CİNLER-BÜYÜ
Hzl: Şahap Nazmi COŞKUNLAR
Sosyoloji ve Etimoloji üzerindeki sekiz, on önemli eseriyle dünya çapında
şöhret kazanan Londra Üniversitesi Cemiyet İlimleri Profesörü Filozof Edward
Westermarck’ın «İslâm Medeniyetinde eski putperestlik, cahiliyet devrinden
sızıp yaşayagelen inançlar» mealindeki kitabının «Cin» ve «Nazar Değmesi»
kısımları birer broşür halinde basılabilmiştir.
★
En büyük mürşid’in, yol gösteren’in ilim olduğu anlaşılmadığı sürece
bütün İslâm âlemi ayakaltında kalmıştı. Şimdi müsbet ilim kafasını işleten
bütün İslâm memleketleri sür’atle ilerlemeye başladılar.
★
1962 yılı fikri, İçtimaî, ahlâkî, İktisadî kalkınmanın yeni ve verimli,
plânlı, sebatlı bir hamle başı olmasını yürekten dileyelim.
1/1/1962 Ş. N. C.
Müellifin en mühim eserlerinden ikisi :
Westermarck, Edvard Alexander (1862 - 1939).
The origin and development of the Moral ideas, by Edward Westermarck. 2
ed. London, Macmillan and, C., lknted; 1924 — 26. 2 V. 23 cm.
Westermarck, Edward Alexander, (1862 - 1939).
Pagan Survivais in Mohammedan civilisation by Edward Westermarck...
London Macmillan and co., limted 1933. VIII, 190. P. illus 22 cm.
Bütün
Müslümanlarda pek umumî ve göze çarpan;
bir duygu vardır ki o da « Cin korkusu»
dur.
İtikadlarınca
cin, insandan evvel yaratılmış, göze görünmez bir cins mahlûktur. Fas
sultanlığı adiyle tanınmış olan Marok ülkesinde cin dedikleri şey hakkında ne
düşünüldüğünü, neler öğrendiğimi hulâsa, özet olarak anlatacağım:
Cin
esasen topluluk bildiren isimlerden ise de Fas’ta Arapça çoğul olan «cünun»
sözü tekil olarak kullanılıyor. «Fas’ta
Âyin ve İtikat» (Ritual and Belief in Marocco) kitabımda göstermiştim ki
Fas (cünun) u Doğu cinlerine köklerin (esasların) hepsinde ve dal budağın
(teferruatın) birçoğunda benzemektedir.
Cinlerin
asıl vatanları tam manasıyla yer altıdır; fakat onlar hiçbir yere bağlı
değildirler, ille yer güzüne çıkmayı pek severler, orada insanlarla münasebet
te bulunurlar ve kendilerini onlara pek çok şekillerde gösterirler. En çok
insan suretinde görünürler. Halk arasında, meselâ çarşıda, insan kıyafetine
girmiş pek çok cinler vardır. Birçok adamlar bilmeyerek yanlışlıkla bir,
(cinniyye), yani cin 'karısı' ile evlenebilirler! Bu kadın bir müddet için ona
karşı çok iyi eş olabilir, hattâ ona servet -kazandırır; fakat nihayeti ergeç
onu ya öldürür ya delirtir, aklını kaybettirir.
Cin
kadın umumiyetle kocasından başkasına görünmez bununla beraber ben bunlardan
bir tanesini gördüm: Bir Bedevi köyünün öğretmeninin karısı bana geldi,
kocasının döğdüğünden şikâyet etti. Bundan dolayı o adamı tekdir ediyordum. Adam
pek ciddî bir tavırla bana eğildi, fısıldar bir sesle şöyle dedi: Bana
darılmayın; o, kadın değildir, (cinniye) dir!
Pek sık olarak cinler hayvan şeklinde görünürler.
Keçi, eşek, deve, .kedi, köpek, kaplumbağa, kurbağa, yılan ye daha birçok diğer
hayvanlar şeklinde... .Eğer bir Faslı- gece vakti kazarâ bir kediye
vuracak olursa bu kedinin hemen bir başka mahlûk şekline gireceğinden
şüphelenir. Bu sebepten dolayı karanlıkta bir köpeğe taş atmak tehlikelidir.
İlle çarşıda güneş doğmadan evvel birçok emlerin' köpek şekline girip orada
toplandıklarını herkes bilir. ,
Cinler
her ne kadar görülemezse - de birçok hallerde sesleri işitilebilir. Varlıkları
garip, âdete uymayan, uğursuz ve tehlikeli bir takım hâdiselerle meydana çıkar.
Kum ve tozları direk gibi (sütun şeklinde) kaldıran kasırgaların sebebi bir
cindir. Akan yıldızlar (şihab) lar gökteki bir nöbetçinin cinlere attığı ok’
tur; çünkü cinler kötü insanlara yardım maksadıyla oralara sokulup meleklerin:
konuştukları şeyleri dinlemek ve büyücülere lâzım olan-gizli sırları çalmak
isterler.
Karanlıkta
birisinin ayağı bir şeye dokunursa hiç kimse şüphe etmez ki bir (cin) e çarpmış
olmasın, .Birisi uyurken dişlerini ; gıcırdattı mı belli ki cinler onunla
temasa geçmiştir.: Birisi çok yiyip te hâlâ doymaksa muhakkak vücudunda bir cin
vardır ve yediğinin bir kısmını yutmaktadır.
Cinlerin kendilerini en çok gösterdikleri
saha sağlık alanıdır. Bilhassa âni olan rahatsızlıklara ihtilâclâra, sara
nöbetlerine ve inmeli (felçli) lere, româtizma ve sinir ıstıraplarına ve delilik
nöbetlerine onlar sebep olur; kolera ve çiçek gibi salgın hastalıkları da
yaparlar. Bütün bu hallerde cin, arzusunu ya şikârının,
avının, vücuduna girerek, yahut dışardan çarparak, bazan da, salgın hastalıklar
da okla vurarak yerine getirir,
Bazı
vakalar sadece, cin'in. vücuduna, delâlet ettiği halde, diğer bazıları da
vardır ki yolsuz ve uğursuz halleriyle ânı ve korkunç çarpmalara, sadmelere
-sebep olur. Meselâ birisi yemekten evvel Bismilllâh (Allahın adiyle) demeyi
ihmal ederse cinler ve şeytanlar onunla beraber yer.
Eğer
gece aynaya bakarsanız bir cingözünüze girebilir, gözü iltihaplandırır,
ağrıtır. Hiddetlenen veya bir şeyden fazla korkan şahıs cin tarafından
çarpılmağa daha ziyade maruz kalır, işte bundan dolayı uyuyanı birden bire
uyandırmak fenadır. Yavaşça, nazikçe, küçük parmağının ucuyla veya avuç içi ile dokunmalı ve
(Elhamdülillah) cümlesini zikretmelidir; böyle olmazsa tehlikeli bir korkuya
çarpılabilir. ,
Bazı
sınıf insanlar cinlerin hücumuna daha ziyade uğrarlar. Yeni doğmuş çocuklar ve
loğusa kadınlar büyük bir tehlike içindedir. Gelinler, güveyler de öyledir.
Bazı (cinniyye) ler çocukları diğer bir çocukla değiştirmeğe gelir. Diğer bâs,
cinin bilhassa gelinleri kaçırmak ihtisasıyla tanındığını söylerler. Zenciler,
büyücüler, caniler, ve kasaplar cünun tarafından bir düzüye yoklanır. Câniler
ve kasaplar döktükleri kan dolayısıyla... Zira kan her şeyden ziyade cin
getirir.
Hayvanlardan,
ağaçlardan başka cinlerle münasebette olan birçok yerler vardır. Birçok
mağaralarla, su membaları cinlerin tanınmış olan durak yerleridir. Zaten her su
az çok telkin değildir. Ateşleri, ocakları ziyaret ederler., Eğer birisi başını
ocağa yakın bir yere koyup uyursa cin çarpmasına maruz -kalması pek
muhtemeldir.
Evde
cinin çok uğradığı yer eşiktir. Hiç kimse eşiğe oturtmağa izinli değildir.
Çünkü oturanların ya kendisi hastalanır yahut ev halicinin ve o eşiğin
üzerinden geçirilen gelinin başına belâlar gelir. Ev Efendileri, sahipleri
denilen cinler daimî surette eşik üzerinden girip çıkarlar. Her evin, hattâ her
yerin cinden bir sahibi vardır., Bunlar iyi iseler ev halkı mes'ut olur; fena
iseler her nevi felâkete uğrayacaklar ve çok geçmeden öleceklerdir.
Bazı
evler öyle bir derecede cinlenmiştir ki orada kimse oturtmağa- cesaret edemez.
Yeryüzünde
cinlerin en çok miktarda oldukları ve faal bulundukları zaman «Vakti asır»,
ikindi namazından sonraki vakittir. Günün bu saati onların sabahlarıdır, yani
ayağa Kalktıkları zamanlarıdır. Bu sırada birçok hareketlerden çekinilecek veya
mahsus ihtiyatlı hareket edilecektir. Kaç defa (Vakti asır) ikindi vakti girdiği için cinler hakkındaki
konuşmalarımı der hal kesmeğe mecbur olmuştum.
Bir
gün yerli kâtibimle bu mevzu üzerinde konuşurken biraz gecikmiştik; kâtip çok
endişe ile rahatsızlandı. Ve bu rahatsızlık, hizmetçinin yeni boşalan çay
bardağını kırmasına kadar devam etti! Hizmetçi bu suretle kendi tabirince
(felâket) in önüne geçmişti!
Bu
adamların şahıslarına, mallarına hu kadar fena- ve tehlikeli olan cinlere karşı
kendilerini muhafaza etmek için ellerinden geleni yapacakları gayet tabiîdir.
Şu veya bu tarzda birçok araçlar keşfetmişlerdir ki bunlar la bu görünmez
mahlûklar kendilerinden uzak tutulmuştur. Bu araç (vasıta) ları bu amaç (Hedef)
için kullanmakta bükmüyorlar.
«Cünun»
(Cinler) karanlığı sever ve ziyadan korkar. O halde loğusa kadından, yeni doğan
çocuktan, gelinden, güveyden, henüz gömülmemiş cenazelerden., .onları
uzaklaştırmak için kandil yakmak bir vasıtadır ve çaredir. Tuz dan nefret
ederler; onun için sayısız denecek kadar
çok vesilelerle tuz, cinlerden koruyan bir vasıta olarak, kullanılır. Demirden,
bilhassa çelikten korkarlar. Katran ve barut, kokusundan kaçarlar. Katran
yalnız onların tecavüzüne karşı bir koruma-vasıtası (vaaki) koruyucu olarak
değil çok defa cinlerin yaptıkları hastalıkların tedavisi .-için (şâfi) olarak
da ;-kullanılır. Cinlerin barut kokusundan korkmaları, -mağrib (Fas Emirliği ve
havalisi) yerli düğünlerinin en aşikâr hususiyetini gösterir, pek göze çarpan
bir vasıfları olan,
ardı arası kesilmeksizin silâh atma âdetlerinin membaını - büyük ölçüde
aydınlatır. (Güneydoğu düğünlerinde de çoktur.) Fakat tüfek, gürültüsü aynı
zamanda insanı sağırlaştıran sert çalgıları ve kadınların kulağı delen
gürültüleri cinsinden bir maksada da hizmet 'eder.
Cinlerin
boğulmalarının veya uzaklarda kalmalarının temini için bir takım, maddeler
kullanılır:
Şap, kenevir, sedef çiçeği. (Rue,
biberiyeden kokulu bir ot. Römarin,
Rosmary), kişniş tohumu, ödağacı, Gum, ac, aselbend, Benzoin,. kına vesaire....
.
Bu-
maddelere, bir kısmının kendi tad ve kokularının veya dumanlarının sertliğin
den, bir kısmının da onlara atfolunan tabiat, dışındaki özelliklerinden dolayı
faydalanmak, için müracaat olunur,
Tuzun
hususiyeti yalnız keskin çeşnisinden
dolayı değil kuvvetten düşmeyi tanzim eder esrarlı bir özelliği olduğundandır,:
Demirin
dünyanın başka birçok memleketlerinde ki ruhlara olduğu gibi cinlere de korku
verdiğine bakılırsa bu ruhların esasen eski taş devrikle ait bulunduğunu, yeni
madenin onlara kin ve nefrete lâyık müzir bir şey göründüğünü, Taylor la
beraber, kabul etmeğe ciddî sebepler mevcut, olduğu görülür.
İnsanları tehdit eden cinlere karşı koruyucu veya
onları uzlaştırıcı çarelerin hiçbirisine Kur’an’ın mukaddes kelime ve ayetleri
kadar tesirli nazariyle bakılmaz. Öyle
cinler var ki, tuzdan .da çelikten, de korkmazlar,; fakat hepsi mukaddes
kelimeden korkarlar. Bir istisnası, var Cinci hocaları, kâtipleri . '(Scribe). Bunlar dindar, halim, selim mahlûklardır,.. İnsana en küçük bir fenalık ,
yapmayı düşünmezler.
Cinlerin zararlarını önlemek için nihayet pek umumî surette; tatibik edilen
usul (kurban) usulüdür.
Bir ev yapıldığı, yeni bir çadır kurulduğu,
yahut eski, yer değiştirildiği, bir kuyu kazıldığı zamanlarda yapılan (âyin)
lere ait birçok misaller, zikredebilirim. Bu kurban en çok bir belânın
kaldırılması maksadını güder (istihdaf
eder), fakat bir kısmı hediyedir, yâni cinlere yemek ziyafeti demektir. Bir
vücuda girmiş olan, (cin ,tutmuş insanların vücudundan) cini sürüp çıkarmak
için de ekseriya kurbanlara ve hediyelere baş vururlar.
***
İnsanlarla
cinler arasındaki münasebetlerin daima böyle hoşa gitmeyen bir tarzda olduğu ve
insanların bunları daima uzakta bulundurmak veya kaçırmak meylinde olacakları
zannedilirse aldanılır. Birçok durumlar
olur ki tersine olarak insanlar onları çağırırlar ve yardıma davet ederler. Onlardan
bir hırsızlığın failini ye istikbalin nasıl olacağını öğretmelerini beklerler
gizli hâzineleri keşfetmelerini isterler. Sihirbazlığa ait bazı teşebbüslerde
onları celbederler. Bu işin tekniğini,
usul ve kaidesini bilen bir yazıcıya ihtiyaç vardır. O da daha kendini bilmemiş
(baliğ, ergin olmamış) bir erkek çocuğun iştirakine lüzum gösterir.
Bir defa Fas’ta hırsızlığın
vukubulduğu bir mahalde bu ameliye yapılmıştı: Yazıcı, çocuğun sağ elini
yıkıyor, sonra içinde beyaz ve siyah aselbend yanan bir mangalın üzerine
uzatıyor ve açık avucunun ortasına biraz siyah mağrip (Fas ve dolayları)
mürekkebi döküyor. Bundan sonra gene sağ eliyle çocuğun alnına dokunuyor
mürekkebe gözlerini dikmesini tembih ediyor ve sihirli söz makamımda Kur’an’dan
ezber bir parça okuyor, sonra soruyor :
—Bir şey görüyor musun?
Eğer cevap menfi «Olumsuz»
ise okumağa tekrar başlıyor ve çocuk «görüyorum» deyinceye kadar bu ameliyeyi
takibediyor ;
— Ne görüyorsun?
— Bir takım adamlar...
— Onlara söyle ki bize silâhlı kuvvet lâzım!
Çocuk dediği gibi söylüyor ve
atlı bir takım askerler mürekkebin içinde görünüyor!
— Onlardan rica et, hırsızı getirsinler!...
Çocuk söylüyor ve eğer gözünün önüne getirilen hırsızı tanırsa adını kâtibe söylüyor . Kâtip
çocuğa avucundaki mürekkebi hokkaya'
döktürüyor ve bulaşığı kalmasın diye çocuğun avucunu kendisi dikkatle yalıyor.
Eğer çocuk mürekkepte görünen hırsızı tanımazsa kâtip gördüğünün eşkâlini
soruyor. (Bu, yüksek sesle olmamalıdır) ve eşkâli, çalınan şeyin sahibine
bildiriyor; o halde şimdi ikiden biri: Ya mal sahibi yapılan tarife göre
hırsızı tanır; o zaman ameliyat bitmiştir.
Yahut da tanımaz. Bu takdirde
kâtip cin lisanından birkaç kelime ile Kur'andan bir parça demek olan bir büyü
(sihir, tılsım) yazar. Bu büyü kutu, taş gibi ağırca bir şeyin altına konur. Bu
tedbir, çalman şey nerede ise orada sabit kalmasını temin edecektir. Sonra
kâtip mal sahibine ilk kurulacak muayyen bir pazar yerine gitmesini söylüyor.
Mal sahibi orada çalman şeyi veya bir kısmını bulacaktır. Yazıcı bir başka
tılsım (büyü) daha yazar; bununla bazı cinleri teşvik eder ki çalan adamı
kandırsınlar ve o şeyi satmak için o günlerde pazara götürmeğe sevketsinler...
İşte bu, insanların arzularını yaptırmak için cinleri çağırıp kullandıklarına
bir misaldir ve bütün geçmiş Evliyaların emirlerini icra edecek ve keramet
göstermelerine yardım edecek müslüman cinlerden muntazam çalışan emirerleri,
hizmetçileri vardır.
Sh:1- 9
Din
tarihi yazanlar umumiyetle dinî hâdiseleri çok dar kalıplara dökmek hatasına
düşüyorlar, «Atalara tapma» mezhebine mi totemciliğe mi ait olduğu
karıştırılıyor. Cin mefhumu büyük bir ölçüde genişlemeğe meyleder. Cin fikri
insanlara bilhassa korku telkin eden sebepler yüzünden garip ve esrarlı
hâdiseleri izah için icad edilmiştir.
Cinlerin
bilhassa temas ettiği yerlerin aynı zamanda vahşî hayvanlara da en çok uğradığı
yerler olduğu iddia ediliyorsa da bu fikri vakıalara kat'iyyen uymuyor. Başlıca
durakladıkları yerler ormanlar olsa da,., gördük ki tesirli bir manzarası olan,
her hangi bir tarzda bir sürpriz veya korku ilham eden yerlerle fazla temas
ediyorlar. İnsanların, pek az gayrı tabiilik, her hangi bir küçük olağanüstülük
gösteren hâdiseler karşısında derhal cinlerin mevcudiyetini hissetmekten ve her
şeyi onların faaliyetlerine yormaktan (atfetmek) ten geri durmadıklarını da
görüyoruz.
Cinler
sık sık hayvan şekillerine giriyorlarsa da bu, fikrime hayvanlarla cinler
arasında zatî bir münasebet olduğundan değil, cinlerin faal kuvveti temsil
etmelerinden ve canlı şeyler arasında hayvanların en esrarlı mahlûk
olmalarındandır. İşaret etmeğe değer ki görünüşü bize fena tesir yapan
mahlûklar — yılan ve sair yerde sürünenler hemen daima «tebdili kıyafet» etmiş
cinler olarak tanınır. Gelinlerin, damatların cinlerin hücumuna daha fazla
maruz olmaları itikadı bir cihetten bunların yeni bir hayata girmeleri
hâdisesinden — tekrar evlenen dul erkek ve kadınlar aynı musibete uğramazlar,
çünkü evlenme onların halinde yeni bir şey değildir — diğer cihetten cinsî
münasebete kirliliğin ve bazı ahvalde fenalığın esrarlı- sebebi gözüyle
bakıldığından, evlenmenin "hususî karakterinden ileri gelmiş olsa
gerektir. Eşiğe cinlerle bulaşık nazariyle bakılması,• başka bölgeleri» başka
cinlerinin bir eve, aydınlıktan karanlığa, ilk girişlerinde, hurafeci (batıl
fikirlere saplanıp kalan) halkın duymağa müsteid bulundukları «uğursuzluk»
hissinden ileri gelmesi muhtemeldir. Hasılı - şeâmet, uğursuzluk hissi cinlerin
varlığı itikadının daima -esasım ‘teşkil ettiği görülmektedir.
Bu
sebepten cinler diğer esrarlı, kuvvetlere bağlanmıştır. Fas memleketinde
cinlerin -üstüne atılan uğursuzlukla [uğruab] bas dedikleri gayri şahsî
felâket, kuvvetlerinin fenalıklarını birbirinden ayırmak kabil değildir hattâ
Bas’ın cünun olduğunu söylediklerini de işittim. Cin itikadıyla nazar değmesi,
kötü göz- 'korkusu sıkı sıkı bağlıdır. İnsanların bu türlü düşmanlarının .-sebebiyet ver dikleri felâketler de aynı
geniş ölçüdeki ve böylece birçok sınıfları daha hususî surette ona maruzdur.
Büyükler onlara karşı kullanılır.-. Meselâ-hem- cinlere- hem de kem göze
(nazar değmesi - isabeti ayn) e karşı yardımına. koşulan Kur’ân-ı Kerim âyeti'
aynıdır; : Cezayir deki
Ause’te bir yazıcı Mister Hilton Simpsonu memleketinde yaşayıp giden fikirler
hakkında 'tenvir -ediyor; ki şu suretle Hulâsa edilebilir: «ne –vakit gözden
"bir takdir ve beğenme bakışı çıkarsa ona hemen-bir cin katılır, o,
imrenilesi şeye kadar nazarla beraber gider. İşte o-şahsa -veya o şeye gelen musibetin sebebi bu cin
dir ve halk ona-nazar' değdi der.
'Cinlerle
(Bereket) veya (mübarek) liğin, evliyalığın da sıkı bir münasebeti - vardır.
Bunlar üzerinde hüküm süren evliyaların hizmetlerindemüslüman cinler vardır. Ve
Mevlây Abdulkadir (O Cezayirden
Osmanlı İmparatorluğu çekildikten sonra Fransızlara karşı İstiklâl Savaşı yapan
zat: Emir Abdülkadir- (1807 —.1883) hem
evliyaların hem cinlerin sultanıdır. Ricalullah tabiri «Allahın adamları» manası da gelir ki
içinde evliyalar ve müslüman cinler vardır. Ye mübarek cinlerle evliyalar
arasındaki hudud hemen hemen silinmiştir, Azgın delilere cin çarpmış nazariyle
bakılır; halbuki kimseye taarruz etmeyen, yarı deliler, Meczuplar 'evliya gibi
hürmet görür. Bazı hayvan cinsleri Baraka, (bereket) li ise ya: cinler
tarafından kendilerine temas pâyesi verilmiştir, yahut bunlar şekil değiştirmiş cinlerdir. Her ne kadar «cünun» sık sık
kedi halinde görünürse de gene kedilere (Bereke, mübareklik) izafe olunur.
Kurbağaya da bazı bazı mübarek denilir. Birçok defalar da cinlenmiş
sayılmış veya kendisi cin itibar edilmiştir. Bir evde veya çadırda bulunan
yılan cin de olabilir evliya da... Eğer yılan bir sandûka, mezar içinde
bulunursa vefat eden evliyadan birinin ta kendisi olduğuna hükmolunur.
‘Mübarek ağaçlar ve cinli ağaçlar da vardır.
Bazı ağaçlara., insanların bir kısmı da cinli, cine uğramış, yani «iyi saatte
olsunlar» la bulaşık tutmuştur. Bununla beraber birçok yerler ve kırlar vardır
ki — kayalar, mağaralar, pınarlar, deniz — cinlenmiş sayıldıktan kadar
evliyalarla da iş birliği etmiş, ermiş farz edilir. Mukaddes yerlere cin gece
uğrar ve filân zatın hakikaten bir evliya ile münasebette bulunduğu veyahut
sadece orada bulunan cinlerle ilgili olduğu zannedilir,
(Bereke)
(Baraka) gibi «bas» gibi cinler de böylece esrar âlemine aittirler. Bunlar
tabiatta bilinmeyen şeylerin şahıs halinde tasavvur edilmesinin yahut bilinmeyen her vakanın hayalî
sebepleridir. (Uğurlu, uğursuz cinler)
Diğer
müslüman ahalî arasında Cin meselesi aynıdır ve eski Arapların cine
hürmetlerinin şimdiki haleflerinin itikatlarından farklı olmadığını kabul etmek
için birçok sebepler vardır. Hattâ isimleri bile bu fikri telkin eder.
Nöldeke
ve Wellhausen cin kelimesinin (örtülü), karanlık, manasına gelmek ihtimali
olduğunu (göstermişlerdir.
Cin umumiyetle (ferd) olmak
cihetinden eksikltir. Onların ayıran vasıfları ekseriya soy ve kabile
halindedir. Türlü kabilelerinin çeşitli dinleri türlü fikir durumları
birbirinden başka şart altında ve başka günlerdedir. Şahsî isimleri olan cinler
de vardır. Mübareklik fikrini; hastalık ve saire fikrini taşıyan cinlerin isimleri
cin davetinde ve büyü işlerinde çok ehemmiyet alır fakat bütün fertler şahsî
hiçbir farkı haiz olmayan pek hayalî ve karanlık mahlûklardır..,
Ferdî
isimler taşıyan ve umumiyetle cin adı altında toplanan diğer bir takım ruhlar
muayyen bir karaktere ve açıklığa (vuzuha) maliktirler: Bunlardan birisi Ghöla.
Gule, Ghul dır ki Afrika ve şark müslümanları arasında geniş bir surette
tanınmıştır. (Gulyabani) eski Arap edebiyatında ve halk hikâyelerinde en
tehlikeli mahluk, insan yemeğe çok haris dişi cin, Dev olarak zikredilmiştir.
Diğer
çok enteresan dişi
ruh da Ayşe (Âisha Qandîsha) denilen cinniyedir ki şimalî Fas sahillileri arasında buldum. Bu orta
yaşlı güzel yüzlü bir kadın suretinde
görünüyor. Ayağı keçi ve eşek ayaklarıdır. Yahut kadın bacakları üstünde sarkık
memeli bir keçi şeklinde göründüğü de olur. Çok şehvete düşkündür bilhassa
yakışıklı delikanlıları baştan çıkarmaktan hazzeder. Farkı az olanlar müstesna,
cinlerin az çok bir birinden ayrı şahsiyetlere malik olanlarından bu cihet ten
temayüz eder. Diğer müslüman memleketlerin tasvirlerinde Aişe Kandişe adını
zikredildiğini işitmedim buna rağmen onun adı muhakkak şarka mensuptur, Qedesha
Kenanî «Canaanitish» mezhebinde fahişeler mabedinin adıdır. Âdı da, evsafı da
bumi Ashtart (Fransızlardaki şekliyle Astarté) mezhebine bağlıyor ve mevkiini
tesbit etmiş oluyor. O, nehirlerde, sularda, denizde yaşar, Âstarté de mahsul
darlığın sebebi olan su ile işbirliği yapmıştır. Adı (sulanmış olmak) manasına
gelen bir kök söze (maddei asliyeye) dayanır. Ve îlâhî, bir esasa işaret olarak
tefsir edilir. Finike müstemlekelerindeki çeşme ve derelerde birçok periler
mabudeler «nympfas» yalnız Astarte'nin türlü şekilde görünüşünden,
tecellilerinden ibarettir.
İşte
bu faraziye, Ayşe Kandişe meselesindeki Mağrip itikadına uygun gelir. Onların
itikadında açık bir destekleme ve tasdik sahası bulur. Âstarte yalnız Kenanlı
(Arzı Kenan) halkı tarafından değil Musevîler ve Finikeliler tarafından da
sevildi, tapıldı, (perestiş edildi)- Finike' müstahdemlerinde fuhş ilâh! hizmette
dinî bir yol gibi, kabul edilmişti. Meselâ Karaca’da Astarte mezhebinin
mensuplarından bazı kadınlardan bahsedilir. Kartaca müstemlekesi ahalisi Fas’ta
mevcuttur. Bu müstemleke ahalisinin en eskileri Hanno, Scylasc’m
Thoymiaterion'u şimdi pek muhtemeldir ki Rabat şimalinin mehdiyesi olsun.
Fas'ın
her hangi bir kabilesinden ziyade tam. oralarda komşulukta yaşayan Beni Âlisen
kabilesinin canlı Bedevileri arasında bu Âişe Kandişe ve kocası Hammu *Qaiyu
inancını bulmaklığım belki sadece tesadüften ibaret değildir. Bundan dolayı bu
fettan Âişe Kandişe’nin eski aşk mabudesi olduğunu, Büyük Âstartenin fena
şöhretli mağrip cinniyyesi derecesine düştüğünü farz etmekte büyük hakkımız
olduğunu zannediyorum. Haşmetli, görkemli (Şatafatlı) bir mabudun hazin, acıklı
akıbeti. Bu tahmin bizi şu faraziyeye götürür: Ayişenin kocası Hamu Kayu (Hammu
Qaîyu) ihtimal Kartacalıların Mabudu (Tanrısı) Hamandır!
Sh: 16-23
Kaynak: Westermarck, Edvard Alexander (Londra Üniversitesi
sosyoloji Profesörü), İslâm Medeniyetinde Puta Tapma Devrinden Artakalan Ve
Kalıntı Halinde Yaşayagelen İtikadlar, Birinci bölümü, Çeviren : Şahap Nazmi
Coşkunlar, 1962, Ankara
CİNLERİ YAKMAK VAR MI?
Hzl: Prof. Dr. Ali Osman ATEŞ
[“Cinleri
yakıyorum” diye okuma yapan cincilerin olduğunu duymuşsunuzdur. Bu meselesinin
aslı olup olmadığı üzerine yapılan araştırma yazılardan birkaçı sitede
yayınlandı.
Fakat
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden gelen hadislerde yakma mevzusunun
olmadığı; Kur’ân-ı Kerim’de şeytanın kıyamete kadar mühlet verilenlerden olduğu
bildirilmesi hasebiyle, cinlerde melekler gibi mühlet verilmişlerdendir.
Melekler ve cinler kıyamete kadar ölmeyecek varlıklardır. Cinlerin çeşitli
sebepler ile tahvil olmaları ile ölme vakalarına benzeyen değişimleri
yorumlanmasında, yanlışa varan hükümler, medyum/cinci piyasasında “cin
yakmak” illüzyonunun giderilmesi için konu irdelendi. “Cin yakma”nın yerine
“çıkarma”nın veya psikolojik iknanın doğruya yakın kullanım olacağı tespit
edilmiştir.
İhramcızâde İsmail Hakkı)
Yahudi
ve Hristiyanlarda, delirme vakalarının cinlerden meydana geldiğine dair bir
kanaatin mevcut olduğunu, İncillerde Hz. İsa’nın bir mucize olarak cinleri
kovmak suretiyle delileri iyileştirdiğinden söz edilir. (Yuhanna, 8/48,49; 10/19-21; 17/19-20; Luka 4/41; 7/28-34; 11/ 14-22;
Matta, 4/24; 9/32-34; 11/11-19; 12/22-29; Markos 3/2027; 16/9.)
Birtakım
İslâmî rivayetlerde de, bazı delilerin okunmak suretiyle tedavi edildiğinden
bahsedilmektedir. Ancak bu rivayetlerin çoğunda, ashabdan bazılarının bu işlemi
yaptığı nakledilmektedir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemin bizzat okumak suretiyle cinleri kovup, delileri tedavi
ettiğinden söz eden rivayetlerin sayısı çok azdır. Sahih hadis kaynaklarımızda ise, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemin böyle bir uygulamasından bahseden rivayete
rastlanılamamıştır. Dolayısıyla İslâm’da bu konuya, Hristiyanlık’ta Hz.
İsa hakkında yer verildiği oranda bir ağırlık tanınmadığı anlaşılmaktadır.
Dârimî’nin İbn Abbâs’tan (radiyallâhü anh) naklettiği bir rivayete göre, bir
kadın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e çocuğunu getirmiş ve “Bu çocuğumu cin çarpıyor, sabah akşam onun aklını,
alıyor ve üzerimize pisliyor” diye şikâyet etmiştir.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem de bu çocuğun göğsünü sıvazlamış ve dua etmiştir. O
zaman çocuk derhal kusmuş ve içinden “siyah köpek
yavrusu gibi” bir şey çıkarak koşup gitmiştir. [Dârimî, Mukaddime 4, (Sünen,I, 11-12)]
Ancak,
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin deli çocuğu iyileştirdiğinden bahseden
Dârimî’nin yukardaki rivayeti zayıftır. Rivâyetin senedinde yer alan râvîlerden
Ferkad b. Ya’kûb es-Sebhî hadis âlimleri tarafından tenkit edilmiş, sika
olmadığı, hafızasının zayıf olduğu, münker rivayetler naklettiği
bildirilmiştir. Yine bu râvînin Ahkâm ve Sünnet’te delil olmadığı zikredilmiş,
kendisi güvenilir hadisçilerden kabul edilmemiştir. (Zehebî, Mîzânü’l- I’tidal, III, 345-346; I.Hacer,T.Tehzîb,IV,483-484.)
Hadis
âlimleri, yukardaki rivâyetin senedinde yer alan Hammâd b. Seleme hakkında da
ihtilâf etmişlerdir. Yaşlandığında hafızası bozulduğu için el-Buhârî tarafından
kendisinden rivâyetin terkedildiği kaydedilmektedir. ( I. Hacer, T. Tehzîb,
II, 12.) Ayrıca Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme
çocuğunu getiren kadının ve tedavî edilen çocuğun kimliği de meçhûldür. “Siyah
köpek yavrusu gibi bir şey” olup, çocuğun içinden çıkarak koşup giden şey”
de müphemdir. Bu araştırmamızın ileri safhalarında da görüleceği üzere, çeşitli
milletlerin gelenek ve kültürlerinde yer aldığı gibi, Câhiliye araplarında da
“Siyah” rengin uğursuz sayıldığı, cin ve şeytânlara, kötü varlıklara, mahiyeti
anlaşılama yan, insan bilgisinin ve idrakinin ulaşamadığı, iradesinin
hükmedemediği yerlere bu rengin nisbet edildiği görülmektedir. Nitekim Eski
Mısır Dinindeki telakkiye göre, cinler, kara vücutlu insan şeklinde yaratıklar
olup, Ra nin düşmanı sayılırlardı.( M.S. Şahin, TDV. Islâm Ans. Cin Maddesi, VIII, 5.) Bu durumun günümüzde de böyle olduğu gözlenmektedir. Dilimizde de, “Kara Şeytan”, “Kara Yılan”, “Kara Dinli”, “Kara Kâfir”, gibi
kullanımların mevcut olduğunu görmekteyiz. Halen Astrofizik’te de, ilmin yeni
keşfettiği, ancak henüz sırlarına vâkıf olamadığı, yıldız, gezegen, galaksi,
ışık vs. her şeyi yutan, yok eden uzay boşluklarına da “Kara Delik”
denilmesi ilginçtir. Bu da insan ruhunun, mahiyetini anlayamadığı, sırrına
eremediği, kendi denetimi ve bilgisi dışındaki karanlık bölgelerden ve
karanlıklardan hoşlanmadığını, siyah rengi sevmediği şeylere nisbet ettiğini
göstermektedir. Tarih boyunca İranda, Turan’da, dünyanın çeşitli bölgelerinde
kara renk kötülükler ve kötülükleri temsil eden güçler için’ kullanılmıştır. Bu
durumun Câhiliye dönemi Arabistan’ında da mevcut olduğunu görmekteyiz. Nitekim
Araplarca Karakarganın, siyah köpeğin, siyah renkli akrep ve yılanın uğursuz ve
şerli sayıldığını bazı rivayetlerden anlamaktayız.( Krş. Müslim, Südre, 16; E. Dâvud, Salât, 110/702;
Tirmizî, Salât, 253/338; I. Mâce, ikâmet, 38/952; 146/1245; Aynî, Umdetü’lKârî,
X, 179.)
Müfessirlerden
Mücahidin de, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin “…Kırmızı ve
siyahlara peygamber olarak gönderildim” ( Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 145.)
şeklindeki hadisinde geçen (Siyahlar) lafzını cinler olarak açıklaması konumuz
açısından ilginçtir. Hâlbuki bu lafız pek âlâ siyah renkli zenci ırkı olarak
anlaşılabilir. Gerçekte de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme hem
beyazlar, hem de zenciler iman etmişlerdir. Dolayısıyla bu ifade İslâm’ın
evrensel boyutunu, beyaz ırka ya da sadece Araplara mahsus bir din olmadığım
ortaya koyar. Ancak Câhiliye dönemine nisbeten yakın dönemlerde yaşayan Mücâhid
ve benzeri âlimler sanıyoruz ki, farkında olmayarak eski kültürün tesiri
altında kalarak böyle bir açıklamaya yönelmişlerdir. Ki bu yorum, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin cinlere de peygamber olarak gönderilmiş olması
açısından pek isâbetsiz de olmamıştır. Bu yüzden, ed-Dârimî’nin yukardaki
rivayetinde “Siyah köpek eniği gibi bir şey” şeklindeki ifâdesiyle de
cin kast edilmektedir. Gerek bu ifadede, gerekse kara köpek, karakarga, siyah
akrep, siyah yılan hakkındaki yukarıda zikredilen rivayetlerde, Câhiliye
döneminin siyah rengi şer ve uğursuz sayan anlayışının tesiri açıkça ortaya
çıkmaktadır.
Dârimi, aynı olaydan
bahseden bir başka rivâyeti Câbir’den (radiyallâhü anh) nakletmiştir. Bu
rivâyet olaya biraz daha açıklık getirmektedir. Buna göre, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemle beraber bir sefere çıktıklarında, bir kadın
Resûlullâh’a başvurarak, “Ey Allah’ın Elçisi! Bu oğlumu şeytân her gün üç
kere tutuyor” dedi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem çocuğu aldı ve
onu bineğinin ön tarafına kucağına oturttu. Sonra üç kez: “Uzaklaş ey Allah’ın düşmanı, ben Allah’ın Elçisiyim”
buyurdu. Sonra da çocuğu kadına verdi. Yolculuğu bitirerek oraya
uğradıklarında, o kadın çocuğuyla beraber Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin huzuruna çıktı. Yanında iki tane koç getirmişti. “Yâ Resûlallah! Hediyemi kabul et. Seni hakla gönderen
Allah’a yemin olsun ki, daha sonra (çocuğumu tutan şeytân) bir daha geri
gelmedi” dedi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de “O
koyunlardan bir tanesini kabul ediniz” buyurdu. (Dârimî, Sünen, I, 10-11 (Mukaddime 4), Krş. Ahmed
b. Hanbel- Müsned, IV, 170-171.)
Görüleceği
üzere aynı olaydan daha ayrıntılı olarak bahseden bu nakilde, daha önce
kaydedilen rivayetteki “Siyah köpek eniği gibi bir şeyin çocuğun içinden çıkıp,
fırlayıp gitmesi” ifadesi yoktur.
Üstelik bu olayı anlatan Câbir radiyallâhü anh olayı bizzat görmüştür.
Dârimî’nin ilk rivayeti naklettiği İbn Abbâs’ın radiyallâhü anh ise, olaya
bizzat şahid olmadığı anlaşılmaktadır. Ancak Dârimî’nin bu ikinci rivayeti de
kanaatimizce sahih değildir. Hadisin isnâdında yer alan râvîlerden Ubeydullah
b. Musâ b, Ebiİ-Muhtâr ile İsmâîl b. Abdilmelik hadis âlimleri tarafından
tenkid edilmişlerdir. Ubeydullah b. Musâmn müfrit Şiflerden olup, zabtının
zayıf olduğu, münker şeyler naklettiği kaydedilmiş, İsmail b. Abdilmelik’in de
hafızasının zayıf olduğu, münker rivayetler naklettiği bildirilmiştir. ( Krş. I. Hacer, T.
Tehzîb, I, 201; IV, 36-37.) Dârimî’nin, yukarda
kaydedil len son rivayetine mutabık olan Ve Ahmed b. Hanbel tarafından Ya’lâ b.
Mürre’den nakledilen bu konudaki iki rivayetin de (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 170-171.) bu hususta delil olamayacağı
anlaşılmaktadır. Çünkü bunlarda yer alan râvîlerden Abdurrahman b. Abdilaziz
el-Ümâmî (v.162) ile Minhâl b. Amr el-Esedî hadis âlimleri
tarafından cerhedilmişlerdir .( Zehebî, Mîzânü’l-rtidâl, II, 577; IV, 192; I. Hacer,
T. Tehzîb, III, 289; V, 548.)
Konumuzla
ilgili olarak İbn Mâce’nin kaydettiği iki rivayet vardır. Bunlardan ilki, Ebû
Leylâ el-Ensârî’den radiyallâhü anh nakledilmiştir. Buna göre, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin yanma bir bedevi gelerek, ‘hasta bir erkek kardeşim var’, demiştir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem, ‘kardeşinin hastalığı nedir?’ diye sorunca bedevi de: ‘Kardeşimde
bir çeşit delilik var’ dedi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de bedeviye, ‘Git, onu bana
getir’ buyurmuştur. Bedevi kardeşini getirdikten sonra, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem, şifaya kavuşması için Allah’a sığınarak ona Fâtiha, Bakara
sûresinin başından dört âyet, ortasından, (وَإِلَهُكُمْ
إِلَهٌ وَاحِدٌ ) âyetiyle, Ayetü’l-Kürsî, Bakaranın son üç
âyeti, Al-i îmrân sûresinden bir âyet (شَهِدَ
اللّهُ أَنَّهُ
لاَ إِلَهَ
إِلاَّ هُوَ
وَالْمَلاَئِكَةُ وَأُوْلُواْ الْعِلْمِ
قَآئِمَاً بِالْقِسْطِ
لاَ إِلَهَ
إِلاَّ هُوَ
الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ ) A’râf sûresinden (إِنَّ رَبَّكُمُ
اللّهُ الَّذِي
خَلَقَ السَّمَاوَاتِ
وَالأَرْضَ فِي
سِتَّةِ أَيَّامٍ
ثُمَّ اسْتَوَى
عَلَى الْعَرْشِ
يُدَبِّرُ الأَمْرَ
مَا مِن
شَفِيعٍ إِلاَّ
مِن بَعْدِ
إِذْنِهِ ذَلِكُمُ
اللّهُ رَبُّكُمْ
فَاعْبُدُوهُ أَفَلاَ تَذَكَّرُونَ ) âyeti, Mü’minûn sûresinden(وَمَن يَدْعُ
مَعَ اللَّهِ
إِلَهًا آخَرَ
لَا بُرْهَانَ
لَهُ بِهِ
فَإِنَّمَا حِسَابُهُ
عِندَ رَبِّهِ
إِنَّهُ لَا
يُفْلِحُ الْكَافِرُونَ ) âyeti, Cin sûresinden (وَأَنَّهُ
تَعَالَى
جَدُّ
رَبِّنَا
مَا
اتَّخَذَ
صَاحِبَةً
وَلَا
وَلَدًا
), Saffat
suresinin başından on âyet, Haşr”sûresinin sonundan üç âyet, İhlâs ve
Muavvizeteyn sûrelerini okudu. Bedevi de şifâya kavuştu
ve hiç bir sıkıntısı kalmadı.( Ibn Mâce, Tıb,
46/3549.) Ancak bu rivâyet de sahih değildir. Rivayetin
senedinde yer alan râvîlerden Yahya b. Ebî Hayye Ebu Cenâb elKelbî el-Kûfî
(v.147) hadis âlimleri tarafından şiddetle tenkid edilmiştir. Yâhya el-Kattân,
onda rivayeti helal saymamış, hemen hemen bütün hadis âlimleri onun zayıf bir
kimse olduğunu, münker şeyler naklettiğini, tedlîs yaptığını, meşhûr sika
kimselerden işitmediği şeyleri işitmişcesine naklettiğini,. metrûk olduğunu
kaydetmişlerdir. ( Zehebî, Mîzânü’l-Î’tidal, IV, 371; Ibn Hacer, T.Tehzîb,VI,l 2.9-130.) Hâfızası
zayıf ve bu yüzden metrûk bir ravînin, bahsettiği hastalığa bir reçete
mahiyetinde okunduğunu ileri sürdüğü bu âyetleri nasıl hatırında tuttuğu doğrusu
ilginç bir husustur. Duymadığı şeyleri sika kimselerden duymuş gibi nakleden bu
zâtın, bu rivayeti de uydurmuş olabileceği ister istemez hatıra gelmektedir. Bu
sebeple bu rivayetin de konumuzla ilgili olarak delil olamayacağı açıktır. Bu
rivâyeti yine Ebu Cenâb el-Kelbî vâsıtasıyla kaydeden el-Hâkim’in, “Bu hadis
mahfuz ve sahihtir” şeklindeki görüşüne katılmak da mümkün değildir,
İbn
Mâce’nin kaydettiği diğer rivayet ise, Osman b. Ebi’l-Âs’tan (radiyallâhü anh)
gelmektedir. Buna göre Osman (radiyallâhü anh), Tâif valiliğine tayin edildiği
dönemde, namazda kendisine bir hal olmaya başladığım, ne kıldığım bilemez
duruma geldiğini, bunun üzerine kalkıp Medine’ye gittiğini, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve selleme durumu arzettiğini nakletmektedir. Rasûlulâh,
Osman b. Ebi’l-Âs’tan durumu öğrenince: ‘Anlattığın şey şeytândır, onu bana
yaklaştır’ buyurdu. Osman (radiyallâhü anh) da, Nebî (sallallâhü aleyhi ve
sellem)’in yanma vararak diz çöktü. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
mübarek eliyle onun göğsüne vurdu ve ağzının içine tükürdü ve: ‘Çık, ey Allah’ın düşmanı’ buyurdu. Bu işi üç defa tekrarladı. Sonra da ‘Git vazifenle meşgul ol’ buyurdu. Osman (radiyallâhü anh): ‘Hayatıma andolsun ki, ondan sonra şeytânın bana
sokulduğunu zannetmiyorum’ dedi.( İbn Mâce, Tıb, 46/3548.) el-Hâkim, bu rivayetin isnâdının sahih olduğunu söylemiştir. Bu durumda
bu rivayetin metninin problemli olduğu ortaya çıkıyor. Aynı konuyla ilgili
olarak Müslim’in de, Osman b. Ebi’l-As’tan radiyallâhü anh naklettiği bir
rivayet vardır ve bunun daha sahih olduğu açıktır. Bu hadise göre, Osman b.
Ebil-As radiyallâhü anh, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme: ‘Yâ Rasulallah! Şeytan benimle namazım ve kıraatim
arasına perde oldu. Namaz ve kıraatimi karıştırıp, beni onlarda şüpheye
düşürüyor’ dedi. Rasülullah
(sallallâhü aleyhi ve sellem): ‘Bu, Hınzeb
denilen bir şeytândır. Onu hissettiğin zaman, hemen Allah’a sığın ve sol
tarafına üç kere tükür’buyurdu. Osman b. Ebi’l-As (radiyallâhü anh):
‘Ben, bu tavsiyeyi yaptım ve Allah o şeytânı benden giderdi’ dedi.( Müslim, Selâm, 68;
Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 216.)
Görüleceği
üzere daha güvenilir durumda olan Müslim’in naklinde, İbn Mâce’nin
rivayetindeki “Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem eliyle onun göğsüne vurdu ve ağzının içine tükererek, ‘Çık ey Allah’ın
düşmanı’ dedi. Bu işi üç kere tekrarladı” ifadesi yoktur. Buna göre
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Osman b. Ebi’l-Âs (radiyallâhü anh)’a
sadece Allah’a sığınmasını ye sol tarafına üç defa tükürmesini emretmiştir. Her
iki rivayet de aynı olayı anlatmaktadır ve isnadı sahihtir denilmesine rağmen,
İbn Mâce’nin rivayetini nakleden râvîlerin zabt yönünden kusurlu oldukları
ortaya çıkmaktadır. Çünkü olayı gerçek yönüyle zaptedip nakledememişlerdir.
Ayrıca İbn Mâce’nin mezkûr rivayetinde Osman b. Ebi’l-As (radiyallâhü anh),
“Ömrüne yemin etmektedir”. Rivayete göre bu olay, kendisinin Tâif valiliği
esnasında meydana gelmiştir. Bu da, İslâmın tebliğinin hemen hemen
tamamlandığı, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ömrünün son zamanlarına
rastlamaktadır. Çünkü Tâif, Mekke’nin Fethi’nden sonra kuşatılmıştır. İşte
Osman b. Ebi’lAs (radiyallâhü anh), böyle bir dönemden bahsetmekte olduğu
rivayette “Ömrüne yemin etmektedir”. Halbuki bu bir Câhiliye dönemi
alışkanlığıdır (Bkz. Abdürrezzak, Musannaf, VIII, 470; Necîramî,
Eymânü’l Arab, s. 31.) ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ashâbını
Allah’tan başka şeylere yemin etmekten sakmdırmıştır.( Buhârî, Eymân, 4,5;
Müslim, Eymân 1-6; E. Dâvud, Eymân 4/ 3248-3251; Tirmizî, Nüzur ve’l-Eymân
8/1533-1535; Nesâî, Eymân, 4/3762-3766.) Bu
açıdan İbn Mâce’nin rivâyeti metin yönünden de problemlidir. Müslim’in
rivâyetinin ise, bu olayı daha iyi zabtettiği ortaya çıkmak-tadır. İbn Mâce’nin
rivâyetirıde yer alan ve Osman b. Ebi’l-As (radiyallâhü anh)’a aid olduğu
zikredilen, “…Bundan sonra şeytânın bana sokulduğunu sanmam” ifadesi de
üzerinde durmaya değer problemli bir sözdür. Kur’ân-ı Kerîm’den ve hadislerden
her insanın şeytândan bir yoldaşı olduğu ve onu saptırmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de,
“Yanındaki şeytân: Rabbimiz! Ben onu azdırmadım, fakat kendisi derin bir
sapıklıktaydı, der” ( Kâf, 50/27.)
buyurulmaktadır. Bazı hadislerde de her insanın beraberinde bir şeytân
bulunduğu, buna Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin de dâhil olduğu, ancak
O’nun (sallallâhü aleyhi ve sellem.) Allah’ın yardımıyla şeytânın şer ve
fitnesinden korunduğu bildirilmektedir. ( Müslim, Münâfıkîn, 69/70; Nesâî, işret, 4/3949;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 257.) Bu
durumda, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden başkasının şeytânın şer ve
fitnesinden emniyette olmadığı anlaşılıyor. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem, yukarda Kaydedilen hadisten anlaşıldığı üzere, kendisini kıskanan
Hz. Âişe ye, “Ne oldu Yâ Âişe, şeytânın mı geldi?” demiştir. ( Müslim, Münâl’ıkîn,
70; Nesâî, işret, 4/3949; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 115.) Bu sebeple Osman b. Ebi’l-Âs radiyallâhü anhın,
bundan sonra bir daha şeytânın kendisine sokulmadığına dair sözünü sahih kabul
etmek mümkün görünmüyor. Müslim’in bu konudaki rivayeti yukarda kaydedilen
görüşümüzü desteklemektedir. Buna göre, Osman b. Ebi’l-Âsin (radiyallâhü anh)
şeytândan korunma konusunda bir garantisi yoktur, bunun için de Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine, “Onu hissettiğin zaman hemen Allah’a
sığın” buyurmuştur.( Müslim, Selâm, 69,.) Oşman radiyallâhü
anh da, şeytânın vesvesesini hissettiği zaman bu tavsiyeyi yerine getirmiş ve
Allah kendisini 6nun şerrinden korumuştur. Sonuç olarak, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemin Osmân b. Ebi’l-Âs radiyallâhü anh’tan şeytânı çıkarıp,
kovduğuna dair İbn Mâce rivayetinin sahih
olmadığı, aynı konuyu anlatan Müslim’in rivayetinin daha güvenilir olduğu
anlaşılmaktadır. Bu sebeple yukardan beri kaydedip değerlendirmeye çalıştığımız
bu rivayetlere güvenilerek bu konu hakkında kesin bir kanaate varmak doğru
olmamalıdır. Ancak durum böyle olduğu halde, Turan Dursun bu konuyu ilmî bir
değerlendirmeye tâbi tutmak yerine istismar etmeye yönelmiştir. Turan Dursun bu
konuda şunları söylüyor:
“Yine
toplumumuzda, özellikle Anadolu’da ‘Cin çıkarmalar’ görülür. Saralı ya da deli
cinciye getirilir. Cinci hocamız da başlar hastadan cinleri çıkarmaya. Hastanın
karşısında kendince bildiği bir takım duaları okurken; bir yandan da ‘Uhruc,
Uhruc, Uhruc…’ der durur. Uhruc, Arapça bir sözcük, ‘Çık’ demek. Hoca, cin
taifesine seslenir bu sözle ‘Hadi gel çık bu hastadan. Çık, çık/çık! anlamında,
hoca cin çıksın diye hastayı döver de. Kami az, kimi çok… dayak olur ille de!
Biliyor musunuz bu tedâvi yöntemi nereden kaynaklanıyor? Açıkça belirteyim:
Peygamber ve arkadaşlarından. Yalan’ ve ‘iftira’ diyemezsiniz. İşte kaynağı,
hem de İslâm dünyasından en güvenilirlerden… ”( T. Dursun, Din Bu, II, 270-271′.) Turan Dursun bu
sözlerinden sonra da delil olarak bizim yukarda incelediğimiz ve sahih
olmadıklarını ilmî delilleriyle ortaya koymaya çalıştığımız Dârimî ve İbn
Mâce’nin Sünenlerinde kaydettikleri rivayetleri sıralıyor. Üstelik gerçek böyle
olmadığı halde bunların “İslâm dünyasında en güvenilirlerden” olduğunu iddia
ediyor. ‘Yalan ve iftira diyemezsiniz” diyerek, kendisinin bu konuda yalan ve
iftiraya başvurmadığını söylüyor. Ancak, ortaya atılmış iftira ve yalanlara
itimad ederek bunların aslını araştırmayan, İlmî tetkike tâbi tutmayan, üstelik
bunlara ideolojik maksadlarla bir takım görüşler bina eden kimsenin yalan ve
iftirayı ilk defa ortaya atandan ne farkı vardır? O da o kimseye suç ortaklığı
etmektedir. Bu rivayetlerin güvenilir olmadığı ortadadır ve İslâm dünyasında
bunları güvenilir sayacak bir tek ilim adamı da yoktur. Kur’an ve sahih hadislerde ne cin çıkarma vardır, ne de cin çıkarmak için
hastaya dayak atma vardır.Bunlar daha önce
de belirttiğimiz gibi toplumda yaşayan, ancak kaynağı İslâm değil, aksine
Bâbil, Asur, Yahudilik, Hıristiyanlık, Câhiliye dönemi olan uygulamalardır.
Hristiyanlık’ta hastadan cin çıkarmak için başvurulan yöntemler çok meşhurdur
ve kaynağı İnciller’dir.( Krş. Matta, 4/24; 9/32-34; 12/22-29; Luka, 1/32-34;
4/41; 8/1-3; 11/14-22; Markos 3/20-27; 16/9.)
Ortaçağ Batı dünyası, içine şeytân girmiş diye hastaları meydanlarda diri diri
yakıyordu. Söz gelimi Fransa’da sadece I. Fransuva (1515-1547) devrinde, yüz
binden fazla akıl hastası “içine şeytân girmiştir” diye meydanlarda diri diri
yakılmıştı.( A. Songar, Kimlik Bunalımı, 10.2.1994 Türkiye Gazetesi, Sohbet Köşesi.)
İslâm’dan
önce, toplumda bu işi meslek edinmiş, bu işten menfaat sağlayan bir takım
kimselerin mevcut olduğu İlmî delilleriyle ortadadır.( Müslim, Selâm, 14;
Tirmızî, Siyer 9/1557; E. Dâvud, Tıb, 19/ 3896-3897; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
V, 210.) Onun için Turan Dursun’un, “Bu tedavi yöntemi
nereden kaynaklanıyor? Açıkça belirteyim: Peygamber ve arkadaşlarından”
ifadesi, mesnedsiz, delilsiz bir iddiadır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ve arkadaşlarının cin çıkarmak için hastayı dövdüklerine dair bir tek
güvenilir rivayet yoktur. Onların cin çıkarmak için, “Uhruc, Uhruc, Uhruc”
dediklerinin, cinleri hastadan kovmaya çalıştıklarının da aslı yoktur. Bu
konuda Turan Dursun’un delil diye gösterdiği, şeyler Câhiliye dönemi inancı -ve
uygulamalarıyla karışmış, İslâm’ın aydınlık ve berrak bakış tarzını yansıtmayan
asılsız rivayetlerdir. Ötedenberi bu işi meslek edinmiş, menfaatperest bazı
kimseler tarafından yaptıkları işe meşrûiyet kazandırmak için ortaya
atılmadıklarını kim garanti edebilir? Bu açıdan, toplumumuzda yer alan cin
çıkarma metodlarını Turan Dursun’un iddia ettiği gibi İslâm’a maletmek doğru
değildir. Bunlar Anadolu kültüründe, Anadolu İslâmlaşmadan önce de çok yaygın
olarak vardı. Burada yaşayan Hristiyan halktan bu konuyla ilgili bazı
malzemenin, müslüman halka da geçtiğini, bu malzeme ve uygulamaların
olabildiğince İslâmî kimliğe büründürülmeyen çalışıldığını tahmin etmek zor bir
husus değildir. (Bayat, Türk Dünyasında Özellikle Anadolu Tıbbî
Folklorunda Akıl Hastalıklarının
Tedavî Yolları ve Kaynaklan, s. 64-65.) Nitekim
S. Süleyman el-Hüseynî’nin Kenzü’l-Havas adlı eserinde yer alan şu ifadeler bu
görüşümüzü teyid etmektedir:
“Cin ve şeytânın musallat olduğu bir adamı onların
tasallutundan, sataşmalarından kurtarmak istersen, ism-i A’zam’ın hayır
hâtemini o musibete uğramış olan adamın alnına yaz. Ve “Yâ Rab! Bu Esma-i
şerife hürmetine bu adamı halâs buyur’ diye dua etmekle beraber, azîmet-i
şerifeyi oku. Biiznillahi Teâlâ halâs bulur.” ( el-Hüseynî, Kenzü’l-H avas, I, 40; Krş. I, 60; II,
250, 265.)
S. Süleyman
el-Hüseynî’nin İsm-i A’zam hayır hâtemi dediği şekil ya da yazı şudur ve
yazının baş ve sonundaki Siyon yıldızı bunun kaynağı hakkında vermektedir: ( Bkz. S. .Süleyman el-Hüseynî, Kenzü’l-Havas, I, 38-39.)
İbnü’l-Hâc
et-Tilemsânî ise, yukardaki İsm-i A’zam hâtemi denilen şeklin Hz. Süleyman’ın
mührü olduğunu iddia etmektedir. ( Tilemsânî,
Şumûsül-Enyâr, s. 106, 114-115.)
Turan
Dursun, İslâm âlimlerinden İbn Kayyım el-Cevziyye (v.1350) ile İbn Teymiyye’nin
(v.1328) bu konuyla ilgili, fakat kendi çağlarının görüşlerini yansıtan ve
hatalı olduğu günümüzde ortaya çıkan fikirlerini de naklediyor. Onların cin
çıkarma ile ilgili olarak hastaya dayak atılması lazım geldiğini
söylediklerini, cin çıkarma ile ilgili hadisler olduğunu kaydettiklerini
naklediyor. Yine onların, sar’a ve benzerî hastalıkların cin ve şeytânlardan
ileri gelmediğini söyleyerek, bir takım tıbbî açıklamalar ileri süren doktor ve
düşünürlere “câhil ve dinsiz” dediklerini kaydediyor.( T. Dursun, Din Bu,
II, 271.) Kaydettiğimiz gibi, dinden olan şeylerle olmayan
şeylerin iyi ayırdedilmesi gerektiği açıktır. Karşıdaki insanı dinsizlikle
itham etmek için dinden olan hususların net ve kesin bir şekilde ortaya konması
gerekir. Bu konuda dinî yön şu olabilir: Cin ve şeytân vardır. Bunların
mahiyetleri ne ise ona imân etmek gerekir. Kur’ân ve hadisler, bir takım ruhsal
sorunların ve bunlara bağlı maddî rahatsızlıkların giderilmesinde moral açıdan
yararlı olabilir. Şifâ Allah’tandır, bu açıdan Kur’ân da mü’minler için bir
şifâdır, faydalıdır. Bu tür hastalara okunacak âyet ve duâlar bu yönüyle fayda
verebilir. Kaldı ki, günümüzde İngiliz doktorlar, depresyona giren kişilere,
ilaç kullanmak yerine şiir okumalarını tavsiye etmektedirler. Bu konuda Bristol
Üniversitesi bünyesinde yürütülen bir araştırmada, Wordswörth, Keats veya
Browning gibi şairlerin bazı mısralarının, ruhsal sıkıntıları olan kişiler
üzerinde ilaçtan daha olumlu etkiler meydana getirdiğinin görüldüğü
bildirilmektedir. Bu edebî reçetenin, İngiltere’de her yıl yatıştırıcı ilaçlar
için yapılan 117.5 milyon dolardan fazla harcamayı azaltabileceği
belirtilmiştir. İngiliz Tıp Birliği başkanı Dr. Alexander Macara, bu
araştırmanın eczacılık sanayii hoşlanmasa da, şiirin her türlü ilaçtan daha
etkili ve müzik gibi şifa verici olduğunu ortaya koyduğunu kaydetmiştir.( Zaman Gazetesi,
17.2.1994.) Tıp otoriteleri sıradan şiirlerin bile bu konuda
hastalara yararlı olduğunu ortaya koyarken, Allah katından gönderilmiş, eşsiz
mucize Kur’an’ın bu korkuda inananlara şifa kaynağı olup olmadığını,
tartışmanın ne kadar yersiz olduğu ortadadır. (Fazla
bilgi için bkz. Çetin, Kur’ân’da Şifâ Kavramı, DEÜ. ilâh. Fak. Der. İzm. 1992,
sayı: VII, s. 72-75.) Kısacası, geçmişte bazı İslâm âlimlerinin yaptığı
gibi bir takım asılsız ya da zayıf rivayetlere dayanarak, sar’a ve deliliğin
cinlerden olduğuna inanmayanları dinsizlikle suçlamak doğru olmâsa gerektir.
Bundan 6-7 asır önce, ellerindeki imkân ve zamanın tıb bilgisine, içinde
yaşadıkları çağın kültürüne bağlı olarak, delilik ya da sar’a hastalığının
cinlerden meydana geldiğini, hastaya dayak atılarak bu cinlerin
çıkarılabileceğini ileri süren İbn Kayyım elCevziyye ya da İbn Teymiyye’nin bu
konudaki görüşlerini din sanarak, bunları İslâm’a mâletmenin yanlışlığı
ortadadır. Turan Dursun bu konuda insaflı davranmamaktadır. Tarihî, sosyal bir
takım gelişmeleri gözardı etmekte, çağının telakkisine göre davranan İbn Kayyım
ya da İbn Teymiyye’yi ayıplamaktadır. Acaba Turan Dursun, İbn Kayyım ya da İbn
Teymiyye’nin devrinde yaşasaydı bu konuda hangi görüşe sahip olurdu, doğrusu
insan merak ediyor.
Bu
konuda buraya kadar yaptığımız değerlendirmelerden, Resûlullâh’ın bir
özelliğini inkâr ettiğimiz sanılmamalıdır. Ancak biz, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemin bu yönünün, yani onun delileri iyileştirdiğinin, ya da
İslâm’ın, deliliğin cinlerden meydana gelip gelmediği, bir takım ruhsal
rahatsızlıkların (deliliğin) okumakla tedavî edilip edilmeyeceği konusundaki
görüşünün ne olduğunun gerçek delillere dayanması gerektiği kanaatindeyiz.
Günümüzde Tıbbın bu konuda herkesçe bilinen bir tutumu vardır ve şimdiye kadar
karşılaştığımız ya da görüşlerine başvurduğumuz tıp otoriteleri, bu konuda1
menfî bir tutum içinde olup, ruhsal sorunları olan hastaların halk kültüründe
mevcut olan ve kaynağım dinden aldığı kabul edilen “Okunma
Yoluyla Tedâvî” metoduna
başvurmalarını tavsiye etmemektedirler. Bazı Tıp otoriteleri, piyasada mevcut
*cinci ya da muskacıların kendilerine gelen hastalan muska vs. yollara
başvurarak, aslında Psikoterapi’de de kullanılan “Telkin” metoduyla tedavi
etmeye çalıştıklarını, bunun, geçici bir iyileşme sağlasa bile kesin bir tedavî
yerine geçmesinin mümkün olmadığını, çünkü Psikoterapi’de hastanın iyileşmesi
için sadece telkin metoduna değil, ilaç vs. gibi diğer tıbbî metodlara da başvurulduğunu
dile getirmektedirler. Kısacası, günümüzde bu konuda Din ile Tıp barışık
görünmemektedir. Bu durum ise, toplumda zaman zaman yanlış uygulamalara yol
açmaktadır. Gerek Tıp sahasında, gerekse Din sahasında halkımızın yanlış bilgi
sahibi olması, acıklı sonuçlara yol açmakta, hastalar tedâvîde geç kalarak
mağdur olmaktadırlar. Tıbbî tedaviye ihtiyacı olan hastalarımız yanlış
kapılarda dolaşmakta, ameliyat ve âcil müdahale gerektiren durumlarda bile
sanki Dindenmiş gibi bir takım hurafelerin peşinde koşmakta, muskacı ve
üfürükçü denilen, ne tıbbî açıdan ne de dinî açıdan yeterli bilgisi olmayan bir
takım kimselerden medet beklemektedirler. Bu durum, gerçek bir dinî bilgiye
sahip olmayan fakat dindar olan, ekonomik açıdan dar gelir düzeyinde olan kırsal
kesimlerimizde, ya da şehirlerimizin dinî bilgiden yoksun bazı kesimlerinde
çokça görülmektedir. Kırsal kesimde, yaşayan halkımız tabib yerine, daha kolay
ve masrafsız görülen üfürükçüye giderken, şehirlerimizde gelir düzeyi yüksek,
tıp kültürü yerinde, fakat dini bilgisi zayıf olanlarımız da bir takım ailevî
ve kişisel sorunları için, sihir büyü yaptırarak problemi kolayca çözmek
gayesiyle üfürükçülere başvurmaktadırlar. Bu bir toplum gerçeği olup, Tıp
otoritelerinin böyle uygulamaları kabul etmemesi, böyle bir tedavî yöntemi
yoktur görüşüne sarılması, ya da dinî otoritelerin üfürük-müska işlerinin
İslâm’da mevcut bulunmadığını, sihir/büyü vs. yapmanın haram olduğunu
belirtmesi yeterli olmamakta, bu konuda toplum gerçeğini değiştirmemektedir.
Cesaretle söylemek gerekirse, halkımızın başvurduğu bu yol, yani
sihir/büyü/ilâç yaptırmak, ya da bilgisiz, istismarcı bazı kimselere muska
yazdırmak veya okunmak suretiyle tedavi olmaya, bir takım ruhsal sorunlardan
kurtulmaya çalışmak bir ihtiyaçtan kaynaklanan toplumsal bir hadisedir.
Dinimizin bu konudaki gerçek görüşünün açık ve kesin bir şekilde gerçek
delilleriyle ortaya konulmaması ya da bu görüşün halkımıza iyi öğretilmemesi,
memleketimizde tıp otoritelerinin ve tıbbî uygulamaların kişinin ruhsal
yapısını göz ardı edercesine, insanı sadece bedenden ibaret sayar bir tutuma
bürünerek, iğne-ilaç-ameliyat üçgeninde takılıp kalması, hastaların ruhsal
ihtiyaçlarına, manevî-iç dünyalarına yönelmemesi, bedenin tedavisinde moral
değerlerden yararlanma, stres, ruhsal baskı ve gerilimlerden kurtulmada bu
değerlerden yardım sağlama yollarına başvurmaması bu sahada bir boşluk meydana
getirmiştir. Ne yazık ki, Tıbbın doldurmadığı bu boşluğu üfürükçüler ve
bilgisiz muskacılar doldurmaktadır. Amerika ve
Avrupa ülkelerinde her hastahanede bir papaz, râhib ve rahibe, hastaların ve
hasta yakınlarının dua edip, Tanrı’dan yardım isteyecekleri, ibadet edip
rahatlayacakları bir kilise mevcutken, memleketimizde Tıp Fakültelerinde bile
ölümcül hasta sahiplerinin, can pazarına düşmüş hastalarımızın Allah’a
yalvarıp, yardım isteyecekleri, stres ve gerilimlerden kurtulup
rahatlayacakları küçücük birer mescid bile yoktur. Hastahanelerimizde, hastalara ve hasta yakınlarına
gerekli telkinlerde bulunup, ruhsal gerilimlerden kurtulmalarını sağlayacak
yüksek kültür ve bilgi seviyesine ulaşmış din adamlarımız zaten yoktur.
İnsanımız bu konuda bir mahrumiyet ve ihtiyaç içerisindedir. Halbuki bu durum,
halkımızın bu tedavi kurumlarına daha fazla bağlanmasına, güvenmesine sebep
olacağı gibi, maddî açıdan daha fazla yardım yapılmasına da vesile olabilir.
Ayrıca hastahanelerimiz ruh ve bedeni birlikte mütalaa ederek, ameliyat,
iğne-ilaç, ağrı, sancı, ızdırap yeri gibi katı ve yavan algılanmaktan çıkarak,
şefkat ve merhametin coştuğu, sevinç ve acıların paylaşıldığı, insanımızın
ruhsal yönden de güçlendirildiği, zorluklara karşı direncinin artırıldığı,
sabrın öğretildiği kurumlanınız olabilir. Bu açıdan tıp otoritelerimiz ve
sağlık kurumlanınız tek taraflı tedaviyi ön plana çıkarıcı bu katı tutumdan
vazgeçmeli, Avrupa ve Amerika gibi ülkelerdeki uygulamaları benimseyerek,
tedavide ruhsal değerlerden de yararlanmalıdır. Çünkü insan bir bütündür ve bu
bütün ruh ve bedenden meydana gelir.
Artık
günümüzde birçok bedeni rahatsızlığın (Psikosomatik hastalıklar) ruhsal
sorunlardan, stres ve gerilimden meydana geldiği bilinmekte ve dünyanın tıp
otoritelerince kabul edilmektedir. Kanser, şeker, ülser vb. rahatsızlıklar bu
konuda en belirgin örneklerdir. Artık bu durumu, halkımızın en az tıp bilgisine
sahip bir ferdi bile öğrenmiştir. Çünkü haberleşmenin son derece yaygınlaştığı,
TV. kanallarının arttığı, her eve televizyonun girdiği bir devirde yaşıyoruz.
Bu sebeple Din ve Tıp bu konuda barışık bir konuma girerek, halkımızın bu
ihtiyacına cevap vermelidir. Bu boşluk doldurulmalı, halkımız çoğu Bâbil, Asur
devrinden kalma bir takım malzemeyle faaliyet gösteren üfürükçü ve büyücülerin
kapısından ve çağdışı hurafelerden medet beklemekten kurtarılmalıdır. Din ve
Tıbbın bu konuda barışabilmesi için gerek Tıp ilminin verilerinin, gerekse
Dinin bu konudaki görüşünün gerçek yönüyle ortaya konması gerektiği açıktır.
Tıp ve Din bu konuda birbirinden ayrılamaz, bunlar birbirini tamamlayıcı bir
bütündür. Tıpsız din olmadığı gibi, dinsiz tıp da olamaz. Tıbbın bu konudaki
tutumu bizim sahamızın ve yetkimizin dışındadır. Biz sadece sosyolojik ve
psikolojik bir ihtiyacı, bir problemi ortaya koymaya çalıştık. Burada bize
düşen, dinimizin bu konudaki görüşünü ortaya koymaya çalışmak, bunu yaparken de
sahih delillere dayanmaktır. Bu sebeple Tıp, herşeye materyalist açıdan bakmayı
bırakırken, din de bu konuda gerçek verilerini ortaya koymalıdır. Halkımız da
bütün hastalıkların okunmakla ya da muska yazdırmakla iyi olacağı, tıbbî
tedaviye gerek olmadığı düşüncesinden vazgeçirilmelidir. Muskacı ve
üfürükçüler, ya da el altından ruhsal sorunları olan hastalan okuyan kimseler,
akıl hastalıklarının cinlerden meydana geldiğini söylemekten yaz geçmelidir.
Tabiblerimiz de, ruhsal sorunları olan hastaların mutlaka ilaç ya da diğer
fizikî m’etodlarla tedavi edilebileceği kanaatini sorgulamalıdır. Halkımız,
çevresinde “okunma-telkin” yoluyla tedavi olup iyileştiğini, bayılmalardan,
krizlerden kurtulduğunu, fakat tıbbî yöntemlerden çare bulamadığım söyleyen
kimselerle sık sık karşılaşmaktadır. Bunları yok farzetmenin sonucu
değiştirmeyeceği ortadadır; İlim bunları ele almalı, incelemeli, aslını ortaya
çıkarmalıdır. Bunlar gerçekse, bir takım insanların hiçbir tıbbî tedaviye
başvurmaksızın, sadece bazı kimselere okunmakla nasıl iyileşebildiklerini, bu
sıkıntılardan kurtulabildiklerini araştırmalıdır.
Kaynaklarımızda
ashâbdan bazılarının akıl hastalarını iyileştirdiklerine dair bir takım
rivayetler mevcuttur. Bunlar incelendiği zaman, ashâbdan “rukye” yaparak
delileri tedavi eden kimselerin bu işi müslüman olmadan önce de yaptıkları
anlaşılmaktadır.( Krş. Müslim, Selâm, 14.) Nitekim Tirmizî ve
Ahmed b. Hanbel’in kaydettikleri bir rivayet böyle bir durumu ortaya
koymaktadır:
“Âbi’l-Lahm’in
kölesi Umeyr’den radiyallâhü anh: ‘Efendilerimle beraber Hayber gazasında bulundum.
Rasûlullah’la konuşarak, benim köle olduğumu söylediler… Sonra Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e bir muska gösterdim. O muska ile akıl hastalarım
afsunlardım. Onun bazı kısımlarını atıp, bazı kısımlarını muhafaza etmemi
emretti.”( Tirmizî, Siyer 9/1557; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 210.)
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin, Umeyr’in radiyallâhü anh muskasından çıkanp
atmasını istediği şeylerin şirk kokan unsurlar olduğu açıktır. Ayrıca rukye
uygulamasının ilk defa Resûlullâh tarafından ortaya konmadığı, bu işin bir
meslek halinde daha önceleri de mevcut olduğu yukardaki rivayetten
anlaşılmaktadır. Bu durumda, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ashabdan
daha önceleri de bu işi yapan yetenekli kimseleri denetledikten sonra onların bu
konudaki faaliyetlerine izin verdiği ortaya çıkmaktadır. Peygamberiniz
zamanında bir meslek durumunda olan “Rukye”nin, bugünkü Psikiyatri ve
Psikoterapi’ye benzediği tahmin edilmektedir. Aşağıda kaydedilen rivayetten de
anlaşılacağı gibi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu meslek adamlarının
ücret almalarına dâ karşı çıkmamış, hekimliği teşvik etmek istemişti:
“Ilaka b. Sıhar es-Selîtî’den. Kendisi Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’e gelerek müslüman oldu ve Rasûlullah’ın yanından geri
dönerken bir kavme uğradı. Onların yanında demire bağlanmış bir deli vardı.
Delinin ailesi kendisine: ‘Bize bildirildiğine
göre, senin sohbetinde bulunduğun şu zât hayır getirmiş, senin yanında bu
deliyi tedavi edecek bir şey var mı?’ diye sordu. Ilaka da deliye Fâtiha
ile efsun yaptı, o da iyileşti. Bunun üzerine kendisine yüz koyun verdiler.
Ilaka, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e gelerek yaptığı efsunu haber
verdi. Rasûlullah: ‘Bundan başka birşey söyledin mi?’ diye sordu. Ilaka da:
‘Hayır’ diye cevap verdi. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem:
‘Onların sana verdiğini al. Allah’a’ yemin olsun ki, bâtıl efsun karşılığında
aldığına yiyen nice insanlar var, andolsun ki sen hak olan bir efsun
karşılığında aldığını yiyorsun” buyurdu.( E. Dâvud, Tıb, 19/3896.)
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in yukardaki hadisteki “…Bâtıl
efsun karşılığında aldığını yiyen nice insanlar var” sözü, o dönemde bu işin bir meslek olduğunu,
müslümanların dışında da bu işle geçinen bir takım yetenekli kimselerin mevcut
olduğunu göstermektedir. Nitekim bir başka hadiste Abdullah b. Mes’ûd’un
hanımının bir yahudiye rukye yaptırdığı nakledilmektedir.( E. Dâvud, Tıb,
17/3883; Krş. I. Mâce, Tıb, 39/3530; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 381.) Ebû Davud’un bu konudaki diğer rivayetinde, Ilaka’nın radiyallâhü anh
deliyi üç gün sabah-akşam, Fâtiha okuyarak efsunladığı, her üfleyişinde delinin
bağdan çözülür gibi olduğu nakledilmektedir.( E. Dâvud, Tıb, 19/3897.) Günümüzde de, . biyo enerji yoluyla birtakım hastalıkları ilaçsız-ameliyatsiz
tedavi ettiğini ileri süren gayr-ı müslim doktorların veya el ya da herhangi
bir araçla hastaya bir müdahalede bulunmadan, akrebin zehirini vücuda
dağılmadan, soktuğu yerden dışarı çıkartan bazı müslüman kimselerin varlığı
basın ve televizyondan öğrenilmektedir.
Bu
durumda o dönemdeki rukye uygulamasının mahiyetini iyi anlamak gerekmektedir.
Bazı hadislerden, rukyenin bünyesinde hem duayı, hem de tıbbî tedavi
yöntemlerini taşıdığı anlaşılmaktadır. Çünkü ashâbın her birinin rukye
yapamadığı, bu işi ötedenberi bu sahada uzmanlaşmış kimselerin yaptığı ortaya
çıkmaktadır. Yılan ve akrep sokması olaylarında ashâbın uyguladığı rukyenin
böyle olduğu açıktır.( Bkz. Buhârî, Meğazî 41; Tıb, 55; Müslim, Selâm 61-63; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, V, 271; Dârimî, Sünen, I, 32 (Mukaddime, 11).) İnsana zarar verebilecek her hastalığın, ya da zararlı bir hayvanın
tesirini ortadan kaldırmak için yapılan okuyup-üfleme, el sürme veya yazı yazıp
üstüne asma türünden yapılan işleme “Rukye” denilmektedir. Türkçemizde buna efsun
veya nüsha (muska) adı verilmektedir. Bu açıdan dua maksadıyla okunan âyetler
de bir çeşit rukyedir. Ashâbın rukyeden anladığı da tılsım değil, duâdır. Bu
sebeple bazı ruhsal rahatsızlıklara yapılan rukyelerin moral değeri
unutulmamalıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin izin verdiği rukye ve
dualar, hastayı ruhsal açıdan dengeye getirici, rahatlatıcı, stres ve
gerilimden uzaklaştırarak tedavi edici bir rol oynamış olmalıdır. Ayrıca,
İslâm’ın izin verdiği rukyelerin şirk özelliği taşımadığı, şifayı Allah’tan
beklemeyi telkin edip, hastaya ümit aşıladığı unutulmamalıdır. Çünkü şifâyı
veren Allah’tır. O, dilerse kullarına şifa verir. Günümüzde Ruh Hekimliğinin
sahasına giren akıl hastalıklarının cinlerin müdahalesiyle çıktığına ve
bunların hepsinin okunmak suretiyle tedavi edilebileceğine inanmak doğru olmasa
gerektir. Öyle olsaydı tarih boyunca tüm ruh hastalıkları okumak ya da muska yazdırmak suretiyle tedavi
edilirdi. Halbuki İslâm’ın Hukûk sahasında delilerle ilgili olarak getirdiği
birtakım hükümler mevcuttur. Bunlarda delilerin cezâi sorumluluktan muaf
tutuldukları anlatılmaktadır.( Buhârî, Hudûd, 22; Talâk 11; Müslim, Hudûd 22; E.
Dâvud, Hudûd,16,24; Nesâî, Talâk,21; I. Mâce, Talâk 15; Muvatta, Ukûl, 3.) Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de delilikten
Allah’a sığınmıştır.( E. Dâvud, Salât, 367/1554; Nesâî, Istiâze 36, 48;
Ahmed b. Hanbel, Müsned II, 89; III, 192.) Diğer
bir hadislerinde de delilerin mescidlerden uzak tutulmasını istemişlerdir.( I. Mâce, Mesâcid, 5.) Rukyelerle veya diğer metodlarla delilerin kesin
olarak tedavisi mümkün olabilseydi, delilerle ilgili olarak yukarda kaydedilen
hadislerde yer alan hususlar söz konusu olmazdı. Ayrıca önemli bir husus da
şudur ki, gerek Câhiliye dönemi Araplarında, gerekse Yahudi ve Hristiyanlarda
bir çok akıl hastalığının cinlerden kaynaklandığına dair bir inanç mevcuttur.
Bu kanaat halkımız arasında da yaşamaktadır. Ancak bu tür rahatsızlıklara
cinlerin sebep olduğuna dair elimizde ne tıbbî ne de dinî açıdan güvenilir
deliller yoktur. Yukarıda da arzedildiği gibi, deliliğe cinlerin sebep
olduğundan, ya da onların kovulmasıyla delinin iyileştiğinden bahseden sahih
hadise rastlanılamamıştır. Dârimî’nin konumuzla ilgili olarak kaydedilen mezkûr
rivayetleri ise sahih değildir.( Bkz. Dârimî, Sünen, 1,10-11 (Mukaddime 4).) Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin, delilere rukye
yapılmasına izin verdiğinden bahseden diğer rivayetlerde ise, cinlerin
kovulmasından, hastadan cin çıkarılmasından ya da deliliğe cinlerin sebep
olduğundan bahsedilmemektedir. Bu hadislerde bahsedilen rukye, bünyesinde tıbbî
tedaviyi de bulundurmuş olmalıdır. Delilere yapılan rukyeden bahseden
hadislerden, bu rukyenin bir duadan ibâret olduğu anlaşılmaktadır. Bu açıdan
eldfe mevcut sahih hadis kaynaklarında hu konuda ciddî bir bilgi olmadığı
halde, bazı zayıf rivayetlere dayanarak akıl hastalıklarına cinlerin sebep
olduğunu söylemek doğru olmamalıdır. Câhiliye döneminin, Yahudi ve
Hristiyanların, kısacası önceki kültürlerin bu konudaki inanç ve kanaatlerinin,
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem dönemi ve sonrası bazı müslümanlara da
etki ettiği, bu tesirin bazı uydurma ya da zayıf rivayetlere de yansıdığı
gözden, uzak tutulmamalıdır. (Bkz. Bayat, a.g.m.,
s. 59-65.) Cin, bir defa gaybî ve mübhem bir varlıktır. Bu
durumda, onlar hakkında Kur’ân ve Sünnetin bildirdiklerinin dışında şimdilik
başka bir bilgi kaynağımız mevcut değildir. Kur’ân ve sahih hadislerde ise,
onların deliliğe sebep oldukları, akıl hastalıklarında rol oynadıkları açık ve
kesin bir şekilde bildirilmemiştir. Vaktiyle anlaşılan, aletsiz, olarak gözle
görülemeyen fakat günümüzde tesirleri, faydalı ve zararlı yönleri bilinen X,
Röntgen, ultraviyole ışınları, kızıl ve mor ötesi ışınlar, kozmik ışınlar,
lazer, zararlı ve tahrip edici şualar ve benzerleri de, gözle görülmeyen
şeyleri kasdetmesi açısmdarr bu “Cin” lafzının kapsamında ifade edilmiş
olmalıdır. Çünkü insanoğlu, tarihi boyunca karşılaştığı bir takım
hastalıkları, bunların mahiyetini ve sebebini bilemeyince, bu anlamda bilerek
veya bilmeyerek cinlere ve şeytânlara maletmiştir. Belki de o dönemlerde
herhangi bir sebeple zararlı ışınlara
maruz kaldığı Niçin organları tahrib olan, felce maruz kalan
kimselerin bu durumunu yine cinlerden ve şeytânlardan bilmiş, bu kimselerin
cinler ya da şeytânlar tarafından “çarpıldığını” ileri sürmüşlerdir. Kısacası insanoğlu, tarihi boyunca mahiyetini
bilemediği, hakkında kesin bilgi sahibi olamadığı şeylere “Cin” demiştir.
Günümüzde artık ilim âlemince sebebi bilinen bir takım rahatsızlıkları da
vaktiyle cinlere ve şeytânlara maletmişlerdir. Bu durumun bilhassa Ortaçağ
Avrupasında böyle olduğunu ilim adamları haber vermektedirler. Geçmişte,
cinlerin, şeytânların sebep olduğu söylenilen bir takım rahatsızlıklar,
günümüzde ilaçla tedavi edilebilmektedir. Yine bazı ruhsal rahatsızlık-ların
musiki yolu ile tedavi edilebildiğini, Ruh hekimlerinin musikiye de yer
verdiğini görmekteyiz. .( Bu konuda bkz. 0. Şevki Uludağ, Beşbuçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi,
s. 136-143; M. Sâdık riğitbaş, Musiki ile Tedâvî; s. 248 vd., Ayhan Songar, Pisikiyatri,
s. 2-3; Ruhi Kalender, Ruh Hastalıkları Tedâvîsinde Musiki, AÜÎFD. sayı: XXI,
s. 271-281.) Geçmişte akıl hastaları, Avrupa’da “İçine şeytân
girmiştir” diye meydanlarda diri diri yakılırken, müslümanlar bunları hasta
kabul edip, musiki vs. yollarla tedavi etmeye çalışıyorlardı.
Edirne ve İstanbul’da inşa edilen Bîmarhâne’lerde akıl hastaları zamanına göre
en modern metodlarla tedavi edilip, av etleri ile beslenerek, musiki ile
ruhları dinlendiriliyordu.
(Songar,
“Türkler ve Ruh Hekimliği”, Türk Dünyası Araştırmaları, Ağustos 1979, s. 42-44;
“Kimlik Bunalımı”, Türkiye Gazetesi, Sohbet Köşesi, 10.2.1994.)
Akıl hastalarının
tedavisinde kullanılan bestelerin makamlarının, ritimlerinin geçmişte
tekkelerimizde söylenilen ilâhî ve zikirlerin makamlarını çağrıştırması çok
ilginçtir ve burada Kur’ân-ı Kerîmin bir âyetin hatırlamamak mümkün değildir:
“Onlar
ki Allah’a inanmışlardır ve kalbleri Allah’ı anmakla yatışır, iyi bilin ki,
kalbler ancak Allah’ı zikretmekle sükûn bulur.”(Ra’d,
13/28.) Demek ki, ruhsal rahatsızlıklarda musikinin tedavi
edici bir rolü vardır. İlaçların, dinlenmenin, iyi beslenmenin, şiir okumanın,
stres ve baskılardan kurtulmanın, maddi sıkıntıların giderilmesinin
iyileştirici bir rolü vardır. Bu açıdan bütün ruhsal rahatsızlıkları, sebebini
araştırmadan cin ve şeytândan oluyor diye hükme bağlamak, zannediyorum ki,
mikropların, X, röntgen vs. ışınların bilinmediği çağların çaresizliğine
yapışmaktır. Musikînin, ilacın, nasıl iyileştirici fonksiyonu varsa, duânın,
Kur’ân okumanın, Allah’a sığınmanın da bir insan için iyileştirici, moral
verici bir rolünün olduğu muhakkakdır. Bu konuda Hamdi Yazır’ın “Cin Çarpması”
halikındaki görüşlerine katılmamak mümkün değildir:
“…Bunlar, insanlık tarihi boyunca aslına vâkıf olunamamış, gizli
sebeplerden meydana gelen bir takım hastalıklar olduğu için cin ve şeytânlara
nisbet edilerek, ‘Cin tutmuş, şeytân çarpmış’ denilegelmiştir. Bu tür
hastalıkların cin ve şeytâna nisbet edilmesi hakikat mi? mecâz mı? meselesi
münakaşa konusu olmuştur…”( Yazır, Hak Dini, II, 957.)
Bazı
kimseler, Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan ribâ hakkındaki âyeti delil göstererek,
şeytân ya da cin çarpmasının gerçek olduğunu ileri sürmüşlerdir, İlgili âyette
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
“Fâiz
yiyen kimseler ancak şeytânın dokunup çarptığı kimselerin kalktığı gilbi
kalkarlar. Bu onlann: ‘alış-veriş de fâiz gibidir’ demelerinden
ötürüdür. Oysa Allah, alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır…” (Bakara, 2/275.)
Günümüzde
Yeryüzünde faiz yiyen, tefecilik yaparak insanları sömüren bir yığın kimse
mevcuttur. Böyle kimseler bizden önce de mevcut bulunmaktaydı. Ancak bunların
cin ya da şeytân çarpması gibi bir rahatsızlıkları söz konusu olmadığı gibi,
sar’a, akıl hastalığı gibi rahatsızlıkları bulunan kimselerin de fâiz ile
meşgul olmadıkları, nzıklarını başka mesleklerden temin ettikleri
görülmektedir. Halbuki âyette, faiz muamelelerini alış-veriş gibi kabul eden
kimselerin, bu fiillerine bir karşılık olmak üzere, şeytân çarpan kimse gibi
kalkacaklarına işaret edilmektedir. Halbuki bazı kimseler, fâiz yedikleri, riba
muameleleri yaptıkları halde, âyette bahsedilen durumla karşılaşmamaktadırlar;
O zaman bu durumun dünyada değil, Ahiret’te söz konusu olacağı ortaya
çıkmaktadır. Kısacası âyetten, faiz yiyen kimselerin Kıyamet Gününde, şeytân
çarpan kimse nasıl kalkarsa öyle haşredilecekleri anlaşılmaktadır. Nitekim ilk
devir müfessirlerinden de bu şekilde nakledilmiştir.( Taberî,
Câmiu’l-Beyân, III, 102; Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, VII, 89; Krş. M. el-Gazâlî,
es-Sünnetü’n-Neveviyye Beyne Ehii’l-Fıkh ve’l-Hadîs, s. 95.) Diyânet işleri Başkanlığı tarafından hazırlattırılarak, yayımlanan
Kur’ân-ı Kerim mealinde de ilgili âyete bu doğrultuda mana verilmiştir:
“Faiz
yiyenler Mahşer’de ancak şeytânın çarptığı kimselerin kalktığı gibi kalkarlar…”( Kur’ân-ı Kerîm ve Türkçe Anlamı, Haz: H. Atay-Y.Kutluay, (D.Iş.Başk.) s.
46.)
Bu
durumda da bu âyet, akıl hastalıklarının cin ya da şeytân çarpmasından
kaynaklandığına dair bir delil olmamalıdır. aralarında Şafiîlerden Kaffal’ın
da bulunduğu bazı İslâm âlimleri, cin ve şeytânların insanları çarpmaya
kudretlerinin olmadığı, sar’a, çarpılma (felç) ve benzeri hastalıkların
onlardan değil, Cenab-ı Hakkın bu konuda koymuş olduğu tabii kanunlar gereği
meydana geldiği görüşündedirler.( el-Ferrâ, el-Mu’temed, s. 174; Râzî, Mefâtîh VII,
89; Cebecî, CinŞeytân, s. 111.) F. Râzî de, cin ve şeytânların insandan çarpmaya, akıllarını
gidermeye kudretlerinin olmadığını kaydetmiş ve onlarda bu güç olsaydı,
şiddetli düşmanı oldukları insan neslinin çoğunu, kendilerine aşırı düşman
oldukları âlimleri, faziletli kimseleri, zâhidleri çarpıp delirtmeleri
gerekirdi. Halbuki
onların bu konuda herhangi bir güçleri yoktur. Kur’ân’ın bildirdiğine göre
şeytân da ‘Benim sizin üzerinizde herhangi bir gücüm yoktu’ diye itirafta
bulunmuştur, (İbrahim, 14/22.) demektedir.( Râzî, Mefâtîh, XIV,
54.) Bu
durumda, cinlerin insanları çarpıp delirteceğine dair kanaat, önceki
kültürlerden geçmiş olmalıdır. Hristiyanların bu konudaki inançları ve
uygulamaları ilim adamları tarafından dile getirilmektedir. Câhiliye döneminde
de bu tür inançların halk arasında yaygın olduğu bazı rivâyetlerden
anlaşılmaktadır. Nitekim İslâm geldiği sıralarda, insanları cinlerin
çarpacağına, yeni doğmuş çocuklara zarar vereceğine dair halk arasında yaşayan
ve Câhiliye döneminden kaldığı anlaşılan bir inanç olduğunu, bu dönemde halkın
yeni doğmuş bir çocuğu cinlerin çarpmasından korumak için yastığının altına
ustura koyduklannı görmekteyiz. Böyle bir olayla karşılaşan Hz. Âişe
radiyallâhü anha usturayı atmış ve oradakileri bu davranıştan menederek,
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin bu tür bâtıl şeylerden hoşlanmadığım
bildirmişti.( Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, II, 314-315, no: 410/912.) Yine, müşrikler Hz.Peygamber’e “delidir” diye iftira ettikleri zaman,
bunu duyan Ezd kabilesinden Dımâd adlı bir. zâtın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’e gelerek, “Ben, cin çarpmasına nefes
ederim” diyerek, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e de “Nefes etme” teklifinde
bulunduğunu, ancak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemle konuştuktan sonra
O’nu (sallallâhü aleyhi ve sellem) deli zanneden Dımâd’ın müslüman olduğunu
bilmekteyiz.( Müslim, Cum’a, 46/868; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 302.)
Ayrıca
Eski Mısır halkının, cinlerin delilik ve sar’a gibi hastalıklara sebep
olduklarına dair inançları konumuz açısından ilginç bir husustur. Asurlular’ın
ise, cinlerin zararından çocukları korumak için boyunlarına afsunlu
tabletlerden muskalar astıkları kaydedilmektedir. Çin’de ise, birçok zihnî ve
bedenî hastalıklar cinlerden bilinir ve Taoist rahipler cinlerin kötü
etkilerinden korunmak için muskalar, tılsımlar, afsunlar, tütsüler, okuma ve
üflemeler ve bazı talimatlarla tedbirler almaktaydılar.( M. S. Şahin, TDV. Is.
Ans: Cin Mad. VII, 5-6.) Bu konuda daha fazla söz söylemek şimdilik
gücümüzün ve ilmimizin dışındadır. Ancak bu husustaki birçok problemin sahanın
uzmanı olan Tıpçılar ile İlâhiyatçılar tarafından elele çözüleceğine
inanmaktayız.
Sh: 176-204
Cin
kelimesi, örtmek gizlemek anlamına gelen جن) ) kökünden türemiştir ve gözle görülmeyen varlıklara bu ad verilmiştir.
Melekler, cinler, kabirde bulunan cenâzeler, ev yılanları bu ad altında
zikredilmiştir.( ibn Manzûr, Lisânü’I-Arab, XIII, 92-101.)
Henüz doğmamış çocuğa da, anne rahminde gizli olduğu için aynı kökten “Cenîn”
denilmektedir. Mikro dünyayı bilgimizin sahasına sokan mikroskobun henüz
keşfedilmediği, mikropların varlığının ilim dünyası tarafından tanınmadığı bir
dönemde, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından onların varlığına
işâret edilip tesirlerinden bahsedildiğini bazı hadislerden anlıyoruz.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem‘den nakledilen bu hadislerde kullanılan “Cin/Şeytan” kelimesiyle mikroplar kasdedilmektedir: “Câbir’den
radiyallâhü anh. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ‘Kapları döndürün, Kırbaların ağızlarını bağlayın. Kapıyı
kilitleyin. Kandili söndürün. Çünkü şeytân hiçbir kırba bağını çözemez. Hiçbir
kapıyı açamaz ve hiçbir kap kacak ağzını açamaz’. ”( Müslim, Eşribc 96; E.
Dâvud, Eşribe 22; Tirmizî, Et’ıme 15; Ahmed b. Hanbel, Müsned, İÜ, 301, 306,
319, 386; I. Mâlik, Muvatta, Sıfatü’n-Nebî 10/21.) Diğer bir hadislerinde de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem evlerde
bırakılan çöplerin şeytânların toplantı yeri olacağını bildirmiştir.( Abdürrezzak,
Musannaf, XI, 32.) Ebu Mûsâ el-Eş’arî’den nakledilen bir başka hadisde
de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ashâbın Tâûn hastalığı hakkında sorduklan bir soruya, “Cinlerden
olan düşmanlarınızın dürtmesidir, ki o bütün şehîdlerde vardır’ buyurmuştur.( Ahmed b. Hanbel,
Müsned, IV, 395.) Diğer bir rivayette ise Resûlullâh (s.a.v.), “O (dürtme yarası), müslümamn şehâdetidir”( Ahmed b. Hanbel,
Müsned, IV, 413.) buyurmuştur.
Böylece
burada da Tâûn diye nitelendirilen
bulaşıcı hastalığa sebep olan mikropları “Cin” lafzıyla ifade etmişlerdir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem diğer bir hadislerinde, Tâûndan ölen mü’minlerin şehid olduklarını haber
vermişlerdir.( Buhârî, Cihâd, 30; Tıb, 30; Müslim, İmâre, 166; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
IV, 185.) Diğer bir sözlerinde de Tâûn hastalığının bulaşıcı
olduğuna işaret ederek, “Bir yerde Tâûn hastalığı çıktığını duyduğunuz zaman oraya girmeyiniz” ( Buhârî, Tıb 30; Müslim, Selâm 92-94, 98,100.)
buyurarak, müslümanların bundan korunmalarını istemişlerdir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin yukarıdaki hadiste Tâûn hastalığı hakkında sorulan soruya (وخز ) lafzıyla işaret ederek, bunun bütün şehidlerde mevcut olduğunu
bildirmesi, bu hastalıktan Ölen müslümanların da mızrak* ya da kılıç yarasıyla
şehid olanlar gibi olduklarını ifade etmektedir. Çünkü kılıç ya da mızrak
yarasına da (طعن ) lafzıyla işaret edilmektedir.
Burada (وخز
) lafzı da mızrak veya benzeri bir şeyle
dürtmek anlamına gelmektedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
Hadislerinde bahsettiği Tâûn hastalığına günümüzde Veba denilmektedir. Vebanın, insanlık tarihinin en
korkunç salgın hastalıklarından
olduğu bilinmektedir. Kayda değer ilk salgın VI. yüzyılda olmuş ve 50 yıldan fâzla sürmüştür. Tarihte milyonlarca kişinin ölümüne yol açan,
salgınlar yapan bu hastalığa Yersinia Pestis adlı bir bakteri sebep olmaktadır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin hadisinde, “Sizin cinlerden olan düşmanlarsınız” lafzıyla kasdettiği bu
bakteriler insan vücuduna girince, akut olarak yüksek ateş, tansiyon düşmesi,
şok, lenf bezlerinde şişme, zatürree ve abselere, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellemin ((وخز ) Dürtmesidir) şeklinde ifade
buyurdukları gibi, iç kanamalara sebep olur. Nebî (sallallâhü aleyhi ve
sellem), mızrak ya da kılıç dürtmesi nasıl ki bütün şehidlerde dıştan açılan
yaralara ve kanamalara neden oluyorsa, Tâûn denilen Veba hastalığında da bu
bakterilerin adeta mızrak veya kılıçla dürtmüşcesine iç kanamalara sebep
olduklarına işaret etmişlerdir. Ağır bir zatürree sebep olan ve insandan insana
öksürme, aksırma yoluyla hızla bulaşan bu tehlikeli hastalık konusunda
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bir çeşit karantina uygulanmasını
emretmesi, bu hastalığın bulaşıcı özelliğini bildiğini göstermektedir. ( Doktorumuz Tıp
Ansik. VII, 2428-2429.) Buna
benzer hadislerde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kullandığı
“Cin/Şeytan” kelimesiyle mikropları kasdettiği açıktır. Mikrobun ilim
dünyasında henüz keşfedilmediği dönemde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in, onlara bazı özellikleriyle işâret etmesi ilginçtir. Câbir’den
radiyallâhü anh nakledilen diğer bir hadiste ise Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Kabı
örtün, tulumu da bağlayın. Çünkü senede bir gece Veba iner. Yanından geçtiği
kapağı olmayan her kabın veya üzerinde bağı bulunmayan her tulumun içine
muhakkak bu vebadan iner.” .( Müslim, Eşribe,
99.) Sonuç olarak, mikropların çıplak gözle görülmemeleri
sebebiyle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in onlara “cin/şeytân”
lafızlarıyla işaret ettiğini görmekteyiz. Resûlullâh’ın hadislerinde işaret
ettiği diğer bir özellikleri, onların insan sağlığı açısından zararlı
olmalandır. Ki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in, yiyecek ve içecek
kaplarının ağzının kapatılmasına dair emirlerinden bu durum ortaya çıkmaktadır.
Hadiste işaret edilen bir diğer özellikleri ise, onların çöplüklerde, atık
maddelerde çoğaldığıdır. (Abdürrezzâk,
Musannaf, XI, 32.) Bu da günümüz biliminin mikropların üremesi ve
çoğalmasıyla ilgili olarak tesbit ettiği bir gerçektir. Hadiste işaret edilen
bir başka özellikleri de, bulaşıcı hastalıklara da (veba/tâûn vs) onların sebep
oldukları hususudur. Bizim burada varmak istediğimiz sonuç, yukarda zikredilen
örneklerden de, anlaşılacağı gibi hadislerde ve bazı İslâm literatüründe
kaydedilen ‘‘Cin” kelimesi ile sadece bildiğimiz özel manası ile Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e ve önceki Peygamberlere imân eden, erkeği,
dişisi, mü’mini, kâfiri olan cinlerin kas de dilmediğidir. Bu durumda “Cin”
kelimesi ile göze görünmeyen, fakat mevcudiyeti bir takım eserleriyle
anlaşılan’ geniş bir varlıklar âleminin kasdedildiği ortaya çıkmaktadır. Buna
göre, gözle görülmemeleri açışından, mikroplar da birer cindir.( Ahmed Hulusi, cinlerle ihtilât ederek farkında olmadan onların emri
altına girmiş bulunan bazı kimselerin, “Cinler mikroplardır” şeklinde yorumlar
yaparak, onları inkâr ettiklerini söylemektedir. Yukarda kaydettiğimiz
hadislerin ışığında, bu iddiaya katılmak mümkün değildir. Krş. A. Hulusi,
Din-Bilim Işığında Ruh-InsanCin, s. 84, 98-99.) .
Sh: 205-208
Bâzı İslâm âlimleri, cinlerin Hz. Süleymân’a hizmet etmeleriyle
ilgili âyetleri delil olarak alarak, cinlerin diğer insanlara da boyun eğip,
onların emrinde bulunmalarının mümkün olduğunu ileri sürmüşlerdir.( Şiblî, Ahkâm, s. 120-122; Garâib, s. 113-114.) Bu konuya ilgili olarak, îlmü’l Azâim adlı bir ilim dalının
meydana getirildiği de öne sürülmektedir. Cinlerin Hz. Süleyman’a boyun
eğmelerinden bahseden âyetler şöyledir:
“Dalgıçlık yapan ve bundan başka işler gören
şeytânlardan da onun buyruğu altına verdik. Onların hepsini gözetiyorduk.”( Enbiyâ, 21/82.)
“Süleyman’ın, cinlerden,-insanlardan ve kuşlardan meydana
gelen ordusu toplandı. Hepsi toplu olarak gidiyorlardı.”( Nemi, 27/17.) .
“Rabbinin izniyle yanında iş gören cinleri onun buyruğu
altına verdik ki, bunlar içinde buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin
azabını tattırırdık. Süleyman için, o ne dilerse, mabedler, heykeller, büyük
havuzlara benzer çanaklar ve taşınması güç kazanlar yaparlardı. Ey Dâvud
ailesi! Şükredin, kullarımdan şükredenler pek azdır.”( Sebe, 34/12-13. )
“Bunun üzerine Biz de, istediği yere buyruğu ile kolayca
giden rüzgârı, bina kurup, dalgıçlık yapan şeytânları, demir halkalarla bağlı
diğerlerini onun buyruğu altına verdik. ”( Sâd,
38/36-38.)
“Süleyman: Ey cemaat! Bana teslim olmalarından önce, hanginiz
o kraliçenin tahtını yanıma getirebilir? dedi. Cinlerden bir ifrît: Sen
yerinden kalkmadan önce sana onu getiririm, buna karşı güvenilir bir güce
sahibim, dedi.”( Neml, 27/38-39.)
Cinlerin insanlara boyun eğmelerinin mümkün olduğunu savunan
âlimlerin delil gösterdiği yukardaki âyetler, Hz. Süleyman’la ilgilidir ve bu
işin sadece ona mahsus olup, daha sonra gelen kimselere böyle bir imtiyazın
verilmediği Kur’ân-ı Kerim ve hadislerden anlaşılmaktadır. Kanaatimizce bu
durum, cinlerin insanlara itaat etmelerinin mümkün olduğunu ileri süren ve bu
görüşlerine yukarda kaydettiğimiz âyetleri delil gösteren âlimlerce gözardı
edilmiştir.’Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Süleyman’ın bu konuda şöyle dua ettiğinden
bahsedilmektedir:
“Süleyman: Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin
ulaşamayacağı bir hükümranlık ver, şüphesiz Sen daima bağışta bulunansın,
dedi.”( Sâd, 38/35.)
İnsanların, cinlerin, rüzgârın, hayvanların emrine verilmeleri
sebebiyle onun bu duasının kabul edildiği yukarda kaydedilen âyetlerden
anlaşılmaktadır. Verilen bu imtiyaz ve hükümranlığa kendisinden sonra kimsenin
ulaşmaması konusundaki dilek ve duasının da kabul edildiğini Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemden gelen bazı hadisler ortaya koymaktadır. Bu
konuda Ebu Hureyreden gelen hadislere göre, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur:
“Cin taifesinden bir ifrît dün gece namazımı bozmak için bana
apansızın hücum etti. Fakat Allah Teâlâ beni ona karşı galip getirdi de hemen
onu boğdum. Sabah olunca hepiniz onu göresiniz diye, Mescidin direklerinden
birinin yanı başına bağlamak istedim. Fakat sonradan kardeşim Süleyman’ın
(aleyhisselâm) şu duasını hatırlayarak vaz geçtim: ‘Ya Rab! Bana, mağfiret et
ve bana öyle bir mülk ver ki, o, benden başka hiç kimseye lâyık olmasın.
Şüphesiz bütün dilekleri ihsan eden Sensin Sen!”( Buhârî,
Salât, 75; Enbiyâ, 40; Müslim, Mesâcid, 39; Ahmed b. Hanbel, Müsned II, 298.)
Bu konuda Ebü’d-Derdâ’daiı radiyallâhü anh gelen bir hadis de
şöyledir:
“Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ayağa kalktı. Biz de Ondan
işittik. ‘Senden Allah’a sığınıyorum’ diyordu. Sonra üç kere, ‘Seni Allah’ın
lânetiyle lânetliyorum’ dedi ve sanki bir şey atıyor gibi ellerini uzattı.
Namazdan çıktıktan sonra, ‘Yâ Rasûlullah, Sen namazdayken söylediğin bir söz
duyduk ki, bundan evvel onu söylediğini hiç işitmemiştik’ dedik. Buyurdu ki:
‘Allâhın düşmanı İblîs yüzüme çarpmak için elinde ateşten bir şihab olduğu
halde geldi. Bunun üzerine ben üç defa, ‘Senden Allah’a sığınırım’ dedim.
Bundan sonra da, ‘Seni Allah’ın lanetiyle lanetlerim’ dedim. Bu da üç defa
oldu, fakat çekilmedi. Sonra onu yakalamak istedim. Vallahi kardeşimiz
Süleymân’ın duası olmasaydı, muhakkak bağlanmış olacaktı da Medine halkının
çocukları onu oyuncak edeceklerdi”( Müslim, Mcsâcid, 40.)
Hz. Süleymân’a verilen bu hükümranlık konusunda Kitâb-ı
Mukaddes’de bir kayıt vardır ve burada şöyle denilmektedir:
“Ve Allah dedi: … Hikmet ve bilgi sana verildi. Ve Ben sana
öyle zenginlik, mal ve şeref vereceğim ki, senden önce olan krallarda onun
benzeri yoktu, ne de senden sonra onun benzeri olacaktır. ”( II. Krallar, 1/11-12.)
Sonuç itibariyle, Hz. Süleyman’ın emrine verilen cin ve
şeytânların, ondan sonra başkalarının emir ve hizmetine verilmesinin söz konusu
olmadığı anlaşılmaktadır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem için bile
böyle bir durum söz konusu olmadığına göre, bunun diğer sıradan insanlar için
mümkün olabileceğini ileri sürmek doğru olmasa gerektir. Çünkü âyet ve
hadislerde cinlerin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in emrine verilip,
Ona da Hz. Süleyman’a yaptıkları gibi kaleler, mabedler, havuzlar vs.
yaptıklarından bahsedilmemektedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
cinlerden hizmetçileri yoktu, Mescid-i Nebeviyye’yi ashabıyla beraber bizzat
kendisi çalışarak inşa etmişti. Düşmana karşı korunmak için Medine’nin
etrafına kazılan hendekte bizzat kendisi de kazma-kürek çalışmıştı. Ev işlerini
de hanımları ve kendisi görmüştü. Bu husus gözden uzak tutulmamalıdır.
Günümüzde ve daha sonraki asırlarda müslümanlar, cin ve şeytânları kendilerine
boyun eğdirip, onları çalıştırmayı hayal etmek yerine, kendileri çalışmayı
öğrenmeli, Dünya ve Ahiret’te hor ve zelil olmaktan kurtulmalıdırlar.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin yukarda saydığımız davranışlarında,
ümmeti için bu konuda gerekli olan uyan vardır. Müslümanlar, cehâlet, hurâfe ve
saflık içinde, tarlasının burçağını yoldurduğunu, ekip biçtirdiğini ileri
süren, yerin altında gizli altın ve gümüşlerin, hâzinelerin yerini cinlerden
öğrendiğini iddia eden cinci denilen yalancı kimselerin kendilerinde kudret ve
üstünlük olduğunu göstermek için ortaya attıkları sözlerine kanmamaktır. Aksine
kafa ve gönüllerini Kur’ân’ın aydınlığına açmalı, bu tür hayalî şeylerden medet
beklemekten vaz geçerek çalışmalı, Batı’nın ilerlemesini, İslâm âlemine üstün
olmasını sağlayan ilmin verilerin kulak vermelidir. Cinlerden yerin altındaki
hâzinelerine yerini öğrenmeyi bekleyeceklerine, yerin altındaki cevherleri,
madenleri, petrolü keşfedip, Yeryüzüne çıkartarak zenginleşmek ve zilletten
kurtulmak için bunların İlmî yollarını öğrenip ve tatbik etmelidirler.
Açık olarak kaydetmek gerekirse, Hz. Süleyman’ın Kur’ân-ı Kerim’de
haber verilen durumu hariç, dünya kuruldu kurulalı cinlerin insanlara itaati söz
konusu olmamalıdır. Elimizde bunun aksini ortaya koyacak deliller
bulunmamaktadır. Cinlerin insanlara itaati,
onların tabiatlarına da aykırıdır. Onlar kendi arzularıyla insanın emrine
girmemişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’den, onların Hz. Süleymân’ın emrine de
kendi istekleriyle girmediklerini anlıyoruz: “Rabbinin izniyle yanında iş
gören cinleri onun buyruğu altına verdik ki, bunlar içinde buyruğumuzdan çıkan
olursa ona alevli ateşin azabını tattırdık. ”( Sebe,
34/12.)
Yukardaki âyetten, cinlerin Hz. Süleyman’ın emrine girmelerinin
ancak Allah’ın izin ve müsaadesiyle, yani emriyle mümkün olduğu anlaşılıyor. O
zaman, cinleri emirleri altına aldığım iddia eden insanların bu konuda
kendilerinin iddialarında doğru olduklarını ortaya koyacak delilleri nelerdir?
Allah’ın izin vermediği bir şeyi yapmaya imiktedir olduklarını nasıl iddia
edebiliyorlar? Âyette, cinlerin Hz. Süleyman’ın emrine, Allah’ın buyruğuyla
girdikleri, buna itaatsizlik edenlerin alevli bir ateşle cezalandırıldıkları
haber veriliyor. Demek ki cinler isteseler de Hz. Süleyman’ın emrinden
çıkamazlardı, aksi takdirde azab olunarak imhâ ediliyorlar, ya da zorla itaate
sokuluyorlardı. Aşağıda kaydettiğimiz âyette de cinlerin zorla Hz. Süleyman’ın
emrine verildikleri ve o vefat edinceye kadar bu durumdan kurtulamadıkları
bildirilmektedir: “Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini
yiyen kurt onun vefâtını farkettirdi. O, ölü olarak yere düşünce ortaya çıktı
ki, şayet cinler görülmeyeni bilmiş olsalardı alçak düşüren bir azabın içinde
kalmazlardı.”( Sebe, 34/14.)
Şu halde, Allah’ın zorla Hz. Süleyman’ın buyruğuna verdiği, ondan
sonra da kimsenin emrine vermediğini Peygamberleri Süleyman (aleyhisselâm) ve
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin diliyle haber verdiği cinleri,
başkalarının buyruğu altına verdiğini iddia etmek büyük bir yalan olmalıdır.
Cinlerin kendi istekleriyle insanoğluna itaati ta ilk baştan beri
söz konusu değildir. Çünkü onların büyükleri olan İblîs, Hz. Âdem yaratıldığı
zaman, Cenab-ı Hakk ın ona boyun eğmesi konusundaki emrini dinlemeyerek, isyan
etmiş, büyüklük taslayarak kafirlerden olmuştur. Bu durum Kur’ân-ı Kerîm’in
çeşitli âyetlerinde haber verilmektedir. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Rabbin meleklere, ‘Ben, balçıktan, işlenebilen kara topraktan bir
insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın’ demişti.
Bunun üzerine İblîs’in dışındaki bütün melekler hemen secde ettiler. O secde
edenlerle beraber olmaktan çekindi. Allah: ‘Ey İblîs! Seni secde edenlerle
beraber olmaktan alıkoyan şey nedir?’ dedi. O: ‘Balçıktan, işlenebilir kara
topraktan yarattığın insana secde edemem’ dedi. ‘Öyleyse defol oradan! Sen
artık kovulmuş birisin. Doğrusu Hesâb Günü’ne kadar lânet sanadır.’ dedi.
İblîs, ‘Rabbim! Beni hiç olmazsa, tekrar dirilecekleri güne kadar ertele’ dedi.
Allah Teâlâ: ‘Sen, bilinen gün gelene kadar bırakılanlardansın’ buyurdu.
‘Rabbim, beni saptırdığın için, andolsun Yeryüzünde fenalıkları onlara güzel
göstereceğim, hâlis kulların bir yana, onların hepsini saptıracağım’ dedi.
Allah Teâlâ’da şöyle buyurdu: ‘Benim gerekli kıldığım dosdoğru yol budur,
kullarımın üzerinde senin bir nüfuzun olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun
dışındadır. Ve Cehennem hepsinin toplanacağı yerdir. O Cehennem ‘in yedi kapısı
olup, her kapıdan onların girecekleri ayrılmış bir kısım vardır. Allah’a karşı
gelmekten sakınanlar ise, Cennetlerde pınar başlarındadırlar.’ Oraya güven
içinde, esenlikle girin’ denilir.”( Hicr,
15/28-46; Bu konuda diğer âyetler için bkz. Bakara, 2/34-38; A’râf, 7/11-25;
îsrâ, 17/61-65; Kchf, 18/50; Sâd, 38/71-85; Tâhâ,.20/116-125.)
İslâm âlimleri yukarda kaydedilen âyetlerdeki (سجد ) kelimesi ile, Hz.
Adem’e ibadetin değil, ona itaat ve boyun eğmenin kasdedildiğini
söylemektedirler. [Taberî, Câmiu’l–Beyân, I, 228; Râzî,
Mefâtîhu’l-Gayb, II, 212; Kurtubî, el-Câmi li’l-Ahkâm, I, 291.) Bu durumda, yaratıldığı günden beri insana karşı büyüklenen,
kendisini üstün gören İblis ile onun soyu olan cinlerin, kendi istek ve
arzularıyla bazı insanların emrine girdiğini, onlara hizmet ettiğini ileri sürmek
boş bir iddia olmaktan öteye gidemez.( Ahmed
Hulusi, Tevrât, Zebur, İncil ve Kur’ân’ın her bir kelimesinin 4u süflî, 4’ü
ulvî olmak tizere 8 hizmetlisi olduğunu, bunların belli sayıda tekrarlanmasıyla
cinlerle irtibat kurularak, onları itaat altına almanın mümkün olacağını
söylemektedir. Kitab ve Sünnet’ten herhangi bir deliline rastlayamadığımız bu
iddiya katılamıyoruz. Krş A. Hulusi, Din-Bilim Işığında Ruh-însan-Cin, s. 136,
140-141.)
Nitekim bu konularda yazılan ve halkın elinde dolaşan kitaplar,
İslâm’dan önceki milletlerin inanç, gelenek ve kültürlerinden geçmiş asılsız
şeyler ve hurafelerle doludur. Bunlar,
Yıldıznâme, Gizli İlimler Hâzinesi vb. adlarla insanların ellerinde bulunan
mecmualardır. Yıldıznâme denilen kitaplardaki bilgilerin yıldızlara tapan
Sâbiîler’den geçen hurafelerle dolu olduğunda şüphe yoktur. Gizli
İlimler Hâzinesi denilen kitaplar da, Bâbil, Asur, Sümer, Hitit, Eski Mısır vs.
kültürlerden geçmiş safsatalarla doludur. Söz gelimi, İbnü’l-Hâc et-Tilemsânî
el-Mağribî’ye (v. 737) ait olduğu söylenen “Şumûsü’l-Envâr ve Künûzü’l-Esrâr” adlı kitapta cinlerin insanlara hizmet etmelerinden bahseden
bir bölüm vardır. Burada, bir insanın cinleri itaatına alması için gerekli olan
hususlardan bahsedilmektedir. Ancak bu zâtın, bu konuda yazdığı ilk cümlede
saçmalamaya başladığı görülmektedir. İbnü’l-Hac et-Tilemsânî, söz konusu
cümlesinde şöyle demektedir:
“Allâh sana merhamet etsin, bil ki ey
hevesli, muhakkak ki ben, gizli, rumuzlu Mushaf’ı tedkîk ettiğimde, onda
cinlerin hizmet etmelerini sağlayan bu on iki yolu buldum. Onların her birisi
için sırları ince olan Süryânice büyüler vardır…” (et-Tilemsânî, Şumûsü’l-Envâr, s. 115.)
İbnü’l-Hâc et-Tilemsâni’nin yukarda kaydettiğimiz cümlesinde,
cinleri insanların itaatine almayı sağlayan büyülerin Süryânice olduğunu
söylemesi ve bu işlemi yapmak için okunacak şeylerin ve cinlerin isimlerinin
Süryânice olması, bu hurafelerin kaynağının İslâm değil, Hristiyan Süryanî
kültürü olduğunu göstermektedir. Bu da bu konudaki, büyü, sihir ve hurafelerini
Bâbil, Asur, Eski Mısır, Süryanî vs. kültürlerden geçmiş olduğuna dair
yukardaki görüşümüzü doğrulamaktadır. İbnü’l-Hâc et-Tilemsânî de, Süryanî
kaynaklarından aldığı bu malzemeyi, aralarına biraz İslâmî kültür karıştırmak
suretiyle kitabına doldurmuştur. Kendisinin, Şiî ya da Bâtıniye mezhebinden
olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü cinleri itaate almak için on iki yol
olduğundan bahsetmektedir. Bu da onun Şiîliğin îsna Aşeriye (on iki
imam/İmâmiye) koluna mensup olabileceğini düşündürtüyor. Gizli, şifreli Mushaftan
bahsediyor, bu da kendisinin bâtınî kökenli olabileceğini hatıra getiriyor. Halbuki Kur’ân apaçıktır, ortadadır, onun saklısı gizlisi,
şifrelisi, insanlardan saklanılan bir yönü yoktur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem, onu Allah Teâlâ’dan aldığı gibi tebliğ etmiştir. O’nun (sallallâhü
aleyhi ve sellem.) vazifesi de sadece tebliğdir. Bu husus bizzat Kur’ân-ı
Kerim’in ifadeleriyle sabittir. Aksini iddia etmek, peygamberlerin tebliğ sıfatına aykırıdır
ve insanı sapıklık ve küfre götürür. Bu açıdan Kur’ânın mıi’minlerin bildiği
manasından başka anlamı olmadığı gibi, onun müslümanların bazılarına bildirilip
çoğundan saklanan gizli yönleri, şifreleri vs. de yoktur. O, bir sihir ya da
büyü kitabı değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de, bir sihirbaz
ve büyücü değildir. Kur’ân, insanları aydınlığa, berraklığa, sağlam düşünmeye,
hayatı ve eşyayı gerçek yönleriyle tanımaya sevkeden bir kurtuluş rehberidir.
Bunların aksini iddia etmek saçmalıktır. Bu hususta Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu
yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur.
Doğrusu Allah kâfirlere yol göstermez.”( Mâide,
5/67.)
“Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin, karşı gelmekten
çekinin; eğer yüz çevirirseniz bilin ki, Peygamberimize düşen sadece açıkça
tebliğ etmektir. ”( Mâide, 5/92.)
“Peygamber’in görevi sadece tebliğ etmektir. Allah, sizin
açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de bilir.”( Mâide, 5/99.)
“Kur’ân’ı şeytânlar indirmemiştir. Bu onlara düşmez, zaten
güçleri de yetmez. Doğrusu onlar valiyi dinlemekten uzak tutulmuşlardır.”(Şuara, 26/210-213)
“Ey Muhammed Öğüt ver, Rabbinin nimetiyle Sen, ne kâhinsin ne
de delisin.”( Tür, 52/29)
Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli âyetlerinde gaybı Allah’tan başkasının
bilemeyeceği haber verilmektedir:
“Gaybın anahtarları O’nun katindadır, onları ancak O bilir.
Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, Yerin karanlıklarında olan
taneyi, yaşı kuruyu -ki apaçık kitap’dadırancak O bilir.”( En’âm, 6/59.)
“Göklerin ve Yerin gaybı Allah’a aittir.”( Nahl, 16/77.)
“De ki: ‘Göklerde ve Yerde gaybı Allah’tan başka bilen
yoktur.”(Nemi, 27/65)
“O, gaybı bilendir, gaybma da kimseyi vâkıf kılmaz.” ( Cin, 72/26)
“Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil mi?, diyorlar. De
ki: ‘Gayb Allah’ındır. Bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.” (Yunus, 10/20)
Bu âyetlerin ışığında gaybı Allah’tan başkasının bilmesinin mümkün
olmadığı ortaya çıkmaktadır. Yine Kur’ân-ı Kerîm’den, kendisinden başkasının
vâkıf olması mümkün olmayan gaybı, Allah’ın dilediği peygamberlerinden
bazılarına bildirdiğini öğrenmekteyiz:
“…Allah size gaybı bildirecek değildir, fakat O,
peygamberlerden dilediğini seçip, ona gaybı bildirir.” (Âl-i lmran, 3/179.)
Kaynaklarımızda yer alan bazı hadislerde de, Allah’ın,
peygamberlerin dışında dilediği bazı kullarına da ilham ettiği haber
verilmektedir. Nitekim bu konuyla ilgili olarak Hz. Âişe ve Ebu Hureyre’den
bazı rivayetler gelmektedir. Hz. Âişe’den nakledilen hadise göre Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Sizden önceki ümmetler içinde bir takım Muhaddesûn
(Kendilerine Allah tarafından söz söylenilen/ilham edilen) kişiler var
olagelmiştir. Eğer benim ümmetim içinde de bunlardan bir kimse bulunursa, Ömer
b. el-Hattab muhakkak onlardandır.”( Müslim,
Fedâilu’s-Sahâbe, 23.)
Ebu Hureyre’den gelen rivayette ise Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem
“Sizden önce gelip geçen insanlar içinde İsrailoğulları’na
mensup öyle kimseler vardı ki, onlar Peygamber olmadıkları halde kendilerine
(Allah tarafından) söz söylenilirdi. Eğer ümmetim içinde de bunlardan bir kimse
bulunursa, o da Ömer’dir.” ( Buhârî, Fedâilü Ashâbi’n-Nebî, 6.) buyurduğu haber verilmektedir.
Burada konumuz, insanların gaybı bilip bilemeyecekleri, hususu
değildir. Yukardaki âyetlerde gaybı Allah’tan başkasının bilemeyeceği,
Peygamberlerinden dilediğini gayb konusunda bilgilendirdiği açıkça
anlatılmaktadır. (Gayb konusunda ciddi bir araştırma için
bkz. Halis Albayrak, Kur’ân’da Insan-Gayb ilişkisi, s. 238-248.) Peygamberlerin dışında diğer bazı kimselere de ilhâm yoluyla
bazı hususları bildirdiği yine yukardaki hadislerden anlaşılmaktadır. Ancak
keşf ve ilham türünden olan bu haberlerin peygamberlerin vahiy yoluyla aldıkları
haberlere denk olamayacağı açıktır. Bunlar, dinde hüccet olmadıkları gibi,
bunların delil olarak alınıp, hüküm çıkarmada kullanılması, bunlarla amel
edilmesi caiz değildir. Bunlar sadece ilgili kişiyi bağlar, başkaları bunların
doğruluğunu tasdik etmeye zorlanamaz.
Cinler de gaybı bilme konusunda insanlardan farklı durumda
değildir. Onlar da gaybı bilmezler, bilgileri de gördükleri şeylerle sınırlı
olup, geleceği ve meydana gelen olaylardan kendilerine gizli kalan şeyleri
bilemezler. Cinlerin gök katlarına çıkarak, meleklerin konuşmalarını dinleyip
kulak hırsızlığı yapmamaları, çaldıktan haberleri kâhinlere iletmeleri Allah
tarafından yasaklanmış, Gökler şihâblarla korunmuştur. Kur’ân-ı Kerim’de yer
alan âyetlerden, kulak hırsızlığına teşebbüs eden cinlerin şihâblarla imhâ
edildiği anlaşılmaktadır. Bunun hikmetinin, gaybdan haber verdiklerini ileri
süren kâhinlerin, peygamberlik taslayarak insanları saptırmalarına engel olmak
olduğu açıktır.
Hz. Süleyman’ın vefatında bahseden bir âyet, cinlerin gaybı
bilmediklerini açıkça ifade etmektedir:
“Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini
yiyen kurt onun vefâtını cinlere farkettirdi. O, ölü olarak yere düşünce ortaya
çıktı ki, şayet cinler görülmeyeni bilmiş olsalardı, alçak düşüren bir azâb içinde
kalmazlardı.” (Sebe, 34/14)
el-Âlûsî, bu âyetin tefsiriyle ilgili olarak, gaybın sadece
istikbalde meydana gelecek olaylara tahsis edilemeyeceğini, vukua geldiği halde
kişinin bilgi sahibi olamadığı şeylerin de gaybın muhtevasına girdiğini
söylemektedir.( el-Âlûsî, Rûhu’l-Me’ânî, XI, 124.)
İslâm öncesi çağlardan günümüze kadar bir takım kimseler, cinlerle
irtibat kurduklarını, kendilerinin dostu olan ya da emirleri altına girmiş olan
cinlerin onlara bir takım gaybî haberleri bildirdiklerini iddia edegelmişlerdir.
Ancak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Kâhin denilen bu kimselerin
verdikleri haberlere inanılmamasını emrederek, onlara bir şey sorulmasını
yasaklamışlardır: “Kim ki bir kâhine, ya da arrâfa gider ve onun sözlerini
tasdik ederse, Hz. Muhammed’e indirilene küfretmiş olur.”( Ebu Dâvud, Tıb, 21/3904; Tirmizî, Tahâret, 102/135; Ibn Mâce,
Taharet, 122/639.) Bu durumda,” ister yıldızlara bakarak,
ister cinle konuşarak, isterse remil yoluyla gaybdan haber verdiğini iddia
etsin, kâhine, müneccime, arrâfa bir şey sormak, onların, kaybolan ya da
çalınan şeylerin yerleri hakkında söylediklerini tasdik etmek şiddetle
yasaklanmış oluyor. Bu yüzden de cinlere, çalman şeyler hakkında soru sormak
caiz olmadığı gibi, onlardan alındığı iddia edilen haberlere inanmak da doğru
olmaz. Cinlerden alındığı ileri sürülen bu tür haberler şer’î ve hukukî bir
delil olamaz. İslâm’ın bu tür konularda delîl/beyyine olarak kabul ettiği
husus, âdil kimselerin şahitliğidir. Bu açıdan, günümüzde bir takım şahısların,
cinlerle irtibatlı, olduğunu söyleyen kimselere başvurarak, onlardan yitik,
kayıp ve çalınan şeyler hakkında bilgi istemeleri apaçık bir hatadır.
Sorularına karşılık olarak aldıkları cevapların da şer’î/hukukî bir delil
olması da söz konusu olamaz. (Bkz. M.
el-Hamîd, Rudûd alâ Ebâtîl, s. 210-212.)
Sh: 252-267
Kaynak: KUR’ÂN VE HADİSLERE GÖRE
CİNLER-BÜYÜ, Prof. Dr. Ali Osman ATEŞ, Beyan Yay. ,1995, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar