Print Friendly and PDF

CANSIZ HOCA -2-

Bunlarada Bakarsınız

4.3.            Tasavvuf ve Tarikatlara Bakışı
Tasavvuf, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak ve ebedi mutluluğa ulaşmak için nefisleri temizleme, ahlakı olgunlaştırma, iç ve dışı süsleme, fiil ve hareketleri güzelleştirme hallerinden bahseden bir ilimdir.[143] Tasavvufu, felsefi bir sistem haline koyan büyük mutasav­vıf Muhyiddin Arabî O’nu; “Allah’ın ahlâkı ile ahlaklanmaktır” şeklinde tarif ederek tasavvuf hakkında yapılan bütün tanımları en özlü bir şekilde özetlemiştir[144] dememiz mümkündür.
Tasavvuf, Batı yazarları tarafından “İslâm mistisizmi” olarak isimlendirilmekle birlikte tasavvufun bütün varlığıyla bir “mistisizm” olarak adlandırılamaz. Tasavvuf; aklın ürünü olan felsefenin mistik görünümü değil, vahyi esas alan İslâm dininin; insan ruhundaki mis­tik eğilim ve ihtiyaçlara cevap veren değerlerin kurumsallaşmış bir toplamıdır. İnsan ruhu; başlangıçtan beri, varlığın özüyle temasa derin bir hasret duymuş ve bunu imkân dahiline sokmak için didinmiştir. Mistik üşünce insana bu hasretini dindirmede yardımcı olan ve varlığın özüyle teması imkân dâhiline sokmayı başaracağını söy­leyen bir yaklaşım ve tarzdır. O halde ilk günden beri, mistik düşün­ce ve arayış hep var olmuş ve insan yaşamaya devam ettikçe de var olacaktır.265
Bir tasavvuf terimi olarak tarikat ise, Allah rızasına uygun yol ta­kip edenlere mahsus hareket ve yöntem anlamında kullanılmakta­dır. 266 Tasavvuf ve tarikatlar, İslâm dünyasının asli renklerinden biri­dir. Kelamî ve fıkhı tartışmaların sonucunda nasıl ki itikadi ve İslâm mezhepleri oluşmuşsa, tasavvufî düşüncenin olgunlaşmasından sonra da tarikatlar ortaya çıkmıştır. Ancak tarikatların çok sonraları ortaya çıkması, tasavvufun tarikatlarla aynı şey olmadığını akla getirmektedir.
Tarikata mensup şeyh, derviş veya dervişlerin yaşadığı, gelip geçen yolcuların konaklayıp misafir edildiği tarikat yapıları olan tek­ke ve zaviyeler büyük bir ihtimalle 11. yüzyıldan itibaren İslâm dün­yasında görülmeye başladı. O zamana kadar mevcut olmayan bu kurumlarla beraber tasavvuf tarihi yepyeni bir aşamaya girdi. Tasav­vufî hayatın topluca ve organize bir biçimde yaşandığı bu kurumlar, bir yandan tasavvuf ağırlıklı yepyeni bir İslâm kültürünün üretim merkezleri olurken, diğer yandan da bulundukları İslâm ülkelerinde, şeyhler ve dervişlerden oluşan yeni bir toplumsal bir sınıfı ortaya çı­kardı. Bu sınıflar kendi çevrelerinde gerek toplum, gerekse siyasi otorite üzerinde etkili olmaya başladılar.[145]
Tarikatları, kültür, felsefe ve sanat kulüpleri olarak nitelendirmek mümkündür. Özellikle edebiyat, sanat, felsefe, spor, müzik alanla­rında pek çok değer üretmenin yanında ahlâk, fedakârlık, sevgi gi­bi temel insanlık değerlerinin seçkin örneklerini veren büyük ruhlu insanlar yetiştirmişlerdir.269
Bununla birlikte tarikatların ortaya çıkışı, sûfiliği bir kitle hareketi haline getirmesi nedeniyle bir kalite düşüşüne sebep oldu. Sûfiliğin değer verdiği ilim ve iç aydınlık, tarikatlar devrinde giderek yerlerini tarikat birliğini temsil eden şekil ve merasime bıraktı. Büyük kitleler, insanı yücelten en önemli değer olan ilim yerine, idrakleri kamaştı­ran harikalara, acayipliklere değer verdiklerinden, bir kitleye açılış olayı olan tarikatlarda zamanla ilmi üstünlük yerini keramet üstünlü­ğüne bıraktı. Bu durum tasavvufta yozlaşma ve yıpranmanın önem­li bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Bir diğer ifadeyle tarikatla­rın yayılması yatay anlamada büyümeyi gerçekleştirmiş olmasına rağmen, bununla birlikte dikey anlamda bir yozlaşma, çürüme ve düşüşü de beraberinde getirmiştir. Çünkü kitlelere yayılma, kitlelerin taşıdıkları eski örf ve adetlerin bünyeyi sarmasına neden olmuştur.
Bir diğer ifadeyle tarikatlar, tasavvufun değişik kültürlerin pagan kalıntılarıyla birleşerek Kur’an dışı bir kurum olmaya doğru gitme sürecini açmıştır. Kendilerini dinin temsilcileri saymak, çıkar hesap­ları uğruna siyaset ve saltanatın güdümüne girmek, bunun yanında dikkate değer bir hususta İslâm’da yaratıcı bilim ve düşünce devri­nin duruşuyla tarikatların sahneye çıkış tarihi örtüşmektedir. Bu iti­barla tarikatlar ve tarikatçılık miras yeme devrinin temel kurumlan olarak nitelendirilebilir.[146]
Tasavvufun İslâm kültürüne yaptığı en büyük olumsuzluklardan biri de, en kaliteli zihin ve parlak zekâları kültür hayatının dışına çek­mesi ve onları kısırlığa mahkûm etmesi olmuştur. Mutasavvıflar doktrinlerinin gereği olarak toplumu daima geri plana atmışlar, hat­ta yok saymışlardır diyebiliriz. Bunun en üzücü örneği İslâm dünya­sının yetiştirdiği en büyük zihin diye gösterebileceğimiz Gazali’dir. Böyle bir müstesna kişinin sorumluluklarını bırakarak yalnızlığa çe­kilmesi kabul edilebilir değildir. Kendisinden ilim almak isteyen öğ­rencilerini terk ederek ömrünün geri kalan kısmını doğduğu şehirde­ki tekkede geçirmiştir.[147]
Aslında İslâmî toplumdan sıyrılabilmenin yolu, alternatif bir İslâm toplumu kurulmasından geçer. İşte sûfilik bunun yollarından biri ol­muştur. İslâm’ın bir toplum yapısı olarak özelliklerini beğenmeyen­lerin bir alternatif olarak sufiliği kullanmaları ilk defa bir duygu me­selesi dolayısıyla ortaya çıkmıştır. İslâm’ı Arapçılığın üstünlüğü ola­rak kabul eden sonradan İslâm’a geçme milletler, İslâmiyet’in bu ge­diğini bir protesto olarak kullanmışlardır. Örneğin, İslâm İran’a gel­diği zaman idareciler bir dereceye kadar İslâm dininin Arapların üs­tünlüğünü sağlayan bir yapı olarak kabul etmişler fakat alt tabaka­lar bu anlayışa tepki göstermişlerdir. İşte İslamiyet yayıldıkça onun muhtelif şekillerine uymayanlar bu uyumsuzluklarını sufilikte ve onun kurumlaşmış şekli olan tarikatlarda bulmuşlardır. Tarikatlar bir eğitim merkezi olarak resmi ulemanın verdikleri dünya görüşünden farklı bir görüşün sağlanmasını mümkün kılmışlardır. Ulemanın ku­ru, doğru yoldan ayrılmayan kılı kırk yararak sonuçlara varan öğre­tilerinden ayrıldıkları, onlara cazip şekiller verdikleri bilinmektedir.
Bu bağlamda tekkeler, toplumun his ve gönül dünyasına hitap etmeleri sebebiyle, kamuoyuyla güçlü bir bağ kurmuştur. Bu bağ ile kitleler iç dünyalarında var olan mistik boşluğu doldurmuş, muhab­bete dayalı bir eğitim ve öğretim ile güçlü bir dayanışmayı gerçek­leştirmişlerdir. Bu dayanışmanın ve saygınlığın neticesinde tarikat erbabına derin bir saygı duyulmuş, onların yönlendirmelerine adeta dinî bir kutsiyet atfedilmiştir.[148]
Osmanlıların kuruluş devrindeki resmi ulema ile tarikat önderle­ri arasında çekişmelerin yaşanmasına rağmen sonraki dönemlerde Osmanlı İmparatorluğu’nda da sûfilik kurumlaştı. Bir taraftan resmi dini yayanlar İslâm’ın Sünni görüntüsünü daha ince bir şekle getirir­ken diğer taraftan toplumun muhtelif katlarındaki kuruluşların tari­katlarla ilişkiler resmi bir şekil almıştır. Yeniçeriler, esnaf kuruluşları belirli tarikatlara bağlıdır, iki kurum arasındaki bu iş birliği dinsel bir kuruluşun üzerinde kontrol kurma yolu ile devlet dışında yapısal ni­telik kazanmaya çalışan unsurlar bu şekilde kontrol altına alınmışoluyordu.275 Tarikatları kaldıran 1925 tarihli Kanun okunduğu za­man Atatürk’ün hatırında tuttuğu şeyin ya mahalli siyasi güce sahip eşrafın veya daha alt sınıfları sömüren cahil ve ahlâksız simalar ola­rak ortaya çıkan yerel karizmatik önderlerin etkilerini kırmak olduğu açıkça göze çarpar. Türkler, gelecekte sefih şeyhlerce değil, bilimin açıkladığı yönteme göre yönetileceklerdi. Böylece Atatürk’ ün dev­leti ulema ve tarikat önderlerinin etkisinden koruma geleneğini dev­raldığı açıkça görülmektedir.[149]
Burada şu soruyu sormak yerinde olacaktır: “Din ve eğitim ku­rumlan insanlar tarafından bozulur mu?
İnsanoğlu neyi bozmamış ki, bu kurumlan da bozmasın. Pascal’ın bir sözü var: “insan ne melektir ne hayvan. O melek gibi yap­mak ister ve bazen hayvan gibi yapar. Dinleri bozmasaydı, Allah ye­ni peygamberler göndermek lüzumu görmezdi. Hatta artık bu peygamber, size göndereceğim son peygamber” diye gönderdiği pey­gamberin tebliğlerini de insanoğlunun kendi çıkarı için değiştirece­ğini düşünmüş de “Müçtehidler göndermiş. Buna rağmen bozmu­yor mu? Bozuyor... Haşan Ali Koçer’in yaşadığı ve sizin de zaman zaman görebileceğiniz bir örnek:
İlahiyat Fakültesi 3. sınıfında öğrenci iken bir gün iki arkadaşım­la birlikte Ankara’nın Çıkrıkçılar yokuşundan geçiyorduk. Kur’an’ı Kerim satan bir seyyar satıcıdan Kur’an satın almak istedim. Satıcı Kur’an’ı açıp Türkçeye çevirmeye başladı. Ancak söylediği sözlerin Kur’an metinleri ile hiç ilgisi yoktu. Kendisine sordum. Arapçayı ne­rede öğrendiniz?
Satıcı Kemal Pilavoğlu (O zaman yaygın ve aktif olan Ticani Ta­rikatının şeyhi) bir gece rüyamda Cenab-ı Hakka yeşil bir nur göndertti ve Arapçayı öğrenmiş olarak uyandım.
Ben 3 yıldır Arap dilini ve gramerini öğrenmek için gece gündüz çalışıyorum. Cenabı Hak bu lütfunu bize göndermiyor. Yani şimdi biz de Kemal Pilavoğlu’na mı gidelim. -Evet Kemal Pilavoğlu’na gi­diniz. Bu satıcıya yalan söylediğini, yanlış iş yaptığını, söylediği söz­lerin Kur’an metni ile ilgisi olmadığını, doğrusunu Kuran’ı okuyup tercüme ederek anlattım. Bu adam dini kendi çıkarı için kullanmak yani bozmaktan başka ne yapmış oluyor?[150]
Bu hatırayı aktarmamızın farklı bir anlamı vardır. Tıcani tarikatı­nın Türkiye’deki temsilcisi olan Kemal Pilavoğlu ile ilgili olarak Diya­net İşleri Başkanlığı’nca açılan bir soruşturma, Mustafa Cansız ta­rafından yapılmıştır. Bu konudaki belgeyi Cansız Hocanın Diyanet İşleri Başkanlığımdaki şahsi dosyasında gördüm. Ancak belgeyi alamadık. Bunun ne sakıncası olabileceğine de bir anlam vereme­dim. Başkanlığın konu ile ilgili olarak Cansız Hoca’ yı niçin görev­lendirdiği de düşündürücüdür.
Cansız Hoca’nın tasavvuf ve tarikatlarla ilgili görüşleri konusun­da Yaşar Nuri Öztürk, şu ifadelere yer vermiştir:
Hocanın tarikatlara karşı olduğu doğrudur. Bununla ilgili şu ifa­deyi kullanırdı: “Evladım şunu unutma: Garp âleminin ağzına alkolizma, bizimkine de tarikatlar s..tı.” Hoca için tasavvufa düşmanı derlerdi. Hayır, tasavvuf düşmanı değildi. Hoca Cüneyd, Abdülkadir Geylani, Mevlânâ hayranıydı. Hoca tarikatların vakıflar, saray ve zenginlerle kol kola verip işi yağcılığa döndüren siyasi pisliğine ka­rışı idi. Tasavvufun temel kaynaklarını ben O’ndan okudum. Tarikat­lar tasavvufu da, İslâm’ı da mahvetti diyordu. Biz de aynı şeyi söy­lüyoruz. Muhammed İkbal de aynı şeyi söylüyor. Cansız Hoca bun­ları söylediğinde “Uy evliya ullaha taş atayi zindik” diye nitelendirili­yordu. Bundan dolayı yeri geldi mi de küfürü basardı. Hiç dinlemez­dik
Bu konuda Remzi Yavuz’un Cansız Hoca’yla ilgili görüşleri şöyledir:
Cansız Hoca net bir insandı. Allah’ın vermediği görevi bir kul başkasına veremez. Hocamızın buna kesin kanaati vardı. Tarikat­larda şeyhler müritlerine görev veriyor. Tarikat şeyhleri kendileri ku­ral koyar. Şu kadar zikir yapacaksın. Allah kullarına görev veriyor. Peygamber burada tebliğ açısından görev yapıyor. Kur’an da hiçbir yerde şu kadar zikir yapacaksın diye bir ifade yok. Ancak Allah’ı çok anın der. Sınırlı ve rakamlı zikir nerede vardır? Zikir her işte Allah’ı hatırlamaktır. Herkesin işinde Allah’ı hatırlamasıdır. Bu itibarla hoca­mızın fuzülî işlerle uğraşması mümkün değildi. Din adına yaptıkların­da ve söylediklerinde fazlalık bulmak mümkün değildir. Ne ise o.[151]
Cansız Hoca’nın kızı Nadire Cansız’dan şunları dinledik:
Köyümüzde kadınlar Şeyh Ali Efendi’den  ders alıyorlardı. Ben de alayım mı diye kayın pederime sordum. Babama sormamı ve ona göre hareket etmemi isti. Ben de durumu babama anlattım. Ba­na şunları söyledi: “ Kızım beş vakit namazını kıl. Fazla da kılmaya çalışma. Kimsenin dedikodusunu yapma. Sepetini al tarlaya git, ça­lış. Orada salâvat getir. Bunlar hep sonradan ortaya çıkmış şeyler­dir. Dinle bir alakası yoktur.” Ancak daha sonra Ali Efendi’den inabe aldım. Çünkü toplumdan ayrılmak bana çirkin geldi. Ali Efendi bize “ömründe bir sefer de yaparsan iyidir. Mutlaka yapmak zorunda de­ğilsin” derdi. Bize en büyük tavsiyesi kimsenin gıybetini yapmayın  demesiydi.
Mahmut İslâmoğlu’nun ifadelerini dikkate değer buluyoruz:
Tarikatlar konusunu konuştuğumuzda onların siyasi kuruluşlar olduğunu ifade ederdi. Trabzon’da Abdurrahman Beşikçi vardı. Ki­tapçı idi. Oradan kitap alırdım. Bir gün dükkâna gittim. 15-20 say­falık bir kitabı bana uzattı. Satın aldım ve çantaya koydum. Oradan çıkıp giderken Cansız Hoca’yla karşılaştık. “Ne haber?” dedi. Kitap­çıdaydım. Bir kitap aldığımı söyledim. “Tarikat kitabı değil mi?” He­nüz okumadım. Çıkardım gösterdim. “Bu Abdülhamit’in meşhur meddahı. O’na İstanbul’da dergah kurdurttu. Abdülhamit’in lehine talebe toplar ve onun için propaganda yaptırtırdı. Bu Arap’tır. Bun­dan dolayı Arap ülkelerinden çok insan İstanbul’a geldi.” Cansız bu kitabı almış ve okumuştu.[152] O, ciddi, hakikat olan şeyleri konuşur­du. Tarikatlar konusunda bizim memleketin hocalarının duymadıkla­rı şeyleri O çok iyi bilirdi.
İslamoğlu sözlerine devamla şunları dile getirdi:
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisindeki “Ferşat” maddesinde şu bilgilere yer verilmiştir: Ferşat Efendi, “Cumhuriyetin ilanından son­ra Mustafa Kemal Paşa ile iki defa karşılaştı, ilkinde reîsü’l-ulema sıfatıyla dini konularda onunla tartıştı. İkincisinde ise şapka giyme­nin caiz olmadığına ilişkin fetvasından dolayı Trabzon’a celbedildi ve Atatürk’e şapka giyenin kâfir olacağına dair fetva verdiğini çekin­meden söyledi[153] ” Bu konuda Cansız’la tartıştım ve ben de O’na ısrar ettim. Bu sözü Ferşat Efendi Atatürk’e söylemiş. Cansız Hoca şöyle dedi: “Ferşat Efendi bu sözü söyleyecek kadar cahil bir kişi değildi. Bunlar, tarikat müritlerinin uydurmasıdır. Müritler şeyhleri uçurur.’™
Kanaatimizce de bu rivayet sağlıklı gözükmemektedir. O dö­nemde Atatürk’ün karşısına çıkıp bu konuda konuşma cesaretini gösterebilecek bir kişinin olması bir yana, bir din âliminin, mevcut kı­yafetin yerine başka bir kıyafetin giyilmesinin dinle alakası olmayan bir husus olduğunu bilmemesi mümkün değildir. Eğer öyle ise daha önce sarık giyilirken fesin zorunlu hale getirilmesiyle insanlar kâfir mi oldular? Cansız Hoca’nın ifade ettiği gibi Ferşat Efendi’nin bu sö­zü söyleyecek kadar cahil olduğuna inanmıyoruz. Ayrıca İslâm Ansiklopedisine yazılan bu madde için kullanılan kaynakta[154] Hacı Fer­şat Efendi’nin kayın biraderi ve aynı zamanda öğrencisi Nakşî şeyh­lerinden Ali Galip Yücel’e bu husus sorulmuş. Verdiği cevapta, “ola­yı o zamanlarda dinlediğini fakat Hacı Ferşat Efendi'nin bu olayla il­gisi olmadığını anlattı. Bu şekilde halk arasında yayılmış bir rivayet varsa da doğru değildir” ifadelerine yer vermiştir. Dolayısıyla elde ettiğimiz bilgiler çerçevesinde Hacı Ferşat Efendi’nin yukarıdaki ifa­deleri Atatürk’e sarf etmiş olması imkân dâhilinde gözükmemektedir. Cafer Cansız’ın anısını aktarılmaya değer buluyoruz:
Cansız Hoca doğruyu hiç çekinmeden söylediği için O'nu pek sevmezlerdi. Bir gün Hacı Ferşat Efendi Dernekpazarı’na gelmiş. “Haydin namaza, haydin namaza!” diye çağırarak camiye gidiyordu. Dükkânını kapatan esnaf camiye giderken O’nun elini öpüyordu. Amcam Mustafa Efendi de dükkânımın önünde duruyordu. Bu du­rumu görünce şunları söyledi: “Bunlar hoca değil, murayidir. Hz. Peygamber hayatında hiçbir zaman elini öptürmedi. Sen kimsin ki elini öptürüyorsun? Bakalım sen kendini kurtarabilecek misin?” Mustafa Efendi’nin hiç pervası yoktu.
Rıza Selim Başoğlu, Cansız Hoca’nın tarikatlara bakışı ile ilgili ifadeleri dikkate değerdir:
Lütfü Şentürk ve Ömer Kama’dan dinledim. Cansız’ın hocası Gargar Müslim Efendi dönemin güçlü âlimlerindendi. O dönemde Hacı Ferşat Efendi vardı. Tasavvuf ve tarikatla ilgilenen bir âlimdi. Müslim Efendi, O’na karşı acımasız eleştirilerde bulunurdu. Anlaşı­lan Müslim Efendi tasavvufa değil de tarikatlara karşı bir anlayışı vardı. Bir gün kendilerine “hocam siz neden bu kadar Ferşat Efen­di’ye yükleniyor, kızıyorsunuz? Bizim Efendiyi, inabe verdiği kadın­lardan dolayı tenkit ediyor ve ona kızıyorsunuz. Ama “Ağustos ye­disinde”[155] kadınların erkeklerle el ele tutuşup horan oynamalarına hiçbir şey demiyorsun?” Söyleyeyim. ‘‘Yayla şenliklerine giden ve el ele tutuşan kadın ve erkeğe sorduğunuz zaman yaptıklarının ceha­let olduğunu ifade ederler. Bir cahillik yapıyoruz, Allah affeder inşal­lah derler. Onların günahlarından tövbe etme şansı vardır. Ama se­nin Efendi’nin inabe verdiği kadınlar, yaptığının din olduğunu zan­neder ve onun hiç tövbe etme şansı olmaz. "Bu ifadeden anlaşılıyor ki, Çaykara’da yüksek idrak sahibi bilgin hocaların var olduğunu gö­rüyoruz. O dönemde bu idrakte OsmanlI’da bile çok az kişi vardı. Cansız Hoca da bu idrakte olan bir âlimdi. Yani tarikatlara tamamen karşı idi. Onların Hint düşüncesinden kaynaklandığını ve oradan İs­lâm’a girdiğini ifade ederdi. Dinde ve peygamberde böyle bir anla­yışın olmadığını söylerdi. Kesin tavır aldığı için de kendileri için ga­vur veya dinsiz derlerdi. Hal bu ki, onlara “siz şirke gidiyorsunuz” derdi.[156]
Reşat Baltacıoğlu’nun konu ile ilgili hatırası şöyledir:
Cansız Hoca’dan şu hadiseyi dinledim: Ferşat Efendi zamanının en çok sevilen, sayılan ve hürmet edilen Nakşî şeyhlerinden biriydi. Manevî yönü güçlüydü. Hocalar, eşraf ve halk kendilerine saygı du­yardı. Şifa dağıtma gibi özelliği olduğu için kendilerine yapılan bu saygı da artıyordu. Bunu gören dönemin meşhur âlimlerinden Can­sız Hoca’nın hocası Çaykaralı Gargar Müslim Efendi O’na kızıyor­du. Ferşat Efendi her cumartesi kadınlara dinî sohbet ve tarikat der­si veriyordu. Bu yüzden Müslim Efendi Ferşat Efendi’nin aleyhine daha çok söyleniyordu. Hatta sözü o kadar ileri götürüyordu ki so­nunda, Ferşat Efendi “Yeşilalan Köyü’nde kerhâne açtı” tabirini bile kullandı.
Bir gece rüyasında Gargar Müslim Efendi kendisine çok kötü bir şekilde eziyet edildiğini görmüş. Kendisini bir yardan aşağı atacak­lardı. Eziyet edenler Ferşa Efendi’yi görünce hazırola geçtiler. Ferşat Efendi “bırakın bu büyük bir âlimdir ve ilminden istifade edilir” demiş. Böylece kendisi bu kötülükten kurtuldu. Terler içerisinde kal­mış. Uyanınca hemen giyinip gece vakti sabaha üç saat kala kırk beş dakikalık yolu yürüyerek Ferşat Efendi’nin köyüne çıktı. Baktı ki Ferşat Efendi camide ibadet ediyor. Sabah namazını kıldıktan son­ra görüştüler. Gargar, “senin adamlarından şikâyetçiyim” diyerek kendisine sert bir çıkış yaptı. Ferşat Efendi sakin ve tebessüm ede­rek koluna girdi ve birlikte medreseye gittiler. O görüşmeden sonra Gargar Müslim Efendi’nin Ferşat Efendi' ye bakışı değişti. Ferşat Efendi daha önce ölmüştü. Cesedini yıkama, namazını kıldırma gi­bi işlemleri Gargar Müslim Efendi yaptı. Cesedini yıkarken “kırkse­ne uyumayan Ferşat şimdi uyu”diye söyleniyordu.
Bu anının yorumunu okuyuculara bırakmak istiyoruz. Ancak Gargar Müslim Efendi’nin ağır bir şekilde eleştirdiği meslektaşına son yolculuğunda yapılması gereken bütün görevleri üstlenerek ye­rine getirmesini takdirle karşılamak gerekir.
Mehmet Saygılı’nın yaşadığı bir hatırasını aktarmak istiyoruz:
Ormancık Köyü’nden öğretmen Mehmet Sadık Kehribar, Dernekpazarı’nın ilk öğretmeni idi. Önce eski yazı, daha sonra yeni ya­zıyla okuturdu. Bayburtlu bir Kadiri şeyhine intisap etmişti. Cansız’la birlikte pazarda yürürken konuşuyorlardı. Biz de peşlerinden gidi­yorduk. Cansız, kendisine: “Raks ile ibadet olmaz.” dedi. Mehmet Kehribar, “ben sana kitap gösterebilirim”. Cansız, “senin gösterece­ğin kitabı kimin yazdığını biliyor musun? İş kitapta değil, onu yazan­dadır. Mehmet Hoca ısrar edince kendisine küfürü basarak ayrıldı. Sonraları Mehmet Sadık’ın “bu işten pişman olduğunu, bunların pe­şinden gideceğine bir sure ezberleseydik daha makbul idi” dediğini duydum.
Ahmet Cemal Uygun’un şahit olduğu bir hatırasını şu ifadelerle dile getirdi:
Hastalığında hizmetinde bulunuyordum. Tabi Hoca’nın ziyareti­ne gelenler çok oluyordu. Bir gün Mehmet Rüştü Aşıkkutlu Hoca ve başkaları geldiler. İçlerinde sakallı biri vardı. Cansız Hoca onu iyi ta­nıyor, bir tarikata mensup olduğunu biliyordu. O sırada Cansız, açı­lan mevzu gereği “İslâmiyet’te tarikat yoktur. Bunlar sonradan orta­ya çıkmış ve İslâmiyet’i yozlaştırmıştır. Aşıkkutlu Hoca’ya dönerek, Var mıdır? Sen söyle. Biraz durduktan sonra Aşıkkutlu, “yoktur” de­di. Cansız, “tabi bunu camilerde söyleyemezsiniz. Linç ederler sizi.” Daha sonra adama dönerek “sen kara cahilin birisin, okuma yaz­man bile yok. Ne işin var tarikatlara” diye azarlamış.
Yusuf Ziya Cansız, dedesi Cansız Hoca’dan dinlemiş olduğu bir olay şöyledir:
Bayburt’un Aydıntepe (Hart) ilçesinde bir şeyh varmış. Devlete isyan etmiş. Araştırma yapılması için devlet Cansız Hoca’yı görev­lendirdi. Tabi Aydıntepe’ye yaya olarak gidecek. Çaykara’dan yuka­rı giderken Alçak Köprü hanlarında gecelemiş. Yer yatakları serilmiş ve yatılacaktı. Cansız Hoca, “acaba bu şeyh denen kişinin kolları buralara kadar uzanmış mı” diye düşünmüş ve bunu tespit edebil­mek için şu yöntemi kullanmış: “Aydıntepe (Hart) de ağzına sı. ğım bir adam kendini şeyh diye tanıtmış. Şeyhe top, mermi işlemezmiş diyorlar.” Bunun üzerine adamlardan biri boğazına sarılarak boğ­mak istemiş. Epey mücadele etmişler. Anlamış ki adamın etkisi, kol­ları oralara kadar ulaşmış. Daha sonra Aydıntepe’ye giderek gerek­li incelemeyi yapıp devlete raporunu sunmuş.
Ahmet Gürsoy’un Cansız Hoca’nın tarikatlara bakışı ile ilgili şu ifadelere yer vermiştir:
Tarikatlara karşı olduğu doğrudur. Ancak tasavvuf şiirlerini ezbe­re bilirdi. Türk edebiyatının; Halk edebiyatı, Tekke edebiyatı ve Di­van edebiyatından akarak oluştuğunu ve bunların büyük değerler olduğunu ifade ederdi. Ayrıca Tarikatların 18. yüzyıldan itibaren yoz­laştığını ve şeyhlerin araya konularak dine en büyük kötülüğü yap­tıklarını söylerdi. Bazıları “hatemü’l-enbiya mı büyük, yoksa hatemü’l-evliya mı büyük” sözünü söyleyerek tartışanlara çok kızar ve ağır hakaret ederdi.
Sait Aydemir’in Cansız Hoca ile ilgili hatırası şöyledir: Kendilerinden dinledim. Gençlik yıllarıydı. Köylerinden tarikata giren bir genç, “biz vecde geliyoruz. Tecelliler oluyor. Allah’ı bile gö­rüyoruz. İstersen sana da göstereyim.” Cansız, “göster bakalım” der. Birlikte giderler. Karanlık yerde olacak ya Cansız’ı ahıra götür­mek ister. Bunun üzerine Cansız çok kızar ve “ulan e.şekoğlu eşek
Allah’ı ahırda mı arıyorsun” diyerek basmış dayağı. Aslında Hoca işi biliyor ama sonucu merak ediyordu.
6 Eylül 1950 tarihinde kaleme aldığı ve Diyanet İşleri Başkanlı­ğına gönderdiği raporda şu ifadelere yer vermiştir:
“Üzerinde hassasiyetle durulması gereken tarikatçılıkta son za­manlarda görülen durgunluk, bölgemiz hesabına tarikatçılıktan bir dönüş kabul edilemez. Buna fırsatta ilerlemek için bir gerileyiş de­mek daha doğru olur sanırım.
Zaman zaman din, tasavvuf kisvesi altında belli olmayan mak­satlarla neşredilen kitaplar, mecmualar çoğalmış bulunuyor. Bu ki­taplardan birisi de yanılmıyorsam tarikatlara hizmet maksadı ile Ömer Rıza Doğrul’un Tasavvuf tarihidir. Bu eser hakkında güzel ni­yetlerinden emin olduğum bir iki arkadaş vaiz tarafından da aciz dü­şüncem sorulmuştu. Düşündüğümü söyledikten sonra kendilerine, bağlı bulunduğumuz Diyanet İşleri Başkanlığının tastiklerini, hususi ile Başkanımızın takrizlerini görmediğimiz (yeni çıktı) dinî, tasavvufî eserleri şüphe ile telakki etmeniz gerekli olduğunu söyledim. Söz­lerime Diyanet İşleri Başkanlığının ve sayın Başkanın dinî neşriyatı size de, öğütlerinizi dinleyenlere de üstün bir yeterlilik taşıdığını ek­lemiş bulunuyordum. Fakat bu yeni çıktıların bir listesi ile mahiyet­lerinin teşkilat mensuplarına bildirilmesinin faydalı olacağını san­maktayım. ”
Cansız Hoca’nın cümlelerinden anladığımız kadarıyla tarikatlara karşı bir tavrının olduğu anlaşılmaktadır. Çok partili hayata geçişle birlikte gerek dinî neşriyatta ve gerekse dinî oluşumlarda bir ser­bestliğin yaşanması söz konusu olmakla birlikte kendileri, bu duru­mu sağlıklı görmemekte ve ihtiyatla karşılamaktadır. Özellikle ta­savvuf içerikli çıkan yayınların şüphe ile karşılanması, çıkan bu ki­taplarla ilgili Başkanlığın inceleme yapıp teşkilatı bilgilendirmesi ge­rektiğini vurgulamakta ve dini öğütlerde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınlarının kaynak olarak kullanılmasını yeterli görmektedir.
Öte yandan dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akse­ki’nin “Din Tedrisatı ve Dinî Müesseseler”adıyla 1950 yılında hazır­ladığı raporda tarikatlarla ilgili tespitleri dikkat çekicidir: “Bugün bir takım batıl akide ve yalancı tarikatların sinsi sinsi ve fakat sistemli denecek surette memleketin hemen her köşesinde yayılmakta ve üremekte olduğu da bir vakıadır. Gittikçe çoğalan ve din namına uy­durdukları bir takım hurafelerle köylü ve şehirliyi istismar eden, saf halkımızın arasına tefrikalar sokan, karıyı kocadan ayıran bu muzir unsurların tesirlerini önleyebilmek için de her şeyden evvel esaslı din terbiyesi ve bilgisi almış, müsbet ilimlerle de mücehhez kudretli din adamlarına, münevver vaizlere ihtiyacımız vardır.
Memlekette hakiki din adamları azaldıkça bu yoldaki tarikatların kanunen yasak olmasına rağmen yayılması ve gittikçe sahasını pek ziyade genişletmesi de bu ihtiyacı bir kat daha belirtmektedir. ”
Akseki’nin tespitlerine göre tarikatların sinsi ancak sistemli bir şekilde çoğalarak ülkenin genelinde faaliyet içinde bulundukları ve yaydıkları hurafelerle halkı istismar ettiklerini belirtmektedir. Böyle bir gidişin sağlıklı olmadığını ifade ettikten sonra bu olumsuzluğun önüne geçmenin dini iyi bilen din görevlilerinin yetiştirilmesine bağ­lı olduğunu vurgulamaktadır. Burada Diyanet İşleri Başkanı ile Can­sız Hoca’nın tespit ve endişelerinin örtüştüğünü görüyoruz. Bu sağ­lıksız gidişatın günümüzde de devam ettiğini belertmek isteriz.
Bu bağlamda Diyanet İşleri Başkanı Prof.Dr. Ali Bardakoğlu’nun tarikatlarla ilgili sözleri dikkat çekicidir: “Tasavvuf, İslam’da çok de­rinliği olan bir düşüncedir. Ancak mevcut tarikatların bu tasavvuf dü­şüncesini yeterince temsil ettiğini söyleyemem. Mevcut tarikat örgütlenmeleri büyük bir talihsizliktir, sufî geleneğin tanınmasının önünde ciddi bir engeldir. Tarikatların örgüt şemasını ve çıkar ilişki­lerini görenler o manzaranın olumsuzluğuna takıldıkları için tasav­vufi düşüncenin zenginliğinden mahrum kalırlar. Onların arkasında çok zengin, felsefi, mistik bir birikimin olduğunu fark edemezler. Din adına yapılan suiistimalleri biliyorum. Bizim bunlarla mücadele et­memiz görevimiz. Din adına yapılan istismarlar, bu insanların ruh hallerinin bozulması, çıkarcı tarikat örgütlenmeleri, fevkalade yanlış bulduğumuz ve mutlaka düzeltilmesini istediğimiz olumsuzluklardır. Ama bu bir eğitim işidir. Bunların üzerine akılla gitmezseniz yeraltı­na inerler. Biz ilahiyatçı bilim adamları veya Diyanet yetkilileri ola­rak, halkımızı elinin tarihi ve elinin ana mesajı konusunda bilgilendir­miş olsaydık, insanlarımız Kur'an'ı, peygamberin hayatını okuduk­ları vakit çok rahat algılayacaklardı. Onu yapmadığımız için günü­müzdeki insan, hoca anlattığı vakit ‘ eh ne yapayım aklıma pek yat­mıyor ya kabul edeyim bari’ diyor içinden. Ama dinde hatır için ka­bul olmaz, içselleştirme vardır. Halkın dindarlık beklentisi bizde sağ­lıklı bir dinî üretimi zayıflattı. ”[157]
Tarihi süreçten günümüze Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tarikatla­ra karşı ciddi bir mücadele verdiği kanaatinde değiliz. Cansız Hoca’nın tarikatlara karşı çıkmasının sebebi tarikatlarda yaşanan yoz­laşmadır. Bu yozlaşmanın günümüzde de devam ettiğini Diyanet İş­leri Başkanı’nın ifadelerinden de anlıyoruz.[158]
Tarikatlarda zaman zaman görülen ‘sulandırma’ ve ‘çizgi dışına çıkma’ girişimlerinden hareketle genellemeye gitmek gerçekçi değil­dir. İnsanın mistik yönünü dikkate alarak tasavvuf ve tarikat dünya­sı bu güne kadar olduğu gibi bundan sonra da yaşamaya devam edeceği söylenebilir.[159]
Tasavvufun, Müslüman dünyasının içinde doğmuş, Kur’an ve sünnetten kaynaklanan bir zühd hayatını ortaya koyduğu bir ger­çektir. Tarih boyunca bolca rastlanmış sapmaları büyüterek onu İs­lâmî değerlerin dışına atmanın hiçbir haklı yanı olamaz. Yapılacak şey, bu sapmaların tespit ve tedavisidir. İslâmî hayatın içinde doğ­muş çeşitli mezhep ve meşrepleri bir birine düşman cepheler halin­de dondurmanın, başta İslâm dünyası olmak üzere kimseye kazan­dıracağı bir şey yoktur.[160] Tasavvuf hayranı olan Cansız Hoca’nın esasen tarikatlarda yaşanan yozlaşmaya karşı olduğunu tekrar be­lirtmek isteriz.
4.4.           Politik Hayatı
1926-1949 yılları arasında Of ilçesini temsil etmek üzere Trab­zon İl Genel Meclisi üyeliği ve müteaddit defalar daimi komisyon üyeliğinde bulunmuştur. Yirmi üç yıl gibi uzun bir süre İl Genel Mec­lisi üyeliği görevini yürütmüştür. Bu itibarla Trabzon İl Özel İdare Mü­dürlüğümde Cansız Hoca’yla ilgili geniş bilgi bulmayı ümit ediyor­dum. Ancak yetkililerin “arşivin yanmış olduğunu, belirtilen dönemle ilgili 1946 İl Genel Meclisi üyelerinin kayıtlı olduğu sicil defteri ve meclis üyelerinin vali Salim Özdemir Günday ile çektirdikleri toplu resimden başka hiçbir bilgi ve belgeye ulaşmanın mümkün olmadı­ğım” belirtmeleri benim için hayal kırıklığı olmuştur. Hâlbuki Cansız’ın çok uzun bir süre İl Genel Meclisi ve çeşitli dönemler daimi komisyon üyeliklerinde bulunması nedeniyle Trabzon ve ilçeleri ile il­gili alınan kararlarda görüşlerinin olduğunu tahmin etmek zor değildir.
Çok partili hayata geçildiği 1946 seçimlerinde de aynı partide yer almış ve İl Genel Meclisi üyeliğine seçilmiştir. Şu halde Cumhuriyet Halk Partili fikriyatını çok partili hayata geçtikten sonra da devam et­tirmiştir. 1949 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatında vaiz ola­rak görev almasından sonra aktif siyaseti bırakmış oldu. Ancak Cumhuriyet Halk Partili olmayı devam ettirmiştir. Bunu ifade etmek­ten de hiçbir zaman çekinmemiştir.
Politikada merdivenleri niçin yükselemediği sorusu akla gelebilir. Gerek tek parti ve gerekse demokrasiye geçişle birlikte çok partili hayatta İl Genel Meclisi üyeliğinin haricinde özellikle milletvekilliğine veya partinin yetkili organlarına girme teşebbüsleri olduysa da ger­çekleşmediği görülmektedir. İfade edildiğine göre Faik Ahmet Barut­çu[161] hiçbir zaman O’nu milletvekilliği listesinde görmek istememiş­ti. 1946 CHP Kurultayında tüzük değişikliği için Ankara’ya gitti. Şük­rü Saraçoğlu ile görüştü. Politikadan kopma isteği fikrini söyleyince Saraçoğlu, “politikanın uzun bir yol olduğunu, kapıdan kovarlarsa bacadan girmesi gerektiğini” söyledi.[162] İnönü’nün Of’a geldiği bir seçim döneminde Cansız da söz alarak konuşmuş ve önemli eleş­tirilerde bulunmuş. İnönü Cansız’ı beğenmiş ama yetkililere “siz yi­nede Ali Sarıalioğlu’nu gönderin” demiş. Anlatılanlardan edindi­ğimiz izlenime göre Cansız, realist ve sözünü hiçbir zaman esirge­meyen bir yapıya sahipti. Partilerde bu yapıdaki siyasetçilerin önü­nün kesilmesini normal karşılamak gerekir diye düşünüyoruz. Remzi Yavuz’un bir anısı dikkat çekicidir:
İstanbul Oteli’ndeyim. Sürmene ve Trabzon müftülüğü yapan Abbas Hacıefendioğlu vardı. 54 seçimleri yaklaşmıştı. CHP den adaylığını koymayı düşünüyordu. Hoca Efendi de uzun yıllar il dai­mi encümen üyeliği yapmış ve Cumhuriyet Halk Partili idi. Biraz ko­nuştular. Daha sonra Abbas, Cansız Hoca’ya: “Bana rey verecek misin?” Baktı ona ve gülerek şunu söyledi: “Tuvalete atar gibi bir ta­ne atarım sana.” O kadar samimiydiler. Cansız Hoca’yı ayrı tutuyorum. Zira o beyninin doğrultusunda hareket eden bir kişiydi. Ancak o dönemlerde hocaların pek çoğu Cumhuriyet Halk Partisi’ne oy veriyorduysa yürüttükleri davaya zarar gelmesin diye bunu yapıyorlar­dı diye düşünüyorum.
Bu konuda Cansız Hoca’nın 6 Eylül 1950 tarihinde yazdığı ve Diyanet işleri Başkanlığına gönderdiği raporda şu ifadelere yer ver­miştir:
“Seçim arifesinde siyasi muhalefetin meslektaşlara siyasi maksatlarını terviç yolunda çirkin iftiralar savurmaktadırlar. Bu iftira Di­yanet teşkilatı mensuplarının Halk Partisi namına propagandaya hazırlanmış olduklarıdır. Gün oluyor ki bu iftira il gazetelerinin her­hangi birinde başyazıya mevzu oluyor. Bu hadise karşısında müte­essir olan vaiz arkadaşlara bu yoldaki tarizlere Başkanlığın göster­diği hayranlık veren ağır başlılığa ayak uydurmadan başka bizler için gerekli bir çıkar yol olmadığını tavsiyede bulunmaktayım.’  Görüleceği üzere 1950 seçimlerinde din görevlilerinin Cumhuri­yet Halk Partisi’nin propagandasını yaptıkları ifade edilmekte ve muhalefetin bu konudaki şikâyetleri gazetelerin başyazılarına konu olmaktaydı. Cansız Hoca, bunun iftira olduğunu, bu itibarla meslek­taşlarına ağırbaşlı davranmalarının yararlı olacağını tavsiye etmek­tedir.
Rıza Selim Başoğlu’nun ifadeleri dikkate değerdir:
Hoca, din istismarı sebebiyle farklı görünenlere karşı olan bir kişiydi. Bu konuda İnönü’yü ve CHP’yi biraz daha tarafsız veya bunu yapmayan bir grup olarak gördüğü için o tarafı tutardı. Yok­sa Hoca’nın tarafı yoktu. Onları da acımasız tenkit ederdi. Bir gün Yavuzların dükkânında oturuyordu. Demişler ki “Karaoğlan diye biri çıkmış düzeni değiştirecek. ” Siz bu konuda ne düşünüyorsu­nuz? Şöyle dedi: “Hiç kimse düzülmeye talip değil, hep düzenin değişmesini istiyorlar.” Enteresan bir zeka. Yani onları da tenkit ederdi.
Son devri çok iyi tanıyan ve anlayan bir kişiydi. İnönü’den hiç far­kı olmayan bir kişinin sadece menfaati dolayısıyla başka bir partide olduğunu anlıyordu. Yani ikiyüzlülüğünü anlıyor ve bu sahtekârdır diyordu. Entelektüel bir kişiydi. Basını takip eder ve olayları iyi tah­lil ederdi. İki parti vardı. Demokratlar Müslüman, CHP’liler komünist, gâvur, anlayışı. Hocanın bunu kabul etmesi mümkün değildi. Onun için de komünist, gavur,... neler demezlerdi ki...[163] Cansız, ismet İnönü hayranıydı. Özellikle İkinci Cihan Savaşı’nda ülkeyi harbe sokmadığından dolayı İsmet Paşa’yı adeta göklere çıkarırdı.[164]
Ahmet Cemal Uygun’un anısını dikkate değer buluyoruz:
Osman Turan Yassı Ada duruşmalarından beraat ettikten sonra Cansız bana: “Osman Bey’e bir telefon ette görüşelim” dedi. Tele­fon ettim. Osman Turan bizi yemeğe davet etti. Bana da sen de ge­leceksin dedi. Ben de “emniyette çalışıyorum ne olur bilemem” de­dim. Gitmek istemedim. Cansız’ı, Osman Turan’ın evine götürdüm. Bir buçuk saat sonra O’nu almaya gittim. Yemeği bitirmişler, meyve yiyorlardı. Bana da ikram ettiler. Daha sonra Osman Turan’la mübahaseye daldılar. Turan İnönü’yü sevmezdi. Hilafetçi fikirlere sahipti. Saraydan evli idi. Evi Padişah resimeriyle dolu idi. Cansız da onun zıttı. İnönü’ye çok hayrandı. Buluşmalarında uzun boylu mübahaseler yaptılar.
Cansız dünya malına hiç değer vermezdi. İl daimi encümen üye­si idi. Rum ve Ermenilerin mal ve mülkleri O’na teslim edilmişti. Elin­de imkân olmasına rağmen, o mülklerden hiçbir şey almış değil ve bu tür menfaatlere hiç tenezzül etmemiştir. Kirada oturarak hayatı­nı geçirmiştir. O kadar dürüst bir kişiliği vardı.
İl bazında önemli görevlerde bulunmasına rağmen ekonomik açıdan hayatiyetini devam ettirmenin haricinde hiçbir varlığının ol­maması gerçekten dikkat çekicidir. Bu konumda olan kişilerin tümü­nün gayri meşru yollarla çıkar elde ettiklerini söylemek hakkını ken­dimizde görmüyoruz. Ancak siyasette bir ahlâki yozlaşmanın ya­şandığını göz ardı etmemiz mümkün değildir. Burada parti ayırımı yapmanın da doğru olmadığını belirtmek isteriz. Her partide Cansız Hoca gibi insanların olabileceği gibi siyaseti, menfaati için yapanla­ra da rastlamamız mümkündür.
Toplum ve siyasetle iç içe olan bir kişinin hata yapmaması el­bette mümkün değildir. Nitekim Cansız’ın bu anlamda hataları ol­muştur. Fakat bir hatasından duyduğu pişmanlığı devamlı dile ge­tirirdi. Şöyle ki: Sürmene’nin Ormanseven(Seveho) köyü ile Kon­du köyü birlikte Limonsuyu civarındaki Ablayeras’ta yayla yapıyor­lardı. Ormanseven köyünden olanların yayladaki hane sayısı azınlıktaydı. İki köylü arasında adet uyuşmazlıkları söz konusuy­du. Ormansevenliler yaşlı, genç, kız hepsi bir araya gelip horon oynarlardı. Bu Kondu köylülerince ayıp karşılanıyordu. Bu esnada gençler Yusuf Şenocak Hoca’ya saygısızlık yapmışlar. Cansız’ın Şenocak Hoca’ya büyük sevgisi vardı. Bu saygısızlılığı kabul ede­medi ve jandarma ile birlikte Ormanseven köylülerini yayladan zorla çıkarttı. Onlar da gidip yaylaya yakın bir yerde Yeni Yayla adında yeni bir yerleşim yeri kurdular. Hâlbuki onların bu yaylada hakları vardı. İşte bunları çıkarmasından dolayı daha sonra çok pişmanlık duydu. Haksızlık yaptığı kanaatindeydi. Bunu şöyle ifa­de ederdi: “Hayatımda bir iş yaptım. Bundan dolayı öldüğüm za­man beni ağlayın. Ormanseven’lileri jandarmayla birlikte Ablayeras yaylasından dışarı attırdım. Onları oradan çıkartmamam la­zımdı. Orada hata ettim.2"
İki köy arasında bir sürtüşmenin yaşandığı anlaşılıyor. Saygısız­lık yapıldığı ileri sürülerek insanların evlerinden zorla çıkartılıp gön­derilmesi mümkün değildir. Ancak Ormansevenlilerin yayladan çı­karılması meseleyi çözmemiş, bilakis çok uzun yıllar sürecek dava­nın başlamasına sebep olmuştur. Ormensevenliler, Ablayeras yay­lasına yakın sayılabilecek bir yerde gecekondu evler yaptılar. İki köy arasındaki esas mücadele de bundan sonra başlamış ve pek çok tatsızlıklar yaşanmıştır. Çünkü o dönemde bölgede hayvancılık ge­çim kaynağı idi. Bunun için geniş meralara ihtiyaç vardı. Sanırım bu dava 1980’li yıllarda Ormanseven köyü lehine sonuçlandı. Ormanseven köylüleri davanın sonuçlanmasından sonra yapılaşmaya hız vermişler, bir anlamda yaylalarına sahip çıkmışlardır. Eğer önceki yaylalarından çıkartılmamış olsalardı orada Yeni Yayla adında bir yayla kurulmuş olmayacağı gibi uzun yıllar süren bir dava ile kay­naklar boşuna harcanmayacaktı. Sanırım Cansız Hoca bu olum­suzluklara sebebiyet veren olaya müdahil olmaktan dolayı daha sonra büyük pişmanlık ve ıstırap duymuştur.
Cansız’ın köyden çıkmasının nedenlerinden biri de dedikodular­dan usanmış, köyler arası davalardan bıkmıştı. Ayrıca para yedi di­ye de dedikodu yayıyorlardı. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı kö­yü terk edip Trabzon’a gitti.
İhsan Ekşi’nin dikkat çekeceğini düşündüğümüz bir anısını ak­tarmak istiyoruz:
1946 yılında yapılan İl Genel Meclisi seçiminde Dernekpazarı’ndan iki aday vardı. Mustafa Cansız Kondu köyünden olmasına rağmen fazla bir oy alamadı. Köylüleri Akköse köyünden aday olan ki­şiyi desteklemişlerdi. Cansız, aldığı oyların çoğunluğunu Çaykara bölgesinden almıştı. Daha doğrusu, Akköse köylü aday Dernekpazarı'ndan, Mustafa Cansız ise Çaykara’dan daha çok oy almıştı. Kendi yöresinden çoğunluğun oyunu alamamasından üzüntü duymuştu.
1948 yılında Çaykara’nın ilçe yapılmasında önemli rolü olmuş­tur. Çaykara, Dernekpazarı’ndan yedi kilometre yukarıdadır. Dernekpazarı o dönemde bucak konumunda olup, Nüfus idaresi ve ad­liye teşkilatına sahipti. Böyle bir üstünlüğü olmasına rağmen Çayka­ra’nın ilçe olması ister istemez Dernekpazarı halkı tarafından kabul edilmesi herhalde zor olsa gerektir. Nitekim mevcut teşkilatlar Çay­kara’ya kaydırılmıştır. Yöre halkının devlet işleri ile ilgili olarak yedi kilometrelik yolu gidip gelmesini bir anlamda içine sindirememiştir. Ayrıca bir beldenin ilçe yapılması oranın gelişimini doğrudan etkile­mektedir. Dernekpazarlı olmasına rağmen Çaykara’yı ilçe yapması Mustafa Cansız’a sorulduğunda şu cevabı vermiş: “Bana Çaykaralılar oy verip seçtiler. Ben de orayı ilçe yaptım.”[165]
Dernekpazarı 1990 yılına kadar Çaykara ilçesine bağlıydı. 1990 yılında yine Cansız Hoca’nın köylüsü ve dönemin Milletvekili Eyüp Aşık tarafından ilçe yapılması sağlanmıştır. Böylece Mustafa Cansız’ın bir anlamda eğer hata olarak görülecekse bu hatası giderilmiş oldu. Eyüp Aşık’ın yöremizden siyaset adamı olarak yetişmesinin gurur verici olduğunu belirtmek isteriz. Siyasette herkes sizi beğe­necek diye bir şey yoktur. Önemli olan, yapılan kalıcı hizmetlerdir. 1990 yılından günümüze gerek devletin sağladığı imkânlar, gerek­se belediye ve vatandaşların yaptığı yatırımlarla Dernekpazarı mo­dern bir ilçe görünümüne kavuşmada hayli mesafe almıştır.
Din hizmetlerinde görev üstlenenlerin siyasetle uğraşması top­lum tarafından pek olumlu karşılanmamaktadır. Partiler üstü kalmak sanırım daha faydalıdır. Çünkü toplum, din hizmetlerinde görev ya­panlara farklı bir misyon yüklemektedir. Onları siyaset üstü görmek istemektedir. Her insanın siyasi düşüncesi olduğu gibi din görevlisi­nin de elbette olacaktır. Ancak oy vermenin haricinde bir partinin sa­vunuculuğunu yapmasını doğru bulmadığımızı belirtmek isteriz.
5.           Şairliği-Edebî Yönü
Mustafa Cansız’ın hayatında şiirin de çok önemli bir yeri vardır. O sadece dini ilimlerle meşgul olmayıp edebiyatla da yakından ilgi­lenmiş ve Trabzon’da çıkan gazete ve mecmualarda birçok ciddi ve mizah yollu yayımlanan çok sayıda şiiri mevcuttur.301 Şüre ilk defa Aşık Garip ve Kerem’i okumakla başlamıştır. Daha sonra Tuhfe-i Vehbi’yi ezberlemiştir. İlk defa mîras olarak eline geçen Yahyâ Dîvanı’nı incelemişti. Fuzûlî ve Nefî divanlarını okumuş, ayrıca İran Şairi Hafız-ı Şirazi’nin şiirlerini ezberlemiştir. Bu yüzden “Hâfız’ın Hafızı” olarak bilindi. Tevfik Fikret’in şiirlerini ezbere okurdu. Aruzu çok iyi öğrenmiş ve uygulamıştı. İlk yazıları Trabzon’da çıkan Fecir mecmuasında yayımlandı. Daha sonra ikbal, Yeni Yol, İstikbal ve Halk gazeteleriyle İnan ve Necm-i Âtî mecmualarında yazıları ve ciddi mizah yollu şiirleri yayımlandı. Hafızası çok kuvvetli olup, ayaklı kütüphane olarak bilinirdi. Yaşadığı dönemde Trabzon’da Arapça ve Farsça’ya ondan daha hâkim bir kimse yoktu. Hazır cevaplığı ve zekâsı ile hocaların hocasıydı. İlmî ve edebî sohbetine doyulmaz kıymetli ve değerli bir şahsiyetti.302
Dinî ilimlere ileri derecede sahip olan Cansız Hoca’nın aynı za­manda aydın ve halk kültürünün vazgeçilmez bir parçası olan şiirle de yakından ilgilendiğini görüyoruz. Klasik Türk edebiyatı ve Halk edebiyatının önemli şairlerine vakıf olmuş, onların divanları ve diğer eserleri üzerine eleştiriler yapacak kadar dikkatle okumuş ve şairli­ğini de bu alt yapı üzerinde kurmuştur. Şiirlerini çoğunlukla Klasik Türk edebiyatı tekniğinde yazan Cansız, gazel, kasîde, müstezat gi­bi nazım şekillerini başarıyla kullanmıştır. Aruzu kusursuz bir şekil­de uygulamıştır. Şiirlerine geçmeden önce edebi tetkikler adı altın­da “İnan" dergisinde yayımlanan makalelerini aynen aktarmayı ge­rekli görüyoruz. Bu makalelerin tetkikini uzmanlarına bırakmakla birlikte çok önemli bir gayret ve İlmî bir disiplinin mahsulü oldukları­nı belirtmekte isteriz.
5.1.           Divan Edebiyatını Ayakta Tutan Ne İdi?
Şüphesiz mürettep divanlarda göze çarpan muayyen şekiller, aru­zun ahengi altı, yedi yüz yılı yularlayıp peşinden sürükleye mezdi.
Acaba: Vaktiyle Yunandan şarka taşınan felsefî tefekkürün Di­van edebiyatında yer alması Divan edebiyatının yedi asırlık saltana­tında önde gelen bir âmil sayılabilir mi? Önde gelen âmil diyoruz; çünkü: Hadise tek sebebin değil, sebeplerin mahsulüdür.
Bediiyat tarifçileri şiirin izahında hüsnün ifadesini temel tuttuktan sonra ağyarı kovalar, efradı toplar kayıtları zincirleyerek bediiyat ki­taplarını doldurmuşlardır.
Bu kitaplar bizi özden ziyade söze boğmaktadır. Şiir her yerde, her çağda şiirdi, divan edebiyatının dün yaptığı şiir bu gün de şiirdir.
Divanlardaki şiir ne mücerred mefhum olan mutlak hüsnün, ne mücerred hüsnün, ne de vahdeti vücudun ifadesidir.
Nedim’in gönülleri çeken kıvrak şiirlerini “Sa’dabat” kasrının di­reklerine dayanmış mı düşüneceğiz. O kasrı bir solukta yok eden ih­tilal, şen, ince şiiri de divaneye döndürmüşken şairin divanında biricik noktaya, mısralarındaki şuh nüktelere hiç de dokunmamıştı.
Divan şairlerinin kaşı yaya, yüzü aya, saçı sümbüle, mara, süz­gün gözleri nergise, bimara benzetmek gibi her şairin birkaç yüze varan teşbihleri altı, yedi asırlık bir zaman ummanında divan edebi­yatının cuşuhuruşunu yaşatabilir miydi? Divan edebiyatını takip eden edebî devreler yirmi seneyi mahkümü yapabilmek için ne ka­dar sendelediğini görüyoruz.
Bu Divan edebiyatının yedi yüz senelik hayatını ancak yedi asır­lık tefekkür tarihini kucaklamasında bulacağız, divan şairleri yukarı­da nümunelerini verdiğimiz bir takım teşbihlerin dar çemberinde dö­nüp dolaşmadı, onların pek çoğu yaşadıkları devrin kültürüne tepe­den tırnağa kadar intibak etmesini bilmişlerdi. İskolastik ilimlerde, tefsirde, fıkıhtao asrın ifadesi ile danişmend sayılırlardı.
Bu şairlerin her biri herhangi bir gazelinde teşbihi, ifadeyi, edayı kuvvetlendirmek için muasır ilimlerin ıstılahlarından, düsturlarından istifade etmek, telmihler yapmakla vadilerindeki orjinaliteyi yaratı­yorlardı. Aristo mantığının hâkimiyeti onlarda kendini daima göster­di, fakat bu ilimlerden istifade eden divancılar hiçbir zaman şiirlerin­de ilim yapmayı düşünmüyorlardı, her şair gibi gayeleri sanattı diye­biliriz.
Divan edebiyatı yalnız adı geçen ilimlerden ıstılah almakla kal­mıyor, musikiden o zaman Garp ilimleri sayılan kimyadan, simya­dan kelimeler alıyorlar, tarihî hadiseler şahsiyetler başta gelenlerdir. Yusuf, Zeliha, Mecnun, Leyla, Şirin, Vamık, Azra hemen her zaman müracaat edilen adlardır.
Mistik duygularına gelince bir şey demiyorum. Ben aramızda pek çoklarının divan edebiyatını tasavvuf edebiyatı bildiklerini biliyo­rum.
Tasavvuf gibi divanların badesinden, şarabından bahsetmeyişim de divanların her gazelini bir meyhane listesi tanıyanları tanıdığımdandır.
Divan edebiyatında en karakteristik cephe, kalenderlik, ham so­fulara hücumdur.
Bu edebî sistem hâkimi olduğu asırların ne hakikatlerine, ne de efsanelerine yabancı kalmamıştır.
Bu edebiyat tekrar edelim, ne yalnız hüsnü mutlak ne vahdeti vücut felsefesinden, ne de meyhaneden feyzini almamıştır. Onun kaynağı uzun asırların yaratmasında kıskanç davrandığı şarkın ze­kâsıdır,[166]
5.2.            Musiki, Biraz Musikî Tarihi,...
Milli tetebbularda merhum Rauf Yekta’nın Türk musikisine dair tetebbular başlığı altında çıkan değerli yazılarını yirmi küsur sene evvel görmüştük. Bu yazılarıyla üstat; Türk’ün musiki tarihini ilmi te­mellere isnat ettirirken Alman musiki âlimi Kizvetler’e de cevap ve­riyordu.
Kizvetler: Arapların musikisi adında eseriyle Türklerin musiki ka­biliyeti olmadığını, hicretin 500 tarihine kadar musiki eserleri Arap­ların yarattığını ortaya atmıştı.
Rauf Yekta hicretin sekizinci asrı musiki bilgini Abdülkadir Merağı’nın Zübdetüledvar ismindeki kitabiyle Kizveter’in bu yanlış tezini çürütmekle kalmamış, Osmanlı Türklerinin musiki ile alışkanlığını da garplıların dediği gibi Dördüncü Murat’ın devrine değil, daha uzaklara uzatmıştı.
Garbın musiki tarihçileri garp Türklerinde musikinin yayılması Dördüncü Murat’ın Bağdat’ı fethinden sonra başladığını Oflak prenslerinden Dimitriyos Kandemir’in Osmanlı tarihinde Bağdat Fa­tihi Murat’a ait bir hikâyesinden çıkarmışlardı. Bunun da doğru ol­mayacağını Rauf Yekta hicri dokuzuncu asırda Yıldırım’ın oğlu Mu­sa Çelebi adına Ahmet oğlu Şükrü İlah’ın telif ettiği bir musiki eseriy­le ispat etmek istemişti.
Benim bu bahse karışmam şark musikisine ne ameli ilgimden ne de nazari derin bilgimden doğma bir istektir. Yalnız Rauf Yekta; Kandemir’in hikâyesinden alınan düşüncenin ilmi değer taşımadığı­nı Ahmet Şükrüllah’ın Türkçe yazılmış eseriyle anlatmasından kita­bın musikiye dair topladığı bilgi musiki alâtının yapılış ve kullanılı­şından ibaret olduğunu anlıyoruz. Eseri tanıtan üstat; bize eserin şark musikisindeki teknik cepheyi de ihtiva ettiğini açmamıştır. Şark musikisinin kendine göre teknik taraflarını da garp Türklerinin bildi­ğini Ahmet oğlu Şükrüllah’ın eserine tarihçe yakın bir eserle bildir­meyi gerekli buluyorum.
Evet, merhum üstat hicretin dokuzuncu asrında Türkçe yazılmış başka bir musiki eseri gördüğünü söylemiş, fakat tarihini daha eski gördüğü Ahmet oğlu Şükrullah’ın kitabiyle bize bırakmıştı.
Ben burada sayın okuyucularıma sunacağım kitap 440 sene ev­vel Türkçe yazılmış Teziyinülelhan adını taşır bir musiki eseridir. Kitabiyat bakımından bu eseri tamamıyla tetkik edemeyeceğim. Ya­nımda ne Kâtip Çelebi’nin Keşfüzzünun’u ne de başka bir eser var­dır. Müellif ise adını saklamıştır.
Yalnız; müellifin çok kuvvetli Arapçası olduğunu kitabına yazdı­ğı Arapça hutbeden anlamaktayız. Osmanlı bilginleri içinde Arapça üslupta en yüksek Ebussuud bu hutbeyi görmüşse parmak ısırmış­tır, diyebiliriz.
Bayezit, Yavuz, Kanunî devri bilginlerini Nişancı Paşa tarihinde incelerken içlerinde üç padişahın devrinde yaşamış musiki ile ilgili bilgin Amasyalı Hatip Kasım oğlu Muhiddin’i buluyoruz. Nişancı bu­nun ölüm tarihini göstermemiş, Kastamonulu olduğunu söyleyen Osmanlı Müellifleri müellifi, merhum Tahir bey, Muhiddin’in 901 de öldüğünü söylemektedir. Eserde yazılı tarih Muhiddin’in yaşadığı ta­rihle uygun düşmektedir. Biraz zayıf olsa da Tezyin’ül-elhan’ı ken­disine maledebiliriz.
Bu kitapta hâkim fikirler filozof Farabî, İbni Sina, musiki âlimi Safiyüddin’i-Ermevî’nindir. Farabî, İbni Sinatariflerde anılırken müellifin her sayfada başlıca başvurduğu bilgin Ermevi’dir.
Eni 16, uzunluğu 20 santim, her biri 11 satır, 114 sayfadan ibaret olan bu kitap, yanılmıyorsam çığrında klasik bir eserdir. Bu kitap bir mukaddime, üç makale, bir hatime üzerine kaleme alınmıştır. Kitabın mukaddimesi (Müellifin tabiriyle diyelim) musikinin tarifi, tabiiye ve ri­yaziyenin mebadisi, makale-i ula, taksimi tesatın ve eb’adi mülâyimenin, makale-i saniye-i elhan-i meşhurenin, makale-i salise ika-ı mütedavilenin, hatime musiki fevaidi şerif esinin beyan ındadır.
Adını sunduğum eser gibi henüz elde edilemeyen Türkçe yazıl­mış musiki kitaplarımızın varlığına gözünü kapamaya alışkın garp musiki tarihçileri; Osmanlı Türklerinde musikinin yayılma başlangı­cını hicretin 1047 senesinde Bağdat’ın fethinden dönerken Dördün­cü Murat’ın İstanbul’a getirdiği Şahkulu ismindeki İranlı musiki bilgi­nine mal ediyorlar.
Adı geçen Tezyin'ül-Elhan’ın elimdeki yazma nüshasında gör­düğüm yazılış tarihi hicretin 914'üdür.304 Demek Bağdat’ın fethin­den 133 yıl önce Türk medreselerinde musiki bilgisi bulunmakta idi. Pek tabiidir ki: 914’te Türkiye’de musikinin yayılma tarihi tutulamaz. Türk’ün bedi-î duygularıyla yaşadığı varlık karşısında birkaç rakamı alan tarih birler hanesini aşamaz., bizler bu vesikalarla Avrupa mu­siki tarihçilerinin diktikleri yersiz sınırları söküp atıyoruz, hudut çiz­miyoruz.
Bu tarihçilerin hayreti çeken düşüncelerinden birisi de, şark mu­sikisine dair eserleri yaratan önce Araplar, sonra İranlılar imiş, de­meleridir.
Bunlar Arap müelliflerinden el-Kindi den başka Türk’ün musiki bilginleriyle atbaşı bir yürüyecek kaç bilgin gösterebilirler.
Farabî, İbni Sina, Adülkadir Meraği, Safiyüddin-i Ermevi benzer­siz birer Türk filozof ve musiki bilginleridirler. Fatih’in muasırı Abdürrahmani Camî İranlı gösterilecekse bunun da su getirecek yeri yok mudur? Camî Horasanlı olursa hangi ulusun malı olacağını unut­mak ‘‘Söylemek yaraşırsa” biraz da Horasanlılık olmaz mı?
Bu mevzuu Balasagunlu Yusuf Hacib’in Kudakgu bitik isimli Türkçe yazılmış eserinin adından bahsederek kapayacağım.
Hicretin dördüncü asrında yazılmış bütün İslâmî fikirlerle dolu bu eserin adı Türk musikisinin 366 kökünden biri olan “Kudaktu ” dur. Kök sözü Türk musikisinde makam karşılığıdır. Bilinmişi bildirmek yoluyla olsa da kendimi alamıyorum. Bir zamanlar bize Kudatku bilik bahtlı olmak ilmidir dedikleri gibi bu Kudatku değil Kudatğu dur diye bir takım münakaşalı yazılar okutmuşlardı da...
Abdülkadir Meraği’nin “Cam'ül-elhan”’ın Farisi aslından Türkçeye çevirdiğim şu parçayı görelim:
(Türk musikisi köklerinin çoğu beşlidir. Bir takımı da remel üze­redir. Kudatku kökü de mütekarip üzerinedir.) Abdülkadir Meraği demek istemişler ki Türk’ün musiki köklerinden bir kısmı Arabın aruzdaki remel bahrına uygundur. Kudatku kökü aruzun mütekarip bahrim andırır. Mütekaribin aruzda metodu dört Feulün dur. Fikret meşhur yağmur manzumesini bu vezinle yazmışlardı. Yusuf Hacip de Kudatku köküne uygun olan vezinle nazmettiği kitabın adını Ku­datku Bilik koymuştur.305
5.3.           Aruzda Arabın Payı
Geçenki yazımızın sonu (Kudatku Bilik) den konuşurken arûza taşınmıştı. Bu yazımızda biraz aruzdan, biraz da tarihten birkaç sö­zü biriktirecektir.
Hecemiz şiirimizin ahengini yaratmaya yetişirken Arabın aruzu ile uğraşmayı yersiz bulacakların bulunacağını düşünemem. 8, 9 asır şiirimizin ahengini tutan bir metot tutulmuyorsa unutulamaz ya?
İran’ın hicivci ünlü şairi Zaycanı (Ubeyd) in Arap şiirinde veain yoktur dediğini Muallim Naci’nin bir eserinde okuduğumuz zaman bu sözün üzerinde durulacak bir düşünceyi anlattığını değil bir alay olduğunu sanmakla ne kadar aldanmıştım.
Hicretin üçüncü asrında aruzun kurallarını kuran Arabın başta gelen Nahivcilerinden ve birinci lügatçilerinden, Basralı Ahmet oğlu (Halit) i medrese tarihi bize tanıtmaktadır. Bence İmam Halil aruzu yapmamış, aruzu Araba yanaştırmış. Arapçadan aldığı (Fail), (Mütefail) vezinleri ile aruzu Arap şiirine bir parça da yaraştırmıştır.
Ahmet oğlu Halil’in aruzu buluşunu şöyle anlatıyorlar: Halil bir gün Basra’da Bakırcılar sokağında dolaşırken bakırcılar işlemekte oldukları kaplara bir dizide indirdikleri çekiç darbelerinden aldığı daktakayı musiki darbelerine benzetmiş, bu daktakayı Arap Nazmı­nın maktalarına tatbik ederek sözde aruzu bulmuştur. Halil’in bu bu­luşunu medrese tarihi mistik bir tarz ile de izah etmektedir.
Aruz mucidinin musiki bildiğini müellifi olduğu (Kitabunnagam) ın adından anlıyoruz. Bu ön sözlerin doğuracağı son söz şu olabilir:
Ahmet oğlu Halil musikiden aldığı birkaç makamı Arap nazmına tatbik ederek aruz adını verdiği mevzuu yakalamıştır. Halil’in şark musikisinde eli olduğunu bildikten sonra musikiyi kimden aldığını bulmakta güçlük çekmeyiz.
Hicretin 260’ında Hireli İshak oğlu (Hüneyn) Bağdat'ta (Masüye) oğlu (Yühna) dan tıp tahsilini bitirdikten sonra: hikmette de derinleş­mek, Yunancada derinleşmeyi düşünmüştü. İki yıl Bağdat’tan Bi­zans’a uzandı. Özlediği Yunancayı, hikmeti kazandı döndü. Biliyoruz ki musiki Yunan hikmetinden ayrılmayan bir cüz gibi Yunan felsefesi ile birlikte okutturulurdu. Hikmet ve felsefe yüklü dönen (Hüneyn) bil­diklerini bildirmek için olgun bir Arap dili öğrenmeyi ihmal edemezdi.
Arap dilinin en kudretli bilgini Basralı Halil’e uğramadan (Hüney) in Bağdat’ta kalmadığını tarih bize bildirmektedir. Halil’in Arap ede­biyatı sofrasında edindiği Nefiselere karşı (Hüneyn) in üstadına bir musiki ziyafeti çekmesi talebece bir armağan tutulamaz mı?
Bir iki sözle bu düşünceleri toplamak istersek (aruz Arabın icadı bir ilim değil, aruz şark musikisinden alınmış birkaç makamın Arap­ça konmuş adıdır) demeliyiz.
9 sayılı “inan” daki yazımızda şark musikisiyle aruzun yakınlığı­nı, hemen hemen birliğini Türk’ün musiki bilgini (Abdülkadir Meraği) nin (Camiülelhan) ından aldığımız bir iki satırla göstermiştik, işte: Aruz şark musikisinden alınmış makamların adıdır demekle aruz­dan Arabın payını da ayırmış olacağız.
Arabın malı sayılan aruzu Arap (ne Türk nazmında, ne Acem 'in şiirinde sezildiği gibi) diline uyduramamıştır. Türkte, Acemde aruzun ahengi daha üstün olduğunu Arap'tan da dinleyebiliriz.
Türkçeyi, Arapçayı, Farisiyi edebiyatıyla bilen bir Araptan bu üç dilin hangilerinde aruz ahenginin buluyorsunuz diye sormuştum. Bu üstat Türkçe ile Farisiyi göstermekten çekinmemişti.[167]
Edebi hikâve
5.4.     Ziğana’ya Çıkarken Bekçilerde Bir Gece
On iki sene önce Ziğana’nın zirvesine döne döne çıkan yolun üzerindeki Bekçiler denilen yerde Haziran’ın yedinci günü bizi taşı­yan otomobilin ansızın çıkardığı sürekli bir hırıltıdan vantilatör kana­dının kırıldığına şoför gibi biz yolcularda yabancı kalmamıştık.
Vantilatör kanadının kırılmasından yolcuların kolu kanadı kırıl­mıştı. Yalnız benim içimden bir sevinç kaynağı fışkırıyordu. Duygu­mun kıtlığı da, anlayışımın gevşekliği şöyle ben ormanları medeni­yetin bin bir türlü zincirlerini kırmış, kaçmış masmavi göklerin genişliğinden alabildiğine faydalanmak için yamaçlardan, diklerden, çığ­lardan ürkmeyerek, temiz, serin bir yaşayışa kavuşmuş bir varlık ta­nırım.
Demek: Böyle başıboş bellediğim bir kalabalık içinde geceledi­ğim için seviniyordum.
Esaret kaçkını ormanı hiç de anarşist bulmuyorum. Bu düşün­cemden uzun, narin görünüşlü dik kafalı genç çamların yanında sal­kım saçak yosunlardan, aksakallı görmüş geçirmiş bulunuşu da be­ni ayıramıyor.
Görünüşte başıboş olan bu toplulukta engin bir mefkure birliği de seziyordum. Benim gibi afakî boşluklarla dolmuş olanlar için böyle idealist heyet arasında bir gece olsun kalabilmekten daha sevimli ne olabilirdi? Kışın çığların sürükleyerek biriktirdiği ağaç kadit/arın­dan ateşin karşısına geçmiş hülyakâr ormanla başbaşa kalmış çamların hışıltılı musikisini ilahi bir vecd içinde dinleye dinleye tatlı rüyalar görmek için uykuya dalmıştım.
Bizi ağırlayan orman tan yeri ağardıktan sonra güneşin keskin renkleriyle karışık ördüğü nefti kumaş sergisine kuşların cıvıltılı mu­sikisiyle açış töreni yaparken yola çıkan biz konuklarına yolun sağı­nı solunu sıralayan çamlar da geçit resmi yapıyor, arkadaşlardan seksenlik Çorumlu Mehmet dayı Karaca oğlandan Fikret’in mezarını ziyaret şiirinde Rıza Tevfik’e ilham kaynağı olan şu parçayı okudu:
Güzelsin gayette seni överler
Çık sallan sevdiğim görmeğe geldim
Şeftalini dertlere derman dediler
Bağından şeftali dermeğe geldim.
Karadır kaşların hilâl eğrisi
Siyahtır gözlerin melek yavrusu
Ben söyleyim sana sözün doğrusu
Soyunup koynuna girmeğe geldim.
Mehmet dayının yorgun, titrek sesiyle şarkın melâlini yudum yu­dum tadarak Ziğana’ya biz o gün böyle çıkmıştık.307
5.5.           Şiirleri
Yavuz’un “Beni bir gözleri ahûya zebûn etti felek”3C®” mısraını tahmis ederek kaleme aldığı gazel:
Bir ömürdür bize binlerce oyun etti felek,
Var mıdır? bir günümüz ki, onu gün etti felek.
Tek karanlık geceden başka nedir günlerimiz?
Bize matem yaratırken de düğün etti felek.
Geldi yer sathına Habil ile Kâbil diyerek,
Arşu ferşiyle hemen kalktı sökün etti felek.
Yetmez mi yalnız bizleri âzarı ile Beşere ezasın ömründen uzun etti felek.
Feleğin hiç sevilir çevri de yok mu? Tek şu!
“Beni bir gözleri ahuya zebûn etti felek.”
Hûyi, 1959.
Divan şiirinde gördüğümüz methiye geleneğine adeta yeni bir yorum getirir. Divan şairleri genellikle bir sultanı, bir veziri ya da çok beğendiği bir şahsı metheder. Cansız buna bir de hamsiyi dahil eder. Karadeniz insanının vazgeçilmez yiyeceği olan hamsinin özel­liklerini mübalağalı bir dille anlattığı “Der Vasf-ı Hamsi” adlı kasi­desi meşhurdur:
Ziver’in31°ta’kîb ederken vâdi-i inşâsını,
Hamsinin yapsam biraz ben vasf-ı müstesnasını.
Mazhar-ı Tahsin eder elbette İhsan Bey[168] beni,
Ben değil herkes bilir tab’ı kerem-fermasını.
Tıbbî, hem sıhhî, gıdâî, iktisâdî vasf ile,
Bulamadım tavsîfe lâyık hamsiden başkasını.
Var mıdır bundan daha bî-mâra nâfi’ bir deva?
Artık i’lân etmeli eczacılık iflasını!
Mübtelâ-yı derd-i çeşme var iken hamsi suyu,
Göz tabibi gözüne soksun şifâ eczasını!
Feyz-i âb-ı hamsiyi bilseydi İskender eğer,
Bir zaman çekmezdi hiç âb-ı bakâ sevdâsını.
Şöyle üç batman mükemmel tuzlu hamsi sâhibi,
Gıbta-bahşâ-yı cihân kılsa sezâ dünyasını.
Hamsiden kurban olur olmaz diyen bir âdemin,
Hail ü fasi etmiştir eslâf-ı güzîn da’vâsını.
Şimdi ancak verdi bâ-kavl-i sahîh üstadımız,
El-cevâp kurban olur hamsi deyu fetvâsını.
Mevki-i bâlâ-terîni hamsinin münker değil,
Çok kibârın zînet-yâb eder sofrasını.
Sıdkıyâ, kabil midir hamsiyi tavsif eylemek,
Durma yaz manzûmenin sen makta-ı garrasını.
Ey mübârek hamsi, âh ey nimet-i uzmâ sensin,
Etmemek mümkün müdür değildir şükrünün ifasını3^.
Cansız Hoca aynı zamanda şiirlerinde hayatın gerçeklerini me­tafizik boyutuyla birlikte dile getirmeyi de ihmal etmemiştir. “Mezartaşı Kitabesi” adlı şiiri bunun en güzel örneğidir:
Bu şiiri Hocası Gargar Müslim Efendi’nin vefatı dolayısıyla kale­me almıştır. Ancak her nedense hocasının mezar taşına yazılma­mış. Kendi mezar taşı için her hangi bir şey kaleme almış değildi. O’na sorduklarında böyle bir şey hazırlamadığını söyledi. Vefatın­dan sonra hocası için yazdığı şiirin bir bölümünün mezar taşına ya­zılması varisleri tarafından uygun görülmüştür.[169]
Alımlı çalımlı gezerdim, şendim,
Uçurumda biter sanmadım yolum.
Kuruntum engindi, duygumu yendim,
Ansızın karşıma dikildi ölüm.
Uzak geçme fani sessizce dinle,
Hasbihal eylesin taşım seninle,
Halimden ibret al, içinden inle.
Toprak oldu yığın yığın emeller,
Bir çiçek vermedi diktiğim güller,
Dağıldı varlığım götürdü yeller,
Bozuldu rübabım, kırıldı teller,
Bir telden çalarken duygulu gönlüm
İnsanların zaaflarını ve ahlakî eksikliklerini mizahî bir üslupla şi­irleştirdiğini görüyoruz. “Alçak Para!.” adlı şiiri bunun en güzel ör­neklerinden biridir.
Para yükselttiği insandaki ruh alçalıyor,
O kadar alçalıyor, alçalıyor ki, çalıyor.
Kim diyor? Sosyeteyi nâzım olan kuvvet odur.
İşte: İnsanları, vicdanları o parçalıyor.
Nice Havva kızını arkasına takmış sürüyor
Çeker uçuruma atar, hislerini kancalıyor.
O yıkar mabedi, meyhane yapar, küfri de din
Sofuda varsa iman bil! Onu da kurcalıyor.
Onu mabut tanıyanlar biraz haklı gibi
Hep onunla açıyor, her kapıyı kim çalıyor.
Yine ondan geliyor, curcunaya döndü müzik!
Oynuyor sahnede, çingeneye bak, kürt çalıyor.
KADINDAN, SEVGİDEN
Sevmiş evlenmiş olanlar diyorlar ahbap!
Acı bir sirkeye döndü o canım tatlı şarap.
Böyle evlenmek kitap olsa diyor bir üstat Sâde başlıktan ibaret kalacak, boş o kitap.
Sevip evlenmeyi avlanma diyormuş “Jak bol”
Kekliği çantaya at, akşam için tuzlu kebap.
Şu yalan yok mu, ne uygun süs olur her kadına, İnanılmazsa verir dinleyene gerçi azap.
Modanın hikmetini anlatıyor bir şair Moda süsler kadını, yıllar onu etse harap.
O kadar çok ki hususiyeti Havva kızının Bu özellikle güzellik onu yapmış mihrap.[170]

GÖNLÜM
Gönlüm seni şen bilmeliyiz bir kederin var,
Zalim kaderin var.
Dert ortağıyım ben sana anlat, nelerin var?
Kimden hazerin var?
Bir gözleri âhû seni baştan mı çıkardı?
Senden ne arardı?
Yoksa şu benim bilmediğim bir hünerin mi var?
Ya sîm ü zerin var?
Bir parti mi vurdun, sana servet mi yanaştı?
Hülyan başı aştı.
Vurguncu musun her yana sık sık seferin var,
Mutlak zaferin var.
Duydun mu bir eğlence hemen can atıyorsun,
Keyfi çatıyorsun.
Varsa bugünün zengini, bir milyonerin var,
Bitmez gelirin var.
Yan çizme bu cemiyete, âcizlere yâr ol!
Millet ile var ol!
İnsan tanıyorlar seni yüksek nazarın var,
Yüksek değerin var.
Âlemdeki zevkin sonu gelmez mi sanırsın?
Bir gün utanırsın.
Bir gün aranırsın ki nasıl bir eserin var?
Bomboş kemerin var.
Vahşi’den Tercüme Yollu İkinci Cihan Harbi İçin: Taksimname, Çeviren: M. Cansız
Babandan kalma kötü her ne ki var hepsi bana
Kardeşim bak şu güzeller, iyiler hepsi sana
Şu temel, dam arası ev bana kalsın ne derim

Seni benden daha çok, çünkü severdi pederim,
İşte damdan yukarı hepsi senin ülkelere dek
Kardeşin servetine yan bakılır mı ne demek
Başı serttir sakın ha isteme şu huylu atı
Sana aslan payı, sessiz güzelim, nazlı kedi.
Biliyorsun ki geçen yıl dolu bal bir kavanoz
Var idi, al, senin olsun dikemem ben ona göz
Boş kalan tozlar içinde şu gümüş ibriği sen
Ki ayırdın bana red eyleyemem doğrusu ben
Kardeşim, böyle ne aldınsa sana hepsi helâl
Ata karşı kedi almakta eğer varsa vebal.[171]
Çiçeği Burnunda Taşıyan O Şen Kıza
Kokluyorken çiçeği şebnemi iç
İçli düşkünlerinin gözyaşıdır.
Gözü yaş dökmeyenin sevgisi hiç
Sevenin çünkü elem yoldaşıdır.
(Sevdiğin, kokladığın nazlı çiçek
Pek esirge çiçek incinmeye)
Söylemiş bir yüce şair bu sözü
Gunçeler topla, biriktir, sakla
Gülleri eyle demet, doldur etek,
Gün gelir ki öreceksin Leylâ
Ölü mecnunlarına sen de çelenk [172]
“Figânı Hakkında Mustafa Cansız’ın Mütalâsı
Figânî, her haliyle Nef’î’yi andıran bir şairdir. Figânı yalnız NefTden eda ifade, eser itibari ile ayrılır. Çünkü Figânî’nin edebi devri Bakî devrine rastlar. Figânî eserlerini vermeden öldürülmüştü. Nef’î ise lisanının biraz daha tekemmülünde şiirlerini yazıyordu. Di­vanını bitirmiş bir halde idam edilmişti. İşte Nefî ile Figânî arasında­ki ayrılış noktaları..
Figânî, Nef”i gibi hicve düşkündü. Figânî ömrü müsait olsa Nefî hem Türkçe divanını hem Farsça bir divan bize bırakabilmişti. Fa­kat o eser verecek çağda öldürülmüştü. Figânî’nin NefT yi tamami ile andıran tarafı meddahı olduğu İbrahim Paşanın heccavi olması­dır. Nef’î de Bayram Paşa’yı methederek göklere çıkardı. Hicvede­rek de esfel-i safiline indirmiş, kendisi de odunlukta boğdurularak kaybedilmiştir.
Figânî (İbrahim oldu adın eya kâni madelet.. Bu fakr ateşini ey­le bana gülistan) diye methettiği İbrahim Paşa’yı işte tercüme-i ha­linde yazılan şiirle hicvetmişti.
İbrahim Paşa hakkında yazdığı kaside hicri/ 370 tarihinde tabe­dilmiş, Fuzûlî divanının kasideleri arasına dercedilerek Fuzuli’ye maledilmiştir. Halbuki, kaside bütün edası ile Osmanlı ve Anadolu şairlerinin olduğunu göstermektedir.
Çünkü bu kaside ifadesi itibari ile Figânî gibi bir Osmanlı şairinin malı olmsını gösterdiği gibi nazımı itibari ile de bir İstanbul malı ol­duğunu ispat eder. Kasidenin sonunda şöyle bir gazel söylüyor, hâl­buki Fuzûlî hiçbir kasidesinde gazel söylememiştir. Bu usul Baki’den sonra Osmanlı şairlerinde kendini gösterir. Gazel şöyledir:
Ağzın hadisine açamaz zerrece dehan
Esrar-ı taba vakıf olan tab-i hurdeden
Ey servi hoşhiram sakın yoluna gelir.
Her süye su gibi gel akıtma yaşım revan
Gözden çıkalı gelmedi hiç aynıma yaşım
Merdum kim eyliye kendu yerinde kan
Cam-i safayi sun dolu ey piri deyr kim
Bir lahze devrin acılığın unutam haman
Meddah olalı sana ey muteber cenap Oldu
Figan’i arşeyi dehr içre pehlivan.
Bu gazelden sonra dercettiği şu (rumun kemâlidir der idi bana husrava... Görse kemâli kudretimi ehli İsfahan) beytini de bu kasi­denin Fuzûlî’ye maledilmesinin fuzuli olduğunu gösterir. Çünkü Fuzûlî kendisinin Rümun şairi diye yad ettirmemiş, hata Leyla ve Mec­nun adlı eserinde rûm şairlerinden Şeyhi’yi ve Çağatay şairi (Nevâî’yi) anmış, şeyhiyi Rûma (Nevâî’yi) de Çağatay’a maletmiştir. Ken­disini de şairler, tezkereciler Fuzûlî’yi Bağdadi diye yazmışlardır. Za­ten Fuzülî divanının evvelinde ben Osmanlı lehçesi kullanmadım. Çünkü ariyet lisan kullanmaktan bana ar gelmiştir) demiş. Demek Fuzülî kendisini Rum şairlerinden saymamış, fakat OsmanlIların ru­hi gibi Bağdatlı şairi olmuştur.”[173]
Zaman zaman kendini her devir ve şartlara adapte etmek için türlü riyayı mubah görmüş ve boyun bükmeyi ruhuna uygun bulmuş tipleri şu mısralarla canlandırmıştır:
Boyun bükmekte kim ki kudreti ruhunda bol bulmuş,
Muhakkak yükselir, yükselmeye kestirme yol bulmuş.
Desen ki dalkavukluk bu, hem der inceliktir bu,
Yapıştırmıştır riyaya hürmeti bir bandrol bulmuş,
Bu tiplerde samimiyet diye bir şey araştırma,
Bu ruhlar mideyi, insanlığa bir kontrol bulmuş,
Görürsün Türkçülük taslar, inanma gösteriştir hep.
Fakat sağdan geri dönmüşse hoş gör, çünkü sol bulmuş.
Bu tipler pek tabansızdır, yiğitlik gösterirlerse,
İnan ki duymamışsın, kendine yardımcı kol bulmuş.
Bulursa boş beyinler, dinleyenler anlatır durmaz.
Yumurtlamış bu hikmetler nedir? Hiç sorma fol bulmuş.[174]
Mustafa Cansız 1927 yılında Doktor Cudi Bey’e takdim ettiği ha­tıra fotoğrafının arkasına şu mısraları düşürmüştür:
Beni bir cehre züğürttü tanıyorken ihvan,
Ne için istedi tasvirimi Nevzat bilemem.
Kaçarım bakmadan aynaya sorma her an,
Ağlarım şeklimi gördükçe, emin ol gülemem.
Bizi bir hikmete müpteni hallâku ezel,
Şu acayip şekil ile halk etti demek layik olur,
Bir de şuna bak, şu kaziyen ne kadar sadık olur.
Çirkin olmazsa cihanda bulunur zıddı güzel,
Arkadaş, kanma sakın bizce teselliyettir bu.
Aslı yok mantığımın şevki tecellidir bu.323
Şiirlerinde içerik bakımından genellikle toplum içerisinde gördü­ğü aksaklılar, yoksulluk ve çarpıklıkları hicvetmiştir. Aşağıdaki şiir­lerde bir tarafta sefalet ve yoksulluk içinde yaşayan insanlar, diğer tarafta ise çalıp çırpan, zevk-u sefa içinde yaşayan insanlar anlatıl­maktadır.
Deste deste banknotlar ceplerimden serpilir,
Bahtım üstün, şüphe yok hey’et bilir, fertler bilir.
Bir oyun olsun, bezik olsun, poker olsun yeter,
Servetim gitsin bu yolda, yoksula vermek heder.
Lütfü layık görmedim ben, ağlayan düşkünlere,
Varlığım olsun feda ah, göz süzen pişkinlere.
Dökme yoksul kanlı yaş, yollarda çıktığım gezmeğe,
İstemem uygun değil, gitmez kızıl renk çizmeye.
Yurttaki deprem hayatta, başka olmaz niyetim,
Duymadım hiçbir inilti varsa boşluk dinlesin,
Dileriz bir mandolin, tanbur, keman, ud dinlesin.
Yusuf Ziya Cansız’ın bir şiiri ile ilgili hatırası şöyledir:
Yazdıği mizahi yazılar nedeniyle İstiklâl Mahkemesi’nde yargı­lanmıştır, Özellikle yeme-içme, fakirlerin perişanlığını içeren bir şiiri vardı. Bu şiirden dolayı yargılandı ama sonunda beraat etti. Bunu bize şunun için söylemişti. Biz o zamanlar sol görüşleri savunuyor­duk. Vatan Partisinin kurucusu Ahmet Cansız ile birlikte eşitlik, ada­let gibi kavramları dile getiriyorduk. Bana Deniz Gezmiş derdi. Bize şunları söyledi: “Dünyada bu söylemleri, eşitsizliği, adaletsizliği ilk defa siz mi dile getiriyorsunuz sanıyorsunuz? Siz mi değiştireceksi­niz bunları? Ben de yazdım, mahkemelere düştüm. Ama netice ko­lay değişmiyor. Dünya öyle kolay değişmiyor. Bu bir süreçtir.” Bu sosyolojik süreci bize anlatmak istiyordu. Biz genç olduğumuz için her şey düzelsin istiyorduk. “Stalin bir kasaptır ama Lenin’in mütefekkirliğine söylenecek söz yoktur” ifadesini bana aktarmıştır. “Batı düşünürleri evrendeki adalet ve eşitsizlikten dolayı Allah’a bile kafa tutmuşlar, ama bu kafa tutuşları adaletsizlikleri ortadan kaldırmış değildir. Siz mi bu hususları ilk defa dile getiriyor ve bayrak açıyor sanıyorsunuz?” derdi.
Bilindiği üzere yirminci yüzyılda bütün dünya bir anlamda eşitliği gerçekleştirmenin hayali ile yaşadı. Ancak bunun faturası çok ağır oldu. Nihayetinde Sovyetlerin çökmesi ile bu kâbus bir anlamda so­na erdi. Artık esas eşitliğin bireyin yeteneklerinin ve özgürlüklerin öne çıkarılmasıyla refah ve mutluluğun gerçekleşebileceğinin anla­şıldığını söylememiz mümkündür. İşte Cansız, özlü bir şekilde yir­minci yüz yıl içerisinde gerçekleştirilmeye çalışılan bu hayale işaret etmenin yanında haksızlıkların karşısında durmayı da düşüncele­riyle ortaya koymaya çalışmıştır.
Dünya yapılırmış, yıkılırmış nemelâzım?
 Vicdanlar olurmuş, sıkılırmış neme lâzım?
Suçlu yakayı kurtarıyor, kurtarıversin,
 Zindana da suçsuz tıkılırmış neme lâzım?
Bir iş bulabilsem, çalabilsem de düşünmem,
Sonra kara yüzle çıkılırmış neme lâzım?
Dağlar gibi servet yığarım, mümkün olunsa,
Servet çok olursa bıkılırmış neme lâzım?
Ben zevkimi bozmam, yaşarım aldırış etmem,
 Evler yıkılırmış, yakılırmış neme lâzım?324

İsa’nın resmi önünde intihar eden kır saçlı bir Yunanlı ağzından:
Kara günlerdir ağartan başımın saçlarını,
Öleyim, görmeyeyim yurdun ölü açlarını;
“Eleni” nazlı kızım kaymağa el sunmaz iken
Gözyaşı dolduruyor evdeki bakraçlarını;
Sana candan inanırlar bu Elen yavruları.
Görüyorsun! “Çarmıh” sümbülüdür haçlarını
 Sana tapmış, sana kanmış ki tamam yirmi asır
 Kaldırıp attı “Olimp”in32s sana muhtaçlarını
Sıkayım beynime kurşun ki faşist “Siklop”nin326
Görmeyim şaklayacak enseme kırbaçlarını.
7.4.1942 M. Cansız (İmza)
Beklentilerimizi, umduklarımızı, bulduklarımızı ve sonunda da nasıl hayal kırıklığına uğradığını “Gördükçe” şiirinde şu mısralarla dile getirmiştir:
Şaşırmıştım oduncularda sert edvarı gördükçe,
Bu gün dondum şu dağlarda yığılmış karı gördükçe
Soğuktan titreyenler çok, nasıl titrerdi bir köylü,
Yanında bir tahsildar, bir muhtarı gördükçe.
Sıcak kâşânelerde radyolarla kişneyenler var,
Katır kişner gibi arpa dolu ambarı gördükçe.
Çalıp çırpmak için öyle koşanlar görmüşüz, sanki
 Koşar ormanda bir tazı, kaçan sansarı gördükçe.
Ne beklermiş, demokratlık sözünden sözde insanlık?
Zaferden sonra hep yağmacılık âsârı gördükçe.
Nasıl iğrenmiyor insanlığından hiç de insanlar?
Şu insanım diyen, insafı yok hunharı gördükçe.

5.6.           Mevlânâ’nın Rubailerinden Seçme Çeviriler
İslâmî edebiyatta bir nazım şekli olan rubaî, dört mısradan ibaret­tir. Rubâi nazım şeklinin bulunuşundan sonra hemen her şair rubâi yazmaya başlamış, böylece rubâi de gazel ve kaside gibi klasik İslâm edebiyatının bir nazım şekli olmuştur. Mevlânâ, Rubailerini Mesnevîde olduğu gibi eline kalem alarak yazmamıştır. Çeşitli yerlerde, çeşit­li olaylar karşısında, çeşitli duyguların etkisi altında doğrudan söyle­miş ve yanında bulunan hayranları onları yazmışlardır.[175]
Talât Sait Hamlan, Mevlânâ Celaleddin Rumî’den Seçme Rubai­ler Candan Cana adlı eserinde 131 rubaiyi aruzla Türkçeye çevirmiş ve İş Bankası yayınlarından 1999 yılında yayımlanmıştır. Halman, amacının, şiirlerin orjinallerine elden geldiğince sadık kalmaya çalıştığını belirtmekle birlikte rubai çevirirsinin çetin ve nankör olan bir sa­natın en zor çabalarından biri olduğunu dile getirmektedir[176] Bu konuda Şefik Can şu ifadelere yer vermektedir:
“Mevlânâ gibi büyük bir mutasavvıfın, bir mütefekkirin, hassas, heyecanlı ve coşkun bir şairin dört mısralık küçük bir nazım şekli olan “Rubai” içine, hislerini fikirlerini sığdırması, insanı hayretlere düşürür. Gerçekten de bu hal, büyük bir denizin, küçük bir havuza sığdırılmasına benzer. Bu durum her şairin başarabileceği bir şey değildir. Bundan dolayı bütün dikkatimizi toplayarak onun rubaileri üzerine eğilir ve Mevlânâ’nın dilinden anlarsak o zaman bir anlam ifade eder. Rubai derin manalı bir şiir olduğu için, onu anlamaya ça­lışmak, onun derinliklerine inmek gerekir. O zaman görülecektir ki tek bir rubaiden bir kitap yazılabilir, Bu rubailerin her biri, adeta bir mesnevi özü olarak bizi büyüler.
Şu hususu da belirtmek gerekir ki güzel bir şiir, bir dilden başka bir dile çevrilirken mutlaka aslındaki güzellikten bir şeyler kaybeder. Güzel bir şiir, çok kıymetli bir esansa benzer. Bir şişeden başka bir şişeye aktarılırken ruhu uçar. Bir şiir ne kadar güzel tercüme edilir­se edilsin, aslındaki bedii güzelliğe ulaşamaz. Hele Mevlânâ’nın şi­irleri hakkıyla tercüme edilemez. Çünkü Mevlânâ’nın gönül ateşi ile söylediği şiirlerinde yalnız kendi duyguları ve düşünceleri değil, ken­disi vardır, kendi aşkı vardır. Gerçekten de bir rubainin içine girebi­lirseniz, orada Mevlânâ’nın aşkını, heyecanını, sıcak duygularını hissedersiniz. Mevlânâ, duyguları ile sizi bir başka âleme götürür. O adeta, söylediği kelimelerin içine gizlenmiştir. Başka şairlerin, akılla­rını yorarak, kafiye ve vezin endişesiyle kendilerini zorlayarak yaz­dıkları rubaileri, Mevlânâ, aşkla, imanla gönlünde hissetmiş, onları rahatça konuşur gibi vezinli ve kafiyeli olarak söyleyivermiştir. Bu sebeple Mevlânâ’nın Rubailerini, başka şairlerin rubaileri gibi oku­mamak lazımdır.
Bu rubailer, bir velinin imanlı gönlünden yükselen feryatlardır, ni­yazlardır. Bu hakikati çok iyi anlayan PakistanlI büyük şair ve düşü­nür Muhammed ikbal, “Celaleddin-i Rumî’nin şiirlerini gönül kâbesine as” demektedir’.[177]
“Mevlânâ’dan manzum rubai çevirileri yapanlar arasında Hüse­yin Rıfat, M.Nuri Gençosman, Mehmet Önder, M. C. Duru, M. Sami Akalın var. Bu çevirilerin kimisi rubai vezinleriyle, çoğu ya başka aruz kalıplarıyla ya da hece vezniyledir. Mehmet Önder ile Ümit Ya­şar Oğuzcan’ın birlikte yaptıkları, en güzelleri arasındadır, Fevzi Halıcı’nın heceyle ve çeşitli aruz kalıplarıyla yaptığı 111 çeviri de. Hamza Tanyaş’ın 220 rubai çevirisinden bazıları çok hoş, ama kimisi imale ve zihaflar yüzünden yanlış ve bozuk”.[178]
Görüldüğü üzere Mevlânâ’nın Rubaileri üzerine pek çok çalış­malar yapılmıştır. Mustafa Cansız’ın, Mevlânâ’nın Rubailerinden seçme ve manzum olarak yaptığı 107 rübai çevirisi çalışmasından kimsenin haberi olmamıştır. Vaizliğe atanacağı sırada dönemin Di­yanet İşleri Reisi Ahmet Hamdi Akseki’ye göndermiş olduğu “Mev­lânâ’dan Rubailer Asıl ve Tercüme” adlı eserden, Cansız Hoca’nın bu çalışmayı 1940’lı yıllarda yaptığı anlaşılmaktadır. Yapılan çeviri­lerin ne kadar başarılı olduğunu konusundaki değerlendirmeyi işin uzmanlarına bırakıyoruz. Aşağıya bir kaç rubaiyi alıyoruz. Cansız’ın yaptığı çevirilerin bazılarının düz ve manzum çeviri karşılıklarını yu­karıda belirtilen kaynaklardan vermeye çalıştım. Karşılaştırma yap­ma açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Cansız’ın bu eserinin mutlaka ayrı bir kitap halinde bastırılmasının gerektiğini belirtmek isterim.[179]
Beni yâd bellemeyin ben de sizin ilden iken İlinizde ararım öz evimi, öz köyümü Özde düşman değilim, yüzde size düşman isem Sözlerim Hintçe ise Türk biliniz siz soyumu [180]
Yokluk ilinizden –yurdumuzdu-aşk ile girdik yola Yolda aydındı gece vuslat şarabından bize Biz yasaksız içkiden içtik ki yokluk tanyeri Açtığında hiç dudaklarda kuru çarpmaz göze [181] Başımı koyduğum her yerde yüzüm hep onadır;
Dört köşe, altı bucakta taparım yalnız ona;
Bağçe, gül, bülbül ile sevgili, gök hepsi de boş
Kovalarken yolları ben saparım yalnız ona.[182]
İşte gönlümde ne var, içle dış hepsi odur;
Gövdemin kanıdır o, canıdır o, hem damarı
Burada dinsizlik, iman sığmak için yer neresi
Varlığın hepsi odur varlığımın var mı yeri?
Medrese batsın yere çöksün minare doğrusu;
Başka çare yok kalenderlik ancak bulur düzen
Saymalı imanla küfrü, küfr ile imanı bir,
Böyle bilmektir gerek, gerçek Müslüman’ım diyene.
Söyle Tanrı aşkına ey parlak inci sevdiğim!
Şenle her yolunda ayrı mı bulunmak elverir?
Bak senin bahtın gibi hiç uyku kestirmez gözüm;
Sen benim bahtım gibi hiç de uyanmazsın nedir? [183]
Seni sevmekle, sana hep sokulup durmadayız
Ayağın bastığı toprak başımızdır güzelim!
Nasıl uygun düşecek? Sevgi yolunda bu gidiş?
Alemi sen de görüp de seni biz görmeyelim!..[184]
Olmuşum bir deli ben, uyku bana yanlış olur.
Ne biliyor bir deli nerde bulunur uykuya yol?
Uyumaz Tanrı, uzaktır özüne uyku onun,
Kim ki Tanrı delisi, uykusu Tanrı ile bol.[185] Ne benim ben, ne de sen! Sen! Ne de bensin diyelim Ben evet ben, sen evet sen dahi bensin nitekim Olmuşum şenle hatenli güzelim öyle ki ben Sen mi, ben mi bilemem hangimiz olmuş öteki.[186] (Belge: 20/abc)
6. Mizahî Yönü
Mizah, gerçeğin kimi görünümlerini gülünç, alışılmamış özellik­lerini vurgulayan düşünme biçimidir. Bir diğer ifadeyle bir gerçeği nükte, şaka ve takılmalarla süsleyip anlatan söz ya da yazı çeşidi­ne denir[187].
İlmî sahada son derece ciddî bir kişiliği olan Cansız Hoca’nın, özellikle dini konularla ilgili olarak sorulan sorulara verdiği cevaplar insanı güldürdüğü gibi aynı zamanda düşündürücü niteliktedir. Dinî, edebî ve felsefi konulara çok önem vermesine rağmen yeri gelince bakış açısını mizaha kaydırırdı. Hazır cevap bir yaratılışta olduğu için hak eden kişiye kim olursa olsun hiç çekinmeden cevap verirdi. Ayrıca acımasız ve üslubu çok ağırdır. Verdiği cevaptan karşı tara­fın rahatsızlık duyacağına hiç önem vermezdi. Yani soruyu soran ki­şiyi hiç beklemediği cevapla karşı karşıya bırakırdı. Herhalde ağa sülalesinden olmanın bu tutumunda etkisi olduğu söylenebilir. Çoğu zaman da cevapları küfürlü olurdu.
‘Cansız Hoca bir anlamda espri demektir. İbret verici muhteşem esprileri vardır. Bir defa Türkiye’yi karış karış bilir. Doğudan batıya, kuzeyden güneye her yerin mahalli şivesini bilirdi. Sohbetine gelen insanların memleketlerini, doğup büyüdükleri yerleri öğrendi mi, mutlaka orayla ilgili yeni bir fıkra anlatırdı. Çoğu zaman bu fıkra ve espriler müstehcenliğe kadar varırdı.’[188]
Yaşadığı dönem içerisinde toplumdaki dini yapıyı çok iyi biliyor ve bunun sağlıklı olmadığına inanıyordu. İnsanlara din diye öğreti­len ve yaşatılan pek çok hususun dinle alakası olmadığını bildiği için bundan ıstırap duyuyordu. Dinî sorulara verdiği cevaplar bilinen üslupla verilmiş olsaydı bunların günümüze gelmesi mümkün olma­yacaktı. Ayrıca diğer hocaların din adına verdiği fetvaların dine uy­gun olmadığını bir anlamda ortaya koymuş oluyordu. Zaten proble­mi olan insanlar diğer hocalara sormadan onun yanına gelmezler­di. Tespit edebildiğimiz nüktelerini aşağıya alıyoruz:
1.           ALT-ÜST
Kadının biri hayatında fahişeliği meslek olarak seçmiş ve haya­tını bu şekilde geçirmiş. Öldüğü zaman cenazesinin kılınması için camiye getirilip musalla taşına konulmuş. Cami imamı, kadının bu özelliğinden dolayı cenaze namazını kıldırmak istemez. Bunun üze­rine mesele büyür ve Trabzon Müftülüğüne intikal eder. Bu durum­dan müftü telaşlanır. Cansız Hoca’ya haber verilir. Durum kendileri­ne anlatıldıktan sonra, “Öyle şey olur mu? Musalla taşına getirilen her ölünün cenazesi kılınır” diye cevap verir. Olay mahalline vardı­ğında cenaze namazını kıldırmayan hocaya:
-Bu kadının cenaze namazını niçin kıldırmıyorsun?
-Hocam bu kadın hayatında hep fuhuş yapmış. Böyle birisinin cenaze namazı kılınmaz.
Bunun üzerine Cansız Hoca şu cevabı verir:
-Ulan! üstte yatan pe.evenklerin cenaze namazlarını kılıyorsu­nuz da altta yatanlarınkini niçin kılmıyorsunuz?
Bu sözün üzerine hoca cenaze namazını kıldırmak zorunda ka-
lır.344
2.            HÜLLE YAPMAK
Bizim toplumumuz ataerkil bir yapıya sahiptir. Kadının söz hak­kı pek yoktur. Bu durum kâğıt üzerinde kaldırılsa bile fiiliyatta devam edeceğe benziyor. Kültürümüzde şart yapma geleneği vardır. Adam, bir işten dolayı yemin yapacağı zaman, üçten dokuza şart ol­sun dedi mi kadın bir anda boş oluyordu. Bu konuda fıkhı pek çok hükümler vardır. Bu cehaletten dolayı pek çok aileler dağıtılmış ve mağdur edilmiştir. Gelelim esas meselemize:
Adamın biri bir işten dolayı üçten dokuza şart yapmış. İş olunca da hanımının kendisinden boş olduğu söylenmiş. Bunun üzerine pişman olmuş. Maksadı hanımını bırakmak değilmiş. Hocalara sor­muş. Aldığı cevaplarda, hanımının kendisinden boş olduğunu, onunla tekrar evlenebilmesi için geçici bir süreyle hanımının bir baş­kasıyla evlenip boşandıktan sonra, yani hülle (zevc-i aher) yapıldık­tan sonra ancak evlenebileceğini belirtmişler. Adam çaresizlik içeri­sinde kıvranırken arkadaşları ona:
-“Senin derdine ancak o çare bulur" diyerek Cansız Hocaya gön­dermişler.
Adam hocanın karşısına çıkınca:
-Hocam başımızdan böyle bir olay geçti ne yapmam lazım? Cansız Hoca kendisine sorar:
-Şartı sen mi ettin yoksa hanımın mı?
-Ben yaptım.
Bunun üzerine Cansız Hoca şu cevabı verir:
-O zaman hanımın değil, sen hülle olacaksın.[189]
3.           İYİ ADAM-KÖTÜ ADAM
Yukarıda aktardığımız türden olaylar olduğu zaman Müftü gelen kişileri Cansız Hocaya gönderirmiş. Adamın biri hanımını bırakmış, ama daha sonra pişman olmuş. Meseleyi müftüye anlatarak çözüm istemiş. Tabi bu zor bir hadise olduğu için müftü adamı Cansız Hoca’ya havale eder. O da gider hocayı arar bulur. Olayı anlattıktan sonra kendisini müftünün gönderdiğini söyler. Bunun üzerine Can­sız Hoca:
-          Zaten...müftüsü iyi bir adamı bana göndermez. Nerede anası avradı s..lecek birisi varsa onu bana gönderir.
4.           BUGÜN GİT YARIN GEL
Devlet dairelerinde vatandaşa “bu gün git yarın gel” anlayışı he­men her dönemde geçerli olmuştur. Dernekpazarı 1950 öncesi Of ilçesine bağlı idi. Resmi bir işi olan yirmi kilometrelik yolu gitmesi ge­rekiyordu. Cansız Hoca’nı köylüsü Şahmeran Güveli nüfus cüzdanı alabilmek için iki kez Of’a gitmesine rağmen yukarıda ifade ettiğimiz anlayıştan dolayı başarılı olamamıştır. Durumu Cansız Hocaya ak­tarır. O dönemde İl Genel Meclisi üyesi ve sözü geçer konumda idi. Kâğıt-zarf ister. Zarfa koyduğu kâğıda şunları yazar:
-          Vatandaşın üçüncü defa işini yapmamak b.k yemektir. İmza. Mustafa Cansız
Okuma yazması olmayan Şahmeran Güveli bu mektupla birlik­te Nüfus memurluğuna gider. Mektubu açıp okuyan memur hiçbir şey sormadan işlemi yapar. Böylece Şahmeran Güveli nüfus cüz­danına kavuşur.
Buna benzer bir diğer olay şöyledir: Bir şahıs rüşvet vermediği için “bu gün git yarın gel” diye oyalanıyormuş. Durumu Cansız’a an­latmışlar. Aynı şekilde bir zarf ve kâğıt istemiş. Kâğıdı makasla par­çalar ve zarfa koyar. Niçin böyle yaptığı sorulunca “bu adamın rüş­vet verecek kuruşu yoktur. Cüzdanını verin.”Adam bu şekilde cüz­danını alır.
5.            EDİSON CENNETE GİRECEK Mİ?
Cansız Hoca’nın bulunduğu bir yerde kimlerin cennete gireceği konusu tartışılıyormuş. Mollalardan biri Cansız Hocaya:
-Hocam, Edison bütün dünyayı aydınlatan buluşu gerçekleştirdi ama yine cehenneme gidecek.
-Sen Edison'un cehenneme gideceğini nereden biliyorsun?
-O bizim Peygambere inanmadı. Onun için cennete giremez.
Bunun üzerine Cansız Hoca şu açıklamayı yapma gereğini duyar:
Bakara suresinin 62. ayetinde Allah “Şüphesiz iman edenlerle, Yahudiler, Hristiyanlar ve sabilerden kimler Allah’a ve ahiret gününe inanıp salih ameller işlerlerse onların ecirleri Allah katındadır. Onla­ra korku yoktur ve üzülmeyeceklerdir de.” Bu ayette Allah insanlar­dan Allah’a ve ahiret gününe inanıp hayırlı işler yapmaları şartını getiriyor. Aynı ayet Maide suresinin 69. ayetinde tekrar edilmektedir. Sonra büyük âlimlerin ekseriyeti iman sahibi oldukları bilinen bir hu­sustur. Ayrıca Edison’un son nefesinde nasıl gittiğini ne biliyorsun? gibi izahlarla onu ikna etmeye çalışmış. Ancak adam ikna olmamış ve illa cehenneme gidecek diye ısrar edince, Cansız Hoca sinirlenir ve ona şu cevabı verir:
-Allah, senin gibi beş milyon eş.eği cennete koyacağına bir Edi­son’ü koysun daha kârlıdır.[190]
6.           AYA ÇIKILIR MI?
Amerikalıların ilk aya çıktıkları sıralarda oraya çıkıp çıkılamaya­cağını herkes tartışıyormuş. O zamanda halk genelde bu soruları din hocalarına sorarmış. Hocaların pek çoğunun bilgisi olmadığı halde gelişi güzel cevaplar verirmiş. Ayın nur olduğu, dolayısıyla oraya çıkılamayacağını söyleyenler çok olmuş.
Bir gün Cansız Hoca’ya aya çıkılıp çıkılamayacağını sor­muşlar. O da şu cevabı vermiş:
-Oraya çıkılmazdan önce bana sorsaydınız ben size cevap ver­mezdim. Zira ben fizik âlimi değilim. Ama şimdi gözlerinizle görüyor­sunuz. Oraya çıktılar. Her yer Allah’ındır. Kutsallıktan bahsederse­niz yeryüzü daha kutsaldır. Yaratılmışların en yücesi insandır ve in­san dünyada yaşamaktadır. Buraya nice peygamberler gelmiş geç­miş... Ancak çıkılmaz diyenlere şunu söylemek isterim: Siz ister ina­nın ister inanmayın aya çıktılar. Çıkmakla da kalmadılar oraya sı.mak bile sı.tılar.
Aya çıkma hadisesi her yerde tartışılıyormuş. Cansız Hoca bir gün Of meydan kahvesinde oturuyormuş. Etrafında Of’un eşrafın­dan bazı kişilerle birlikte hocalar ve müftü de varmış. Müftü de aya çıkıldığına inanmayanlardan imiş. Birisi Cansız Hoca’ya:
-Hocam Amerikalılar aya çıkmış diyorlar doğru mu?
-Aya Amstorng diye bir Amerikalı çıktı ve oraya s.çtı.
Orada bulunupta ayın nur olduğuna inananlar esteğfirullah de­meye başladılar. Bunun üzerine Cansız,
-Bunun esi, tiri yok. Orası krater, kül, toprak... oraya çıkan adam s.çacak da iş.yecekte.
7.           ŞEYTAN BUYURDU
Hocalar vaaz verdikleri sırada “Kalellahu” diye ayeti okur­ken Türkçesi “Allah dedi” anlamında olmasına rağmen saygı­ya binaen “Allah buyurdu” denir.
Cansız Hoca’nın bulunduğu bir imtihanda hocanın biri alış­kanlık olacak ki “ve kaleşşeytanu” ayetini tercüme ederken “şeytan buyurdu” demiş. Bunun üzerine Cansız Hoca şöyle der:
-Şeytan buyurdu mu? Bir de celle celalühü ekle oraya e.ek oğlu e. ek. Şeytan b.k yedi. Çık dışarı.
8.           YEDİKLERİN SANA KÂR KALDI
Kadının biri uzun müddet genelevde çalışmış. Bu işten de iyi pa­ra kazanmış. Aradan hayli zaman geçince yaptığı işin doğru bir yol olmadığını düşünerek, fahişelikten vazgeçmiş. Kazandığı paralarla da bir caminin inşaatına büyük maddî katkıda bulunmuş. Ancak Al­lah’ ın kendisini af edip etmeyeceği konusunda içinde bir şüphe uyanmış. Sormuş, soruşturmuş kendisine en iyi fetvayı Cansız Haca’nın verebileceğini öğrenmiş. Bunun üzerine kadın Cansız Hoca’ya gitmiş. Konuyu çekinmeden açmış:
-Hocam, ben hayatımda uzun müddet genelevde çalıştım ve bu işten iyi de para kazandım. Ancak bu yaptığım işin hata olduğunu anladım ve vazgeçtim. Ayrıca kazandığım paralarla da bir cami in­şaatına yardım yaptım. Allah beni affeder mi?
Cansız Hoca soruyu şöyle cevaplandırmış:
-Allah çok bağışlayıcıdır. Sen bir daha bu kötü işi yapmamak üzere tövbe ettiğine göre elbette ki Allah seni bağışlar. Ayrıca ye­diklerin de sana kâr kaldı.
9.           KUR AN SAYFALARI
Bazı insanlar vardır ki olmayacak sorular sorar. Adamın biri Can­sız Hoca’ya şöyle bir soru sormuş:
-Hocam, yeryüzünün her tarafına Kuran sayfaları serilse ve bü­yük abdest ihtiyacın gelse bu ihtiyacı gidermeyi nerede yapacak­sın?
Bu soruya sinirlenen Cansız Hoca şu cevabı vermiş:
-İhtiyacı giderecek yer kalmadığına göre ağzına sı. maktan baş­ka çare kalmadı.
10.           DERLER Kİ CANSIZ SÖVER
Günün birinde Trabzon Genelevi’nin patroniçesi ölür. Cansız Hoca ile başka bir hoca, esnaflardan birinin dükkânında bu kadının cenazesinin kılınıp kılınamayacağını tartışırlar. Cansız “Ben bu ka­dının cenazesini kılarım” der. Diğer hoca “Ben kılmam ve onun ce­nazesi kılınmaz” diye iddiada bulunur. Bu tartışma esnasında Rüş­tü Hoca tesadüfen dükkâna girer. Cansız ayağa kalkar ve onu bu­yur eder.
“Rüştü Hoca iyi ki geldin. Sen aramızda hakem ol” der. Cansız meseleyi olduğu gibi tekrar aktarır ve onun görüşünü sorar. Rüştü Hoca şöyle der:
-Hocam, bu soruyu bana sormanıza gerek bile yok. Elbette ki kı­lınır.
Bu cevap üzerine Cansız Hoca tartıştığı hocayı kastederek şöyle der:
-Derler ki Cansız söver. Ben söverim de böyle a..na koyduğum hocalara söverim.
11.           OKUNAN DUA ÖLÜ RUHUNA GİDER Mİ?
İzmirli bir avukat bir dava için Trabzon’a gelir. Bir sohbet esna­sında okunan duaların ölünün ruhuna gidip gitmeyeceğini tartışırlar. Avukat okunan duaların ölülerin ruhuna gideceğine inanmamakta­dır. Anlatılanlardan da ikna olmadı. “Seni ancak Cansız Hoca ikna edebilir” denilerek, Cansız Hoca’nın oturduğu kahveye giderler. Cansız tavla oynamaktadır. Adam hayret eder ama yine sorusunu sorar: “Hocam okunan dualar ölü ruhuna gönderiliyor. Gerçekten ölünün ruhuna gider mi?” Cansız tavla oyununa devam etmektedir. Başını kaldırmadan cevap verir:
-Elbette gider.
-Peki nasıl gider?
Cansız avukata sorar:
-Senin anan, hanımın, kızın var mı?
Avukat var diye cevap verir.
Bunun üzerine Cansız şöyle der:
-Nerede oturuyorlar?
-İzmir’de.
-Senin ananı, avradını, kızını...
Bu küfür üzerine avukat sinirlenerek, “Ne biçim konuşuyorsun?” diye çıkışır.
Bunun üzerine Cansız Hoca:
-Bak! Sözümüz Trabzon'dan İzmir’e tesirini nasıl gösterdiyse okunan dua da ölülere öyle gider.
Bunun zıttı olup, Cansız Hoca ya atfedilen nükte ise şöyledir:
Adamın biri Cansız Hoca’ya şöyle bir soru sorar:
-Anne ve babamın mezarına gitmeden ruhlarına göndermek üzere evden Kur’an okuyup yollasam yerine ulaşır mı?
Sıkıntılı anında sorulan soruya Cansız soruyla şu karşılığı verir:
-Ben senin anne ve babana buradan sövsem gider mi?
Bu soruya sinirlenen adam “gitmez” diye cevap verir.
Bunun üzerine Cansız şöyle der:
-Mademki benim sövmem gitmiyor, senin okuduğun da gitmez..
12.            KAYBOLAN AT
Adamın biri çok sevdiği atını kaybeder. Çok üzülür. Aramaya ko­yulur. Uzun süre arar ama bulamaz. Daha sonra şöyle der: “Eğer bu atı bulursam yemin olsun, şart olsun bir daha onun üzerinden inme­yeceğim.” Aradan zaman geçer. Atını bulur. Yaptığı yemin üzerine atına biner ve dolaşmaya başlar. Ama bu bitmeyecek bir dolaşma­dır. Eğer attan inerse şart etmiş olacağını hatırlar. Çözüm bulmak için Cansız Hocaya gelirler ve durumu anlatırlar.
Hoca meseleye şu yorumu getirir:
-Geceleyin atıyla bir ağaca yaklaşsın ve attan ağaca geçerek yere insin ve bir daha da böyle b.k yemesin.
13.            KO MÜFTÜNÜN...
Yine problemli biri önce müftüye gider. Müftüden aldığı cevabı beğenmeyince adam bir de Cansız Hoca’ya sorayım der ve yanına gider. Meseleyi anlatır. Hoca’nın verdiği cevap herhalde müftününkinden daha ağır olacak ki, adam şöyle der:
-Bu konuda ...müftüsü şöyle dedi.
Cansız:
-Ko müftünün....
Adam kendi lehine bir fetva istediği için tekrar müftü şu şekilde dedi.
Hoca yukarıdaki sözü tekrar eder. Adam ısrar edince Cansız:
-O zaman müftü koysun s..inkine.
Adam küplere biner. Bunun üzerine Cansız şöyle der:
-Hiç birini kabul etmiyorsun. O zaman ikinizinkine ben ...
Tabi işler karışır.
14.           MANDA TEKERLEĞİ
Demokrat Partisi kurulduğu zaman Cansız Hocaya, Halk Partisi ile Demokrat Parti arasında ne fark var diye bir soru yöneltmişler. O da şu cevabı vermiş:
-Hayvan b.kunun üzerinden manda arabasının tekeri geçti. Ya­rısı bir tarafa, öbür yarısı da öbür tarafa kaldı. Aradaki fark budur.
15.           ALLAH TÜRK MÜ?
1960 İhtilalinden sonra Milli Birlik Komitesi üyelerinden bazıla­rı Trabzon’a gelmiş. Cansız Hoca’yı, İmam-ı Azam’ın Türk olup ol­madığını sormak için çağırmışlar. Hoca gitmeden önce şöyle de­miş:
-İmam-ı Azam işi kolay da Allah’ın Türk olup olmadığını sorar­larsa ne cevap vereceğim.
16.           ESMA ÇEKMEK
Bazı hocalar esma çekme işi yaparlarmış. Beddua. Yani bunu yaparak birilerine zarar vermek isterler. Bu durumu valiye şikâyet et­mişler. O da Cansız Hoca’yı çağırmış ve “esma çekmek ne demek­tir diye sormuş.
Cansız Hoca gülerek şu cevabı verdi:
-Bazıları gece namaz kılar, tespih çekerek istedikleri kişinin za­rar görmesi için Allah’a dua eder. Bu esma çekmek, zahmet çe­kerler demektir. Yani boş işlerle uğraşıyorlar demektir.
17.           CENAZE ISKATI
Akçaabatlı fakir birinin babası vefat etmiş. Köyün imamı adama “bir ineğin olsa bile satıp babanın ıskatını yapacaksın” demiş. Tabi adamın imkanı olmadığı için yapamamış. Ancak olayı dinin emriy­miş gibi telakki ettiği için içi de rahat etmemiş. Trabzon’a gittiği bir gün meseleyi Cansız Mustafa Efendi’ye sormak istemiş. Cansız Hoca’nın İstanbul Oteli’nde olduğunu öğrenir ve oraya gider. Hoca arkadaşıyla tavla oynamaktadır. Adam hocanın yanına varır:
-Hocam size bir soru sormak istiyorum.
-Buyur, sor.
-Babam vefat etti. Maddi durumum hiç iyi değil. Ancak köy ima­mımız sadece bir ineğin olsa bile babanın ıskatını yapmak zorunda olduğumuzu, bunun dinin emri olduğunu söylüyor. Benim de imka­nım yok. Ne yapmam lazım?
-Git onu söyleyen hocaya deki, yalan deyenin anasını s.keyim mi?
-Tövbe estağfirullahl Ben bu dediğiniz sözü ona diyemem.
-Ne oldu, beğenmedin mi? O zaman git o senin ananı s.ksin der ve zarları atar.
18.           DÜZENİN DEĞİŞMESİ
1970’li yıllarda Cumhuriyet Halk Partisinde Ecevit rüzgârı es­mektedir. O zamanlar karaoğlan diye meşhur olmuştu. En önemli sloganlarından biri, düzeni değiştireceğini söylemesiydi. Bu slogan çok sık kullanılır hale gelmişti.
Adamın biri günün birinde Cansız Hoca’ya sorar:
-Hocam, Karaoğlan diye biri çıktı düzeni değiştireceğini söylü­yor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
-Hiç kimse düzülmeye talip değil, hep düzenin değişmesini isti­yorlar.
19.           VER ONU MAHKEMEYE
Cansız Hoca para karşılığı Kur’an okutulmasını istismar olarak görüyordu.
Tonyalı mütedeyyin biri geçmişlerin ruhuna hatim indirilmesi için
bir hafıza para vermiş, Ancak parayı yiyen hafız hatmi okumamış. Bunu duyan adam çok üzülmüş. Ve Cansız Hocaya şikayet etmiş.
-Hoca efendi, falanca hafız Kur’an hatim ederim diye benden para aldı sonra da okumadı. Ne yapayım?
-Ver onu mahkemeye s.ksinler anasını.
-Hocam ben onu yapamam.
-Öyle ise git o senin ananı s.ksin.
20.            TRABZONUN YEMEKLERİ
Ellili yıllarda Cansız Hoca Ural Palas’ta Haşan Saka ile tavla oynuyorlarmış. Masalarına yakın yerde İstanbul’dan gelen biri oturuyormuş. Trabzon’un yemeklerini hiç beğenmemiş. Sürekli yemekle­rin kalitesizliğini anlatıyormuş. Bu söz tavla oynarken Cansız’ın ku­lağına gelmiş. Bir iki derken canı sıkılmış ve kalkmış adamın yanı­na gitmiş.
-Sen nereden geldin?
-İstanbul’dan
-Trabzon’un lokantalarını, yemeklerini beğenmemişin.
-Evet beğenmedim.
-Bak! İstanbul’da en meşhur yer Konyalının lokantasıdır. Orada yemek yemek b.k yemekten biraz daha iyidir. Sen kalkmış buranın yemeklerini beğenmiyorsun[191]
21.            HOCA ÇIKTI MANDALAR YESİN
Malum olduğu üzere hocaların çok yemek yediğinden şikâyet edilir.
Cansız Hoca’nın içinde bulunduğu bir yemekte vali ve üst düzey bürokratlar varmış. İçlerinden biri şu fıkrayı anlatmış:
Hoca ile manda bostana düşmüş. Görenler “hangisini çıkaralım demişler.” Kimileri “mandayı çıkarın o çok yer” demiş. Daha sonra “yok hoca daha fazla yer” diye hocayı çıkarmışlar...
Anlatılan bu fıkra üzerine Cansız Hoca masadan kalkmış ve bir ke­nara oturarak sigarasını yakmış. Masadakilerden biri Cansız Hocaya;
-Hocam niçin erken kalktınız?
Cansız şu cevabı vermiş:
-Hoca çıktı ma. dalar yesin.™
21.            RUM KIZLARI
İmroz ve Bozcaada’da ki bizim din hocalarıyla orada olan pa­pazlar arasında dini münazaralar olurmuş ve bizim hocalar cevap veremez durumdaymış. Devlet Cansız Hoca’yı, olayı soruşturmak için göndermiş. İncelemesini yapmış ve bir rapor düzenleyerek dö­nemin Diyanet İşlerinden sorumlu Devlet Bakanı’na vermiş. Daha sonra bakan, biraz da resmiyet dışı konuşalım demiş. Bunun üzeri­ne Cansız:
-Böyle güzel adada içki âlemi ve güzel Rum kızları varken bizim Müslümanların Hristiyan olmamaları çok zordur.
22.            NE OKUYOR SUNUZ?
Cansız Hoca bir gün Of’ta eski medrese usulü ders okunan bir yere gider. Hocaya, talebelere neyi okuttuğunu sorar. Hoca:
-Dürretü’n-Nasihin adlı kitabı okuyoruz.
Bunun üzerine Cansız şöyle der:
-İçindeki ayetleri çıkar, gerisini sok münasip yerine.
23.            TEZEKLİ NARGİLE
Cansız Hoca Erzurum’da müftü ve vaizler kursu müdürlüğü yap­mış. İlin müftüsü bir akşam Cansız’ı ve kursiyerleri evine davet et­miş. Hoca nargile içtiği için ona göre hazırlık yapmış. Malum oldu­ğu üzere Erzurum’da tezek yakılır. Hoca tütünü yerleştirmiş. Ama tutuşması için köz istemiş. Maalesef köz yokmuş. Hoca:
-Bir şey olmaz tezeğin kenarından tut ve koy.
Körükleyince tezek kokusu yayılmaya başlamış. Bunun üzerine orada bulunan müftü ve vaizler gülmeye başlamış. Hoca şöyle demiş:
-Eğer Allah'a değil de nefsine kul olursan hocaların yanında böy­le b.k (kemre) koklattırır sana.[192]
24.           HANGİSİ DAHA GÜNAHTIR?
Günün birinde Of’un meydan kahvesinde Hoca nargile içiyormuş. Yanında sigara içen bir molla oturuyormuş. Molla:
-Hocam, sigara mı yoksa nargile içmek mi daha günahtır?
Bunun üzerine hoca şu cevabı vermiş.
-Biri sulu diğeri sıh(katı) b.k. Fark etmez.
25.           NAMAZ KILMAMAK
Cansız Hoca’nın namaz kılmadığı dilden dile dolaşıyormuş. Bir gün Annesi:
-Oğlum! o kadar okudun. Şimdi namaz kılmıyorsun. Bu kadar okuduğuna göre bunun bir kolayı varsa bize de söyle. Biz de bu zahmetten kurtulalım.
-Elbette vardır.
-Nedir?
-Cehenneme dayanabilmek.
Bir gün yine annesinin kendisine niçin namaz kılmadığını sor­muş. Cansız şu cevabı vermiş:
-Ey gidi Anne! ‘Ereeytellezî” suresinin  manasını bilsen hiç kıl­mazdın.
26.           NE MÜSLÜMAN NE DE HIRİSTİYAN OLUR
Bazı eğitimli kişilerin İslâm dininin bizi geri bıraktığı, bundan do­layı toplum olarak din değiştirip hıristiyan olmamız gerektiğini nadir de olsa ileri sürenler olmuştur.
İki öğretmen arkadaştan biri bu fikirde olup Hıristiyanlığa geçme­yi düşünüyormuş. Belki bu görüşünden vaz geçer diye arkadaşı onu İstanbul Oteli’nde tavla oynayan Cansız Hoca’ya götürmüş. Meseleyi Hoca’ya anlatmışlar. Bunun üzerine Cansız, Hıristiyan ol­mak isteyen kişiye:
-Kur’an’ı okuyup içinde aklının almadığı nelerle karşılaştın da İs­lâm dininden çıkmak istiyorsun?
-Kur’an’ı hiç okuyup araştırmış değilim.
-Peki İncil’i okuyup neleri beğendin ki Hıristiyan olmak istiyor­sun?
-incil’i de hiç okumadım.
Bunun üzerine Cansız Hoca şu cevabı vermiş:
-Atın bu anasını s..tiğimi dışarı, bundan ne Müslüman ne de Hıristiyan olur.[193]
27.             KOMŞULARIMA       GÜVENEMİYORUM
Cansız Hoca’nın hanımının vefat ettiği sıralarda kendilerinden daha yaşlı bir hocanın da hanımı vefat etmişti. Bu hoca yeni bir ev­lilik yapmış. Günün birinde karşılaşmışlar. Evlenen hoca, Cansız’a:
-Cansız, niçin evlenmiyorsun?
Cansız şu cevabı vermiş:
-Komşularıma güvenemiyorum. Gelip yardım etmezler bana!
-Allah müstehakını versin.
28.                     DİŞ YAPTIRMAK
Malum olduğu üzere Dernekpazarı yöresinde araziler çok sınır­lıdır. Önceleri herkes tarlasından geçinmeye çalışırdı. Bu itibarla yerler çok kıymetli idi.
Cansız Hoca, köylüsüyle birlikte sohbet ediyormuş. Konu diş yaptırmaktan açılmış. Adam, imkânı olmadığı için dişlerini yaptıramıyormuş. Konuşma esnasında adam Cansız’a:
-Falan tarlamı satıp parasıyla dişlerimi yaptıracağım.
Bunun üzerine Cansız, adama şu cevabı vermiş.
-Satta dişlerini yaptırt. Sonra da o dişlerle b.k yersin.
29.           ÇATALLARIYLA       BİRLİKTE Mİ?
Köyün birinde iki komşu, tarlada bellerken aralarında ne mese­le var idiyse tartışma ve kavgaya tutuşmuşlar. Kavgadan zarar gö­ren kişi karakola şikâyete gelmiş. Bu sırada Cansız Hoca ’da kara­kolda oturuyormuş. Adam, karakol komutanına şikâyetini anlatma­ya başlamış:
-Falan komşumla aramızdaki meseleden dolayı tartıştık. Kavga ettik. Bana şöyle yaptı, böyle yaptı...
Adam abartılı bir şekilde anlatmaya devam etmiş...
-Şöyle küfürler etti. Belin sapı girsin ananın ... dedi. Cansız ada­mın olayı çok abarttığını anlamış ve şunu sormuş:
-Komşun, belin sapı ananın ...girsin derken çatallarıyla (çatalla­rıyla) birlikte mi girsin dedi?
-He, he. Çatallarıyla birlikte girsin dedi.
Böylece olayın abartıldığı anlaşılmış ve şikâyet işleme konulma­mış.
30.                    NE   KADAR B.K YEDİĞİNİ HESAP EDECEĞİM
Demekpazarı’nın nahiye olduğu dönemde adliye teşkilatı kurul­muştu. Hâkimlerden biri Cansız Hoca ile birlikte köyün birine keşfe çıkmışlar. Bir yerde oturmuşlar. Oturdukları yerde bulunan tarlaya da hayvan gübresi serilmişti. Hâkim, Cansız Hoca’ya latife olsun di­ye şöyle demiş:
-Bu tarlaya hayvan gübresini serdiniz. Buraya ekilen tohumlar­dan çıkacak bitkiler yenir mi? Siz b.k yiyorsunuz da farkında değil­siniz.
Cansız şöyle demiş:
-Siz kaç senedir burada hakimlik yapıyorsunuz?
-Beş sene.
-Bana bir kağıt verebilir misin?
-Ne yapacaksın kâğıdı?
Bunun üzerine Cansız şu cevabı vermiş:
-Mademki beş senedir buradasın, bu kadar zaman zarfında ne kadar b.k yediğini hesap edeceğim.[194]
Mustafa Cansız’ın hayatı, fikirleri ve din eğitim-öğretimine yaptı­ğı katkıları elimizden geldiğince tespit etmeye gayret ettik. Çok yön­lü bir din bilgini olan Cansız’ın seksen yıllık ömrünü hareketli ve do­lu bir şekilde geçirdiğini söylememiz mümkündür. Bu itibarla bazı hususları özetlemek istiyorum.
Tanrı’nın kendisine verdiği üstün zekâ ve güçlü bir hafızaya sa­hipti. Bu özelliklerini istediği istikamette çok iyi kullanıyordu. Bildiği­miz anlamda bir okul hayatı olmamıştır. Öğrenimini yöresindeki “Gargar” lakabıyla meşhur Müderris Muhammed Müslim Efendi’den tamamlamıştır. Öğrencilik yıllarında dinî meselelerde hocasıyla sık­ça tartışırdı. Aykırı görüşlerinden dolayı dersten dışarı çıkartılması­na rağmen, içinden çıkılamayan konularda hocası tarafından çağrı­lıp görüşüne başvurulmasını anlamlı buluyoruz. Bununla birlikte Müslim Efendi’nin “Cansız Mustafa’yı Müslüman yapamadım” sözü de dikkat çekicidir. Öğrenciliğinde bile hocasının fikirlerine iti­raz edip kendisini kabul ettirtebilmesini, çalışkanlığı ve meseleleri tahlil etme gücünden kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Hayatının büyük çoğunluğunu öğrenme ve araştırmaya hasret­miştir. Bitmek tükenmek bilmeyen bir öğrenme merakı vardı. Dinî bilgisi ve felsefî kültürüne herkes hayranlık duyardı. Görüşlerini be­ğenmeyenler bile bu özelliğini kabul eder, çözemedikleri meseleleri istemeyerek de olsa O’na sormak zorunda kalırlardı. Bir mesele araştırıldığı zaman o konuda ilk kaynaklara inilmesini tavsiye eder­di. Ayrıca bir kitabı okuyup oradaki görüşlere takılıp kalınmamasını, bu görüşlerin zıddının da okunması ve buradan hareketle senteze gidilmesi gerektiğini vurgulardı. “Eğer bir kitabı okuyup ona yapı­şırsanız o kitabın hamalı olursunuz” diyerek günümüz bilim an­layışını yansıtması dikkat çekicidir. Etrafına metotlu şüpheyi öğretmeye çalışırdı. Taklit etmemeyi tavsiye ederdi. Taklitçi olan kimse­den hayır gelmesi mümkün değildir. Hz. Peygamberin örnekliği önemlidir. Daha doğrusu Hz. Peygamber, bir işi yaparken amacı ne idi? Ona yönelik çalışma yapıp değer üretilmesi gerektiğini vurgu­lardı.
1.90 boyu, takım elbiseli, kravatlı ve fötr şapkasıyla modern bir görünümü vardı. Öğretmen camiasına daha yakın dururdu. Sakal bırakmazdı. Giyim kuşamı dinle irtibatlandırmaya karşıydı. Arapla­rın örfünün din haline getirilmesine tahammül edemezdi. Mezhep taassubu yoktu. Mezhepleri fikir ekolleri olarak görüyordu. Tasavvuf hayranı olmasına rağmen tasavvufu yozlaştıran tarikatlara karşı acımasızdı. “Garp âlemini alkolizm, İslâm dünyasını da tarikat­lar uyuşturmuştur” sözünü bunun için söylemiştir. Şair olmanın yanında mizahî yönü de güçlüydü. Geleneksel din anlayışını sorgu­layan fetvaları insanı güldürmenin yanında düşündürücü niteliktedir.
Talebelik yıllarından itibaren namaz kılmadığı(l), itikadının bozuk olduğu(l), gençliğinde içki kullandığı, küfürbaz olduğu, sigara ve nargile içmenin yanında tavla oynaması O’nu geleneksel din adamı çizgisinden ayırıyordu. Bu yönlerinin haricinde esasen fikir ve söy­lemleri ile aykırı bir kişiliğe sahipti. Bu aykırılığı, birinci elden kay­naklara ulaşıp onları anlayıp yorumlayabilmesinden kaynaklanmak­tadır. Hiçbir zaman kabulcü bir anlayışa sahip olmamıştır. Düşünce ve fikirleriyle gerçek İslâm’a değil, yozlaştırılan ve adeta yaşanma­sı imkânsız hale getirilen din anlayışına karşı çıkmıştır. Dinle ilgisi olmayıp kutsallaştırılan geleneğe karşı tavır alması nedeniyle mes­lektaşlarının karalama kampanyalarına hedef olmuştur. Dinsiz diye nitelendirilmiş ve bunu halka da yaymışlardır. Ancak bu sözü, bütün meslektaşları için söylememiz doğru olmaz. Elbette O’na değer ve­renler olmuştur. Ama bunlar azınlıkta kalmıştır. Ne yazık ki, bu ka­ralamayı arkasından yapmışlardır. Çünkü O’nun karşısına çıkacak ne bilgileri ne de cesaretleri vardı. Yapılan bu olumsuz propaganda nedeniyle sevenleri olduğu gibi sevmeyenleri de olmuştur.
Mustafa Cansız, bazı davranışlarından dolayı kusurlu veya gü­nahkâr bir kişi olarak nitelendirilebilir. Bu niteleme esasen hemen herkes için geçerlidir. Bunun haricinde “dinsiz veya itikadı bozuk” bir kişi olarak nitelendirilmesinin vebali gerektirdiğini belirtmek isteriz. Bu konuda, “beni en iyi ben ve Rabbim bilir. Rabbim! Kusurla­rım çoktur ama biliyorum ki sana şirk koşmadım ve senin di­ninden asla taviz vermedim" sözleri anlamlıdır. Cansız Hoca’ya yapılan dinsizlik ithamı maalesef günümüzde öğrencisi Yaşar Nuri Öztürk’e de yapılmaktadır. Şu halde dinsizlikle itham edilmeden di­ne hizmet etmenin mümkün olmadığını söylemek herhalde abartı değildir.
Arkasından yapılan tenkitlere belki de en makulü, gülüp geçme­si gerekirdi. Ancak “itikadı bozuk veya dinsizlikle itham edilmek” ka­bul edilecek bir tutum değildir. Bu itibarla özellikle bilgiye dayalı ol­mayan nitelemeler konusunda, karşısındaki kim olursa olsun istis­nasız söverdi. İster kabul edelim veya etmeyelim bu tutum O’nun üslubuydu. Bilgisizce ve sadece karalamak amacıyla “dinsiz veya itikadı bozuk” demek aslında küfretmekten daha ağır bir durumdur.
Mustafa Cansız’ın en büyük talihsizliği, söylemlerine toplumun hazır olmamasının yanında bulunduğu yörede kendisini takdir ede­bilecek geniş ufuklu din bilginlerinin yok denecek kadar sınırlı olma­sıydı. Bununla birlikte ne yazık ki değerini bilen kişilerin tekliflerine de kendileri iltifat etmemiştir. Prof.Dr. Osman Turan’ın, O’nu Anaka­ra Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ne alma teşebbüsle­rine sıcak bakmamasını doğrusu talihsizlik olarak görmek gerekir.
Ağa sülalesine mensuptu. Osmanlı dönemindeki mevcut statü içerisinde yetişen Cansız, hayatı boyunca bu konumunu hissettir­mekten çekinmemiştir. Bilindiği üzere tarım toplumlarında ağalık kurumu bir anlamda toplumu idare etmekti. Yörede bu anlamda Cansızların bir ağırlığı vardı. Cansız Hoca’nın üslubunda ağalığın etkisi olduğunu söylememiz mümkündür.
Cumhuriyet Halk Partisi’nde uzun yıllar siyaset yapmıştır. Haya­tı boyunca bu fikrinden vazgeçmemiştir. Yirmi üç yıl Trabzon il Ge­nel Meclisi ve müteaddit defalar daimi encümen üyeliklerinde bulun­muştur. İlin vali ve bürokratlarıyla sıkı ilişkileri olmuştur. Siyasi haya­tında daha ileri görevlere gidememiştir. Zira sözünü esirgemeyen bir yapısı olması nedeniyle engellendiği kanaati hâkimdir. Toplum­sal yapımızda itaat kültürü olduğu ve bu kültürün partilerde daha ka­tı bir şekilde hala uygulandığını biliyoruz. Siyaseti ekonomik çıkar aracı olarak görmemiştir. Bu tür ilişkilere asla tenezzül etmemiştir. Dünyalık hiçbir serveti olmamıştır. Sanırım takdir edilmesi gereken en önemli yanlarından birisi budur.
Bilgi birikimini isteyenlere aktarmayı ihmal etmemiştir. Fakat mutlaka öğrenci yetiştirme gayreti içerisinde de olmamıştır. Kendi­sinden ders okumak isteyen öğrencinin daha önce sarf ve nahiv bil­gilerini edinmiş olması gerekirdi. Bugünkü anlamıyla mastır ve dok­tora seviyesinde dersler verdiğini söylememiz daha doğrudur. Her zaman en iyiyi elde etmek için çalışmıştır. Bu anlamda öğrenci ko­nusunda da seçici davranmıştır diyebiliriz. “Olan Kursi, seksen yıllık ömrümü manalandırdın. Artık bir işe yaradığımı anladım ve gözüm arkada kalmayacak” dediği Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, çok emek verdiği ve gözü gibi koruduğu öğrencisi olmuştur. Burada Cansız’ın ne kadar isabetli bir tercih yaptığı açıkça görülmektedir. Adeta Öztürk’ün geleceğini görerek birikimini aktarabilmesi için di­dinip durmasını takdirle karşılıyoruz. Öztürk Hoca, bilimsel çalışma­larının yanında dinî meselelerde halkı aydınlatma ile ilgili çok önem­li hizmetleri yerine getirdiği, eğer tabir yerinde ise bu anlamda Tür­kiye’de bir dönüşümü gerçekleştirdiğini söylememiz mümkündür. Türkiye’de bir Yaşar Nuri Öztürk gerçeği oluşmuş ve bu oluşumun arkasında da Cansız Hoca’nın büyük emeği vardır.
Kaybedilmiş bir değer olarak nitelendirdiğimiz Mustafa Cansız’ı rahmetle anıyorum.

  


Kaynak: CANSIZ HOCAÇAĞDAŞ DİN BİLGİNİ MUSTAFA CANSIZ’IN HAYATI VE DİN EĞİTİMİNE KATKILARI Yaşamöyküsü hzl: Mehmet GÜNAYDIN, 2.Baskı Mart 2007, İstanbul




[1]    Çaykara’nın ilçe olmasında Mustafa Cansız’ın rolü olduğunu belirtmek isteriz. Bu konuda ileride bilgi vereceğiz.
[2]    Düzenli, “Yeni ilçe: Dernekpazarı", 13.; En Son Bilgilerle Şirin ilçemizi Tanıya­lım, 35.
[3]    Şakir Şevket’in Trabzon Tarihi adlı eseri tamamıyla ilmi olmaktan uzak ise de ta­rihi bir vesika sayılacak kadar değer taşıdığı belirtilmektedir. Osmanlı Müellifleri’nin yazarı Tahir Bey de Şakir Şevket’in tarihleri ve kendilerini Osmanlı Müelliflerin’e ko­nulmayan isimler arasında anmıştır. Bkz. Akbulut, Trabzon Şairleri, 59.
[4]    Trabzonlu Şakir Şevket, a.g.e., 96, 97.
[5]    Cansız, “Of Kazasının Umumî Tarihçesi", 11-14. Of adının nereden geldiği ko­nusunda bilgi içn bkz. Karagöz, Trabzon Yer Adları, 165.
[6]    Trabzonlu Şakir Şevket, a.g.e., 99.
[7]    Cansız, a.g.m., 11,12.
[8]    Henüz yeni yayınlanan Geçmişten Geleceğe Çaykara Dernekpazarı isimli eser­de M. Hanefi Bostan’ın oldukça hacimli diyebileceğimiz “Çaykara ve Dernekpazarı Tarihi” 17-94 adlı makalesi yayımlanmıştır. Adı geçen makale, yazarın daha önce yö­resel dergilerde yayınlanan makalelerinin genişletilmiş şekli olduğunu belirtmek iste­riz. Bu çalışmada Cansız’ın kaynak gösterildiğine rastlayamadık. Ansiklopedi tarzın­da ve büyük uğraş verilerek hazırlanan Geçmişten Geleceğe Çaykara Dernekpazarı adlı eserde emeği geçenlere teşekkürü borç bilirim, ileriki çalışmalarında Cansız Hoca’ya da yer verilmesini ümit ediyorum. Zira yöremizin ünlüleri arasında Cansız’ın ilk sıralarda yer alması gerektiğine inanıyoruz.
[9]    Albayrak, a.g.e., 161
[10]  Bostan “XV-XVI. Asırlarda Çaykara'da İslâmiyet ve Maraşlı Şeyh Osman Efen­di", 21.
[11]  Bostan, a.g.m., 18-21.
[12]  Günaydın, “Saçaklızade Şeyh Osman Efendi", 62,63.
[13]  Albayrak, a.g.e., I, 66-67.
[14]  Albayrak, a.g.e., I, 66-67.
[15]  Ağıralioğlu, “Çaykara ve Eğitiminden Kesitler", 19.
[16]  Ağıralioğlu, a.g.m., 19.
[17]  Bu konuda A. Türker’in “Yöremizde Dinî Eğitiminin Tarihi ve Arka Planı"adlı ma­kalesi dikkat çekicidir.
[18]  Gargar Muhammed Müslim Efendi, Çaykara’nın Merkez Kadohor mahallesinde 1851 yılında dünyaya geldi. Çaykara’nın en meşhur din âlimlerindendir. Farsça ve Kelam ilminde ihtisas sahibi idi. Çaykara Camii’nde imamlık, evinde de müderrislik yapmıştır. 1940 yılında vefat eden Müslim Efendi’nin kabri Çaykara merkez Camii altındadır. Bkz. Kaban, Haşan Rami Efendi ve Çaykara Sosyo-Küitürel Hayatına Et­kileri, 27; Haşim Albayrak, a.g.e., I, 75. Gargar Müslim Efendi ile ilgili olarak Ahmet Cemal Uygun bize şu bilgileri aktardı: Gargar Müslim Efendi’yi çok iyi tanıdığım gibi babamın da ahbabı idi ve bize de çok gelirdi. Mustafa Cansız’dan hocası ile ilgili şun­ları dinledim: “Gargar Müslim Efendi’oten çok seneler okudum. Onu için tekin biri de­ğil derler ama ben onda bir şey görmedim. Hatta çok defalar hocayı akşam yatırır, ondan sonra talebe arkadaşlarla seyirlere giderdik. Sabahleyin gelirdik. Hoca’nın bir şeyden haberi yok. Bana hitaben “Cansız şu dersi ver” derdi. Hâlbuki ders filan ça­lışmış değiliz.” Cansız Hoca’nın oğlu Nihat’tan dinledim. “Cansız, hocasına çok hür­met ederdi. Hocası da O’nun evine gelirdi. Bir gün baktılar ki Müslim Efendi geliyor. Beyaz binişi vardı onunla gezerdi. Cansız’ın eşi Hatice Hanım oğluna, “Nihat, bak­sana hoca geliyor. Baban da yok ne yapacağız.” “Ne olacak ağırlarız.” Ağırladılar. El­bisesini değiştirdiler, yedirdiler. Kayınvalidem, “Cansız da yok” dedi Müslim Efendi’ye. Müslim Efendi: "Biraz sonra gelir” dedi. Gerçekten de akşamleyin Cansız gel­di. O günkü şartlarda Cansız’ın Trabzon’dan geleceği haberini alması mümkün de­ğildi. Sabaha kadar hocasıyla sohbet ettiler. Yani keramet sahibi olduğunu söylemiş.”
[19]  Cafer Cansız
[20]  Gündüz, “Ahmet Ziyauddin Gümüşhanevi", DİA, 14, 276.
[21]  Bilgi için bkz. Yıldırım, “Kondulu Yusuf Şevki Efendi", 572-576.
[22]  Günaydın, “Kondu’lu Ali Şakir Efendi”, 476.
[23]  Bilgi için bkz. Baltacıoğlu, “Hacı Ferşat Efendi", 42; Yavuz, “Ferşat”, DİA, ^ 413,414.
[24]  Taassup, “bir kimsenin kendi inancından ve kendince hakikat kabul ettiği görüş ve kanaatten başka olan inanç, görüş ve kanaatlere ve bunları taşıyanlara karşı düş­manlık beslemesi ve onları boğup susturmağa kalkışmasıdır.” Bkz. Başgil, Din ve Lâ­iklik, 153. Cansız, mutaassıp kelimesini bu anlamda kullanmıştır.
[25]  Cansız, Mustafa, a.g.m., 13.
[26]  Yıldırım, a.g.m., 575.
[27]  Genelev
[28]  Ahmet Cemal Uygun, Reşat Baltacıoğlu.
[29]    Niyazi Güveli, İstanbul, Mülâkat, 15.02.2003.
[30]    M. Cemal Cansız, Limonsuyu, Mülâkat, 02.07.2003.
[31]    Cafer Cansız
[32]    Müslim Efendi, “atın bu gavuru dışarı, çağırın o gavuru gelsin” ifadelerine yer verirdi.
[33]    Kadohor, Çaykara ilçesinin eski adıdır.
[34]    Remzi Yavuz, bu hatırayı annesinden dinlemiştir.
[35]    Hüseyin Yüce, Dernenekpazarı, Mülâkat, 23.08.2005
[36]    Dersiâm olabilmek için medreseden mezun olup icâzet aldıktan sonra bir imtihana daha girmek gerekiyordu. Bu şekilde halka açık ders verme yetkisi olan müderrisler halk arasında oldukça etkili oluyorlardı; hatta onların bu nüfuzların­dan zaman zaman devlet de faydalanıyordu. Nitekim II. Mahmud, yaptığı ıslahat­ları geniş ölçüde dersiamlar vasıtasıyla halka duyurmuştur. Bkz. İpşirli, “Drsiâm", DİA, 9, 185.
[37]    Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Dairesinin 25 Haziran 1964 Tarih ve 353-1592 sayılı yazısı.
[38]    Sait Aydemir.
[39]    Akbulut, a.g.e., 66.
[40]    Nadire Cansız
[41]    1306 yılında Çaykara’nın yukarı Kumlu köyünde dünyaya geldi. Çocuk denecek yaşta annesinden sarf ve nahiv dersleri aldı. Bir süre de babası Musta­fa Efendi’den okudu. Düzenli medrese eğitimi görerek Of Müftüsü Bakkaloğlu Hüseyin Efendi’den icazet aldı. Öğretmenlik sınavına girip başarıyla imtihanı ka­zandı. Cumhuriyetin millî eğitim ilkelerini çok iyi özümsedi ve görevini büyük ba­şarı ile yurdun çeşitli yörelerinde sürdürdü. Daha geniş bilgi için bkz. Efendioğlu, “Öğretmenler Öğretmeni Kasım Öğretmen", Sayı: 3.
[42]    Ahmet Cemal Uygun
[43]    Bu anlaşma yörede “uyma” tabiri ile ifade edilir.
[44]    Nadire Cansız, ihsan Ekşi
[45]    Halide, Nadire, Latife ve Nihat Cansız. Nadire ve Latife hayatta olup diğer­leri vefat etmişlerdir.
[46]    ihsan Ekşi, Dernekpazarı, Mülâkat, 14.08.2005
[47]    Kızı Nadire Cansız
[48]    “Fantezi”, hayal gücünün serbest işlemesiyle ortaya çıkan şaşırtıcı fikir, eser, geçici, garip zevk anlamlarına gelir. Bkz. Özön, Türkçe Yabancı Terimler Sözlüğü, 66
[49]    Bu mektubu bizimle paylaşan Prof.Dr. Yunus Vehbi Yavuz’a teşekkürü bir borç bilirim. Mektupta adı geçen şahısları araştırma imkânı bulamadık.
[50]    Ahmet Cemal Uygun, İhsan Ekşi.
[51]    Ahmet Cemal Uygun.
[52]    Üvey oğlu Kadın Doğum Uzmanı Gündoğdu Sanımer, mesleğinin haricinde kültüre değer veren bir kişiydi. Aynı zamanda şairdi. Cansız’ın, üvey oğlu üzerinde de büyük etkisi olmuştur. Cansız Hoca ile ilgili olarak Sanımer’le mülâkat yapabil" mek için telefonla görüştüm. “İzmir’de tatilde olduğunu, kendilerine ulaşamayacağımı, ancak İstanbul’a döndüğünde yardımcı olabileceğini” söylediler. Bu telefon görüşmemizden bir ay sonra vefat ettiğini öğrendim. Kendilerini tanımıyordum. Vefatından üzüntü duydum. Çünkü Cansız Hoca ile ilgili en kapsamlı bilgileri kendilerinden alabileceğimi görüştüğüm diğer kişiler ifade etmişlerdi. Telefonda, “Cansız Hoca’nın büyük bir din bilgini olduğunu fakat yöresinde bu anlamda yeterince anlaşılamadığını, hatta olumsuz propagandasının yapıldığını” belirttiler.
[53]    Sait Aydemir, Ömer Lütfü Odabaşı.
[54]    Ayşe Cansız, Yusuf Ziya Cansız.
[55]    Yusuf Ziya Cansız
[56]    Bu şikâyet mektubunu Cansız Hoca’nın Diyanet işleri Başkanlığındaki şahsi dosyasında gördüm.
[57]    Osman Çebi, Araklı ilçesinden olup, Cansız Hoca’nın amcakızının oğluydu.
[58]    Ahmet Gürsoy
[59]    Osman Turan, Fuat Köprülü’nün doktora verdiği ilk öğrencisidir. Selçuklu Tarihi üzerindeki araştırmalarıyla ünlüdür. Hayatı ve eserleri konusunda geniş bil­gi için bkz. Demirci, Prof.Dr. Osman Turan’ın Hayatı ve Eserleri, Ayrıca bkz. Bozkurt, “Bir Alimin Ölümü... Prof.Dr. Osman Turan”, 28.
[60]    Ahmet Gürsoy
[61]    Yusuf Ziya Cansız, bu ifadeleri bizzat dedesinden dinlediğini belirtmişlerdir. Kendilerine Diyanet İşleri Başkanlığı teklif edildiği ancak “hür iradesiyle görev ya­pabileceğine inanmadığı” için bu görevi kabul etmediğini Dernekpazarı Belediye Başkanı İbrahim Yüce’den dinledim. 19.07.2006
[62]    Bu mevsimde yörede fındıkların toplandığı, tütün, mısır gibi ürünlerin kaldı­rılması için il merkezinde oturanların köylerine gittiğini, bundan dolayı cemaatin azaldığını ifade etmek istemiştir.
[63]    Yücel, irfan, “Diyanet işleri Başkanlığı", DİA, 9, 455-460.
[64]    Bu kanun 1965 yılında yürürlüğe girdi. Bkz. DİA, 9, 456.
[65]    Diyanet işleri Başkanlığı Personel Dairesi Başkanlığı’nın 30 Eylül 1965 ta­rih 601 sayılı yazısı.
[66]    Diyanet işleri Başkanlığı’nın 17 Nisan 1964 tarih ve 9850 numaralı tel emri.
[67]    Ahmet Gürsoy.
[68]    Ahmet Cemal Uygun
[69]    Sait Aydemir. Bu konuda Çanakkale Müftülüğü’nün yazısını şahsi dosya­sında gördüm. Yazının içeriğinde ‘Cansız’ın teftişini tamamlayarak ayrıldığı’ be­lirtiliyordu. Ancak yetkililer bu yazıyı bize vermediler. Nasıl bir sakıncasının oldu­ğuna bir anlam verebilmiş değilim.
[70]    Yakup Gürsoy
[71]    Remzi Yavuz
[72]    Ömer Lütfü Odabaşı
[73]    Yakup Gürsoy
[74]    Ahmet Gürsoy.
[75]    Ahmet Çıkrık, Dernekpazarı, Mülâkat, 15.08.2002.
[76]    İhsan Ekşi, Ahmet Gürsoy.
[77]    Dursun Behzatoğlu, Sultan Murat Yaylası, Mülâkat, 27.08.2003
[78]    Samsun emekli vaizlerinden Ali Düzenli, bu anıyı Şakir Çıkrık’tan dinlemiş. Mülakat, Yurt Yaylası, 20.08.2004.
[79]    Müellif
[80]    Kitap Dergisi, “Yaşar Nuri Öztürk Özel Sayısı”, 11.
[81]    İsmail Ekşi, Dernekpazarı, Mülâkat, 29.08.2003.
[82]    Yusuf Karali hakkında Bkz. Kara, Kutuz Hocanın Hatıraları, 64 vd.
[83]    Mahmut islâmoğlu
[84]    Ahmet Gürsoy
[85]    Wundt, Wİlhelm, 1900, Elemerıts ol Folk Psychology, Kavimler Ruhiyatı (Mil­letler Psikolojisi), Milletler Ruhiyatı Esasları: iptidai İnsan, Çev. Ziya Talat, Rem­zi, Burhanettin Mat. İstanbul 1934.
[86]    Bu belgeyi Yakup Gürsoy’dan temin ettik.
[87]    Sadıkzadeler Rizel’i olup, Osmanlı döneminde deniz ticareti filosu işletiyor­lardı. (Ahmet Gürsoy)
[88]    Ahmet Gürsoy
[89]    Cumhuriyet devri müderris ve Nakşi şeyhlerinden “Dursun Nuri Feyzi Güven’in" hayatı hakkında bilgi için bkz. Yavuz, DİA; 14, 328,329.
[90]    Yakup Gürsoy, Ahmet Gürsoy, Ömer Lütfü Odabaşı.
[91]    Şatıroğlu, İçimizden Biri, Büyüğümüz Mustafa Genel, 21.
[92]    Sait Aydemir, Ahmet Gürsoy
[93]    Hocası Gargar Müslim Efendi’nin buna benzer sözler söylediğini emekli va­iz Ali Düzenli’den de dinledik.
[94]    ihsan Ekşi
[95]    Kitap Dergisi, “Yaşar Nuri Öztürk Özel Sayısı”, 11.
[96]    Kitap Dergisi, “Yaşar Nuri Öztürk Özel Sayısı”, 11-13
[97]    Yaşar Nuri Öztürk.
[98]    Yakup Gürsoy, Remzi Yavuz...
[99]    ismet Selim, Adana Müftüsü iken Marmara depreminde Sakarya’da haya­tını kaybetti.
[100]   Remzi Yavuz’un şu ifadeleri de dikkat çekicidir: 24 saatte 125 kuruş istih­kakım vardı. 115 kuruşa bir yağlı, 15 kuruşa da büyük bir çay. Saat 10’da yer ve ders okumaya giderdim. Ertesi güne kadar onunla idare ederdim. 24 saatte bir öğün yemek. O şartlar içerisinde okudum. Hocamızın imkânları da müsait değil­di. Bize nasıl yardım etsin.
[101]   Ömer Lütfü Odabaşı.
[102]   Mahmut islâmoğlu.
[103]   Yaşar Nuri Öztürk.
[104]   Harîrî'nin (ö. 516/1122) Arap edebiyatında makâme türünde yazdığı eseri. Eserde, toplumdaki çelişkiyi ve çarpıklıklara dikkat çekmek maksadıyla hayali kahraman Zeyd es-Serûcî’nin maceraları Haris b. Hemmâm’ın dilinden akıcı bir üslupla anlatılmıştır. Elli kısa hikâyeden oluşan el-Makâmat’ta Arap dilinin bütün incelikleri, anlatım gücü, edebî sanatlar ve kelime oyunları secili bir üslupla orta­ya konmuştur. Hikmet, iyilik, doğruluk, cömertlik, alçak gönüllülük, yardım severlilik, yiğitlik, beceriklilik gibi değerler eserde geniş yer tutar. Bkz. Kılıç, “el-Makâmât”. DİA. 27.414.
[105]   Mahmut Özdil, Mektup, İstanbul, 05.04.2003. Kendilerine teşekkürü borç bi­lirim
[106]   Prof.Dr. Bekir Topaloğlu’na telefonla ulaştım ve Cansız Hoca ile ilgili bilgi­lerinin olup olmadığını sordum. Şunları söyledi: ‘Dedem Cansız Hoca’nın kö­yünde hocalık yapıyordu. Ben de dedemin yanında kalıyordum. Cansız Trab­zon’da kalırdı. Zaman zaman köyüne gelirdi. Dedem kendilerine saygı gösterir­di. O zamanlar yaşım küçük olduğu için başka bir şey hatırlamıyorum.’
[107]   Y.Nuri Öztürk.
[108]   Remzi Yavuz.
[109]   Rıza Selim Başoğlu.
[110]   Ahmet Cemal Uygun.
[111]   Ahmet Gürsoy.
[112]   Trabzon Müftülüğünün 19 Şubat 1949 Tarih ve 16 sayılı Yazısı.
[113]   Yüksel, Geçmişten Günümüze Trabzon Şairleri, I, 479. Bildiğimiz kadarıyla eserlerin hiç biri basılmış değildir.
[114] Kitap Dergisi, “Yaşar Nuri Öztürk Özel Sayısı”, 8-16.
[115]   Remzi Yavuz
[116]   Aydınlı, Hadis Istılahları Sözlüğü, “Hadis maddesi”; Ayrıca Bkz. Muhyiddîn-i Nevevi, Riyazü’s-Salihîn ve Tercemesi, I, l-V.
[117]   Üç nokta Cansız Hoca’ya aittir.
[118]   Ahmet Gürsoy
[119]   Görmez, “Sayı Editöründen", islâmi Araştırmalar.
[120]   Ünal, “Seçmeci ve Eleştirel Yaklaşım Veya Hz. Peygamber’i(a.v) Anlamak”, 42-58.
[121]   Mehmet Saygılı, ihsan Ekşi, Ahmet Gürsoy.
[122]   Kızılay Başkanlığı yapmış.
[123]   Bkz. Öztürk, İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, 446-452, Ayrıca Mezheplerin ortaya çıkış sebepleri ile ilgili olarak bkz. Muhammed Ebu Zehra, İslâm'da Siyasi, itikadi ve Fıkhı Mezhepler Tarihi, 9-23.
[124]   Yaşar Nuri Öztürk
[125]   Rıza Selim Başoğlu
[126]   Ahmet Gürsoy.
[127]   Ömer Lütfü Odabaşı.
[128]   Pulcu Hoca Lakaplı Salih Sabri Akdeniz, dükkânında pul, bilet satar ve mü­hür kazırdı. O’ndan da okumak istedim. O da Arapça okutmazdı. Yani belli sevi­yeye gelmiş kişileri okuturdu. Fakat dükkânda meşgul olduğu için okuma süre­miz pek verimli olmadı. Pulcu Hoca da çok iyi bir âlimdi. Ancak Trabzonlular O’nun kıymetini bilemedi. (Yakup Gürsoy)
[129]   K; 4/ 86, “Bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeliy­le selam verin yahut verilen selamı aynen iade edin.
[130]   Kur’an; 9/60. “Sadakalar (zekatlar) Allah tarafından bir farz olarak, yoksul­lara, düşkünlere, onların toplanmasında çalışanlara, gönülleri İslâm’a ısındırıla­cak olanlara, kölelere, borçlulara, Allah yolunda olanlara ve yolda kalanlaradır.
[131]   Hamiş: Mektubun yanına katılan ek.
[132]   Mehmet Rüştü Günaydın’a yazdığı mektup. Yazılarında dikkatimizi çeken “ve” bağlacını kullanmaması. Bu hususu Ahmet Gürsoy bize ifade etmişti.
[133] 27 Eylül 1966 tarihli Mehmet Rüştü Günaydın’a yazdığı mekturp.
[134]   Bu konuda benzer cevaplan pek çok kişiden dinledik ve bu fetvalar halk arasında bile anlatılır.
[135]   Bu anıyı emekli müftü Ömer Kama’dan da dinledim. Mülâkat, Limonsuyu, 21.08.2006.
[136]   Bilgi için bkz. Dalgın, İslâm Hukukuna Göre Müslüman Gayri Müslim Evliliği, 58-94.
[137]   Cansız Hoca bize göre doğru bir tespitte bulunmuştur
[138]   Rıza selim Başoğlu.
[139]   Haşan Türk, Dernekpazarı, Mülâkat, 12.08.2002.
[140]   Yusuf Ziya Cansız
[141]   İbrahim Güveli, Dernekpazarı, Mülâkat, 12.08.2006
[142]   Sadık Albayrak, Dernekpazarı, Mülâkat, 18.08.2004.
[143]   iz, Tasavvuf, 33; Tarifler için bkz. Ateş, İslâm Tasavvufu, 8,9; Altıntaş, Tasav­vuf Tarihi, 1 vd.
[144]   Sunar, Ana Hatlarıyla İslâm Tasavvufu Tarihi, 7.
[145] Ocak, “Tasavvuf, Sufîler, Tarikatlar, Tekkeler”, OsmanlI Uygarlığı, 1, 286.
[146]   Öztürk, a.g.e, 600-616.
[147]   Güngör, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, 197 vd.
[148]   Kara, a.g.m., 74.
[149]   Mardin, Türkiye'de Din ve Siyaset, 77.
[150]   Koçer, “Genel Eğitimin Bütünlüğü içinde Din Eğitiminin Yeri”, 17-24. Burada ben de bir hatıramı aktarmak istiyorum: 1990-1994 yıllarında Yozgat’ın Şefaatli il­çesinde öğretmen olarak görev yaptım, ilçede, Adıyaman Menzil şeyhine bağlı müritler vardı. Daha ziyade eğitimli kişilerden oluşan bu cemaatin sohbet ettikleri bîr mekânları da vardı. Aralarında üniversite mezunu bir arkadaşım bulunuyordu. Bir gün kendisiyle birlikte sohbet ediyorduk ve samimi olarak bana şu itirafta bu­lundu: ‘insanlarla konuşurken, siyasi tercihlerimize hiç bir kimse müdahale ede­mez, hür irademizle istediğimiz partiye oy veririz, deriz ama şeyhimizin halefi olan kişi, komünist partisine oy vereceksiniz dese hiç tereddüt etmeden oyumu veri­rim.' Bu ifadeyi duyunca tarikatların kişilerin hür iradelerine nasıl müdahale edebi­leceklerinin en güzel ifadesine şahit olduğumu belirtmeliyim. Nitekim bu tarikat mensuplarının oluşturduğu grup, özellikle belediye seçimlerinde etkili oluyorlardı. Bu itibarla cemaat lideri gücü oranında adaylarla pazarlık yapabiliyordu. Çünkü grup olarak destekledikleri adayın kazanma şansı artıyordu. (Müellif)
[151]   Remzi Yavuz
[152]   Ebu Hamid Derkavî (ö.1239/1823) tarafından kurulan Derkaviye, Şazeliye’nin bir kolu olup son yüz yılın en meşhur tasavvufi ekollerinden biridir. II.Abdülhamid’in İstanbul’a davet ettiği Şeyh Zâfir Medenî’nin de mensup olduğu bu kol, Avrupa’daki ihtida olaylarında bir hayali etkindir. Bkz. Kara, “Tarikatlar Dünya­sına Genel Bakış", 72.
[153]   Yavuz, “Ferşat Efendi”, DİA. 12, 414.
[154]   Albayrak, Of ve Çaykara, I, 76.
[155]   Ağustos ayının yirmisinde yapılan yayla şenliği.
[156]   Rıza Selim Başoğlu
[157]   Akman, “Diyanet işleri Başkanı Ali Bardakoğlu ile Ropörtaj”
[158]   Değerlendirmeler içn bkz. Öztürk, Tasavvufun Rûhu ve Tarîkatler, 201 vd.
[159]   Kara, “Tarikatlar Dünyasına Genel Bakış”, 69.
[160]   Hatipoğlu, “İlk Sufilerin Hadis/Sünnet Anlayışları Üzerine”, 14.
[161]   Uzun yıllar Cumhuriyet Halk Partisi Trabzon Milletvekilliği görevini yürüttü. Bkz. Büyük Larousse, 3, 1340-41.
[162]   Yusuf Ziya Cansız
[163]   Rıza Selim Başoğlu.
[164]   Mahmut İslâmoğlu.
[165]   İhsan Ekşi, bu hatırasını bizzat Cansız Hoca’dan dinlediğini belirtmiştir.
[166]   Cansız, “Altı, Yedi Asır Divan Edebiyatını Ayakta Tutan Ne İdi?" 17,18.
[167]   Cansız, “Aruzda Arabın Payı", 15,16.
[168]   Hamamizade Ihsan Bey, Trabzon Ticaret Mektebinin kuruluşuna öncülük etmiş edebiyatçı ve şair. Hamsiname adlı kasidesi vardır. Hayatı hakkında bkz. Akbulut, a.g.e., 56-58.
[169]   Yusuf Ziya Cansız
817 Yüksel, a.g.e., 1, 481,482.
[171]   Akbulut, a.g.e., 67.
[172]   Akbulut, a.g.e. 68.
[173]   Akbulut, a.g.e. 4,5.
[174]   Yiğit, a.g.e., 157,158.
[175]   Can, Hz. Mevlanâ'nın Rubaileri, I, V-X.
[176]   Halman, Mevlânâ Celaleddin Rumî’den Seçme Rubailer Candan Cana, 12.
[177]   Can, Hz. Mevlanâ'nın Rubaileri, I, V-X.
[178]   Halman, Talât Sait, a.g.e., 11.
[179]   Bu eser Osmanlı Türkçesi ile kaleme alınmıştır. Günümüz Türkçesine çevi­rirken müşküllerimizde yardımlarını esirgemeyen Doç.Dr. Zekeriya Pak’a teşek­kürü borç bilirim.
[180]   Talât Sait Halman Candan Cana adlı eserinde şöyle çevirmiştir:
Ülkem bu benim, yerim bu, yurdum işte:
Geldim, nicedir kök saldım memlekete...
Düşman gibi görseniz de düşman değilim:
Ben Hintçe konuşsam bile Türk'üm yine de. 100.
[181]   Karşılaştırma yapabilmek için Şefik Çan’ın tercümelerinden bir kaçını ver­meyi uygun buluyoruz. Ancak bu çevirilerin düz çeviri olduğunu söylemeliyiz. “ Bi­zim bineğimiz aşk yükleriyle, yokluk diyarından yola çıktı... Gece idi, fakat gece­miz karanlık değildi, vuslat şarabıyla hep aydınlanıyordu. Mezhebimizde haram olmayan aşk şarabından, dudaklarımızı, yokluk sabahına kadar asla kurumuş bulmayacaksın.” Şefik Can, a.g.e., 46 numaralı rubai.
[182]   Bu rubaiyi Şefik Can şöyle tercüme etmiştir: “Her nereye başımı koysam secde edilen O’dur. Altı yönde ve altı cihetten dışarıda ma’bud ancak O’dur. Bağ, gül, bülbül, güzel hepsi birer bâhânedir. Bunların hepsinden maksad bütün O’dur.” a.g.e. 337 numaralı rubai.
Talât Sait Halman’ın çevirisi şöyledir:
Tek Tanrı O’dur nerde edersem secde;
Ancak O, her altı yönde, tüm yerlerde.
Bağ, bahçe bahanegül, güzel, bülbül de...
Hepsinden maksat O-O, maksat sade, a.g.e., 27.
Dünyada da ahrette de mevcut tek O’dur,
Her yerdeki, her yöndeki mâbud tek O’dur.
Bağ, bahçe, çiçek, güneş ve gök hepsi yalan
Her sözde ve manadaki maksud tek O’dur. (Mehmet Önder, Mevlâna’dan Güldeste, 108.
[183]   Subhanellah! Ey parlak, ey eşsiz inci! Sen ve ben her yönden birbirimize aykırı düşüyoruz. Ben senin bahtınım, beni geceleri hiç uyku tutmuyor. Sen ise benim bahtımsın, uykudan kendini alamıyorsun, hiç uyanmıyorsun. Can, a.g.e., 98 nolu rubai.
[184]    “Ey Dost! Doslukta sana çok yakınız. O kadar ki ayağını nereye bassan o yerin toprağı olururz. Aşıklık mezhebinde reva mıdır ki alemi seninle görelim de seni görmeyelim.” Can, a.g.e, 14 numaralı rubai. Talât Sait Halman bu rubaiyi şöyle çevirmiştir:
Ey dost, sana candan yakınız aşk duyarak;
Sen nerede yürürsen orada olduk toprak.
Aşk mezhebinin cilvesi: Görmek sende
Tüm evreni ancak sana hep kör olmak, a.g.e., 109.
[185]   Talât Sait Halman’ın çevirisi şöyledir:
Hiç uyku tutar sanma. Delirdim, uyumam.
Olmaz! Uyuyan çılgınlar kim? Uyumam.
Asla uyumaz. Tanrı değil uykuya kul...
Ben Tanrı için cinnete erdim. Uyumam, a.g.e., 166.
[186]   Talât Sait Halman bu rubaiyi tercümesi şöyledir:
Ben ben değilim, sen de değilsin ben, sen:
Hem ben benim işte, sen de sen, bensin sen.
Biz yan yanayız, ey Moğolistan güzeli...
Bilmem: ya ben oldum sen, yahut sen ben. a.g.e., 145. H. Rıfat’ın çevirisi: Ben bende değil, sende de hem sen, hem ben,
Ben hem benimim, hem de senin, sen de benim,
Bir öyle garip hale bugün geldim ki
Sen ben misin, bilmiyorum, ben mi şenim. Mehmet Önder, Mevlânâdan Güldeste, 107.
[187]   Meydan Laarousse, 16, 8237, Milliyet Yay.; Türkçe Sözlük, 1982, 575.
[188]   Kitap Dergisi, “Yaşar Nuri Öztürk ÖzeI Sayısı”, 14,15.
[189]   İslâm’a aykırı olan bu tür fetvalar, sanırım bundan daha güzel hicvedilemez.
[190]   Günümüzde yapılan bu tür yorumların ne kadar tepki gördüğünü dikkate aiırsak Cansız Hoca’nın bu ifadelerinin anlaşılamamasının normal olduğunu söy­lememiz gerekir.
[191]   Nükteyi Yusuf Ziya Cansız’dan dinledik.
[192] Bu nükteyi Mustafa Yeşilyurt’tan dinledik. O da olaya bizzat şahit olan ho­cası Hüseyin Sula’dan dinlemiş.
[193]   Nüktenin bu varyantını Engin Kaban’dan dinledik.
[194] Düzenli, “Mandan Hoca’dan Günümüze Ofli Hoca: ironik Şablonun Ötesi" 127-128. Bu anlamda bir nükte Bayburtlu Şair Zihni ile ilgili olarak anlatılır. Yaşa­dığı dönemde Bayburt, Erzurum’a bağlı idi. Zihni, İstanbul’da bulunduğu sıralar­da memurun birisi nereli olduğunu sorar. O da Erzurumlu olduğunu söyler. Me­mur: Erzurumlular yılda şu kadar tezek yerler. Zihni, bunu nereden bildiğini so­rar. Adam Erzurumda üç yıl memurluk yaptığını söyler. Bunun üzerine Zihni, kâ­ğıt kalem çıkarıp bir şeyler yazmaya başlar. Adam Zihni’ye ne yaptığını sorar. Zihni taşı gediğine koyar: “Üç senede ne kadar tezek yediğini hesap ediyorum.” Bu nükteyi Şair ve Yazarlarımızdan Nükteler adlı Ötüken yayınlarından çıkan ki­tapta okumuştum. (Müellif)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar