Print Friendly and PDF

ÇAĞRI VE YANKI -Sûfilerin Rüya Çalışmaları ve Ait Olma Psikolojisi



Llewellyn Vaughan-Lee
Çeviren: Enise ERGÜN
Manevîyat, akılla anlaşılabilecek bir şey değildir. O, farklı bir boyuta, ruh boyutuna aittir. Böyle olduğu hâlde; Çağ­rı ve Yankı kitabında Llewellyn Vaughan-Lee mürid tarafından tecrübe edilen pek çok psikolojik ve manevî süreçleri, değişik­likleri, iniş-çıkışları, gerçeğe giden yoldaki yavaş ilerleyişi başa­rıyla tanımlamıştır. Şeyh ile olan ilişkinin kapsamına aldığı de­rinliği gösterebilmiştir, manevî literatürde büyük öneme sahip olan; müridin manevî değişimde gelmesi gereken noktaya gel­diğinde şeyhi ile ruhunun nasıl birleştirildiğinden bahsetmiştir. Bu olay büyük bir gizemdir, tuzun, bir bardak suda erimesi gi­bidir. Çağrı ve Yankı'da içsel olayların tanımlanmasında rüyaları kullanılmış ve böylece tarikat yolunun daha açık bir şekilde an­laşılması sağlanmıştır. Kullanılan çağdaş bir dil, modern arayışçılar için özellikle yardımcı olacaktır.
IRINA TWEEDIE
Rüya çalışmaları sûfilerin eski öğretici hikâyelerinin modern karşılığıdır.
Irina Tweedie
Manevî yaşam, bir çağrının yanıtıdır. Bize kalsa, asla dünyadan yüz çevirip menzile giden bu uzun ve acı dolu yolcu­luğa çıkmazdık. Fakat bizi çağırmakta olan, en derin arzularımı­zı uyandırarak kalbimizin derinliklerinden bize seslenen biri var. Bu çağrı, bizi gittikçe daha da derinlere götüren, hep ötele­re işaret eden altın bir iplik gibidir. Hem içten gelir hem de imalarda bulunur, akla değil, varlığımızın en derindeki özüne ait bir şeydir. Onun sesi, bilincimiz sessizken derin bir meditasyona girdiğimizde ya da doğada bulunduğumuzda daha duyulur bir hâl alır. Fakat sık sık da rüyalarımızda açık duyulur hâle gelir. Uykudayken dış dünya gözden kaybolduğunda, içsel sesimiz bizimle konuşur ve bu en zor yolculuk için bizlere rehberlik eder.
Rüyalar, kendimizi görebileceğimiz aynalar gibidirler. Saklı benliğimizi yansıtırlar kendi doğamızın gerçek yüzünü açığa vururlar. Rüyalar sayesinde bu tamdık ama yabancı ülkeyi bilir hâle gelebiliriz. Uyandığımız zaman, rüyalarımız geri dönüp içeri girebileceğimiz bir kapı aralığı, ruh arazisine atılacak bir adım olabilirler.
Her maneviyat yolcusu için, kendi yolunu bulması gereken içsel arazi budur. manevî rehber; bizi ruhun büyük okyanusla­rından, dağlarından ve nehirlerinden aşırarak derinlerdeki gizli mahzenlerine götürür. Bizler, Batı'da çok uzun zamandır sadece dış dünyaya baktık; öyle ki, içe giden bu büyük yolculuğu unut­tuk. Oysa gerçek güzelliğin ve gizemin bulunacağı yer iç dünyamızdır. St. Augustine'nin sözleriyle:
İnsanlar; dağların tepelerini, denizin büyük dalgalarını, uzun nehirleri, engin okyanusları, yıldızların dairevî hare­ketlerini merak ederler. Oysa kendilerini hiç merak etmez, es geçerler.
Bu yolculukta bize yardım edecek olan rehber içimizde, takip etmemiz gereken yol da tam orada, ruhumuzun içindedir. Bu, bilgeliğin yaşlı bir adam, yaşlı bir kadın ya da masum ve sınırsız bir çocuk şeklindeki içsel görünümüdür. Onlar uzun zamandır kendilerine geri dönüp, onlardan yardım istememiz için bizi beklemektedirler. Onlar, bizi menzile ulaştıracak en kestirme yolu bilirler ve rüyalarımızda bizi ziyarete gelirler. Çoğunlukla bizimle eski dildeki semboller ve şekiller aracılı­ğıyla konuşurlar. Onların bilgeliğinden en faydalı şekilde ya­rarlanmak için bu semboller dilini öğrenmemiz gerekir. Sûfilerin rüyaların bilgeliğine ve onların anlaşılmasına verdikleri önem bu yüzdendir.
Manevî yaşam; arayışçının tüm ruh yapısının başka bir şek­le büründüğü içsel bir değişim sürecidir. Bu değişimler, bilinçal­tının derinliklerinde, varlığımızın köklerinde başlar zira çoğun­lukla bilinç bu süreçten etkilenecek son şeydir. Yeryüzünün de­rinliklerine ekilen tohumlar gibi manevî süreç, yavaş yavaş filiz verir ve bilince çiçek açması uzun yıllar alır. Öte yandan rüya­lar, içsel karanlıklarımızın altına dönüştüğü, ruhun olağanüstü simyasındaki değişiklikleri bize anlatırlar. Eğer bu rüyaların se­sini dinlersek, içimizde açılan yolu görebiliriz. Böylece rüyalar bize hem içsel bir destek sağlar hem de bu içsel süreç ile nasıl uyum içinde yaşayacağımızı bize öğretirler. Bilincimiz, derinlik­lerde neler olduğunu bilirse, tam bir işbirliği içinde olur ve bu dinamik ama gizemli açılımların bizi engellememesini sağlar.
Modern psikoloji, bu içsel değişim sürecinde de deneyimleyebildiğimiz, anlayıp tartışabildiğimiz bir dil sunması açısından çok değerlidir. Hâlihazırda; Carl Jung'un çalışmaları ve Jungian psikoloji okulları, manevî yolculuk boyunca tecrübe edilen psi­kolojik dinamikleri detaylı bir şekilde açıklayan bilgiler sun­maktadır. Jungian psikolojinin var olmasından önce Batı kültü­ründe bu süreçleri her yönüyle açıklayan simyacılar vardı. Sim­yacıların imbik ve potalarında çalıştıkları şey, kendi bilinçaltılarmın bir yansımasıydı ve simyayı anlatan bu sembolik, çoğun­lukla da paradoksal doğa, ruhun rasyonel olmayan yönünü yansıtmaktaydı. Jung, simyadaki "opus "un iç yapısını tekrar keşfetti ve simyacıların eski dildeki bilgeliklerini psikoloji diline çevirdi. Simya geleneğini kendi bilinçaltı deneyimleriyle birleş­tirerek yeni arayışçılar için ruhta nelerin olup bittiğini anlatan bir bilinçaltı haritası oluşturdu.
Sûfizm, her zaman psikolojik çalışmaların önemini vurgula­mıştır; fakat sûfiliğin sadece psikolojik bakış açısıyla anlaşılamayacak pek çok yönü de mevcuttur. Arayışçı, bu yolculuğu egonun ötesinde, hatta ruhun sınırlarının da ötesinde bir yerde arar. Sonsuza uzanan bu yolda, psikolojik yaklaşım, manevî ba­kış açısıyla birleşmelidir. Bu özellikle rüya çalışmaları için çok gereklidir. Bazı rüyalar için sadece psikolojik anlayış yeterli olur fakat bu yolun yolcuları çoğu kez manevî içeriğe ihtiyaç duyan rüyalar görümler. The Lover and the Serpent: Dreamzvork within a Sûfi Tradition (Âşık ile Yılan: Sûfi Geleneğinde bir Rüya Çalışma­sı) kitabımda sûfilerin hem manevî hem de psikolojik bakış açı­larını birleştiren rüya çalışmalarına bakış açısını açıklamıştım. Öte yandan; rüya çalışmalarım bu yoldaki içsel çalışmaların bir dışa vurumu olarak da anlamlandırırım. Bazı rüyalar, rüya sahi­bine ifade ettiği kişisel anlamdan çok, bir efsane ya da peri ma­salı gibi bu yolun ilk örneklerinde görünen yapıyı bize anlatır­lar. Eski sûfi hikayelerinde olduğu gibi,, bu rüyaları müzakere etmemiz, kalbin gizemli patikalarına aşina olmamızı sağlar ve bizleri menzile götürecek o görünmez yolu bulmamıza yardım­cı olur.
Bu kitap The Lover and the Serpent kitabının devamı niteliğin­de bir çalışmadır. Burada bir kez daha bana materyal ve ilham vererek (prima materia) bu kitabın yazılmasında ana malzemeyi oluşturdukları için bu rüyalara teşekkür etmek istiyorum. Uma­rım bu kitap kendi benliğimizin en derin yapılarını gözler önü­ne seren ve bizi Ait olduğumuz'un kollarına geri döndüren rü­yalara açılan daha geniş bir pencere olur. Tanrı, Ait Olunan; bu kitapta “O" olarak zikredilmiştir. Sadece uygunluğu açısından böyle kullanılmıştır. Gerçeklik ne erkek ne de kadındır. Sûfiler âşıklardır ve ben âşık oldukları varlığın cinsiyetinin olmaması­nın, düşünülmesi kolay bir şey olduğunu sanmıyorum. Ve yine sadece uygunluğu açısından arayışçı (mürit) erkek kalıbında kullanılmıştır.
Sh: 9-12
Sûfilik yolu üzerinde yolculuk ederken, arayış içerisinde bu­lunan kişinin kalbinin enerjisi aşamalı olarak, yavaş yavaş akim düşünce sistemini bozar. Çünkü aşkın gücü, akim gücünden üs­tündür ve bu üstünlüğünü kullanarak akli boşaltana ve onu manevî gerçekliği tecrübe edebilecek kıvama getirinceye kadar, sinsice yavaşlatır. Bu okuyacağınız rüya işte bu ele geçiriş süre­cini anlatıyor. Öyle ki, rüya sahibi, daha önce hiç tatmadığı bir aşk hissini tecrübe etmiş olarak uyanıyor.
Maneviyata doğru bir değişim dramatik ve rahatsız edici boyutlarda da olabilir. Bu zorluklar dış dünyadan ya da özel olarak üstaddan kaynaklanabilir. Kişiyi dengesizliğe sürükleyen şoklar yaşanabilir. Sûfi şeyhleri, şok taktiklerini kullanırlar ve hatta suçsuz yere öğrencilerini itham ederler. Bilincimiz tam olarak dengelendiğinde, daha yüksek bir boyuta ulaşabilmemiz için hiç yer kalmaz. Kanadalı bir psikiyatr bu konuda şöyle diyor:
"insanoğlunun ayakları düzgün bir şekilde yere basıyorsa, iki bacağı üzerinde ayakta durabiliyorsa, biz doktorlar bu: kişiyi 'gayet normal' olarak tanımlarız, manevî yaşam ise çok zordur, neredeyse imkansızdır. Fakat zihnimizde bir şeyler problem yaratıyorsa, zihinde küçük bile olsa çarklar­dan biri olması gerektiği gibi çalışmıyorsa, manevî hayat kolaydır."
Dengesizleşmek, daha yüksek ve daha hızlı bir enerjinin bize gelmesini sağlar ve bu hızın titreşimleri bilinç düzeyinin ba­riyerlerini, şartlanmaya bağlı çalışan yapısını kırar. Bu noktada,; acı verici ve gereksiz gibi görünse de kişinin bu davaya teslim olmuş olması çok önemlidir. Benlik değerleri, egodan ve akim bilincinden çok farklıdır ve henüz bu içsel olarak yeniden yapı­lanma sürecinde her şeyi reddetmek için tüm olanaklar öğrenci­nin önündedir.
Egonun değerleri bir kısıtlanmadır ve samimî bir öğrenci için şeyhi ya da kendi hayatı, eğer koşulsuz olarak kabul eder­se ona manevî özgürlüğün ve yapılanmanın olanaklarını sunacaktır. Fakat bu hâlin verdiği acı ve içsel panikle birlikte, kişinin geçmişine ailevî ya da sosyal hayatına sığınma isteği duyması ve bu enkazda sabit kalmayı denemesi tehlikesi de vardır. Benlik bombardımanından sonra toplu bir güvensizlikten başka gü­venilecek şey kalmaz ve ego henüz benliğin sınırsız dönencesinden korkmaktadır, sebepler dünyasının tutuculuğuna ve sınırlı değerleri olan geçmişine sıkı sıkı sarılmıştır. Bu durumda kişi, kendisini artık herhangi bir limana götüremeyecek olan gemi­nin enkazına sığınıp, o enkaza sımsıkı sarılmayı deneyebilir; çünkü bu enkaz onu, yüzebileceğini idrak etmekten, yalnız ve korunmasız olduğunu hatırlamaktan koruyacaktır. Bu enkaz za­manla çürüdüğünde ya da uzaklara sürüklendiğinde sonuç yi­ne aynı olacaktır fakat bu daha uzun ve daha fazla acı veren bir süreç olur, manevî hayatın kendisine ait bir devri vardır, olayla­rı tamamen yakalayıp, sarmaladığı zamanlar vardır. Bu anlar çoğunlukla kimlik değiştirmek ve "manevîyatsız" görünmek için büyük olanaklardır. Şeyhlerin tüm bu kimlik değiştirme çe­şit ve olanaklarını öğrencilerinin karşısına koyup, onları test et­tikleri söylenir. Hayat hep aynı şeyi yapar. Hayatın getirdikleri­ni asla reddetmemek en iyisidir ve hayat çoğunlukla en zor du­rumlar içinde, sınırsız değerlere ait bir şeyleri saklar. Işık karan­lıkta saklıdır fakat ışık kendini açığa çıkarmadan önce karanlık olduğu gibi kabul edilmiş olmalıdır. "Sûfilik neyi gerektirir?" diye Sûfi Ebu Sa'id Ebi'l Hayr'a sorulduğunda: "Aklında ne varsa onu unut, elinde her ne varsa onu ver, ecelinde her ne var­sa onunla yüzleş!" cevabını vermiştir."
Sh: 15-19
Bütün insanların kendilerine ait arzuları, dilekleri vardır. Fa­kat gereksiz görünen; dahası acı verecek olan bir tecrübeye atıl­mak asla kolay değildir. Bundan dolayı sûfi öğrencisinin, şeyhi­ne ve hayata kayıtsız şartsız teslim olmasına büyük önem veri­lir. Bu teslim oluş, kişinin görünüşe aldanmayıp olayları ve kişi­leri görünüşüyle değerlendirmemesi demektir. Burada Kur'an'da anlatılan Musa (aleyhisselâm) ve Hızır (aleyhisselâm) kıssasından bir alın­tı yapacağız:
İki denizin birleştiği bir boğazda Hz. Musa, Allah-u Teala'nın daha önce kendisine karşılaşacaklarını bildirdiği Hı­zır (aleyhisselâm) ile karşılaştı.
Musa (aleyhisselâm) Hızır'a (aleyhisselâm)'a sordu: "Öğrettiğin ilimden bana da öğretmen şartıyla sana tabi olabilir miyim?"
Hızır (aleyhisselâm): "Sen bana tahammül edemezsin. Şu an sahip olduğun 'bilginin ötesini bilmeye nasıl tahammül edebilirsin ki?" diye cevap verdi.
Musa (aleyhisselâm): "İnşaallah benim sabırlı olduğumu göreceksin, hiçbir emrine asi olmayacağım" dedi.
Hızır (aleyhisselâm)' da: "Benimle gelmek istiyorsan, ben sana kendim isteyerek bir şeyler anlatmadıkça, bana hiç bir şey hakkında hiçbir soru sormayacaksın"dedi. Bunun üzerine ikisi yola çıktılar. Bir gemiye bindiler. Hızır (aleyhisselâm) durup dururken ani­den geminin dibine bir delik açtı.
"Ne yaptın sen?" diye haykırdı Musa (aleyhisselâm). "Gemideki yolcu­ların boğulması için mi açtın o deliği?"
"Sana dememiş miydim?" dedi Hızır (aleyhisselâm). "Sen bana taham­mül edemezsin".
Musa (aleyhisselâm) üzülerek: "Düşüncesizliğim için beni bağışla ve bundan dolayı bana kızma" dedi. Seyahatlerine devam etti­ler. Nihayet bir genç adama rastladıklarında Hızır (aleyhisselâm) onu öldürdü. Musa (aleyhisselâm) da bu olay üzerine: "Yanlış hiç bir şey yapmamış olan bir adamı öldürdün. Gerçekten sen çok kötü bir suç işledin" diye şikayette bulundu.
Hızır (aleyhisselâm) tekrar: "Sana söylememiş miydim? Sen bana ta­hammül edemezsin" diye cevapladı.
Musa (aleyhisselâm): "Bundan sonra sana tek bir soru daha sorarsam beni bırak. Doğrusu bunu hakettim" dedi. Bundan sonra yo­la devam ettiler ve nihayet bir şehre vardılar. Oranın ahâli­sinden biraz yiyecek istediler; fakat ahâli onları misafir et­mekten kaçındı. Şehirde yıkılmak üzere olan bir duvarın yartına geldiklerinde Hızır (aleyhisselâm), bu duvarı tamir edip düzeltti. Musa (aleyhisselâm) böyle bir duvarın tamir edilmesine de itiraz etti ve Hızır (aleyhisselâm)'a: "Eğer isteseydin bu yaptığına karşı bir ücret is­terdin" dedi.
Hızır (aleyhisselâm): "Ayrılmak zorunda olduğumuz ana geldik. Fakat öncelikle sabırla izlemeye tahammül edemediğin davranış­larımın anlamlarını sana anlatacağım" diyerek anlatmaya başladı: "O gemi bir takım fakir balıkçılara aitti. Geminin di­bine bir delik açtım; çünkü o geminin açılacağı denizlere hükmeden kral, sağlam olan her gemiyi zorla alıkoyuyor­du." "O genç adam bir suçlu olacak ve anne babası dahil bü­tün insanları kederlendirecek suçlar işleyecekti." "Duvara gelince; duvar şehirdeki iki yetim çocuğa aitti. Onların baba­ları salih bir adamdı. Duvarın altında bir hazine vardı. Allah Teâlâ, bu çocukların olgunluğa erdikten sonra bu hâzineyi çıkarmalarını diledi. Yaptıklarım benim isteğime dayanan şeyler değildi. Ve işte bunlar, sabırla izlemeye tahammül edemediğin davranışlarımın gerçek sebepleridir" dedi.
Musa (aleyhisselâm) üç kez Hızır (aleyhisselâm)'m yaptığı hareketlerin dış gö­rünüşüne bakarak, onu yargıladı. Uç defasında da sessiz kala­madı. Allah'ın bildirmesiyle olayları farklı bir açıdan gören ve ona göre davranan Hızır (aleyhisselâm)'m davranışlarını kabul edeme­di. Allah'ın dilemesiyle bilgilendirdiği Hızır (aleyhisselâm) "İlâhî bilgi ile donatılan" içselliği, maneviyatı, tasavvufun anlaşılması güç yolunu temsil etmektedir. O, sûfi ermişlerin ya da velile­rin ilk örneğidir. Mutlak İlah ile manevî olarak dolaysız bir paylaşımı yaşayabilen, manevî kanunlara uyan, İlâhî -gizli bir yön çizilişle ipuçlarını gören ve görünüşe aldanmayan şeyhle­ri temsil etmektedir.
Veliler, nehirler gibidirler. Nereye yönlendirilirlerse oraya doğru akarlar... Eğer gizli bir yönlendiriliş varsa, istenen şeyi yapmak zorundadırlar, yapmazlarsa yaptırılırlar. İlâhî yönlen­dirme belli bir sıraya, düzene göre yapılır. Zaman zaman ermiş­lerin dünyevî pencereden bakıldığında mahkûm edilebilecek, "yanlış hüküm verilecek kişiler" e dair yaptıkları bir takım yar­dımlar olur. Çünkü dünya görünüşle ilgilenir ve ona göre hü­küm verir. Oysa çok önemli yapı taşlarından biri, insanları asla görünüşe aldanarak yargılamamaktır. Çünkü çoğu zaman ger­çek göründüğünden çok farklıdır. Yaradan için iyi ya da kötü yoktur. Sadece insanların iyi ya da kötü diye ifadelendirdikleri hükümler vardır. Veli kişiler, iyiliğin ve kötülüğün ötesinde olan kişilerdir. Öte yandan da erdem yönünden çok üstün kişilerdir ve asla kötü örnek olmazlar.
Veliler soğuk bir görüntü sergileyebilirler; fakat onların dav­ranışları benlik seviyesindedir. Onlar, fiziksel evrenimizden çok farklı bir âlemin kanunlarını izler ve egodan gelen bir özgürlük söylemiyle, iyi-kötü, gerekli -gereksiz ikilemleriyle arayış içinde bulunan kişinin gerçek özgürlüğü ile meşgul olurlar. Bu dünya­nın izdüşümünde olan biten her şey Yaradan ile yaratılan ilişki­sinden ibarettir. 8.yy sûfi velilerinden "Rabi'a" bunu samimî bir dille şöyle anlatır:
"Ey Allah’ım! Sana cehenneminden korktuğum için inanıyor­sam, beni cennetine girmekten mahrum eyle! Lâkin, sana yalnız senin için inanıyorsam, beni sonsuz güzelliğinden mahrum eyleme!"
Dindar kişiler kötülüklerden kaçınıp, iyilikler için çabalıyor ve cennette yaptıklarının bir karşılığını umuyorken, sûfiler tam tersi­ne, cennet ve cehennem kavramlarını bir kısıtlama olarak kabul ederler. Dahası, Irina Tweedie'nin şeyhi olan Bhai Sahib'e göre; ahiret hayatı uğruna iyi amellerde bulunmanın bir tehlikesi vardır:
"Demek istediğim şu ki; benliği daha yüksek bir seviyeye ulaştırabilecekken, koca bir yabanî ot dikmiş olabiliriz. Ve asıl olan şu ki, pratikte bu otun kökünü kurutmak imkansız olabilir."
Bu yolun yolcusu olan kişi, sadece "bir" olana inanır ve ego­sunu yok etme peşindedir. Manevî olarak bir bütünleşme arayışındadır, böylece iyi ve kötü ikileminin de ötesine geçer. Aynı zamanda bu yol üzerinde olduğu müddetçe kişi, içgüdüsel ola­rak ahlâkî açıdan kötü olan hareketlerden kaçınıp., iyi olan hare­ketlere doğru eğilim gösterecektir. Kötülük, daha ağır, daha hantal bir kavramdır ve iyilikten daha yavaştır. Arayış içinde olan kimse ise bir "hızlanma" süreci içerisindedir ve gerçekte o, kötü olmaya muktedir değildir. Bu ahlâkî bir seçimle olmaz; bu İlâhîdir ve "varoluştan" kaynaklanır.
Sûfi, ne bu dünya ile, ne de öteki dünya ile, ne cennetle ve ne de cehennemle uğraşır. O, hayatın "gerçekliğine" ulaşmak için her türlü bedeli ödeyecek olan kimsedir. Bu bedel, "varılması ge­reken menzil" içindir ve her türlü ahlâkî inançta olduğu gibi bu yolda da "iyi ve kötü" kavramları birer sınırlamayı ifade edebilir.
Sûfilik yolunda "vazgeçiş" unsuru bile çok uzaklarda bıra­kılmalıdır. Bir sûfi şiiri der ki;
"Fakirlik külahının üzerinde üç şeyden vazgeçişin izi vardır: Dünyayı terk etmek, öteki dünyayı terk etmek, terk etmeyi terk etmek."
Aklın fikir ve değerlerini kabul etmenin de ötesinde, arayış içerisindeki kimse kendisini varoluşun doğal özüne götürecek olan yol üzerinde ilerlemektedir. Aklın hükümdarlığı devredil­diğinde, farklı bir varoluş mertebesi tecrübe edilir. Anlatacağı­mız rüya da bu farklı varoluş tasvir edilmiştir:
"Bir kitap okuyordum fakat odamın ışığı git gide azalıyordu. Işığı kitabın daha da yakınına getirdim, fakat kararma de­vam etti ve biraz sonra ışık tamamen söndü. Kapı açıldı ve beyaz saçlı ihtiyar bir kadın göründü. Bana gelmemi işaret etti ve ben de onu alt kata doğru takip ettim. Alt kattaki oda ışıl ışıldı ve odanın içinde büyümekte olan harika ağaçlar vardı."
Bir kitap okumak, rüyayı gören kişinin bu dünyaya ait ko­şullandırılmış aklını gösterir. Bu durum, ışık tamamen sönene kadar yavaş yavaş zorlaşır. Sonra bu karanlığın boşluğu içerisinde yaşlı bir bilge kadının görünmesi, kişinin içsel doğrula­rını, manevî aklı simgeler. Bizler "bilinmeyen" noktasına, boş bir karanlığa ulaşmakla yükümlüyüzdür. Derin bilgilerimizi anlamadan önce, bizi ulaşılacak yere asla ulaştırmayacak olan dış dünyanın bilgeliğini terk etmemiz gerekir. Kendi özümü­ze geri dönmek için önce elimizdeki kitabı bir kenara bırakmalıyızdır.
Bu rüyanın da dokunaklı bir şekilde tasvir ettiği gibi, bu yo­lun yolcusu olan kişi aktif olarak hiçbir şeyden vazgeçmez, ak­sine vazgeçirilir, uzaklaştırılır. Işık, bilinçli davranışlara işaret etmektedir. İhtiyar kadının izlediği yol, dış dünyaya ait bilgeli­ği yavaş yavaş karartmış ve sonunda söndürmüştür. Yaşlı bilge kadın, rüya sahibini, hem içindeki en derin bilgeliğe ve 'hem de onu bilgeliğe götürecek olan yola rehberdir. Rüyayı gören kişiye işaret ederek onu alt kata çağırması, onu dış dünyaya ait akıldan uzaklaştırıp, kişinin aslındaki benliğe götürmesini temsil et­mektedir. Hayat ağacı ise, kişinin manevî olarak en derinlere açılışıdır.
Rüyalar sık sık kendi içlerinde, aynı şeyi anlatan yapıları farklı perspektiflerden tanımlayarak birbirlerini genişletirler. Ruh, mantıklı ve rasyonel bir boyut değildir. Sabit olmayarak hareket eder, açıklaması ve anlamları bir sürü farklı koşul ve manzaraları genelde en iyi şekilde taşıyan, ilişkiler arası bir oyundur. Bir önceki rüyada, rüyayı gören kişinin karşılaştığı ağaç figürü ile aynı olan fakat bu defa bir aşk ilişkisini simgele­yen farklı bir rüyaya göz atalım:
"Bir ailenin yanında kalan İrlandalı bir kızdım ve onların oğullarına âşıktım. Onu görmek için bir odanın kapısını aç­tım ve daha önce hiç karşılaşmadığım bir şeyle karşılaştım: âşık olduğum kişinin bir de ikizi vardı. Onlar yataklarında yatıyorlardı; ben de onları arkalarındaki pencereden gözlü­yordum. Orada parlak yeşil, çok yakışıklı bir adam vardı. Ya adam bir ağaçtı ya da ağaç bir adamdı; parmaklarından dal­lar çıkıyordu."
Rüya sahibinin, âşık olduğu kişiye bakarken onun -daha ön­ce varlığından hiç haberdar olmadığıbir ikizinin olduğunu fark etmesi... Rüya da "ikiz" görmek eski gelenekteki "göksel ruhanîyet" ile tabir olunur. Her birimizin ışıklar dünyasında yaşayan bir ikizi vardır. Duyusal olarak gözle görülmez ve öl­düğümüzde gene bizimle olacak olan da o dur. "Maniheizm"in kurucusu olan Mani'nin ölüm anında şu sözleri söylediği bili­nir: "Işıktan gözlerimle öteki 'beni' seyrediyorum." Sûfi gele­neğinde bu "ikiz", bizi Yaradan'ın gözleriyle, maddî olarak değil manevî olarak gören, bizlerin "semadaki ikizidir".(Şâhid fi's-semâ)
Kişi sadece ruhunun gelişimi ile ilgilenir ve bu gelişim ken­dini, yaşamın manevî yönlendirmelerinin önemli anlarında gös­terir. (Manevî olarak itici bir kuvvet ortaya koyabilirler.) Bir rü­ya da dış dünyaya ait bir uyarıcı da sanki içsel bir kışkırtıcıdır. Bu genellikle böylesi bir uyaranın algılanmasından sonra ortaya çıkar. (İsa (aleyhisselâm)'ın Emmaus yolu üzerinde iki havarisine görün­mesi gibi...) Sûfi için, kendisine genellikle sıradan biri gibi gö­rünen Hızır, içsel bir rehber gibidir. Kişi sadece onunla gittiği zaman onun üstün doğası görünür olur. Bu yolun yolcusu "öl­meden önce ölmeyi" şiddetle arzular ve semadaki şahidi ile da­ha dünyada yaşarken bütünleşmek için uğraşır. Bu yolun izlen­mesi ile iki dünya arasında manevî enerjinin maddî dünya dü­zeyinde görünmesini sağlayan bir link oluşturulabilir. Irina Tweedie bu yapıyı şöyle açıklıyor:
"Bu, zihinde oluşmalıdır; havarinin işlevi, güç merkezi ola­rak çekici gelen, benzer fikirler içeren ve bu benzer fikirlere bağlı olarak düşünülen fiziksel dünyaya bağlı olarak bazı özel enerjilere konsantre olmaktır. Bu enerjiler, tek başlarına yaşamak için gücü olmayanlar üzerinde ya da insan bilinci üzerinde kat'i derecede güçlü bir etki yaparlar."
Fiziksel dünya, gücün merkezi olarak çekici gelebilir, kendi içerisinde birbirine benzer yapılarla günlük hayatı oluşturur. Bu, bazılarına yaşamak için yeterli gücü sağlamaz fakat insanla­rın bilinçleri içinde kâfi derecede bir etki yapar. Havarinin işle­vi, fiziksel dünya üzerindeki bazı özel enerji akımlarına kon­santre olmakta yatar ve bu işlev önce zihinde doğmalıdır.
O semavî ikizin etkisi yüzünden, arayış içindeki kişinin; di­ğer insanların da kendi içsel dünyalarında görüp algılayabilece­ği ve kendi öz benliklerine bu şekilde daha yakın olabilecekleri bir "ışık merkezi" hâline gelmesi istenir.
Rüyaya geri dönecek olursak; rüya sahibi, âşık olduğu kişi­yi ararken onun daha önce hiç bilmediği bir ikizi olduğunu fark etmişti. Sonra da pencereden çok yakışıklı ve parlak yeşil ağaç­tan bir adam ya da adamdan bir ağaç görmüştü. Bu doğal var­lık onun kendisiydi. Meister Eckhart'ın deyişiyle: "Saf olan var­lık her zaman Tanrı'dır ve kendisinin ebediliği bakidir." Bu ye­şil adam onun rüya sahibinin öz, manevî dünyasında görünen semavî ikiziydi.
Hızır (aleyhisselâm)'m (yeşil adam) şahsiyeti, manevî özümüzü temsil etmektedir. Daha önce anlatmış olduğumuz rüyalardan birinde geçen ihtiyar kadın gibi bir bilgedir ve bizlere rehberlik yaparak şu sırrı açıklar:
"Ben üstün gerçekliği çok yakma getiren narin, ince bir ipli­ğim. Geniş varoluş çizgisindeki insanoğlunun sırrıyım. Gö­rünmez olan Tanrı'nın objesi olan Mürşit'im. Asıl olan kutsal varlığım ve insanlık doğasının koruyucusuyum." "Yeşil, özün, doğanın ve Tanrı'yı anlamanın rengidir. Sinai tasavvufunun en üst mertebesinde bulunan Emerald Kayası, sürgündeki kişinin en son eve dönüşe çağırılmadan önce, ken­di benliğinde tırmanması gereken bir dağdır."
Kendimi sana karşı kötü gösterecek olan birçok ola­sılığı düşünüyorum. Meselâ yaşam sana sun'î davra­nışlarda bulunman için izin verseydi buna dayanamaz­dın. Çünkü ben doğal bir varlığım. Kesinleştirip, ber­raklaştırmış olduğum birçok tavrımla ben, bir maya gibi özü teşkil ederim.
İnsanların bana bilinçsizce sun'î davranışlarla karşılık verip, sun'î hisler duyması bir tehlikedir. Benimle ilgili olan her şey onları kızdırır: Konuşma tarzım, gülme tar­zım vs. Çünkü bu tavırlarımda İlâhî sevgiliden gelen bir armağan olan doğallığı hissederler.
Sh:19-27

Âşıklar tarikatı; diğer tüm tarikatlardan ayrıdır Çünkü Onların kendilerine özgü bir imanları ve iti­katları vardır.
( Rumi, Miriam ve Jose Arguelles'in The Teminine kitabından alın­mıştır
Sufiler; Allah aşkı uğruna divâne olmuş kimselerdir, çünkü Allah'ın kendisinin aşkına yanmış bu kişilere özel bir yakın­lığı vardır, insanoğlunu en çok seveni çılgınca sevmekten, İlâhî sevgilinin kollarında kaybolurcasına yaşanan çok derin bir aşk­tan ve kelimelerle ifadesi çok zor bir sırdan söz ediyoruz. Aşk, akılla asla anlaşılamayandır. Bu aşk kapısından girmek isteyen­ler de, kendilerini bu haneye dâhil eden İlâhî sırları ne kendile­rine ne de başkalarına açıklamamayı kabul etmek zorundadır­lar. Kalbin içeriği, akıl ile idrak edilemeyecek bir hukuka sahip­tir, bu yüzden bu yolun yolcusu olmak isteyen kişi daha en baş­ta aklın her şeye yetmeyeceğini, aksine bu ruhanî yolculukta rasyonel düşünmenin kolaylaştırıcı olmaktan çok zorlaştırıcı olacağını bilmelidir. Attar, bu konuda şöyle der: "Aşk geldiğin­de 'sebepler' yok olur. 'Sebep' aşkın deliliği içerisinde varlığını sürdüremez, kaldı ki; aşkın, insanoğlunun 'niçin'leri için yapa­bileceği hiç bir şey yoktur."
Aklın düşünme metodu bizim dış dünyaya ait olan yaşantı­mız için geliştirilmiştir. Araba kullanmayı öğrenmek ya da alış­veriş listesini oluşturmak için de gerçekten büyük önem taşır. Lâkin, maneviyat penceresinden baktığımızda akıl, 'sınırlanma' demektir. "Benliğin katili" olarak bilinir ve "arayan kişi" ile "gerçek benlik" arasında durur. Bu "akü" engelinin varlığını de­vam ettirmesi, ruhanîyetimizi sağırlaştıran boş bir lakırdıdır. Akıl, fizikî dünyaya ait bir ikilemedir. Karşılaştırmalara dayana­rak sonuçlara varır. Aklın işleyişine bakarsanız, onun daima karşılaştırmalar yaptığını görürsünüz (Bugün hava dünden da­ha sıcak ama her zamankinden daha rüzgârlı...). Akıl, her za­man zıtlıkları yakalar. Prens Hamlet der ki: "İyi ya da kötü yok­tur. İyiyi iyi, kötüyü kötü yapan düşüncedir". Manevî gerçek­lik ise, zıtlıkların mevcudiyetinden fazlasını kuşatır. İkiliklerin tersine tekliği tecrübe eder. Gerçek doğru akılda değil kalptedir ve arayış yolcusu aklın ötesindeki, paradokslarla açıklanabilen bir dünyaya atılmıştır. Akıl, rasyonel olarak düşünüp, farklı ka­demeye ait bir gerçekliği tecrübe ederek özümsemeye çalışırken kendisini tam da bir karmaşanın ortasında bulur.
Bir Arap ilk kez İran'a gittiğinde bu ülkenin gelenekleri karşısında şaşkınlığa uğramıştı. Bir gün, tesadüfen bir grup dervişin, tek kelime konuşmayan bir avuç adamın oturduğu bir eve yolu düştü. Bu dervişler hiç evlenme­mişlerdi ve bir gümüş sikkesi kadar dahi değerli bir eşya­ları yoktu. Buna karşın tertemiz, kirlenmemiş kalpleri var­dı. Her birinin elinde, oturmadan önce dikkatle doldur­dukları, çamurlu şarapla dolu küçük bir şişe vardı. Arap, bu adamlara karşı içinde bir yakınlık hissetti ve bir an için durdu işte, o an aklı ve kalbi kendisinden ayrıldı. Derviş­ler: "Hiçliğin adamı, gel bize katıl" dediler. O da ne oldu­ğunu bilmediği bir istek ve arzuyla onlara katıldı. Derviş­ler, ona daha ilk yudumda kendinden geçtiği bir şarap ik­ram ettiler ve Arap öyle sarhoş oldu ki takatsiz ve kuvvet­siz kaldı. Dervişlerden biri onun altınlarını, gümüşlerini ve değerli eşyalarını aldı. Sonra Arap'a daha fazla şarap verdiler ve onu evden çıkardılar. Arap, tek gözlü ve fakir olarak, hâli değişmiş, dudakları kurumuş bir hâlde ülkesi­ne döndü. Memleketine ulaştığında dostları ona: "Neyin var senin böyle, paralarına ve değerli eşyalarına ne oldu, uyurken mi çaldırdın onları yoksa İran'da başına kötü şeyler mi geldi?" diye sordular ve neler olduğunu anlat­masını, belki kendisine yardım edebileceklerini söylediler. Arap: "Sokakta dolaşıyordum ve o ara dervişlerden olu­şan bir grup gördüm. Şimdi hiçbir şeyim yok ve parça parça olmuş gibiyim. Bundan başka bir şey bilmiyo­rum."dedi. Dostları bu dervişlerin ona ne yaptığını sordu­lar. Arap: "Bana sadece basitçe 'gel, bize katıl dediler' de­di. Arap bu olaydan sonra hep bir çocuk gibi şaşkın yaşa­dı, tek bir 'gel, bize katıl' cümlesi yüzünden başına gelen­ler yüzünden hayretler içerisinde kaldı.
Sh: 13-15
Sûfilerin diğer insanlardan daha çok sevip, daha çok nefret ettikleri söylenir. Aşk, kainattaki hem yaratıcı ve hem de yıkıcı olan en doğal güçtür. O, benliği ortaya çıkarmak için dış dünya­ya ait olan aklın ve mantığın düzenini parçalar. Aşk, maceranın hem sonu ve hem de başıdır. O, Tanrı'nın bir armağanıdır. Gü­zelliğin ve samimiyetin sahibinden gelen bir armağan... Şimdi anlatacağımız rüya da işe bu armağanı anlatmaktadır:
"Bana bir kutu içinde bir armağan verildi. Kutunun kapağı­nı açtığımda içinin kırmızı ipekle kaplanmış olduğunu gör­düm. Kutunun içinde ise tek bir saç teli duruyordu."
Sevgililer arasında, sevilenin sevene saçından bir bukle he­diye etmesi gibi bir gelenek vardır ve seven için bundan daha j değerli bir hediye yoktur. Victorion zamanında bu bir bukle saç, kalp şeklinde bir madalyon ya da bir yüzük içinde saklanırdı. Bu eski adetten, Attar'a ait . 12. yy. şiirlerinden birinde bahsedili­yor ki bu şiirde sevilen olarak zikr olunan Allah-u Teâla’dır:
"Saçının buklelerinden bir tele sahip olabilseydim
 Ona kalbimin en kıymetlisi,
Ruhumun gıdasını olan aşk gibi değer verirdim."
Seven ile sevilen arasındaki ilişki sûfi yolunun özünü oluş­turur. Bhai Sahib'den aktarıldığı gibi "Koca bir kainatta sırf bu ikisi; seven ve sevilen vardır." Sûfilik yolunun başlarında "sevilen" (Tanrı) gerçeklikten farklı bir fikir, bir soyutlama olarak görülebilir. Kalbin sessiz, içten dönüşümleri içinde kalp öncelik­le sevdiğimiz birinin aşkıyla doldurulur. Mümkünse bu şahsi­yet Tanrı olur. Fakat çoğunlukla bu aşkın beşerî bir aşk olması durumu kolaylaştırıcı bir etkendir. Sonradan "sevilen" bir insa­noğlunun olamayacağı kadar şefkatli ve yakın içsel bir gerçekliğe dönüştürülür.
Kişinin Tanrı ile arasındaki uzaklık "sonsuz yakınlık" olarak tanımlanır. Peygamber'in sözleriyle "O, bize şah damarımızdan daha yakındır". Bize kalbimizin içinden seslenir. Bizi ondan uzakta tutan sadece mantığımız ve egomuzdur. Kul-Yaradan ilişkisi çok yakın bir ilişkidir, çünkü manevîdir. "Hiç kimse size benden daha yakın değildir." Bizi kendi varlığımız içinde hep daha derinlere götürür. Bu yüzden çok özeldir, paylaşılmazdır. Bu ilişki, özün özüdür. Krishna 16.000 süt sağan kızla dans eder­ken, bu kızların hepsi de Krishna'nın sadece kendisi ile dansettiğini düşünmüşlerdi. Bunun anlamı onun, Yaradan'ın hepimizi tek tek ve benzersiz yaratmasıdır. Bu yüzden bizim onunla olan ilişkimiz her birimiz için farklı ve kişisel olacaktır.
Bu ilişki, kendi kişisel benliğimizi Yaradan'a tekrar vermemizdir. O, dua eden kişinin en derin hisleriyle dua etmesini is­ter: "Her varlığın kendisine has bir dua ve ibadet etme tarzı var­dır". Arayış yoluna düşen her yolcu için maneviyat yolu fark­lı olacaktır; çünkü herkes birbirinden farklıdır. Aşk ışınları so­nunda kaynağına döner ve her kişi kendi öz benliğine döndü­ğünde, kendi kalbi haccını gerçekleştirmiş olur. Yaratıcı hepimi­zi kendi kişisel benliğimiz ile sever. Farklı olduğumuz gerçeğini sever; çünkü bizleri öz benliğimizle farklı yaratan odur.
Bu aşk ilişkisi içinde karşılaştırmalar ya da rekabet bulun­maz. Herkes, onu sevmek ve onunla bütünleşmek için kendine has bir yol bulmakla yükümlüdür. Bu aşk o kadar içseldir ki kendi aşkımızı sadece onunla paylaşabiliriz; diğer âşıklarla de­ğil. Bu hâliyle ona dair bir aşk, ondan başkasına karşı duyulan aşktan daha kolaydır. Biliriz ki, O asla bize ihanet etmez, beşerî aşkta çıplak olabildiğimiz gibi ona karşı da çıplak olabilmemiz gerekir. Elbiselerimiz bizi ondan, en derin benliğimizden ayıran bir perdedir. Çıplak olduğumuzda bize daha şefkatli dokunabi­lir ve daha yakın olabilir. "Öyle bir an gelir ki; kişi  saat daha fazla aşkı yaşayabilmek için, bir günün  saat değil  saat ol­masını ister..."
Sh:27-29
Dünya güzelliklerle doluydu, ta ki sakallı, yaşlı bir adam gelip kalbime yerleşene ve kalbimi özlemle tutuş­turup, onu aşka gebe bırakana dek...
Şimdi çevremde­ki güzelliklere nasıl bakar ve onları nasıl görebilirim?
Ya onlar sevgilimin yüzünü gizlerse?
İran şarkısı
Bir keresinde, Georgia'da bir Jung yanlısı konferansa katıldılğında üstadımın iki video röportajını sunmuştum. Altı ya­şında bir kız çocuğu da annesiyle birlikte bunları izliyordu. İlk video gösterildiğinde, küçük kız birkaç dakika ekrandaki ihtiyar kadına baktı ve sonra derin bir meditasyon aşamasına girdi, film bitene kadar bu şekilde uykulu gibi kaldı. Fakat birkaç gün son­ra ikinci video gösterildiğinde küçük kız oldukça kendindeydi ve röportaj bittikten sonra sordu: "Konuşmanın ötesinde ne ya­pıyor?" "İnsanların kalplerine nüfuz ediyor" diye cevapladım.
Irina Tweedie, üstadı Bhai Sahib ile karşılaşmadan önce bir Fransız olan Lilian'ı ziyaret etmişti. Bu kadın Bhai Sahib'in mü­ritlerinden biriydi. Irina o gece Lilian ile kaldı ve gecenin saba­hında Bhai Sahib'den bir mektup geldi. ( gün önce postalanmıştı.) Bu mektupta şöyle yazıyordu: " Yanında Rus bir kadın var ya, işte onun kalbinin kalbinde ben varım".
"Kalbin kalbi" benlik merkezidir. "Fiziksel olarak bedenin sağ tarafındadır". Şeyh; "kalplerin kalbindedir", çünkü kişinin şeyhiyle ilişkisi benlik mertebesinde var olur. Bir dostumuz bir sabah uyandı ve şeyhinin kalbinin içinde olduğunu, öyle yakın ve öyle samimî olduğunu gördü. Ve aynı gün öğleden sonra grup toplantısına gittiğinde oturup insanlarla konuşan şeyhini görünce bütünüyle altüst oldu. Bu kalbinin derinlerinde olan ki­şi miydi? Şeyh, insanların en önünde oturuyordu ve birçok yönden aralarında uzun bir mesafe vardı, ulaşılması güçtü. Dostumuz şeyhiyle konuşmakta ve ona kendisini anlatmakta çok zorlanıyordu, oysa kalbinde ona öylesine yakındı ki...
Şeyh ile olan ilişki ego bilincinde yer almaz, o benliğin iç ge­zegenlerine aittir. Bu ilişki çok karışık olabilir; çünkü o her gün­kü uyanıklığındaki bilincimizden tamamen farklı bir boyuta ait­tir. Benlik mertebesinde ikilik yoktur. Şeyh ve talebesi birdir ve aynı zamanda da bireyseldirler. Bireyselliğin yitirilmediği fakat onun özüne sahip olunan bir -bir oluş-, kaynaşma vardır. Tek olan ve yalnız olan Ait Olunan, benliğin kutsal bireyselliği için­dedir. Bu mertebede tümüyle yalnızızdır aynı zamanda da bü­tünüyle evrenle birizdir.
Şeyh ile olan ilişkideki samimiyet, ruhların birleşmesindeki içsel tecrübeyi yansıtır. Bu birlik, benlik seviyesindedir ve cinsel bir birliktelikten çok daha yakındır; çünkü ayrılık yoktur ve ki­şilik mertebesinin de çok ötesindeyizdir. Bu kişisel olmayan bir ilişkidir. Ego bilinci seviyesinde, kendi kişiliğimiz ile bağlantı
kurarız. Dahası her yakınlık ve samimiyet bir kişilik boyutuna sahiptir. Şeyh ile olan içsel ilişkinin yakınlığı bizlerin uyanık bi­linçlerine yansıtılmıştır. Arayış yolundaki her kişi "ruhsal ya­kınlığı" hisseder ve bunu ego bilincinin "normal" seyrine, kişi­sel boyutuna getirmeye çalışır. Çünkü bu ilişki egoya ait değil­dir, buna uyabilecek bir gidişatta tanınabilir hiçbir şey yoktur. Dahası arayış içindeki kişi kendisini karmaşa içinde bulur.
Şeyh ile olan ilişki kalpten kalbe, ruhtan ruha bir yoldur. Bu ilişkinin en temel parçası aslında bir öğreticinin olmamasıdır. Üstad boşluktur ve bu şekilde ötelerdeki Kesin Boşluk'un tecrü­be edilmesi sağlanır. Şeyh ile kişilik boyutunda hiçbir ilişki yok­tur. Çünkü üstad, boşluk olan kişidir: "Hiçbir özelliği olmayan, şekilsiz" kişidir. Çünkü üstad yoktur, tarihe karışmıştır. Benlik­ten bağımsızdır. O, seven kişinin Ait Olduğu ile buluşması için yer açan bir boşluktur.
Üstad ya da şeyh esastır. Bilinmeyen bir bölgeden geçerken bile bir rehbere ihtiyaç duyan bizler, bilinmez iç dünyamız için buna ne kadar çok ihtiyaç duyarız? Rumi'nin deyişiyle: "Bir rehber seç. Bu yol rehbersiz, sıkıntıdan başka bir şey değildir; gözyaşı ve tehlike sunar. Bir refakatçi olmadan gitmekte oldu­ğunuz yolu bile kaybedebilirsiniz. Bu yolda yalnız seyahat et­meyiniz." Üstad (şeyh), arayış içindeki kişinin içsel varlığına seslenir, kalbin saklı cevherlerini uyandırır ve şöyle der: "Evet, bu yolculuğu yapabilirsin. Bu imkansız bir rüya değil, bir ger­çektir. Ben bunu tattım, biliyorum." Şeyhin varlığı, arayışçının kalbine direkt olarak kendi deneyimlerini sunar ve arayışçının kalbi de buna cevap verir. Talebenin kalbi, içten içe hep kendisi­ne anlatılmasını ister. Bunu anlamak oldukça zordur. Şeyh, tale­beye kişisel sesiyle değil, köklü manevî geleneğin, bu yoldan daha önce geçmiş olanların şarkısıyla seslenir. Sûfi Şeyh, neslin, menşein İnsanî temsilcisidir. Her birinin birbirine geçmiş oldu­ğu zincirin halkasıdır. Nakşibendî zincirinin rengi altın sarısıdır. O altın bir yoldur, altının pırıltılı enerjisi, mürşidi birçok büyük şeyhe bağlar ve bu yüksek şahsivetler de bizimle ilgilenmeye başlarlar. Menzile götürecek olan bu yalnızlık ve harap olma yo­lunda bize yardım ederler.
Halkanın yaşayan temsilcisi olarak şeyh, çoğu zaman müri­dinin fiziksel ilgi odağı olarak görünür. Önder, talebenin isteği­ni ve amacını kontrol eder ve kalbinin en derin arzularını bilir. Talebesini cesaretlendirir, arzularının güçlenmesini sağlar ve ak­lını karıştırır. Bir keresinde bir kadın üstadına şöyle demişti: "Ben bu korkunç hasreti yaşıyorum ve sana bunu azaltman umuduyla geldim". Üstadı bir şey dememiş, sadece kendi ken­dine gülümsemişti; çünkü bu kadının arzusunun kendisine her gelişinde daha da artacağını biliyordu. Üstadın yapması gere­ken kalpte yanan arzuyu kuvvetlendirmek ve arayışçının ilgisi­ni bu yönde sabit tutmaktır.
Üstad, ilgi odağıdır; çünkü boşluktan ibarettir. Talebeyi çağı­ran üstad değil, ona işaret eden boşluktur. Bu akıl için anlaşıl­maz bir şeydir ve çok rahatsız edicidir. Talebe için en önemli ki­şi gerçekten önemlidir; çünkü orada hiç kimse yoktur. Sûfi gele­neğinde şeyh "yüzü ve ismi olmayan"dır. Bu öğreten kişinin önemli olmadığı bir öğretimdir. Bu kelimelerle ifade edileme­yen, fakat öğretmenin de esas olduğu bir öğretimdir. Öğretme­nin özü, talebenin özüne seslenir ve onunla çok derin mevzula­rı, kalbin gizemlerini, ruhun zehirlenişini konuşur.
Bir keresinde bir rüya görmüştüm; bu rüyada: "Önderime sa­hip olabilmemin tek yolu onun ekmek ve şarap dolu bir sepete dönüştüğü andır," dedim. Eğer şeyh, bu yolun hakikatlerini açı­ğa vursaydı, onun kişiliğine değil, sadece manevî olarak gereksi­nim duyulan gıdalara ihtiyaç duyardık. Şeyhe olan bağlılığımız aslında sahip olduğumuz tek limittir. Eğer bir şey isimlendiriliyorsa o sınırlandırılmış demektir. Bu yüzden, müridin şeyhinin ismini zikretmemesi eski bir gelenektir. Alex adlı bir dostumuz rüyasında; bir barın arkasında duran Hintli bir adama götürül­müş ve o adamla tanıştırılmıştı. (Bu Alex'tir ve bu da Bey­dir) Fakat parmaklığın ardındaki adamın yüzü yoktu. Alex uyandığında, çok şaşkın bir haldeydi çünkü o adamın ne bir yüzü vardı ne de bir ismi... Bar ya da meyhane "Tanrı ile bir oluşu algılamış, mükemmel bir sûfinin kalbini" temsil eder. Meyhane aynı zamanda "şeyhin evidir". Sakîlik, şeyhlik eğitimidir, çünkü şeyh rüya sahibine manevî zehir verebilecek olandır:
"Sarhoş ol ve savrul İlâhî aşk şarabıyla
Bu kutsal mey mahmurluk vermez."
Sh: 147-151
Şeyh, öteler için görülebilir bir bağdır, maneviyat otoritesini taşıyandır ve bu yolun canlı bir örneğidir. Bir dost grubumuza ilk katıldıktan sonra bir rüya görmüştü. Bu rüyada gösterilen şeyh, daha gizli daha derin bir sır anlatılıyordu:
"İçinde insanların oturduğu bir odaya girdim. Odadaki iki adamdan birinin daha otoriter bir görüntüsü vardı. Bu adam beyaz saçlı ve beyaz sakallıydı, adam ya beyazdı ya da nur­dan öyle görünüyordu. Diğer adamdan daha gençti. Ne do­ğulu ve ne de batılıydı. Bu iki adam arasında biraz boşluk vardı ve odada oturan diğer insanların hepsi bu boşluğa ba­kıyorlardı."
Bu rüyada asıl şeyh, var olmayan yaşlı bir kadındı. Odada oturan tüm insanlar boşluğa bakmaktaydılar. Rüya sahibinin bi­linçaltı, kavranması çok zor olan bu gerçeği anlamıştı: şeyh sade­ce bir boşluktu. Bu rüya ile bilinçaltı bunu bilince anlatmaya ça­lışıyordu. Bu ona manevî bir açılım sağlamıştı. Bu kişi bir daha şeyhinin dış görüntüsüne bağlanmadı. Rüyanın bir boşluğun iki yanında oturan adamlarla ifade etmek istediği; direkt Kur'an'da yazılı olan bir bölüme işaret ediyordu. Rüya sahibi her ne kadar Hintli bir ailenin çocuğu da olsa bilinçli bir şekilde Kur’an bilgi­sine sahip değildi. Adamlardan birinin rengi ya beyazdı ya da ışıktan öyle görünüyordu ve diğeri de "ne doğulu ne de batılıy­dı". Kur'an'ın . suresinin . ayetinde ise şöyle geçmektedir:
"Allah; gökyüzünün ve yeryüzünün nurudur. Onun nuru bir oyuk içindeki bir lamba ve o lambada bir kristalin içinde ya­nan göz alıcı bir yıldız ışığı gibidir. O kandil, mübarek bir zeytin ağacıyla tutuşturulmuştur ki o zeytin ne şarkîdir ve ne de gâybî. Onun yağı hemen hemen ateş dokunmasa bile ışık verir. Nur üstüne nur! Allah kimi isterse onu nuruna erişti­rir."
Kur'an'ın tüm ayetleri gibi bu ayet de farklı şekillerde yo­rumlanabilir. Fakat rüya ile olan ilişkisine bakıldığında, kişinin şeyhi ile olan ilişkisinin gizemine işaret etmektedir. Çünkü Allah'ın nuru şeyhin nuru ile yansır ve kalplerimize ulaşarak ora­dan bizi kendi ışığına çağırır. Aslında var olan tek ışık: "Yeryü­zünün ve gökyüzünün nurudur." Onun nuru kalplerimizdeki oyuklarda gizli olduğundan, çağrılmayı, uyandırılmayı bekler. Şeyh ise içinde Allah'ın nurunun parladığı kişidir; çünkü onda egonun gizlenmek için kullanacağı bir maske yoktur. Şeyhin nu­ru, talebesinin nuruna ulaştığında, talebenin nuru daha da par­lak yanmaya başlar: "Işık ışığa doğru yükselir ve ışık ışığa doğ­ru alçalır ve o, nur üstüne nurdur”.
Onun nuru olmadan kendi nurumuzu göremeyiz. İlâhîlerde yazıldığı gibi; "Senin nurunda nuru görebileceğiz". Bu Tanrı'nın lütfü iledir, o bizler kendi nurumuzu görebilelim diye kendi nu­runu gösterir. "Allah kimi isterse onu nuruna eriştirir." Şeyh; Tanrı ile bir olandır, onun temsilcisidir ve bunu onun için yine onun izniyle yapar. Bu nurun maddesi ise aşktır. Şeyh, kalpleri­mizdeki aşkı uyandırır, kalplerimize seslenir ve kalplerimizdeki yanıtların içinde gizli olan hasrete ulaşır. Kalplerimiz hasretle daha da yandıkça, Tanrı’nın kalbi de âşık için öyle yanar:
"Kalp, kral için her iç çektiğinde, kral da kalp için iç çeker ve onlar böylece buluşmuş olurlar. Senden bir ışık yükseldiğin­de, diğer bir ışık da sana doğru iner. Ve senden bir ateş yük­seldiğinde de seni karşılayacak olan ateş sana doğru alçalır."
Şeyh, tatlılıkla, usulca eser kalpteki kıvılcımın üzerine, ta ki bu kıvılcım mürşidi de yakan bir ateş hâline gelinceye dek... Çünkü başlangıçta bu ateş dünyevî meşgalelerle kolayca sönebilmektedir, şeyhin görevi ise bu ateşi yanar hâlde tutmaktır. Fa­kat, egonun yeterli bir kısmı yanıp, artık direncinin kalmadığı an; bu kıvılcımları hiçbir şeyin söndürmeye gücü yetmez. Sonra süreç işlemeye başlar, artık geriye dönüş yoktur. Kıvılcımlar rüzgâra ihtiyaç duymazlar; çünkü maneviyat yakıcı bir tutku hâline gelmiştir. Arayış içindeki kişi artık tamamen Tanrı'nın el­lerindedir. İşte gizemli geçidin sırrı (seyrin sırrı) budur. "Yeryüzündeki nurun özü senin için can atar, senin nurunla etkileşime geçer ve senin nuruna doğru alçalır." Sonunda müridin nuru ile Tanrı'nın nuru kaynaşır ve tek bir nur hâline gelir. Şeyh ile olan ilişkinin ikiliği de böylece sona erer. Mürit, şeyhi ile bütünleşir ve kalpleri birlikte erir. Müridin üst benliği şeyhinin benliği ile birleştiğinde artık eğitimin sonu gelmiş olur.
Sh: 151-153
Tasavvuf yoluna düşmüş kişi, Allah ile birliği yakalamış olan şeyhi ile birliği yakalamak için sürekli bir içe çekiliş hâlini arar (Fena fiş-Şeyh). Şeyhinden sonra bir insan olarak değil, bir öz olarak peygamberi ile kaynaşır (Fena fil-resul) ve en sonunda Allah'a ulaşır (Fena fillah). Tüm bu süreç bir ömürdür. İlk basa­mak olan şeyh ile kaynaşma ise en zor olandır: "Şeyhinle bir ola­bildiğin andan itibaren gerisi için çaba göstermene gerek yok­tur." Şeyhle bir olmadan önce ise büyük bir çaba gereklidir. Çünkü bunu başarmak için şeyhin tüm isteklerine teslimiyet ge­rekir. Bu Allah'ın isteklerine tam bir teslimiyetle teslim olmanın ilk basamağıdır. Teslimiyet, teslim olana kadar en zor şey olma­sına rağmen, teslim olduktan sonra da en kolay şeydir. Çünkü ego benlikten önce kendinden vazgeçmek zorundadır. Bir kalp­te ikisi bir arada yaşayamaz, ya ego ya da benlik kalmalıdır. Ego bir kez teslimiyeti öğrenirse artık teslimiyet, yönetimi ele alır. "İlâhî şeyler için nasıl bir çaba gerekebilir ki?" maneviyat için en büyük engel olan şeyin üstesinden, Allah ile bir olmuş şey­hin isteklerine razı olunarak gelinir.
Sûfi olmak için tüm endişelerden vazgeçmek gerekir; çünkü endişelenmemiz gereken kendimizden daha kötü bir şey yoktur. Kendinle meşgul olduğun zaman, Yaradan'dan ayrılırsın. Al­lah'a giden yol tek basamaktır; o da kendinden vazgeçmektir."
Bir dostumuz şeyhi ile karşılaştıktan hemen sonra bu tesli­miyet noktasının vurgulandığı bir rüya görmüştü:
"Evin dışına çıktım ve caddede şeyhimle karşılaştım. Parma­ğıyla beni işaret ederek kısık bir sesle: "Artık seni kontrol eden sen değilsin, benim." dedi."
Teslim olmak, çok rahatsız edici bir süreçtir çünkü egonun kıymetli özerkliğinden vazgeçmesini gerektirir. Bu ölümdür ve aynen fizikî ölüm gibi refakatinde ötelerin bilinmezliğine dair derin bir korku getirir. Fakat bu iki çeşit ölümden birine karşı geliştirilen korkusuzluk, diğerinden de korkmamamıza yardım­cı olur. Bu yüzden de, Allah'a teslim olmuş bir şeyhe teslim ol­mak, teslim oluşu mürit için daha kolay bir hâle getirir. Şeyhin varlığı içsel güvenliği sağlar fakat bu ancak nihaî bir teslimiyet­le mümkündür. Bu yolla şeyh, müridini bu dönüşüm süreci bo­yunca gizliden gizliye destekler.
Teslimiyet, özde o dıştaki şeyhe karşı değildir. Her insan gi­bi şeyhin de hataları vardır; fakat Tanrı'nın nuru şeyhtedir ve bu nur müridin kalbinde saklı olan nur ile aynı nurdur. Şeyhteki nura teslim olarak mürit; kalplerimiz içindeki üst benliğin nuru­na da teslim olmuş olur. Çünkü yolun başlangıcında müridin nuru, direkt algılanamayacak kadar gizlidir ve ancak şeyhinin kalbindeki aynaya yansımasıyla kolayca görülebilir.
Şeyhe teslimiyetin amacı, kişinin kendi nuruna teslim olma­sıdır bu yüzden benliğinden bağımsız (egosu Allah'a teslim ol­muş) olan, "var olmayan" ve yoldan çıkmaksızın müridin Üst benliğine ayna olacak bir şeyh bulmak çok önemlidir. Hintli bü­yüklerden Anandamayi Ma, guru gibi bir önder bulmanın ne kadar önemli olduğunu şöyle anlatır:
"Gerçek bir guru bulmak lütuftur. Kişi onun tavsiyelerini ko­şulsuz yerine getirmelidir. Gurunun söylediklerini hürmetle uygularken, onu mutlu ederken onun kişiliğine bağlanmamalıdır. Hakiki bir guruda; olması gerektiği gibi kendisinin sadece bir vesile olduğunu vurgulayacak ve kişiliğine göste­rilen büyük saygıyı desteklemeyecektir. Hâlen ego bilinciyle hareket eden ve kişiliğine rağbet edilmesine izin veren guru gerçek bir guru değildir."
Hakikatten uzak bir guru bulma tehlikesi, İlâhî bir kuşatma ile çevrelenmiş bir boşluğa teslim olmaktansa, kişisel isteklerine uyan bir öndere teslim olmaktır. Keza, mürşidin ego dönüşü­münün gerçekleşeceği yer o boşluktur.
Sh: 153-155
Şeyh ile olan ilişkinin önemli bir bölümünü genellikle yan­sıtma süreci oluşturur. Şeyhin baskın rolü, müridini birçok fark­lı bir yansıtma biçimine karşı kuşatır. Bu yansıtmalardan en sık görüleni ise üst benliğin yansıtılmasıdır. Üst benliğimiz oldukça korkutucudur, ışık saçan dinamik yapısıyla kendimizin bir par­çası olarak kabul edilmesi oldukça zordur. Genellikle bu içsel bilgeliğe ya da altıncı hisse sahip olduğumuzu biliriz. Oysa bu­nu; üst benliği bilgelik ve nurla dopdolu şeyhe yansıtmak daha kolaydır. Önceleri bilinmeyen bu yansıtma sayesinde, başka bi­rine aitmiş gibi görünse de kişi kendi bilmediği yönlerine vakıf olur. Mürit, üst benliğini şeyhe yansıtması sayesinde kendi İlâhî nuruyla bir ilişki kurmayı başarır. Bu durum, genellikle şeyhin üst benlik olarak şekillendiği rüyalarda aşikârdır. Şeyhiyle olan ilişkisi sayesinde, mürit benliği ile bağlantı kurmayı ve ona ya­kın olmayı, kendi içsel varlığının gerçek doğası tarafından bo­ğulmadan başarır.
Fakat öyle bir an gelir ki, artık bu yansıtma bir sınırlanma meydana getirir. Bu an, kendi kutsal varlığımızı tamamen bilir hâle geldiğimiz ve şeyhi aracı kılmaksızın üst benliğimiz ile iliş­ki kurup onunla yaşamayı öğrendiğimiz andır. Kendisine "artık kontrolün kendisinde olmadığı" söylenen dostumuz bu rüya­sından bir yıl ya da daha fazla bir zaman sonra şu rüyayı gördü:
"Küçük bir grup insanla birlikte oturuyorduk. Şeyh bize şu soruyu sordu: 'Bana artık gereksinim duymamanız için, da­ha neye ihtiyacınız var?"'
Şeyh, gemici gibidir; müridine maddî dünyadan manevî dünyaya geçişte yardımcı olur. Fakat mürit bir kez maneviyat sahiline ayak bastığında artık gemicinin işi bitmiş olur. Artık arayıştaki kişi gemiyi ardında bırakmalı ve sağlamca kendi ayakları üzerine basmalıdır. Keza, yolculuk bitmemiştir, yollar sonsuzdur. Bahaeddin Nakşibendî'nin sözleriyle:
"Amaca ulaşmayı anlamlı kılanlar biziz. Müritlerimizin kendilerini bizden ayırıp, sadece amaçlarını düşünmeleri gerekir."
Maneviyat yolunda, dış ilişkiler sınırlandırılmışlardır. Dışta bulunan şeyh sadece içte bulunan şeyhi işaret etmektedir. Kişi­nin kendi varlığının yapısı Tanrı ile birdir. Zen geleneğinde şöy­le söylenir: "Yolda Buda'ya rastlarsan onu öldür". Arayışına de­vam eden kişi "yalnızlıktan yalnızlığa" yolculuk eder. Zira dışta bulunan şeyhine karşı hiçbir güvencesinin olmadığı bir mertebe­ye ulaşmalıdır, o yansıtma kendi içine kapanmalıdır. Grubumuz­daki birçok kişi rüyalarında şeyhimizin öldüğünü görürler. Bu her zaman, şeyhe yönlendirilen yansıtmaların ölümünü ve yan­sıtılmış her ne varsa onlarla bütünleşmeyi temsil etmektedir. Şeyhi birkaç yıl önce fiziksel olarak ölmüş olan bir dostumuz, rü­yasında şeyhi Babayi'yi bir sandalye üzerinde ölmüş gördü. Ve sonra şeyhi tekrar canlandı, dostumuz şeyhine sordu: "Siz; öl­dükten sonra dirilen çok büyük bir yogi olmalısınız". Şeyhi ise şöyle cevap verdi: "Ben büyük bir yogi değilim, ben senim."
Bir şeyhin yapacağı şey, bizi kendimize dönmemiz için yön­lendirmektir, bizi ikilikler dünyasından uzaklaştırıp benliğin birliğine götürür. Şeyh öldüğünde bu ilişkinin sonu değildir sa­dece ilişki bir dönüşüm yaşar. Bu dönüşümde ikilik birlik için­de erir. Şeyh ve müridi bir potada erirler ve böylece arayıştaki kişi aslında hep varolmuş olanı, bir ilişkinin gerçek doğasını an­lar. Çağrı ve yankı birdir. Şeyhin nuru arayıştaki kişinin nurunu çeker; fakat aslında onu uyandıran ve kendine çeken tek bir nur vardır. Bu, kalpte "nur üstüne nurdur".
Sh: 155-157
Şeyh, müridin önce bir göz atıp sonra daha da tanışıklaştığı, sonrasında ise kendi gerçek benliğini algıladığı bir ayna gibidir. Şeyh çok öncelerden görür müridindeki içsel potansiyeli... Ve dış görünüşü her ne olursa olsun direkt olarak onun özüne nü­fuz eder. Hakiki bir şeyhin müridiyle ilişkisi özden öze bir sev­gidir. Bu asla değişmeyecek; fakat her zaman tamamlanacak bir ilişkidir:
"Şeyhe duyulan sevgi azalmaz da çoğalmaz da... Onun için en başla en son aynıdır, bu kapalı bir döngüdür. Şeyhin mü­ridine sevgisi artmaz, fakat mürit için bu oldukça farklıdır, o bir döngüyü tamamlamak zorundadır. Zaman geçip, mürit ilerledikçe şeyhini kendisine daha da yakın hissetmeye baş­lar. Oysa şeyh daha yakın değildir; o her zamanki yakınlığındadır fakat mürit bunu bilmez."
Şeyh talebesini bütünüyle kuşatır, onu karşılaştırmalara ya da yargılamalara tabi tutmaksızın bir bütün olarak kabul eder.
O, talebesini bulunmakta olduğu yerinden alır ve yansıtma sü­reci boyunca kendisinin ardında takipte olmasını sağlar. Talebe­nin tüm potansiyelini gördüğünden, talebenin sahip olabileceği her türlü benlik kuşkusuna aldırmaz görünür. Talebe, başarısız­lığa uğramış ya da yoldan çıkmış gibi görünse de üstadı onun manevî yeteneğine -Allah tarafından doldurulma yeteneğine-güvenir ve bu inancını talebesi bunu kendince anlayana kadar emin bir şekilde taşır. Üstad, talebesini asla geri çevirmez; tıpkı Allah'ın insanoğlunu hiçbir zaman geri çevirmediği gibi... Çün­kü bizler Tanrı’nın birer parçalarıyız.
Zamanla üstad sanki talebesini reddediyormuşçasına daha sert ve acımasız davranmaya başlar; fakat bu sadece talebesinin olgunlaşmasına yardım etmek içindir. "Şeyh, hoşgörüsüz olma­lıdır, çünkü müridinin en yüksek mertebeye ulaşmasını ister". Talebe, gerekli olduğu anda üst benlik yansıtmasını geri çekemi­yorsa ve eğer şeyhine fazla bağımlı hâle gelmişse şeyh talebesi­ni kendi hâline bırakma ihtiyacı duyar. Tasavvufta talebe gru­bun dışına atılabilir ve aynı geleneğin gerektirdiği gibi, bu kişi grubun diğer üyeleri tarafından da yalnız bırakılır. Böylece kişi kendi manevî gücünü algılayabilme imkanına sahip olur. Eğer grubun bütün üyeleri üstadları üzerine fazla yansıtmalarda bu­lunuyorlarsa, üstad gelenekte de olduğu üzere yok olur. Bir gün insanlar gelirler; fakat artık orada hiç kimse yoktur. Hiç kimse üstadın nereye ne kadar süreyle gittiğini bilmez. Bu iki hafta, iki ay hatta bir yıl bile olabilir. Sonra, doğru zaman geldiğinde ve grup kendilerine dayanmayı öğrendiğinde üstad tekrar ortaya çıkar. Dışta bulunan güvensizlik ortamı ile kişi yüksek derecede bir içsel güvenliğe ulaşmayı başarır.
Üstad, her zaman dışsal kısıtlamalardan uzak olmak zorun­dadır, böylece her an işaretleri takip edebilir, bunun anlamı bir konferansı tam orta yerinde kesip bırakmak ya da en çok ihtiyaç duyulduğu anda insanları terk etmek de olsa... Bu zaman dili­minde talebe bütünüyle teslimiyet içinde olursa, üstadıyla iliş­kisi daha da güçlenmiş olur. Dışsal bir yok oluşta üstad, aslında içsel olarak daha bir varlığını hissettirir. Dış dünyadaki terk edilmişlik hissi ile talebe aslında her daim var olmuş olan manevî bağın farkına varır.
Sh: 157-159
Üstad figürü, -her ne kadar-egodan bağımsız olsa da arayışçının üst benliğini yansıtışı söz konusudur ve bu durumda da bu yansıtmanın yakalanması ve geri verilmemesi gibi bir tehli­ke söz konusudur. Egoyu memnun edebilecek belli bir güce sa­hip kişiye yönlendirilen üst benlik yansıması onu kuşatır. Eğer bu olursa, üstad bu yansıtmanın geri dönmesini istemeyecektir ve daha da kötüsü hilekar ve ustaca talebesine kendisine bağlı kalmasını empoze edebilecektir. Üstad ile olan ilişkiye psikolo­jik bir analiz yapacak olursak üstad bir "nakil aracı" dır. Üstad, arayışçının yansıtmalarını taşır, fakat biraz önceki analizden farklı olarak bir karşı nakil söz konusu olmamalıdır, (üstaddan öğrencisine ulaşan bir yansıtma var olmamalıdır.) Üstad; üstad rolü ile ilişkilendirilmemelidir ve mürit de öğrenci rolünü algılamamalıdır. Arayıştaki kişi özgür bırakılmadır.
Eğer üstad, üstad rolüyle bir şekilde bağdaşmışsa, yansıtma­ların kırılma vakti geldiğinde müridini reddedemeyecektir. Po­zisyonundan kaynaklanan prestijinden dolayı egosu herhangi bir şekilde mutlu oluyorsa; gerekli olduğu anda grubunu terk edemeyecektir. Tasavvufta, tek bir kişinin ya da bütün grubun potansiyellerini anlamaları için yakalanması gereken anlar var­dır. Gerçek bir önder hem bütünüyle kuşatan ve hem de bütü­nüyle özgür bırakandır. Çünkü o an geldiğinde, doğru zaman geldiğinde, o kişisel ilgilerinden uzak olarak tereddütsüz dav­ranmalıdır. Çoğunlukla üstad, zamanında anlamadığı bir işare­ti izlemek zorundadır ve bu yüzden arayışçının en sevdiği şeye bile karşıymış gibi de görünebilir.
Kişinin, benliğinden kurtulamamış bir üstadının olmasının bu gibi tehlikeleri olmasıyla beraber, en önemli olan talebenin davranışlarıdır. Hayatın getirdiklerini kabul etmede yeterince düşünen ve yeterince mütevazı olan biri için her türlü kırgınlık duygusunun ötesine geçmek için yanlış üstad, doğru üstada yö­nelen bir basamak olabilir. Aslında, yanlış bir üstad ile bile kişi Tanrı'yı anlayabilir:
"Kişi, farkında olmadan yanlış bir üstad bulmuşsa ne olur? Bu ilk bakışta talihsizlik gibi görünüyorsa da kişinin üstadı­nın yanlışlarını fark edeceği bir zaman gelecektir ve sonra ki­şi hakiki bir önderi nasıl keşfedeceğini kesin olarak bilecektir. Bundan başka düşünülmesi gereken bir seçenek daha vardır. Üstaddan daha önemli olan şey; kişinin kendi davranışları­dır; çünkü nihai anlamda kimse kimseye benlik algısını kazandıramaz. Onu bulmak zorunda olan kişinin kendisidir. Yani, samimî bir arayışçı, üstadının ardındaki Tanrı'yı görür, üstadı gibi kendisi de kusurlara sahip olabilir ama sonunda üstadının ötesine geçip Tanrı'ya ulaşmayı başaracaktır."
Yansıtma süresi boyunca talebe üstadını en derindeki arzula­rının simgesi olarak görür. Eğer kişi bu simgeye kâfi miktarda inanç duyuyor ve arzusunda doğru yerde duruyorsa, kendi öz cevherini bulmak için bu simgenin ötesine geçebilecektir. Yansıt­manın kendisine dönük olan yüzünde kendi gerçek yüzünü gö­rebilecektir. Fakir, yaşlı bir Hintli kadın vardı. Hasta oğlunu zi­yaret etmek istiyordu. Fakat oğlu, kabarmış nehrin diğer tarafın­da yaşıyordu ve geminin kaptanı onu diğer tarafa götürmüyor­du. Nehrin kayalıklarında ise, bir Brahman büyüğü sihirli bir tö­renle ateş seremonisi yapmaktaydı. Fakir kadın ona yaklaşarak nehri geçmek için ondan sihir istedi. Brahman gizli seremonisini kesmek istemiyordu; çünkü keserse zorlaşan sihrini tekrar oku­mak zorunda kalacaktı, kadını bir an önce başından savmak için; "Sadece sürekli 'Ram, Ram' diye tekrar et nehri geçersin" dedi ve büyüsüne geri döndü. Akşam güneşin batınımda Brahman gizli seremonisini bitirmiş nehrin kıyısında oturuyordu. Yaşlı ka­dının tekrar kendisine yaklaştığını görünce şaşırdı ve kadının simasındaki mutluluk ve hürmet ona daha da şaşırtıcı geldi. Ka­dın onu başıyla selamladı ve; "Ey Ulu insan, olağanüstü güçlerin ne kadar büyük, 'Ram, Ram' diyerek nehrin içinden geçtim, oğ­lumun yanında kalıp onunla ilgilendim. Gene o kutsal dizeleri tekrarlayarak nehirden geçip geri geldim Sana bu kutsal yardı­mın için teşekkürlerimi sunarım." Brahman yaşlı kadına hayret ve şaşkınlıkla baktı. Kadının kendisine olan olağanüstü inancı onu kabarmış suların arasından nehrin karşı tarafına geçirmişti. Kadının teslimiyetini ve inancının kuvvetini duyumsadı.
Sh: 159-161
BENLİĞİN ÇAĞRISI
Ustad, talebesinin ego dünyasından benliğin daha geniş bo­yutlarına geçmesini sağlayan bir basamaktır. Üstad ile olan iliş­ki sayesinde üst benlik bilincimize daha yakın bir yerlere getiri­lir ve ego onun yaydığı titreşimlere uyum sağlar. Arayıştaki ki­şinin ilgisi yavaş yavaş benliğe kayar, içinden gelen işaretleri an­lamlandırarak, daimi bir dinleyici olarak yaşamayı öğrenir.
Benlik, varlığımızın çekirdeğidir. "Küçükten daha küçük" olup kalpte saklandığı hâlde o, vücudun her organını kuşatan ve her organa ve insanoğlunun bütün yapısına nüfuz edecek ka­dar "büyükten daha büyük"tür. O, egoya sürekli mesajlar gön­derir, hedefi işaret ederek onu yönlendirmeye çalışır. Fakat kişi maneviyatla ilgilenmiyorsa, algıladığı dünyayı tek parça olarak görüyorsa, ego kendisini bu içsel rehberden gelen dalgalardan koparır. Bir dostumuza rüyasında bu hâl, şöyle seslendirildi:
"Güçlü bir ego algısına sahip insanlar işaret edilen hayata geçe­mezler. Çünkü onların yaşamlarını egolarının istekleri yönetir ve bundan dolayı başka bir şeyin onlara yön vermesi imkansızdır."
Eğer ego kendisinden daha üstün bir bilinçten habersizse, ego ile benlik arasından hiçbir içsel iletişim yok demektir. Ben­lik hâlâ egoyla iletişim kurmaya çalışmaktadır ve sınırlı pers­pektifinden sıkılan kişi kendi içindeki sınırlılığı bilmeksizin, za­man dünyasında mahpus kalmıştır, ölüm ve yaşam zıtlığı ara­sında zincirlenmiştir.
manevî yaşamın başlaması, kişinin ilgisini illüzyonlar dün­yası olan dış dünyadan uzaklaştırıp, Benlik çağrısını dinlediğindedir:
"Sana uzaklardan sesleniyorum,
İlk günden beri seni çağırıyorum.
Asırları geçerek sana ulaşıyorum,
Zamanın sonsuzluğundan,
Çağırıyorum, çağırıyorum...
Her zaman...
Sesim sesinin bir parçasıydı,
Fakat sesim sana cılız geldiğinden onu nadiren duyabiliyorsun.
'Bilmiyordum' diyebilirsin.
Fakat bir yerlerden hatırlıyorsundur,
'Duymadım', 'Nedir o, hani nerede' dersen,
Bir yerlerden duymuşsundur sen, aşağılardan, derinlerden bilirsin sen.
Ben her zaman olduğu gibi senin içindeydim ya,
Ben hiç kaybolmamacasına içindeyim.
Kim bu çağıran desen de,
Bu kim diye düşünsen de,
Nereye kaçacaksın? Söylesene?
Kendinden kaçabilir misin?
Ben, senin için tek olduğum için,
Bir başkası yok.
Sözün de, ödülün de benim.
Cezan da, arzun da Ve hedefin de benim..."
Dinlesek de, dinlemesek de benliğimiz hep bize seslenmek­tedir. Bu sesleniş dostça bir çağrıdır ve bizi menzile götürecek olan yol odur. Fakat, bir İran şarkısında da söylendiği gibi bu aynı zamanda cezamızdır da... Benlik; egonun düşmanıdır, onun teslim olmasını ister durur. Bu yüzden ego bizi, ölümüne sebep olacak bu yola asla teşvik etmez. Sadece o istediği için içi­mizden gelen sesleri dinleriz: "Allah kimi isterse onu nuruna ulaştırır." Birisi Rabia'ya şöyle dedi:
"Bir sürü günah işledim., eğer tövbe edip Tanrı'ya dönersem, beni bağışlar mı?"
"Hayır" dedi Rabia. "Ancak o sana dönerse sen de ona döne­bilirsin."
Sh: 161-163
Mürit şeyhine dâhil olduğunda aslında Allah ile bir olur. Öz­de ne mürit vardır ne de mürşit, ne âşık vardır ne de maşuk, sa­dece kendini açığa veren bir ışık vardır. Bu açığa çıkış kalpte olur çünkü kalp; müridin, şeyhin ve Tanrı'nın buluşma mekânıdır. O, kalpten kendisine seslenir; nur nuru çağırır, nur nuru uyandırır, nur nura gark olur. Mürit kalbindeki birliği daha çok sağladıkça, bu sürece kendisini daha da kaptırır. Anlatacağımız rüyada son imge nurdur:
"Şeyhimin avlusuna girdim ve onun diğer tarafta oturmakta olduğunu gördüm, malasını (bir çeşit tespih) bir kap suya batırıyordu. Onun yanma gittim ve kabın içine baktım, ne kendi yüzümü, ne şeyhimin elini ve ne de malayı gördüm, görünen sadece nurdu.
Şeyh, tespihinin tanelerini parmaklarıyla oynatarak dua eder. En derin yakarış, kelimelerden uzak olandır, sessizce içi Tanrı ile dolan bir boşlukla birleşmedir. Şeyh kendisini yakarışa kaptırdığında, mürit de duanın bir parçası hâline gelir çünkü şeyhin –bir-oluşu müridin kalbine yansıtılır. Kabın içine baktı­ğında dostumuz bu yansımanın gerçek doğasını gördü. Ne ken­di yüzü, ne şeyhin eli ve ne de mala... Sadece nur vardı. Hıris­tiyan mistisizminin azizlerinden John Ruysbroeck'in deyişiyle:
"Burada hiçbir şey yok, sadece bu nurda, bu nurla ve bu nu­run içinde parlayan sonsuz bir görüş var."
Sh: 176
Yaradan ile olan ilişki egomuza ya da şahsiyetimize ait bir ilişki değildir. Bu ilişki ruhî ve öz bir ilişkidir. Arayış içindeki ki­şinin bilinci bu serüveni ancak düşünerek tecrübe edebilir. Kal­bin dramı, düşünme yoluyla ve manevî çalışmalardaki ilerleme­lerle rafine edilmiş, boşaltılmış olan akla yansır. Fakat gece bobin dramı, düşünme yoluyla ve manevî çalışmalardaki ilerleme­lerle rafine edilmiş, boşaltılmış olan akla yansır. Fakat gece bo­yunca, aklın bilinç düzeyi uykudayken, kalp rüyalar yoluyla kendini dile getirmeye muktedir hâle gelir. Bu çeşit rüyalar, ef­saneler gibi, ruhun şiirleridir. Bazen bu rüyalar belli bir sıra hâlinde bütün hayatımızı yansıtırlar. Bu durum şimdi anlataca­ğımız rüya için de geçerlidir. Rüyayı' gören kişinin "geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki" iç dünyasını yansıtmaktadır:
"Modern görünüşlü bir eve girdim; fakat evin dışıyla içinin çok farklı olduğunu görünce hayretler içerisinde kaldım. Evin içi eskiydi. Orta Doğululara ait tarif edilemez güzellik­te bir saraydı bu... Kralın emriyle çağırılmıştım. Onun metresiydim, doğru tarzı elbiseler giydirilip, mücevher ve par­fümlerle süslenmiştim.
Kralın yatak odasına girdiğimde kralı yatağında yatıyor hâl­de gördüm. Yaklaşmam için bana işaret etti ve ben de onun yanma gittim. Zayıf ve yaşlıydı, bu anın onun son anları ol­duğunu biliyordum. Orada, benden sadece ona sarılmamı ve ona bakmamı istedi. Bir nesne gibiydim. Aniden kapıdan sol tarafıma doğru coşkulu bir rüzgâr esti ve yatak dile geldi. Bana: "Hayatım boyunca kazandığım her şeyden vazgeçme­mi" söyledi. İçinde bulunduğum durumdan, davranışlarım­dan, çaldıklarımdan, ailem ya da diğerleri tarafında bana ve­rilenlerden... Tek tek sahip olduğum her şey benden ayrıldı ve geldiği yere geri gitti. Sonunda tamamen çıplak kalakal­dım.
Sonra bir ses, bana tanrılar tarafından hediyeler verile­ceğini söyledi. Her tanrı tek tek çağırıldı ve hediyeleri veren tanrı ya da tanrıçaların isimleri bana söylendi. Bu harika hedi­yelerle manevî olarak giydirildim. Tamamen ışıkla doldum ve hayatımda ilk kez bedenime baktım. Onun çok güzel, pırıl pı­rıl ve aşkla dolu olduğunu gördüm. Çıplak olmanın endişesi kayboldu; çünkü artık insanların bana baktıklarında ya sade­ce bir ışık göreceklerini ya da o ışıktan yansıyan ışıkta kendilerini göreceklerini biliyordum.
Sonra yaşlı kralın (babammış), bana verdiği yüzüğü çıkardım. O an bana gümüş burmadan dört tel gösterildi ve sonra sahilde hayret ve şaşkınlıkla çok hoş altın bir tel bul­dum. Onu neredeyse fark etmeyecektim çünkü uzun zaman­dır aynı yerde olduğundan matlaşmıştı. Onu aldığımda, onun aslında ateşle dolu bir uçurumun üzerinden uzanan bir köprü olduğunu fark ederek titredim, manevî olarak gark ol­duğum tanımlanamaz bir aşk hissiydi bu.
Sonra sihirli bir şekilde daha önceden tanıdığım ve evleneceğim kişi olduğunu bildiğim prensin yatak odasında buldum kendimi. Ve bildiğim bir şey daha vardı: -Yaş sırala­masında en büyük olanın kral olması hükmü gereğince o yakında kral olacaktı. Onun odadaki varlığını hissedebiliyor; fakat onun yüzünü göremiyordum. O ise yanına gitmem için beni bekliyordu.
Bu rüyadan heyecanlı bir şekilde menzile, varılacak olan yere gidiyordum. Fakat sonra rüyamı yazarken büyük bir keder, özlem dolu bir ayrılık acısı beni sardı. Bu rüya geç­mişin, bu günün ve geleceğin rüyasıydı."
Rüyada geçen olaylar, ruhun sesinden gelen, kendisine has bir ahenge sahip. Fakat tabir edilirse, rüyanın içsel zenginliği daha iyi anlaşılır. Çünkü bu çeşit rüyalar bize, geçmişin motifle­rinden gelip bizi onun ötesine götüren ruhumuzun içyapısını öğretirler.
Sh:29-31
Bu rüyada, rüyayı gören kişi, aslında kendi ruhunun evine girmekte, binanın modern görüntüsünün içindeki eski ve talar, kraliçeler, prensler, prensesler, büyüleyici güzellikteki ka­dınlar ya da erkekler olduğu peri masallarına benzer.
Rüyayı gören kişi kralın metresi konumundaydı. Kadınların takmaktan zevk aldıkları mücevherler takıyor ve parfümler kul­lanıyordu. Kral, rüya sahibinin gerçek hayattaki erkeklere dair sahip olduğu fikirleri simgelemekte ve daha sonra rüya sahibi­nin babasıyla ve kendi yaşamıyla özdeşleşmektedir. Zira bizler ebeveynlerimizden sadece fizikî özelliklerimizi değil, davranış şekillerimizi ve onların hayata bakış perspektiflerini de alırız. Onların değerleri bizim de değerlerimiz olur. Rüyada, rüyayı gören kişi kralın metresiydi. Bu, rüya sahibinin gerçek kadınsı hislerini bir başkasının kullanmasına izin verdiğine işaret et­mektedir. O, kadınlığına ait kollektif bir söz vererek, yüzyıllarca saygı göstermesi gereken bir baskıya itaatkar olmaktan acı çek­mektedir. Bugünün çoğu kadını ve koyu feministleri de, içlerin­deki kraliçelik arzusunu ataerkil toplumlarda bir mihrap gibi kötüye kullanmaktadırlar. Bu baskının arka planında ise, kadını erkeklere karşı itaatkar yapan daha güçlü ve içsel bir sebep; ka­dınlık hislerinin bastırılması yatar. Böylece içsel bilgelik ve ka­dınlığın yaratıcı sırları gizlenir, unutulur ve geride hatırlanan sadece erkeklerin dıştan gelen müdahaleleri olur.
Kralın yatak odasına girişte, rüya sahibi metres rolünü oy­nuyordu. Fakat içten içe farklı bir anlam söz konusuydu. O kra­lın yaşlı ve zayıf olduğunu dahası hayatının son anlarını yaşadı­ğını biliyordu. Yaşlı ve zayıf kral, güçlü bir efsanevî simgedir. Grail'de çok iyi bilinen "balıkçı kral" hikayesinde, kralın güç­süzlüğü ve zarar verici tutumları krallığın harabeye dönüşmesi ile sonuçlanıyordu. Anlattığımız rüyadaki "harabe" motifi bu­rada, rüya sahibini kendini bir nesne olarak tanımlamasında gizlidir. Bir ilişkide, sadece bir nesne olmak, kişinin en değerli olan şeyini, kendi öz benliğini inkar etmesi anlamına gelir. Bir nesne için, içten içe bir pişmanlık duygusundan başka gerçek bir ilişki söz konusu olamaz. Kişinin kendisine değer verilmez­se, kişi ihmal edilmiş, yalnız bırakılmış olur. Gerçek bir anlaşma yoksa, yaratıcılık da olmaz, doğacak hiç bir yeni şey yoktur. Bu, maddî dünyadaki insan ilişkileri için ne kadar geçerliyse manevî dünya için de o kadar geçerlidir. Yani manevî aynada ve maddî aynalarda görüntü aynıdır. Kralın zayıflığı, rüya sahibi­nin kendi benliğine dair tutumundaki yetersizliğidir. Bundan dolayı, kral her ne kadar güç ve iktidar kavramlarını hatırlatı­yorsa da, manevî bir gelişme meydana gelmeyebilir ve bu du­rumda doğacak hiçbir yeni şey de yoktur.
Genellikle ruhî bir sürecin yapısını öğrenmemiz, o sürecin bitimine rastlar, ki bu da yatağında son demlerini yaşayarak ya­tan kralla paralellik arz eder. Rüyayı gören kişi, ilişkideki kısır döngüyü görüyordu, sonra sol taraftan coşkulu bir rüzgâr esti ve iç dünyası sonsuza dek değişti. Rüzgâr, manevîdir ve canlılık getirir. Uzaktan esen manevî güçler ve geçmişe ait olaylar sol yandan, bilinçaltından eserler. Böylece manevî değişimlerin to­humları ruhun derinliklerine ekilir; bu tohumlar bilincin ışığın­dan gizlenirler. Kalbin en iç odacığındaki "gerçek bahçıvan" bu tohumlarla ilgilenir; çünkü bu tohumlar gerçek bahçıvanın ken­disini açıklamasıdır. Tohumlar bilinç yüzeyini zorlayarak, oraya ulaşıncaya dek orada filizlenir ve yetişirler daha sonra ise O (bahçıvan) kendisini açığa vurmaya başlar.
Rüzgârla birlikte yataktan-kadının kendisini krala teslim et­tiği yerden bir ses gelir. Rüyada duyulan ses her zaman "daha yüksek bir benlik" ten gelen sestir. Bu ses, rüya sahibine hayatın­da kazandığı her şeyi geri vermesini söylemişti. "İçinde bulun­duğu durumu, davranışlarını, çaldıklarım, ailesi ya da diğerleri tarafından ona verilenleri..." Hepimiz dünyaya maddî ve manevî çıplak olarak doğarız, fakat çok kısa bir zaman sonra dünyanın değerlerince giydirilir, ortamlarımızın ağırlıklarını yüklenir ve egomuzun istekleri tarafından tutuklanırız, manevî yaşam, bizden bu yükümlülüklerimizden kurtulmamızı ister. Bhai Sahib bu konuda: "Dünyaya çıplak gelir, çıplak gideriz, manevî önderin önüne geldiğin zaman da çıplak olmalısın" der. manevî önderin önüne geldiğin zaman da çıplak olmalısın" der.
Manevî yola ancak, kendi öz benliğinle ulaşabilirsin. Arayış­ta olan kişiyi bu yola hazırlayan içsel çalışmalar kişiyi, kendi benliğini kendisinden koruyan ve saklayan şartlanma katlarının yapısından sıyırır. Bu rüya çıplaklığın sırrını tanımlamaktadır. Ancak çıplak ve savunmasız olduğumuz zaman manevî hediye­leri kabul edebilir hâle geliriz. Dış örtülerimiz bizden uzaklaştı­ğında daha derin içsel yapımızı fark ederiz. Bu manevî hediye­ler, ruhun dünyasından gelen -Yunanlıların Olimpus tanrıçasına atfettikleri Dionysus'un açgözlü keyfini, Hecade'nin karanlık bilgeliği ve iyi güçlerini, Hestia'nın yakın içtenliğini, Ares'in tesbitlerini kapsayabilen orijinal hediyelerdir. Tanrıların hediyeleri boldur ve hepimiz bundan payımızı alırız. Fakat çoğu kez, bu paylar kişisel ruhumuzun gölgesi altında saklanırlar. Özümüz yalnızca çıplaklığımızda parlar. Bu kendi güzelliğimizi daha açık görebileceğimiz bir ışıktır. "Tamamen ışıkla doldum ve ha­yatımda ilk kez bedenime baktım; onun çok güzel, pırıl pırıl ve aşkla dolu olduğunu gördüm".
Sh:31-34

Giysisiz ne isek oyuz; anlaşılır, parlak ve güzel varlıklarız. Çünkü "Tüm Işıkların Kaynağı", "Tüm Güzelliklerin Aslı" ta­rafından yaratıldık. Her insan onun ışığının biricik göstergesi­dir, onun güzelliğinin biricik yansımasıdır. Ve yaradılış sırrının bir parçası olarak konunun kadınsı ilkeleri bu sırları cisimlen­dirir. Kadın, bu daha derinlerdeki benliğini keşfederken, bu sır­ra girebilir ve kendi bedeninin İlâhî güzelliğine şahit olabilir. Afrodit'in hediyesi olan güzellik tüm kadınlara aittir, bu rüya­daki tecrübe de bunu bildirmektedir. Eski zamanlarda, dini yı­kama ayinleri (vaftiz) ve bedenin süslenmesi, papazın tanrıçayı şereflendirmesi, Tanrı'nın kadınlara ait yönleriydi. Bu çeşit dini ayinler kadınların parfümlere karşı olan zaaflarını ve saçlarına verdikleri önemi de hatırlatır. Gençlik çağındaki kızların, bir parti için yaptıkları hazırlıklar, tören girişinin kalitesini ortaya koyabilir. Derin manevî yönünde ise, genç kız sadece kendini diğerlerine karşı çekici kılmaz, aynı zamanda da tanrıça fikrini şereflendirir.
Kadınlar, tanrıçanın uygun beslenme ve egzersizlerle onla­rın bedenlerini koruduklarının farkındadırlar. Yıkanma seremo­nilerini, kozmetikleri ve elbiseleri severler. Bu, sadece egonun memnuniyet duyduğu üstünkörü fiziksel bir çekicilik değildir, kadınlığın doğasına olan saygının dışa vurumudur. "Onun gü­zelliği benliği ile olan hayatî bağlarını sıkı tutar."
Hâl böyleyken, kadının kadınlığının bastırılmasıyla, bu gi­zemin kutsallığı kötüye kullanılmış olur. Benlikle olan bu bağ da kaybolur. Rüyayı gören kişi, kralın zevki için kendisini şık el­biseler ve mücevherlerle süslerken kadın bedeninin güzelliği, erkeklerin zevki için kötüye kullanılmış oldu. Kadınlar kendile­rine değer vermeyi kendi içsel benlikleriyle olan ilişkilerinde değil, erkeklerle olan ilişkilerinden öğrenirler.
O şartlardaki giyim şekline dönecek olursak rüya sahibinin keşfettiği şey "ilk olarak" gerçek doğasındaki bedeninin güzel­liğini görmekti. Bu "parlak ve aşkla dolu" bir bedendi. Aşk, ben­liğin özüdür ve güzellik, aşkın dışa vurumudur. Bir kadın âşık olduğunda güzelliğinin doruklarına çıkar. Pırıl pırıldır. Fakat en parlak olan kadın İlâhî aşkla yanandır. Ve bunun sonucunda ki­şi aşkın tezgâhında dokunmuş elbiselerle giydirilir:
Hâzineniz neredeyse, kalbiniz de orada olacaktır.
Bedenin ışığı gözdedir, eğer bunun da ötesinde, gözün bu dünyada tek ise, senin tüm bedenin ışıkla dolacaktır... Neden elbiseler seni düşündürür ki?
Ovadaki zambakları düşün, nasıl büyüdüklerini... Onlar ne zahmet verir, ne de

Şimdi sana söyleyeceğim şey bütün o saygınlığı ile Solomon'un dahi, bu zambaklar kadar gösterişli görünemediğidir.
Yaratıcı, bizi gerçekte olduğumuz hâl üzere ister ve bizler bunu varlığımızın özünde bildiğimiz için ondan önce çıplaklığı isteriz. Çıplaklıkta gerçek doğamızı öğrenmeye başlarız ve son­ra ilâhî gizemlerden biri ortaya çıkar. Elbiselerimizin altında bulduğumuz, ondan başkası değildir. Muhammed (sav.)'in de­diği gibi "Kendini bilen Rabbini bilir", manevî olarak ne kadar derinlere inersek, o kadar açık ve net olarak ayrılıklardan ve iki­lemlerden uzaklaşırız. Yaratıcı ile yaratılan birdir. Sadece ego­nun kışkırtması yüzünden ayrımları, farkları tecrübe ederiz. Bir sûfi şiirinde Hâfız der ki;
"Seven ile sevgilisi arasında örtü olmamalıdır.
Sen, kendince bir sanatsın ve bu senin kendi örtündür.
Ey Hafız! Hadi yoldan çık!"
Manevî çıplaklık, bizlerin en derin ve en doğal hâlidir. Elbi­selerimizi çıkarma sürecinde -bu dünyaya ait elbiselerimizi yoğun bir çaba gerekebilir. Çıplaklık ise, çabasız bir hâldir. Varoluş hâlidir. Arayışçı, tüm enerjisini kullanarak kalp aynası­nı cilalamaya çalışır. Kalbinin dış yüzeyini temizlediğinde, on­da kendi öz cevherini, doğmadan önce sahip olduğu ruhanîyeti görebilir. Bu aynada kişi aynı zamanda, İlâhî sevgilinin göz­lerinin ışığı olan kendi ışığını da görebilir. Bu görebilme yetisi bir hediyedir ve kişiye tek başına verilmez. Kalbin aynası onun tüm görüntüsünü yansıtır. "İmparatorun Yeni Elbiseleri" isimli hikâyede kralın çıplaklığı, onu görenler tarafından bir delilik ya da cahillik olarak görülmüştü. Sadece masum bir çocuk gerçe­ği görebildi: İmparatorun üzerinde hiçbir fazlalık yoktu... Ayni; bunun gibi manevî çıplaklık da cahilliği değil bilgeliği anlatır. Bu şekilde bakmasını bilenler, üzerlerindeki güzelliği de hastalığı da görebilirler. Elbiselerin ardındaki kişiliğin daha derin katmanlarındaki ışığı ve karanlığı da görebilirler. Sadece kendi gibi olmakla kişi, diğerleri üzerinde bir etkiye sahip olabilir.  Bakmasını bilenler, kendilerini gerçekte oldukları gibi görmeğe muktedirdirler.
Rüya sahibi, diğer insanların onun çıplaklığını göremeye­ceklerini, bakarlarsa da ya bir ışık ya da kendi yansımalarını gö­receklerini anlayınca, çıplaklığına dair endişeleri son buldu. Sonra, bu yeni çıplaklıkta, geçmişine ait en son nesneyi de çıkar­mayı başardı: Yaşlı kralın ona verdiği yüzüğü. Aynı anda rüya sahibi kralın kendi babası olduğunu da fark ediyordu. Babası­nın metresi olması, Oedipux Kompleksi'nin cinsel kimliğin ilk basamağı olan kızın babasına, erkeğin annesine aşkının bir gös­tergesidir. Bu bilinçsiz tepkide, babasıyla olan ilişkisi sayesinde kız çocuğu ilk kez kendi cinselliği ile, içgüdülerindeki kadınlık­la bir bağlantı kurar. Sonra bu yansıtma, genç kızın başka bir er­keğe âşık olmasıyla biter. Fakat bu durumda çoğunlukla, kız ço­cuğunun, babanın bir "anima" [hayat kaynağı, ruh can. ]figürü olmasıyla ilişkilendirilmesi ve "babasının küçük kızı"nın bir başka erkek yüzünden kaybedilmek istenmemesi söz konusudur. Gümüş, kadının rengidir ve dört de psikolojik bütünlüğün rakamıdır. Rüya sahi­bine bu ilk ilişkisinde verilmiş olan yüzük, rüyayı görenin kişi­sel bütünlüğünü sembolize eder.
Rüya sahibi için, toplumsal erkeklik figürünü temsil eden kral, gerçekte maddî zenginlik amacıdır. Babası tarafından des­teklenmesinde ve onun metresi olmasında, rüya sahibi asla ken­disine karşı dürüst değildi. Olmak istediği şey tarafından çevre­lenmişti, ancak gerçek doğasını yaşamıyordu. Bilinçli olarak bir taraftan babasının değerlerine karşı asilik yaparken, diğer taraf­tan da hâlâ onun kölesi gibiydi, hâlâ onun metresiydi. Fakat ruhî yapı sebepler teşkil eden kuralları tanımaz ve bu yolun karakte­ristiği hakkında Jung şöyle der: "En uzun yol aslında en kısa olandır". Kral, yani babası rüya sahibine aslında çok değerli bir şeyi, tüm kadınlığını vermişti.
Yüzük, her ne kadar onun kadınlığım sembolize etse de, ger­çekte dört burma gümüş tel, onun babasıyla yani kralla olan iliş­kisini gösterir, kadınlığı burma gibidir. Kendisine karşı dürüst kişini gösterir, kadınlığı burma gibidir. Kendisine karşı dürüst olamamış ve gerçek benliğinin telleri burma hâline gelmişti. Şimdi çıplak olarak ayakta durmaktaydı ve artık kralın metresi değildi. "Burma olmayan gümüşî ateşten dört tel" e sahip olma­ya artık muktedirdi. Ve sonsuz değere sahip olan şeyin altında "çok hoş, altından bir saç teline" sahipti. Aslında bu altın saç, kendisine çok önceden verilmiş İlâhî bir hediyeydi:
"Erkekler dünyasından henüz hiçbir iz yokken,
Hatırımda saçlarının bukleleri vardı,
Bir başıboşluk vardı bende, bilinmeze doğru...
İlk nefesi aldığımız andan beri,
Aşk yaşıyor içimizde
Kalbin gizli mahzeninde, bir kilitli hâzinede."
Hediye kutunun içinde tek bir saç teli vardı. Güzel bir altın saç figürü aşk belirtisidir. Hepimiz bu aşk belirtisini kalpleri­mizde taşırız, bununla birlikte derinlik saklıdır. Bizi menzile ulaştıracak olan da işte bu altın teldir. Menzilin yolu, âşık olan kişinin İlâhî aşkın katmanlarına geri dönmesindedir. Hepimiz, içimizde olan bu altın teli takip etmeliyiz. Bazen bu teli bulamadığımız da olur çünkü bütün dünyada ararız ama hiç "kalbimi­zin gizli mahzenine" bakmayız. Bazen de, rüyada olduğu gibi onu zar zor fark ederiz. Çünkü o "uzun zamandır gizlenmiş ol­duğundan donuklaşmıştır". Aslında o her zaman bulunmayı bekleyerek olduğu yerde durur. Nyssa'nın Gregory'si der ki: "Aşkın yolu, ateş dolu bir uçurum boyunca uzanan saç telinden bir köprü gibidir". Rüya sahibi de altın saçın bu köprü olduğu­nu algılamıştı. Bu algılama ile birlikte kalbi açıldı ve "tanımla­namaz bir aşk hissiyle" doldu.
Aşk, yaradılışın en mükemmel gücüdür. Arayış içindeki ki­şiyi değiştirecek olan, ayrılığın örtüsünü eriten enerjidir. "İhti­yacımız olan tek şey aşktır". Kalbin bu gücü bizi hayal dahi ede­meyeceğimiz yerlere götürür. Kalp, evren kadar büyüktür ve her şeyi içine alır. Peygamber'in sözleriyle: "Benim dünyam ve cennetim beni içine alamaz fakat kalbim -güvenilir uşağım be­ni içine alır".
Seven ve sevilen... Onların dansı yaradılışın dansıdır ve onla­rın buluşması tüm ikilikleri ortadan kaldıran bir kaynaşmadır. Bu buluşmada seven varlığından vazgeçer, "ego" yok olur. Akıl için bu bir "hiçlik" tir; fakat "hiçlik" aslında tam bir bütünleşmedir.
"Tam bir mutluluk ve coşkunluk hâliyle İlâhî sevgiliyle bir­likte olunan anlar vardır. Bu hiçliktir. Bu hiçlik sizi sever, si­ze cevap verir, sizi bir bütün olarak tamamlar ve işte bu bü­tünlükte hiçlik vardır. Bu bir nehir misali azalmadan akar. Bu harika, gizemli bir deneyim, olağanüstü bir coşkunluktur."
Cinsel haz, manevî sevgili ile birleşmenin bir yansımasıdır. İki insanın birleşmesinden de öte, her şeyin içine dahil edildiği, bedenin tüm organlarının mutluluk şarkısı söylediği, aşkın ken­di hiçliğinde erimektir.
Rüya sahibi, İlâhî aşk tılsımını bulmuştu ve bu onu "sihirli bir dönüşüm" ile prensin yatak odasına götürdü. Evlenmek üzereydiler ve sonra prens yeni kral olacaktı. Bu sihirli evlilik, her şeyi aşkın ellerine bırakan kutsal bir taahhüttür. Eski kralın hükmü sona ermiştir. Bütün kalan İlâhî sevgilinin gözlerindeki bakıştır, onun ellerinin dokunuşudur. O sonsuza dek birlikte ol­mak rüya sahibini beklemektedir. Kalbin içinde o her daim bek­lemektedir ve bize bildiğimizden daha yakındır:
"Ve o, seninle beraberdir,
Seninledir.
Sen, onu ararken
O, senin arayışındadır.
Sen; ona bakarken
O, senin bakışındadır.
Sana senden daha yakındır,
Senden daha yakın'
Rüya sahibi onu buldu, onun beklemekte olduğu yeri buldu, onun kendisini kollarına alacağı yatağı buldu. Prensin varlığını hissediyor ama onun yüzünü göremiyordu; çünkü o, gerçekte görünmez bir sevgiliydi. Kalıpların ve şekillerin dışındaydı. Sa­dece aşk dahi kendi başına kalıpların şekillerin dışındadır.
Rüya sahibinin prense olan aşkı, onu menzile ulaştıracaktır. Prens, rüya sahibi için "her şey" olacaktır ve aralarındaki aşk onları başka bir kalıba sokacaktır. Rüyadan uyandığında o bunu biliyordu, menzile gittiğini biliyordu. Fakat sonra büyük bir ke­der, özlem dolu bir ayrılık acısı onu sardı. Aşk şarabından bir yudum alan bu aşkta sonsuza dek kaybolur. Artık dünya acıyla döner. Kişi sadece bir yudum daha almak için her şeyi yapar ve hatta ölür. Ebu Sa'id ibn Ebi'l-Hayr'ın sözleriyle "Aşk, Tanrı'nın tuzağıdır ve ayrılık acısı kişiyi, varlığının son bulacağı noktaya kadar yavaş yavaş öldüren en son sadece Tanrı'yı bırakan bir ze­hirdir."

Sh: 34-40
Kederimin ve yalnızlığımın kaynağı gönlümün derin­likler indedir.
Bu, hiçbir tabibin çare bulamayacağı bir hastalıktır
Sadece gerçek dost ile bir olmak derdime deva olabilir.
Rabia
Kâinattaki her şeyin yapısında bir ikilik vardır; pozitif-negatif, erkek-kadın gibi... Aşkın erkekler açısından dile getiri­lişi "seni seviyorum" dur. Aşkın kadın ruhuna yansıması ise "seni bekliyorum, seni özlüyorum" dur. Sûfilikte aşk, kadınlar­da oluşan hissiyat gibi "özlemi ve bir kap gibi doldurulmayı beklemek"tir. Bu bekleyiş kişiyi menzile, İlâhî sevgilinin kolla­rına götürür.
Sh.50

Kimdir bu sabah kadar aydınlık, ay kadar ürkütücü, güneş kadar yakın ve sancağı elinde bir ordu kadar heybetli bakan?
Solomon'un Şarkısı
Hüzünlü, kaşları çatık bir yüzün ardında saklanan gölgeler, ruhun diğer kapılarını açan, iç dünyanın gizemli, efsanevî dünyasında bize yol gösteren izler olarak kabul edilir. Bir kadın için İlâhî Aşk, kendi içindeki (animusta) erkeksi yönde ortaya çı­kar. Daha önce bahsettiğimiz gibi bu aşkın, kor alev hâlinde ya­nan yollarında yürümek için ona güç kuvvet verecek olan ener­ji budur. Bir erkeğin ruhunda da İlâhî Aşk maskeli ve efsanevî bir şekilde ortaya çıkar. Erkeğin çekici ve büyüleyici kadınsı yö­nü, onu çok güzel ama çok meşakkatli derinliklere, kendi ruhu­na götürür.
Anima, bir venüs gibi bilinçaltı sularından doğar. Birçok farklı şekle girebilir, hem bakire hem de baştan çıkarıcıdır. Bir­çok erkek için o; erkeklerin en eski ve en güçlü tasavvurlarından biridir; her şarkı ve her şiir onun hürmetine yazılmış gibidir. Er­kek, onu ilk gördüğü andan itibaren "her daim onu sevmiş, iste­miş olduğunu" bilir. Ariadne gibi o kadın figürünün elinde de bir mum vardır ve erkeklere kendi bilinçaltılarının labirentli yollarında rehberlik edebilir. Kişiyi gizlenmiş varlığının özüne geri götürebilir. O kadın, erkek ruhunun içsel gizemlerini sim­geler. O kadınla olan beraberlikten Hz. İsa gibi bir benlik doğar. Birçok sûfi şiirinde anima Allah'ı çağrıştırır. Kadın güzelliğini İlâhî güzelliğin aynadaki yansıması olarak tasvir eder:
"Sevgilim, yeni bir ay gibi
Başını uzatıp
Kendisini gözümün önüne serdiği
Ve sonra çekilip gittiği zaman
Aşk ile çılgına döndüm.”
Kadın, hem yapıcı, hem yıkıcı bir varlıktır. Hayatı düzene sokan da odur, onu yok eden de o... Anima, onun karanlık yö­nündedir. O, erkekleri ruh sularına geri çeker ve orada onları boğup bırakır. Kişisel olmayan derinliklerde soğuk ve merha­metsizdir. Sadece güç arar, bütün gizemli çekiciliğini bilinci ze­hirlemek için kullanır. Keat bu kadını "Merhametsiz Güzel" (La Belle Dame Sans Merci) olarak tanımlar. Eldeki cesur kılıcın, o ka­dının güzelliği, uzun saçları ve vahşî gözleri karşısında nasıl bü­yülendiğini anlatır. O kadın o adam için "aşk şarkıları" söyler; onu "çiçek balları, çiğ kudret helvası ile besler ve garip bir dille ona kesin olarak 'onu çok sevdiğini' anlatır." Fakat o adam bir kez baştan çıktı mı, adamı terk eder . Ve o adam artık bütün rü­yalarında o kadının kendisini büyüledikten sonra nasıl perişan bir şekilde terk ettiğini görür:
"Soluk benizli krallar, prensler gördüm.
Ve soluk benizli savaşçılar, hepsi ölü gibi
"Merhametsiz güzel" diye bağırıyorlardı
Hath'ın esiri o.
Alaca karanlıkta onların açlıktan ölmüş dudaklarını gördüm,
Dehşetli ve korkunç bir ihtar abidesi olarak Aralıktı o dudaklar.
Uyandım ve kendimi soğuk bir tepenin yamacında buldum."
Aynı orijinal hikâye göz kamaştırıcı güzelliğiyle Marlene Dietrich'in oynadığı Mavi Melek filminde de anlatılır. Marlene bu filmde eyalete ait kasabaları gezen küçük bir tiyatro turnesinde­ki aktristi (anima rolünde) oynuyordu. Tiyatronun gezdiği kasa­balardan birinin saygıdeğer bir okulunun değerli bir öğretmeni oyunu seyreder ve Marlene'den etkilenir. Onunla olmak uğruna mesleğini bırakıp, tiyatro ekibine katılır. Marlene ise onu sürek­li aşağılamaktadır, adamın rolü palyaçoluktur. Sonunda, tiyatro kendi merkezi yerine geri döner. Marlene adamı, kendi öğret­men arkadaşlarının ve sevdiklerinin önünde palyaço rolünü oy­naması için zorlar. Bu çeşit bir boyun eğdirilişin tahammül edil­mez kabulü karşısında adam bir zamanlar ders verdiği sınıflar­dan birine gidip, kendisini asar. Keat'ın şiirinde olduğu gibi bu­rada da anima, kurbanını önce baştan çıkarıp sonrada onu yok eden Marlene'nin sihriyle dokunmuştur. Kötü kader, cezbedici bir kadın silueti kadar içsel bir figürdür ve erkeklerin çoğu onun soluk kesici hırsı tarafından esir edilmişlerdir. Bu çoğu kez ger­çekten var olan bir kadın değildir, sadece erkeklerin kendilerini açlıktan öldürüp bırakan hayallerinden ibarettir. Bir kadınla iliş­ki kurmakta çok zorlanan bir arkadaşım, bir keresinde "her ate­şi yakabilecek" güzellikte büyüleyici bir kadının tasvir edildiği bir rüya gördü. O kadın aslında bilincin düşmanı, hislerinin kaynağıydı. Örümcek ana gibi, kadının merhametsiz ve yok edi­ci zalim yönünü simgeliyordu. Öyle ki Keat'ın şiirinde de geçti­ği gibi "yalnız ve mantıklı bir oyalanışla" eline geçirdiğini par­çalanmış ve izole edilmiş bir hâlde bırakıyor, terk ediyordu.
Sh:91-94
Anima'nın gücü kişisel ve toplumsal bilincin tam ortasında oturduğu için öz dünyadan gelir ve onun simgeledikleri Büyük Yaratıcı'nın kendisiyle bütünleşir. En karanlık şekli Medusa'dır ki onun tek bir bakışı, taş etme gücüne sahiptir. Büyülenmiş ve korkmuş erkekler karanlık animalarını, büyüleyici güzellikteki bir kadına ve kötü kadere yansıtırlar. Bu yazıyı yazmadan he­men önce, senkronik görünen bir araba üzerinde şöyle yazdığı­nı gördüm: "İkinci karımın arabası bir süpürge sopasıdır." Bu "şaka" aslında bir adamın rüyalarını sık sık ziyaret eden kötü bir kadın hakkındaki derin korkulara işaret ediyor. İşte hep bu korku yüzünden birçok masum kadın büyücü cadılar addedile­rek işkence ile öldürülmüştür. Çünkü kişinin kendi içindeki ka­ranlıklarla yüzleşememesi, bu karanlıkları yansıtması için bir baskı oluşturur.
Erkeklerin kötü kadın korkusu, ejderha anne korkusundan kaynaklanır. Bunlar bilincin minicik bir ışığının bile sızmadığı bilinçaltının en derin korkularını oluşturur. Bu aslî yerde (bilin­çaltında) herhangi bir ahlâkî değer bulunmaz. Aydınlık ve ka­ranlık üzerine bir ayrım da yoktur. Bu "pençe ve dişlerde kan iz­lerinin bulunduğu, ve kaplanın –tanrıçanın -farklılaştırılmamış enerjisini sembolize eden" içgüdülerin vahşî ormanıdır. Bu kadı­na duyulan korku bütünüyle gerçektir ve asla reddedilmemelidir. Jung, bir gün şöyle demişti: "Kadın, çok ama çok güçlü, si­hirli bir varlıktır. Bu yüzden kadınlardan korkarım". Eğer içi­mizdeki kadınla, yaratıcı arasında bir ilişki kurabilirsek bu kor­kuyu daha iyi anlamlandırabiliriz. Efsanelerde bakire, -anima sembolü-genellikle bir ejderhanın elinde tutsaktır. Eskiden, kahramanın ejderhayı öldürmesi gerekirdi. Erkeklerin, kendi içsel dürtülerinde -annenin gücüne duydukları korkudan kurtul­maları gerekir. Sadece bu şartı yerine getirerek toplumsal kadın benliğinden sıyrılıp kendi öz kişiliklerine ulaşabilirler. Anima es­ki bir figür olmasına karşın, toplumsal bilinçaltına uzanan kökleriyle, o aynı zamanda bir kadınla olan kişisel ilişkiyi de sem­bolize eder. Bir erkeğin anima figürü -kendi anne modelinin or­tak doğası içinde kendi kişiliğinin kolayca kaybolduğu, kendi annesi ile olan ilişkilerinden farklı olarak-çok gizli ve özeldir.
Erkeklerin kadınlarla olan ilişkisi ilk olarak ejderhanın tut­sak tuttuğu "anne" örneği iledir. Bu örneğe hapsolmuş adam hep o anne figürünü arar, o adam için bütün kadınlar o anne figürü ile vasıflanmışlardır. Bu durumda bilinçaltı ile kişisel yara­tıcının bir ilişkisi olmayabilir çünkü adam hâlen tutsaktır. Ken­di iç ve dış dünyasındaki kadın ile kişisel ilişkisini anlaması için, saf kadınsı benliğinin özgür olması gerekir. Fakat birçok ejderha öldürülmüştür ve artık annenin kişiyi ve dünyasını iyileştirecek gücüne ihtiyaç vardır. Anima hâlen özgür bir duruşu, ejderha ise öldürülmeyi değil kabul edilmeyi beklemektedir. Kadın kor­kusuna gözlerimizi çevirmeye ve bilinç aynasında onun en ka­ranlık yüzünü görmeye ihtiyacımız var. Sadece böyle yaparak bu korkuyu yansıtmaktan vazgeçer ve ancak bu şekilde kadının güçlü enerjisini reddetmektense onunla bütünleşiriz.
Anima genelde ilk olarak kadının en ideal formuyla ortaya çıkar. Namuslu ve çok güzel bir bakiredir. Batı kültüründe ka­dınlığın aydınlık ve karanlık yönleri ayrıdır. Kahraman fikri şereflendirilmiştir. "Cennetin Kraliçesi Mary" yansıtılmış, karanlı­ğa gömülmüş; onun yerine dünyaya daha meyilli olan ikizi (ilk kez Judeo-Christian geleneğinde) Lilith [dişi iblis, dişi şeytan ]olarak ortaya çıkmıştır. Bu kişi Âdem’in ona boyun eğmeyi kabul etmeyen ilk karısı ola­rak tanıtılmıştır. Ejderhayı öldürmekle, belki bir bakireyi kurta­rabiliriz; fakat kadının içgüdüsel gücünü reddetmiş oluruz. Ka­dın, hem bir bakire ve hem de bir ejderhadır. Artık bu iki özelli­ği birbirinden ayırmak gereksizdir. Bilinçaltının öz gücü tehdit altında olmaktan kurtulmalıdır. Eğer bir ejderhanın yüzüne sev­gi ve bilinç gücü ile bakarsak, onun enerjisi ile bütünleşebiliriz. Bu bir erkek için geçerli olan bir çalışma olduğu gibi bir kadın için de gereklidir. Tıpkı erkeklerin içlerindeki kadınsı potansiyel ile birleşmeleri gerektiği gibi, kadınlar da kendi öz güçlerini ka­bul etmeye muhtaçtırlar. Burada kendi yaşamımızın kahrama­nını arayan göz ortaya çıkar. Geleceğin çocuğu ejderhanın sırtı­na binip onu kullanmaya gereksinim duyacaktır.
Bilinçaltına indiğimiz zaman orada kadınlığın doğal enerjisi ile karşılaşırız. Bu kadın anima idealleştirilmiş figürünün kapsayamadığı kadar romantiktir. Bu idealleştirilmiş imajın sunumu­nu Hamlet'te; Prens Hamlet'in Ophelia'ya beslediği o ilk aşkta çok açık bir şekilde görebiliriz. "Ruhumun taptığı güzellerin en güzelidir kutsal Ophelia". Dünyaya meyilli hiçbir şey Hamlet'in hayaline girmemiştir. Fakat tıpkı ay gibi, kadınların da hep bir karanlık yönü vardır ve bu asla önemsenmeyecek bir şey değil­dir. "Sesi ister yakından gelsin, ister uzaktan; Hecate'nin varlığı hep hüküm sürmektedir." Hamlet'in kaderi annesinin cinsel iç­güdüleriyle amcası Claudius'la zina etmesi sayesinde kadının karanlık yüzü ile yüzleşmesini sağladı. Bu iğrenç olay, annesini hayvanca bir cinsî dürtü ile itham ediyordu:
"Reddedilmiş, fakat yaşamak için
O kırışık yatakta kan ter içinde
Ahlaksızca pişirilmiş,
Domuz ahırının pislikleri içindeki sevgililer ve sevişmeler!"
Hâl böyleyken, bu imajın çağrıştırdığı sadece hayvani pislik­ler değildir; fakat bunun bu şekilde anlaşılmasının anne ile bağ­lantısı vardır. Eski zamanlarda, sevgili -yeryüzünün kraliçesi-olarak kutsallaştırılmışken, "domuz ahırının pislikleri" üretken dişi fahişeyi sembolize etmekteydi. Hem sevgili ve hem de fahi­şe, kadın cinsel organı ile ilişkilendirilmiştir. Bir Hindu evlilik geleneğinde kadının cinsel organına bal sürülürdü. "En ilkel ve en eski genelev kurumlan fahişelerle doluydu ve onlar Yunan­da da Latinlerde de 'domuz' olarak adlandırılırlardı".
Cinsellik ve verimlilik anneye aittir. Burada, Shakespeare anneyi hem şehvetli ve hem de ahlâksız içgüdülere sahip bir varlık olarak tanımlar. Hamlet'in "ruhunun taptığı" Ophelia'sı ise bu derin ve karanlık animayı içine almaz ve böylece Ophelia bilinçaltına geri dönerek orada önce çılgınlığın içinde sonra ise "anlamsız bir akıntı içinde boğularak" kaybolur. Daha sonra Hamlet, kadınlığın iki yönünü birleştirmeyi başarır ve böylece onun üstün doğasının da farkına varır. Ophelia gömüldüğü za­man, Gertrude Hamlet'in bilinçaltına inişinde deliliklerinden sonra hissettiği ruhanî durumu şöyle açıklar:
"Biraz sonra, kadının masumluğu kadar hasta,
Onun iki taraflı altınları açığa çıktığında,
Hamlet'in sessizliği tazeliğini yitirerek kalakalır."
Burada kadının "masumluğu" Yaratıcı'nın kadınsı ruhuna, kadınlığın ulaşabileceği en yüksek zirveye delâlet etmektedir. Bu kadının özünün değişimidir. Kadının çift yönlü yüzü "iki ta­raflı altın" olarak ifade edilmiştir, maneviyattaki simya süreci, karmaşık zıtlıkların saf altına çevirilmesidir.
Sh: 94-97
Anima'nın negatif yönü birçok farklı şekilde kendini görü­nür kılabilir. Kadın her zaman dış dünyaya ait bir figüre yansı­yarak ortaya çıkmaz. Anima, bilinçaltı ve bilinçli akıl arasında arabuluculuk yapar ve o kadın sayesinde erkek, bilinçaltının ya­ratıcı enerjilerine bir giriş kapısı bulur. Kadın, onun düşünceye dalışıdır; fakat kadın negatif yönüyle erkeğe yaratıcı düşüncele­rinin meyvesini tatma izni vermez. Kadın, onun potansiyelini bilinçaltında tutacak ya da-Gogh veya Wagner gibi büyük sanatçıların yaptığı gibi erkeği bilinçaltının yaratıcı gücüyle altederek, erkeğin kendi kişisel benliğinin cinnet geçirmesini sağ­layarak onu kaybedecektir.
Jung, kadınların bu yüzünü, görünmez kurnazlıklarla dolu olarak yaşadı. Bilinçaltının fantezileri üzerinde çalıştığı bir za­manda içinden bir ses bunun bir "sanat" olduğunu söyledi ve Jung eğer bu sese inansaydı:
"O kolayca beni yanlış anlaşılmış bir sanatçı olduğuma inan­dırarak baştan çıkarabilir ve benim sanatçı doğam bana ger­çeği inkâr etme hakkını verirdi."
"Anima"nın karanlık yüzü her daim bizleri gerçeklikten uzaklaştırarak, büyüleyici fakat kasvetli bilinçaltı sularına götür­mek için cezbetmeye çalışır. Ona karşı savunma gücü bilinçtir, o bizi gündelik yaşamda sıradanlaştırarak bir yerde oturup kal­maktan korur, aynı zamanda manevî dünyamızda da kolaylaştı­rıcı bir köprü olur. Jung, "anima"nın tehlikeli yönüne ve bilinçal­tının içeriği ile bilinçli olarak çalışmanın önemine vurgu yapar:
"Anima'nın, bilinçaltının ağzından yavaşça içe sızışı, bir erke­ği tamamen yıkabilir. Son analizde kesin faktör bilinçliliktir ki o, bilinçaltının gösterilerini algılayıp ona karşı tavır alabilir."
Jung gibi bilinçaltı ile ilgili gerçeğe dayalı araştırma ve çalış­malar yapan bir arkadaş, aniden ard arda gelerek onu fikirleriy­le cezbeden ve yazısının yönünü şaşırtmak için çalışan bu ka­ranlık yüzlü kadını tecrübe etti. Bir süre, bu fikirleri mi takip et­mesi yoksa bir önceki izde mi devam etmesi gerektiğini düşün­dü. Onun fikirlerinin çekiciliğinin farkındaydı ve çalışmasının merkezî temasından böylesine cezbolup uzaklaşmanın tehlike­sinin de farkındaydı. Ve aynı zamanda da, bilinçli olarak bu ye­ni fikirlerin peşinden gitmeyi seçti. Bu kararı bilinçli olarak ver­mek küçümsenmemelidir, bunun anlamı araştırmacının bilin­çaltı tarafından baştan çıkarılmadığıdır. Bu olayın çok derin psi­kolojik etkileri olmuş olmalıydı ki, bir süre sonra araştırmacı bir rüya gördü. Bu rüya peri masallarının efsaneleri gibiydi:
“Kötü bir adam ve onun karısına karşı verilen bir savaşta, kötü adamın adamları tarafından kuşatıldım. İçinde olduğu­muz yer garip bir yerdi, yengeç kabukları yapıştırılarak oluş­turulmuş çok yüksek bir kalenin üst yarısındaydık. Yuvar­lak, simetrik bir yapısı vardı ve tüm çevresi belli aralıklarla bölünmüş girişe sahipti; fakat içine girilmez görünü­yordu. Savaşın lideri bendim fakat aynı zamanda lider olmaktan bir o kadar da uzaktım... Öyle ki liderin farklı biri olduğunu görüyor ve onu gözlemleyebiliyordum.
Kötü adamın karısı pusudaydı, fizikî olarak mükemmel gü­zellikte, şuh, ışıktan bir elbise giymiş kadın formunu aldı ve bu kılıkla kaleye girdi. Ben, yani lider, onun giydiği o elbise­nin altında yatan aslını görebiliyordum, onun kim olduğunu bilinçli olarak biliyordum; fakat onun bu değişik kılığı ile oyun oynamaya karar verdim. Onun kılığını gizlemesi gibi ben de onun kim olduğunu bildiğimi gizledim ve kasten onu baştan çıkarıp ona âşık oldum.
Ertesi sabah kaledeki diğer insanlar biz yatakta birlikte ya­tarken yanımıza geldiler. Kalenin kemerlerinden birinin geç­tiği çok geniş bir odadaydık. O, yataktan çıktı ve herkesin gözü önünde hızla değişmeye başladı. Anbean, yaşlı, bunak, ölmek üzere olan bir kadına dönüştü. Ben, yani lider, ona âşık olmanın öldürücü hastalığını hissederek yatakta kala­kaldım. İşte bu onun aslında yapmak istediği şeydi. Baştan çıkarıcı tuzakları işe yaramıştı. Fakat yatakta ölürken, İlâhî bir kadın sesi bize net ve yüksek bir sesle şöyle dedi (sanki binanın dışından içeriye doğru yankılanıyordu): 'Bir başka­sına borçlu olduğun için-neden borçlu olduğun önemli de­ğil-bir kitabı yazarsan, bu senin kitabın olmaz.'
Bu sesi daha önce de duymuştum, kim olduğunu biliyordum. Hayatımda bir kez, o da 15 yıl önce yatağımda yatarken bana konuşmuştu ve söyledikleri hayatımı değiştirmişti."
Bu rüya, rüya sahibinin egosu ve gölgesi arasındaki içsel ça­tışmaları, "kötü adam" ve "anima" olarak sembolize eden bir savaşla başlıyor. Sık sık olduğu üzere, gölge ve negatif animanın bir birleşme noktası vardır, o da kötü adamın karısıdır. Rüya sa­hibinin gördüğü kale içine girilmez gözüküyordu. Bu kale göl­geden gelecek tek bir atakla yenilgiye uğratılamazdı. Direkt yüzleşmeler genellikle sebepler tarafından yenilgiye uğratılır fa­kat animanın "yavaş yavaş içe sızışı" ve "öneri" gücü bunu ba­şarır. Jung'un da uyarıda bulunduğu gibi aslında bu daha da tehlikelidir. Bu kadının cesareti, erkeğin bilincini temelden çü­rütebilir, yaptığı her şeyin değerini düşürebilir, ilgisini yanlış yönlere çekebilir. Öyle ki, kişi genelde ne yapmakta olduğunun dahi farkında değildir.
Bununla beraber, rüyanın başlangıcında, rüyayı gören kişi­nin egosu hem savaşın "lideri" olan ve hem de "liderden tama­men uzak olan" bir niteliğe sahipti. Liderin başka biri olduğunu görüp onu izleyebiliyordu. Daha önceki sayfalarda bilinçaltının yok edici gücünü dengeleyen detaylar ve gözlemleme davranı­şının önemi üzerinde durmuştuk. Bu davranış, kadının baştan çıkarıcı kuşatmasında kaybolmadan kişinin animanın karanlık yüzünü deneyimlemesini imkansız kılmaktadır.
Anima, kılık değiştirmek gibidir ve bu rüyada birçok peri masalında olduğu gibi, büyücüye benzeyen kötü kadın, kahra­manı baştan çıkarmak için çok güzel, şuh bir kadın maskesine bürünüyor. Fakat rüya sahibinin bilinçli düşünüşü, ona kadının maskesinin altındaki gerçek yüzünü görebilme kabiliyetini veri­yor. Öte yandan da kadınla oynamak için kendi kendisine izin veriyor. Gerçek hayatta, bilinçaltından gelen fikirlerin tehlikeli cazibesinin farkındaydı; fakat onlar üzerinde çalışmaya karar vermişti. Riskli bir rol oynayarak, "kasten kadının cazibesine kapılıp" kötü adamın karısına âşık olmuştu.
Aşk, bütünleşmeyi sembolize eder, rüya sahibi animanın ka­ranlık arzularının hilekâr doğasını kabul ederek, bilinçli bir şe­kilde bunu deneyimleyebildi. Böylece kadının negatif enerjisi ile bütünleşti. Ne zaman ki âşıklar ertesi sabah uyandılar, bir bü­tünleşmeyi sezen kaledeki diğer insanlar da onların yanma gel­di. Âşıklar aynı yatak odasındaydılar. Kalenin iç yapısına uygun olarak geniş bir odadaydılar ve odanın ortasında bir kemer var­dı. Rüya sahibinin ruhu, bu şekilde ayrılık deneyimi yaşamadan tek bir manevî bütünlüğü simgelemiş olmaktadır. Bu kemerin aynı zamanda uğurlu bir sembolik anlamı da vardır. Çünkü bir kemerin altından geçmek üyeliğe kabul törenini "yeniden do­ğuşu", "eski hayatı gerilerde bırakmayı" simgeler.
Animanın karanlık yüzü ile bir bütünlük sağlamak, çok de­rin bir kabuldür. Fakat öncelikle rüya sahibi; bozulmayı, ölmeyi ve bilinçaltının eski alışkanlıklarını bırakmasını içeren bir çürü­me evresi geçirmek zorundadır. Rüyada, çok güzel, baştan çıka­rıcı bir kadın, yaşlı bir nine hâline geliyordu. Bu da birçok peri masalında görünen bir şeydir. Negatif anima cezbedici gücünü kaybedince, gerçek yüzü olan büyücü kadın kılığına geri döner. Bu kadın yalnızca yaşlı değildir aynı zamanda ölmektedir de... Rüya sahibi de onunla aşk yaşadığı için kendisine bulaşmış has­talıktan dolayı ölmektedir. Bu, aslında tam da kadının istediği şeydir, bilincinin sonsuza dek hükmünü yitireceği bilinçaltında onu cezbetmek ve yok etmek... Fakat rüya sahibinin bilinçli ka­rarından dolayı, bu ölüm onun bilinçaltının karanlıklarında kaybolmasına izin vermeyecektir. Dahası bilincinin dönüşümü­ne sebep olacaktır. Gerçekte yeni bir ilişkinin ortaya çıkabilmesi için, rüya sahibinin kadına karşı olan eski davranışlarının ve ka­dının yaratıcı potansiyeli ile olan ilişkisinin ölmesi gerekir. Artık negatif anima, kadınların İlâhî yüzü olan Sofya'ya dönüştürül­müştür. Rüya sahibinin duyduğu ses işte bu bilge kadının sesi­dir. Negatif yönlerinden, negatif yüzünden temizlenmiş ve ka­dınlığın en yüksek mertebesine ulaşmış bir kadının sesi artık rü­ya sahibinin bütün ruhundan geçerek duyulabilmektedir.
Rüya sahibi Sofya'nın sesini bir kez de on beş yıl önce duy­muştu ve bu onun hayatını değiştirmişti. O bunu asla unutma­dı; fakat bu kez animanın karanlık yüzü ile bütünleşerek Sofya ile direkt bir iletişime geçmeye muktedir olmuştur. Sofya ona bütün çalışmalarında rehberlik etmiştir. Fakat ilk olarak ona ana prensipten bahsedecektir. "Bir başkasına borçlu olduğun için-neden borçlu olduğun önemli değilbir kitabı yazarsan, bu senin kitabın olmaz." Bu çok sıradan bir söz gibi gözükebilir (sa­na sahip benlik gerçek benliğin olur); fakat derin bir psikolojik manası vardır. Animanın yaratıcı potansiyeli üzerine çalışırken, onun içinden çıkacak olan enerjiye kanal açarız. Eğer kişi kendi iç benliğine karşı dürüst değilse bu enerji sapık bir hâl alabilir. Bilinçaltından gelen bu enerji yanlış anlaşılır, bozulur ve çok tahrip edici bir güce dönüşebilir.
Bilinçaltının enerjisi ile çalışırken tek motivasyonumuz, en derinlere, yaratıcılık amacımıza ulaşmaktır. Bu amaç her zaman bizim manevî (gerçek) benliğimiz ile uyum içindedir. Eğer kişi kendi manevî rehberini izlemekte serbest değilse ve eğer bu enerjiyi çok farklı bir amaca hizmet için kullanırsa (eğer kitap bir şekilde bir borç ödemek için başkasına yazılıyorsa) bu ener­ji yanlış bir yöne kayacak, kirlenecektir. Bu her türlü dış sebebe ya da dışa ait bir fikre sadakati gösterir; çünkü bir sebebi doğru­lamak insanın içinde süre giden bilinçli yapıyı hapsedebilir. En tehlikeli durum ise, bu enerjinin egonun güç arzusu için, kişisel kazanç ve prestij için kullanılmasıdır. Bu enerjilerin en önde ge­leni paradır. Dinamik; fakat esas olarak etik dışıdır. Bu enerji ay­rımcılık ilkesi taşımaz ve güç hayranı, güce acıkmış gölgeleri besler. Öyle ki bu gölgeler zamanla egoyu bile hakimiyetine ala­cak kadar güçlenirler.
Bilinçaltının tüm potansiyeli yaratıcılığa kullanılmadan ön­ce, gölgelerle yüzleştirilmiş ve animanın karanlık maskesi çıka­rılmış olmalıdır. Bu inanılmaz kuvvetteki gücü koymak için ter­temiz bir kaba ihtiyaç vardır. Çünkü bilinçaltının çok derinleri­ne inilmiş ve daha fazla kanal açılmıştır. Bu yüzden de daha yüksek bir ahlâk standardına gereksinim duyulur. Ahlâk stan­dardının manası "daha iyi biri olmak" değil bilincimizin, içinde bulunan aslî enerjiler tarafından bozulmaması ya da yanlış yola sapmaması için temizliğe ve saflığa ihtiyaç duymasıdır.
Sh: 97-103
Ruh, yaradılış dansının içinde gizlenmiş kadınla bir gizem taşır. Kadın, her ne kadar bir erkek için baştan çıkarıcı olsa da kadın aynı zamanda bir rehberdir. Dante'nin Beatris'i gibi ka­dın, kişiyi ruhunun gizli mahzenlerine de götürebilir. Kadının karanlık yönlerini bir kez kabul ettikten sonra o artık kişiyi yol­dan çıkaramaz ve yok edemez. Sadece kişiyi, iç benliğinin gü­zelliklerine götürür ve bunu yapan onun peçesiz yüzünden baş­kası değildir. Şimdi anlatacağımız rüyadaki kadın da işte böyle bir kadındır:
"Bir şatodaydım. Harikulade güzellikte bir kadın beni şato­nun halka açık olmayan bir bölümüne götürüyordu. Başka kimsenin görmesine izin verilmemiş gizli bir yere geldik. İçeri girdim. Şimdiye kadar gördüğüm odaların içerisinde en güzeliydi. Şandelleri vardı. Dikdörtgen bir odaydı ve içinde büyük bir havuz vardı. Havuzun ortasında ise çok güzel su zambakları açmıştı. Çiçeklerle mandala şeklinde bir arajman yapılmıştı.
Havuzda şimdiye dek gördüğüm en güzel balıklar yüzüyor­du. Henüz yemlenmişlerdi; ben de onları biraz besledim. Ba­lıklar mercan rengiydi ve Japon balıkları gibi şişmanlardı. Aralarında bir tane de kurbağa vardı.
Sonra birden havuzun aslında zürafalarla dolu olduğunu fark ettim. Bir tane büyük zürafa, bir sürü de yavru zürafa vardı. Sanki normalde yaşadıkları yer oraymış gibi suyun al­tında nefes alabiliyorlar ve orada rahatça yaşayabiliyorlardı. Tekrar o kadına eşlik ettim ve şatoyu gezerken benimle hep o ilgilendi."
Benlik şatosunun içinde rüya sahibinin güzeller güzeli anima figürü onu halka açık olmayan ve daha önce kimseye göste­rilmemiş gizli bir yere götürüyor. Ego dünyasında yaşarken ve günlük yaşamın koşuşturmasıyla ilgilenirken çok nadiren ken­di varlığımızın en özündeki yerlere girebilme imkanı buluruz. Zaman zaman bir rüya bize gerçek benliğimize mucizevî bir şe­kilde göz atabileceğimiz bir pencere açıverir. Sosyal hayatımız içerisinde sadece başkalarına karşı değil, kendimize karşı da gü­zelliklerimiz geçerlidir. Sadece biraz geri çekilip -meditasyon sessizliğine ya da uykudaki huzurun derinliklerine indiğimizde-peçeler kalkar. Sırlara vakıf olabilir ve çok uzun zamandır kollarımıza almamız için beklemekte olan gelinimizin mis ko­kusunu duyabiliriz:
"Etrafı çevrili, baharın susturulduğu, çeşmesi mühürlü bir bahçe...
Hoş meyveleri olan bir meyve bahçesi; nar çiçekleri, Hint sümbülleri...
Uyanış... bir kuzey rüzgârı; ve senin gelişin güneyden.
Be­nim bahçemde çiçek açtın, bu çiçeğin balı damlayabilir.
Sevgilim, bahçene girmeme ve o güzel meyvelerden yeme­me izin ver."
Kadın, bizleri zengin ruhunun meyve ve çiçekleriyle dona­tılmış bahçesine götürür. Bu "gizli bahçe"yi bulmak için duyu­lan özlem, cinsî çekicilikten çok daha derindir. Bu bahçe akla de­ğil kalbe ait olan bir bilgelikle dopdoludur ve bu yer âşıkların gerçek buluşma yeridir. Cinsel hazzın o kısacık anlarında bu bahçenin meyvelerinden tadarız. Cinsî çekicilik kalpten yayılan ve birleşmenin hatırına bizlere verilen bir haz deneyimidir. Irina Tweedi'ye göre burada "işlevsel olan beden değil ruhtur" Eğer bir çift, hem ruhen ve hem de bedenen aşkı yaşıyorlarsa ve haz anında her şeyi "Gerçek Sevgili" ye veriyorlarsa, işte onlar gizemin coşturan evine, bu güzel kokulu bahçeye girmeye hak kazanırlar. Gizemli anlar çok erotik de olabilir (Cinsel organlar­da değil daha çok boğazda hissedilen, boğazdan gelen bir ener­ji). Bu haz anlarında gizem hep alıcı olan kişinindir. Seven sev­gilisinin ruhu ile bütünleşir. Erkek ya da kadın bu deneyimde kadınlaşır ve onun coşkunluğunda her iki taraf da köleleşir ve özgürleşir, mest olur ve temizlenir:
"Beni sana al, beni sende hapset.
Benim için, özgürlük beni kendimden geçirmen,
Temizlik ise beni mest etmendir"
Ruhun gizemleri dişidir. Rüya sahibinin gördüğü şatoda gizlenmiş olan o güzel odadaki her şey dişiydi. Odada, ortasın­da harika su zambakları olan büyük bir havuz vardı. İfade etmiş olduğum gibi zambak, nilüfer çiçeği ile aynı özellikleri gösterir ve bakire Tanrıça için kutsallaştırılmıştır. Çamurda büyüyüp, yükselip, ancak su yüzüne geldiğinde çiçek açar. Bu yüzden zambak, bilinçaltının çamurlu derinliklerinde başlayan ve sonra bilince ulaştığında orada çiçek açan içsel değişim sürecini sim­gelemektedir. Böylece ego, çok önemli olan bu içsel değişimlerin farkında olmaz ve kişi genelde bir şeyler olduğunu hissetmez bile... Bütün varlığımızı baştan aşağı değiştiren simya süreci de­rinlerde, kendi içimizde, ruhumuzun yapısını değiştirerek ses­sizce büyür. Değişim bu şekilde köklenmiş değildir ve nadiren uzun sürelidir; ancak yüzeyin dalgalı olmasını sever. Gerçek bir içsel çalışma sabır ve azim ister. Sadece bu azmi ve sabrı göste­rebilenler dosdoğru bir söz vermiş olurlar ve sadece onlar açık sonuçlar deneyimlemeksizin bu zor, bu tatlı yolda yürümeye devam edebileceklerdir.
Fakat sonunda çiçek açılır, su zambakları mandala şeklini al­mışlardır. Benliğin güzelliği, önce rüya sahibinin gözlerini açar. Bu her zaman saygıyla karışık bir korku hissi verir; çünkü o kut­sal doğamızı bilince taşımaktadır ve gerçek evimiz akla gelir:
"Ne kadar güzel bir nilüfer çiçeğiydi!
Bu çiçek kainatın dönencesi­nin kalpteki ifadesiydi!
Sadece birkaç saf ruh bunun gerçek zevkini tatmıştır.
Müzik onun her yerindedir ve onda
Sonsuz Denizi'n coşkusuna katılan bir kalp vardır."
Havuz balıklarla doluydu. Bu, simya sürecinde birleşip de­ğişen bilinçaltını sembolize etmekteydi. Fakat bu balıklar "şim­diye kadar gördüğü en güzel balıklar"dı. Burada rüya sahibi bi­linçaltına gizlenmiş olan benliğinin güzelliğini tekrar görüyor. O balıklar " çok güzel bir mercan rengiydiler". Mercan, Büyük Tanrıça’nın ağacıdır ve içsel dönüşümün derinlerde gerçekleş­mesi sebebiyle o Büyük Tanrıça’nın hakimiyeti altındadır. Söy­lediğim gibi, Büyük Tanrıça, kişinin bilinçliliğinin gelişmesine karşı koyar. Fakat kalp kraldır ve benlik de liderdir; "Her türlü gücün merkezidir; öyle ki Tanrıça dahi Benlik'in emirlerine uyar." Eğer arayışçı -istek ve meditasyonlakalpte yaşayan bu esas üzerine yoğunlaşırsa, Tanrıça’nın enerjileri ona yardım edecek ve ruhun gelişimini engellemeyeceklerdir. Nilüfer aynı zamanda aşkın rengi olan pembeyi de çağrıştırır. Bu imalar aşk yolunun içsel sırlarındandır, kalpteki meditasyon aşk enerjisiy­le arayışçının tüm ruhuna aşılanır. Ruh ve onun tüm içeriği aş­kın enerjisi ile dönüşerek kendi içindekilerden vazgeçer.
Balıkların haricinde havuzda bir de kurbağa vardı. Kurbağa aya ait bir temdit ve dönüşüm sembolüdür, içsel değişim için di­şiliğe vurgu yapar. Fakat sonra rüya sahibi havuzun "zürafalar­la dolu olduğunu" fark eder. Uzun kirpikleri ve soylu görünüm­leriyle zürafalar en zarif ve kadınsı yaratıklardan biridir. Bu zü­rafalar su altında yaşamaktan memnundular; çünkü bu onların yaşam alanıdır. Bilinçaltı kadına ait güzelliğin ve zarafetin mekânıdır. Bu nitelikleriyle, konuşmaktan çok huzura ait derin bir bil­geliğe sahiptir. Zarif bir kadın yürüyüşü, doğasıyla uyumlu bir harekettir. Sûfi için bu kadının kaşının kavisi İlâhî güzelliğin in­celiğini sembolize eder. Duyularımızla algıladığımız ve unuttu­ğumuz şeylerdense, kelimelerle ilişkilendirilmiş bilgilere değer vermeye şartlandırıldık. Bir dokunuş, nasıl saklı hisleri uyandırıyorsa ve bir okşayış nasıl anlayış hissini iletiyorsa zürafa imajı da kadınlığın uzun zaman göz yumulmuş içgüdüsel niteliklere sahip dünyasını simgeler. İşte şimdi, mantıksal varoluşumuzun soğukluğuna sıcaklık getirmek için ona ihtiyacımız var.
Sh: 108-113
Kadının büyüleyici yönü, yaratıcılığın bilgeliğini taşır. Yara­tıcılığın bütünü Tanrı’nın kadın bedeninde görünebilir. Anima bir kadına yansıtıldığında onda tamamlanma bulur ve ona kar­şı korkuyla karışık bir saygı duyar. İç dünyanın ve dış dünyanın güzellikleri onda bir araya getirilmiştir. Tanrıçaya soyut olarak tapınılmaz; çünkü onun esas özelliklerinden biri de fiziksel gö­rünümüdür. Kötü niyetli olanların ise farklı özellikleri vardır. Öte yandan erkeksi ruh daha soyut bir doğaya sahiptir. Bir ka­dın bir erkeği akıllı olduğu için, ruhu için sevebilir ve onun fiziğinin güzel olmasına gereksinim duymayabilir. Fakat bir er­kek sevdiği kadının bedenini güzel görmeye ihtiyaç duyar. O bir Afrodit bulma arayışındadır. Bundan dolayı birçok kadın dergi­si vardır ve onlar maalesef Afrodit'in bedeninin güzelliğini por­nografi seviyesine düşürerek erkeklerin bu isteğini ifade eder­ler. Oysa kadın kendi olarak asla iffetsiz olmaz, tıpkı toprak gi­bi:
"Kadın altın gibidir, toprak gibidir, o asla iffetsiz değildir. Altın, tuvalete düşse bile alıp temizlendiğinde gene altındır, de­ğeri düşmez. Toprak ise her şeyi arındırır, mevsimleri dönüştü­rür. Toprak her zaman temizdir ve kadın da her aybaşından son­ra temizdir."
Kadın bedeni ve cinselliği yeryüzünün kutsal cevherlerin­den bir parçadır. Şimdi anlatılacak olan rüyadaki anima figürü kadının tüm bu yönlerini içeriyor. Bir erkeğin ruhunda bir kadı­nın kıymetli bir altın gibi değer taşıdığını naklediyor:
"Yarı çıplak olduğum hâlde, eski kız arkadaşım Aurelia ile karşılaştım. Aniden onun da yarı çıplak olduğunu fark ettim. Kenarları açık bir tunik giymişti. Onun olağanüstü güzellik­teki vücudunu görebiliyordum. Kasları güçlüydü, bana Diana'yı hatırlatıyordu.
Şakalaşarak birbirimizi yakalamaya çalışıyorduk ve bir daki­ka içinde yolun dışına çıktık. Kahverengi toprağı olan taze sapanlar dikili bir alanda koştuk. Alan bir küçük tepeye doğ­ru kıvrılıyordu. Aurelia benden hemen hemen on metre uzaktaydı, açık alanda sırtüstü yere uzanmıştı.
Uçarcasına ona doğru atıldım, yavaşça karnı üzerine uzana­rak, cinsel organına dokundum. Aniden karnı ile bacakları arasındaki bölgenin ufalanmış toprakla örtülü olduğunu fark ettim. Ellerimi, bu toprağın içine uzattım ve o toprağın ne kadar değerli olduğunu hissettim. Sonra kutsal bir seramonideymişim gibi Aurelia beni kendine çekti ve bedenini bana teslim etti."
Rüya sahibinin anima figürü Aurelia ismi ile şekil bulmuş ki bu isim (Latince'de altın demek olan) aurumdan türetilmiştir.
Onun "olağanüstü güzel vücudunu" görünce rüya sahibi onu Diana ile ilişkilendirmişti. Diana; Artemis'in Romalı eşdeğeri­dir, temizliğin ve ilkel kadınlığın göstergesidir, ormanlık bölge­de avlanan bir tanrıçadır. Aurelia, kapalı kapılar ardında ya da yatakta değildi. Bu da Diana'ya işaret eden bir imadır. "Zengin kahverengi bir toprak"tan bahsedilmektedir. Aurelia’nın güzel­liği ve toprak birbiriyle alakalıdır ve Aurelia sayesinde rüyayı gören kişi toprağın ne kadar değerli olduğunu fark etmektedir. Aurelia’nın altını, onun temiz, kadınsı benliğinin altınıdır. Rü­yanın sonunda Aurelia "bedenini rüya sahibine teslim etmek­teydi" Böylece rüya sahibi kadınlığın kutsal gizemine kabul edilmiştir. Rüyanın tasvirinde eski zamanın tutku, aşk ve ölüm tanrıçası Inanna’nın şarkısı yankılanmaktadır:
"Benim vulvam, boynuzum,
Cennetin gemisidir.
Yeni ay gibi arzuyla dopdoludur.
Altında sonsuz bir arazi uzanır.
Ben olduğum için,
Vulvama kim gelecek?
Benim en yüksek mertebeme erip,
Islak toprağıma ayak basacak?
Dumuzi cevap verir:
Ey mükemmel kadın, kral vulvana gelecek,
Ben, Kral Dumuzi senin vulvana geleceğim.
Inanna yanıt verir:
Öyleyse, ey kalbimin erkeği haydi vulvama gel!
Ona gel!"
Toprak ve cinsellik, eski kadınların doğum ayinlerinden bir parçadır. Rüya sahibi, bu törene kabul edilmiş ve sonrasında o kadınla olan ilişkisi dönüşüm geçirmiştir. O, kadının doğal enerjisinin hem güzelliğini hem de kutsallığını yaşadı. Eski za­manlarda kutsal fahişeler, tanrıçanın tapınağında bu kabul ediş işlevini yerine getirirlerdi. Bu zamanlar geçmişte kaldı ve o ta­pmaklar yok edildi ya da çer çöp yığınına dönüştü, yıkıldı. Fakat animanın rehberliğinde aynı kutsal süreç bir erkeğin ruhunda tekrar yaşanmaktadır. Aslında anima daha direkt içsel tecrübe­ler, tanrıça ile daha yakın bir bağlantı sunar. Rahibe tanrıçanın çanağı olduğu hâlde anima kendi başına orijinal bir figürdür. O, kendi hayalinde erkek elbisesi giymiş bir tanrıçadır.
Bir erkeği kendi içindeki kadın ruhunun gizemine kabul eden anima, bunu fani bir kadın güzelliği ve büyüleyiciliği üze­rinde somutlaştırır. Aslında anima figürünü üzerinde taşıyan kadın fiziksel olarak güzel olmak zorunda değildir. Anima figü­rünün en güzellerinden olan Kleopatra’nın fiziksel olarak çekici olması umulur bir şey değildi. Fakat erkeklerde, kadın bedeni­nin güzelliğini tecrübe etme, Afrodit'in vücudunu görme ve ona dokunma isteği vardır. Güzellik seyircinin gözündedir ve plan­lanma büyüsü ile her kadın yücelmiş görülebilir. Bu erkeksi ih­tiyacın en eski hâlinde bir yanlış anlaşılma vardır ve son yıllar­da bir çok kadın bu yanlış anlamadan yola çıkarak, sadece be­denleri ile değerlendirildiklerini hissederek buna isyan ettiler. Daha önce bir kadının rüyasından bahsetmiştim. Bu rüyada kadın kralın metresiydi ve o erkek için kendisini sadece bir "nes­ne" olarak hissediyordu. Ataerkil kültürümüz kadınlığın içsel tapınaklarını yok etti ve onun dış formunu bir nesne gibi yansıt­ma arayışına girdi. Şimdi ise kadına eski mevkiini vermenin, ona her hâliyle itibar etmenin zamanı geldi. Dünyevi güzelliğin en yüksek formu olarak bir kadın bir erkeğe onun hiçbir zaman sahip olamayacağı şeyi; kalbi ile iletişim kurabilmesini sağlar:
"Kadın arayışın ötesindedir ve bu çok net görünebilir. Şekil­sizlik tüm şekillerin ortasında bulunur. Ben şekillerin güzel­liklerine şarkılar söylüyorum."
Genelde, anima bir kadın üzerine yönlendirildiğinde kadın kendisini bir obje gibi kişi gibi değil suret olarak hisseder. Ka­dın, kendi olarak görünmediğini hissettiğinde bu yönlendirilişi kırmak ya da bundan kaçmak isteyebilir.
Bu, erkeklerin bu ilâhî suretle ne yapacağını bilememesinden ya da bunu kendi kişilikleriyle karıştırmalarından olabilir mi?
Eğer bir kadın kendisini kutsal kadınlığın bir bireyi olarak görebilseydi, bu yönlendiriş onun kendi içinde bir itibar görür müydü?
Böylece kişisellikten öte kendine has bir dünyanın ötesini görebilme imkânı verilen kadının bu yansıtmanın bir hapis değil, kutsal emanetlerin sak­landığı bir mekân gibi görmesi mümkün olur muydu?
Kadın sevgilisinin bu yansıtmasını kadınlığının iç kutsallığı ile ilişkilendirip, yine bu kutsallığının sevgilisinin ilgisinin kaynağı ol­duğunu hissedebilir miydi?
Sh:119-123
Kültürümüzün maneviyatı reddetmesi sebebiyle, bu enerji açığa çıktığında onunla ne yapacağımızı bilemeyiz. Çoğu insan için aşk, en güçlü ve en direkt deneyimdir. Dini okullar insanla­ra çok önceden parçalanmış olan öz dünyaları ile nasıl kaynaşa­caklarını öğretir, maneviyatı, günlük hayatımızın bir parçası hâline getirmeyi, kendi metafizik kuvvetlerimiz ile nasıl yaşaya­cağımızı öğrenmeliyiz.
Yansıtma, aşk ilişkileri ve evliliklerdeki yanlış anlaşılmalar konusunda bir çok açıdan sorumludur. Kendi yansıtmalarımız ile âşık olur ve o kişiyle evleniriz. Bir süre sonra aslında hiç de hoşlanmadığımız ve tanımadığımız biriyle yaşıyor olduğumu­zu fark ederiz. Özellikle de harekete geçen bu psikolojik drama anlaşılamıyorsa iç dünyamızın karışır ve acı çekmemize sebep olabilir. Birçok doğu ülkesinde aşk evliliği yapılmadığından animus/anima [kötü niyet/ hayat kaynağı, ruh can. ] yansıtması çok güçlü değildir. Dahası, romantik aşk her ne kadar tarih boyunca var olmuş olsa da, farklı kültürlerin edebiyatlarında bulunsa da, romantik aşk sadece batı kültürün­de dominanttır. Romantik aşk fikri, batı kültüründe . yüzyı­lın sonunda Toroubadours şiirlerinde nâzende aşkın alışkanlığı olarak ortaya çıkmıştır. O zamandan beri, toplum ruhu tarafın­dan artan bir ilgiyle sahip çıkılmıştır. Bugün sinema ve televiz­yon ekranlarını kültürümüzün bir parçası olarak doldurmakta­dır. Romantik aşka inanıyoruz, onun neşesi bize mutluluk veri­yor ve onun trajedisine ansızın yakalanıveriyoruz.
Pekâlâ cevap bu yansıtmadan vazgeçmek için kendimizi eğitmek ve âşık olduğumuz kişiyle asla evlenmememiz midir? Bu armağandan kaçmayı mı denemeliyiz yoksa yarattığı karı­şıklığı (içimizde oluşturduğumuz ideal kişiliği sıradan bir insa­na yansıtışımızı) çözen gizli bir anahtar var mıdır? Bir keresin­de bu soruyu çok yaşlı bir ermişe sormuştum, iki kelime ile ce­vap vermişti: "Koşulsuz sevgi". Evet, koşulsuz sevmek her şeyi içine alıyor. Koşulsuz sevgi rağbet görmeyen ama makbul olan­dır. St. Paul tarafından tanımlanan aşk da bu özelliktedir:
"Aşk uzun süreli bir acı verir ve o çeşit çeşittir.
Aşk haset et­mez, aşk kendisiyle övünmez ve sönmez.
Kendi yolunu ara­maz, kolayca tahrik olmaz, sevdiği için kötülük düşünmez...
Her şeye dayanır, her şeye inanır, her şeyden umuda kapılır, her şeye katlanır."
Koşulsuz bir sevgi zıtlıkları barındırır, insanı ve İlâhî olanı, kişiyi ve yansıtmalarını... Kafa karıştırıcı ve acı verici ayrılıklar, zıtlıklar arasında gidip gelen bu hâl, âşık için hiç de huzur veri­ci bir durum değildir. Koşulsuz sevgi, ikiliği aştığı için egoya ait değildir. Seven kişi kendini değil, sevdiğini düşünür, korur ve aşkla kendinden geçmiş bir deli olur. Bununla beraber âşık, ca­nı yansa da ateşe geri döner, sevdiği kişiden uzakta durmaya dayanamaz.
Bu acı verici süreç boyunca kalbin simya çanağında, seven ki­şinin yansıtmaları egosu ile beraber yakılır. Animus/anima red­dedilmemiş aksine ateşle dönüştürülmüş olarak kalpteki yerine geri döner. Sonra âşık olan kişi sevdiğinin gözünde kendi yansıt­malarını değil, onun ruhunun güzelliğini görür. Sevilen gerçek hâliyle, hem İlâhî boyutta hem de İnsanî boyutta görülebilir. Fa­kat bu defa da seven kişinin içsel ilgisi içine kapanır ve "başka bir yüz" arayışına girer. Bu süreç yansıtmalarla başlar, kalpte de­vam eder ve kendi aşk serüvenimizin gerçek doğasını bir anlık göz kaçışlarıyla görmeye başlarız. Başka bir insana duyduğu­muz aşk, sadece İlâhî aşkın, gerçek aşkın bir yansımasıdır.
Anima ya da animus bilinçaltımızın derinlerinden ortaya çı­kar ve bizi aşkın kendine ait kurallarına götürür. Bir erkek için kendi bilinmeyen ruhu bir insan formuna girer, bir kadın bede­ninde toplanabilir ve bu sayede erkek kendi içindeki kadınsı benliğe aşina olmaya başlar. Bir kadın için de, Tanr’nın erkeksi ruhu kendisine dokunur ve bir erkek formunda kendisini kol­larına alır. Bu simya sayesinde, insanoğlunun nihaî paradoksu ile -hem İlâhî oluşumuz hem de insan oluşumuzla-yüzleşiriz. Bu bizlerin en güzel şanıdır ve en büyük ızdırabıdır. Âşık ol­makla, kendi ilâhîliğimizin kıyılarına dokunmaya muktedir oluruz ve bir öpücüğün dahi sonsuza dek devam ettiği o za­mansız dünyaya gireriz. Fakat bu şarabı her tattığımızda ayrılı­ğın acısını da tadarız. Hem kendimizin hem de sevdiğimizin in­san olması sebebiyle kalp ağrısını yaşarız. Birleşmek, kavuş­mak için yanar tutuşuruz. Aşkın birliğine ulaşıp, bu gizemlerin biriyle diğerini harekete geçiririz -çünkü O; duyguları ve arzu­ları çoğunlukla bizden farklı bir insanoğludur-, ikilik bakidir ve insanlık mertebesinde "aşkın coşkusu her zaman şiddetli ızdırap getirecektir."
En güzel aşk şiirlerinden Romeo ve Juliet, Tristam ve Ideult, Leyla ile Mecnun hepsi aynı hikayeyi; aşkın bu dünyada nasıl bir ayrılık trajedisi olduğunu anlatır. Sadece ölüm âşıkları sonsuza dek birleştirebilir. Ölüm bizi zıtlıklar dünyasının, egonun ötesi­ne geçirir, bundan sonra ayrılık yoktur. Fakat sûfi; "Ölmeden önce ölmeyi" ister çünkü o; kendisinden ayrı olmayan aksine "Kendisine şah damarından daha yakın olan" bir "Ait olunan" olduğunu bilir. Eğer egosundan kurtulabilirse, ikilik zincirinden de kurtulmuş olur.
Aşkın yolu, kişiyi egosunun ötesine götürebilir. Bu geride hiçbir şey kalmayana dek devam eden, acı verici bir süreçtir. Bu fena olma hâlidir, yok olmaktır. Bu hâl, egonun hükmünü, kişi­nin benlik duygusunu tamamen kaldırır, böylece gerçek ve ev­rensel benliğin inşası tamamlanır. Bu sûfi deyimiyle: Her şey­den geçerek ebedîleşmek, fenada bekâ bulmaktır, (el-bekâ ba'del fena). Bu büyüleyici yolculuk genellikle muamma bir beşerî aşkla başlar. Bir keresinden bir adam sûfi şeyhlerinden Cami'ye geldi ve Şeyh'in yoluna talip oldu. Bütün kutsal kitap­ları derinlemesine incelemişti ama Şeyh'in şu sorusuyla irkildi: "Hiç âşık oldun mu?" "Hayır" cevabını verdi adam. Ve şeyh ona "Git, âşık ol, acı çek, sonra gel" dedi. Adam gitti, âşık olmayı ve ıstırap çekmeyi öğrendi. Yıllar sonra şeyhe geri döndü ve so­nunda şeyhin halefi oldu. Sonsuz hiçliğe âşık olmak kolay değil­dir. Ait olduğumuz, bizi kendine doğru çeker ve o bilir ki İlâhî aşkı tecrübe etmek için önce bir kadına ya da bir erkeğe âşık ol­mak daha kolaydır, beşerî aşkla kalbimiz açılır ve sonra beşerî aşkın ötesinde onun kollarına giden aşk yolunu izlemeye muk­tedir oluruz. Sûfiler beşerî aşkın, İlâhî aşkı öğrenmek olduğunu söylerler. Küçük kız çocuklarının ilerde anne olacakları için oyuncak bebeklerle oynamaları gibi, bir insana âşık olup onu nasıl seveceğimizi öğreniriz, sırf bir gün onu sevmeye muktedir olabilmek için... Camî'nin söylediği gibi:
"Yüzlerce şey deneyebilirsiniz; fakat yalnızca aşk sizi kendi­nizden kurtarır. Öyleyse -dünyevî bir görünüşte dahi olsa-asla aşktan kaçmayınız. Çünkü o; en yüce gerçekliğe hazırlıktır.
O, en kıskanç âşıktır ve seni kendisi için isterse, senin beşerî aşkla sınırlı kalmana izin vermeyecektir. Seni, onun kuşatmasın­dan hiçbir şeyin ayıramayacağım göstermek için sana acı verir.
Kur’an da onun sözleriyle vuku bulduğu üzere: "Ve ben, seni kendim için seçtim."
Sh:124-127

Kaynak: ÇAĞRI VE YANKI -Sufilerin Rüya Çalışmaları ve Ait Olma Psikolojisi, Llewellyn Vaughan-Lee, Çeviren Enise ERGÜN, İnsan Yay. Aralık , İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar