten daha küçük" olup
kalpte saklandığı hâlde o, vücudun her organını kuşatan ve her organa ve
insanoğlunun bütün yapısına nüfuz edecek kadar "büyükten daha
büyük"tür. O, egoya sürekli mesajlar gönderir, hedefi işaret ederek onu
yönlendirmeye çalışır. Fakat kişi maneviyatla ilgilenmiyorsa, algıladığı
dünyayı tek parça olarak görüyorsa, ego kendisini bu içsel rehberden gelen
dalgalardan koparır. Bir dostumuza rüyasında bu hâl, şöyle seslendirildi:
"Güçlü bir ego
algısına sahip insanlar işaret edilen hayata geçemezler. Çünkü onların
yaşamlarını egolarının istekleri yönetir ve bundan dolayı başka bir şeyin
onlara yön vermesi imkansızdır."
Eğer ego kendisinden daha üstün bir bilinçten habersizse, ego ile benlik
arasından hiçbir içsel iletişim yok demektir. Benlik hâlâ egoyla iletişim
kurmaya çalışmaktadır ve sınırlı perspektifinden sıkılan kişi kendi içindeki
sınırlılığı bilmeksizin, zaman dünyasında mahpus kalmıştır, ölüm ve yaşam
zıtlığı arasında zincirlenmiştir.
manevî yaşamın başlaması, kişinin ilgisini illüzyonlar dünyası olan dış
dünyadan uzaklaştırıp, Benlik çağrısını dinlediğindedir:
"Sana
uzaklardan sesleniyorum,
İlk günden beri seni
çağırıyorum.
Asırları geçerek
sana ulaşıyorum,
Zamanın
sonsuzluğundan,
Çağırıyorum,
çağırıyorum...
Her zaman...
Sesim sesinin bir
parçasıydı,
Fakat sesim sana
cılız geldiğinden onu nadiren duyabiliyorsun.
'Bilmiyordum' diyebilirsin.
Fakat bir yerlerden
hatırlıyorsundur,
'Duymadım', 'Nedir
o, hani nerede' dersen,
Bir yerlerden
duymuşsundur sen, aşağılardan, derinlerden bilirsin sen.
Ben her zaman olduğu
gibi senin içindeydim ya,
Ben hiç
kaybolmamacasına içindeyim.
Kim bu çağıran desen
de,
Bu kim diye düşünsen
de,
Nereye kaçacaksın?
Söylesene?
Kendinden kaçabilir
misin?
Ben, senin için tek
olduğum için,
Bir başkası yok.
Sözün de, ödülün de
benim.
Cezan da, arzun da
Ve hedefin de benim..."
Dinlesek de, dinlemesek de benliğimiz hep bize seslenmektedir. Bu sesleniş
dostça bir çağrıdır ve bizi menzile götürecek olan yol odur. Fakat, bir İran
şarkısında da söylendiği gibi bu aynı zamanda cezamızdır da... Benlik; egonun
düşmanıdır, onun teslim olmasını ister durur. Bu yüzden ego bizi, ölümüne sebep
olacak bu yola asla teşvik etmez. Sadece o istediği için içimizden gelen
sesleri dinleriz: "Allah kimi isterse onu nuruna ulaştırır." Birisi
Rabia'ya şöyle dedi:
"Bir sürü günah
işledim., eğer tövbe edip Tanrı'ya dönersem, beni bağışlar mı?"
"Hayır"
dedi Rabia. "Ancak o sana dönerse sen de ona dönebilirsin."
Sh: 161-163
Mürit şeyhine dâhil
olduğunda aslında Allah ile bir olur. Özde ne mürit vardır ne de mürşit, ne
âşık vardır ne de maşuk, sadece kendini açığa veren bir ışık vardır. Bu açığa
çıkış kalpte olur çünkü kalp; müridin, şeyhin ve Tanrı'nın buluşma mekânıdır.
O, kalpten kendisine seslenir; nur nuru çağırır, nur nuru uyandırır, nur nura
gark olur. Mürit kalbindeki birliği daha çok sağladıkça, bu sürece kendisini
daha da kaptırır. Anlatacağımız rüyada son imge nurdur:
"Şeyhimin avlusuna girdim ve onun diğer tarafta oturmakta olduğunu
gördüm, malasını (bir çeşit tespih) bir kap suya batırıyordu. Onun yanma gittim
ve kabın içine baktım, ne kendi yüzümü, ne şeyhimin elini ve ne de malayı
gördüm, görünen sadece nurdu.
Şeyh, tespihinin tanelerini parmaklarıyla oynatarak dua eder. En derin
yakarış, kelimelerden uzak olandır, sessizce içi Tanrı ile dolan bir boşlukla
birleşmedir. Şeyh kendisini yakarışa kaptırdığında, mürit de duanın bir parçası
hâline gelir çünkü şeyhin –bir-oluşu müridin kalbine yansıtılır. Kabın içine
baktığında dostumuz bu yansımanın gerçek doğasını gördü. Ne kendi yüzü, ne
şeyhin eli ve ne de mala... Sadece nur vardı. Hıristiyan mistisizminin
azizlerinden John Ruysbroeck'in deyişiyle:
"Burada hiçbir şey yok, sadece bu nurda, bu nurla ve bu nurun içinde
parlayan sonsuz bir görüş var."
Sh: 176
Yaradan ile olan ilişki egomuza ya da şahsiyetimize ait bir ilişki
değildir. Bu ilişki ruhî ve öz bir ilişkidir. Arayış içindeki kişinin bilinci
bu serüveni ancak düşünerek tecrübe edebilir. Kalbin dramı, düşünme yoluyla ve
manevî çalışmalardaki ilerlemelerle rafine edilmiş, boşaltılmış olan akla
yansır. Fakat gece bobin dramı, düşünme yoluyla ve manevî çalışmalardaki
ilerlemelerle rafine edilmiş, boşaltılmış olan akla yansır. Fakat gece boyunca,
aklın bilinç düzeyi uykudayken, kalp rüyalar yoluyla kendini dile getirmeye
muktedir hâle gelir. Bu çeşit rüyalar, efsaneler gibi, ruhun şiirleridir.
Bazen bu rüyalar belli bir sıra hâlinde bütün hayatımızı yansıtırlar. Bu durum
şimdi anlatacağımız rüya için de geçerlidir. Rüyayı' gören kişinin
"geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki" iç dünyasını yansıtmaktadır:
"Modern görünüşlü bir eve girdim; fakat evin dışıyla içinin çok farklı
olduğunu görünce hayretler içerisinde kaldım. Evin içi eskiydi. Orta Doğululara
ait tarif edilemez güzellikte bir saraydı bu... Kralın emriyle çağırılmıştım.
Onun metresiydim, doğru tarzı elbiseler giydirilip, mücevher ve parfümlerle
süslenmiştim.
Kralın yatak odasına girdiğimde kralı yatağında yatıyor hâlde gördüm. Yaklaşmam
için bana işaret etti ve ben de onun yanma gittim. Zayıf ve yaşlıydı, bu anın
onun son anları olduğunu biliyordum. Orada, benden sadece ona sarılmamı ve ona
bakmamı istedi. Bir nesne gibiydim. Aniden kapıdan sol tarafıma doğru coşkulu
bir rüzgâr esti ve yatak dile geldi. Bana: "Hayatım boyunca kazandığım her
şeyden vazgeçmemi" söyledi. İçinde bulunduğum durumdan, davranışlarımdan,
çaldıklarımdan, ailem ya da diğerleri tarafında bana verilenlerden... Tek tek
sahip olduğum her şey benden ayrıldı ve geldiği yere geri gitti. Sonunda
tamamen çıplak kalakaldım.
Sonra bir ses, bana tanrılar tarafından hediyeler verileceğini söyledi.
Her tanrı tek tek çağırıldı ve hediyeleri veren tanrı ya da tanrıçaların
isimleri bana söylendi. Bu harika hediyelerle manevî olarak giydirildim.
Tamamen ışıkla doldum ve hayatımda ilk kez bedenime baktım. Onun çok güzel,
pırıl pırıl ve aşkla dolu olduğunu gördüm. Çıplak olmanın endişesi kayboldu;
çünkü artık insanların bana baktıklarında ya sadece bir ışık göreceklerini ya
da o ışıktan yansıyan ışıkta kendilerini göreceklerini biliyordum.
Sonra yaşlı kralın (babammış), bana verdiği yüzüğü çıkardım. O an bana
gümüş burmadan dört tel gösterildi ve sonra sahilde hayret ve şaşkınlıkla çok
hoş altın bir tel buldum. Onu neredeyse fark etmeyecektim çünkü uzun zamandır
aynı yerde olduğundan matlaşmıştı. Onu aldığımda, onun aslında ateşle dolu bir
uçurumun üzerinden uzanan bir köprü olduğunu fark ederek titredim, manevî
olarak gark olduğum tanımlanamaz bir aşk hissiydi bu.
Sonra sihirli bir şekilde daha önceden tanıdığım ve evleneceğim kişi
olduğunu bildiğim prensin yatak odasında buldum kendimi. Ve bildiğim bir şey
daha vardı: -Yaş sıralamasında en büyük olanın kral olması hükmü gereğince o
yakında kral olacaktı. Onun odadaki varlığını hissedebiliyor; fakat onun yüzünü
göremiyordum. O ise yanına gitmem için beni bekliyordu.
Bu rüyadan heyecanlı bir şekilde menzile, varılacak olan yere gidiyordum.
Fakat sonra rüyamı yazarken büyük bir keder, özlem dolu bir ayrılık acısı beni
sardı. Bu rüya geçmişin, bu günün ve geleceğin rüyasıydı."
Rüyada geçen olaylar, ruhun sesinden gelen, kendisine has bir ahenge sahip.
Fakat tabir edilirse, rüyanın içsel zenginliği
daha iyi anlaşılır. Çünkü bu çeşit rüyalar bize, geçmişin motiflerinden
gelip bizi onun ötesine götüren ruhumuzun içyapısını öğretirler.
Sh:29-31
Bu rüyada, rüyayı gören kişi, aslında kendi ruhunun evine girmekte, binanın
modern görüntüsünün içindeki eski ve talar, kraliçeler, prensler, prensesler,
büyüleyici güzellikteki kadınlar ya da erkekler olduğu peri masallarına
benzer.
Rüyayı gören kişi kralın metresi konumundaydı. Kadınların takmaktan zevk
aldıkları mücevherler takıyor ve parfümler kullanıyordu. Kral, rüya sahibinin
gerçek hayattaki erkeklere dair sahip olduğu fikirleri simgelemekte ve daha
sonra rüya sahibinin babasıyla ve kendi yaşamıyla özdeşleşmektedir. Zira
bizler ebeveynlerimizden sadece fizikî özelliklerimizi değil, davranış
şekillerimizi ve onların hayata bakış perspektiflerini de alırız. Onların
değerleri bizim de değerlerimiz olur. Rüyada, rüyayı gören kişi kralın
metresiydi. Bu, rüya sahibinin gerçek kadınsı hislerini bir başkasının
kullanmasına izin verdiğine işaret etmektedir. O, kadınlığına ait kollektif
bir söz vererek, yüzyıllarca saygı göstermesi gereken bir baskıya itaatkar
olmaktan acı çekmektedir. Bugünün çoğu kadını ve koyu feministleri de, içlerindeki
kraliçelik arzusunu ataerkil toplumlarda bir mihrap gibi kötüye
kullanmaktadırlar. Bu baskının arka planında ise, kadını erkeklere karşı
itaatkar yapan daha güçlü ve içsel bir sebep; kadınlık hislerinin bastırılması
yatar. Böylece içsel bilgelik ve kadınlığın yaratıcı sırları gizlenir,
unutulur ve geride hatırlanan sadece erkeklerin dıştan gelen müdahaleleri olur.
Kralın yatak odasına girişte, rüya sahibi metres rolünü oynuyordu. Fakat
içten içe farklı bir anlam söz konusuydu. O kralın yaşlı ve zayıf olduğunu
dahası hayatının son anlarını yaşadığını biliyordu. Yaşlı ve zayıf kral, güçlü
bir efsanevî simgedir. Grail'de çok iyi bilinen "balıkçı kral"
hikayesinde, kralın güçsüzlüğü ve zarar verici tutumları krallığın harabeye
dönüşmesi ile sonuçlanıyordu. Anlattığımız rüyadaki "harabe" motifi
burada, rüya sahibini kendini bir nesne olarak tanımlamasında gizlidir. Bir
ilişkide, sadece bir nesne olmak, kişinin en değerli olan şeyini, kendi öz
benliğini inkar etmesi anlamına gelir. Bir nesne için, içten içe bir pişmanlık
duygusundan başka gerçek bir ilişki söz konusu olamaz. Kişinin kendisine değer
verilmezse, kişi ihmal edilmiş, yalnız bırakılmış olur. Gerçek bir anlaşma
yoksa, yaratıcılık da olmaz, doğacak hiç bir yeni şey yoktur. Bu, maddî
dünyadaki insan ilişkileri için ne kadar geçerliyse manevî dünya için de o
kadar geçerlidir. Yani manevî aynada ve maddî aynalarda görüntü aynıdır. Kralın
zayıflığı, rüya sahibinin kendi benliğine dair tutumundaki yetersizliğidir.
Bundan dolayı, kral her ne kadar güç ve iktidar kavramlarını hatırlatıyorsa
da, manevî bir gelişme meydana gelmeyebilir ve bu durumda doğacak hiçbir yeni
şey de yoktur.
Genellikle ruhî bir sürecin yapısını öğrenmemiz, o sürecin bitimine
rastlar, ki bu da yatağında son demlerini yaşayarak yatan kralla paralellik
arz eder. Rüyayı gören kişi, ilişkideki kısır döngüyü görüyordu, sonra sol
taraftan coşkulu bir rüzgâr esti ve iç dünyası sonsuza dek değişti. Rüzgâr,
manevîdir ve canlılık getirir. Uzaktan esen manevî güçler ve geçmişe ait
olaylar sol yandan, bilinçaltından eserler. Böylece manevî değişimlerin tohumları
ruhun derinliklerine ekilir; bu tohumlar bilincin ışığından gizlenirler.
Kalbin en iç odacığındaki "gerçek bahçıvan" bu tohumlarla ilgilenir;
çünkü bu tohumlar gerçek bahçıvanın kendisini açıklamasıdır. Tohumlar bilinç
yüzeyini zorlayarak, oraya ulaşıncaya dek orada filizlenir ve yetişirler daha
sonra ise O (bahçıvan) kendisini açığa vurmaya başlar.
Rüzgârla birlikte yataktan-kadının kendisini krala teslim ettiği yerden
bir ses gelir. Rüyada duyulan ses her zaman "daha yüksek bir benlik"
ten gelen sestir. Bu ses, rüya sahibine hayatında kazandığı her şeyi geri vermesini
söylemişti. "İçinde bulunduğu
durumu, davranışlarını, çaldıklarım, ailesi ya da diğerleri tarafından ona
verilenleri..." Hepimiz dünyaya maddî ve manevî çıplak olarak doğarız,
fakat çok kısa bir zaman sonra dünyanın değerlerince giydirilir, ortamlarımızın
ağırlıklarını yüklenir ve egomuzun istekleri tarafından tutuklanırız, manevî
yaşam, bizden bu yükümlülüklerimizden kurtulmamızı ister. Bhai Sahib bu konuda:
"Dünyaya çıplak gelir, çıplak
gideriz, manevî önderin önüne geldiğin zaman da çıplak olmalısın" der. manevî önderin önüne geldiğin zaman
da çıplak olmalısın" der.
Manevî yola ancak, kendi öz benliğinle ulaşabilirsin. Arayışta olan kişiyi
bu yola hazırlayan içsel çalışmalar kişiyi, kendi benliğini kendisinden koruyan
ve saklayan şartlanma katlarının yapısından sıyırır. Bu rüya çıplaklığın
sırrını tanımlamaktadır. Ancak çıplak ve savunmasız olduğumuz zaman manevî
hediyeleri kabul edebilir hâle geliriz. Dış örtülerimiz bizden uzaklaştığında
daha derin içsel yapımızı fark ederiz. Bu manevî hediyeler, ruhun dünyasından
gelen -Yunanlıların Olimpus tanrıçasına atfettikleri Dionysus'un açgözlü
keyfini, Hecade'nin karanlık bilgeliği ve iyi güçlerini, Hestia'nın yakın
içtenliğini, Ares'in tesbitlerini kapsayabilen orijinal hediyelerdir.
Tanrıların hediyeleri boldur ve hepimiz bundan payımızı alırız. Fakat çoğu kez,
bu paylar kişisel ruhumuzun gölgesi altında saklanırlar. Özümüz yalnızca
çıplaklığımızda parlar. Bu kendi güzelliğimizi daha açık görebileceğimiz bir
ışıktır. "Tamamen ışıkla doldum ve hayatımda
ilk kez bedenime baktım; onun çok güzel, pırıl pırıl ve aşkla dolu olduğunu
gördüm".
Sh:31-34
Giysisiz ne isek oyuz; anlaşılır, parlak ve güzel varlıklarız. Çünkü
"Tüm Işıkların Kaynağı", "Tüm Güzelliklerin Aslı" tarafından
yaratıldık. Her insan onun ışığının biricik göstergesidir, onun güzelliğinin
biricik yansımasıdır. Ve yaradılış sırrının bir parçası olarak konunun kadınsı
ilkeleri bu sırları cisimlendirir. Kadın, bu daha derinlerdeki benliğini
keşfederken, bu sırra girebilir ve kendi bedeninin İlâhî güzelliğine şahit
olabilir. Afrodit'in hediyesi olan güzellik tüm kadınlara aittir, bu rüyadaki
tecrübe de bunu bildirmektedir. Eski zamanlarda, dini yıkama ayinleri (vaftiz) ve bedenin süslenmesi, papazın
tanrıçayı şereflendirmesi, Tanrı'nın kadınlara ait yönleriydi. Bu çeşit dini
ayinler kadınların parfümlere karşı olan zaaflarını ve saçlarına verdikleri
önemi de hatırlatır. Gençlik çağındaki kızların, bir parti için yaptıkları
hazırlıklar, tören girişinin kalitesini ortaya koyabilir. Derin manevî yönünde
ise, genç kız sadece kendini diğerlerine karşı çekici kılmaz, aynı zamanda da
tanrıça fikrini şereflendirir.
Kadınlar, tanrıçanın uygun beslenme ve egzersizlerle onların bedenlerini
koruduklarının farkındadırlar. Yıkanma seremonilerini, kozmetikleri ve
elbiseleri severler. Bu, sadece egonun memnuniyet duyduğu üstünkörü fiziksel
bir çekicilik değildir, kadınlığın doğasına olan saygının dışa vurumudur.
"Onun güzelliği benliği ile olan hayatî bağlarını sıkı tutar."
Hâl böyleyken, kadının kadınlığının bastırılmasıyla, bu gizemin kutsallığı
kötüye kullanılmış olur. Benlikle olan bu bağ da kaybolur. Rüyayı gören kişi,
kralın zevki için kendisini şık elbiseler ve mücevherlerle süslerken kadın
bedeninin güzelliği, erkeklerin zevki için kötüye kullanılmış oldu. Kadınlar
kendilerine değer vermeyi kendi içsel benlikleriyle olan ilişkilerinde değil,
erkeklerle olan ilişkilerinden öğrenirler.
O şartlardaki giyim şekline dönecek olursak rüya sahibinin keşfettiği şey
"ilk olarak" gerçek doğasındaki bedeninin güzelliğini görmekti. Bu
"parlak ve aşkla dolu" bir bedendi. Aşk, benliğin özüdür ve
güzellik, aşkın dışa vurumudur. Bir kadın âşık olduğunda güzelliğinin
doruklarına çıkar. Pırıl pırıldır. Fakat en parlak olan kadın İlâhî aşkla
yanandır. Ve bunun sonucunda kişi aşkın tezgâhında dokunmuş elbiselerle
giydirilir:
Hâzineniz neredeyse,
kalbiniz de orada olacaktır.
Bedenin ışığı
gözdedir, eğer bunun da ötesinde, gözün bu dünyada tek ise, senin tüm bedenin
ışıkla dolacaktır... Neden elbiseler seni düşündürür ki?
Ovadaki zambakları
düşün, nasıl büyüdüklerini... Onlar ne zahmet verir, ne de
Şimdi sana söyleyeceğim şey bütün o saygınlığı ile Solomon'un dahi, bu
zambaklar kadar gösterişli görünemediğidir.
Yaratıcı, bizi gerçekte olduğumuz hâl üzere ister ve bizler bunu
varlığımızın özünde bildiğimiz için ondan önce çıplaklığı isteriz. Çıplaklıkta
gerçek doğamızı öğrenmeye başlarız ve sonra ilâhî gizemlerden biri ortaya
çıkar. Elbiselerimizin altında bulduğumuz, ondan başkası değildir. Muhammed
(sav.)'in dediği gibi "Kendini bilen Rabbini bilir", manevî olarak
ne kadar derinlere inersek, o kadar açık ve net olarak ayrılıklardan ve ikilemlerden
uzaklaşırız. Yaratıcı ile
yaratılan birdir. Sadece egonun kışkırtması yüzünden ayrımları, farkları tecrübe ederiz.
Bir sûfi şiirinde Hâfız der ki;
"Seven ile
sevgilisi arasında örtü olmamalıdır.
Sen, kendince bir
sanatsın ve bu senin kendi örtündür.
Ey Hafız! Hadi
yoldan çık!"
Manevî
çıplaklık, bizlerin en derin ve en doğal hâlidir. Elbiselerimizi çıkarma
sürecinde -bu dünyaya ait elbiselerimizi yoğun bir çaba gerekebilir. Çıplaklık
ise, çabasız bir hâldir. Varoluş hâlidir. Arayışçı, tüm enerjisini kullanarak
kalp aynasını cilalamaya çalışır. Kalbinin dış yüzeyini temizlediğinde, onda
kendi öz cevherini, doğmadan önce sahip olduğu ruhanîyeti görebilir. Bu aynada
kişi aynı zamanda, İlâhî sevgilinin gözlerinin ışığı olan kendi ışığını da
görebilir. Bu görebilme yetisi bir hediyedir ve kişiye tek başına verilmez.
Kalbin aynası onun tüm görüntüsünü yansıtır. "İmparatorun Yeni
Elbiseleri" isimli hikâyede kralın çıplaklığı, onu görenler tarafından
bir delilik ya da cahillik olarak görülmüştü. Sadece masum bir çocuk gerçeği
görebildi: İmparatorun üzerinde hiçbir fazlalık yoktu... Ayni; bunun gibi manevî
çıplaklık da cahilliği değil bilgeliği anlatır. Bu şekilde bakmasını bilenler,
üzerlerindeki güzelliği de hastalığı da görebilirler. Elbiselerin ardındaki
kişiliğin daha derin katmanlarındaki ışığı ve karanlığı da görebilirler. Sadece
kendi gibi olmakla kişi, diğerleri üzerinde bir etkiye sahip olabilir. Bakmasını bilenler, kendilerini gerçekte
oldukları gibi görmeğe muktedirdirler.
Rüya sahibi, diğer insanların onun çıplaklığını göremeyeceklerini,
bakarlarsa da ya bir ışık ya da kendi yansımalarını göreceklerini anlayınca,
çıplaklığına dair endişeleri son buldu. Sonra, bu yeni çıplaklıkta, geçmişine
ait en son nesneyi de çıkarmayı başardı: Yaşlı kralın ona verdiği yüzüğü. Aynı
anda rüya sahibi kralın kendi babası olduğunu da fark ediyordu. Babasının
metresi olması, Oedipux Kompleksi'nin cinsel kimliğin ilk basamağı olan kızın
babasına, erkeğin annesine aşkının bir göstergesidir. Bu bilinçsiz tepkide,
babasıyla olan ilişkisi sayesinde kız çocuğu ilk kez kendi cinselliği ile,
içgüdülerindeki kadınlıkla bir bağlantı kurar. Sonra bu yansıtma, genç kızın
başka bir erkeğe âşık olmasıyla biter. Fakat bu durumda çoğunlukla, kız çocuğunun,
babanın bir "anima" [hayat kaynağı, ruh can. ]figürü olmasıyla
ilişkilendirilmesi ve "babasının küçük kızı"nın bir başka erkek
yüzünden kaybedilmek istenmemesi söz konusudur. Gümüş, kadının rengidir ve dört
de psikolojik bütünlüğün rakamıdır. Rüya sahibine bu ilk ilişkisinde verilmiş
olan yüzük, rüyayı görenin kişisel bütünlüğünü sembolize eder.
Rüya sahibi için, toplumsal erkeklik figürünü temsil eden kral, gerçekte
maddî zenginlik amacıdır. Babası tarafından desteklenmesinde ve onun metresi
olmasında, rüya sahibi asla kendisine karşı dürüst değildi. Olmak istediği şey
tarafından çevrelenmişti, ancak gerçek doğasını yaşamıyordu. Bilinçli olarak
bir taraftan babasının değerlerine karşı asilik yaparken, diğer taraftan da
hâlâ onun kölesi gibiydi, hâlâ onun metresiydi. Fakat ruhî yapı sebepler teşkil
eden kuralları tanımaz ve bu yolun karakteristiği hakkında Jung şöyle der: "En uzun yol aslında en kısa
olandır". Kral, yani babası rüya sahibine aslında çok değerli bir şeyi, tüm
kadınlığını vermişti.
Yüzük, her ne kadar onun kadınlığım sembolize etse de, gerçekte dört burma
gümüş tel, onun babasıyla yani kralla olan ilişkisini gösterir, kadınlığı
burma gibidir. Kendisine karşı dürüst kişini gösterir, kadınlığı burma gibidir.
Kendisine karşı dürüst olamamış ve gerçek benliğinin telleri burma hâline
gelmişti. Şimdi çıplak olarak ayakta durmaktaydı ve artık kralın metresi
değildi. "Burma olmayan gümüşî ateşten dört tel" e sahip olmaya
artık muktedirdi. Ve sonsuz değere sahip olan şeyin altında "çok hoş,
altından bir saç teline" sahipti. Aslında bu altın saç, kendisine çok
önceden verilmiş İlâhî bir hediyeydi:
"Erkekler dünyasından
henüz hiçbir iz yokken,
Hatırımda saçlarının
bukleleri vardı,
Bir başıboşluk vardı
bende, bilinmeze doğru...
İlk nefesi aldığımız
andan beri,
Aşk yaşıyor içimizde
Kalbin gizli
mahzeninde, bir kilitli hâzinede."
Hediye kutunun içinde tek bir saç teli vardı. Güzel bir altın saç figürü
aşk belirtisidir. Hepimiz bu aşk belirtisini kalplerimizde taşırız, bununla
birlikte derinlik saklıdır. Bizi menzile ulaştıracak olan da işte bu altın
teldir. Menzilin yolu, âşık olan kişinin İlâhî aşkın katmanlarına geri
dönmesindedir. Hepimiz, içimizde olan bu altın teli takip etmeliyiz. Bazen bu
teli bulamadığımız da olur çünkü bütün dünyada ararız ama hiç "kalbimizin
gizli mahzenine" bakmayız. Bazen de, rüyada olduğu gibi onu zar zor fark
ederiz. Çünkü o "uzun zamandır gizlenmiş olduğundan donuklaşmıştır".
Aslında o her zaman bulunmayı bekleyerek olduğu yerde durur. Nyssa'nın
Gregory'si der ki: "Aşkın yolu, ateş dolu bir uçurum boyunca uzanan saç
telinden bir köprü gibidir". Rüya sahibi de altın saçın bu köprü olduğunu
algılamıştı. Bu algılama ile birlikte kalbi açıldı ve "tanımlanamaz bir
aşk hissiyle" doldu.
Aşk, yaradılışın en mükemmel gücüdür. Arayış içindeki kişiyi değiştirecek
olan, ayrılığın örtüsünü eriten enerjidir. "İhtiyacımız olan tek şey
aşktır". Kalbin bu gücü bizi hayal dahi edemeyeceğimiz yerlere götürür.
Kalp, evren kadar büyüktür ve her şeyi içine alır. Peygamber'in sözleriyle: "Benim dünyam ve cennetim beni içine
alamaz fakat kalbim -güvenilir uşağım beni içine alır".
Seven ve sevilen... Onların dansı yaradılışın dansıdır ve onların
buluşması tüm ikilikleri ortadan kaldıran bir kaynaşmadır. Bu buluşmada seven
varlığından vazgeçer, "ego" yok olur. Akıl için bu bir
"hiçlik" tir; fakat "hiçlik" aslında tam bir bütünleşmedir.
"Tam bir mutluluk ve coşkunluk hâliyle İlâhî sevgiliyle birlikte
olunan anlar vardır. Bu hiçliktir. Bu hiçlik sizi sever, size cevap verir,
sizi bir bütün olarak tamamlar ve işte bu bütünlükte hiçlik vardır. Bu bir
nehir misali azalmadan akar. Bu harika, gizemli bir deneyim, olağanüstü bir
coşkunluktur."
Cinsel haz, manevî
sevgili ile birleşmenin bir yansımasıdır. İki insanın birleşmesinden de öte,
her şeyin içine dahil edildiği, bedenin tüm organlarının mutluluk şarkısı
söylediği, aşkın kendi hiçliğinde erimektir.
Rüya sahibi, İlâhî aşk tılsımını bulmuştu ve bu onu "sihirli bir
dönüşüm" ile prensin yatak odasına götürdü. Evlenmek üzereydiler ve sonra
prens yeni kral olacaktı. Bu sihirli evlilik, her şeyi aşkın ellerine bırakan
kutsal bir taahhüttür. Eski kralın hükmü sona ermiştir. Bütün kalan İlâhî
sevgilinin gözlerindeki bakıştır, onun ellerinin dokunuşudur. O sonsuza dek
birlikte olmak rüya sahibini beklemektedir. Kalbin içinde o her daim beklemektedir
ve bize bildiğimizden daha yakındır:
"Ve o, seninle
beraberdir,
Seninledir.
Sen, onu ararken
O, senin
arayışındadır.
Sen; ona bakarken
O, senin
bakışındadır.
Sana senden daha
yakındır,
Senden daha yakın'
Rüya sahibi onu buldu, onun beklemekte olduğu yeri buldu, onun kendisini
kollarına alacağı yatağı buldu. Prensin varlığını hissediyor ama onun yüzünü
göremiyordu; çünkü o, gerçekte görünmez bir sevgiliydi. Kalıpların ve
şekillerin dışındaydı. Sadece aşk dahi kendi başına kalıpların şekillerin
dışındadır.
Rüya sahibinin prense olan aşkı, onu menzile ulaştıracaktır. Prens, rüya
sahibi için "her şey" olacaktır ve aralarındaki aşk onları başka bir
kalıba sokacaktır. Rüyadan uyandığında o bunu biliyordu, menzile gittiğini
biliyordu. Fakat sonra büyük bir keder, özlem dolu bir ayrılık acısı onu
sardı. Aşk şarabından bir yudum alan bu aşkta sonsuza dek kaybolur. Artık dünya
acıyla döner. Kişi sadece bir yudum daha almak için her şeyi yapar ve hatta
ölür. Ebu Sa'id ibn Ebi'l-Hayr'ın sözleriyle "Aşk, Tanrı'nın tuzağıdır ve ayrılık acısı kişiyi, varlığının son
bulacağı noktaya kadar yavaş yavaş öldüren en son sadece Tanrı'yı bırakan bir
zehirdir."
Sh: 34-40
Kederimin ve
yalnızlığımın kaynağı gönlümün derinlikler indedir.
Bu, hiçbir tabibin çare bulamayacağı bir hastalıktır
Sadece gerçek dost ile bir olmak derdime deva olabilir.
Bu, hiçbir tabibin çare bulamayacağı bir hastalıktır
Sadece gerçek dost ile bir olmak derdime deva olabilir.
Rabia
Kâinattaki
her şeyin yapısında bir ikilik vardır; pozitif-negatif, erkek-kadın gibi...
Aşkın erkekler açısından dile getirilişi "seni seviyorum" dur.
Aşkın kadın ruhuna yansıması ise "seni bekliyorum, seni özlüyorum"
dur. Sûfilikte aşk, kadınlarda oluşan hissiyat gibi "özlemi ve bir kap
gibi doldurulmayı beklemek"tir. Bu bekleyiş kişiyi menzile, İlâhî
sevgilinin kollarına götürür.
Sh.50
Kimdir bu sabah kadar aydınlık, ay kadar ürkütücü, güneş kadar yakın ve
sancağı elinde bir ordu kadar heybetli bakan?
Solomon'un Şarkısı
Hüzünlü, kaşları çatık bir yüzün ardında saklanan gölgeler, ruhun diğer
kapılarını açan, iç dünyanın gizemli, efsanevî dünyasında bize yol gösteren izler
olarak kabul edilir. Bir kadın için İlâhî Aşk, kendi içindeki (animusta)
erkeksi yönde ortaya çıkar. Daha önce bahsettiğimiz gibi bu aşkın, kor alev
hâlinde yanan yollarında yürümek için ona güç kuvvet verecek olan enerji
budur. Bir erkeğin ruhunda da İlâhî Aşk maskeli ve efsanevî bir şekilde ortaya
çıkar. Erkeğin çekici ve büyüleyici kadınsı yönü, onu çok güzel ama çok
meşakkatli derinliklere, kendi ruhuna götürür.
Anima, bir venüs gibi bilinçaltı sularından doğar. Birçok farklı şekle
girebilir, hem bakire hem de baştan çıkarıcıdır. Birçok erkek için o;
erkeklerin en eski ve en güçlü tasavvurlarından biridir; her şarkı ve her şiir
onun hürmetine yazılmış gibidir. Erkek, onu ilk gördüğü andan itibaren
"her daim onu sevmiş, istemiş olduğunu" bilir. Ariadne gibi o kadın
figürünün elinde de bir mum vardır ve erkeklere kendi bilinçaltılarının
labirentli yollarında rehberlik edebilir. Kişiyi gizlenmiş varlığının özüne
geri götürebilir. O kadın, erkek ruhunun içsel gizemlerini simgeler. O kadınla
olan beraberlikten Hz. İsa gibi bir benlik doğar. Birçok sûfi şiirinde anima
Allah'ı çağrıştırır. Kadın güzelliğini İlâhî güzelliğin aynadaki yansıması
olarak tasvir eder:
"Sevgilim,
yeni bir ay gibi
Başını uzatıp
Kendisini gözümün
önüne serdiği
Ve sonra çekilip
gittiği zaman
Aşk ile çılgına
döndüm.”
Kadın, hem yapıcı,
hem yıkıcı bir varlıktır. Hayatı düzene sokan da odur, onu yok eden de o... Anima, onun karanlık yönündedir. O,
erkekleri ruh sularına geri çeker ve orada onları boğup bırakır. Kişisel
olmayan derinliklerde soğuk ve merhametsizdir. Sadece güç arar, bütün gizemli
çekiciliğini bilinci zehirlemek için kullanır. Keat bu kadını "Merhametsiz
Güzel" (La Belle Dame Sans Merci) olarak tanımlar. Eldeki cesur
kılıcın, o kadının güzelliği, uzun saçları ve vahşî gözleri karşısında nasıl
büyülendiğini anlatır. O kadın o adam için "aşk şarkıları" söyler;
onu "çiçek balları, çiğ kudret helvası ile besler ve garip bir dille ona
kesin olarak 'onu çok sevdiğini' anlatır." Fakat o adam bir kez baştan
çıktı mı, adamı terk eder . Ve o adam artık bütün rüyalarında o kadının
kendisini büyüledikten sonra nasıl perişan bir şekilde terk ettiğini görür:
"Soluk benizli
krallar, prensler gördüm.
Ve soluk benizli savaşçılar, hepsi ölü gibi
"Merhametsiz güzel" diye bağırıyorlardı
Hath'ın esiri o.
Alaca karanlıkta
onların açlıktan ölmüş dudaklarını gördüm,
Dehşetli ve korkunç
bir ihtar abidesi olarak Aralıktı o dudaklar.
Uyandım ve kendimi
soğuk bir tepenin yamacında buldum."
Aynı orijinal hikâye göz kamaştırıcı güzelliğiyle Marlene Dietrich'in
oynadığı Mavi Melek filminde de
anlatılır. Marlene bu filmde eyalete ait kasabaları gezen küçük bir tiyatro
turnesindeki aktristi (anima rolünde) oynuyordu. Tiyatronun gezdiği kasabalardan
birinin saygıdeğer bir okulunun değerli bir öğretmeni oyunu seyreder ve
Marlene'den etkilenir. Onunla olmak uğruna mesleğini bırakıp, tiyatro ekibine
katılır. Marlene ise onu sürekli aşağılamaktadır, adamın rolü palyaçoluktur.
Sonunda, tiyatro kendi merkezi yerine geri döner. Marlene adamı, kendi öğretmen
arkadaşlarının ve sevdiklerinin önünde palyaço rolünü oynaması için zorlar. Bu
çeşit bir boyun eğdirilişin tahammül edilmez kabulü karşısında adam bir
zamanlar ders verdiği sınıflardan birine gidip, kendisini asar. Keat'ın şiirinde
olduğu gibi burada da anima, kurbanını önce baştan çıkarıp sonrada onu yok
eden Marlene'nin sihriyle dokunmuştur. Kötü kader, cezbedici bir kadın silueti
kadar içsel bir figürdür ve erkeklerin çoğu onun soluk kesici hırsı tarafından
esir edilmişlerdir. Bu çoğu kez gerçekten var olan bir kadın değildir, sadece
erkeklerin kendilerini açlıktan öldürüp bırakan hayallerinden ibarettir. Bir
kadınla ilişki kurmakta çok zorlanan bir arkadaşım, bir keresinde "her
ateşi yakabilecek" güzellikte büyüleyici bir kadının tasvir edildiği bir
rüya gördü. O kadın aslında bilincin düşmanı, hislerinin kaynağıydı. Örümcek
ana gibi, kadının merhametsiz ve yok edici zalim yönünü simgeliyordu. Öyle ki
Keat'ın şiirinde de geçtiği gibi "yalnız ve mantıklı bir oyalanışla"
eline geçirdiğini parçalanmış ve izole edilmiş bir hâlde bırakıyor, terk
ediyordu.
Sh:91-94
Anima'nın gücü kişisel ve toplumsal bilincin tam ortasında oturduğu için öz
dünyadan gelir ve onun simgeledikleri Büyük Yaratıcı'nın kendisiyle bütünleşir.
En karanlık şekli Medusa'dır ki onun tek bir bakışı, taş etme gücüne sahiptir.
Büyülenmiş ve korkmuş erkekler karanlık animalarını, büyüleyici güzellikteki
bir kadına ve kötü kadere yansıtırlar. Bu yazıyı yazmadan hemen önce,
senkronik görünen bir araba üzerinde şöyle yazdığını gördüm: "İkinci
karımın arabası bir süpürge sopasıdır." Bu "şaka" aslında bir
adamın rüyalarını sık sık ziyaret eden kötü bir kadın hakkındaki derin
korkulara işaret ediyor. İşte hep bu korku yüzünden birçok masum kadın büyücü
cadılar addedilerek işkence ile öldürülmüştür. Çünkü kişinin kendi içindeki karanlıklarla
yüzleşememesi, bu karanlıkları yansıtması için bir baskı oluşturur.
Erkeklerin kötü kadın korkusu, ejderha anne korkusundan kaynaklanır. Bunlar
bilincin minicik bir ışığının bile sızmadığı bilinçaltının en derin korkularını
oluşturur. Bu aslî yerde (bilinçaltında) herhangi bir ahlâkî değer bulunmaz.
Aydınlık ve karanlık üzerine bir ayrım da yoktur. Bu "pençe ve dişlerde
kan izlerinin bulunduğu, ve kaplanın –tanrıçanın -farklılaştırılmamış
enerjisini sembolize eden" içgüdülerin vahşî ormanıdır. Bu kadına duyulan
korku bütünüyle gerçektir ve asla reddedilmemelidir. Jung, bir gün şöyle demişti:
"Kadın, çok ama çok güçlü, sihirli bir varlıktır. Bu yüzden kadınlardan
korkarım". Eğer içimizdeki kadınla, yaratıcı arasında bir ilişki kurabilirsek bu korkuyu
daha iyi anlamlandırabiliriz. Efsanelerde bakire, -anima sembolü-genellikle bir
ejderhanın elinde tutsaktır. Eskiden, kahramanın ejderhayı öldürmesi gerekirdi.
Erkeklerin, kendi içsel dürtülerinde -annenin gücüne duydukları korkudan kurtulmaları
gerekir. Sadece bu şartı yerine getirerek toplumsal kadın benliğinden sıyrılıp
kendi öz kişiliklerine ulaşabilirler. Anima eski bir figür olmasına karşın,
toplumsal bilinçaltına uzanan kökleriyle, o aynı zamanda bir kadınla olan
kişisel ilişkiyi de sembolize eder. Bir erkeğin anima figürü -kendi anne
modelinin ortak doğası içinde kendi kişiliğinin kolayca kaybolduğu, kendi
annesi ile olan ilişkilerinden farklı olarak-çok gizli ve özeldir.
Erkeklerin kadınlarla olan ilişkisi ilk olarak ejderhanın tutsak tuttuğu
"anne" örneği iledir. Bu örneğe hapsolmuş adam hep o anne figürünü
arar, o adam için bütün kadınlar o anne figürü ile vasıflanmışlardır. Bu
durumda bilinçaltı ile kişisel yaratıcının bir ilişkisi olmayabilir çünkü adam
hâlen tutsaktır. Kendi iç ve dış dünyasındaki kadın ile kişisel ilişkisini
anlaması için, saf kadınsı benliğinin özgür olması gerekir. Fakat birçok
ejderha öldürülmüştür ve artık annenin kişiyi ve dünyasını iyileştirecek gücüne
ihtiyaç vardır. Anima hâlen özgür bir duruşu, ejderha ise öldürülmeyi değil
kabul edilmeyi beklemektedir. Kadın korkusuna gözlerimizi çevirmeye ve bilinç
aynasında onun en karanlık yüzünü görmeye ihtiyacımız var. Sadece böyle
yaparak bu korkuyu yansıtmaktan vazgeçer ve ancak bu şekilde kadının güçlü
enerjisini reddetmektense onunla bütünleşiriz.
Anima genelde ilk olarak kadının en ideal formuyla ortaya çıkar. Namuslu ve
çok güzel bir bakiredir. Batı kültüründe kadınlığın aydınlık ve karanlık
yönleri ayrıdır. Kahraman fikri şereflendirilmiştir. "Cennetin Kraliçesi
Mary" yansıtılmış, karanlığa gömülmüş; onun yerine dünyaya daha meyilli
olan ikizi (ilk kez Judeo-Christian geleneğinde) Lilith [dişi iblis, dişi
şeytan ]olarak ortaya çıkmıştır. Bu kişi Âdem’in ona boyun eğmeyi kabul etmeyen
ilk karısı olarak tanıtılmıştır. Ejderhayı öldürmekle, belki bir bakireyi
kurtarabiliriz; fakat kadının içgüdüsel gücünü reddetmiş oluruz. Kadın, hem bir bakire ve hem de bir
ejderhadır. Artık bu iki özelliği birbirinden ayırmak gereksizdir. Bilinçaltının öz
gücü tehdit altında olmaktan kurtulmalıdır. Eğer bir ejderhanın yüzüne sevgi
ve bilinç gücü ile bakarsak, onun enerjisi ile bütünleşebiliriz. Bu bir erkek
için geçerli olan bir çalışma olduğu gibi bir kadın için de gereklidir. Tıpkı
erkeklerin içlerindeki kadınsı potansiyel ile birleşmeleri gerektiği gibi,
kadınlar da kendi öz güçlerini kabul etmeye muhtaçtırlar. Burada kendi
yaşamımızın kahramanını arayan göz ortaya çıkar. Geleceğin çocuğu ejderhanın
sırtına binip onu kullanmaya gereksinim duyacaktır.
Bilinçaltına indiğimiz zaman orada kadınlığın doğal enerjisi ile
karşılaşırız. Bu kadın anima idealleştirilmiş figürünün kapsayamadığı kadar
romantiktir. Bu idealleştirilmiş imajın sunumunu Hamlet'te; Prens Hamlet'in
Ophelia'ya beslediği o ilk aşkta çok açık bir şekilde görebiliriz. "Ruhumun taptığı güzellerin en
güzelidir kutsal Ophelia". Dünyaya meyilli hiçbir şey Hamlet'in
hayaline girmemiştir. Fakat tıpkı ay gibi, kadınların da hep bir karanlık yönü
vardır ve bu asla önemsenmeyecek bir şey değildir. "Sesi ister yakından gelsin, ister uzaktan; Hecate'nin varlığı hep
hüküm sürmektedir." Hamlet'in kaderi annesinin cinsel içgüdüleriyle
amcası Claudius'la zina etmesi sayesinde kadının karanlık yüzü ile yüzleşmesini
sağladı. Bu iğrenç olay, annesini hayvanca bir cinsî dürtü ile itham ediyordu:
"Reddedilmiş,
fakat yaşamak için
O kırışık yatakta
kan ter içinde
Ahlaksızca
pişirilmiş,
Domuz ahırının
pislikleri içindeki sevgililer ve sevişmeler!"
Hâl böyleyken, bu imajın çağrıştırdığı sadece hayvani pislikler değildir;
fakat bunun bu şekilde anlaşılmasının anne ile bağlantısı vardır. Eski
zamanlarda, sevgili -yeryüzünün kraliçesi-olarak kutsallaştırılmışken,
"domuz ahırının pislikleri" üretken dişi fahişeyi sembolize
etmekteydi. Hem sevgili ve hem de fahişe, kadın cinsel organı ile
ilişkilendirilmiştir. Bir Hindu evlilik geleneğinde kadının cinsel organına bal
sürülürdü. "En ilkel ve en eski genelev kurumlan fahişelerle doluydu ve
onlar Yunanda da Latinlerde de 'domuz' olarak adlandırılırlardı".
Cinsellik ve verimlilik anneye aittir. Burada, Shakespeare anneyi hem
şehvetli ve hem de ahlâksız içgüdülere sahip bir varlık olarak tanımlar.
Hamlet'in "ruhunun taptığı" Ophelia'sı ise bu derin ve karanlık
animayı içine almaz ve böylece Ophelia bilinçaltına geri dönerek orada önce
çılgınlığın içinde sonra ise "anlamsız bir akıntı içinde boğularak"
kaybolur. Daha sonra Hamlet, kadınlığın iki yönünü birleştirmeyi başarır ve
böylece onun üstün doğasının da farkına varır. Ophelia gömüldüğü zaman,
Gertrude Hamlet'in bilinçaltına inişinde deliliklerinden sonra hissettiği
ruhanî durumu şöyle açıklar:
"Biraz sonra,
kadının masumluğu kadar hasta,
Onun iki taraflı
altınları açığa çıktığında,
Hamlet'in sessizliği
tazeliğini yitirerek kalakalır."
Burada kadının "masumluğu" Yaratıcı'nın kadınsı ruhuna,
kadınlığın ulaşabileceği en yüksek zirveye delâlet etmektedir. Bu kadının
özünün değişimidir. Kadının çift yönlü yüzü "iki taraflı altın"
olarak ifade edilmiştir, maneviyattaki simya süreci, karmaşık zıtlıkların saf
altına çevirilmesidir.
Sh: 94-97
Anima'nın negatif yönü birçok farklı şekilde kendini görünür kılabilir.
Kadın her zaman dış dünyaya ait bir figüre yansıyarak ortaya çıkmaz. Anima,
bilinçaltı ve bilinçli akıl arasında arabuluculuk yapar ve o kadın sayesinde
erkek, bilinçaltının yaratıcı enerjilerine bir giriş kapısı bulur. Kadın, onun
düşünceye dalışıdır; fakat kadın negatif yönüyle erkeğe yaratıcı düşüncelerinin
meyvesini tatma izni vermez. Kadın, onun potansiyelini bilinçaltında tutacak ya
da-Gogh veya Wagner gibi büyük sanatçıların yaptığı gibi erkeği bilinçaltının
yaratıcı gücüyle altederek, erkeğin kendi kişisel benliğinin cinnet geçirmesini
sağlayarak onu kaybedecektir.
Jung, kadınların bu yüzünü, görünmez kurnazlıklarla dolu olarak yaşadı.
Bilinçaltının fantezileri üzerinde çalıştığı bir zamanda içinden bir ses bunun
bir "sanat" olduğunu söyledi ve Jung eğer bu sese inansaydı:
"O kolayca beni yanlış anlaşılmış bir sanatçı olduğuma inandırarak
baştan çıkarabilir ve benim sanatçı doğam bana gerçeği inkâr etme hakkını
verirdi."
"Anima"nın karanlık yüzü her daim bizleri gerçeklikten
uzaklaştırarak, büyüleyici fakat kasvetli bilinçaltı sularına götürmek için
cezbetmeye çalışır. Ona karşı savunma gücü bilinçtir, o bizi gündelik yaşamda
sıradanlaştırarak bir yerde oturup kalmaktan korur, aynı zamanda manevî
dünyamızda da kolaylaştırıcı bir köprü olur. Jung, "anima"nın
tehlikeli yönüne ve bilinçaltının içeriği ile bilinçli olarak çalışmanın
önemine vurgu yapar:
"Anima'nın, bilinçaltının ağzından yavaşça içe sızışı, bir erkeği
tamamen yıkabilir. Son analizde kesin faktör bilinçliliktir ki o, bilinçaltının
gösterilerini algılayıp ona karşı tavır alabilir."
Jung gibi bilinçaltı ile ilgili gerçeğe dayalı araştırma ve çalışmalar
yapan bir arkadaş, aniden ard arda gelerek onu fikirleriyle cezbeden ve
yazısının yönünü şaşırtmak için çalışan bu karanlık yüzlü kadını tecrübe etti.
Bir süre, bu fikirleri mi takip etmesi yoksa bir önceki izde mi devam etmesi
gerektiğini düşündü. Onun fikirlerinin çekiciliğinin farkındaydı ve
çalışmasının merkezî temasından böylesine cezbolup uzaklaşmanın tehlikesinin
de farkındaydı. Ve aynı zamanda da, bilinçli olarak bu yeni fikirlerin peşinden
gitmeyi seçti. Bu kararı bilinçli olarak vermek küçümsenmemelidir, bunun
anlamı araştırmacının bilinçaltı tarafından baştan çıkarılmadığıdır. Bu olayın
çok derin psikolojik etkileri olmuş olmalıydı ki, bir süre sonra araştırmacı
bir rüya gördü. Bu rüya peri masallarının efsaneleri gibiydi:
“Kötü bir adam ve onun karısına karşı verilen bir savaşta, kötü adamın
adamları tarafından kuşatıldım. İçinde olduğumuz yer garip bir yerdi, yengeç
kabukları yapıştırılarak oluşturulmuş çok yüksek bir kalenin üst
yarısındaydık. Yuvarlak, simetrik bir yapısı vardı ve tüm çevresi belli
aralıklarla bölünmüş girişe sahipti; fakat içine girilmez görünüyordu. Savaşın
lideri bendim fakat aynı zamanda lider olmaktan bir o kadar da uzaktım... Öyle
ki liderin farklı biri olduğunu görüyor ve onu gözlemleyebiliyordum.
Kötü adamın karısı pusudaydı, fizikî olarak mükemmel güzellikte, şuh,
ışıktan bir elbise giymiş kadın formunu aldı ve bu kılıkla kaleye girdi. Ben,
yani lider, onun giydiği o elbisenin altında yatan aslını görebiliyordum, onun
kim olduğunu bilinçli olarak biliyordum; fakat onun bu değişik kılığı ile oyun
oynamaya karar verdim. Onun kılığını gizlemesi gibi ben de onun kim olduğunu
bildiğimi gizledim ve kasten onu baştan çıkarıp ona âşık oldum.
Ertesi sabah kaledeki diğer insanlar biz yatakta birlikte yatarken
yanımıza geldiler. Kalenin kemerlerinden birinin geçtiği çok geniş bir
odadaydık. O, yataktan çıktı ve herkesin gözü önünde hızla değişmeye başladı.
Anbean, yaşlı, bunak, ölmek üzere olan bir kadına dönüştü. Ben, yani lider, ona
âşık olmanın öldürücü hastalığını hissederek yatakta kalakaldım. İşte bu onun
aslında yapmak istediği şeydi. Baştan çıkarıcı tuzakları işe yaramıştı. Fakat
yatakta ölürken, İlâhî bir kadın sesi bize net ve yüksek bir sesle şöyle dedi
(sanki binanın dışından içeriye doğru yankılanıyordu): 'Bir başkasına borçlu
olduğun için-neden borçlu olduğun önemli değil-bir kitabı yazarsan, bu senin
kitabın olmaz.'
Bu sesi daha önce de duymuştum, kim olduğunu biliyordum. Hayatımda bir kez,
o da 15 yıl önce yatağımda yatarken bana konuşmuştu ve söyledikleri hayatımı
değiştirmişti."
Bu rüya, rüya sahibinin egosu ve gölgesi arasındaki içsel çatışmaları,
"kötü adam" ve "anima" olarak sembolize eden bir savaşla
başlıyor. Sık sık olduğu üzere, gölge ve negatif animanın bir birleşme noktası
vardır, o da kötü adamın karısıdır. Rüya sahibinin gördüğü kale içine girilmez
gözüküyordu. Bu kale gölgeden gelecek tek bir atakla yenilgiye uğratılamazdı.
Direkt yüzleşmeler genellikle sebepler tarafından yenilgiye uğratılır fakat
animanın "yavaş yavaş içe sızışı" ve "öneri" gücü bunu başarır.
Jung'un da uyarıda bulunduğu gibi aslında bu daha da tehlikelidir. Bu kadının
cesareti, erkeğin bilincini temelden çürütebilir, yaptığı her şeyin değerini
düşürebilir, ilgisini yanlış yönlere çekebilir. Öyle ki, kişi genelde ne
yapmakta olduğunun dahi farkında değildir.
Bununla beraber, rüyanın başlangıcında, rüyayı gören kişinin egosu hem
savaşın "lideri" olan ve hem de "liderden tamamen uzak
olan" bir niteliğe sahipti. Liderin başka biri olduğunu görüp onu
izleyebiliyordu. Daha önceki sayfalarda bilinçaltının yok edici gücünü
dengeleyen detaylar ve gözlemleme davranışının önemi üzerinde durmuştuk. Bu
davranış, kadının baştan çıkarıcı kuşatmasında kaybolmadan kişinin animanın
karanlık yüzünü deneyimlemesini imkansız kılmaktadır.
Anima, kılık değiştirmek gibidir ve bu rüyada birçok peri masalında olduğu
gibi, büyücüye benzeyen kötü kadın, kahramanı baştan çıkarmak için çok güzel,
şuh bir kadın maskesine bürünüyor. Fakat rüya sahibinin bilinçli düşünüşü, ona
kadının maskesinin altındaki gerçek yüzünü görebilme kabiliyetini veriyor. Öte
yandan da kadınla oynamak için kendi kendisine izin veriyor. Gerçek hayatta,
bilinçaltından gelen fikirlerin tehlikeli cazibesinin farkındaydı; fakat onlar
üzerinde çalışmaya karar vermişti. Riskli bir rol oynayarak, "kasten
kadının cazibesine kapılıp" kötü adamın karısına âşık olmuştu.
Aşk, bütünleşmeyi sembolize eder, rüya sahibi animanın karanlık
arzularının hilekâr doğasını kabul ederek, bilinçli bir şekilde bunu
deneyimleyebildi. Böylece kadının negatif enerjisi ile bütünleşti. Ne zaman ki
âşıklar ertesi sabah uyandılar, bir bütünleşmeyi sezen kaledeki diğer insanlar
da onların yanma geldi. Âşıklar aynı yatak odasındaydılar. Kalenin iç yapısına
uygun olarak geniş bir odadaydılar ve odanın ortasında bir kemer vardı. Rüya
sahibinin ruhu, bu şekilde ayrılık deneyimi yaşamadan tek bir manevî bütünlüğü
simgelemiş olmaktadır. Bu kemerin aynı zamanda uğurlu bir sembolik anlamı da
vardır. Çünkü bir kemerin altından geçmek üyeliğe kabul törenini "yeniden
doğuşu", "eski hayatı gerilerde bırakmayı" simgeler.
Animanın karanlık yüzü ile bir bütünlük sağlamak, çok derin bir kabuldür.
Fakat öncelikle rüya sahibi; bozulmayı, ölmeyi ve bilinçaltının eski
alışkanlıklarını bırakmasını içeren bir çürüme evresi geçirmek zorundadır.
Rüyada, çok güzel, baştan çıkarıcı bir kadın, yaşlı bir nine hâline geliyordu.
Bu da birçok peri masalında görünen bir şeydir. Negatif anima cezbedici gücünü
kaybedince, gerçek yüzü olan büyücü kadın kılığına geri döner. Bu kadın
yalnızca yaşlı değildir aynı zamanda ölmektedir de... Rüya sahibi de onunla aşk
yaşadığı için kendisine bulaşmış hastalıktan dolayı ölmektedir. Bu, aslında
tam da kadının istediği şeydir, bilincinin sonsuza dek hükmünü yitireceği
bilinçaltında onu cezbetmek ve yok etmek... Fakat rüya sahibinin bilinçli kararından
dolayı, bu ölüm onun bilinçaltının karanlıklarında kaybolmasına izin
vermeyecektir. Dahası bilincinin dönüşümüne sebep olacaktır. Gerçekte yeni bir
ilişkinin ortaya çıkabilmesi için, rüya sahibinin kadına karşı olan eski
davranışlarının ve kadının yaratıcı potansiyeli ile olan ilişkisinin ölmesi
gerekir. Artık negatif anima, kadınların
İlâhî yüzü olan Sofya'ya dönüştürülmüştür. Rüya sahibinin duyduğu ses işte
bu bilge kadının sesidir. Negatif yönlerinden, negatif yüzünden temizlenmiş ve
kadınlığın en yüksek mertebesine ulaşmış bir kadının sesi artık rüya
sahibinin bütün ruhundan geçerek duyulabilmektedir.
Rüya sahibi Sofya'nın sesini bir kez de on beş yıl önce duymuştu ve bu
onun hayatını değiştirmişti. O bunu asla unutmadı; fakat bu kez animanın
karanlık yüzü ile bütünleşerek Sofya ile direkt bir iletişime geçmeye muktedir
olmuştur. Sofya ona bütün çalışmalarında rehberlik etmiştir. Fakat ilk olarak
ona ana prensipten bahsedecektir. "Bir başkasına borçlu olduğun için-neden
borçlu olduğun önemli değilbir kitabı yazarsan, bu senin kitabın olmaz."
Bu çok sıradan bir söz gibi gözükebilir (sana sahip benlik gerçek benliğin
olur); fakat derin bir psikolojik manası vardır. Animanın yaratıcı potansiyeli
üzerine çalışırken, onun içinden çıkacak olan enerjiye kanal açarız. Eğer kişi
kendi iç benliğine karşı dürüst değilse bu enerji sapık bir hâl alabilir.
Bilinçaltından gelen bu enerji yanlış anlaşılır, bozulur ve çok tahrip edici
bir güce dönüşebilir.
Bilinçaltının enerjisi ile çalışırken tek motivasyonumuz, en derinlere,
yaratıcılık amacımıza ulaşmaktır. Bu amaç her zaman bizim manevî (gerçek)
benliğimiz ile uyum içindedir. Eğer kişi kendi manevî rehberini izlemekte
serbest değilse ve eğer bu enerjiyi çok farklı bir amaca hizmet için kullanırsa
(eğer kitap bir şekilde bir borç ödemek için başkasına yazılıyorsa) bu enerji
yanlış bir yöne kayacak, kirlenecektir. Bu her türlü dış sebebe ya da dışa ait
bir fikre sadakati gösterir; çünkü bir sebebi doğrulamak insanın içinde süre
giden bilinçli yapıyı hapsedebilir. En tehlikeli durum ise, bu enerjinin egonun
güç arzusu için, kişisel kazanç ve prestij için kullanılmasıdır. Bu enerjilerin
en önde geleni paradır. Dinamik; fakat esas olarak etik dışıdır. Bu enerji ayrımcılık
ilkesi taşımaz ve güç hayranı, güce acıkmış gölgeleri besler. Öyle ki bu
gölgeler zamanla egoyu bile hakimiyetine alacak kadar güçlenirler.
Bilinçaltının tüm potansiyeli yaratıcılığa kullanılmadan önce, gölgelerle
yüzleştirilmiş ve animanın karanlık maskesi çıkarılmış olmalıdır. Bu inanılmaz
kuvvetteki gücü koymak için tertemiz bir kaba ihtiyaç vardır. Çünkü
bilinçaltının çok derinlerine inilmiş ve daha fazla kanal açılmıştır. Bu
yüzden de daha yüksek bir ahlâk standardına gereksinim duyulur. Ahlâk standardının
manası "daha iyi biri olmak" değil bilincimizin, içinde bulunan aslî
enerjiler tarafından bozulmaması ya da yanlış yola sapmaması için temizliğe ve
saflığa ihtiyaç duymasıdır.
Sh: 97-103
Ruh, yaradılış dansının içinde gizlenmiş kadınla bir gizem taşır. Kadın,
her ne kadar bir erkek için baştan çıkarıcı olsa da kadın aynı zamanda bir
rehberdir. Dante'nin Beatris'i gibi kadın, kişiyi ruhunun gizli mahzenlerine
de götürebilir. Kadının karanlık yönlerini bir kez kabul ettikten sonra o artık
kişiyi yoldan çıkaramaz ve yok edemez. Sadece kişiyi, iç benliğinin güzelliklerine
götürür ve bunu yapan onun peçesiz yüzünden başkası değildir. Şimdi anlatacağımız
rüyadaki kadın da işte böyle bir kadındır:
"Bir
şatodaydım. Harikulade güzellikte bir kadın beni şatonun halka açık olmayan
bir bölümüne götürüyordu. Başka kimsenin görmesine izin verilmemiş gizli bir
yere geldik. İçeri girdim. Şimdiye kadar gördüğüm odaların içerisinde en
güzeliydi. Şandelleri vardı. Dikdörtgen bir odaydı ve içinde büyük bir havuz
vardı. Havuzun ortasında ise çok güzel su zambakları açmıştı. Çiçeklerle
mandala şeklinde bir arajman yapılmıştı.
Havuzda şimdiye dek gördüğüm en güzel balıklar yüzüyordu. Henüz
yemlenmişlerdi; ben de onları biraz besledim. Balıklar mercan rengiydi ve
Japon balıkları gibi şişmanlardı. Aralarında bir tane de kurbağa vardı.
Sonra birden havuzun aslında zürafalarla dolu olduğunu fark ettim. Bir tane
büyük zürafa, bir sürü de yavru zürafa vardı. Sanki normalde yaşadıkları yer
oraymış gibi suyun altında nefes alabiliyorlar ve orada rahatça
yaşayabiliyorlardı. Tekrar o kadına eşlik ettim ve şatoyu gezerken benimle hep
o ilgilendi."
Benlik şatosunun içinde rüya sahibinin güzeller güzeli anima figürü onu
halka açık olmayan ve daha önce kimseye gösterilmemiş gizli bir yere
götürüyor. Ego dünyasında yaşarken ve günlük yaşamın koşuşturmasıyla
ilgilenirken çok nadiren kendi varlığımızın en özündeki yerlere girebilme imkanı
buluruz. Zaman zaman bir rüya bize gerçek benliğimize mucizevî bir şekilde göz
atabileceğimiz bir pencere açıverir. Sosyal hayatımız içerisinde sadece
başkalarına karşı değil, kendimize karşı da güzelliklerimiz geçerlidir. Sadece
biraz geri çekilip -meditasyon sessizliğine ya da uykudaki huzurun
derinliklerine indiğimizde-peçeler kalkar. Sırlara vakıf olabilir ve çok uzun
zamandır kollarımıza almamız için beklemekte olan gelinimizin mis kokusunu
duyabiliriz:
"Etrafı çevrili, baharın susturulduğu, çeşmesi mühürlü bir bahçe...
Hoş meyveleri olan bir meyve bahçesi; nar çiçekleri, Hint sümbülleri...
Uyanış... bir kuzey rüzgârı; ve senin gelişin güneyden.
Benim bahçemde çiçek açtın, bu çiçeğin balı damlayabilir.
Sevgilim, bahçene girmeme ve o güzel meyvelerden yememe izin ver."
Kadın, bizleri zengin ruhunun meyve ve çiçekleriyle donatılmış bahçesine
götürür. Bu "gizli bahçe"yi bulmak için duyulan özlem, cinsî
çekicilikten çok daha derindir. Bu bahçe akla değil kalbe ait olan bir
bilgelikle dopdoludur ve bu yer âşıkların gerçek buluşma yeridir. Cinsel hazzın
o kısacık anlarında bu bahçenin meyvelerinden tadarız. Cinsî çekicilik kalpten
yayılan ve birleşmenin hatırına bizlere verilen bir haz deneyimidir. Irina
Tweedi'ye göre burada "işlevsel olan beden değil ruhtur" Eğer bir
çift, hem ruhen ve hem de bedenen aşkı yaşıyorlarsa ve haz anında her şeyi
"Gerçek Sevgili" ye veriyorlarsa, işte onlar gizemin coşturan evine,
bu güzel kokulu bahçeye girmeye hak kazanırlar. Gizemli anlar çok erotik de
olabilir (Cinsel organlarda değil daha çok boğazda hissedilen, boğazdan gelen
bir enerji). Bu haz anlarında gizem hep alıcı olan kişinindir. Seven sevgilisinin
ruhu ile bütünleşir. Erkek ya da kadın bu deneyimde kadınlaşır ve onun
coşkunluğunda her iki taraf da köleleşir ve özgürleşir, mest olur ve
temizlenir:
"Beni sana al,
beni sende hapset.
Benim için, özgürlük
beni kendimden geçirmen,
Temizlik ise beni
mest etmendir"
Ruhun gizemleri dişidir. Rüya sahibinin gördüğü şatoda gizlenmiş olan o
güzel odadaki her şey dişiydi. Odada, ortasında harika su zambakları olan
büyük bir havuz vardı. İfade etmiş olduğum gibi zambak, nilüfer çiçeği ile aynı
özellikleri gösterir ve bakire Tanrıça için kutsallaştırılmıştır. Çamurda
büyüyüp, yükselip, ancak su yüzüne geldiğinde çiçek açar. Bu yüzden zambak,
bilinçaltının çamurlu derinliklerinde başlayan ve sonra bilince ulaştığında
orada çiçek açan içsel değişim sürecini simgelemektedir. Böylece ego, çok
önemli olan bu içsel değişimlerin farkında olmaz ve kişi genelde bir şeyler
olduğunu hissetmez bile... Bütün varlığımızı baştan aşağı değiştiren simya
süreci derinlerde, kendi içimizde, ruhumuzun yapısını değiştirerek sessizce
büyür. Değişim bu şekilde köklenmiş değildir ve nadiren uzun sürelidir; ancak
yüzeyin dalgalı olmasını sever. Gerçek bir içsel çalışma sabır ve azim ister.
Sadece bu azmi ve sabrı gösterebilenler dosdoğru bir söz vermiş olurlar ve
sadece onlar açık sonuçlar deneyimlemeksizin bu zor, bu tatlı yolda yürümeye
devam edebileceklerdir.
Fakat sonunda çiçek açılır, su zambakları mandala şeklini almışlardır.
Benliğin güzelliği, önce rüya sahibinin gözlerini açar. Bu her zaman saygıyla
karışık bir korku hissi verir; çünkü o kutsal doğamızı bilince taşımaktadır ve
gerçek evimiz akla gelir:
"Ne kadar güzel bir nilüfer çiçeğiydi!
Bu çiçek kainatın dönencesinin kalpteki ifadesiydi!
Sadece birkaç saf ruh bunun gerçek zevkini tatmıştır.
Müzik onun her yerindedir ve onda
Sonsuz Denizi'n coşkusuna katılan bir kalp vardır."
Havuz balıklarla doluydu. Bu, simya sürecinde birleşip değişen
bilinçaltını sembolize etmekteydi. Fakat bu balıklar "şimdiye kadar
gördüğü en güzel balıklar"dı. Burada rüya sahibi bilinçaltına gizlenmiş
olan benliğinin güzelliğini tekrar görüyor. O balıklar " çok güzel bir
mercan rengiydiler". Mercan, Büyük Tanrıça’nın ağacıdır ve içsel dönüşümün
derinlerde gerçekleşmesi sebebiyle o Büyük Tanrıça’nın hakimiyeti altındadır.
Söylediğim gibi, Büyük Tanrıça, kişinin bilinçliliğinin gelişmesine karşı
koyar. Fakat kalp kraldır ve benlik de liderdir; "Her türlü gücün
merkezidir; öyle ki Tanrıça dahi Benlik'in emirlerine uyar." Eğer arayışçı
-istek ve meditasyonlakalpte yaşayan bu esas üzerine yoğunlaşırsa, Tanrıça’nın
enerjileri ona yardım edecek ve ruhun gelişimini engellemeyeceklerdir. Nilüfer
aynı zamanda aşkın rengi olan pembeyi de çağrıştırır. Bu imalar aşk yolunun
içsel sırlarındandır, kalpteki meditasyon aşk enerjisiyle arayışçının tüm
ruhuna aşılanır. Ruh ve onun tüm içeriği aşkın enerjisi ile dönüşerek kendi
içindekilerden vazgeçer.
Balıkların haricinde havuzda bir de kurbağa vardı. Kurbağa aya ait bir
temdit ve dönüşüm sembolüdür, içsel değişim için dişiliğe vurgu yapar. Fakat
sonra rüya sahibi havuzun "zürafalarla dolu olduğunu" fark eder.
Uzun kirpikleri ve soylu görünümleriyle zürafalar en zarif ve kadınsı
yaratıklardan biridir. Bu zürafalar su altında yaşamaktan memnundular; çünkü
bu onların yaşam alanıdır. Bilinçaltı kadına ait güzelliğin ve zarafetin
mekânıdır. Bu nitelikleriyle, konuşmaktan çok huzura ait derin bir bilgeliğe
sahiptir. Zarif bir kadın yürüyüşü, doğasıyla uyumlu bir harekettir. Sûfi için
bu kadının kaşının kavisi İlâhî güzelliğin inceliğini sembolize eder.
Duyularımızla algıladığımız ve unuttuğumuz şeylerdense, kelimelerle
ilişkilendirilmiş bilgilere değer vermeye şartlandırıldık. Bir dokunuş, nasıl
saklı hisleri uyandırıyorsa ve bir okşayış nasıl anlayış hissini iletiyorsa
zürafa imajı da kadınlığın uzun zaman göz yumulmuş içgüdüsel niteliklere sahip
dünyasını simgeler. İşte şimdi, mantıksal varoluşumuzun soğukluğuna sıcaklık
getirmek için ona ihtiyacımız var.
Sh: 108-113
Kadının büyüleyici yönü, yaratıcılığın bilgeliğini taşır. Yaratıcılığın
bütünü Tanrı’nın kadın bedeninde görünebilir. Anima bir kadına yansıtıldığında
onda tamamlanma bulur ve ona karşı korkuyla karışık bir saygı duyar. İç
dünyanın ve dış dünyanın güzellikleri onda bir araya getirilmiştir. Tanrıçaya
soyut olarak tapınılmaz; çünkü onun esas özelliklerinden biri de fiziksel görünümüdür.
Kötü niyetli olanların ise farklı özellikleri vardır. Öte yandan erkeksi ruh
daha soyut bir doğaya sahiptir. Bir kadın bir erkeği akıllı olduğu için, ruhu
için sevebilir ve onun fiziğinin güzel olmasına gereksinim duymayabilir. Fakat
bir erkek sevdiği kadının bedenini güzel görmeye ihtiyaç duyar. O bir Afrodit
bulma arayışındadır. Bundan dolayı birçok kadın dergisi vardır ve onlar
maalesef Afrodit'in bedeninin güzelliğini pornografi seviyesine düşürerek
erkeklerin bu isteğini ifade ederler. Oysa kadın kendi olarak asla iffetsiz
olmaz, tıpkı toprak gibi:
"Kadın altın
gibidir, toprak gibidir, o asla iffetsiz değildir. Altın, tuvalete düşse bile
alıp temizlendiğinde gene altındır, değeri düşmez. Toprak ise her şeyi
arındırır, mevsimleri dönüştürür. Toprak her zaman temizdir ve kadın da her
aybaşından sonra temizdir."
Kadın bedeni ve cinselliği yeryüzünün kutsal cevherlerinden bir parçadır.
Şimdi anlatılacak olan rüyadaki anima figürü kadının tüm bu yönlerini içeriyor. Bir erkeğin ruhunda bir kadının kıymetli
bir altın gibi değer taşıdığını naklediyor:
"Yarı çıplak
olduğum hâlde, eski kız arkadaşım Aurelia ile karşılaştım. Aniden onun da yarı
çıplak olduğunu fark ettim. Kenarları açık bir tunik giymişti. Onun olağanüstü
güzellikteki vücudunu görebiliyordum. Kasları güçlüydü, bana Diana'yı
hatırlatıyordu.
Şakalaşarak
birbirimizi yakalamaya çalışıyorduk ve bir dakika içinde yolun dışına çıktık.
Kahverengi toprağı olan taze sapanlar dikili bir alanda koştuk. Alan bir küçük
tepeye doğru kıvrılıyordu. Aurelia benden hemen hemen on metre uzaktaydı, açık
alanda sırtüstü yere uzanmıştı.
Uçarcasına ona doğru
atıldım, yavaşça karnı üzerine uzanarak, cinsel organına dokundum. Aniden
karnı ile bacakları arasındaki bölgenin ufalanmış toprakla örtülü olduğunu fark
ettim. Ellerimi, bu toprağın içine uzattım ve o toprağın ne kadar değerli
olduğunu hissettim. Sonra kutsal bir seramonideymişim gibi Aurelia beni kendine
çekti ve bedenini bana teslim etti."
Rüya sahibinin anima figürü Aurelia ismi ile şekil bulmuş ki bu isim
(Latince'de altın demek olan) aurumdan türetilmiştir.
Onun "olağanüstü güzel vücudunu" görünce rüya sahibi onu Diana
ile ilişkilendirmişti. Diana; Artemis'in Romalı eşdeğeridir, temizliğin ve
ilkel kadınlığın göstergesidir, ormanlık bölgede avlanan bir tanrıçadır.
Aurelia, kapalı kapılar ardında ya da yatakta değildi. Bu da Diana'ya işaret
eden bir imadır. "Zengin kahverengi bir toprak"tan bahsedilmektedir.
Aurelia’nın güzelliği ve toprak birbiriyle alakalıdır ve Aurelia sayesinde
rüyayı gören kişi toprağın ne kadar değerli olduğunu fark etmektedir.
Aurelia’nın altını, onun temiz, kadınsı benliğinin altınıdır. Rüyanın sonunda
Aurelia "bedenini rüya sahibine teslim etmekteydi" Böylece rüya
sahibi kadınlığın kutsal gizemine kabul edilmiştir. Rüyanın tasvirinde eski
zamanın tutku, aşk ve ölüm tanrıçası Inanna’nın şarkısı yankılanmaktadır:
"Benim vulvam,
boynuzum,
Cennetin gemisidir.
Yeni ay gibi arzuyla
dopdoludur.
Altında sonsuz bir
arazi uzanır.
Ben olduğum için,
Vulvama kim gelecek?
Benim en yüksek
mertebeme erip,
Islak toprağıma ayak
basacak?
Dumuzi cevap verir:
Ey mükemmel kadın,
kral vulvana gelecek,
Ben, Kral Dumuzi
senin vulvana geleceğim.
Inanna yanıt verir:
Öyleyse, ey kalbimin
erkeği haydi vulvama gel!
Ona gel!"
Toprak ve cinsellik, eski kadınların doğum ayinlerinden bir parçadır. Rüya
sahibi, bu törene kabul edilmiş ve sonrasında o kadınla olan ilişkisi dönüşüm
geçirmiştir. O, kadının doğal enerjisinin hem güzelliğini hem de kutsallığını
yaşadı. Eski zamanlarda kutsal fahişeler, tanrıçanın tapınağında bu kabul ediş
işlevini yerine getirirlerdi. Bu zamanlar geçmişte kaldı ve o tapmaklar yok
edildi ya da çer çöp yığınına dönüştü, yıkıldı. Fakat animanın rehberliğinde
aynı kutsal süreç bir erkeğin ruhunda tekrar yaşanmaktadır. Aslında anima daha
direkt içsel tecrübeler, tanrıça ile daha yakın bir bağlantı sunar. Rahibe
tanrıçanın çanağı olduğu hâlde anima kendi başına orijinal bir figürdür. O,
kendi hayalinde erkek elbisesi giymiş bir tanrıçadır.
Bir erkeği kendi içindeki kadın ruhunun gizemine kabul eden anima, bunu
fani bir kadın güzelliği ve büyüleyiciliği üzerinde somutlaştırır. Aslında
anima figürünü üzerinde taşıyan kadın fiziksel olarak güzel olmak zorunda
değildir. Anima figürünün en güzellerinden olan Kleopatra’nın fiziksel olarak
çekici olması umulur bir şey değildi. Fakat erkeklerde, kadın bedeninin
güzelliğini tecrübe etme, Afrodit'in vücudunu görme ve ona dokunma isteği
vardır. Güzellik seyircinin gözündedir ve planlanma büyüsü ile her kadın
yücelmiş görülebilir. Bu erkeksi ihtiyacın en eski hâlinde bir yanlış anlaşılma
vardır ve son yıllarda bir çok kadın bu yanlış anlamadan yola çıkarak, sadece
bedenleri ile değerlendirildiklerini hissederek buna isyan ettiler. Daha önce
bir kadının rüyasından bahsetmiştim. Bu rüyada kadın kralın metresiydi ve o
erkek için kendisini sadece bir "nesne" olarak hissediyordu.
Ataerkil kültürümüz kadınlığın içsel tapınaklarını yok etti ve onun dış formunu
bir nesne gibi yansıtma arayışına girdi. Şimdi ise kadına eski mevkiini
vermenin, ona her hâliyle itibar etmenin zamanı geldi. Dünyevi güzelliğin en
yüksek formu olarak bir kadın bir erkeğe onun hiçbir zaman sahip olamayacağı
şeyi; kalbi ile iletişim kurabilmesini sağlar:
"Kadın arayışın ötesindedir ve bu çok
net görünebilir. Şekilsizlik tüm şekillerin ortasında bulunur. Ben şekillerin
güzelliklerine şarkılar söylüyorum."
Genelde, anima bir kadın üzerine yönlendirildiğinde kadın kendisini bir
obje gibi kişi gibi değil suret olarak hisseder. Kadın, kendi olarak
görünmediğini hissettiğinde bu yönlendirilişi kırmak ya da bundan kaçmak
isteyebilir.
Bu, erkeklerin bu
ilâhî suretle ne yapacağını bilememesinden ya da bunu kendi kişilikleriyle
karıştırmalarından olabilir mi?
Eğer bir kadın
kendisini kutsal kadınlığın bir bireyi olarak görebilseydi, bu yönlendiriş onun
kendi içinde bir itibar görür müydü?
Böylece
kişisellikten öte kendine has bir dünyanın ötesini görebilme imkânı verilen
kadının bu yansıtmanın bir hapis değil, kutsal emanetlerin saklandığı bir
mekân gibi görmesi mümkün olur muydu?
Kadın sevgilisinin
bu yansıtmasını kadınlığının iç kutsallığı ile ilişkilendirip, yine bu
kutsallığının sevgilisinin ilgisinin kaynağı olduğunu hissedebilir miydi?
Sh:119-123
Kültürümüzün
maneviyatı reddetmesi sebebiyle, bu enerji açığa çıktığında onunla ne
yapacağımızı bilemeyiz. Çoğu insan için aşk, en güçlü ve en direkt
deneyimdir. Dini okullar insanlara çok önceden parçalanmış olan öz dünyaları
ile nasıl kaynaşacaklarını öğretir, maneviyatı, günlük hayatımızın bir parçası
hâline getirmeyi, kendi metafizik kuvvetlerimiz ile nasıl yaşayacağımızı
öğrenmeliyiz.
Yansıtma, aşk ilişkileri ve evliliklerdeki yanlış anlaşılmalar konusunda
bir çok açıdan sorumludur. Kendi yansıtmalarımız ile âşık olur ve o kişiyle
evleniriz. Bir süre sonra aslında hiç de hoşlanmadığımız ve tanımadığımız
biriyle yaşıyor olduğumuzu fark ederiz. Özellikle de harekete geçen bu
psikolojik drama anlaşılamıyorsa iç dünyamızın karışır ve acı çekmemize sebep
olabilir. Birçok doğu ülkesinde aşk evliliği yapılmadığından animus/anima [kötü
niyet/ hayat kaynağı, ruh can. ] yansıtması çok güçlü değildir. Dahası,
romantik aşk her ne kadar tarih boyunca var olmuş olsa da, farklı kültürlerin
edebiyatlarında bulunsa da, romantik aşk sadece batı kültüründe dominanttır.
Romantik aşk fikri, batı kültüründe . yüzyılın sonunda Toroubadours
şiirlerinde nâzende aşkın alışkanlığı olarak ortaya çıkmıştır. O zamandan beri,
toplum ruhu tarafından artan bir ilgiyle sahip çıkılmıştır. Bugün sinema ve
televizyon ekranlarını kültürümüzün bir parçası olarak doldurmaktadır. Romantik
aşka inanıyoruz, onun neşesi bize mutluluk veriyor ve onun trajedisine ansızın
yakalanıveriyoruz.
Pekâlâ cevap bu yansıtmadan vazgeçmek için kendimizi eğitmek ve âşık
olduğumuz kişiyle asla evlenmememiz midir? Bu armağandan kaçmayı mı denemeliyiz
yoksa yarattığı karışıklığı (içimizde oluşturduğumuz ideal kişiliği sıradan
bir insana yansıtışımızı) çözen gizli bir anahtar var mıdır? Bir keresinde bu
soruyu çok yaşlı bir ermişe sormuştum, iki kelime ile cevap vermişti:
"Koşulsuz sevgi". Evet, koşulsuz sevmek her şeyi içine alıyor.
Koşulsuz sevgi rağbet görmeyen ama makbul olandır. St. Paul tarafından
tanımlanan aşk da bu özelliktedir:
"Aşk uzun süreli bir acı verir ve o
çeşit çeşittir.
Aşk haset etmez, aşk kendisiyle övünmez
ve sönmez.
Kendi yolunu aramaz, kolayca tahrik
olmaz, sevdiği için kötülük düşünmez...
Her şeye dayanır, her şeye inanır, her
şeyden umuda kapılır, her şeye katlanır."
Koşulsuz bir sevgi zıtlıkları barındırır, insanı ve İlâhî olanı, kişiyi ve
yansıtmalarını... Kafa karıştırıcı ve acı verici ayrılıklar, zıtlıklar arasında
gidip gelen bu hâl, âşık için hiç de huzur verici bir durum değildir. Koşulsuz
sevgi, ikiliği aştığı için egoya ait değildir. Seven kişi kendini değil,
sevdiğini düşünür, korur ve aşkla kendinden geçmiş bir deli olur. Bununla
beraber âşık, canı yansa da ateşe geri döner, sevdiği kişiden uzakta durmaya
dayanamaz.
Bu acı verici süreç boyunca kalbin simya çanağında, seven kişinin
yansıtmaları egosu ile beraber yakılır. Animus/anima reddedilmemiş aksine
ateşle dönüştürülmüş olarak kalpteki yerine geri döner. Sonra âşık olan kişi
sevdiğinin gözünde kendi yansıtmalarını değil, onun ruhunun güzelliğini görür.
Sevilen gerçek hâliyle, hem İlâhî boyutta hem de İnsanî boyutta görülebilir. Fakat
bu defa da seven kişinin içsel ilgisi içine kapanır ve "başka bir
yüz" arayışına girer. Bu süreç yansıtmalarla başlar, kalpte devam eder ve
kendi aşk serüvenimizin gerçek doğasını bir anlık göz kaçışlarıyla görmeye
başlarız. Başka bir insana duyduğumuz aşk, sadece İlâhî aşkın, gerçek aşkın
bir yansımasıdır.
Anima ya da animus bilinçaltımızın derinlerinden ortaya çıkar ve bizi
aşkın kendine ait kurallarına götürür. Bir erkek için kendi bilinmeyen ruhu bir
insan formuna girer, bir kadın bedeninde toplanabilir ve bu sayede erkek kendi
içindeki kadınsı benliğe aşina olmaya başlar. Bir kadın için de, Tanr’nın
erkeksi ruhu kendisine dokunur ve bir erkek formunda kendisini kollarına alır.
Bu simya sayesinde, insanoğlunun nihaî paradoksu ile -hem İlâhî oluşumuz hem de
insan oluşumuzla-yüzleşiriz. Bu bizlerin en güzel şanıdır ve en büyük
ızdırabıdır. Âşık olmakla, kendi ilâhîliğimizin kıyılarına dokunmaya muktedir
oluruz ve bir öpücüğün dahi sonsuza dek devam ettiği o zamansız dünyaya
gireriz. Fakat bu şarabı her tattığımızda ayrılığın acısını da tadarız. Hem
kendimizin hem de sevdiğimizin insan olması sebebiyle kalp ağrısını yaşarız.
Birleşmek, kavuşmak için yanar tutuşuruz. Aşkın birliğine ulaşıp, bu
gizemlerin biriyle diğerini harekete geçiririz -çünkü O; duyguları ve arzuları
çoğunlukla bizden farklı bir insanoğludur-, ikilik bakidir ve insanlık
mertebesinde "aşkın coşkusu her zaman şiddetli ızdırap getirecektir."
En güzel aşk şiirlerinden Romeo ve Juliet, Tristam ve Ideult,
Leyla ile Mecnun hepsi aynı hikayeyi; aşkın bu dünyada nasıl bir
ayrılık trajedisi olduğunu anlatır. Sadece ölüm
âşıkları sonsuza dek birleştirebilir. Ölüm bizi zıtlıklar dünyasının, egonun
ötesine geçirir, bundan sonra ayrılık yoktur. Fakat sûfi;
"Ölmeden önce ölmeyi" ister çünkü o; kendisinden ayrı olmayan aksine
"Kendisine şah damarından daha yakın olan" bir "Ait olunan"
olduğunu bilir. Eğer egosundan kurtulabilirse, ikilik zincirinden de kurtulmuş
olur.
Aşkın yolu, kişiyi egosunun ötesine götürebilir. Bu geride hiçbir şey
kalmayana dek devam eden, acı verici bir süreçtir. Bu fena olma hâlidir,
yok olmaktır. Bu hâl, egonun hükmünü, kişinin benlik duygusunu tamamen
kaldırır, böylece gerçek ve evrensel benliğin inşası tamamlanır. Bu sûfi
deyimiyle: Her şeyden geçerek ebedîleşmek, fenada bekâ bulmaktır, (el-bekâ
ba'del fena). Bu büyüleyici yolculuk genellikle muamma bir beşerî aşkla başlar.
Bir keresinden bir adam sûfi şeyhlerinden Cami'ye geldi ve Şeyh'in yoluna talip
oldu. Bütün kutsal kitapları derinlemesine incelemişti ama Şeyh'in şu
sorusuyla irkildi: "Hiç âşık oldun mu?" "Hayır" cevabını
verdi adam. Ve şeyh ona "Git, âşık ol, acı çek, sonra gel" dedi. Adam
gitti, âşık olmayı ve ıstırap çekmeyi öğrendi. Yıllar sonra şeyhe geri döndü ve
sonunda şeyhin halefi oldu. Sonsuz hiçliğe âşık
olmak kolay değildir. Ait olduğumuz, bizi kendine doğru çeker
ve o bilir ki İlâhî aşkı tecrübe etmek için önce bir kadına ya da bir erkeğe
âşık olmak daha kolaydır, beşerî aşkla kalbimiz açılır ve sonra beşerî aşkın
ötesinde onun kollarına giden aşk yolunu izlemeye muktedir oluruz. Sûfiler
beşerî aşkın, İlâhî aşkı öğrenmek olduğunu söylerler. Küçük kız çocuklarının
ilerde anne olacakları için oyuncak bebeklerle oynamaları gibi, bir insana âşık
olup onu nasıl seveceğimizi öğreniriz, sırf bir gün onu sevmeye muktedir olabilmek
için... Camî'nin söylediği gibi:
"Yüzlerce şey deneyebilirsiniz;
fakat yalnızca aşk sizi kendinizden kurtarır. Öyleyse -dünyevî bir görünüşte
dahi olsa-asla aşktan kaçmayınız. Çünkü o; en yüce gerçekliğe hazırlıktır.
O, en kıskanç âşıktır ve seni kendisi
için isterse, senin beşerî aşkla sınırlı kalmana izin vermeyecektir. Seni, onun
kuşatmasından hiçbir şeyin ayıramayacağım göstermek için sana acı verir.
Kur’an da onun sözleriyle vuku bulduğu
üzere: "Ve ben, seni kendim için seçtim."
Sh:124-127
Kaynak: ÇAĞRI VE YANKI -Sufilerin Rüya Çalışmaları ve Ait Olma Psikolojisi,
Llewellyn Vaughan-Lee, Çeviren Enise ERGÜN, İnsan Yay. Aralık , İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar