Print Friendly and PDF

DİYALEKTİK ANLAYIŞIMIZ

Bunlarada Bakarsınız



Asırlar var ki, hak yolda esneyerek, gerinerek, ileriye mi geriye mi gittiklerinin kontrolünden uzak bir hayat sürdürmeye razı olanların acıklı manzara­sıyla mümin gönüller yanıktır. Rasgele bir hayat sürdürmeyi âdet haline getirenlerin esef verici halde görülmelerine sebep, sadece teknolojideki geri kalışları değil, zihin tembelliklerinin sonucu olarak diyalektiklerinden habersiz yaşamalarının da tesirinin büyük olduğunu görürüz.
Batıl düşüncelerin bile diyalektiklerini kura­rak, toy entellektüellerin beyinleri üzerinde icrai saltanat ettiği şu son asırlarda, hak fikirlerin talip­lerine ne oluyor ki, atomdan daha tesirli olan diyalektiklerinden habersiz yaşamaya razı olmuş bir manzara arz ediyorlar?
Hakk’tan habersiz yetiştirildikleri için, mefkûre hasretiyle çırpınan bazı gençleri, kendi arzularıyla ve ıstırapları hesaba katmadan, hapse, ölüme sürükleyen müessir sadece seksüel dürtüler, despotik yaşantı vaatleri midir?
Zannetmiyoruz.
Güneş bilmez, mağara hayatı süren bir insan tasavvur edelim; ona, mum nasıl heyecan veren bir ışıksa, gerçek ve tabiî idealden habersiz, üstelik ideoloji apliğiyle kıvranan şaşkın genç adam da ay­nen öyle; önüne hazır lop olarak sunulan doktrinlere, yararlı olup olmadıklarına bakmadan, tadını da­hi düşünmeden, saldırgan bir iştiha ile sarılmaları öyle küçük tesirlerle meydana gelmiş değildir. On­ları batılda şartlandıran tesirlerin arasında, Kant ne kadar süfli derse desin, diyalektik gelmektedir. Kant'ın, aldatıcı ve gerçekle ilgisi olmayan düşünü­şe tahsis ettiği diyalektik, batılın elindeki mantık oyunlarından öte geçmeyen oyalayıcı bir fikir hare­keti olsa gerektir. Hakkı tanımamış olarak görünen Kant’ın tanıdığı diyalektik, batılın elinde oyuncak olan düşünce oyunlarından başkası olmayabilir. Nitekim Marksistlerin diyalektiği «metafiziğin tam karşıtı» olarak kullanmaya başlamaları, hem de us­taları Hegel’in idealizminin zıddına, gerçekten de diyalektiği süflileştirmekten de öte mütecavizleştirmiştir. Hatta, batılın en belirli şekilde tezahürü olan materyalizmin elinde bugün ki diyalektik, eşkıyanın boynundaki silaha benzemiştir.
Ne olursa olsun diyalektik, fikir hastalıklarına muafiyet kesbetmemiş toy dimağlar için o kadar cazibeli olmuştur ki, meşhur Barnard Shaw gibi­leri şöyle konuşturmuştur:
«Diyelim ki, bir insanın yirmi yaşında komünizmaya kapılmaması himarlık, fakat kırk yaşında komünist kalmak himaroğlo himarlıktır.»
Bunu başka bir şekilde vecizeleştiren «Fransızlar; 20 yaşına kadar sosyalist olmayanın kalbi 20 yaşından sonra sosyalist olanın da kafası yoktur derler» miş.( Bak: Yeni İstanbul, 6/12/1967, Tarık Buğra sütunu)
Yaşın ve tecrübesizliğin sürüklediği ataklığa sadece gençler düşer demek istemiyoruz tabii; her yaştan şöhret budalaları da felâketin pençesi­ne yuvarlanabilir. Onların cür'eti de insanları tesiri altına alabilir. Bunun en tipik misalini Shakespeare’nin kahramanı Hamlet’in hayıflanacak kendi ken­disine haykırdığı şu sözlerde bulabiliriz:
«Babam öldürüldü, annem lekelendi de yine her şeyi kendi haline bırakıyorum. Hâlbuki gözümün önünde, baş­larında ölüm dolaşan yirmi bin kişi var ki, boş bir şöhret hülyası arkasından yataklarına gidermiş gibi mezarlarına gidiyorlar; uğrunda döğüştükleri toprak ise bu dâvanın görülmesi için hepsini alamayacak. Ölenleri gömüp gizlemeye mezar yetişmeyecek ka­dar küçük; Ah, bundan sonra bütün düşüncelerim kanlı olsun, yoksa hiç düşünmeyeyim daha iyi!...» (Dünya edebiyatının ölmeyen üç tipi, Hamlet, Donkişot, Faust, J. Calvet. Çeviren, Suut Kemal Yetkin Sh: 17)
Bugünkü Türkiye’mizin geçirmekte olduğu buh­ranın sebeplerine bakarsak sıkıyönetim savcıları­nın resmî ifadelerinde de bir kısım gençlerin, fani ve ebedî helaklerini hazırlayan müessirlerde bu te­mayı (tekrarlanan konuyu) buluruz. (Devgenç; dosyası, Babıalide Sabah, mart 1972 den beri başlayan tefrika.)
Bâtılın elinde ki bu tem ve diyalektik ne kadar ustaca kullandığını, «Sıfır ve sonsuz» yazarı Arthur Koestler’in, ki bu kişi o zamanların aşırı sosyalisti ve militanı, bu yüz­den işkencelere katlananı olarak bilinir, şu sözle­rinden anlarız:
«Pariste bütün entellektüeller, diya­lektik yiyip içiyorlardı âdeta. Katoliklerle karışan kartezyanizm (Descartes felsefesine inanan) lar tamamen apayrı bir aydın sınıf imal etmişti.»( A. Koestler'le bir röportaj, Çev: Ergun Göze, Türk Edebiyatı, sayı: 2, 1972)
Teknik gücü kapitalistlerden hiç de üstün olma­dığı halde, komünistlerin bugün dünyanın takriben yarısına hükmeder görünen manzarası, onların di­yalektiği kapitalistlerden daha kurnazca kullandıklarına âlamet olsa gerektir. Bütün batıllar (kapita­list batıl da, komünist batıl da dâhil) diyalektiğin gücünü anlamış olacaklar ki, ona büyük önem ver­miş görünüyorlar. Soğuk harp denilen kavga bugün bu diyalektikler arasında cereyan etmektedir. Bu uğurda harcanan emek ve sermayenin ateşli harpler­den az olmadığını tahmin edebiliriz.
Bu kadar tesirli bir fikir silâh olan diyalektik nedir ki bugünün İslâm âlemi ekseriyetle ondan habersiz yaşar hale gelmiştir. Bâtıl, elindeki bu çok müessir silâhla İslâm âleminin fikir hareketlerini o derece baskı altında tutar görünmektedir ki, birçok zavallılara ileri hamleleri gericilik hareketi gibi göstermiş ve güzel karakter atılımlarına da tutucu­luk dedirtmiştir. Hem de bu işi umumiyetle müslümanım diyebilenlere yaptırmıştır. Bugün aydın geçinenlerin büyük çoğunluğu, ileriyi, ilerisini gaye edinen yüce İslâm idealini geri görüyorsa, bu ken­diliğinden olmamıştır. Bâtılın elindeki diyalektik, hurafe ve saplantıları İslâmın ilmî gerçeklerinden ayıramayan (gayrı faruk) beyinleri öylesine şartlandırmıştır, ki bu kafalara her asrın en modern ça­re ve en dinamik hamlelerini bünyesinde taşıyan İslâmın, değil taşıdığı ebedî saadet kefaletini ,dünya görüşünü dahi anlatabilseniz bile yine de dinlete­mezsiniz. Biraz da düşünce durgunluğunun tabiî bir neticesi olan soğuk havanın sebep olduğu bu don­muş beyinlerin buzlarını çözmek, ancak fikir hare­ketlerinin meydana getireceği hararetin (sıcaklı­ğın) derecesine bağlıdır.
«...Ruhun diyalektikle yetkin bilgiye yükselmek yolu vardır. Her şeyde hakikata erişemiyorsa bu kendi gücünü kullanamamasındandır» (“Yanlış üzerine deneme”, Vıctor Brochard, Çev: Hamdi Ragıp Atademir Sh: 28) diyen garplı düşünürün bu sözlerinde biraz da insanlara musallat olan fikir hareketsizliğinden gelen bu so­ğukluğa zihin tembelliğinin sebep olduğunu söyle­miş olur, ki doğrudur.
Her harekette beklenen bir hararet ve her sü­kûnda muhtemel bir soğukluk beklenildiğine göre, donmuş beyinleri açmak ve onlara beşerî şefkatin sıcaklığını getirmek için düşünceyi aksiyona geçirmek lüzumu ebetteki vardır.
HAYRET EDİYORUZ
Biz, müminlerin tefekkür sisteminde bu sıcak­lığı ararken bazı müslüman müdafiî düşünürlerin yazı ve sohbetlerinde, karşı görüşün diyalektiği ile dâvalarını savunur gördükçe hayret eder dururuz. Acaba
«Düşmanın silâhıyla silâhlanınız» düsturu, her zaman ve her konuda geçerli mi sanılmaktadır?
İslâmın dışında kalan takdim şekillerini, düşünüş tarzlarını kullanmak mecburiyeti nereden doğuyor?
 Materyalist diyalektik, tarihî maddeciliği postulat (temel prensip, esas ilke) edinerek inkârdan hareket ediyorsa, müslüman da inkârdan mı başlar izahlarına?
Sövgüye sövgü ile karşı çıkmak biraz da çocukça bir iş olacağını dü­şündürmez mi bize?
Marks maddeciliği, Durkaym (Durkheim) ce­miyeti, (Froyd) Freud seksüel içgüdüleri, Ogüst Kont (Auguste Comte) pozitif dediği safsataları putlaştırırken izahlarının dayandığı temel kaynağın şu olduğu görülür:
Onlara göre, insan tek hücreli­den başlamıştır, görüşü esas alınmalıdır. Yani, ilk insan, tabîi ayıklanma kanunu (Nature selection) gereğince hayvanlıktan insanlığa geçebilmiş ve bugünkü seviyesine tekâmül edebilmiştir... Gayrı Kur’anî bu materyalist zorlamalara bakarsanız, in­san tabiat kanunlarına tabî olarak tekâmül edegelen bir maddeden ibarettir. Darvvin’de bir bilgi siste­mine kavuşturduklarını zannettikleri bu ilim dışı teorinin (nazariyenin) fikrî bir haysiyeti var sanılın­ca, Kur’anı Kerimi buna göre tevile çabalamak gibi çıkmaz bir strateji (savaş yolu) takip edenler çıkı­yor ortaya. (İslâmda Dini Tefekkürün yeniden teşekkülü, Muhammed İkbal, Tercüme eden: Sofi Huri. Sh: 139-153)
Hani İslâmî kaynakta insanın su ve toprak karışımı (balçıktan) (Hıcr suresi : 26) yaratılığı haberi var ya, işte bu noktadan hareket ederek, maddeci­lerin, hayatın sudan ve tek hücrelilerden gelişerek başladığını; insanın atası hayvan olduğu hakaretini, nerdeyse tasvip eder bir temayülle telife çalışıldığı maâlesef hissedile gelmiştir.
Bizim bu esefimize ayrı bir yönden; materya­list bir esintiyle katıldığını gördüğümüz Prof. Dr. Adnan Adıvar, «...İstanbulda gündelik bir gazetede İbrahim Hakkı’nın, Darwn’den yüzyıl önce evrim teorisini keşfetmiş olduğuna dair bir makale çık­mıştı. Makalenin Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya atfettiği bu keşif meselesi» ni tetkik ettiğini «Paris’te Bibliotheque Eationle’de bulduğunu üç cildini de saatlerce karıştır» dığını, «İbrahim Hakkı’ya dair bir şey bulamadığını, yazarın kendisine pek kıymetli saatler kay­bettirmiş olduğunu yana yakıla kaydettikten sonra der ki: «Bir kere bu bilgiyi aktaran yazar, İngiliz yazarı Goldsimith değil Goldschmidt’tir. Sonra Marifetname sahibi İsmail Hakkı değil İbrahim Hakkı­dır. Kendisi XVII. yüzyılda değil XVIII. yüzyılda ye­tişmiştir; bu yazar coğrafyacı değil ansiklopedik eser yazan bir şeyhtir... Öte yandan, liseler için yazılan bir kitapta bu gibi yanlış bilgilerle modern evrim teorisinin İbrahim Hakkı’ya atfı, romantik mil­liyetçiliğin bazı aydınlarımızı sürüklediği yanlış bir düşünce sonucudur.» (OsmanlI Türklerinde İlim, A. Adnan Adıvar, Sh: 167) Koca Profesörün modern dediği gayrı İlmî bir nazariyenin, İbrahim Hakkı gi­bi hüsnü zan ettiğimiz bir müslümana ait olmayışı bizleri nasıl tatmin ederse, Adnan Adıvar gibileri de böylesine, sözde ilim (!) adına endişelere sevkeder.
Dikkat edersek görürüz ki, son asırların düşün­ce yapısına musallat olan şu materyalist diyalektik, sonunu karanlık bir çağa götürerek, metafizik bir uçta gizlediğini farkettirmemeye çalışır. Baş ve so­nu bir (hiç) te karar kılmaya mahkûm bu demago­jik diyalektiğin zaafının farkına varamayan, hurafe ve yobazlığa düşmüş Hıristiyan, Yahudî ve benzer­leri, sözde bu (bilimsel) yakıştırmalara karşı mah­cup ve mağlup olabilirler; Ancak, müslümanım di­yen bir mütefekkirin bu oyuna gelmesi nasıl olur?
İnsan, tebliğ edilen Kur’anı Kerim’in âlemlerin yaratıcısı tarafından gönderilmiş mesajlar olduğuna inanırsa müslümandır. Bir insan, hem müslümanım diyecek, hem de İslâmın temel kaynağı vahye zıt düşecek nazariyelerde de doğrular olabileceğini ta­savvur edecek, böylesine bir mantık olur mu?
Allah Teâlâ Kur’anı Hakim’inde insana tebliğle­rini yaparken yaratılışı da bildirir: İnsan en güzel yaratılmıştır. (Tin suresi : 3) İnsan, kerim olarak yaratılmıştır. (Isra suresi) İlk insan Hz. Adem aleyhisselâmdır, aynı za­manda yaratılmışların seçilmişlerindendir... (Bakara: 31, Ali îmran: 33,) Hani, vahiy kaynakların neresinde nebatdan, hay­vandan tekâmül etme? Kur’ana göre ilk insan kâmil­dir; Öylesine bir kemaldedir ki, melekler böyle bir yaratılıştan dolayı secde ile emrolunmuştur; (Araf suresi : 11) yaratıcısının halifesi olmak gibi çok şerefli bir istidâd taşımaktadır; hatalı oluşu sonradır. Yani, kemal evvel, nakiseler sonradır. İyilik esastır insanda kö­tülük, bu iyiliğe teşekkür edemeyen kimselerde arizî olarak sonradan tezahür etmiştir...
O halde, postulat’ı (aklın kabu!e mecbur oldu­ğu hakikati) vahîy olan müslümar diyalektiğinin hareket noktası; kemal evvel, nakise sonra, esasın­dan başlar. Tekâmülü sonra olan fosilli diyalektik­lerin menşeinde, fikre vurulan hainane darbelerin farkına varmamak, Allah Teâlâ’yı hatırlamaktan gafil olma­nın bir neticesi olsa gerektir. Fikrî ve amelî davra­nışlarında rabbını unutmamak demek olan (zikr) bunun için bütün ibadetlerin başıdır. Mümin düşü­nürler bu büyük ibadetten gaflete düşmedikçe bâ­tılı postulat edinen diyalektiklerin tesir sahaların­dan korunabilir ve kendisinin hakka dayalı diyalek­tiğinin gücüyle şeref kazanır. Aksi halde Hegel'in, Engels’in v.s. nin fikir kisvesine bürünen arzularına boyun eğmek zilletine düşmek tehlikesiyle karşı karşıya kalır...
Erzurum, halk eğitim merkezinde (İktisat Anla­yışımız) konulu konferansımızı yaparken Hegel’in (tez) yani dâva, (antitez) yani aksi dâva, (sentez) yani neticei dâva şeklindeki teoremiyle (önerme = dâva) ve bir de tarihî maddecilik dedikleri tarihî tekâmülün materyalist görüşle izahı usulüyle insan­ların karşısına çıkarlarsa, ideal arayan genç adam, normal düşünce sistemini heyecanlarıyla hapsetti­ği için hak’tan hakikatten habersiz yaşıyorsa, bu ba­sit ve fâsit diyalektiklerin tuzağına düşmemesine sebep kalmaz, demiştik. (İslâmda îktisat Anlayışımız, M.S. Çekmegil, Sh: 34) Bir kısım batıcı düşü­nürlere göre idealist, bir kısmına göre romantik, ba­zı materyalistlere göre de sempatik gelen bu basit izahın fikrî değeri nedir? Ölümüne yakın bir zaman­da: «Beni bir kişi anladı, o da yanlış anladı.» (İlim ve Din, Adnan Adıvar, Sh: 419) dediği rivayet edilen Hegel’in (diyalektik usul) ü Fichte, Schelling gibi filozoflar tarafından da kulla­nılan bir yanlış teklif (kaziyye), ilmi yolda doğruyu arayan müslümanlar tarafından nasıl kabul edilebi­lir?
Batıcıların takdimine göre, «Önce genel ve so­yut bir tasarımla (tez) düşünmeye başlanır; Sonra bunun bozucusunu (antitez) düşünürüz ve nihayet bu iki öncülü bir terkibte birbiriyle uyuşturarak bir­leştiririz ki buna da terkip (sentez) deriz. Meselâ eski Yunan filozoflarından Parmenides varlığın de­ğişmez olduğunu, halbuki Herakleitos, onun aksine, varlığın sonsuz bir değişmeden ibadet bulunduğunu söyledikleri halde atomcu filozoflar bazı şeylerin değiştiğini ve bazı şeylerin olduğu gibi kaldığını söylemişlerdir. İşte bu tablo bir çeşit tez, antitez ve sentezli diyalektik usulünün bir örneğidir. Sen­tezle meydana gelen kavram, yeniden bir tez gibi bir antiteze lüzum gösterir ve bu ikisinden bir sen­tez daha yapılır.» (Tarih boyunca İlim ve Din, Adnan Adıvar, Sh: 418) Ve böylece insan zekâsı, dö­nen ve karışan düşüncelerle döner durur. Düşünme­sini bilenler için bu diyalektik bir gerçeklik ifade eder mi? Bilinen şu ki; insanoğlu için bir ana tez; Vahye muhatap olmadaki izzeti idrâk eden normal akıl, ve bir de antitez; anlayamadığını inkârdan baş­ka bir çareyle karşılamayan ve kendisinden başka muhatap tanımayı reddeden megalomanî hastalığına düşmüş anormal akıl. Yani vahyi esas alan tefekkür sistemine tez diyebilirsek, felsefenin yozlaşmış, ka­tılaşmış doğmalarına saplanıp kalan materyalist dü­şünce anarşisine de antitez demek doğru olur. Yani müminde tez, münkirde de antitez vardır.
Tarihe bu fikrî açıdan bakacak olursak; hangi gün, ve hangi yerde tez olan imanla, antitez olan inkâr birbiri ile, bırakınız anlaşmayı, barışarak bir sentez meydana getirmişlerdir? Bilâkis, iş tam on­ların iddiasının aksine cereyan edegelmiştir. Dünya kurulalı müslüman olan saidler ile, keferelerden olan şakiler mücadele edegelmişlerdir. İman dâva­sıyla küfrün aksi dâvası nasıl bir terkiple senteze razı olabilir, ki Cenâbı Hakk, müminlerine dünyanın en küçük köşesinde küfrün neticesi olan zulüm, fit­ne ve anarşiyi enterne ederek adaleti ikame edin­ceye kadar mücadeleyi emrediyor. İlâhî emirleri inkâr edenlerin müslümanlıkla ilgisi kalmaz; tabîatıyla antitez olur. Aksi de öyle; Vahyî emirlerin doğruluğunu tasdik edenler de mümin olmuş olurlar ki, antitezlikten kurtulmuş olarak tez olurlar. Yani her hali kârda, müslümanlarla müslüman olmayan­lar arasında herhangi bir sentezin söz konusu olma­sına imkân ve ihtimal yoktur. Hem Aristo’nun dedi­ği gibi: «Yanlış varsa sentez vardır» (Yanlış üzerine Deneme, Victor Brochard, Çev: Hamdi Ragıp Atademir Sh: 24) MÜMİN­LER İÇİN İSLÂMDA YANLIŞ GÖRMEK, İMANDAN ÇIKMAK OLACAĞINA GÖRE, İSLÂMİYYET SENTEZE İHTİYACI OLMAYAN (TEZ) DİR.
Böyle iken, müslüman adını isteyerek taşıyan nice insanın bu diyalektiğin, tez, antitez, sentez sözcüklerini İslâm içinde de lüzumlu imiş gibi, ay­dın edasıyla gevelemekte olduklarını görürüz...
Hele Marks’tan kopya edilen şu mesnedsiz id­diaya bakın : «Her şeyden önce, yaşamak ve yaşa­mak için de üretimde bulunmak gerekir. Üretimde bulunmak için de ister ilkel, ister gelişmiş olsun. âletlere ihtiyaç vardır.» (Sosyalizm ışığında Bilim ve Diri, Cachin, Çev: Yaşar Akyol Sh: 29) Materyalistlerin hiç­bir esasa dayanmayan, sosyalizme temel yaptıkları bu doğmalarının ne kadar tutarsız olduğunu anla­mak için insanın âllame olmasına ihtiyaç yoktur; normal bir muhakeme onun çürüklüğünü hemen an­layabilir :
Birincisi, insan cinsi, yaşayan canlıların belki milyarda birini teşkil edemez, yaşayanların çok büyük çoğunluğu yaşamak için bizzat üretimde bu­lunmazlar. Çünkü buna ihtiyaç yok. Çünkü münkir­lerin tabiat dediği, fakat bu tabiata bu güç ve düze­nin nereden geldiğini izah edemediği Vacib’ül vücud, her canlının yaşamasına yarayacak şeyleri de yara­tıyor. Meselâ, kuzunun emdiği sütte kendisinin na­sıl üretme cehti yoksa, anası olan koyunun da ye­diği ot için bir üretme tedbiri görülmez. Hele hele, insanların dışında üretim aracı olacak âletleri imal etme zekâsı, milyarları aşan canlıların hiç birinde müşahede edildiği iddiasına rastlanılmamıştır. Böy­le iken yine de ömürleri boyunca yaşarlar ve yine de yaşamalarını sağlayacak nesneleri kendileri imal etmeden bulurlar. Bunun böyle olduğunu uçan kuş­tan tutun da yerde sürünen solucana kadar, hatta en küçük böceklere kadar her canlıda görebiliriz.
Yalnız insanoğlunda gördüğümüz çaba ve gay­ret, çoğu zaman düşünülmediği için farkında olun­maz ama, yaşamaları için değil de psikolojik tatmin­leri içindir. İnsanların rahata ihtiyaç hissetmeleri­nin tabiî bir neticesi, elde etmeye çalıştıkları kon­for, diğer canlılar üzerinde hükümran olmak, hatta kendi aralarında birbirleri üzerine, küçük veya bü­yük, sulta kurmak için değil de nedir?
Öyle ise insanlar, yaşamak için üretim ve üre­tim âletlerini imal ettiğini zanneder ama düşünün­ce, üstünlük sağlamak ve kendilerinden başka her şeyi daha rahat sömürmek için çırpınıp durduğunu anlar. Ve bu çırpınmaların meyvesi olarak her dö­nemde yeni bir âlet keşfettiğini görür. Eğer insanların yaşamaları için üretim âletlerine ihtiyaçları ol­duğu görüşü doğru olsaydı, bugünkü âletlere sahip olmayan, ilkel dedikleri insanların daha kısa ömür­lü olmaları gerekirdi. Çünkü onların bugünkü kadar modern âletlere sahip olmadıkları malûm. Böyle ol­duğu halde iş tamamen tersinedir; ilk insanların daha uzun ömürlü olduklarını biliyoruz. Durum bu iken, maddecilerin yukardaki iddialarını tekrarlama­ları, gerçekleri anlamadıklarını yahut da anlamak iş­lerine gelmediğini gösterir.
«İnsan, bu meçhul» adlı eseriyle Alexis Carrel insanın henüz tanınmadığını itiraf eder. Ancak Ademoğlunun, ebedî olmak, üstün gelmek arzusuyla bü­tün yaratılmışlardan apayrı bir haysiyet taşıdığını kimse görmemezlikten gelemez. İnsan böylesine bir fıtratla iyiye yönelirse her türlü sömürü düze­nine, zulme karşı çıkan bir kişilik kazanır; kötüye âlet olursa, insanlığın başına belâ olan istismarcılı­ğın çeşitlerinden birinin hastası olur. Meselâ; fer­dî kapitalizm âfetinden kurtulmak isterken bu sefer beşeriyeti, devlet kapitalizmi gibi kurtuluşu daha zor olan bir belaya sürüklediğinin farkında olmaz. Hatta, bırakın başkalarını, kendi kendisini dahi, böylesine zalim bir kölelik düzeni için, körükörüne feda eder...
Bir gün, kapitalizme karşı olduğunu (içtenlik­le) iddia eden bir genç görmüştüm:
·        İslâm, kapitalizmi reddediyorsa, neden müslümanlar bu sömürü düzeniyle aynı paralelde gözüküyorlar, diye sordu.
·        Aynı paralelde oluşu surda dursun; mümin­ler kapitalizme karşı fikir mücadelelerini bütün güç­leriyle yürütürler, dedim.
·        Hayır, dedi, siz mücadelenizi ancak bizimle yapıyorsunuz; biz sosyalistler bu âdi sömürü düze­nine karşı çıkarken, siz de bize karşı çıkmıyor mu­sunuz?
·        Nasıl? dedim.
·        Nasılı var mı, bize karşı değil misiniz san­ki? dedi
·        Evet karşıyız, dedim.
·        Nasıl oluyor da kapitalizme karşı oluyorsu­nuz öyle ise, dedi.
·        Kapitalizmin en zaliminden, öncelikle kurtul­mak ve insanları bu despotik düzenin hissî telkin­lerine karşı uyarmak için düşüncelerimizi gücümüz ce kamuoyuna arzediyoruz ya, dedim.
·        Belki sen ve senin gibi birkaç müslüman kapitalizmi de tenkid ediyorsunuzdur. Ancak daha çok bize yükleniyorsunuz; oysa biz batı blokunu ka­sıp kavuran, Amerika’nın temsil ettiği kapitalizmle savaşmanızı da isterdik, dedi.
·        Dedim ki, yalnız size yüklendiğimiz iddiasın­dasınız. Şahıslarınıza niçin yüklenelim, Biz müslümanların kişilerle değil, fikir zannedilen sapık ar­zularla olmalıdır savaşı. Siz kapitalizmin en aman­sız düzenini arzulamasaydınız fikrî mücadelemizde sizi niçin öne alalım?..
·        Biz mi kapitalizmi arzuluyoruz yani? dedi.
·        Evet; söz, yazı ve davranışlarınızda bu açık­tır, dedim.
·        Ya siz İlmî sosyalizmi bilmiyorsunuz, ya da bizi kızdırmak için böyle konuşuyorsunuz, dedi.
·        Hayır, dedim, siz adına ne derseniz deyiniz; arzuladığınız tarz ve şekil biraz Rusya’dakine, bi­raz Çin’dekine benzemez mi?
·        Eh, biraz biraz, dedi.
·        Aynı zamanda siz, ağalara, patronlara, özel sektöre karşı olduğunuzu da zannediyorsunuz her­halde, dedim.
·        İliklerimize kadar kapitalizmin her çeşidine karşıyız; zannediyorsunuz ne demek!? dedi.
·        Şu demek ki, dedim, kapitalizme karşı çık­tığınızı içtenlikle kabul ediyorsunuz, ama bilmeden onun en şerlisine dâvetiye çıkarıyorsunuz, haberi­niz yok.
·        Siz ne söylüyorsunuz, neler iddia ediyorsu­nuz biliyor musunuz, dedi.
·        Batı blokuna neden kızıyorsunuz; sermaye­dar patronlar, toprak ağaları gibi sömürücüleri ko­ruyan bir düzenin savunucuları oldukları için değil mi, dedim.
·        Evet, dedi, hoş anamı babamı öldürmediler ya!
·        Peki, oralarda çalışan işçi, ırgat, dar gelirli­ler bu patronların ve ağaların yanında çalışmak is­temezlerse ne yaparlar? dedim.
·        Ne yapacaklar, bir başka patronun, bir baş­ka ağanın yanına giderler. Kapitalist düzenin karak­teridir bu; fakir fukara ağalardan ağa beğenmek mecburiyetindedirler, dedi.
·        Yani o fakir fukara ağalardan biriyle çalış­mak istemezse, diğer bir ağa bulabilir. Yani nispeten patron seçebilmek hürriyeti var denilebilir de­ğil mi?
·        Eh, işte o kadarcık bir şey, dedi.
·        Peki, bir toplumda patron tek ve güçlü olur­sa, o fakir fukara ikinci bir patron bulamayacağına göre ne yapacak? dedim.
·        Olmaz öyle şey, dedi.
·        Nasıl olmaz, işte Rusya, işte Çin v.s. ora­larda devletten başka patron var mı dedim.
·        Yok ama, dedi, o geçici bir aşamadır. So­nunda devlet de kalkacak ortadan insanlar tabiattan ortaklaşa istifade edecekler.
·        Yani ormandaki yaratıklar gibi, öyle mi? de­dim.
·        Hayır, insanlar gibi, dedi.
·        Nasıl olur, dedim, devlet ve icra kurulları ortadan kalkarsa kuvvetliler zayıfları sömürüp dur­mayacak mıdır, aynen ormandakiler gibi?
·        İnsanlar tekâmül edince niçin olsun bu, de­di.
·        Siz insanları tanımadığınız için ütopyacı bir arzunun baskısı altındasınız. İnsanların tümünü bir­den doğru bir çizgide tutmak mümkün olur mu? Sa­dist karakterliler, aşırı muhterisler, deliler olacak­tır. Bunların diğer insanları rahatsız etmelerinin önüne kim geçecek, diye sorunca :
·        Aralarında güçlü bir heyet seçerek bu anor­mal insanları enterne ederler olur biter, dedi.
·        İşte buna en basit şekliyle devlet ve hükü­met derler, dedim.
·        Ne derseniz deyiniz bu zarurîdir, dedi.
·        İşte bu zarurî icra kuvveti tek başına işveren olunca rakîbi olmayan ve keyfine göre insanları çalışmaya mecbur tutan patron, devlet olmayacak mıdır? Orada insanlar fakir fukaralığa razı olma bahasına bile patron seçme hürriyetinden mahrum kalmayacak mıdır? Bu düzen şekli ise zulmün, köle­lik müesseselerinin en haysiyet kırıcısı değil midir? deyince :
·        Peki siz ne dersiniz, dedi.
Ona o zaman( İktisat Anlayışımız) daki, (İslâmda iş ve işçi meselesi) başlıklı bölümü tetkik etmesini söylemiştim.
O halde insanların diğer canlılardan farkı, ide­olojik ihtiyaçlara sahip olmalarıdır. Böyle olmasay­dı, diğer hayvanlar gibi midelerinin arzusu istikametinde tabiî olarak gideceklerdi; fakat üretim araçlarını temin etme şuuru olmayacaktı. Bunları düşünülebilsin diye söylüyorum. Yoksa müslümanın böyle bir endişesi yoktur. Zira o biliyor ki, ya­ratan onun yaşamasına yarayacak ihtiyaçları da (rızk) beraber yaratmıştır. Müslümanın gayreti; tembelliğin haram, çalışmanın ibadet olduğu şuuru­na malik olmasındandır. Bu şuur gereğince müslü man insanın İlmî ve teknik cehdi ve en modern vasıtaları temin için yapacağı bütün atılımları, ada­leti yeryüzüne hakim kılarak, her türlü kölelik dü­zenini, istismarı; kulun kula kulluğunu enterne et­mek içindir. Bu amel (aksiyon), gücü yeten ve im­kânı olan her mümine yaratıcısı tarafından veril­miş büyük bir vazifedir...
Böyle iken gel gör ki, bazı kimseler, müslüma nım diye diye, farkında olmadan Marks’ta yozlaşan bu materyalist felsefenin havarisi olmuştur. Bu ha­lin sebebi İslâm âleminin ekseriyetinin postulatlarından habersiz, ilmî çalışmalara sabırsız, fikir di­siplinine tahammülsüz oluşları değil de nedir?
Kısaca demek istersek, her müslüman gücünün, ölçüsünü bulmak ve ferasetinin izzet getirecek olan diyalektiğine (mantıkî tartışma sanatına) sahip ol­makla mükelleftir. Tetkikatımız bizi bu merkeze getirmiş bulunmaktadır. Allah a’lem...
İşte bunun içindir ki, hakka bağlı aksiyoner ze­kâ hamlelerinin ateşiyle, donmuş dimağların buzla­rını çözmeye yarayacak deva’lardan birinin adı, gü­nümüzde diyalektik olarak anılmaktadır, diyoruz.
O halde, hak yolda olanların her türlü imkânlarıy­la diyalektiklerine sahip olmaları gerekmektedir.
(İlmi hilafü cedel) olarak kaynaklarımıza ge­çen, (Fenni münazara) da diye tanımlanan ve son zamanlarda da (Eytişim) sözcüğü ile anılan «Man­tık prensiplerine göre tartışmak üzere fikirleri sıra­lamayı öğreten tartışma sanatı», «Bir fikirden diğer fikre geçmek ve fikirler arasındaki insicam (düz­gün söz) ve irtibatı dikkatle muhafaza etmek melekesi’ne (Dialectique) denmiştir. (Ansiklopedik sözlük ve Edebiyat ve tenkit sözlüğü.M.N. Özön)
«Diyalektik, Eski Yunan dilindeki konuşmak, tartışmak anlamına gelen (dialego) sözcüğünden çıkmış». Bu kelime daha sonra, biraz da beynelmi­lel bir mahiyet arzederek Türkçemize de girmeye başlamıştır.
Muhakemeli ve disiplinli fikrî tartışmaları man­tıkla kontrol altında tutmak maharetine diyalektik denilirse, onun sadece insana mahsus (özgü) olduğu­nu anlarız. İnsandan başka lojik (mantıklı) yapıyla yaratılan bir mahlûk (yaratık) olmadığına gö­re, bu anlayışımızın doğru olduğunu düşünebiliriz.
Lojistik kafa yapısıyla, iyiye, doğruya, güzele yönelen insan, yaratılmışların en üstünü; onu güzel kullanmayarak, kötüye, yalana, çirkine düşen insan da yaratılmışların en aşağısı olarak yaratıcısının karşısına çıkar. (Tin suresi: 56)
İşte diyalektik gibi insana has bir meziyyet, doğruya yönelince iyi, yalana alet olunca kötü bir arz (görüntü) olur. Tekrar edelim; Madem ki man­tığa hitap etme san’atı bu kadar lüzumlu, Hakk’a, hakkın bahşettiği saadete talip olanlar onu elde et­meğe, yani diyalektiğini kurmaya bu kadar mecbur­dur. Bu mecburiyet, insanı evvelâ bir düşünce haysiyyetine yükseltir. Fakat bu yükseklikte kalabilmek için de bir ölçüye sahib olmak zarureti vardır.
Ölçüsü olmayanlar, zihinlerini zorlayan lüzum­suz meseleleri kovmak ihtiyacını duymayabilirler.
Şüpheler, acabalar, çeşitli problemler yığın yığın... Bütün bu müşküller hallolmak için, kuyruğa dahi girmeye lüzum görmeden her aklı zorlayıp dururlar. Eğer insanoğlu onları sıraya koyacak bir fikir disip­linini temni edememişse ve onları değerlendirecek bir ölçüye sahip değilse, tabiatıyla bocalayıp dura­caktır. Tarihte ve günümüzdeki filozofların düşünce sisteminde görülen anarşi, işte bu bocalamanın ta­biî bir neticesidir.
Ölçüsüz adam, bahçesinin enini boyunu tesbit etmek isterse, elbette ki kendi adımlarıyla yapacak­tır bu işi; komşusu da kendi adımlarıyla... Komşulararası, insanlararası birçok ihtilâflar işte bu adımların, ayakların değişik boyda oluşlarından de­ğil de nedir?
O halde, müşterek (ortak) bir ölçü birimine sahip olmayan insanların ihtilafları, adımların sayısı ve ayak boyları adedince artacak uzayıp gidecek de­mektir. İşte, düşüncenin arzettiği bu manzaranın adı, felsefedir. Fikir, ancak hareket disiplinine gire­rek bir ölçü edindiği zaman ilmiliğe yönelen bir haysiyet kazanabilir, diyoruz. Değilse, iyi ve kötü arası bocalar durur...
Kaynak:
M. Said Çekmegil, Diyalektik Anlayışımız, Sanih Kütüphanesi Yayınları: Malatya,1972, sh:9-27
Sanih: Mübarek fiil, iyi iş; (ara.) er.  zihin ve düşüncede oluşup çıkan, fikre doğan.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar