DOĞU METAFİZİĞİ - RENE GUENON
Çeviren:
Ahmet Aydoğan
Bu konuşmanın konusu olarak doğu metafiziğini seçtim.
Belki kayıtlayıp sınırlamaksızın sadece metafizik demek daha doğru olurdu.
Çünkü o aslında özü itibariyle her türlü suretin ve mümkün her şeyin üstünde ve
ötesinde olduğundan ne doğuya ne batıya özgüdür, fakat evrenseldir. Onun
büründüğü dış şekiller ancak anlatılabilir olanı anlatmak için açıklama
gereğinin doğurduğu zorunluluklara hizmet eder. Bu şekiller doğuya veya batıya
ait olabilir; fakat farklılık görünümü altında her zaman en azından hakiki
metafiziğin var olduğu her yerde bir birlik temeli mevcuttur; bunun sebebi
gayet basittir:
hakikat tektir.
Eğer bu böyleyse doğu metafiziğini özel olarak ele
almanın gereği nedir?
Sebep şu ki batı
dünyasının mevcut zihnî/ fikrî durumu içinde metafizik unutulmuş, genellikle
göz ardı edilmiş ve hatta neredeyse bütünüyle kaybolmuş bir şeydir, oysa doğuda
metafizik hâlâ fiili bilginin^ konusu olmayı sürdürmektedir. Dolayısıyla
metafiziğin gerçek anlamı keşfedilmek isteniyorsa eğer doğuya bakılmalıdır;
hatta birçok bakımdan doğuya bugün olduğundan çok daha yakın olan batıda
eskiden mevcut olan metafizik geleneklerin bazısı yeniden ele geçirilmek
isteniyorsa bu her şeyden evvel doğu öğretilerinin yardımıyla ve onlarla
yapılacak mukayese sayesinde başarılabilecektir; çünkü bunlar metafizik
sahasında hâlâ doğrudan incelenebilecek yegâne öğretilerdir. Bununla beraber
bizzat doğulular onları nasıl inceliyorsa bu öğretilerin de öyle incelenmesi gerektiği
gayet açıktır ve az veya çok farazi, kimi zaman tamamen hayali olabilen
yorumlara kesinlikle kapılmamak gerekir. Şurası çoğu zaman unutulmaktadır ki
doğu uygarlıkları halen hayattadır ve ehil temsilcilere sahiptir; bahis konusu
meseleyle ilgili tam hakikati ortaya çıkarmak için kendilerinden bilgi edinmek
mümkündür.
Sadece Hindu metafiziği değil de "doğu
metafiziği" dedim, çünkü bu türden öğretiler zımnen delalet ettikleri her
şeyle birlikte, gerçek mahiyetlerini hemen hiç anlamayan bazılarının zannettikleri
gibi sadece Hindistan'da bulunmaz. Hindistan'ın durumu bu bakımdan hiçbir
surette istisnai değildir; geleneksel denilebilecek bir temele sahip olan bütün
uygarlıklar tam olarak böyledir. Bilakis istisnai ve olağandışı olan böyle bir
temele sahip olmayan uygarlıklardır ve hakikati söylemek gerekirse bizce [bu
vasfa sahip] bilinen tek uygarlık çağdaş batı uygarlığıdır. Sadece belli başlı
doğu uygarlıklarını almak gerekirse:
Hindu
metafiziğinin muadili Çin'de (Taoculukta) ve ayrıca İslam dünyasında bazı
tasavvuf tarikatlarında da bulunur. Ne var ki bu İslam tasavvufunun Arapların
büyük bölümü itibariyle Greklerden mülhem zahiri felsefesiyle ortak hiçbir
yanının olmadığını unutmamak gerekir. Şu farkla ki Hindistan dışında bu
öğretiler nispeten sınırlı ve kapalı bir seçkinler zümresine mahsustur. Orta
çağda batıda da durum böyleydi ve birçok bakımdan İslam tasavvufuyla
karşılaştırılabilecek ve İslam'daki kadar bütünüyle metafizik bir karaktere
sahip bir batınilik [esotericism] orada da vardı; modernler genel olarak bunun
mevcudiyetinin bile farkında değillerdir. Hindistan'da kelimenin gerçek
anlamında bir batınilikten söz etmek mümkün değildir, çünkü orada öğreti
bakımından bir batınilik zahirilik ikiliği yoktur; herkesin az veya çok
öğretide derinleşmesi ve yeteneklerinin elverdiği ölçüde ona nüfuz etmesi
anlamında—çünkü bazı kimseler için tabiatlarının parçası olan sınırlamalar
vardır ve bunların aşılması imkânsızdır—orada ancak doğal bir batınilikten söz
edilebilir.
Doğal olarak şekiller suretler bir uygarlıktan diğerine
değişebilir; bununla beraber Hint dünyasına ait olan şekillere her ne kadar
daha çok aşina olsam da gerekli olduğunda, belli meselelerin anlaşılmasına
katkıda bulunmaları halinde, diğerlerini de kullanmakta tereddüt etmem; bunda
hiçbir mahzur yoktur, çünkü bunlar aynı şeyin farklı anlatımlarından ibarettir.
Bir kez daha ifade etmek gerekirse hakikat tektir ve hangi yolla olursa olsun
bu anlayışa ulaşmış olan herkes için aynıdır.
Bunlar ifade edildikten sonra "metafizik"
sözcüğünün hangi anlamda kullanıldığının açığa kavuşturulması gerekiyor, hele
herkesin onu aynı şekilde anlamadığını sık sık belirtme lüzumu duyduğum için bu
çok daha fazla gereklidir. Öyle zannediyorum müphemliğe meydan verebilecek
sözcüklere yaklaşmanın en iyi yolu onları mümkün olduğu ölçüde asli ve kök
anlamlarına irca etmektir. Şimdi terkip ve teşekkülüne göre bu
"metafizik" sözcüğü lafzi olarak "fizik ötesi" anlamına
gelir, "fizik" de burada her zaman eskilerin nazarında sahip olduğu kabul
edilmiş anlamda, yani en geniş anlamında "tabiat bilgisi" olarak
alınır. Fizik tabiat alanına ait olan her şeyin, buna karşılık metafizik
tabiatın ötesinde yer alan şeylerin incelenmesidir. O halde bazıları nasıl
oluyor da metafizik bilginin gerek konusu gerekse elde edilmesinde kullanılan
melekeler bakımından tabii bilgi olduğunu iddia edebiliyor?
Burada tam bir
yanlış anlamayla, terimleri bakımından çelişkili bir ifadeyle karşı karşıyayız;
ve daha da şaşırtıcı olan bu karışıklığın gerçek metafizik hakkında bir fikri
muhafaza etmesi ve onu çağdaş filozofların sözde- metafiziğinden- açık biçimde
nasıl ayırt edeceğini bilmesi gerekenleri dahi etkilemesidir."
Mamafih denilebilir ki eğer bu "metafizik"
sözcüğü böyle bir karışıklığa meydan veriyorsa onun terk edilip yerine daha
uygun başka bir sözcüğün kullanılması daha isabetli değil midir?
Açık ki böyle bir
şey isabetsiz olurdu, çünkü teşekkülü bakımından bu sözcük ifade edilmek
isteneni tam olarak karşılamaktadır; ayrıca böyle bir sözcük bulmak pek kolay
değildir, zira Batı dillerinde böyle bir kullanıma aynı derecede uyarlanmış
başka bir sözcük yoktur. Bahis konusu olan par excellence bilgi olduğu ve onun
yüceliği ancak bu isimle ifade edilebileceği için, Hindistan'da yapıldığı gibi,
sadece "bilgi" sözcüğünü kullanmak da çıkar yol değildir, çünkü
bilgiyi münhasıran bilimsel ve akli olanla sınırlandırmaya alışmış olan
batılılar için bu işleri daha da içinden çıkılmaz hale getirmekten başka bir
işe yaramayacaktır. Ayrıca bir sözcüğün gördüğü suiistimal ve kötü muameleye
müdahale etmek illa gerekli mi?
Eğer bu tür
sözcüklerin hepsi atılmış olsaydı geriye ne kalırdı?
Yanlış anlama ve
yanlış fikir veya kanaat uyandırmadan uzak durmak için önlem almak yeterli
değil mi?
Başka herhangi
bir sözcüğe ne kadar bağlılığımız varsa "metafizik" sözcüğüne de
ancak o kadar bağlıyız, fakat onun yerini alacak daha iyi bir tabir
önerilemediği için onu önceden olduğu gibi kullanmaya devam edeceğiz.
Maalesef bilmediği şeyler hakkında "hüküm
verme" iddiasında olan ve "metafizik" ismini safi insani ve akli
bilgi (ki bu bize göre sadece bilim veya felsefedir) için kullandıklarından
ötürü doğu metafiziğinin de bundan fazla ve başka bir şey olmadığını zanneden
kimselerle karşılaşıyoruz; bunlar mantıki olarak bu metafiziğin gerçekte
herhangi bir özel neticeye götüremeyeceği sonucuna varırlar. Bu metafizik
onların sandığından tamamen başka bir şey olduğu için onun [istenen yere
götüren] müessir bir kılavuz olduğunu anlayamazlar. Onların tasavvur ettikleri
şeyin gerçekte metafizikle hiçbir ilgisi yoktur, çünkü o tabiat alanının bir
bilgisinden, zahiri ve dünyevi bir bilimden ibarettir; bizim konuşmak
istediğimiz bu tür bir şey değil. O halde "metafizik olan"ı
"tabiat üstü" olan ile eşanlamlı olarak kullanabilir miyiz?
Böyle bir
kıyaslama veya yaklaştırmayı kabule hazırız, zira tabiatın, bir başka ifadeyle,
bütün şümulüyle zahiri dünyanın (ve sadece onun son derece küçük bir
parçasından ibaret olan duyu dünyasının^ değil) ötesine geçilmediği takdirde
hâlâ tabiat alanında kalınmış olur. Daha evvel söylediğimiz gibi metafizik
tabiatın ötesinde ve üstünde yer alandır; bu sebepten ötürüdür ki ona gayet
yerinde olarak" tabiatüstü" denilebilir.
Fakat belli ki burada bir itirazla karşılaşılacaktır:
Tabiatın ötesine
geçmek mümkün müdür?
Açık cevap
vermekte tereddüt etmiyoruz:
bu sadece mümkün
değil fakat bir vakıadır da. Buna karşı da denilebilir:
Bu kuru bir
iddiadan ibaret değil midir?
Buna hangi
deliller gösterilebilir?
Bir bilgi türünün
mümkün olup olmadığıyla ilgili araştırma yapmak ve onu elde etmek için gerekli
çalışmayı üstlenerek bizzat doğrulamak yerine delil talep etmek doğrusu
tuhaftır. Bu bilgiye sahip olanlar için bütün bu tartışmaların ne faydası
olabilir?
Bilginin
kendisinin yerine bir "bilgi teorisi" koymak belki de modern
felsefenin en büyük iktidarsızlık itirafıdır.
Ayrıca her türlü kesinlik, izah ve ifade edilemeyen bir
şey içerir. Doğrusu kimse kelimenin gerçek anlamında şahsi bir çaba
göstermeksizin herhangi bir bilgiye ulaşamaz; bir başkası için yapılabilecek
olanların tamamı aynı bilgiye ulaşma fırsatını sunup, kullanılabilecek vasıtayı
işaret etmekten ibarettir. Bu sebepten ötürüdür ki saf akli / zihni alanda
herhangi bir inancı zorla benimsetmeye çalışmak beyhude olacaktır; dünyadaki en
iyi delil bu bakımdan doğrudan ve fiili bilginin yerini tutamayacaktır.
Şimdi anladığımız şekliyle metafiziği tanımlamak mümkün
müdür?
Hayır, çünkü
tanımlamak her zaman sınırlamaktır. Burada bahis konusu ettiğimiz şeyin kendisi
hakiki ve mutlak manada sınırlanmamıştır ve herhangi bir formül veya sistemin
içine sokulamaz. Mesela onun külli ilkelerin bilgisi olduğunu söyleyerek
metafizik kısmen tarif edilebilir, fakat bu kelimenin gerçek anlamında bir
tanımlama değildir ve ancak konu hakkında kaba bir fikir verir. Bu ilkeler
alanının, gerçekten metafizikle uğraşsalar da bu çalışmayı ancak kısmi ve eksik
biçimde yapmış olan bazı batılıların düşündüğünden çok daha büyük olduğu
söylenerek bu tarife ilavede bulunulabilir.
Nitekim Aristoteles metafiziği varlığı varlık olarak
bilmek diye tarif ederken onu varlıkbilim ile aynı kefeye koyar, bir başka
söyleyişle, parçayı bütünün yerine koyar. Doğu metafiziğine göre saf varlık ne
ilk ne de en külli ilkedir, çünkü o zaten bir taayyündür.^ Dolayısıyla varlığın
ötesine geçmek gerekir ve en büyük öneme sahip olan şey budur. Bu sebepten
ötürüdür ki bütün hakiki metafizik kavram / kavrayışlarda dile getirilemez
olanı göz önünde bulundurmak zorunludur:
nasıl ki ifade
edilebilen her şey ifadeyi aşan şeyle mukayese edildiğinde fiilen bir hiçse,
sınırlı olan da büyüklüğü ne olursa olsun Sınırsız olanla karşılaşıldığında bir
hiçtir. O ifade edilmekten çok ima / ihsas edilebilir ve bu harici şekillerin
oynadığı roldür. Bütün şekiller, ister söz ister remiz olsun, ancak bir
dayanak, onları kat kat aşan kavrayış imkânlarına yükselmek için bir istinat
noktası işlevi görebilir; buna daha sonra döneceğiz.
Maksadımızı anlaşılır kılmak için kullanacak başka bir
tabir olmadığı için metafizik kavram / kavrayışlardan söz ediyoruz, fakat
bundan burada bilimsel veya felsefi kavram / kavrayışlarla mukayese
edilebilecek bir şey olduğu sonucuna varılmasın. Burada bahse konu edilen
"soyut tabirler" değil, fakat keşfe / sezgiye dayalı doğrudan akıl üstü
bilgiye ulaşmadır. Ayrıca olmaması halinde hakiki metafiziğin izine eserine
rastlayamayacağımız saf zihnî sezginin bazı çağdaş filozofların sözünü ettiği
sezgiyle hiçbir münasebeti yoktur, onların bahsettikleri sezgi akıl üstü değil
bilakis akıl altıdır. Bir zihnî ve bir hissî sezgi vardır; biri aklın ötesinde
bulunur, diğerinin konumu onun bu yanında yer alır; bu sonuncusu ancak oluş ve
bozuluş dünyasını, yani tabiatı veya daha doğrusu tabiatın aşağı kısmını
bilebilir. Buna karşılık sezgi alanı ebedi ve değişmez ilkeler alanıdır; o
metafiziğin sahasıdır.
Külli ilkeleri doğrudan kavramak için aşkın zihnin
kendisinin külli karakterde olması gerekir;^ o artık ferdi bir meleke değildir
ve kendi sınırlarının ötesine geçmek ve onu fert olarak sınırlayan şartları
geride bırakmak ferdin gücü dahilinde bulunmadığı için onu böyle düşünmek
çelişkili olacaktır. Akıl insana mahsus bir melekedir; fakat aklın ötesinde yer
alan şey aslında "beşeri değildir". Metafizik bilgiyi mümkün hale
getiren işte budur ve bu bilgi, bir kez daha vurgulamak gerekirse, beşeri bir
bilgi değildir. Bir başka ifadeyle insan bu bilgiye insan olarak erişemez fakat
veçhelerinden biri itibariyle insan olan bu varlık aynı zamanda bir insandan
başka ve daha fazla bir şeydir ve bu sayede o bilgiye erişebilir. Metafiziğin
veya daha doğrusu bizatihi metafizik bilginin gerçek gayesi fert üstü hallerin
/ durumların bilfiil bilincine erişmektir.
Burada en hayati noktalardan birine gelmiş oluyoruz ve
eğer fert tam bir varlık olsaydı, tıpkı Leibniz'in monadı gibi, kapalı bir
sistem oluştursaydı, metafiziğin mümkün olamayacağını tekrarlamak gerekir;
çaresizce kendi içinde sınırlanmış olan bu varlık kendi varoluş tarzının /
keyfiyetinin dışında yer alan herhangi bir şeyi bilme imkânına sahip olmazdı.
Fakat durum böyle değildir; gerçekte ferdiyet hakiki varlığın geçici ve mümkün
tezahüründen başka bir şeyi temsil etmez. O aynı varlığın başka durumlarının
sayısız çokluğu içinde özel bir durumdan ibarettir; ve nasıl ki güneş, Hindu
metinlerinde sık sık karşımıza çıkan bir misali kullanmak gerekirse, aksettiği
çok çeşitli görüntülerden bağımsızsa bu varlık da zatı itibariyle bütün
tezahürlerinden mutlak olarak bağımsızdır. "Zat" ile "ben",
şahsiyet ile ferdiyet arasındaki temel fark böyledir; nasıl ki görüntüler
parlak şualar sayesinde kaynakları olan güneşe bağlıysalar ve o kaynak
olmaksızın ne varoluşa ne gerçekliğe sahipseler, ister insan teki ister başka
herhangi benzer bir tezahür hali olsun ferdiyet de şahsiyetle asli varlık
merkezine sözünü ettiğimiz bu aşkın zihin^40 vasıtasıyla bağlıdır. Bu açıklama
sınırları içinde bu düşünce halkalarını daha tam geliştirmek veya varlığın
birçok durumları / halleri nazariyesine dair daha tam bir fikir vermek
imkânsızdır; fakat öyle zannediyorum her türlü hakiki metafizik öğretinin fevkalade
önemini gösterecek yeteri kadar şey söyledim.
"Nazariye" dedim, fakat burada bahis konusu
olan sadece nazariye değildir; bu az daha izah edilmesi gereken bir noktadır.
Ancak dolaylı ve bir anlamda sembolik olan nazari bilgi hakiki bilgi için, her
ne kadar vazgeçilmez olsa da, sadece bir hazırlıktır. Ayrıca o nakledilebilir
olan tek bilgidir, gerçi bu durumda bile ancak kısmi anlamda bir nakilden söz
edilebilir. Bu sebepten ötürüdür ki her türlü ifade bilgiye bir yaklaşma
vasıtasından başka bir şey değildir ve ilk aşamada ancak kuvve halinde olan bu
bilginin daha sonra bilfiil tahakkuk [realisation] ettirilmesi gerekir. Burada
az evvel işaret ettiğimiz daha sınırlı metafizikte, mesela Aristoteles
metafiziğinde bir başka bağdaşmazlıkla karşılaşıyoruz. O kendisini varlıkla
sınırladığı için nazari bakımdan yetersiz kalır ve onun nazariyesi, bütün doğu
öğretilerinde olduğu gibi, karşılık gelen tahakkukla açıkça sınırlı olmak
yerine, kendi kendine yeter olarak takdim edildiği izlenimini uyandırır.
Bununla beraber bu eksik / noksan metafizikte (ki buna
kısmi metafizik demeye zorlanıyoruz) bile zaman zaman öyle ifadelerle
karşılaşıyoruz ki, eğer doğru anlaşılmış olsaydı bütünüyle farklı sonuçlara
ulaştırırdı:
nitekim
Aristoteles açıkça bir varlık ne biliyorsa odur demiyor muydu?
Bilgi ile bu
özdeşleşmenin bu şekilde doğrulanması metafizik tahakkukla [realisation] ilke
planında aynıdır. Fakat burada ilke tecrit edilmiş durumdadır; onun safi nazari
bir ifade olmaktan başka bir kıymeti ve ağırlığı yoktur ve görünen o ki ortaya
konulduktan sonra artık onun üzerine düşünülmemiştir. Nasıl olmuştur da
Aristoteles ve takipçileri burada ima edilen şeyi tam olarak görememişlerdir?
Başka birçok
durumda da bu böyledir ve anlaşılan saf akıl / zihin [intellect] ile zekâ [reason]
arasındaki ayrım gibi aynı derecede temel ve lüzumlu şeyler, hatta gayet açık
şekilde tanımlandıktan sonra, unutulmuştur. Bunlar tuhaf ve anlaşılmaz
ihmallerdir.
Burada bazı nadir ama her zaman mümkün istisnalar
dışında, batı aklının tabiatında mevcut olan belli sınırlamaların etkisinin
görülmesi gerekmez mi?
Bu belli bir
ölçüde doğru olabilir; fakat buradan batı zihniyetinin her zaman bu çağdaki
kadar dar biçimde sınırlı olduğu sonucuna varmak zorunlu değildir. Mamafih biz
burada sadece zahiri öğretilerden söz ediyoruz, gerçi bunlar kesinlikle başka
birçoklarından üstündür zira her şeye karşın bunlar hakiki bir metafiziğin bir
parçasını oluştururlar. Kendi hesabımıza biz orta çağlar boyunca ve kadim
zamanlarda batıda bundan başka bir şeyin mevcut olduğundan eminiz; bir seçkin
zümre arasında, tahakkuklarını da içine alan, noksansız denilebilecek saf
metafizik öğretiler kesinlikle mevcuttu ki modernlerin çoğu için bu neredeyse
anlaşılabilir bir şey değildir. Eğer batı bunun hatırasını tamamen kaybetmişse
bunun sebebi kendi geleneğiyle bağını koparmış olmasıdır ve bu modern
uygarlığın neden olağandışı ve sapkın olduğunu izah eder.
Eğer safi nazari bilgi kendi başına amaç olsa ve
metafizik daha ileri gitmemiş olsaydı, elbette bu da bir kıymete sahip olurdu,
ama yine de bütünüyle yetersiz kalırdı. Ona böyle bir bilgiye ait olan hakiki
kesinlik, hatta matematik kesinlikten bile daha büyük bir kesinlik
bahşedilmesine karşın, [bu haliyle] karşılaştırılamayacak derecede yüksek bir
türden olmakla beraber, yine de daha aşağı düzeyde dünyevi ve beşeri, bilimsel
ve felsefi spekülasyonu oluşturan şeyin bir benzeri olarak kalacaktır.
Metafizik dendiğinde kastedilen şey bu değildir; eğer başkaları bir "zihni
eğlence"yle veya benzer bir şey ile vakit geçirmeyi tercih ediyorlarsa bu
onların bileceği bir iştir; bu tür şeyler bizi etkilemez ve buna ilave olarak
biz psikolojinin merak saldığı şeylerin metafizikçinin hiçbir surette ilgisini
çekmeyeceğini düşünüyoruz. Onu alakadar eden şey var olanı bilmek ve bildiği
şeyi olacak tarzda hakikaten ve fiilen bilmektir.
Metafizik tahakkuk vasıtalarına gelince kendilerini onun
mümküniyetine karşı çıkmaya mecbur hissedenlerin yapabilecekleri türden
itirazların pek iyi farkındayız. Bu vasıtalar aslında insanın erişim alanı
içinde olmalıdır; bunlar en azından ilk merhalelerde insan haline / durumuna
uyarlanmalıdır, çünkü daha sonra daha yüksek hallere bürünecek olan varlık
şimdi bu durumda varolur. Dolayısıyla varlık mevcut tezahür etmiş haliyle bu
dünyaya uygun olan bu şekli vasıtalarda bu dünyanın ötesine yükselmek için bir
istinat noktası bulur. Kelimelerin, simgelerin, ilahilerin, törenlerin ve sair
her türlü hazırlayıcı usullerin başka bir varlık sebebi ve başka bir işlevi
yoktur; daha önce söylediğimiz gibi bunlar yardımcı desteklerdir ve başka bir
anlamları yoktur. Fakat safi mümkün / arızi vasıtaların nasıl olup da bunları
hudutsuz derecede aşan ve bu vasıtaların ait olduklarından bütünüyle farklı bir
âleme mahsus bir neticeyi doğurabileceği sorulacaktır.
Öncelikle bunların gerçekte sadece arızi vasıtalar
olduklarına işaret etmemiz gerekir. Bunların erişilmesine yardım ettikleri
sonuçlar hiçbir surette önemli değildir; onlar varlığı erişilmesi gerekli olan
mevkie yerleştirirler, hepsi bu kadar. Eğer bu durumda yukarıda zikredilen itirazlar
geçerli olsaydı dini törenler, mesela araç ve amaç arasındaki nispetsizliğin az
olmadığı ayinler için de aynı derecede geçerli olurdu; yukarıdaki itirazları
ileri sürmüş olanların bazıları belki bunu da düşünmüş olabilirler. Bize
gelince, basit bir vasıtayı kelimenin gerçek anlamında bir sebeple
karıştırmıyor ve metafizik tahakkuku bir sonuç olarak görmüyoruz, zira o henüz
var olmayan bir şeyin meydana getirilmesi değil, fakat zaman içerisindeki her
türlü ardışıklığın ötesinde, ebedi ve değişmez bir tarzda var olanın
bilinmesidir, çünkü varlığın bütün durumları, ilk esasi veçheleri içinde
düşünüldüğünde, ebedi şimdide mükemmel eşzamanlılık içinde var olur.
Dolayısıyla metafizik tahakkukla ona ulaştıran veya onu
hazırlayan vasıtalar arasında müşterek hiçbir şey olmadığını kabul etmekte bir
güçlük görmüyoruz. Zaten bu sebepten ötürüdür ki hiçbir vasıta kesinkes veya
mutlak olarak zorunlu değildir; veya en azından vazgeçilmez denilebilecek tek
bir hazırlık vardır, o da nazari bilgidir. Beri yandan bu da en önemli ve daimi
unsur işlevi görecek bir vasıta olmaksızın pek fazla gidemez:
bu vasıta zihni
bir noktaya toplama veya teksiftir. Bu her şeyin dağılmaya ve durmak bilmez
değişime mütemayil olduğu modern batının zihni alışkanlıklarına tamamen yabancı
bir şeydir. Buna kıyasla diğer bütün vasıtalar ikincil mertebededir; bunlar her
şeyden evvel zihnin bir noktaya toplanmasını kolaylaştırmaya ve insan
ferdiyetinin farklı unsurlarının birbiriyle ahenktar hale gelmesine yardım
ederler, böylece bu ferdiyet ile varlığın daha yüksek durumları arasındaki
fiili irtibat ve münasebetin yolu açılmış olur.
Bundan başka, başlangıçta bu vasıtalar neredeyse
sınırsız derecede değişiklik gösterebilir, çünkü bunların her bir insan tekinin
mizaç özelliklerine ve onun özel yatkınlık ve eğilimlerine uyarlanması gerekir.
Daha sonra bu farklılıklar azalır, çünkü burada hepsi de aynı hedefe götüren
birçok yol söz konusudur; belli bir merhaleye ulaştıktan sonra bütün çokluklar
kaybolur, fakat bu dönemde münferit ve arızi vasıtalar kendi işlevlerini yerine
getirmiş olacaklardır. Büyütülmesi gereksiz olan bu işlev bazı Hindu
metinlerinde yolcunun yolculuğunun menziline daha çabuk ve daha kolay
ulaşmasına yardım eden bir ata benzetilir, nitekim o at olmasa da yolcu ulaşmak
istediği yere ulaşabilecektir. Törenler ve muhtelif usuller metafizik tahakkuk
yolunu gösterir fakat buna rağmen yine de bunlar ihmal edilebilir ve zihnin ve
varlığın bütün güçlerinin sapmaz sarsılmaz şekilde bu tahakkuk hedefine
sabitlenmesiyle sonunda o yüce hedefe vasıl olunabilir. Ama eğer çabayı daha
zahmetsiz hale getiren araçlar varsa, ihmal yolu neden seçilsin?
Önce daha yüksek
durumlara ve sonunda ulvi ve her türlü sınırlamadan beri olan duruma erişmek
için kendisi mümkün ve arızi olan bu durumdan halihazırda yola çıkmaya
zorlandığımız için beşeri durumumuzun sınırlamalarını göz önünde bulundurmak
mümkün olanı mutlak olanla karıştırmak mıdır?
Bütün geleneksel öğretilerde karşımıza çıkan temel
esasları gözden geçirdikten sonra şimdi metafizik tahakkukun belli başlı
merhalelerine dönmeliyiz. İlki sadece hazırlayıcı olup beşeri alanda
müessirdir, dolayısıyla ferdiyetin sınırlarının ötesine geçmez.
Bu merhale bu ferdiyetin sınırsızca genişlemesinden
oluşur, ki sıradan insanda gelişenin tamamı olan maddi cismani keyfiyet onun en
küçük kısmını temsil eder; işte mahsusat âleminden eğreti alınan vasıtalarla bu
cismani keyfiyetten yola çıkmak zorunludur, mamafih bunun başka insani hal
yahut keyfiyetlerde aksisedaları olacaktır. Hülasa söz konusu merhale insan
ferdiyetinde içerilen ve birçok genişlemeleri kapsadığı için cismani ve
hissedilir alanın ötesinde farklı doğrultulara uzanan saklı imkânların tümünün
tahakkuku veya geliştirilmesidir; ve başka durumlarla irtibat ve münasebet
tesis etmek de işte bu genişlemelerle mümkündür.
Bütün ferdiyetin bu tahakkuku bütün geleneklerde
"ilk esasi durum', denilen şeye
geri dönme diye ifade edilir. Bu insanın hakiki durumu olarak kabul edilir ve
ayrıca olağan durumun ayırt edici özelliği olan sınırlamaların kimisinden,
bilhassa zaman şartının getirdiği sınırlamadan kurtulur. Bu "ilk esasi
durum"a erişen kimse hâlâ beşerden bir ferttir ve fert üstü durumlara
fiilen sahip değildir. Ama o yine de zamandan azadedir ve şeylerin görünür
ardışıklığı onun için eşzamanlılığa dönüşmüştür. O sıradan insanın meçhulü olan
ve "ebediyet duygusu" denilebilecek bir melekeye şuurlu olarak
sahiptir. Bu fevkalade önemlidir çünkü zamana bağlı ardışıklık bakış açısını
ardında bırakıp her şeyi eşzamanlılık içinde görme sırrına eremeyen kimsenin metafizik
âleme dair en küçük bir fikir / kavrayış sahibi olması mümkün değildir. Hakiki
metafizik anlayışa ulaşmak isteyen bir kimsenin yapması gereken ilk şey zaman
dışında bir yer edinmektir, eğer çok tuhaf ve olağandışı görünmese buna mahsus
"zamansız" deriz. Ayrıca zamansızlığın bu bilgisi her ne kadar eksik
de olsa sözünü ettiğimiz bu "ilk esasi durum"a tam olarak erişmezden
evvel gerçek bir ölçüde elde edilebilir.
Belki de "ilk esasi durum" tabirinin neden
kullanıldığı sorulabilir. Sebep şudur:
Batı geleneği de
dahil (çünkü Kitabı Mukaddes farklı bir şey söylemez) bütün gelenekler bu
durumun başlangıçta insanlık için normal, buna karşılık mevcut durumun sadece
bir düşüşün neticesi, çağların akışı içinde vuku bulmuş olan ve belli bir
çevrim müddeti içinde gittikçe ilerleyen bir maddileşmenin sonucu olduğunu
öğretmekte birleşirler. O nedenle modernlerin sözcüğe atfettikleri anlamda
"evrim'e inanmıyoruz. Az önce bahsi geçen sözde bilimsel varsayımlar
hiçbir surette gerçeğe uymazlar. Burada Hindu öğretilerinde özellikle
açıklanmış kozmik çevrimler nazariyesine safi imada bulunmaktan fazlası
elimizden gelmez; çünkü bu konunun dışına çıkmak olurdu, zira her ne kadar
ikisinin arasında yakın bir ilişki varsa da kozmoloji metafizik ile
özdeşleştirilemez. Kozmoloji metafiziğin tabiat alanına tatbikinden başka bir
şey değildir, hakiki tabiat kanunları ise külli ve zorunlu ilkelerin mümkün ve
izafi bir alandaki sonuçlarından ibarettir.
Metafizik tahakkuka geri dönmek gerekirse:
Onun ikinci
aşaması ferdiyet üstü fakat hâlâ kayıtlı sınırlı durumlara karşılık gelir,
gerçi onun kayıtları beşeri durumun kayıtlarından tamamen farklıdır. Burada
daha önce sözü geçen insan dünyası tamamen ve kati surette aşılır. Ayrıca
aşılan veya geride bırakılanın en geniş anlamıyla şekiller veya suretler
dünyası olduğu ifade edilmelidir, çünkü şekil bütün bu durumların ortak
paydasıdır; o ferdiyeti ferdiyet olarak belirleyen şeydir. Artık kendisine
beşer demlemeyecek varlık bundan böyle, bir uzak doğu deyimini kullanmak
gerekirse, "suretlerin seyelanı"nı geride bırakmıştır. Buna ilave
olarak yapılması gereken başka ayrımlar da vardır, çünkü bu aşamanın kendi
içinde alt bölümlere ayrılması mümkündür. Aslında o her ne kadar şekilden
suretten bağımsız da olsa hâlâ tezahür etmiş varlığa mahsus durumlara
ulaşılmasından saf varlık olan küllilik derecesine kadar muhtelif merhaleler
ihtiva eder.
Mamafih beşeri durumla karşılaştırıldığında bu durumlar
ne kadar yüce ve beşeriyetten ne kadar uzak olurlarsa olsunlar yine de
izafidirler ve bu onların her türlü tezahürün ilkesine karşılık gelen en
yükseği için de geçerlidir. Bunlara sahip olmak ancak geçici bir sonuçtur ve
metafizik tahakkukun nihai hedefiyle karıştırılmamalıdır; bu hedef varlığın
dışında kalır ve onunla karşılaştırıldığında sair her şey hazırlayıcı bir
adımdan ibarettir. En yüksek gaye her türlü kaydın mutlak olarak kalktığı, her
türlü sınırlamadan azade durumdur; bu sebepten ötürüdür ki hiçbir surette ifade
edilemez ve onun hakkında söylenebileceklerin tamamı izafiliği içinde her türlü
varoluşu belirleyen ve tanımlayan sınırların nefyedilmesi suretiyle^ menfi
tabirlerle ifade edilmelidir. Yüce İlkeyle münasebeti içinde düşünüldüğünde
Hindu öğretisinin "Kurtuluş" dediği şey bu duruma ulaşmadır.
Bu her türlü kaydın kalktığı durumda diğer bütün varlık
durumları yerlerini bulur fakat bunlar dönüşmüş ve kendilerini münferit
durumlar olarak belirleyen özel kayıtlardan sıyrılmışlardır. Geri kalan müspet
bir gerçekliğe sahip olan şeydir, çünkü her şey kendi ilkesine burada sahip
olur. "Kurtulmuş" varlık doğrusu kendi saklı imkânlarının tamamını
elde etmiştir. Kaybolmuş olan şeyler sınırlayıcı kayıtlardan ibarettir; bunlar
Aristoteles'in anladığı anlamda bir "yoksunluk"tan başka bir şeyi
temsil etmedikleri için menfidirler. Ayrıca bazı batılıların inandıkları gibi
bir tür yok olma bir tarafa bu nihai durum tam tersine karşısında sair her
şeyin vehimden ibaret kaldığı mutlak doluluk, yüce gerçekliktir.
Şunu bir kez daha ekleyelim ki metafizik tahakkuk süreci
içerisinde varlığın elde ettiği kısmi bile olsa her netice gerçekte kendisine
aittir. Bu netice varlık için kalıcı bir kazanım teşkil eder ve hiçbir şey onu
bundan mahrum bırakamaz; bu yolda yapılan çalışma hatta tamamlanmadan kesilmiş
olsa bile ilelebet yapılmıştır çünkü o zamanın ötesindedir. Bu safı nazari
bilgi için de doğrudur çünkü her türlü bilgi, bir varlığın anlık değişikliğe
uğramasından ibaret olan ve onun muhtelif sonuçlarından her zaman ayrı duran
fiil veya faaliyetten farklı olarak, faydasını kendinde taşır. Bu neticeler
kendilerini meydana getiren şeyle aynı varoluş alanına ve düzenine aittir.
Faaliyet faaliyetten kurtarma sonucunu doğuramaz ve onun sonuçları mümkün olan
en eksiksiz yayılımı içinde düşünüldüğünde ferdiyetin sınırlarının ötesine
erişemez. Faaliyet her ne olursa olsun her türlü sınırlanmanın kökü olan
cehalete karşıt değildir ve onu ortadan kaldıramaz. Karanlığı nasıl ki güneş
ışığı dağıtıyorsa cehaleti de ancak bilgi dağıtabilir; ve böylece yüce
gerçekliği içinde ortaya çıkan, "Zat", zuhur etmiş etmemiş bütün
durumların değişmez ve ebedi ilkesidir.
Metafizik tahakkuk hakkında ancak kabaca fikir
verebilecek bu kısa ve ziyadesiyle noksan hülasadan sonra ciddi yorum
hatalarına meydan vermemek için bir noktanın mutlaka vurgulanması gerekir:
burada üzerinde
durduğumuz şeylerin ne kadar olağandışı olursa olsun hiçbir türden fenomenle
hiçbir ilgisi yoktur. Her türlü fenomen tabiat düzenine aittir; metafizik ise
sözcüğü en geniş anlamıyla kullansak bile fenomenlerin ötesindedir. Buradan
başkalarının yanı sıra sözünü ettiğimiz durumların hiçbir surette
"psikolojik" durumlar olmadığı kendiliğinden anlaşılır; bu meseleyle
ilgili zaman zaman tuhaf karışıklıklar ortaya çıktığı için bunun özellikle
ifade edilmesi gerekir. Tanımı gereği psikoloji ancak beşeri durumlarla ilgili
olabilir ve ayrıca bugün onun temsil ettiği şey, insan tekinin bu bilim
dalındaki uzmanların tasavvur edebileceklerinden çok daha fazlasını içine alan
saklı imkânlarının ancak çok sınırlı bir bölümüdür. Fert batıda genellikle farz
edilenden aynı anda hem çok daha fazlası hem çok daha azıdır. O cismani
keyfiyetin ötesine sınırsız yayılma imkânları, kısaca incelemekte olduğumuz
bahse işaret eden her şey dolayısıyla daha büyüktür; fakat bizatihi tam ve
kendine yeter varlık teşkil etmesi bir tarafa, bir zahiri tezahürden, hakiki
varlığı örten gelip geçici bir görünüşten ibaret olduğu için aynı zamanda çok
daha azdır, ki bu hüviyetiyle değişmezliği içinde hakiki varlığın özünü hiçbir
surette etkilemez.
Metafizik sahanın fenomenler dünyasının bütünüyle
dışında olduğu hususu üzerinde ısrarla durmak gerekir, çünkü modernler
fenomenlerden başka bir şeyi pek bilmedikleri gibi araştırmak da istemezler.
Tecrübi bilimlere sarf ettikleri gayret ve dikkat de göstermektedir ki onlar
neredeyse münhasıran bu bilimlerle ilgilenirler. Metafiziğe yeteneksizlikleri
de bu aynı eğilimden ileri gelir. Kuşkusuz metafizik tahakkuk süreci esnasında
bazı fenomenler gerçekleşebilir ama bu tamamen arızi bir durumdur. Bunların
talihsiz sonuçları da olabilir, çünkü bu neviden şeyler asıl gayeyi unutup
bunlara önem atfedenler için ancak birer engel olabilir. Bu fenomenlerle yolda
duraksayan veya sağa sola meyleden kimselerin ve hepsinden önemlisi olağandışı
"güçler" arama iptilasına teslim olanların tahakkuku bu sapma
gerçekleşmezden önce erişmiş oldukları noktanın ötesine taşıma şansları hemen
hemen yok gibidir.
Bu müşahede bizi doğal olarak "yoga" tabiriyle
ilgili bazı hatalı yorumların düzeltilmesine götürmektedir. Hinduların bu
tabirle kastettikleri şeyin insanda kuvve halinde bulunan bazı güçlerin
geliştirilmesinden ibaret olduğu iddia edilmemiş midir?
Az önce söylemeye
çalıştıklarımız böyle bir tanımın reddedilmesi gerektiğini göstermeye
yetecektir. Aslında "yoga" tabiri yukarıda "birleşme"
sözcüğüyle mümkün olduğu kadar lafzen tercüme ettiğimiz şeyle aynıdır ve
dolayısıyla doğru tanımlandığında metafizik tahakkukun yüce gayesini ifade
eder. "Yogi" ise tabirin en sıkı anlamıyla sadece bu gayeye ulaşan
kimsedir. Bununla beraber daha geniş bir anlamda aynı tabirler bazı durumlarda "birlik"
için hazırlayıcı aşamalar veya hatta basit hazırlık vasıtaları için olduğu
kadar vasıl olmak için bu vasıtaların kullanıldığı aşamalara karşılık gelen
durumlara erişmiş varlık için de kullanılabilir. Fakat başlangıçta
"birleşme" anlamına gelen bir sözcüğün doğru olarak ve köken
itibariyle nefes alıp verme temrinleri veya bu neviden başka şeyler için
kullanıldığı nasıl varsayılabilir?
Genellikle ritim
bilimi diyebileceğimiz şeye dayanan bu ve başka temrinler kabul edilmeli ki
metafizik tahakkukun yolunu açmak amacıyla en çok kullanılan vasıtalar arasında
görülür; fakat mümkün ve arızi yardımlardan başka bir anlam ifade etmeyen
şeyler gaye yerine konulmamalı, buna ilave olarak bir sözcüğün asli anlamı az
çok çarpıtılmış olan tali bir kabulle karıştırılmamalıdır.
"Yoga"nın asli anlamından söz ederken ve bunun
her zaman esas itibariyle aynı şeyi ifade ettiğini açıklarken henüz bahis
konusu etmediğimiz bir soruyu ortaya koymayı unutmamalıyız. Bütün temel
fikirlerimizi kendilerinden ödünç aldığımız bu geleneksel metafizik öğretilerin
kökeni nedir?
Her şeye tarihsel
açıdan bakma itiyadında olanların itirazlarını üzerine çekme tehlikesi varsa da
cevap gayet basittir:
Kökenle eğer
zaman içerisinde belirlenmeye müsait beşeri bir menşei kastediyorsak bunların
kökeni yoktur. Bir başka ifadeyle, geleneğin kökeni, eğer köken sözcüğü
gerçekten böyle bir durumda kullanılmaya elverişli bir sözcükse, metafiziğin
kendisi gibi "beşeri değil"dir. Bu neviden öğretiler insanlık
tarihinin herhangi belirli bir anında ortaya çıkmamıştır; bazı önyargıların
aksine, tarihsel bakış açısının kullanılamayacağı şeylerin olduğu kabul edilmek
şartıyla "ilk esas duruma" yaptığımız atıf ve ayrıca metafizik vasfa
sahip her şeyin zamansız tabiatı hakkında söylediklerimiz bu meselenin çok fazla
güçlükle karşılaşılmaksızın kavranılmasını mümkün kılar. Metafizik hakikat
ebedidir; böyle olsa bile onu tam ve hakiki manada bilebilecek varlıklar her
zaman varolmuştur. Değişen her şey harici şekiller ve arızi vasıtalardan
ibarettir; ve değişimin bugün insanların "evrim" dedikleri şeyle
hiçbir ilgisi yoktur. O falan veya filan münferit durumların belli bir insan
soyu ve çağın özel şartlarına basitçe uyarlanmasından ibarettir. Şekillerin
çokluğu bundan ileri gelir; fakat varlığın temel birliği ve özdeşliği zuhur durumlarının
çokluğuyla nasıl değişmiyorsa öğretinin temeli de şekillerin çokluğu ile
değişikliğe uğramaz.
Dolayısıyla metafizik bilgi ve aynı şekilde onu olması
gereken şeye dönüştürecek olan tahakkuk her yerde her zaman mümkündür, en
azından ilkesel planda ve yarı mutlak anlamda alındığında bu böyledir. Fakat
gerçekte ve izafi bir anlamda, bunun her yerde ve arızi şeylere en küçük bir
aralık bırakmaksızın aynı derecede mümkün olduğu söylenebilir mi?
Bu konuda, en
azından tahakkuk söz konusu olduğu kadarıyla, daha az olumlu olmalıyız. Bu
husus izahını böyle bir tahakkukun başlangıcı itibariyle desteğini arızi şeyler
alanından alması gerektiğinde bulur. Modern batıda şartlar bilhassa
elverişsizdir, o kadar ki böyle bir şey neredeyse imkânsızdır ve çevreden bir
yardım olmadığında ve böyle bir yola koyulan kimsenin çabalarını ancak
köstekleyebilecek veya berhava edebilecek şartlarda tehlikeli bile olabilir.
Buna mukabil geleneksel dediğimiz bu uygarlıklar öyle bir düzene sokulmuşlardır
ki sonuç alınmasını kolaylaştıran yardımlar bulunabilir, gerçi böyle bir yardım
harici türden sair her şey gibi mutlak manada zorunlu değildir; ama böyle bir
yardım olmaksızın fiili neticeler elde etmek güçtür. Burada tecrit edilmiş bir
insan tekinin gücünü kuvvetini aşan bir şey vardır, bu insan başka bakımlardan
gerekli vasıfları şahsında toplasa bile bu böyledir; ayrıca mevcut şartlar
içerisinde kimseyi böyle bir yola düşüncesizce koyulması için teşvik etmek
istemeyiz ve bu bizi bu konuşmanın neticesine getirir.
Bize göre doğu ile batı (ki burada bu modern batı
anlamına gelir) arasındaki bariz farklılık, gerçekten esasa ait yegâne
farklılık (çünkü diğerlerinin tümü talidir ve bundan türemiştir) bir yanda
geleneğin ve onun zımnen delalet ettiği her şeyin muhafazası, öte yanda aynı geleneğin
unutulması ve yitirilmesidir; bir yanda metafizik bilginin sürdürülmesi, diğer
yanda bu saha ile ilgili her şeyin tamamen ihmal edilmesidir. Seçkinlerine kısa
bir an için gördüğümüz imkânların önünü açan ve fiili tahakkuk için en uygun
vasıtaları sunan (dolayısıyla en azından bazılarının tam tahakkuklarına imkân
sağlayan) uygarlıklarla—bu geleneksel uygarlıklarla bütünüyle maddi istikamette
ilerlemiş olan bir uygarlık arasında hangi ortak ölçü bulunabilir?
Ve kim, bilmem
hangi önyargılarla gözleri kör olmadıkça maddi üstünlüğün zihni yetersizlik
veya geriliğin mahzurlarını gidereceğini iddiaya cüret edebilir?
"Zihni"
derken bununla gerçek zihni kapasiteyi, ne beşeri sınırlarla ne de tabiat
âlemiyle sınırlanan ve mutlak aşkınlığıyla saf metafizik bilgiyi mümkün kılan
zihniliği kastediyoruz. Bana öyle görünüyor ki bu sorular üzerine kısa bir
müddet düşünülse verilmesi gereken cevapla ilgili hiçbir şüphe veya tereddüt
kalmayacaktır.
Batının maddi başarısı itiraz kabul etmez; onu kimse
inkâr edemez, fakat bu hiç de gıpta edilecek bir şey değildir. Hatta daha da
öteye gidip, eğer zamanında kendine gelmezse ve eğer İslam dünyasındaki bazı
tarikatlarda kullanılan bir ifadeyi kullanmak gerekirse, "aslına
rücu"yu ciddi bir şekilde düşünmezse bu aşırı maddi gelişmenin batıyı er
ya da geç felakete sürükleyeceği söylenebilir. Bugün bazı çevrelerde
"batının müdafaası" sözleri işitiliyor, fakat maalesef batının bizzat
kendisine karşı savunulmaya ihtiyaç duyduğu ve onu gerçekten tehdit eden
tehlikelerin tümünün en başta geleninin ve en korkunç olanının kendi mevcut
eğilimleri olduğu anlaşılmış görünmüyor. Bunu derinlemesine düşünmek iyi
olacaktır; halen düşünebilecek durumda olan herkese bunun kuvvetle tavsiye
edilmesi gerekir. Bununla konuşmamı sona erdiriyorum. Batıda artık muadili
kalmamış olan doğu zihniyeti tam olarak anlaşılabilir hale getirilememiş
olabilir ama en azından ona dair bir kısım tedailer uyandırmak için elimden
geleni yaptım. Bu hakiki metafizik, Hint kutsal metinlerine göre yegâne tam,
hakiki, mutlak, sınırsız ve ulvi olan bilgi hakkında eksik noksan da olsa bir
taslaktı.
Kaynak:
DOĞU BİLGELİĞİ-Kılavuz Kitap, Ananda K.
Coomaraswamy- Rene Guenon- Surendranath Dasgupta, Çeviren: Ahmet Aydoğan,1.
Baskı: Say Yayınları, 2012, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar