DOĞUŞ DURUMUNDAKİ ÂŞK
Ne demektir âşık
olmak? Âşık olmak, ikili bir kolektif hareketin doğuş durumudur. Bu tanım,
olgular ve yorumlarla dolu uzun bir tahlilin yolunu açar.
Hepimizin tanıdığı bir alandaki bu kısa yolculukta bize yol
göstermesi için bu tanımı giriş bölümüne koymayı tercih ettim; zira gizemini ve
anlaşılmazlığını korusa da, hepimiz dolaysız olarak âşk deneyimini
yaşamışızdır. Yukarıdaki tanım, âşık olmak sorununu yeni bir biçimde ortaya
koyup psikolojinin, sosyolojinin hatta sanatın bizi alıştırdığı yaklaşımlardan
farklı bir bakış açısına yerleştirir.
Âşık olmak, ne gündelik bir olay ne cinselliği yüceltmek ne
de bir hayal kuruntusudur. Âşık
olmak, sui generis, sözle anlatılamayan, ilahi veya şeytani bir olay da
değildir. Yine de bu olay, kolektif hareketler olarak bilinen kategori
içinde ele alınabilir. Ne var ki âşk, kendisini dikkat çeken bir özgünlükle
ortaya koyar: Onu örneğin Protestan Reform hareketi gibi hareketlerle ya da
öğrenci hareketi, feminist hareket, David Lazzaretti hareketi veya Humeyni’nin
İslamcı hareketiyle bir tutmak mümkün değildir. Aralarındaki farklılıklar son
derece açıktır. Her ne kadar aynı olaylar grubuna dâhilse de, âşık olmanın özel
bir durum olduğu söylenebilir.
Öte yandan tarihteki büyük kolektif hareketlerle âşık olma
olayı arasında büyük bir yakınlık da söz konusudur. Bunların hepsinde, serbest
kalıp harekete geçen güçlerin doğası aynı türdendir; ortaya çıkan dayanışma,
yaşama sevinci, yenilenme hepsinde benzerdir. Yine de aralarında temel bir
farklılık görülür. Büyük kolektif hareketler kalabalık bir insan grubunu içerir
ve diğer bireylerin katılımına açıktır. Oysa ne denli kolektif bir hareket de
olsa âşık olmak, sadece iki kişiyi kapsar ve içinden doğabilecek evrensel değer
ne olursa olsun, aidiyet ufku yalnızca iki kişiyle tamamlanma, bütünleşme
olgusuna sıkı sıkıya bağlıdır. İşte bu olaya benzersizliğini, özgüllüğünü,
ayrıksı özelliklerini veren de budur.
Bugüne kadar birçok sosyolog, kolektif hareketleri analiz
edip ortaya çıkan deneyimleri bize açıklamıştır. Örneğin kolektif hareketlilik
durumlarını inceleyen Durkheim şunları yazar: "Bunlara maruz kalan
insan, kendisine yabancı güçlerin egemenliği altında olduğu izlenimine
kapılarak, hâkim olmadığı güçlerin kendisini yönlendirdiği, (...) varoluşunun
özgün akışından farklı bir dünyaya sürüklendiği duygusunu taşır. Burada yaşam
sadece yoğun değil, nitelik bakımından da daha farklıdır. (...) Birey kendisine
ilgisizleşip kendisini unutur, tamamen ortak amaçların hizmetine sunar. (...)
(Bu güçler) amaçsızca, öylesine yayılmak için yayılma ihtiyacı duyarlar. (...)
Böyle durumlarda, bu yücelmiş yaşam öylesine yoğun ve özgün bir şekilde yaşanır
ki, nerdeyse bilincin tamamını kapsayıp bencil ve basit uğraşlara pek fırsat
tanımaz.” Durkheim bu satırları
yazdığında, aklındaki doğmakta olan âşk değil, Fransız Devrimi ve diğer büyük
devrimci olaylardı. Gerçekten de, Durkheim burada son derece bildik heyecanları
betimlemektedir. Bunları sadece Fransız Devrimi, İslam’ın veya Hıristiyanlığın
gelişmesi gibi büyük tarihsel süreçlerde değil, çok daha az öneme sahip diğer
kolektif hareketlerde de gözlemek olanaklıdır.
Doğuş durumunda diye tanımlayacağımız bütün kolektif
hareketlerin başlangıç evresinde yukarıdaki özellikler bulunur. Durkheim’ın
tahlilinin âşk tutkusuna da uygulanabilmesi gerçekten ilginçtir. Max Weber
inancın, coşkunluğun ve yaratıcılığın bütünüyle açığa çıktığı olayları
incelerken bize ikinci bir örnek sunar. Ancak, o bunları, iktidarın bir
görünümü, diğer bir deyişle karizmatik bir liderin ortaya çıkmasına bağlı bir
şey gibi ele alır.* Karizmatik lider gelenekten kopuşuyla kendini gösterir;
takipçilerini soylu maceralara sürükleyip kendilerinde bir yenilenme duygusu,
Aziz Paulus’un kullandığı anlamda bir "metanoia” [Bilinç değişimi]
doğurur.
Karizmatik bir liderin itkisi altında ekonomik kaygılar
yerini inancın, idealin ve tutkulu bir yaşamın serbestçe gelişmesine bırakır.
Weber bütün bu davranışları liderin, liderlik vasıflarına atfeder. Gerçekte
burada Weber herkesin âşık olduğunda yaptığı yanlışa, yaşanılan olağanüstü
deneyimi sevilen kişinin niteliklerine bağlama yanlışına düşüyor. Oysa nasıl
hiçbirimiz diğerinden farklı değilsek, sevilen kişi de diğerlerinden farklı
değildir. Sevdiğimiz kişiyle bizim aramızda kurulan ilişki ve yaşadığımız
olağanüstü deneyimin doğası, sevilen kişiyi ve daha da derinden her ikimizi
sıra dışı ve farklı kılar.
İşte çıkış noktamız budur. Tarihte, toplumsal yaşamda yaşam
kalitesinin arttığı, deneyimin güzelleştiği, bireyler arası ilişkilerin temelden
değiştiği özel olaylar -kolektif hareketler-vardır. Dinler, Müslümanlık,
Hıristiyanlık, Reform hareketi ya da mezhepler, sapkın inançlar, hatta sendikal
hareketler veya öğrenci hareketleri bu anlarda doğar. Aşkın bağladığı sadece
iki kişiden oluşmuş yeni bir kolektif olan ‘‘biz” de, benzer anlarda ortaya
çıkar. Mevcut toplumsal yapıda bu hareket, yeni bir kolektif özneyi, “biz”i
yaratmak için birleşmiş olanı ayırırken, ayrılmış olanı birleştirir. Âşk
tutkusu söz konusu olduğunda bu “biz”i oluşturan, seven-sevilen çiftidir. Her
durumda da etken olan güçler aynı şiddette ve kararlılıktadır.
Şimdiye kadar
sosyologlar, psikologlar ve filozoflar; İslam, Fransız Devrimi, Rus Devrimi
gibi büyük tarihsel süreçlerle gündelik ve âşk tutkusu türünden özel olaylar arasında
ortak noktalar, hatta benzerlik olduğunu kabul etme konusunda bir tür
rahatsızlık ya da utanç duydular. Büyüklük kibri
diye bir şey vardır. Bu bilginler, anlam yüklü, toplumsal yaşamın merkezinde
bulunan önemli şeylerle uğraşmayı tercih ettiler. İki küçük burjuva veya
herhangi iki genç arasındaki âşk, yoksul bir ilkokul öğretmeninin bir
bahçıvana, ileri yaştaki bir beyin sekreterine duyduğu sevda bu bilginlere
öylesine bayağı, itici, anlamdan yoksun göründü ki, akıllarına bir an bile
devrede olan güçlerin sözü edilen tarihsel olaylardakiyle aynı olduğu fikri
gelmedi. Eskiden biyolojinin de başına aynı şey gelmişti. En üst basamağa,
Tanrı görüntüsünde tasarlanmış, yaratılışın efendisi insanı, bir altına
görkemli aslan, at gibi üst dereceden hayvanları koyar, en alta da, böcekler,
karıncalar, yumuşakçaları yerleştirirdi. Artık bugün, tüm hayvanların aynı
hücre yapısına sahip olduğunu biliyoruz; DNA, hücreleri oluşturan proteinler,
sinir hücrelerinin birliği, hepsi aynıdır. Elbette insan ve üst dereceden
hayvanlar farklılık arz eder. Bir atı solucandan ayırt etmeyi gayet iyi
biliriz. Ancak farklılıklarının temelinde, ilkinin, temel biyolojik,
biyokimyasal ve genetik mekanizmalarının son derece karmaşık sistemlere dâhil
olması yatar. Olayları anlamak için, onları tek tek ele alıp ortak ve farklı
mekanizmaları tahlil etmek gerekir. Âşık olmak, kolektif bir hareketin en basit
biçimidir ve ne Fransız Devrimi’yle ne de ilk Protestanların coşkusuyla
karıştırılabilir. Nasıl ki, bir devrim birçok âşk tutkusunun toplamı
değilse, aynı şekilde bir at da birçok solucanın toplamı ya da çok büyük bir
solucan değildir. Her ikisi de farklı iki canlı olup aynı hayvanlar âlemine
dahildir ve aynı süreçler sonucu var olmuşlardır.
Başta yapılan tanım -âşık olmak, ikili bir kolektif
hareketin doğuş durumudur-bize, esrarengiz âşk olayını dahil edeceğimiz teorik
bir çerçeve (bir biçim) sundu: kolektif hareketler alanı. Öte yandan, âşık
olmanın kolektif bir hareket olduğunu iddia etmek, genel olarak kolektif
hareketleri incelememiz için bize harika bir olanak sunuyor. Aslında, bu
kolektif hareketler seyrek olarak ortaya çıkar. Bir kimse, yaşamı boyunca
bunlara hiç dahil olmayabilir veya bir kez dahil olur. Dahası, binlerce insan
söz konusu olduğunda ve her biri ekonomik, sınıfsal ve çeşitli ideolojik
kuşatma altındayken temel mekanizmaların incelenmesi son derece güç hale gelir.
Bununla birlikte, hepimiz âşık olmakla ilgili bir deneyime sahibizdir; herkes
yaşadığının ne olduğuna ilişkin iyi bir tanıktır; isterse bundan bahsedebilir. Böylece
âşk tutkusunun analizi, tek bir kişinin deneyimle kavrayamayacağı, çok daha
karmaşık olayların kapısını açan anahtar işlevi görür.
Bu bizim konumuz değil, sosyologların, tarihçilerin ve
filozofların konusudur. Bizim esas ilgi alanımız, özel bir kolektif olay çeşidi
olan âşık olmaktır. Bunun için, önce bu deneyimin derinliğine inip en azından
özgün bir niteliğini belirleyebilmemiz gerekir. Bu da, âşk tutkusuna
cinselliğin ve gündelik hayatın dışında bir statü tanımayan ortak kanıyı bir
kenara bırakmamızı gerektirir. Âşık olmak sorununu maskeleyen bu yaygın kanıyla mücadele etmek için,
farklı iki türü olduğunu göreceğimiz cinsellikten yola çıkacağız: biri sıradan,
diğeri sıra dışı. Âşık olmak -bütün kolektif hareketler gibi-sıra dışı alanın
konusudur.
**
En mahrum, en sıradan insan bile, âşık olduğunda kendini
ifade etmek için şiirsel, masalsı, kutsal bir dil kullanmak zonanda kalır. Bunu
gülünç bulabiliriz ama hep böyle olur. Zira, kutsallık ve mit de değişik
hareketlere özgü olağanüstü deneyimden, başka bir deyişle doğuş durumundan
kaynaklanır. Davud Peygamber’in Mezmurları, Dante'nin ya da Rumi’nin mistik
şiiri, Neruda ve Quasimodo’nun [Salvatore Quasimodo (1901-1968): Hermelik
İtalyan şairi. 1959 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi.] eserleri, farklı âşk
nesnelerine seslenir. Rumi’ninki Tanrı'dır, Dante’de kadının mistik
yüceltilmesi görülür, Neruda ve Quasimodo’da ise bu âşk nesnesi vatan,
kardeşlik ve dostluktur. Yine de hepsinde tarz, kader duygusu ve gelenekler
aynıdır.
Dahası, levellerlerin [İngiliz iç savaşı sırasında ortaya
çıkan ve yasa önünde eşitlikle dinsel hoşgörüyü savunan radikaller grubu,]
insan hakları bildirisi, tek bir sözcüğüne dokunmaksızın, birbirlerini
sevmelerine engel olunan kişiler tarafından da ilan edilebilirdi. Öyleyse, her şeyden
daha fazla istenen bir şey için arzunun evrensel dili karşımıza çıkıyor; hakkın
ve özgürlüğün evrensel dili; etik hale gelen mutlu yaşamın dili. Doğuş
durumundaki aşkta olduğu gibi, bütün kolektif hareketlerde ortaya çıkan şey,
geleneksel kurumlara ve çıkarlara karşıdır. Bu karşı çıkışın olması için, bunda
"hak” iddia edebilmesi için, eşit değerlere sahip olması gerekir. Doğuş
durumundaki âşk, kurumlan temellerinden sarsar. Gerçekten de, aşkın doğası ne
kişisel bir kaprisle ne de tutkuyla açıklanabilir. Bu daha çok bir proje vaadi
ve yeni kurumların yaratılmasıyla ilgilidir.
Bütün kolektif
hareketler birleşmiş olanı ayırır ve ayrılmış olanı birleştirir (her defasında
gelenek, töre, kurumlar aracılığıyla). Başlangıcında, Hıristiyanlık Musevileri
ulusal dinlerinden, Roma yurttaşlarını imparator kültünden koparıyor,
İbranileri ise yabancılarla birleştiriyordu. İslam, Mısırlıları krallarının
kültünden, Acemleri Zerdüşt’ten uzaklaştırıyor ve Araplar, Acemler ve
Mısırlılar arasında yeni bağlar kuruyordu.
**
Doğuş durumundaki âşk, karşılaştığımız ve kendimize uygun
olan diğerinin kendini, tam bir arzu nesnesi olarak bize benimsettiği bir
süreçtir. Bu da bizi, en başta geçmişimiz olmak üzere, her şeyi tekrardan
düşünmeye, organize etmeye zorlar. Gerçekte, tekrar düşünmeyiz; tekrar
yaratırız. Bu ise bir yenilenmedir. Doğuş durumundaki âşk (ister tutkuda,
ister diğer kolektif hareketlerde olsun), geçmişi tekrar inşa etme yönünde
müthiş bir özelliğe sahiptir. Günlük yaşamda bu imkâna sahip değiliz. Geçmişimiz hayal kırıklıklarıyla,
pişmanlıklarla, kederle yüklüdür. Anılar bize geçmişi
düşündürdüğünde, kapanmamış yaraları iyileştirmeye çalışırız. İhtiyacım olan
şev bana neden verilmedi? Bu kadar yorgunluk, acı ve nankörlük neden? Sevdiğim
kişi beni niçin sevmedi? Onu zihnimden kovmak için neden kin ve nefret dolu
tepki vermek zorunda kaldım? Geçmişimiz bilincimizi etkiler. Unutma, eğlence,
geçmişi bilinçdışına gömen bastırma yoluyla bu geçmişten kaçınırız. Ancak,
Freud’un da dediği gibi bilinçdışı ölümsüzdür. Nietzche, insanın mutsuzluğunu intikam duygusuna
bağlar. İntikam ise, değiştiremeyeceğimiz geçmişimizin, bu geçmişin doğurduğu
nefretin ürününden başka bir şey değildir. “Keşke zaman geriye doğru
hareket edebilse, işte insanın saplantısı buradadır” der Zerdüşt; “‘olmuş’
iradenin yerinden oynatamayacağı büvük bir taş parçasıdır.” İşte Zerdüşt’ün
üstinsan aracılığıyla ilan ettiği özgürleşme tam da budur. "Geçmişte kalanları telafi
etmek ve ‘olmuş’u, olmasını isteyeceğim şekilde dönüştürmek, işte benim için
kurtuluş ancak bu olabilir!” Nietzche’nin üstinsaıı aracılığıyla vaat
ettiği tam da doğuş durumunda olan şeydir: geçmişin tekrardan yorumu, yani
tarihselleştirme. Âşık olanlar (ve çoğu kez iki kişi de aynı anda) geçmişlerini
tekrar yaşayıp, onu oluşturan olayların belli bir biçimde ortaya çıktığım fark
ederler, çünkü belli bir anda seçimlerini yapmışlardır; isteyerek yaptıkları
seçimlerdir bunlar; ne var ki artık bunları istemiyorlardır. Geçmişimizi
saklamayız, inkâr da etmeyiz; sadece gözümüzdeki değerini azaltırız. Kuşkusuz, kocamı sevmiştim,
sonra da ondan nefret ettim. Ancak artık ondan nefret etmiyorum; hata yaptım
ama değişebilirim.
Böylece, geçmiş tarih-öncesi'ne dönüşür ve gerçek tarih
şimdi başlar. Buna bağlı olarak da hınç, kin, intikam isteği yatışır; bizim
için değeri olmayan, geçerli olmayan bir şeyden nefret edemeyiz. Bu deneyim,
genelde âşıklarda kaygı ve endişe doğurur. Sevgilim karşımda geçmişinden,
aşklarından, evli olduğu ya da beraber yaşadığı kişiden bahsediyor. Başlarda,
ondan bahsederken öfkeye kapılıyordu, sonra yavaş yavaş neredeyse şefkatle
bahsetmeye başladı: “Bana
kötü davrandı, ama beni seviyor ve ben de ona şefkat duyuyorum, ona acı
çektirmek istemiyorum, onun mutlu olmasını istiyorum.'’ Bu sözler,
bir uzaklaşmanın gerçekleştiğini gösterir. Bundan böyle ne gerilim ne korku ne
de intikam olacaktır. Yine de bu sözleri, aşkın devamı olarak yorumlayabilir ve
bazen kıskançlık duyabiliriz. Eğer herhangi bir engel çıkmazsa, sevgili,
kocasının (ya da karısının) yanında, ona kinden ziyade şefkat besleyerek
yaşamaya devam edebilir. Yeni aşkının ışığında, geçmişi başka bir anlam
kazanmıştır. Sevgili tam da âşık olduğu için, kocasına ya da karısına
sevecenlik hissedebilir. Bu yeni aşkın sevinci, onu sevgi dolu, yumuşak ve iyi
kılmaktadır. Genelde, diğeri bu durumu şüpheyle karşılayıp bir türlü
kabullenemez. Sevgiliyi tamamen kendisi için ister. Bu ayrıcalığı ve kesinliği
her ikisi de kendisi için istediğinden, âşıklar istemeden de olsa
ilişkilerindeki birçok şeyi sık sık bozarlar.
Yeni bir aşkın sevinci, başka bir yanılsama da doğulur. Buna
göre âşıklar geride bıraktıkları kişilerin, yeni sevgilileri olay çıkarmaksızın
ve soğukkanlılıkla kabul edeceklerini sanırlar. Seven kişi, ne nefret edebilir
ne de acı çekebilir. “Arkadaş kalalım" der ve bunda samimidir de.
Dahası, hıncı o derece azalmış, geçmiş o kadar uzakta kalmıştır ki, yeni
aşkıyla ilgili her şeyi anlatmak ister. Kurulmakta olan yeni birliktelik, eski
şeyleri, eski dostlukları, eski ilişkileri dönüştürerek kabul edebilir. Öyle
insanlar vardır ki, âşık olmadan önce, ne kendi ailelerine ne de çocuklarına
karşı hoşgörülü olabilmişlerdir. Bir kez âşık olduklarındaysa, onlara derin bir
şefkat beslediklerini fark ederler. Mutlu aşkları sayesinde, onları tekrar
keşfederler. Artık kin duymayıp geçmişleriyle barışık olduklarından,
diğerlerinin de benzer duygular içinde olduklarını sanırlar. Ancak hiçbir zaman
böyle olmaz. İlişkiler bozulup berbat bir hale gelmiş olsa da, sadece nefretle
ayakta duruyor olsa da, doğuş durumundaki âşk, terk edilen kişide dayanılmaz
bir arzu uyandırır: Sanki, artık ona ihtiyacı olmayan, onun için endişe
duymayan birisine âşık olmuş gibidir. Günlük yaşamın tekdüzeliğinde ilgisini
çekmeyen her şey, tekrar merkezi öneme sahip olur. Bu durum ancak kumulların, toplumsal
yapıların içinde yaşadığımız, tamamıyla bunlar tarafından çevrildiğimiz dikkate
alındığında anlaşılır. Partnerin kaybı, bizi biz yapan her şeyin kaybıyla
eştir. Bu kayıpla beraber, kendi özdeğerlerimizi, kendi imajımızı, özsaygımızı
da yitiririz. Âşık olan insan, bağışlanması mümkün olmayan büyük bir günah
işlediğinin farkına varmaz. Böylece anlayış beklediği yerde ret, umutsuzluk ve
yakarışla karşılaşır. Duyduğu âşk, karşısına yaşamın mutlu bir güç, renklerin
capcanlı, her şeyin güzel olduğu bir evren çıkarır.
Eros, nesnesini bulduğunda olumsuz olanı, var olmayanı bir
gölge gibi diplere iter. Yunan felsefesinin henüz başlangıcında, Parmenides,
aşkın doğuş durumuna ilişkin temel bir deneyimi oluşturan bir ilke ortaya
koymuştu: “Varlık vardır, yokluk yoktur.” Ancak kolektif hareket
tarafından sarsılmış olan dış dünya, toplumsal yapılar tepki gösterir:
Kendileri için bir kayıp, bir yaşamsal mahrumiyet olanı reddederler (bu
hareketlere eşlik eden tepkiler her zaman bunlardır)Hayal kırıklığına
uğramış baba, ya fırtına koparır ya da suskunluğa gömülür. Karısını aldatma
alışkanlığı olan koca, bağlılığın değerini keşfeder. Aptallaşmış, ihmal edilmiş
eş, umutsuzca, kendini güzelleştirip yeni ortak noktalar bulmaya çalışarak
kocasını geri kazanmayı dener. Beraberliklerini cinsel hoşgörü üzerine kurmuş
olan çiftler bile, doğmakta olan âşk karşısında katılaşır ve bu aşkı ölümcül
bir günah gibi görürler. Bu aşka karşı çıkar, bu aşkı onaylamazlar. Onlar için
bu âşk, çözümsüz sorunlar doğurur. Pes eden koca, “Tamam, git ama çocuklar
benimle kalacak” der; eşi ise, “Tamam, o kadınla gidebilirsin ama bunu
onayladığımı sanma; cesedimi toplarsın artık” diye konuşur. Böylece, sadece
sevinçten ibaret olan, bir zamanlar doğmakta olan aşkın değerli kıldığı tüm bu
kişiler, bu erkek ya da bu kadın, bu çocuklar evet diyen bir evrenin ışıltılı
görüntüsüne ters düşerler; çünkü onlar hayır diye cevap verirler ve bir seçim
dayatırlar. Seçimini yap: Ya o ya çocuklar, ya o ya da ölümüm. Ancak âşk,
çocukların kaybedilmesi için, birisini öldürmek için, birisine acı çektirmek
için doğmadı. Âşk, amacının masumluğu sayesinde her şeyin yerli yerine oturması
gerektiği yeni ve mutlu bir ortak yaşantının, yeni bir birlikteliğin
kuruluşudur. Gösterilen tepki, bu ahenk umuduna karşı çıkar ve bir seçim
dayatır: Ya diğeri ya da ben. Bir aşkın hikâyesi, seçmeyi reddetmenin ve seçimi
öğrenmenin hikâyesi olacaktır. Doğuş durumunda, seçme zorunluluğu bir ikilemin
özelliklerini barındırır. Bu durum, iki çocuğu kaçırılmış bir anneden hangi
çocuğunun öldürüleceğine karar vermesini istemeve benzer. Burada çözüm yoktur.
Doğuş durumu, bütün kolektif hareketler, her yeni âşk her zaman bir ikilem'le
karşı karşıya kalır.
Burada da, ihlal etme konusunda daha önce değindiğimiz gibi,
ne tür bir ikilemin söz konusu olduğu pek önem taşımaz. Birçok olası örnekten
iki tanesini seçtim; ancak, ikilemin devrede olmadığı hiçbir örnek voktur. Peri masallarında okuduğumuz, “Çok
uzun yaşadılar ve mutlu oldular” cümlesini izleyen sessizlik, sadece günlük
yaşantıya dönüşü, gerilimin ve buna bağlı olarak rahatsızlığın son bulmasını
belirtmez. Bu sessizlik, aynı zamanda ikilemin ortaya çıkmasını da engeller.
Peri masallarından farklı olarak sanat, ikilemi, aşkı imkânsız kılan aşılmaz
engel kurgusuyla sunar. Aşkın yolunu durmadan tıkayan engel, ikilemin
göstergesidir.
**
Birini sevip diğerine
âşık olmak?
Kuşkusuz evet. İki kişiye birden âşık olmak? Hayır. Herkes
birçok kişiyi sever. Annemizi ve babamızı, karımızı ve çocuklarımızı severiz.
Bu aşkların hiçbiri ne diğerini dışlar ne de diğerinden bir şey eksiltir. Aynı
şekilde, bir erkek iki kadını sevebileceği gibi, bir kadın da iki kocayı
sevebilir. Her biri, birinci kişiyi severken diğerine âşık olabilir. Hatta
bunun kural olduğunu bile söyleyebiliriz. Buna karşılık, iki farklı kişiye
âşık olmak imkânsızdır. İlk bakışta, bu sınırlama saçma görünür. Hep şöyle
söylendiğini duyarız: “İkisine de âşığım" ya da hangisine daha
çok âşık olduğumu bilmiyorum.” Bu cümleler farklı iki durumda telaffuz
edilir. İlkine aşkın gelişme durumu diyebiliriz. Daha önce de değindiğimiz
gibi, âşık olmak üzere olan kişi, bir şekilde kendisine yanıt verecek birisini
arar ve çoğu kez bu kişiyi bulduğu izlenimine kapılır. Başka türlü söyleyecek
olursak, bu kişi birçok defa âşık olmaya başlar. Birçok kişiyle karşılaştığını
da düşünürsek, birçok kez âşık olabilir ve tutkuları iç içe geçer. O zaman
bu kişi şöyle diyebilir: "Ben her ikisine de âşığım.” Bu iç içe geçme, iki
farklı kadın, söz konusu bu kişiye âşık olduğunda daha da kolay gerçekleşir.
Erkek, aşka açık olduğundan ve her iki kadından da olumlu bir yanıt aldığından
üç kişilik bir grup oluşur. Şimdi de erkeği seven bu iki kadının yakın arkadaş
ya da kız kardeş olduğunu varsayalım. Hep beraber, erkeğin merkezde olduğu
kaynaşmış bir grup oluştururlar. Bu türden durumlar, sanıldığından çok daha
yaygındır. Kolektif
hareketlerde sık sık, aynı lidere hayran olan kadın gruplarına rastlanır.
Freud, kitlenin, hem birbirleriyle hem de aynı zamanda liderleriyle özdeşlik
kuran bireylerden oluştuğunu söylememiş miydi? Görünüşte kesintisiz bir
gelişme sonucunda, aşkın eşiğindeki iki kişiden gruba, iki kişilik kolektif
hareketten grubun kolektif hareketine geçmiş olduk.
Gerçekteyse geçiş aralıklıdır. Kadınlar tarafından hayran
olunan liderin merkezde olduğu bir grubu inceleyelim. Bu liderin, kadınların her birine âşık olduğunu
söyleyebilir miyiz? Hayır. Her birinin, aynı yandaşlarının olduğu gibi yeri
doldurulabilir. Bir gruptaki kolektif bir harekette, kimse vazgeçilmez
değildir; herkes tüketilebilir. Ve bu durum aynı şekilde üç kişiden oluşan bir
gruba da uygulanabilir. Üç kişiyle bile, eğer biri giderse topluluk var olmaya
devam eder. Sadece çift durumunda eğer birisi gitmeye karar verirse topluluk
kaybolur. Yalnızca çift söz konusu olduğunda, birey, mutlak özgünlüğü ve biricikliği
içinde vazgeçilmezdir ve yerini başka biri dolduramaz. Yalnızca çift söz konusu
olduğunda, birey, topluluğun varoluşunun nesnel koşuludur. Bu topluluk,
bireyden yola çıkar ve ondan vazgeçemez. Öyleyse iki kişilik kolektif hareket,
doğuş durumundaki âşk, diğer hareketlerden kesinlikle farklı ve özgün bir şeye
sahiptir. “Her ikisine
de âşığım” türünden ifadeler, kişiyi kolektif bir yapıya, bir âşk durumuna ya
da hiçliğe götüren bir kararsızlık ya da bir geçiş durumunu belirtir.
Bir lidere duyulan tutkuya gelince, bu da uzaktan idealize etmekle
açıklanabileceği gibi, aynı zamanda tek taraflı bir aşkla da açıklanabilir. Pek
çok kimse aynı varlığa sahici bir âşk besleyebilir. Ne var ki bu varlık
gerçekte onlara âşık olmayabilir. Karizmatik liderler bu türden ortak duygular
uyandırabilirler; aynen ünlü oyuncuların ya da alımlı kadınların
uyandırabileceği gibi. Bu tek taraflı aşktır.
Şimdi, çıkış noktamızdaki soruya geri dönelim. Aynı anda
birçok kişiyi sevip bir başkasına da âşık olabileceğimizi söylemiştik. Bu durumda, bu yeni doğan âşk, duygularımızın tekrar
yapılandırılmasında bir çıkış noktası oluşturur. Sevdiğimiz kişiler kendimizin,
global gerçekliğimizin, yeni doğan aşkta kabul ettirmek ve sevdirmek
istediğimiz bu bireyselliğin bileşenlerdir. Başka bir deyişle, yeni doğan âşk
her zaman, kişisel bir hikâyeye, bir duygu sistemine, bir tercih sistemine
sahip iki kişi arasında cereyan eder.
Bu, âşk durumudur, çünkü bir engel aşar, duygusal
ilişkilerin her defasında yeniden yapılandırılmasını sağlar. Daha önce merkezi
öneme sahip bir şeyden vazgeçer, değersiz görürüz. Öte yandan, yeni aşka dahil
etmemiz gereken başka bir şeyi saklarız. Örneğin, eğer evli ve çocukları olan
iki kişi birbirlerine âşık olursa, her biri kendi duygusal ilişkiler
sisteminde, eşini çocuklarından ayırır. Eşimizden vazgeçmek ister, bunu
yapabiliriz de. Ona yönelik davranışımızı tamamıyla değiştirmek isteriz.
Çocuklara karşı olan tutumumuzda ise aynı şey söz konusu olmaz. Onlar, yeni
aşka dahil olabilirler. Eşimiz, benliğimizi oluşturan çekirdeğe dahil değildir
artık. Çocuklarımız ise benliğimizin çekirdeğinde bulunmaya devam eder.
Bununla birlikte, iki kişinin bir araya gelmesi, çevrelerinden yalıtılmış
kişiler arasında da olabilir. Bu bir araya gelişte çocuklar devrede
değildir. Buluşma, yalıtılmış birey düzeyinde gerçekleşir. İsteğin dile
getirilmesi ve alınan yanıt, çocukların devreye girmesinden önce gerçekleşir.
Herkes aşkı kendisi için ister, çocukları için değil.
Doğuş durumundaki âşk gelişirken, ilişkinin içine, o ana
kadar var olmayan tarafları da dahil etmek zorundadır. Bundan ötürü çocuklar
da, ilk başta olmasalar da aşkın parçalarını oluştururlar. Yine de âşık olan
kimse, diğerine âşık kalır, onun çocuklarına değil. Bu çocukları, diğeri
sevdiği için severiz, kendileri olduğu için değil.
Bazı durumlarda, aşkın seyri sırasında çocuklar engel bile
oluşturabilirler. Bu, aşılamayan bir engel de olabilir. Örneğin, çocuklar bu
aşka karşı çıkıyor ya da çifti bir ikileme sürükleyen iki aile tarafından bir
baskı, bir şantaj aracı olarak kullanılıyor olabilirler. Her durumda âşk,
yalıtılmış iki birey arasındaki bir birlikteliktir. Bu iki bireyin her biri,
kendi duygusal sistemine sahiptir ve bu sistemi beraberinde taşır. Âşk, bu
sistemin bir kısmını koruyup diğer bir kısmını yeniden yapılandırmak
isteyecektir. Aşkı, yalıtılmış, mutlak yalnızlığı arayan, hiçbir bağı olmayan
iki şahsiyetin bir araya gelmesi olarak gösterdiğimizde, bir aldatmacayı devam
ettirmiş oluruz. Gerçekte bu kişiler, kişiliklerinin mutlak birlikteliğini
ararlar; ama aynı zamanda en yakın çevrelerini de buna dahil etmek isterler. Şu
veya bu kişi değil, hepsini isterler. Sürekli, mutlak, tam bir inzivaya
çekilme arzusu, bir soruna işaret eder; yeni doğan âşk üzerindeki çevre
baskısından kaçışı gösterir. Çevrenin gerçeği çok ağır olduğunda, mevcut
duygusal bağların temsil ettiği kişiliğin o bölümünü aşka dahil etmek mümkün
olmadığında, yeni doğan âşk dünyadan kopma eğilimi gösterip özgür ve
özgürleştirici bir alan olmaya yönelir. Öyle bir alan ki, içinde hem huzurlu bir
sığınak hem de dünyayla yeniden hesaplaşmak için bir fırsat bulunabilir. Eğer
iki âşık da aynı durumdaysa kaçma, baskılardan tamamıyla kurtulma ve
kaybettiklerini tekrardan kazanabilmek için birlikte uzun süreli bir yaşam
kurma isteği, geride kalan her şeyden baskın olur. Buna karşılık, eğer sorun
sadece birini ilgilendiriyorsa, o zaman bu aşkı bir sığmak, olası baskılardan
kurtulabileceği özgür ve özgürleştiren bir alan olarak görmek kendisine
kalacaktır. Öte yandan, bu proje, diğerinin aşkına dahil edebileceği her şeyi
dahil edip, dışarıda bırakması gerekeni dışarıda bırakarak, kendi aşkını somut
bir biçimde yaşama arzusuyla çelişkiye düşmektedir. Biri için âşk, tam bir
kaçış, dünyadan uzakta bir tatil, bir liman, gidip sığınılacak mutlu bir ada,
varoluş çölünün ortasında karşısına çıkıveren bir gül bahçesiyken; diğeri için,
bu rüya bir vazgeçiş olabilir çünkü o, dünyayı bir bahçeye dönüştürmek ister.
Bu örnek, iki kişiyi bir araya getiren yeni doğan aşkın, nasıl da iki farklı
olağanüstü yaşam projesi yarattığını gösteriyor. Projelerin uyuşmadığı bu
durumda, ya projelerden biri ya da ikisi birden terk edilecektir. Böylece,
çelişkiden ötürü parçalanan âşk, sönmeye yüz tutar.
Bir kişiyi sevip
diğerine âşık olabileceğimizi söylemiştik. Ancak, birisine âşık olup bir
başkasına da olamayız. Doğuş
durumundaki âşk, bireyin etrafında örmüş olduğu bütün ilişkilerin yeniden
yapılandırılma sürecidir. Yeni âşk durumu, kendisini teşvik eden hareketin
mutlak yönünü belirtir. İki kişiye birden âşık olmamız imkânsızdır, çünkü
kalbimiz iki mutlak ama farklı hedefe var gücüyle yönelemez.
İki sevgilinin bir çocuğu olduğunda ne olur peki?
İkisinden birinin çocuk istemediği durumu inceleyelim. Çocuk
doğduğunda, diğerinin bu çocuğa beslediği aşkı, bu kişi bir ihanet, bir terk
ediş olarak görür. İslam-Fars
efsanelerinde, Şeytan, Tanrı’ya isyan eder, çünkü Tanrı, insanı yarattıktan
sonra ondan bu insanı sevmesini ister. Ancak Şeytan bunun imkânsız olduğunu
söyler, çünkü o, Tanrı dan başkasını sevmiyordun ve Tanrı nın da insanı sevmesini
kabul edemez. Bundan ötürü de, Tanrı nın gazabını üzerine çekmeyi, O’nu
kaybetmeyi bir başkasıyla paylaşmaya yeğ tutar. Şimdi de iki sevgilinin bir
çocuk istediği durumu inceleyelim. Arzulanan çocuk doğar ve yeni bir âşk kutbu
olur.
Böyle olduğunda bile, yeni doğan âşk sona erer. Bunu kabul
etmek zordur. Öte yandan, popüler eski bilge görüşe göre, bir çocuğun doğması
aşkı güçlendirir, tehlikedeki bir aşkı kurtarır. Bu söylenen yerleşik bir âşk
için doğrudur, yeni doğan âşk için değil. Gerçekten de, çocuk, iki sevgilinin
âşk nesnesi haline gelir. İkisi de aynı
anda bu çocuğa âşık olur. İlişkileri artık sadece birbirlerine değil, bir
üçüncü kişinin varlığına da bağlıdır. Bireysel karakterlerinin mutlak ve egoist
istekleri yerini diğer birevsel karakterin aynı şekilde bencil isteklerine
bırakmaz; bir üçüncününkine bırakır. Artık ikisi de birbirleri için mutlak
ölçüde en önemli değildir. İkisinden biri diğerinin Tanrısı değildir. Her
ikisi de, kendileri dışında doğan yeni bir Tanrıya hayranlık beslemektedir. Ve
eğer aralarında bir anlaşmazlık, bir ilgisizlik baş gösterirse, ikisi de
çocuğun aşkına sığınabilir. Bu durum özellikle, çocuğu karnında taşımış
olan, besleyen, en azından ilk aylarda çocuğun mutlak nesnesi olan anne için
geçerlidir. Gerçekte, anne için bir çocuğun doğması hemen hemen her zaman doğuş
durumundaki bir aşktır. Bütün ilgisi, bütün özeni, bütün kaygıları çocuğa
yöneliktir. Yeni tekel hakkı eskisiyle uyuşmaz artık. Oidipus kompleksi ortaya
çıkmadan önce, aile sahnesinde egemen olan Laios kompleksidir, ki bu da babanın
çocuğa karşı kıskançlığı ya da daha doğru ifade edersek, iki sevgilinin
oluşturduğu sarsılmaz çift durumunun yerini alan anne-çocuk çiftine yönelik
kıskançlığıdır. Çocuğun doğması, çocuğa duyulan âşk, aradaki bağı
güçlendirip aşkı dengede tutar; ama yeni doğan aşkı öldürür. Çelişkili bir
şekilde, eğer dış bir güç sevgilileri ayırırsa, yeni doğan âşk devam edebilir.
Çocuğa yönelik bir kıskançlık olması durumunda, bu âşk tek taraflı ve
dolayısıyla mutsuz bir âşk olur.
Kültürümüz, çocuğun doğmasıyla ortaya çıkan kesintiyi
maskelemektedir. Ve bundan dolayıdır ki, her bilimiz diğerinin bizi ihmal
ettiğini, bize önceden duyduğu arzuyu ve sevgiyi göstermediğini şaşkınlıkla
fark ederiz. Gerçekte, her şey değişmiştir. Yeni doğan aşkın temelde
istikrarsız olan yapısının yerini, potansiyel olarak sürekliliği olan bir yapı
almıştır. Yeni doğan
âşk bitse de, sevgililer birbirinden ayrılsa da, topluluk yine de anne-çocuk ve
baba-çocuk çiftleri aracılığıyla yaşamaya devam eder.
**
Bu deneyimleri karşılaştırarak, birçok defa hem İslam’da hem
de Hristiyanlık'ta sorulmuş teolojik bir soruya yanıt bulabiliriz:
Sonsuz ve her
şeyi bilen Tanrı, sonlu ve özellikle yanılabilir olan insanı sevebilir mi?
Âşıkların merceğinden bakıldığında, yanıt olumsuz olmak
zorundadır. Âşıklar, diğerinin kendilerinden daha aşağı bir seviyede olmasını
kabul edemezler. Diğeri daha yukarıda olmalıdır, çünkü o hakikate götüren
kapının kendisidir. Aynı şekilde Tanrı da, kendisinden son derece aşağıda
olan insana âşık olamaz. Ancak yeni doğan aşk aynı zamanda öznel olanın kendi
içinde değer kazandığı bir yoldur da. Aşkta bu deneyim esastır. Sevdiğimiz
zaman, sevdiğimiz kişinin zayıflıklarını biliriz, ancak, bunları zayıflık
olarak gördüğümüzde, anlayabilir, affedebilir ve hatta bunlardan hoşlanabiliriz
bile. Örneğin bu zayıflıklar başkalarını düşünme, bonkörlük, coşku olarak
kendini gösteriyorsa bunlardan hoşlanabiliriz. Yani, günlük yaşamda sıkıntı
yaratabilecek nitelikler, değerler sisteminde erdem olarak görülebilir. Buna göre, Tanrı insanı
sevebilir (özellikle eğer erdemliyse, yani çıkar gütmüvorsa). Birçok köprü ve yol sayesinde aşkın bu iki
durumunun birbirine bağlı olduğunu ve bundan ötürü aşkın, yeni doğan aşkın
tamamlanması olduğunu kabul etsek de, bu teolojik-dinsel referans, aşkın
doğduğu anla kurumsallaştığı an arasında bir ayrım yapmamızın doğru olduğunu
gösteriyor bize.
**
"Tanrı insanı
kovdu ve kerubileri, yaşam ağacının yolunu korumaları için, sağa sola dönen
ateşten bir kılıçla Cennet Bahçesi’nin doğusuna yerleştirdi.” Yaratılış efsanesi bu şekilde söyler. Doğuş durumunda,
insan, ateşten kılıcı kerubilerin elinden kapıp Cennet Bahçesi’ne girer. Ancak
insan ne burada kalabilir ne de burayı yurt edinebilir. Doğuş durumu, tanım
itibariyle geçicidir. Bir dinlence değil, bir hareket, bir şeye doğru
harekettir. Varmak demek, çıkmış olmak demektir.
**
Günlük yaşamda
ulaşmayı amaç edindiğimiz hedefler, elde etmeye çalıştığımız şeylerin hepsi
elimizdeki imkânlara bağlıdır. Gerçekleştirilemeyecek projeler yapmayım. Zaten
arzularımız da sınırsızdır. Eğer masallardan fırlamış bir cin bize görünüp
arzularımızdan üçünü söylememizi isteseydi, kararsız kalırdık ve kafamızda
tuhaf bir liste canlanırdı: Çok zengin olmak mı? Sürekli sağlıklı olmak mı?
Sadece kendimiz mi, yoksa bizim için kıymetli olan diğerleri de mi? Sürekli
genç kalmak mı? Sadece kendimiz mi, yoksa diğerleri de mi? Yalnızca
‘'mutlu" olmayı isteyebilirdik, ancak “mutlu olmak bir şeye denk düşmez.
Bundan ötürü, sorun, bize mutluluk verebilecek "şeyleri” tanımlamaktır.
Öte yandan, seven kişi, ne tür dileklerde bulunacağını da bilir. "Beni
sevsin.” Ve eğer hâlâ diğer iki dileğini söyleme olasılığı varsa, şunları
ekler: "Onu sevmeye devam edeyim; o da beni sevmeye devam etsin.”
Âşık birisinin, çok net ve sınırlı bir arzusu vardır. Ama kendini bu amaca
verirken, elindeki araçların farkına varmaz. Kimse şu şekilde düşünerek âşık
olmaz: "Madem birisini kendime âşık etme imkânına sahibim, ben de ona
âşık olmayı seçiyorum.” Her şeyden önce, âşık oluruz, diğerinin aşkını arzularız;
bundan sonra âşık olduğumuzu elde etmenin araçlarını bulmaya çalışır, kendimizi
sevdirmek isteriz. Günlük yaşamda, temel ihtiyaçlarla önemsiz ihtiyaçlar
arasında gerçek bir fark yoktur. Doğuş durumundaysa bir tane fark vardır.
Sevilen kişiye ulaşmamıza, onun tarafından sevilmemize yarayan her şey
önemlidir bizim için. Gerisi önemli değildir. Eğer sevdiğimiz kişinin hoşuna
gidiyorsa, güzel yemek yemek çok hoştur. Ama yalnızsak, iyi bir yemeğin hiçbir
önemi yoktur. Sevilen varlıkla karşılaşmak, onun yanında olmak için, en zorlu
yolculuklara çıkmayı, yemek yememeyi, uyumamayı göze alırız. Bütün bunlar bizi
yormaz; tam tersine kendimizi mutlu hissederiz. Günlük yaşamda dayanılmaz olan
her şeyi farkına varmadan gerçekleştiririz.
Günlük yaşamda, eşit alışveriş ilkesi ağır basar. Eğer sana
bir şey verirsem, karşılığında aynı değere sahip bir şey isterim. Doğuş
durumunda ise, komünizm ilkesi hüküm sürer: Herkes imkânı ölçüsünde verir,
herkes ihtiyacı ölçüsünde alır. Alınan ve verilen şey arasında herhangi bir
muhasebe yoktur. Herkes diğerine hediyeler alır: Sevilen kişinin hoşuna gidecek
nesneler, ona kendisini hatırlatacak, kendisinden bahseden şeyler. Aynı
şekilde, diğerinin bahsettiği ya da gördüğü, onun hoşuna gidecek hediyeler de
alır. Bir şey sunmak, bazı durumlarda ani bir harekettir; her şekilde
sevdiğimiz için hazır olduğumuzu, kendimizin bir armağan olduğunu sembolize
eden bir jesttir. Ancak, armağan karşılığında başka bir armağan beklenmez. Bir
hediye verirken, eğer bu hediye diğerinin hoşuna gidip onu mutlu ediyorsa
istenilen sonuca ulaşılmıştır zaten. Diğerinin sevinci, herhangi bir nesneden
çok daha değerlidir. Böylece, sevgililer, karşılığında bir şey beklemeden
birbirlerine hediye alırlar. Her biri isteği ölçüsünde verir, ihtiyacı
ölçüsünde alır. Armağanların muhasebesi yapılmaya başlandığında -“Ben sana şunu
verdim, sen karşılığında hiçbir şey vermedin” âşk sönmeye başlamıştır. Her biri
alacak ve verecek talebi yaptığında âşk o zaman tamamıyla bitmiştir.
***
Aşka dahil olan birisi, kurallarla, kesinliklerle, çizilmiş
yollarla, yasaklamalarla dolu bir dünyadan gelir. Bütün yaşamı alışkanlıklarla
örülüdür. Bu kişi eylemde bulunur, ancak en derininde neden eyleme geçtiğini
bilmiyordur. Özgün bir iradesi yoktur. Diğerleri öyle istediği, kurallar ve
görevler olduğu için harekete geçer. Bu görevlerin gerçekleştirilmesi gitgide
onun için katlanılamaz hale gelir. Ardından, bir dönüşüm aracılığıyla, kendine
ve diğerlerine yalan söylediğini, yaşamının sürekli bir yutturmaca olduğunu
fark eder. Kurum onun bu şekilde davranmaya devam etmesini ister, zira kurum
bir tek görünürdeki davranışlarla ilgilenir. Protestan dinine özgü teolojik
dille söyleyecek olursak, toplumsal kurumu ilgilendiren inanç değil,
eserlerdir. Tam aksine, doğuş durumunda eğer içten istenmediyse, basit
eserlerin değeri yoktur. Bu eserler sadece yalan ve ikiyüzlülüktür.
Toplumsal kurum, niyetleri umursamaz; onun umursadığı
eylemler, olgular ve şeylerdir; duygulara ve değerlere nesneler, şeyler olarak
davranır. Toplumsal kurum dediğimde bundan anladığım, doğuş durumuna dahil
olmayan her şeydir. Evli kadın, koca, nişanlı ya da sevgili terk edildiğinde,
terk edenin kendileriyle kalmasını isterler. Terk edene "Bana âşık ol,
beni tutkuyla sev diyemeyeceklerini çok iyi bilirler. Bundan ötürü "Diğerinden
vazgeç ve benimle kal” derler. Onları ilgilendiren fiziksel varlıktır, onun
burada bulunması, başka kimseyle olmamasıdır. Terk edenin hissettiği neyse
-üzüntü, umutsuzluk-onları ilgilendirmez. “Seni kaybetmektense, gece boyu
umutsuzca ağlaşan da yanımda olmanı tercih ederim. Kısacası, ne duyguların ne
de mutluluğun beni ilgilendirivor; sen, bir nesne olarak beni
ilgilendiriyorsun.” Bu, Hegel’in bahsettiği şeyleşme, Marx’ın bahsettiği
metalaşmadır.
**
**
Teolojik dilde Tanrı, İbrahim’i insani niteliklerinden
vazgeçmesi konusunda sınar. İbrahim, en sevdiği şeyi, büyük oğlu İshak’ı
öldürmelidir. Bu bir çelişkidir; seçimin imkânsız olduğu iki eylem arasında
karar vermelidir, çünkü iki eylem de kişiyi insani niteliklerden uzaklaştırır.
Yeni doğan aşktan aşka geçiş, her seferinde, katil olmamızı isteyen birisini
sevme gerekliliğini içerir. Sevmek, nesnel olarak, sevmenin saçma olacağı
türden davranışa sahip birisine güven duymamızı gerektirir. Yeni doğan aşktan aşka
geçiş, insani özelliklerinden uzaklaşmasına rağmen, herkesin sevilip
sevilmediğini sınamasını içerir. Sınama, çiftin karşılıklı olarak diğerinden
tek bildiği somut insanlığını kaybetmesini, koşulsuz kendisini teslim etmesini
istediği bir mücadele doğurur. Bu, birbirini seven insanlar arasındaki bir
mücadeledir; ancak aynı zamanda ölümüne bir mücadeledir de. Âşk görüntüleri,
kesinlikle bizi hataya sürüklememelidir. Sınamaya tabi olan kişi, kendisini
sınayana umutsuz bir dirençle karşılık verir. Sevdiğini sınayan kişi, bunu
sınamayı gerçekten ciddiye alır; ve içten içe eğer karşısındaki bu sınamada
başarılı olamazsa, onu artık sevmeyeceğine karar verir. Bir canavara benzeyip
hayır dese de, herkes sevilmeyi ister. Aynı şekilde, evet demenin koşulu olarak,
karşısındakini korkunç testlere tabi tutsa da, herkes sevilmeyi ister. Ne var
ki, sınama her zaman karşılıklı olur. Kutsal Kitap imgesinde, Tanrı İbrahim’i
sınamaya tabi tutar; ancak aynı zamanda İbrahim de Tanrısını test eder: Eğer
İbrahim çocuğunu öldürürse, Tanrı ya ne olacaktır o zaman? Artık O bir âşk
tanrısı değil, kanlı, vahşi bir Tanrı olacaktır. Aynı şekilde, Tanrı kendisini
Kızıldeniz’in dalgalarına bırakmasını isteyerek Musa yı da teste tabi tutar.
Ama o sırada Tanrı da teste tabi tutulur, çünkü “kendini denize at” diyerek
halkının dalgaların içinde boğulmasına göz yumamaz. Bu şekilde hareket eden bir
Tanrı, bir aldatıcı, bir şeytan durumuna düşer.
Çözümün anahtarı, geri dönüşü olmayan noktanın istenmesi,
ama dayatılmaması olgusunda yatar. Bu bir çeşit imzalanan ama tahsil edilmeyen
çektir. İbrahim çocuğunu öldürmek üzeredir ancak Tanrı onu kurban etmesini
dayatmaz. Her ikisi de sınamanın altından kalkmıştır. Her ikisi de kendini
kanıtlamış, her ikisi de son derece önemli bir şeyden vazgeçmiş ve her ikisi de
aşılmaz bir sınırla hem karşılaşmış hem de bu sınırı kabul etmiştir. Âşk ancak
diğerinin geri dönüşü olmayan noktasını kendi sınırımız olarak kabul
ettiğimizde, öyle istediğimizde mümkün olur.
Bu gerçekleştiğinde, anlaşma da sağlanmış olur. Her iki
taraf da, diğerinin, isteyebileceğinden daha fazlasını istemeyeceğini
biliyordur artık. Umutsuzluktan kaynaklanan bu emin oluş, karşılıklı güvenin
sabit noktasını oluşturur: karşılıklılık kurumu. Sevdiğimi ve sevmemezlik
edemeyeceğimi biliyorumdur. Bir sınırım olduğunu ve bu sınır olmaksızın
yapamayacağımı da biliyor ve bunu kabul ediyorumdur.
Böylece âşk, bir kurumun, bir anlaşmanın etrafında
şekillenir. Anlaşma ise bir sınırın, imkânsızın var olduğu, her şeyin mümkün
olmadığının kabul edilmesinin gerekliliği etrafında şekillenir. Bundan ötürü
âşk, her zaman için hiç istemediğimiz bir şeyin aşkı, karşı olduğumuz bir yaşam
alternatifidir.
**
Âşk, ruhun susuzluğunu giderip dünyaya tekrar dönebileceği,
yenilenmenin iç bölgesi, mümkün olandan uzaklaştırılmış bir ada, çölün
ortasında bir gül bahçesine dönüşür. Bütün bunlar mistisizme oldukça yakındır.
İlahi Komedya,
sevilen kadının, Tanrı’ya giden mistik bir yolculuğun rehberine ve
refakatçisine dönüştüğü büyük bir mistik şiirdir. Mistisizmin temelinde, bu aracı figür ortadan kalkar ve âşk
dolaysız olarak Tanrı’ya yönelir. Ancak gerçekte, bu aracı figürün karşımıza
çıkması az rastlanan bir şey değildir. Azize Claire ve Aziz François
arasındaki ilişkiler, doğmakta olan bir aşkın Tanrısallığa aktarılmış (veya
yüceltilmiş) tüm özelliklerini taşır. Mevlana Celaleddin Rumi, çok sevdiği bir erkek olan Şems
Tebrizi ortadan kaybolduktan ya da öldükten sonra, İslam'ın en büyük mistik
şiirini, Mesneviyi ve Divan’ın lirik derlemesini yazar. Mesnevi’de, bu erkekten
hiç bahsetmevip sadece Tanrı’dan bahseder. Öte yandan, şiirin birçok bölümü
öylesine somut ve iç parçalayıcı bir aşkın izlerini taşır ki, arkadaş-insan
figürüyle arkadaş-tanrı figürü iç içe geçer. Buna karşılık Divan, tam anlamıyla
Şems Tebrizi’ve adanmıştır. Burada şair, sevilen arkadaş aracılığıyla Tanrı’dan
bahseder.
Mistik âşk, doğmakta olan bir âşk olarak kalır; zira,
arkadaşla ya da Tanrısal sevgiliyle hiçbir karşılıklı antlaşma mümkün değildir.
Biri sadece sevebilir, diğeri sadece sevilebilir ve herhangi bir garantisi
olmayan yanıtı da, her zaman ve her durumda bir "lütuf’tur. Bu mutlak
asimetri ve mesafe yüzünden, kişi mistik aşkı her zaman, karşısındaki her şeyin
olasılık olduğu bir âşk olarak gösterir. Tam da bu mesafe nedeniyle, mistik
aşkta bizi etkileyen şey, bir sürekliliğin, mucizevi bir şekilde sevince dönüşen
kesintisiz bir acının varlığıdır. “Sağlığım ve acım, senin elindedir”
diye yazar Raymond Lulle. “Beni ne kadar çok iyileştirirsen, bitkinliğim o
kadar artar, bana ne kadar acı verirsen, beni o kadar sağlıklı yaparsın.”
Avilalı Azize Teresa’ya gelince, mistisizmin en son ve en
yetkin aşaması olan yedinci aşamaya ilişkin şöyle der: "Ruhta
büyük bir acı çekme arzusu vardır, yine de kaygı duymaz, çünkü Tanrının
iradesinin kendisinde gerçekleşmesini öylesine çok ümit eder ki, Onun karar
verdiği her şeyi memnuniyetle karşılar: Eğer Tanrı acı çekmesini isterse, o
zaman acısını çekecektir, eğer istemezse, bundan ötürü umutsuzluğa kapılmaz.” Mistik âşk bize, âşk durumunun hiçbir şekilde
ötekinin niteliklerine bağlı olmadığını açıkça gösteriyor. Bu sadece bizim olayları
görme biçimimiz (düşünme, hissetme, algılama, hayal etme vb), yani zihnimizin
yapısındaki içkin ulamsal bir sistemdir. Her şeyi olduğu gibi değil, nasıl
kuruyorsak öyle görürüz. Mistik âşk, nesnesini, doğuş durumunun
kategorilerinden itibaren oluşturur ve var olan bir kişiyi kullanamayacağı için
(hayalinde dönüştürme amaçlı), saf ve ideal nesnesini oluşturur.
Çağdaş kültür, bunun yaşamak olmadığını söylüyor. Buna ben
de katılıyorum, yine de kabul etmeliyiz ki, mistisizm, binlerce yıl boyunca,
çok önemli ve çok yoğun bir yaşam biçimi olmuştur. Gerçekten de, seven kişi
için, nesnesi her zaman gerçekliğini korur.
Aslında, doğmakta olan aşkta da sevilen kişi gerçek midir? Burada da, sevilen kişi hayalin bir ürünüdür. Ancak burada
hayal, bir proje olarak, kendini gerçekleştirmek, dünyada cisimleşmek için
gerçekliği değiştirme isteğiyle ortaya çıkar. Bu imkânsız bir amaçtır; zira,
her zaman bir olasılık, bir neden, üstesinden gelinmesi gereken bir olgular
bütünü bulunur. Her türlü cisimleşme bir kayıptır. Uzun süren her âşk durumu,
bir tek hayalde tasarlanabilir ve orada devam edebilir. Bu da, iki sevgiliyi,
hepimizin her şeyden çok istediği buradaki ve şimdiki somut gerçekliği
görmezden gelmeye zorlar.
Doğmakta olan âşk, her şeyi olgusal, somut ve pragmatik
olarak gerçekleştirmeye çalıştığı oranda, sönüp yok olmaya da mahkûm olur.
Sonuna kadar mantıklı kalıp olağanüstü deneyimden vazgeçtiğimizi, bunu
aramadığımızı, istemediğimizi veya bu şekilde istemediğimizi söylememek daha
iyidir. Sadece doğmakta olan aşkta değil, doğuş durumunun her sürecinde
böyledir. Fanatizmin en korkunç deneyimlerinin temelinde, her şeyi somut olarak
hemen isteme girişimi bulunur. Var olan, gerçeği hiçbir zaman tamamıyla temsil
edemez. Herhangi bir yerde, yeryüzü cennetinin gerçekleştirilebileceğini iddia
etmek, fanatizmin alanına girer. Var olan her şey, daha güzel hale gelebilir
ama hiçbir zaman mutlak, mükemmel, değişmez ve bütün olamaz. Bu her zaman,
mümkün olanla gerçeğin kesişme noktası, mümkün olanda gerçeğin az çok belli olduğu
nokta, mutlağın açığa çıkması”dır. Sevilen nesne, ampirik ve değişmiş olarak
kalır. Mistik, var olanı ortadan kaldırarak, onu basit bir olasılığa
indirgeyerek sorunu çözer. Gerçeği, saf sezginin nesnesi olarak tanımlayıp ayrı
bir yere koyar. Başka türlü söylersek, mistik, doğuş durumuna özgü zihin
yetilerinin işleyişine ve nesnelerini tasarlamasına karışmaz.
Öte yandan, sevgililerin birinin ya da ikisinin bu
evredeyken, aşklarını günlük ve eksiksiz cisimleşme deneyimine tabi
tutmadıkları için bu yönde çok ileri gidebildiklerini anlarız. Böylece devrim
başarısızlığa uğrarken, ideal var olandan ayrılır ve karşılaşmanın meydana
geldiği düşsel alana dönüşür. İki sevgili, somut yaşamlarını sürüp dünya
olaylarını yaşar, mücadele eder, bir şeyler oluştururlar ancak ilişkileri
olağanüstü bir boyutta devam eder. Bu çok karşımıza çıkmasa da, binde bir
rastlanılır bir şey de değildir. Üstelik, bu kişiler aşklarından
bahsetmedikleri için, böyle bir şeyin farkına varmak kolay olmaz. Burada düşsel
bir alan söz konusu olduğundan, sevgililer bu alanı olağan şeylerden tamamıyla
ayırıp bu konuda tam bir utangaçlık göstererek ihtiyatlı davranırlar.
Öte yandan, bu
tür aşkın sadece manevi ya da “platonik” bir âşk olduğunu da düşünmemeliyiz. Tam aksine, son
derece cinsel ve erotik bir âşk da olabilir. Pekiyi bu âşk niye bu kadar
seyrektir? Elbette çok seyrektir, çünkü doğmakta olan âşk, var olanı somut
olarak tekrar oluşturmayı, yeni kişinin etrafında geçmiş, şimdiki ve
gelecekteki yaşamını, örnek oluşturacak şekilde yeniden düzenlemeyi tasarlar.
Proje, her zaman için günlük yaşamın dönüştürülmesi projesidir. Bu
dönüştürmeden vazgeçmek ise, birçok insan tarafından başarısızlık olarak
değerlendirilir. Bundan vazgeçen herkes, özel şartlarda bulunuyordur ve genelde
de, sonuç alınamayacağı belli olan başka yolları denedikten sonra vazgeçer.
Böyle bir doğaya sahip olan bir aşkın ise, devam edebileceğinin garantisi
yoktur. Bu aşkı, tam ve somut bir ortak beraberlik altında gerçekleştirme
projesi tekrar oluşur. Ardından, çoğu kez aşkın sönüp gitmesine neden olan
başka bir girişimde bulunulur.
**
Aynı kişiye âşık
oluyor, sonra tekrar âşık oluyoruz. Annenin (ya da babanın) çocuğuna duyduğu
âşk için de aynı şey geçerlidir. Anne için çocuğu vardır, çünkü çocuk ağlar,
annesine ihtiyacı vardır, her zaman tehlikede olma ihtimali vardır ve çocuk
karşı çıkar. Yine de arada sırada, gündüz ya da gece, çocuk annesinden uzakta
olduğunda veya anne çocuğuna baktığında, çocuk anneye arzu dolu bir nesne, bir
nostalji, sonsuz bir şefkat kaynağı, annenin tamamlayıcısı olarak
“görünür."
Anne çocuğuna sürekli âşık olur. Sadece çocuğu küçükken
değil, büyüyüp yetişkin birisi olduğunda da çocuğuna âşık olur. Bazen belli
anlarda, anne çocuğuna büyülenmiş, tutkulu gözlerle bakar ve çocuğu var olduğu
için büyük bir şükran duygusu hisseder. Âşık, diğerine var olduğu için teşekkür
eder. Anne yetişkinde, artık olmayan, bir zamanların küçük çocuğunu görmez.
Hayır, anne yetişkini bir zamanlar çocuğu gördüğü gibi görür. Şimdi bu
yetişkine baktığında, ona bugünkü haliyle tekrar âşık olur. Her defasında bu
varlıkta mükemmel olanı keşfeder. Tutku tekrar doğar, her zaman “ilk günkü”
gibi olur.
Her insan, en fakir olan bile, sevme yeteneğiyle
donatılmıştır. Bu yetenek, varoluş değerinin temelini oluşturur. Kendinden bir
değerle donatılmış ve tekrar keşfedilen mutlak bir temeldir bu. Bu temele
tekrar kavuşma umudunu yitiren kişi ölür.
Ama belki de -belki de diyorum, çünkü geleneksel çocuk
psikolojisinin tamamında bundan bahsedilmez-çocukluğun tamamı bu deneyim
üzerine kuruludur. Çocuk ister; karşı çıkıp özerk hale gelir; sonra aniden
kucaklanıp okşanmak ister, akşam uyumadan önce yanında birisini ister, tek bir
öpücük onu mutlu eder ve doyumsuz yapar. Belki her defasında âşık oluyor,
sayılamayacak kadar çok evet diyen varlığın bütünlüğünün inanılmaz ve altüst
edici deneyimini yaşıyordun Bağımsız olabilmek için bu deneyimden uzaklaşır ama
her defasında tekrar bu deneyimi yaşar, bu deneyimin ortaya çıkmasını ve
güvencesini görür. Bu bağ sayesinde çocuk, kendine güven duymaya başlar ve var
olma becerisini geliştirir.
Annenin ya da babanın çocuğuna duyduğu aşka ilişkin bu son
örnekte, bağış bazı yönlerden, kişinin kendini bağışlaması -aynen yeni doğan
aşkta olduğu gibiye bazı yönlerden de çocuğa varlığın bağlantısını veren bağış
olarak ortaya çıkar. Öte yandan çocuk da armağan verir. Elbette annesine aldığı
çiçek değildir bu armağan, hayır kesinlikle değildir. Çocuğun armağanları, onun
sözcükleridir. İçinde olgunlaşıp belli bir anda dışarı çıkan bu şaşırtıcı
dilsel oluşumlardır. Bu sözcükler sayesinde çocuk kendine, içine bir yetişkinin
de girebileceği bir kapı, bir ev, bir şato inşa edebilir, çünkü bu yapı onun
içindir. Dahası yetişkin bu yerleşimi çocukla birlikte tamamlayabilir,
beraberce inşa edebilir. Çocuğun sözcükleri dile getirilmiş ilk âşk şarkısıdır.
Bu sözcükler hem gerçek büyük şiir gibi hem de bir arada ve beraberce
tamamlanmış bir şey gibidir.
**
Evet.
Zaten yeşermiş olan bir âşk karşısında irade ne yapabilir?
Net bir tavır takınıp sevilen kişiyi hiç görmemeye, ondan
uzaklaşmaya karar verebiliriz. Bütün bu tavırları irade gerçekleştirebilir.
Sevilen kişi etrafımızda olduğu sürece, bundan daha kolay hiçbir şey yoktur.
Doğuş durumu hayır diyebilmemize imkân tanıyan müthiş bir güce sahiptir. Ne var
ki, aşkımızı kaybetmemize yol açan ve telafisi olmayan davranışı sergilediğimiz
anda bu güç bir anda ortadan kaybolur. O zaman, duyarsızlaşma ve nostalji
devreye girer.
Buna karşılık, âşık olmaktan kaçınmaya yönelik bir yöntem
vardır. Bütün toplumsal
kurumlar bu yönteme sahiptir; zira hepsi de bireyin âşık olmasını engellemeye
ya da bu “düşüşün” sonuçlarını sınırlamaya çalışır. Kolektif hareketlerin
ortaya çıkarıp tekrar canlandırdığı bütün toplumsal kurumlar her zaman, herhangi
bir bireyden daha önemli gördükleri bir varlığa odaklanmışlardır. İster parti,
hareket, sınıf, vatan olsun ister kilise veya Tanrı, bu varlık -tanım
gereği-gerçek herhangi bir erkekten ya da kadından daha üstündür. Toplumsal
kurumun bilgisi bir bireyin Tanrısallaştırılmasını değersiz görür ve bir
toplumsal gruba dahil olanlar bu bilgiye sahip olur. İki bin yıl boyunca,
Katolik Kilisesi müritlerine, yeryüzü aşklarından ziyade semavi aşkları tercih
etmelerini, âşık olma girişimlerinden kaçınıp, arzuya ilişkin günahlarını bile
itiraf etmeyi öğretmiş; her zaman otoritesini hissettirmeye hazır olmuştur.
Stendhal, “âşık olmaktan kaçınmak için hemen, daha ilk anlarda harekete geçmek
gerekir yoksa çok geç olabilir” diye yazar." Aşkla sevmek istemeyen kişi,
ilk çekimin yarattığı etkiyi hemen kırmalıdır: Eğer bir kişi hoşuna giderse,
bir başka kişiyle beraber olmalı, eğer üst üste kendisini aynı eve bakarken
yakalarsa şehir değiştirmeli, eğer hayran olunmaktan zevk aldığını fark
ediyorsa küçümsenmek için uğraşmalıdır. Aşktan korunmaya yarayan bir elkitabı,
cinselliğin de "düşüş”e engel olmak için kullanılacağı bir çile kitabına
benzerdi.
Pekiyi, neden bu kadar acı? Getirdiği bütün mutsuzluklara
rağmen, âşık olmak denen şey neden bu kadar büyük bir çekime sahip? Niçin bu
kadar baştan çıkarıcı? Söylediğimiz bütün şeylerden sonra, bir yanıt
verebiliriz. Batı’daki eğilim, âşık olma olgusu değil; doğuş durumudur. Aşkı
çekici buluruz, çünkü doğuş durumunu çekici bulmayı öğrenmişizdir. Bu öğrenme,
sembolik planda gerçekleşmiş, pratik planda ise gerçekleşecek doğuş durumunu
temsil eden toplumsal kurumlar aracılığıyla gerçekleşir. Batının dinsel ve
politik, eski ve modern bellibaşlı kurumlarının hepsi doğuş durumu
kategorilerine dayanır.
Biz, Batı’nın rüyası olan doğuş durumunu çekici buluruz.
Hıristiyanlık öncesi eski gizler, tanrının ölümünü ve tekrar doğuşunu
anlatırdı. Hıristiyanlığın en önemli bayramları, dirilişin Paskalya’sı ve
Noel’dir. Nihai sona ilişkin, Hıristiyanlık vücudun dirilişini ve yeni Kudüs’ü
vaat eder. Bu anlamda tamamen Batılı olan İslam, nihai sonun beklenmesini
öğretir. Marksizm devrimden, yenilenmeden, tarihin sonundan bahseder.
Değerlerle dolu bir süreci belirtmek için, şu türden deyişleri kullanırız:
Rönesans, Risorgimento, yenilenme.
Yaşadığımız anın sıkıcılığı içinde yeni bir günü, yeni bir
yaşamı, yeni bir ilkbaharı, kurtuluşu, bağışlanmayı, ikinci karşılaşmayı,
isyanı bekleriz. Dinsel mitlerin geçmişte, Marksizm’in gelecekte, aşkın şimdide
bulduğu o ilk zamanların ilahi anları bizi hâlâ çeker. Bu, Batının kültürel
geleneğidir.
Ne var ki Batı’da nihai rüyayı oluşturan şey, Doğu için
özellikle de Hindu ve Budist kültür açısından uzak durulması gereken bir
kâbustur. Aydınlanan ya da
diğer adıyla Buda veya Siddharta Gautama, Hindu metinlerinde önceden var olan
bir düşünceyi yorumlarken şöyle diyordu: "Doğum acıdır, hastalık acıdır, yaşlılık
acıdır, ölüm acıdır, sevmediğimiz kişiye bağlı olmak acıdır, sevdiğimiz kişiden
ayrı olmak acıdır.” Tekrar doğmak
yaşam cehennemine dönmek, karşı konulmaz bir şekilde acıyla karşılaşmak
anlamına gelir. Bu bakış açısıyla doğuş durumu, yanılsamaların en büyüğünü
temsil eder. Cennet bahçesine girip orada kalınamaz: Oraya sadece sonsuza dek
koyulacağımızı, umutsuz yeniden doğuşun (samsam) sürekli tekrarını yaşayacağımızı
bilerek girebiliriz. Böylece tekrar doğmayı arzulamak, bir mahkûmiyet ve bir
deliliği tekrar yaşamak olur. Gerçek umut, en son ve kesin, tekrardan mutlu
doğuşun beklentisinde değil, tam tersine tekrar doğuştan vazgeçmekte, bunu
reddedişte yatar. Ruh-göçü, yani başka varlıklarda art arda yaşanan enkarnasyon
(hayvanlar, bitkiler, nesneler ve tekrar insanlar) görüntülerinin tuzağına
düşmeyelim. Tekrar doğuşların döngüsü rahatlıkla bireyin yaşamına da
uygulanabilir: Birey ölür ve durmadan tekrar doğar; acı çeker ve her zaman yeni
mutlu bir yaşama tekrar doğmayı umut eder. Yine de, bir tek acıyla karşılaşır.
Bu sürekli arzu, bu sürekli ve boşuna arayış dünyayı kavrayışımızdan, sahip
olduğumuz kategorilerden kaynaklanır; her şeyden önce de varlık kategorisinden.
Bir benlik duygusu, bir ruh, bir dünva, bir tanrı, bir sınıf, kısacası, karşıt
anlamlı iki bileşenden meydana gelmeyen bir âşk varlığı ve sürekli yaşam
kaynağı.
Doğu düşüncesi, doğuş durumunun ani, asıl deneyimini radikal
olarak reddetmiştir: "Varlık vardır, yokluk yoktur.” Bu ilk sorunu
reddederek dinimizin, felsefemizin, politikamızın türediği bütün Batı metafizik
düşüncesini reddetmiştir. Eros tarafından harekete geçirilen mantıklı ruhta
açığa çıkan nesnel bir mutlak ideali -Yunanlıların mantığı-Hindu-Budist
düşüncesine göre anlamsız bir umudun kaynağında bulunur: Sürekli mutlu bir
yaşam, bundan ötürü de sürekli başarısızlığa mahkûm bir yaşam umudu. Felsefe
dilini bırakıp psikolojinin diliyle konuşacak olursak, Doğu düşüncesi doğuş
durumunun beslendiği (aynı zamanda doğuş durumundaki aşkın da elbette) depresif
aşırı yüke başka bir çözüm bulmuştur. Susuzluğu giderecek, karşıtlığı
olmayan tek bir âşk nesnesini aramak yerine, Doğulular susuzluğu aşmaya;
coşkulu ve eksiksiz bir mutluluk yerine, aynı anda hem mutluluğu hem de acıyı
aşmaya çalışırlar: Nirvana, her tür arzunun uzaklaştırıldığı bu huzur
duyumudur. Âşk yerine, böylece erotik bir sanat doğacaktır. Bu sanat sayesinde,
kaybedildiği takdirde her şeyin kaybolacağı bu biricik, özgün, tamamen farklı,
yeri değiştirilemez varlığa bağlı olmaksızın, hem kendinden hem de
diğerlerinden zevk almak mümkün hale gelir. Erotik bilgelik, bireysel
eğilimlerden, herkesin tercihlerinden de yararlanmakta, ancak ayrıcalıklı
ilişkileri sistematik olarak reddetmektedir. Bu erotik bilgelik, tarihsel
olarak haremlerde, cinsel komünizm uygulayan dinsel gruplarda veya dinsel
fuhuşta gelişmiştir. Bu tür erotizm, hiçbir zaman evli çiftin, buna bağlı
olarak da ailenin temelini oluşturduğunu iddia etmemiştir. Çin’de olduğu gibi
Hindistan’da da, aile, akrabalık sistemlerinin kavşak noktasından türüyordu:
Bundan ötürü, bireysel seçimin ya pek az önemi vardı ya da hiç önemi yoktu.
Erotik sanat, başka herhangi bir cinsel ilişkiden daha fazla tatmin sağlamayı
amaçlayan bir cinsel ilişkiden zevk almayı sağlamaktaydı. Bu sanatın ortaya
çıktığı soylu sınıflarda, nikâhsız eşe sahip olmak oldukça yaygındı.
Böylelikle, cinsellik, evlilikten bağımsız, tutkudan ve hatta tek bir kişinin
arkadaşlığından bile ayrı tutuluyordu.
Batı’da, bu evrim tersi bir süreç izledi: Tutkulu eros
cinselliği, arkadaşlığı, evliliği ve hatta üremeyi dahi kapsadı. Bir tek Batı,
özellikle Avrupa, tekeşliliği dayatmaya kalkışıp bir ideal haline getirdi. Bir
tek Avrupa’da, belli bir zamanda, evli çiftin, ailenin ve hatta türün
sürekliliğinin ölçütleri, aşkın doğuş durumuna atfedilmeye kalkışıldı. Beraber
çocuk yapmayı arzuladığımız eş, partner seçimi neden aşkla ilişkilendirildi?
Bu, gözümüze mutlak ölçüde olağanüstü görünen bir kişiden çocuk yapmak
istediğimiz ve bu kişiyi, her bakımdan diğerlerine tercih ettiğimiz, geri kalan
her şeye karşı bu kişi için tüm gücümüzle savaşacağımız anlamına gelir.
Batı'nın inanılmaz bencilliği, insan kavramı (mutlak olarak
biricik ve değer yüklü bir varlık), ikisi için de olağanüstü olan bir şeyi
dünyaya getiren iki varlığın -her biri diğerinin gözünde olağanüstü
olan-gerçekleştirdiği bir deneyim aracılığıyla yavaş yavaş gelişti. Bunların
hiçbiri, Doğu geleneğinde bulunmaz: Cinsellik, olağanüstü yerini erotik sanatta
buldu. Ne var ki aynı cinsellik, bir tek kişiye duyulan her tür arzuyu dışlar.
Böylece Doğulularda, ne doğmakta olan âşk ne patolojik kıskançlık ne ıstırap ne
duyarsızlaşma ne de nostalji vardır. En önemlisi de nostaljinin yokluğudur.
Batı’nın bu hastalığı, kalbimizdeki bir olasılığın mükemmel imgesini saklı
tutar. Bu olasılık, bir şekilde yaşanmış veya sezinlenmiş olup belki de -ne
gününü ne de saatini biliyoruz-mutlu çağların kapısını ardına kadar açıp yeni
günün aydınlık habercisi olacaktır.
Kaynak:
Francesco Alberoni, Âşk Kapıyı Çalınca-Aşkın Doğuş Anı Üzerine Denemeler,
Çeviren: Emre Bayoğlu, Birinci Basım, Ağustos 2006
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar