Print Friendly and PDF

“ELİF” Lİ BİLGİLER

Bunlarada Bakarsınız


 “Ne zaman bir kitap yazmak istesek, önümüze Elif geldi” 

İhramcızâde İsmail Hakkı TOPRAK
 kuddise sırruhu'l-âlî

ELİF ( ا ) 

Arap alfabesi’nin ilk harfidir. İbranice de karşılığı alef harfidir. Elif harfinin Ebced hesabındaki değeri birdir. Kameri harflerdendir.
Elif, Kur’an alfabesinin ilk harfidir; aynı zamanda ilk mahreç, yani ağız boşluğundan çıkış yerleri itibariyle de harflerin ilkidir.
Etimolojik yapısı itibariyle elif, tanışmak, kaynaşmak, sevmek, cana yakın olmak, dostlukta bulunmak anlamlarına gelen “ülfet” ile, bir şeyin müteaddit unsurlarını bir araya getirmek, arasını bulmak, imtizaç ettirmek anlamındaki “te’lif” mastarlarının türediği “e-l-f” kökündendir.
Elif, alfabenin ilk harfi olduğu gibi diğer harflerin de sebebi ve kaynağıdır. Hatta İbn Mukla’nın kaligrafi sistemine göre, bütün diğer harfler “elif” şeklinde yazılmalıdırlar. Buna göre diğer harflerin hepsi “elif” harfinin değişik kıvrımları şeklinde yazılmasıyla meydana geldiğinden o tüm harflerin aslı ve esası durumundadır. Müteradif yada yakın anlamlara gelen kelimelerin ebced karşılıkları aynı sayıyı verdiği taktirde biri diğerinin yerine kullanılabilir. 
Örneğin Allah adının yüceltilmesi (İ’lâ-i Kelimetullah) namına açılan bayrağın üzerine “Allah” lafzını aynen yazmak yerine, aynı sayı değerine sahip “Hilal”i koymak daha uygun görülmüştür. Buna göre Türk bayrağındaki “Hilal” in Allah’ı sembolize ettiğini ifade etmek yanlış olmaz. Özellikle Osmanlı Türkleri dinî konularda “Hilâl” i, askerî konularda ise “lale” yi sembol ve amblem olarak kullanmışlardır. Cami kubbelerine, minare alemlerine hilaller kondurmaları, saray ve kışla kubbelerini lale motifleri ile donatmaları hep aynı düşüncenin ürünüdür. Elif ister harf, ister sayı olsun daima dik yazılır. Bu özelliği uluhiyetten ubudiyete gelen fuyuzat için alıcı bir anten, ubudiyetten uluhiyete yükselecek dua ve niyazlar için yükseltici bir işaret(amplifikatör)tir. Yine bu özelliği ile mirac sırrının ve “sırat-ı müstakim”in de sembolüdür. Allah ve Ahad isimlerinin ilk harfi olduğu gibi evvel, ahir, ezel ve ebed sıfatlarının da ilk harfi olan “elif”, evvel ile ahiri, ezel ile ebedi Ahadiyet çizgisinde birleştiren semboldür. Şu halde Elifi yani Allah’ı bilmek her şeyi bilmek demektir.
 
Bilindiği gibi “elif” harfi ötürü okunduğu zaman “o” olur, yani Türkçemizde üçüncü tekil şahsı gösteren “o” zamiri meydana gelir. “O” zamiri yalın halde ve tek başına kullanıldığı zaman Allah isminin yerini almış olur.
Elif okuduk ötürü,
Pazar eyledik götürü;
Yaratılanı hoş gördük,
Yaratandan ötürü.
Yarin boyu elif harfi gibidir. Kölesi olan sevgilinin boyu ise lamelif gibidir, eğilmiş, bükülmüştür. Bir elif ve bir lam birleşir, lamelif harfi olur. Elif boyumu lam harfine dönüştürdü. Elif harfi lam harfine döner, lam harfi elif harfine nasıl dönüşür. 
Elif harfi Türk, Arap ve Fars edebiyatlarında çok önemli bir yere sahiptir. Elif sevgilinin boyunu, sevgilinin açtığı yarayı, doğruluğu ve tasavvufta da Allah Teâlâ’ı temsil etmesi yönüyle birçok şekilde kullanılmıştır. Arap alfabesinin ilk harfi olması ve yazılışındaki incelik  ve zerafet sebebiyle diğer harflerden ayrı bir öneme sahiptir.
Elif Divan Şiirinde sevgiliyi belirtirken, Fars edebiyatında doğruluğu ve Tasavvuf edebiyatında da Allah’ı temsil eder. Elif, Arap alfabesinin ilk harfi olması yanı sıra diğer harflerin de sebebi ve kaynağıdır. Birçok harf elif harfinden türemiştir. 
Elif tüm harflerin aslı ve esası durumundadır. 
Elif gerek incelik ve zerafeti gerekse taşıdığı sembolik anlamlardan dolayı Türkçe’de çeşitli mazmunlara ve nüktelere kaynaklık etmiştir. Birçok deyim elif ile ifade edilmiştir: Eliften yaya kadar… deyimi baştan sona kadar okumak, öğrenmek; Elifi görse mertek sanır… deyimi cehalet anlamında; Elifi elifine… deyimi de aynen, tıpatıp uygunluğu ifade etmek için kullanılmıştır. 
Bu adet daha sonra halk arasında da yaygınlaşıp akıllı, güzel çocukların alınlarına da nazardan korunmak için elif çekilmeye başlandı. Elif, sevgiliyi tasvir ederken de dikkate değer bir biçimdedir. Divan edebiyatında sevgilinin boyu, uzunluğu elife benzetilir. Sevgilinin endamı elifin düzgünlüğüyle ölçülmüştür. Diğer taraftan elif bazen de iki büklüm haline gelmiş aşığın yerine de kullanılmıştır.
Aşk yolunda çeşitli ıstıraplar çeken aşığın bir zamanlar dosdoğru olan boyu, sevgilinin cevri neticesinde bükülüp “lam”a veya “dal”a dönmüştür. Aşık, çekmiş olduğu dertler neticesinde adeta beli bükülmüş bir ihtiyara döner. Aşığın bağrında oluşan yaralar da elife benzetilir. Elif harfi yazılış yönüyle başka bir elifle yan yana yazılamaz. İki elif harfinin birbiriyle birleşmesi yazım kuralları açısından mümkün değildir.
Sevgili naz içindedir yani naz (ناز ) kelimesinin ortasında yazılan elif harfi gibidir. Aşık ise bela altında kalmıştır yani bela (بلا ) kelimesinin sonunda yazılan elif gibidir. Bu yüzden ikisinin birleşmesi mümkün olamaz. Elif, alfabenin ilk harfi olması ve diğer harflerin de aslı ve esası olması sebebiyle tasavvufta Allah’ın simgesi olmuştur. 
Düz bir çizgiden oluşan elifin noktasının bulunmaması ve kendisinden sonra gelen harfe birleşmemesi Vahdeti temsilinin ayrı bir noktasıdır. Elif ebced hesabında da bir 1 sayısına tekabül etmektedir. Bu yönüyle de Allah’ın birliğini temsil eder. Allah ve Ahad isimlerinin ilk harfi olduğu gibi evvel, ahir, ezel ve ebed sıfatlarının da ilk harfi olan elif, evvel ile ahiri, ezel ile ebedi ahadiyet çizgisinde birleştiren semboldür. 
Böylece elif Allah’ın varlığının ezelde bidayeti, ebedde nihayeti olmayan, O’nun Evvel, Ahir, Zahir ve Batın olan yegane bir olduğunu ifade eder. 
Mevlana da şiirlerinde elifi işlemiştir. İlahi aşk duygusuyla şiirler yazan Mevlana elifi aşka benzetmiştir. Elifin gizli anlamlar içerdiğini ve bazı kelimelerin de elifle başladığını söyleyen
Mevlana, şunları söyler
Elif, Fars edebiyatında doğruluğu sembolize etmiştir. Fakat Fars şairleri bunu yaparken elifin değişik özelliklerinden yararlanmışlardır. Boyu, göğüsteki çizgileri, alfabedeki yeri, diğer harflerin aslı olması noktasının olmaması ve vahdet gibi birçok şekilde elif doğruluğu temsil etmiştir. 
M.G.T 

Zat Elifi! Münezzeh oldun, acaba    
 (Var) Olanlarda bir hakikatin ve yerin var mı?
Dedi ki: Yok, iltifatımdan gayri, ben ise
Ebed harfiyim, ezelî içeririm
işte ben seçilmiş zay ıf kulum
Ve ben sultanım, aziz ve yüce olan .
Hakikatlerden bir koku duymuş kişiye göre, Elif harf değildir. Fakat sıradan insanlar, onu harf diye isimlendirdi. Bir muhakkik Elifin harf olduğunu söylemişse ibarede sayılabildiği için bunu söylemiştir
Elifin makamı, cem’ (birlik, toplayıcılık) makamıdır. Ona ait isim, Allah Teâlâ ismidir. Ona ait sıfat ise (her şeyi var etmek ve ayakta tutmak anlamındaki) kayyumluktur.
Fiil isimlerinden ona ait isimler, el-Mubdi (yaratan), el-Bâis (dirilten), el-Vâsi‘ (genişleten), el-Hâfiz (koruyan), el-Hâlık (yaratan), elBâri, el-Musavvir (suret veren), el-Rezzâk (rızık veren), el-Bâsit, elFettâh (açan), el-Muîz (azîz kılan), el-Muîd (geriye döndüren), er-Râfı (yükselten), el-Vâli (yöneten), el-Câmi (toplayan), el-Muğnî (zengin eden) ve en-Nâfî (fayda veren) isimleridir. Zat isimlerinden ise Allah Teâlâ, er-Rab (terbiye eden), ez-Zâhir (görünen, zuhur eden), el-Vâhid (Bir), el-Evvel (İlk), el-Ahir (Son), es-Samed (Denksiz), el-Ğanî (Zengin), er-Rakîb (Gözeten), el-Mubîn (Açıklayan) ve Hakk isimleridir.
Lafız harflerinden ona ait olanlar, Hemze, Lâm ve Fe’dir. Ona ait yalınlar Ze, Mim, He, Fe, Lâm ve Hemze’dir.
Ona ait mertebeler, bütün mertebelerdir. Elif altıncı mertebede ortaya çıkar. Onun otoritesi bitkilerde görünür. Bu mertebedeki kardeşleri He ve Lâm’dır. Harfler âleminin ve mertebelerinin toplamı ona aittir. Elif ne onlardan ne de onların dışındadır. O, dairenin noktası ve çevresi, âlemlerin yalını ve bileşiğidir.
(Fütuhât-ı Mekkiyye'nin Altıncı Kısmı)
**
Öncelikle bilmelisin ki: Bu harfler, yükümlü insan âlemi gibidir ve başka âlemlerden farklı olarak yükümlü tutulmada değil, hitapta kendisine ortaktır. Çünkü onlar, insan gibi bütün hakikatleri kabul eder. Âlemin diğer kısımları ise böyle değildir. Bu nedenle bizde olduğu gibi harfler içinde de Kutup vardır. Harflerin kutbu Eliftir.
Bizde Kutbun makamı her şeyi ayakta tutan hayattır. Bu makam, Kutup’a özgüdür. Çünkü o, himmetiyle bütün âlemde dolaşır. Elif de, bizim algılayıp başkasının algılayamadığı ruhaniyetinin her yönünden (harflere) sirayet eder. Elif, harflerin çıkış yerlerinin sonundan -ki o nefesin çıkış yeridir-nefeslerin son çıkış yerine kadar nefes olarak yayılır ve sen susmuş iken, dıştaki havaya kadar uzar. Susmuşkende bu uzama, sada diye isimlendirilen şeydir. İşte bu, Elifin her şeyi var eden olmasıdır. Ayrıca, bu durum onun rakamı yönündendir. Bütün harfler, kendisine yerleşir ve ondan oluşur. Elif ise onlara yerleşmez. Nitekim Elif de kendi ruhaniyetine yerleşir. Elifin ruhaniyeti, takdir edilen noktadır. Nitekim bir sayısı da (sayılara) yerleşmez.       
Böylece Elif in neden Kutup olduğunu sana açıklamış olduk. Elifin gerçeğini öğrenmek istersen, bundan sonra sana zikredeceğimiz şeylerde de böyle yaparsın.
….
Bu meselenin nereden öğrenildiğini anlamak, keşfe bağlıdır. Artık, sen de halvet, zikir ve himmet vasıtasıyla onu araştır!
(Futuhât-ı Mekkiyye'nin Yedinci Kısmı- Harfler Hakkında Zikredilen Bazı Terimlerin İzahı Yalınlar, Mertebeler, Kutsilik, Birleme, Bileşim, Tekillik, Ünsiyet, Ürkütme.)
**
Bism’deki Elifin ikra' bismi rabbike (rabbinin adıyla oku) ve bismillahi mecrâhâ (Geminin yüzüp gitmesi, Allah Teâlâ’nın adıyladır) ifade­lerinde Ba ve Sin arasında ortaya çıktığını gördük. Hâlbuki Sin ve Mim harfleri arasında gözükmemiştir. Elif gemiden söz eden ayetteki bismillahi mecrâhâ ifadesinde ortaya çıkmasaydı, gemi yürümez, ikra’ bismi rabbike ayetinde ortaya çıkmasaydı, hiçbir benzer kendi hakikatini bilemez ve suretini göremezdi.
Artık gaflet uykusundan uyan ve kendine gel!
Elifin surelerin başında kullanımı artınca, söyleyişte onun yerini alan benzeri nedeniyle kendisi düşürülmüştür. Benzeri, Ba harfidir. Böylece benzer, yani Ba harfi, Sin harfinin aynası, Sin ise misal haline gelmiştir. İşte terkip nizamı, bu sıraya göre düzenlenir.
Elif, Sin ve Mim harfleri -ki bunlar başkalaştırma ve fiillerin nite­liklerinin mahallidir-arasında ortaya çıkmamıştır. Çünkü orada Elif or­taya çıkmış olsaydı, Sin ve Mim harfleri yok olurdu. Çünkü bu iki harf, Ba harfi gibi, Kadîm’in ayrılmaz özelliği değildir. Böylelikle Elifin on­lardan gizlenmesi, kendilerine bir rahmettir. Çünkü bu durum onların varlıklarını sürdürme sebebi olmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bir vahiy veya perde vardı veya elçi göndermek olmaksızın Allah Teâlâ hiç kimse ile konuşmamıştır.’ Elif, elçidir. Ba, Sin ve Mim harfleri ise bütün âlemdir (do­layısıyla Elif harflerinin bu harflerle bir aradalığı belli şekillerde olabi­lir).
(Ba harfinin Mim’deki İşlevi)
Ba harfi Mim’i yaratılmışa benzerlik yoluyla kesre yapar. Çünkü Mim, mülk âlemidir ve bu âlem kulluk diyarıdır. Ba o âlemi kesre yap­mıştır: Yani ona kendisini bildirmiş ve kendi hakikatine onu vakıf kıl­mıştır. Binaenaleyh her ne zaman Ba var olursa Mim harfi de teslimiyet makamında var olur.
Ba harfi geçici bir nedenle kaybolursa -ki bu geçici neden Mim har­finin iman makamına yükselmesidir-ceberut âleminde sebbih’i-sme rabbike’l-a'la (rabbinin yüce ismini tespih et) ve buna benzer ifadelerde Mim harfini fetha yapar. Böylelikle benzerin ortaya çıkması için mahalli arındırmakla memur olur. Bu bağlamda ona şöyle denilir: ‘Rabbinin yü­ce ismini tespih et.’’ Ki o seni İlâhî maddeler vasıtasıyla besleyendir, do­layısıyla Rabbindir. Böylelikle Mim harfini fetha yapar. Elif harfi de gö­rünür Hakk gelir ve Ba kaybolur. Çünkü tespih emri ona yönelmiştir, o ise bunu yerine getirecek güce sahip değildir. Ba ise Mim harfinin ken­disi gibi bir yaratılmıştır. Yaratılmışın ise hakikatlere göre, asla fiili yok­tur ve Mim harfinin emre bağlanması gerekir. Dolayısıyla kadîm fail olan Elifin ortaya çıkması şarttır.
‘Rabbinin ismini tenzih et’ ayetinde Elif ortaya çıkmış, kudret Mim harfinde tespihi meydana getirmiş, o da, kendisine emredildiği gibi tes­pih etmiştir. Bunun üzerine Mim’e ‘en üstün’ denilmiştir. Çünkü Mim Ba harfiyle beraber en aşağıdadır. Bu makamda ise ortadadır. Bir kimse benzerini ya da kendisinden daha aşağıda bulunan birisini tespih etmez. Dolayısıyla tespih edilenin üstün olması kaçınılmaz bir durumdur.
Adı geçen sureyi (A‘la suresi) tefsir ediyor olsaydık, sırlarını ortaya koyardık.
Mim harfi, kendiliğinde münezzeh oluncaya kadar bu makamda bulunur. Çünkü herhangi bir kimsenin tenzih ettiği, tenzih edenin ten­zihinden de münezzehtir. Dolayısıyla bu tenzihin tenzihi yapana dön­mesi gerekir Ki, bu durumda tenzihi yapan en üstün olur. Çünkü Hak­ka gerçek anlamıyla en üstün ismi verilemez. En üstün, göreli isimler­den (üstün-en üstün) ve bağıntı yönlerinden birisidir. Dolayısıyla Hakk, en üstün ya da en düşük ya da en orta olamaz. Allah Teâlâ böyle bir şeyden münezzeh ve mütealdir! Bilakisken üst, en orta ve en aşağı yönlerinin O’na nispeti birdir.
Mim, münezzeh olduğunda emrin sınırından çıkmış, duyma per­desini aşmış, en yüce makamı elde etmiştir. Böylelikle Mim, elKadîm’in müşahedesine yükselmiş, ‘Celâl ve ikram sahibi Rabbinin ismi münezzehtir ifadesiyle kendisinden tam övgü meydana gelmiştir.
İsim, isimlendirilenin aynı olduğu gibi, kul da efendinin aynıdır. ‘Allah Teâlâ karşısında tevazu, göstereni Allah Teâlâ yükseltir.’ Sahih bir rivayette ise Hakkın kulun eli, ayağı, dili, görmesi ve duyması olacağı bildirilmiştir. Gerçekte ise Mim harfi bismi’deki Ba harfinden etkilenmeyi kabul et­memiş olsaydı, sonuçta onun adına tebareke’smü (ismi mübarektir) ifa­desinde belirtilen yükseklik meydana gelmeyecekti.
**
Cevap:
Elif doğrusal hareketin sahibidir. Her şey ise, doğrusallıktan var olur.
Şöyle sorabilirsin: Oluş, yatay hareketten meydana gelir, çünkü o bir hastalık nedeniyle meydana gelir. Hastalık ise, sapmadır. Dikkat ediniz! Aldın hükmünü benimseyenler, âlemin yaratıcısını ‘illetlerin ille­ti’ saymışlardır. (Hastalık ve neden anlamındaki) İllet ise doğrusallık ile çelişir. Şöyle demek gereldr: Varlık illetin doğrusallığıyla meydana ge­lir. Çünkü her şeyin bir doğrusallığı vardır. Anlayınız! Bu bağlamda ulûhiyetin doğrusallığı, hiç kuşkusuz, me’luhun varlığını talep eder. ‘Her nefsin kazandığıyla üzerinde kaim olan O değil midir?’ Elife uygun olan, bileşik harftir Ki o da bir Elif ve Nun’dan bileşen Lam’dır. Bu bi­leşme gerçekleştiğinde ise -lafız değil-rakamsal Lam meydana gelir. Lafzın Lam’ının yazıdaki sureti, iki harften oluşur. Böylelikle telaffuzla birin fiilini yapar ki, bu onun aynıdır. Yazıyla ise, Elif ve Nun’un fiilini yapar. Bu da, bileşik her harftir. Ayrıca Ra, Ze harflerinin fiilini uzak­tan; Nun harfinin fiilini ise yalandan yapar. Çünkü Nun, Ze ve Ra’dan oluşan bir harftir ki, yazı harflerini kastetmekteyim.
Onlar, zikrettiğimizi nedenle, rakamdaki Elif ile başlamışlardır.
Elifte bütün harflerin şekilleri açılır.
Çünkü şekillerin esası çizgidir.
Çizginin esası ise noktadır.
Öyleyse, çizgi Eliftir. Harfler Eliften bileşir ve Elifte çözülür.
Dolayısıyla Elif, harflerin aslıdır.
Lafzı harflere gelir­sek, hiç kuşkusuz Elif onları meydana getirir.
Bu bağlamda Elif, fetha yaptığın harften ortaya çıkar.
Çünkü fetha harfi, Elifi gösterir.
Bir harfi zamme yaptığında ise, meyil Elifine delalet eder Ki, bu, illet Vav’ıdır.
Meyil Elifi, işba edilen ötreden meydana gelir.
Çünkü illet malulden üstündür.
O halde Elif, meyilli olsa bile bir yükseklikten meylettiğini bildirmek için, işba edilen ötreyle harften ortaya çıkar. Bu meyil, Yara­tıcının mazharı olarak seni var etmek üzere sana dönük rahmetin (sim­gesidir).
Allah Teâlâ ‘Bir şeyi irade ettiğimizde, ona sözümüz ‘kün’dür (ol) demiştir. Kef harfi, Vav’a delil olsun diye, ötreli gelmiştir.
Şöyle deriz: Vav, sü­kûnda gizlenmiştir ve sükûn sübut demektir. Çünkü Hakk’ta hareket imkânsızdır. Kün’deki Vav’ın sükûnu ile Nun harfinin sükûnu bir araya geldiğinde, Vav gizlenmiş ve ortaya çıkmayarak hüviyetin ayrılmaz özelliği olmuştur. Bu Vav gaybtır ve üçüncü şahıs zamiridir. Nun sü­kûnda Vav şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu zamire örnek olarak ‘Allah Teâlâ Adem’i kendi suretine (onun suretine) göre yaratmıştır’ ifadesini verebi­liriz. Hakk, isimleri kün’deki Vav’ın varlığıyla ispat etmiştir. Başka bir ifadeyle, var olan her şey -bir sebep ile değil-vesilesiyle var oldu. Dola­yısıyla sebepleri reddeden Idşi, onları koyanın Hakk olduğunu bilmeyen­dir. Sebepleri, ilahi bilgiye saygılı büyük âlim kabul eder.
Lafzî harflerden ruhlar âlemi meydana geldiği gibi rakamsal harf­lerden duyu âlemi meydana gelir. Fikri harflerden ise, hayalde akıl âle­mi var oldu. Bunların her birinden ise ‘isimlerin isimleri’ meydana gelir.
Cevap:
Bu konu, çift ve uygun rakamlara özgüdür. Bunun şekli, Elif, Be, Te, Se şeklindedir. Yoksa bu, Ebced harfleri şeklinde değildir. Çünkü Lam-Elif yazımda Elif, Be, Te, Se şeklindeki sıralamada ortaya çıkar. Harfleri koyan, şekildeki benzerliklerine göre harflerin ilişkisini dikkate almıştır. Ebced’i koyan ise, aynı şeyi dikkate almamıştır.
Elif-Lam, harflerin dizilişinin sonunda tekrarlanmıştır. Çünkü Lam, Elifin örtüsü ve kalkanıdır. Çünkü Elif, Lam’ın varlığını tamam­layan ve onu dizilişin sonuna yerleştiren Nun’un varlığıyla Lam’da giz­lenir. Artık Lam-Eliften sonra Ya harfi bulunur. Ya ise, âlemlerin sonu olan terkip âleminde ortaya çıkmıştır. Ondan sonra ise Ya harfi gelir. O ise süflîlik sahibidir. Çünkü Ya, kesre hareketinin işbamdan oluşur. Kesre ise mertebelerin sonu olan düşüklüktür. Bu durum, harfleri ko­yanın düşüncesine hakim olan bir uyarıdır. Belki de o bunları amaçlamamıştır. Biz eşyaya onları koyanın Hakk olması yönünden bakarız, yoksa kimin eliyle ortaya çıktıklarına değil. Öyleyse bu sıralamada bir. kasıt olmalıdır. Bizim açıklamamız -başka bir şeye değil-harfleri koya­nın Hakk olmasına bağlıdır.
İlle olmak Elife ait olduğu gibi son olmak da ona aittir. Harflerin başlangıcında Elif ortaya çıktığı gibi harflerin sonunda gizli kalan da yi­ne Elif olmalıdır. Bu durum, Elifin ilk ve son, zâhir ve bâtını bir araya getirebilmesi için böyledir. Ya ise, en aşağı âlem demek olan ve kesre­den meydana gelen duyu âlemindeki meyil Elifidir. Bu durum LamElifteki Elife işaret eder. Ayrıca o, tek başına kaldığında Lam’ın şek­linde bulunan sebebe delalet eder. Lam Elif ile kucaklaştığında, Nun küçülmüş ve Lam’daki Elif Lam-Elif te bulunan Elifin karşısına gelmiş­tir. Böylece Elif, kendi kendisinin mukabili olmuştur. Başka bir ifadeyle Elif, Elife mukabil olmuş, Nun ise İkisinin arasında rabıta olmuştur. Bu, Rabbiyle ülfet eden kulun sırrı’nın Elifidir ve kulun rabbiyle ülfeti, ilahi ihsan kapsamında yer alır.
**
Elif harfinin hakikatinden ise bütün bu harfler meydana gelmiştir. Elif, ruh ve beden itibarıyla onların feleğidir.
**

Allah Teâlâ ismindeki birinci Elif -ki o Hemze Elifidir-kesiktir, ikinci Lâm’ın Elifi ise bitişiktir. Onun sayesinde satırların başlarındaki Elif kesik olmuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ var idi ve O’nunla beraber başka bir şey yoktu.’ Bu nedenle Elif, kesik olmuş ve sonra gelen harfe bitişmemede kendisine benzeyen harflerden farklılaşmıştır.
**
Görmez misin ki: Allah kelimesinin İkinci Lâm istenilmiş, seçilmiş ve vasıtalardan arınmış iken, birlik Elifine yeterli bir şekilde nasıl bitişmiştir?
Böylelikle onun varlığı geçerli bir şekilde Elifi gösteren bir nutk (konuşma, söz) haline geldi. Zat gizli olsa bile, Lâm’ı telaffuz etmen bitişmeyi gerçek­leştirir ve seni ona ulaştırır.
‘Nefsini bilen, Rabbini bilir.’ ikinci Lâm’ı bilen Elifi bilir. Böyle­likle Hakk, senin nefsini kendisine delil yaptı. Sonra, kendi nefsine delil olmanı kendisine delil yapmıştır. Bu durum, (nefsi bilmenin Rabbi bilmeyi öncelediğini) yadsıyan ve kulun kendisini bilmesini Rabbini bilmesine önceleyen kimse hakkında böyledir. Bundan sonra, kendi nefsini bilmesinden amaçlanan şey Rabbini bilmesi olduğu için, onu kendini bilmekten habersiz yapar. Lâm’ın Elife sarılışını görmez misin? Lâm söyleyişte Eliften önce nasıl var olmaktadır? Burada anlayabilen için bir uyarı vardır.
Bu melekût Lâm’ı, birlik Elifinden doğrudan bilgi alır. Ardından algıladığı şeyi, mülk ve şehadet Lâm’ına ulaştırması için ceberut âlemi­ne ait parçaya ulaştırır. Bileşiklik ve perde devam ettiği sürece, iş böyle­dir. Evvel (ilk) olmak, âhir (son) olmak, zâhir ve bâtın olmak meydana geldiğinde, Allah Teâlâ bütün harflere bitişmekten uzak Elifi ilk yaptığı gibi aynı şekilde sonun başlangıcın bir benzeri olmasını istemiştir. O halde, başlangıçta ve sonda kul için bekâ söz konusu değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ hüviyetinin Vav’ıyla He’yi tekil yarattı.
Bir vehim sahibi He’nin Lâm’a bitişik olduğunu zannederse gerçe­ğin öyle olmadığını bilmek gerekir. He, Lâm’dan sonraki Eliften sonra gelir. Elife ise kendisinden sonra gelen hiçbir harf bitişmez. Lâm’dan sonraki He, her şeyden kesilmiştir. İşte yazıda Lâm’a bu bitişmek, ger­çekte bitişme dpğildir. Dolayısıyla He tektir, Elif de tektir. Bir, bir ile çarpıldığında sonuç birdir. Böylelikle yaratıkların Haktan ayrılması ge­çerli olmuş, Hakk bâkî kalmıştır.
Mülk âlemine mensup Lâm’ın melekût Lâm’ının kendisine ulaştır­dığı şeyle ahlaklaşması geçerli olduğuna göre, söz konusu Lâm, sürekli yok olucu ve kendi kalıntılarından fâni olucudur. Böylece, sonunda nef­sinden bile fâni olduğu makama ulaşır. Kendi zatından fâni olduğunda ise onun fâni olması nedeniyle parça da fani olur, iki Lâm lafız olarak birleşir ve meydana gelen idğam nedeniyle dil onları şeddeli okur. Böy­lelikle iki harf kendilerini kuşatan ve onları ihata eden iki Elif arasında mevcut Hakk gelir.
İki Elif arasındaki La’yı okuyanı duyduğumuzda, bize ihsan edilmiş hikmet verildi ve böylece hâdisin (sonradan yaratılmış) Kadîm’in ortaya çıkmasıyla mutlaka yok olduğunu öğrendik. Böylelikle iki Elif kalmış: ilk ve son elif. Zahir ve bâtın, olumsuzlama kelimesiyle iki Lâm’ın si­linmesi nedeniyle silinmiştir. Böylece Elifi Elif ile çarptık -ki bu bir’in bir ile çarpımıdır-. Çarpım sonucunda He meydana geldi. He ortaya çıkağında ise vasıtanın meydana getirdiği ilk ve son hükmü silinir. Ni­tekim zâhir ve bâtın hükmü de silinmiş ve bu esnada şöyle denilmiş: ‘Allah Teâlâ var idi ve O’nunla beraber başka bir şey yoktu.’
Bu zamirin yani He’nin aslı merfu olmaktır ve böyle de olmalıdır. Fetha ya da kesre yapılırsa bu, kendisini fetha veya kesre yapan kimseye dönen bir niteliktir. Şu halde bu nitelik lafızda önce gelen amile döner.
**
Allah Teâlâ ve Rahman isminde iki Elif bulduk: Zat Elifi ve bilgi Elifi. Zat Elifi, gizlidir, bilgi Elifi ise sıfatın âleme tecellisi nedeniyle açıktır. Yine de, yazıda Allah (الله )  el-lah (ال له) arasındaki karışıklığı gidermek için Allah Teâlâ isminde gizlenmiş ve ortaya çıkmamıştır.
Bismi’de -ki o Âdem’dir-Ba harfi ortaya çıktığı için, gizlenmiş tek bir Elif bulduk. Rahimde ise -ki o Muhammed’dir-görünür bir Elif bulduk.
Bismi’deki Ba’nın Rahîm’deki Mim harfine etki ettiğini gördük. Âdem’in Muhammed’deki etkisi, onun bedenini meydana getirmek idi. Allah Teâlâ kelimesinde dua eden, Rahman’da ise dua edilen sebebiyle (bismi) amil (etken) olmuştur.
Sonun başlangıçtan daha değerli olduğunu gördüğümüzde, şöyle dedik: ‘Kendisini bilen Rabbini bilir.’ İsim isimlendirilene doğru bir merdivendir. Rahîm’in ruhunun bismi’nin ruhuna etki ettiğini gördü­ğümüzde –çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Âdem toprak ve su arasında iken peygamberdi ve su ve toprak olmasaydı, Âdem diye isimlendirilmeyecekti. (Zira Âdem kelimesinin anlamı topraktan olan demektir)bismi’nin Rahim olduğu öğrendik. Çünkü bir şey, başkasından değil kendisinden dolayı amil olabilir. Böylelikle son ve başlangıç, şirk ve tevhit yok olmuş, birliğin izzet ve saltanatı ortaya çıkmıştır.
Binaenaleyh Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem birleştirir, Adem ise ayırır.
**
er-Rahîm kelimesindeki Elif in bilgi elifi olduğunun kanıtı ‘Beş kişi yoktur ki, altıncıları O olmasın’ ayetidir. Bismi’deki Elifin delili ise bu ayetin başındaki ‘Üç kişi yoktur ki, dördüncüsü Allah Teâlâ olmasın ayetidir. O halde Elif eliftir. Ayette geçen ‘Bundan daha azı’ ifadesi, tevhidin bâ­tınını kast ederken, ‘Ya da daha çoğu’ ise tevhidin zâhirini kasteder.
Bismi’deki Elif gizlenmiştir. Çünkü o, ilk var olandır ve onun yeri­ni alma iddiasında bulunacak kimse yoktur. Böylelikle ilk yaratılmış olan, varlığımızın başlangıcı olması itibarıyla, kendi zatı ile ilk bakışta yaratıcısının varlığına delil olmuştur. Şöyle ki: Âdem, varlığına baktı­ğında, iki durumla karşılaşmıştır: Acaba kendisinden daha önce kimse­nin olmadığı bir mevcut mu onu var etmiştir? Yoksa kendisi kendisini mi var etmişti? Bizzat kendisinin kendisini var etmesi imkânsızdır. Çünkü kendisini var etmesi, ya mevcut iken veya yok iken mümkün olabilirdi. Kendisini var ederken mevcut ise o zaman neyi var etmiştir. Yok ise kendisi yok iken ondan var etme fiili nasıl meydana gelmiştir? Şu halde, geride onu bir başkasının var etmesi kalmıştır ki, o da Eliftir. Bu nedenle, Bismi’deki Sin sakin olmuştur ki, yokluktur. Mim harfi ise harekelidir ve o gerektirmenin zamanıdır.
Bismi (Âdem) ilk bakışta Elife delil olduğu için, delâletin gücü nedeniyle (bismi’deki) Elif gizlenmiş, Rahîm’de ise Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e delâletteki zayıflık nedeniyle ortaya çıkmıştır. Kendisine karşı çıkan bu­lunduğu için Hakk Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i Elif ile desteklemiş, Rahîm Mu­hammed haline gelmiştir. Buradaki Elif, ez-Zâhir isminden Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i destekleyen Haktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar galip olmuş­lardır.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh yok ve ben de O’nun peygamberiyim deyiniz.’
Bu ifadenin lâfzına iman eden kişi, cennetlik bile olsa şirk boyun­duruğundan çıkmamıştır; manasına iman eden ise tevhit ehli arasına ka­tılır, sekizinci cennete ulaşması mümkün olur. O, kendine iman eden­lerden birisi olur, dolayısıyla başkasının terazisinde bulunmaz. Çünkü denklik gerçekleşmiş, seçilmişlik bir olmuş, risâlet bakımından ise fark­lılık meydana gelmiştir.
Bismi’de bir nokta, Rahman’da da bir nokta, Rahim kelimesinde ise iki nokta bulunduğunu gördük. Allah Teâlâ, hakkında susulandır. Dolayı­sıyla zat mahalli olduğu için Allah Teâlâ kelimesinde nokta bulunmazken sıfat mahalli oldukları için Besmele’nin diğer kelimelerinde (Rahman ve Ra­him) bulunmuştur. Bu meyanda, bismi’deki (=Adem) nokta birleşmiş­tir. Çünkü o, gönderilmemiş bir bireydir. Aynı şekilde nokta, Rahman kelimesinde de bir olmuştur. Çünkü Rahman’ın işaret ettiği de gerçek Adem’dir ve o bileşik oluşanlar Arş’ının üstüne yerleşendir. Böylece Elif görünmekle beraber, er-Rahîm kelimesinin iki noktasından söz etme­miz geride kalmıştır.
er-Rahîm’deki Ya harfi on gecenin simgesidir. İki nokta çift, Elif ise tektir. er-Rahîm ismi bütünüyle fecr’dir ve anlamı ceberût âlemine mensup bâtındır. ‘Her şeyi karanlığıyla örttüğünde geceye yemin olsun.’ Söz konusu olan, melekût âlemine mensup gayb’tir. İki noktanın sıra­lanışına gelince, bunlardan birisi Mim’den sonra, İkincisi ise Eliften sonra gelir. Mim harfi ise kendilerine peygamber olarak gönderildiği âlemin simgesidir. Mim’i takip eden nokta, Ebû-Bekir, Eliften sonra gelen nokta ise Muhammed’dir.
Ya iki nokta (başka bjr ifadeyle Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ve Ebû Bekir) üzerinde bir mağara gibi kubbe olmuştur. ‘Arkadaşına ‘üzülme Allah Teâlâ bi­zimle beraberdir’ diyordu.’ ' Ebû-Bekir arkadaşıyla birlikte Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ise bu esnada Allah Teâlâ ile beraberdi. Dolayısıyla o, hikmet sahi­bidir. Tıpkı Bedir günü dua ederken ve sıkıntısını dile getirirken yaptığı gibi. Ebû-Bekir bunun farkındaydı. Çünkü hikmet sahibi, mertebelere hakkını veren kişi demektir, iki arkadaşın bir araya gelmesi mümkün olmadığı için, Ebû-Bekir Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in haline yerleştirilmemiş ve doğruluğuyla kalmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem o mertebede bulunmasa ve Ebû-Bekir orada olsaydı, hiç kuşkusuz, Hz. Ebû-Bekir Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in yerleştirildiği makamda otururdu. Çünkü orada kendisini perde­leyecek daha üstün bir kimse yoktur. Böyle bir durumda (Peygamber’in bulunmadığı) Ebû Bekir, o vaktin sadığı ve hâkimidir. Onun dışındaki­ler ise onun hükmünün altında bulunurdu.
Ebû-Bekir’in (ona işaret eden nokta) noktası, izlerini arayanlara (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile kendisini takip eden Mekkelilere) baktığında, pey­gamber hakkında üzülmüş, tepkisini göstermiş ve sadakati baskın gel­miş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem için duyduğu endişe nedeniyle üzülme demiştir (Ebû Bekir). Çünkü senin (Ey Peygamber), bize bildirdiğin gibi Allah Teâlâ ‘bizimle beraberdir.’
( Bir itirazcı çıkıp da ‘o sözü söyleyen Muhammed’dir’ diye itiraz ederse bunun hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamı aynı anda cem’ (birlik) ve tefrika (ayrım) makamıydı ve (bu yoruma göre) Ebû-Bekir’in üzüldüğünü anlamış, (Allah Teâlâ’yı ifade eden) Elife bakmış, ondan yardım almış ve davasının kıyamet gününe kadar süre­ceğini öğrenmiştir. Bunun üzerine ‘üzülme Allah Teâlâ bizimle beraberdir’ de­miştir.
İşte bu, varılabilecek en şerefli makamdır. Bu makam, Allah Teâlâ’nın seni öncelediği makamdır. ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ ifa­desi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bir mirası olarak, Ebû-Bekir’e ait bir müşahe­dedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de insanlara ‘Kendisini bilen Rabbini bilmiştir’ diye hitap etmiştir. Bu, Allah Teâlâ’dan aktardığı şu ifadenin aynıdır: ‘Hayır! Kuşkusuz Rabbim benimle beraberdir, beni doğruya ulaştıracaktır.’ Bize göre ifade, Hz. Ebû-Bekir’e aittir. Bizim görüşümüzü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şu hadisi destekler: ‘Bir dost edinseydim Ebû-Bekir’i dost edinir­dim.’
O halde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kimsenin arkadaşı değildi, (sahabe) onlar birbirlerinin arkadaşı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ise yardımcıları ve destekçileri idiler.
İşaret ettiğimiz hususu anla, en doğru yola ulaşırsın.
**
Bu alamet, taş gibidir. Kısa keseyim de yoksulu, definesini onun hallerini söyleyeyim.
Her fidanı yakan ateşi gördün ya. Hayali yakan can ateşini de seyret.
Candan böyle bir ateş yalımlandı mı ne hayale aman vardır ne hakikate.
O, her aslanın, her tilkinin düşmanıdır. “her şey helâk olur, ancak onun hakikati bâkidir.”
Onun hakikatine var, varlığından geç. “Bismi” deki elif gibi kelimede kaybol.
O elif, Bismi’de gizlenmiştir. O, hem Bismi’de vardır, hem yoktur.
Böyle ulanmak için hazfedildi mi kelimede yok olur.
O, ulanma içindir, be harfiyle sin harfi, onunla birbirine ulanmıştır. Fakat be harfiyle sin harfinin ulanması, elifin bulanmasına razı olmaz.
Bu ulanmada, bu buluşmada bir harf bile sığmazsa artık sözü kısa kesmem lâzım benim.
Bir harf bile sin’le be’yi ayırıyor. Burada susmak, en lüzumlu bir şey.
Elif, varlığından yok olmuştur ama o harfi olmaksızın da be’yle sin, elifi söyler durur.
“Sen atmadın attığın vakit, o attı” âyeti Peygamberin varlığı olmadan inmiştir. Peygamber de kendi varlığından geçmiş, susmuş, Tanrı diliyle söylemeye koyulmuştur da ondan sonra “Allah dedi” demiştir.
Mesnevî-i Şerif, c.6, beyit: 2235-2244

(Birincisi) ibtidâ (ilk, başlangıç olmak). Çünkü “elif ilk harfdir. Nitekim Allah Teâlâ da varlığın ilkidir.
(ikincisi) istiva (dümdüz, dosdoğru olmak). Çünkü “elif aslen dümdüz olup, herhangi bir şeye eğimli bulunmamaktadır. Nitekim Allah Teâlâ da adalet hususunda dosdoğru olup, bundan sapmamaktadır.
(Üçüncüsü) infirâd (teklik, birlik). Çünkü “elif tektir. (Nitekim Allah Teâlâ  da tektir)
(Dördüncüsü) inkıta (kopukluk) ve ittisal (bitişik olmak) Çünkü “elif hiçbir harfe bitişmezken, bütün harfler ona bitişmektedir. Nitekim Allah Teâlâ da, her şeyden uzak olmasına rağmen her şey ona bağlıdır.
(Beşincisi) istiğna (hiçbir şeye muhtaç olmama) ve ona ihtiyaç duyulması. Çünkü “elif hiçbir harfe ihtiyaç duymaz, ancak bütün harfler ona muhtaçtır. Nitekim Allah Teâlâ da, hiçbir şeye muhtaç olmamasına rağmen, her şey ona ihtiyaç duymaktadır.
(Altıncısı) ülfet (yakınlık) Çünkü “elif, kelimelerin biribirlerine yakınlaşmalarına ve ısınmalarına sebeptir. Nitekim Allah Teâlâ da, mahlûkâtın biribirlerine yakınlaşmalarının sebebidir.”  s.150
Kâşânî bu hususta şöyle der :
 “Burada ince bir hakikat bulunmaktadır: Enbiyâ aleyhisselâm hecâ harflerini, mevcudatın mertebeleri hizasına koymuşlardır. İsâ aleyhisselâm Ali kerremâ’llâhü veche ve bir kısım sahabenin sözlerinde bu hususa işaret edilmektedir. Bundan dolayı “Mevcudat, Besmelenin ba 'sından zuhur etti” denilmiştir. Çünkü bu harf (ba harfi), “zatullah “in hizasına konulmuş olan (elif) harfine bitişiktir. Bu ise, Allah Teâlâ'nın ilk yarattığı şey olan “akl-ı evvel “e işarettir.”  Bismillâhi'r-rahmâni'r-rahîm” cümlesinde telaffuz edilen harfler onsekizdir. Yazılı olan harfler ise, ondokuzdur. Cümle içerisinde yer alan kelimeler biribirlerinden ayrıldıklarında, harfler de yirmi ikiye ayrılır. Bunlardan on sekiz harf, on sekiz bin âlem olarak ifâde edilen âlemlere işarettir. Çünkü bin rakamı, diğer sayı mertebelini ihtiva eden tam bir sayıdır. Bu sayının üstünde bir sayı olmayıp, mertebelerin anasıdır. Bu sayı (on sekiz sayısı) ile âlem-i ceberut, âlem-i melekût, arş, kürsî, yedi semâ, dört unsur (hava, su, ateş, toprak) ve mevâlîd-i selâse (Ma 'den, nebat, hayvan) den ibaret olan âlemlerin anaları (asılları) ifâde edilir. Bu âlemlerden her biri, kendi içerisinde kısımlara ayrılırlar. On dokuz harf, mezkûr âlemlerle birlikte insanî âleme de işaret eder. Çünkü insanî âlem, her ne kadar hayvan âlemine dâhil olsa da, varlığa hasredilmiş olması, her şeyi ihtiva etmesi ve şerefi itibariyle başlı başına bir cins olup, değeri ve delili olan başka bir âlemdir.”  Meleklerine ve Cebrail'e” (Bakara, 98) âyetinde ifâde edilen melekler arasındaki Cebrâîl gibi.
Kelimelerin biribirlerinden ayrılmaları hâlinde oluşan (22) yirmi iki sayısının tamamlayıcısı olan gizli üç elif (îsîm, Allah ve Rahman kelimelerinde yazılmayan elifler), zat, sıfat ve ef'âl itibariyle gizli ilâhî âleme işarettir. Bu gizli ilâhî âlem, tafsilât itibariyle üç âlem olmasına rağmen, gerçekte tek bir âlemdir. Yazılı olan üç elif ise, bu âlemlerin insanî en büyük tecelligâhta zuhuruna işarettir. Bu ilâhî âlemin gizliliğinden dolayı, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme “Rahman” kelimesinin elifinin nereye gittiği sorulduğunda, ilâhî hüviyetin, yaygın rahmet suretinde gizlendiğine; ancak ehlinin bilebileceği bir şekilde insanî bir surette zuhuruna işaret olarak, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onu şeytanın çaldığını söylemiş ve onun yerine (Bismillah) 'in ba 'sının uzatılmasını emretmişti?: “
Görüldüğü gibi Kâşânî on sekizbin âlemin bulunduğunu, on dokuz rakamının ise, insanî âlemle birlikte diğer on sekiz bin âleme İşaret ettiğini belirtmektedir. Bunlar vücûdun, cüz'îyyat itibariyle olan mertebeleridir. Vücûdun küllî mertebeleri ise zat, sıfat ve fiil mertebeleridir.
Kaşanî’ye göre zat, sıfat ve ef âl itibariyle gizli olan bu âlemler, tafsilât itibariyle üç olmasına rağmen gerçekte tek bir âlemdir. Bu âlem ancak ehlinin anlayabileceği şekilde insanî surette tecellî etmektedir. Bu da insan-ı kâmildir. (Be) harfi, “zâtullah”ın hizasına konulmuş olan (elif) harfine bitişiktir. Bu harf, mevcudatın zuhur sebebi ve Allah Teâlâ'nın ilk yarattığı şey olan “akl-ı evvel”dir. s. 157-158
Kaynak: ERGÜL Necmeddin, Kâşani Hakikatü't-tevzil fî Dekâiku't-tenzil Tahkik ve Tahrici [Kitap]. - Şanlıurfa : Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Tasavvuf Tarihi Bilim Dalı-125442-Doktora Tezi, 2002.



Bir ‘Elif’ bul mekteb-i irfanda evvel ‘ba’ yı sor
Kad hamide eyleyip yay gibi andan ‘ya’ yı sor

Aslı abdır dediler eşyanın , anın aslı ne
Noktanın da var mıdır aslı var ol ma’nayı sor

Sidre nice münteha oldu semavat üstüne
Barigah-ı Mustafa’da ser çeken Tubayı sor

Heft deryaya neden tahsis olundu bu sular
Ya yedi ırmak nedir hem cuy u hem deryayı sor

İsm-i azam suretinde dairen madar olan
Ya’ni kim , bahr-ı muhite , cümle-i eşyayı sor

‘Kaf’ kim Kur’an içinde zikr olunur , ol nedir
Hem o ‘kaf’ üstünde per ü bal açan ankayı sor

Varmıdır bir kimse , bu sırr-ı azıymı fehm ide
Cism-i arş-ı azamı devreden ejderhayı sor

Nur içinde nar olur mu , gül içinde har-zar
Adem asi olduğu şol cennet-i me’vayı sor

Zehi zakkum-ı cehennem, ni’met-i cennet nedir
Asl u fer’i ile işbu zehr ile helvayı sor

İki evdir dediler amma ki aslı üç durur
Bu iki üç dar içinde devreden darayı sor

Fevk –ı dünyanın heva , vü tahtı hem oldu heva
Ber heva üzre ne vech ile durur dünyayı sor

Varmıdır bu nefs-i mefhume aceb asl-ı sahih
Nefs-i mefhumu dahi mefhum olan ‘illa’ yı sor

Halveti vü celveti bir ad olup kaldı heman
Kaç adeddir hem nedir bu ikiden esmayı sor

Dedi ‘essultanu zıllullahi fil arz’ ol Habib
Zıl nedir zü-zıl nedir, bu iki bi-hemtayı sor

Her asırda saltanat kimde karar eyler acep
Ta huruc –ı mehdiye dek cümle bu alayı sor

Zahiren mehdiden İsa efdal olmuşken , neden
Eyledi Mehdi , takaddüm Hazret-i İsayı sor

Herkes ahval-i kıyametten haber anlar bilir
Cümleden müşkil olan şol sa’at-i kübrayı sor

Cümleden bir bir cevabın söyledikten sonra var
Bahr-ı ilm içre olan girdab-ı vaveylayı sor

‘Hakkı’ya ‘Hak’ dedi ‘la yüs’el’ yürü hamüş ol
Nicedir Mevla-yı esrar-ı cihan-arayı sor

(Tasavvuf , no: 15/4,5,6 16/6,7 17/5,6)

Eliften maksad , sırf istikamettir ki ‘emr olunduğun gibi dosdoğru ol ‘ kelam-ı celiline masadak olan mürşid-i kamildir.
Elif harfi yedi noktanın birleşmesi ile hasıl olmuştur. Bir mevhum çizgidir. Ki bu da mürşidlerin zahir veya batın yedi insani tavırdan mürur etmiş bir vücud-ı zilliden ibaret bulunması lüzumuna binaendir.

Mekteb-i irfan ,saliklerin dergahıdır. ‘Ba’ dan murad , nübuvvet nuru ve velayettir ki , kavis , şehr-i ulum, ve noktası da babusseelamdır.
“Bir mürşid-i kamil bularak dergah-ı salikana intisab et ve evvelemirde velayet ve nübüvvet sırlarını öğren” Kad hamide eylemekten maksad bar-ı sekıl-i mücahedeyi yüklenmek demektir.
Kaddın , yaya benzetilmesi eğilme, bükülmeden kinayedir. Esasen kaddin , keman teşbihi öteden beri kullanılan teşbihattandır.
‘Ya’ harfine gelince , bilinir ki ‘ya’ harfi en son harftir.Bu da ilimlerin en son gayesine işarettir ki bu son gaye de marifetullahtır.
“Tam mücahedede bezl-i vücud derecesine vararak evelkilerin , sonuncuların ilmini içine alan marifetullahı öğren” Görünen eşyanın aslı sudur. Acaba kamil insanın aslı nedir ?
“Nokta” ile tarif edilen nur-i Muhammedinin (as) de aslı acaba nedir? Onu Öğren. Semavat üzerinde , sidrenin son merhale olduğunu bildin ise barigah-ı Mustafa’nın (sallallâhü aleyhi ve sellem) üstünde bulunan ve bütün makamları içine alan ‘tuba’ yı da öğren. İlahi tecelliler , salike niçin yedi deryadan geliyor ve yedi ırmak vasıtası ile ulaşıyor, seyr ü süluk et de bunu öğren.
Her şeyi kuşatmış olan ve her yerde sari olan rahmet denizini öğren. Kur’a-ı Kerimde , Allahü Subhanehu ve Teala’nın Kadir ve Kayyum sıfatlarına işaret eden ‘Kaf’ harfi ve ‘kaf’ın ‘ üzerinde bulunup, O’nun (cc) zat nurlarına işaret eden noktalar nedir , onu öğren. İblis , meleklerle beraber arşın etrafında dönücüdür.
İşte bu anlaşılması zor bir durumdur. Adem (aleyhisselâm) ‘in cennetten çıkmasına sebep olan İblisin bu durumu, nur içinde ateş, gül içinde dikenin bulunması gibidir. Bunları birleştiren ilahi kudret hayret vericidir.. Bu acaib sırları öğren. Kahr ve lutf sıfatını aynı görmek lazımdır ki rıza makamına ulaşabilesin. Bunu öğren.
Cennet, cehennem ve cemalde devreden kamil insanı sor. Çünkü insanı kamil ateş için cehennemden korkmaz ve nimeti için cenneti istemez. Cemali de kendisi için istemez. Her üçünde de Hakk’ın (celle celâlühü) izni ile dönücüdür. Dünya gezegeninin her tarafı boşluktur. Dünya , bu boşlukta nasıl duruyor. Onu öğren. Nefs, zulmet ile nurlar arasında , mevhum bir gölgeden ibarettir.
“Lailahe illa Allah “ kelime-i tayyibesinde ki ‘illa’ kelimesi de mevhumdur. Çünkü ‘illa’dan öncesi söylenmezse ‘illa’ ya , ihtiyaç kalmaz. ‘Allah (celle celâlühü)’ ism-i celali ise daim ve bakidir. ‘la’ yı ‘illa’ yı bırak da kendini bil. Halvet ve celvetin ikisi de birdir.
Sadece isimleri farklıdır. Bu ikisinden ism-i azamı öğren.
Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki, ‘zamanın kutbu , yeryüzünde , Allahü Subhanehu ve Teâlâ’nın gölgesidir.’
 Acaba , O’nun (celle celâlühü) gölgesinden kastedilen mana nedir, onu öğren.  
Senin iç aleminde , ‘mehdi’ yani veled-i kalb zuhur edinceye kadar seni idare eden , mukaddes zatları öğren. Kalb makamına vasıl olan salikte veled-i kalb zuhur eder. İç alemindeki makam-ı mehdi budur. Arkasından , ruh makamına vasıl olursa ‘ Ona ruhumdan üfledim’ ayet-i celilesinin sırrına erişir. Burası da iç alemdeki , makam-ı İsa ‘dır (aleyhisselâm). Dünya aleminde , Hz.İsa (aleyhisselâm) önce gelmiş olmasına rağmen, iç alemde, makam-ı İsa (aleyhisselâm) , Mehdi’den sonra yer almaktadır.
Herkes kıyamet gününü düşünür. Sen, saat-i kübrayı düşün, onun lezzetini tat ki , o aşk ile hayretten hasıl olan bir lezzettir. Saat-i kübra , vuslat ile firkat arasında bir andır. Ayrılıkta kavuşmak ümidi, kavuşmakta ise ayrılık korkusu vardır. Bunların hepsini öğrendikten sonra, ilmi, kendi nefsine mal edip, ilmin sana perde olmasını ve kıyl u kal ile uğraşmanın tehlikelerini de öğren.
Ey Hakkı ! Hakk Celle ve Ala ‘ O’nun (celle celâlühü) yaptığından sual edilmez’ buyurdu. Sen var sükut et. Cihanara olan bu kadar esrarın sahibini sor öğren.
(Tasavvuf Ceridesi, sayı , 15,16,17)
“Allah Teâlâ’nın Arşı istiva etmesi” Furkan, 59; Tâhâ, 5 kalpleri istiva etmesine göredir. Allah Teâlâ’nın Arşı istiva etmesi celâli, kalpleri istiva etmesi ise cemâlidir. Bu da “Rahman ve Rahim” in mânâsıdır.
Rahman Arşa istiva eden, Rahim kalpte tecellî edendir.
Rahman ve Rahîm kelimelerindeki “elif” ve “ya”nın manası budur. (Rahmanda elif, Rahimde ya vardır). رحْمَان  رحِيم
Bu, zevk ve tatmayla ilgili bir sırdır. Meselâ; rahman kelimesini söylediğin ve bir başkasından işittiğin zaman, büyüklük, yücelik, kudret, azamet, kuvvetlice yakalama ve tutma gibi bütün cemâl sıfatlarının toplamını o kelimede bulur ve hissedersin.
Aynı şekilde rahîm kelimesini söylediğin veya başkasından duyduğun zaman ise, nimet, selâmet, atıfet, kerem, lütuf, rahmet gibi cemâl sıfatlarının tümünü tadar ve hissedersin.
Bunun gibi Arş semavîdir, kalb arazîdir.(yerle ilgilidir)
Bunun için “elif”, (Arapça gramerinde) nasba, (dikelme, çalışma, yorulma) “ya” ise cerre, (çekme, taşıma, yüklenme) alâmettir.
“Vav” ise ref (yükselme) alâmetidir. Ref nasb ile kesr arasında bulunur. “Vav” ruhun ismidir, “elif” Hakk’ın, “ya” ise halkın ismidir. Bunun için ruhlar, sırların mahalleri ve halk ile Hakk arasındaki alâkalar ve bağlar haline getirilmişlerdir. Bu kâinat ile onu meydana getiren arasındaki bir iştir.
Bu söylediğim manayı Allah Teâlâ’nın şu ifadesi sana daha iyi açıklar:
“...Sana ruhun mahiyetinden sorarlar. De ki, o Rabb’imin emrinden ibarettir...”  İsrâ, 85

Fehm[1] edip tahkik ilmin şanı bulmazsa ne güç
Talip dürrü yetimin kânı[2] bulmazsa ne güç
Vay ona dertli olup dermanı bulmazsa ne güç
Kıl u kâl zevk sanur hicran olursa kişinin
Sırrı gaybiye dilberin mihman olursa kişinin
Her nefesde hem demi Lokman olursa kişinin
Sûreti insan içi hayvan olursa kişinin,
Taşlar ile döğünüp insânı bulmazsa ne güç. 
Doğruluk ile elif veş[3] sırda seyran gizlidir
İstikâmet kıl elifte onunda irfan gizlidir
Mana-i harf elifte mağz-ı [4] kur’an gizlidir
Âdemin gönlü evinde bahr-ı ummân gizlidir,
Daimâ susuz gezüp ummânı bulmazsa ne güç. 
Gel bu dersimden sebak ol arif isen hem ulu
Cümleden el çek uzun tut kibri kendinden ol ârî[5]
Arif olan dârı Hakk’ta ruz u şeb[6] mihmân[7] olur
Şol fakîr olup gezenlerde hazine dopdolu,
Say’edip ol kenz-i bî-pâyânı bulmazsa ne güç. 
Her nefesde hacc-ı Ekber eyleyen kurban eyler
Kısmetin Hakk’tan olan ruhu İsâ’yi devran olur
Arif olan dârı Hakk’ta ruz u şeb mihman olur
Fakr-i fahrî devletine erişen Sultân olur,
Fakr-i tâmme erişip Sultânı bulmazsa ne güç. 
Çâr kitab-ı fehm[8] eden can sırrı ferdinden olur
Bülbüle sanma terahhum [9] dertli verdinden[10] olur
Sabreden kahr-ı cefâya şah-ı merdan olur
Herkesin derdine dermânı yine derdindedir,
Derdinin içindeki dermânı bulmazsa ne güç. 
Masivadan pak olan dil bâkî kalmaz fânidir
“Küllü şeyin yerciu”dur Hakk Hakk’ın mihmanıdır
Iyd-u Ekber oldu Azbî durma dost seyranıdır
Bunda gelmekten murat çün kim Hakk’ın irfânıdır,
Ey Niyâzi kişi ol irfânı bulmazsa ne güç. 
**

"Elifin çapı, iki  üç  santimden fazla  olmasa  gerekti, ama  tüm  Kainat  gerçek  ve  eksiksiz  olarak  içindeydi. Her şey oradaydı...  sonsuzdu, çünkü onu Kainat'  ın  neresinden  baksam  açıkça  görebiliyordum."
JORGE  LUIS  BORGES,  Elif
"Ben  göremiyorum,  sense  her şeyi biliyorsun.Yine  de hayatımı  boşa  yaşamış olmayacağım. Çünkü yeniden  buluşacağımızı  biliyorum İlahî  bir  ebediyette."
OSCAR WILDE
Borges, bu sorunu çözmeyi başlıca görev bilerek kendini İslamiyet’e öylesine verir ki, sonunda, Geinberg’in yardımlarıyla “mutlak sonsuzu” kanıtlayan “Elif Noktaları”nı bulur. Borges’in yoğun çalışmalar sonucu bulduğu Elif Noktaları ile mutlak sonsuzun tanımı yapılabilmiştir. Böylece, bu tanımla, evrenin tümdengelimli incelenmesinde bilim adamlarına harika ipuçları sağlanmıştır. 
“Elif”, Arap alfabesinin ilk harfi ve en önemlisi 1 sayısının ta kendisi olup, Hızır Tezkiresi’ndeki şifrelerden biridir. Elif Noktaları ile sınırlı olan sonsuzumuz, daha önce kanıtlanan Takyon Evreni’nin ötesinde olduğu için, hiç bir zaman sınanamaz ve hep teorik kalacaktır. Ancak, Elif Noktaları’nın yararı sayısızdır. Bir kere, sonsuz üzeri sonsuzdan +1 büyük olduklarından, Allah varlığına giden tek “Mir’aç Yolu” olduğu teorik olarak kanıtlanmıştır. Yani, “Allah’ın varlığının” delilidir. Tamamı 43 tane olan bu noktaların her biri, “Rabb-ül Alemin” sözlerinin karşılığı bir evreni simgelemektedir.
Konunun bilimsel ayrıntılarına burada girmiyoruz. Ancak, şunu belirtmek gerekir ki, bu buluş, bu alanda uğraş veren bilim adamları için Müslümanlığı kabul etme nedeniolmuştur. Takyon Evreni’nin sonsuzluğu Allah’ın varlığına delil değil, tam tersine onun reddi gibi bir sonuç vermekteyken, Borges’in Elif Noktaları’nı ispatlamasıyla, Aiberg’in ifadesi ile tam 34 Batılı bilim adamı hemen Müslüman olmuşlardır.
Borges, Elif Noktaları’ndan, 1949 yılında (ülkemizde 1998 yılında) yayınlanan, “El Aleph” (Alef) adlı eserinde (K25) söz etmiştir. Bu eserin bazı bölümlerini Borges’in anlatımıyla aşağıda sunuyoruz:
“… Doğru bodruma ineceksin. Seni uyarayım: Dümdüz, sırtüstü yatmalısın. Görüş açısının, tam bir karanlık, tam bir hareketsizlik içinde belli bir noktaya ayarlanması gerekli. Gözünü yerden ondokuzuncu basamağa dikmelisin. Seni aşağıya bıraktıktan sonra merdivenin kapağını kapatacağım. Tamamen yalnız kalacaksın… Bir ya da iki dakika sonra, Elif’i göreceksin… Gözlerimi kapattım. Gözlerimi açtım ve Elif’i gördüm. Şimdi öykümün anlatılması, aktarılması olanaksız özüne geliyorum. Bir yazar olarak çıkmazım da bu noktada başlıyor…Yapmak istediğim şey gerçekten olanak dışı. Çünkü, sonsuza giden bir dizinin birimlerini sıralamak olanaksız. Ben, bir tek dev saniye içinde, hem fevkalade, hem korkunç olan milyonlarca eylem gördüm; hiç biri de beni, hepsi mekanda aynı noktayı kapladıkları halde, birbirlerini gölgelememeleri, örtmemeleri kadar etkilemedi. Gözlerimin yakaladığı şey eşzamanlıydı; ama şimdi yazacaklarım zaman içinde sıralanacak, çünkü dil sıralayıcıdır. Ne olursa olsun, hatırlayabildiğim kadarını aktarmayı deneyeceğim: Basamağın arka kısmında, sağa doğru, neredeyse dayanılmaz bir parlaklıkta, gökkuşağının tüm renklerini içeren bir çember gördüm. Önce, döndüğünü sandım; ama sonra, bu titreşimin, kapsadığı Dünya’nın sersemleticiliğinden gelen bir yanılgı olduğunu anladım. Elif’in çapı, herhalde bir kaç santimden fazla değildi; ama tüm alem gerçekten ve eksiksiz içindeydiHer şey (söz gelimi bir aynanın yüzü) sonsuzdu; çünkü her şeyi, evrendeki bir açıdan açıkça görebiliyordum… Denizin dalgalanışını gördüm; günün doğuşunu, günün batışını gördüm… Amerika’daki insan yığınlarını gördüm; siyah bir piramidin ortasındaki gümüş rengi örümcek ağını gördüm… Bitmez, tükenmez sayıda gözün, bir aynaya bakar gibi, bende kendilerine baktıklarını gördüm; yeryüzündeki bütün aynaları gördüm, hiç biri beni yansıtmıyordu; Soler Sokağı’ndaki bir evde otuz yıl önce gördüğüm yer çinilerinin aynılarını gördüm… Bir yan sokakta kurumuş topraktan bir tümsek gördüm; eskiden orada bir ağaç vardı… Kaplanlar, pitonlar, bizonlar, gel-gitler, ordular gördüm… Bir zamanlar o eşsiz Beatriz Viterbo olan çürümüş kemikleri ve tozu gördüm; kendi koyu kanımın dolaşımını gördüm; aşkın birleştiriciliğini ve ölümün değiştiriciliğini gördüm. Elif’’i her noktadan ve her açıdan gördüm; Elif’de Dünya’yı ve Dünya’da Elif’i gördüm; Kendi yüzümü ve kendi barsaklarımı gördüm; senin yüzünü gördüm. Sersemledim ve ağladım. Çünkü, gözlerim herkesin adını bildiği ve kimsenin bakamadığı o gizli ve ancak tahmin edilebilecek şeyi, o tasavvur edilmez alemi görmüşlerdi...”
Hazreti Muhammed’in bir hadisinde, “Bu Dünya’da uykudayız; ölünce uyanırız” demesi gibi, Borges de içinde bulunduğumuz fiziksel evrende “rüyada” olduğumuzu söylemiştir. M. Talbot’un, “Myscism and The New Physics” (Mistizm ve Yeni Fizik) adlı kitabında (K133), Borges’le ilgili olarak bu konuya değinilmiştir.
Borges, 1938 yılında geçirdiği ciddi bir rahatsızlık sonucu konuşma yeteneğini kaybeder. Adını, “Abd-Al-Hack Borg” (Abdülhak Borg) olarak da değiştiren BorgesZig-Zag Grubu’ndaki çalışmaları sonucunda, 1941 yılında, Zig-Zag Öğretisi koordinatörlüğüne yükselir, “K. M. Allein” ismini devralır. Ancak, onun bu konudaki çalışmaları Peron yönetimini rahatsız etmiş olmalı ki, 1946 yılında, Buenos Aires kütüphanesindeki görevinden alınır. Peron Hükümeti’nin 1955 yılında devrilmesine kadar zor yıllar geçirir; bu arada kendini iyice yayıncılığa verir. Aynı yıl, 1920’lerden beri azalmakta olan görme yeteneğini de kaybeder. 1961 yılında, Uluslararası Yayıncılık Ödülü’nü, Samuel Beckett’le birlikte paylaşarak alması, ününün Dünya çapında yayılmasına yol açar.
Borges’in bugüne kadar yayınlanmış bir çok öykü, deneme ve şiirinde, aslında Zig-Zag Öğretisi’nin gerçekleri yansıtılmıştır. Ancak onun gizemli yazılarındaki sembolizmin, çevirilerde, genellikle anlaşılamayarak tahrif edildiği ve gerçek anlamından saptırıldığı görülmektedir. Bunun son örneği Türkiye’de yaşanmıştır. Ülkemizde bir çok eseri çeşitli yayınevleri tarafından yayınlanmış olan Borges’in çevirilerinin konunun tam anlamını yansıttığı söylenemez. 
Borges’in, yukarıda belirttiğimiz “El Aleph” (Alef) in dışında, eserlerinden başlıcaları şunlardır: 1936 (ülkemizde 1990) yılında yayınlanan, “Historia de la Eternidad” (Sonsuzluğun Tarihi) (K24); 1962 (ülkemizde 1998) yılında yayınlanan, “Ficciones (The Garden of Forking Paths)” (Ficciones: Hayaller ve Hikayeler:Yolları Çatallaşan Bahçe) (K26); 1968 yılında yayınlanan “L’ecriture de Dieu” (Düş Kaplanları) (K27); 1975 (ülkemizde 1999) yılında yayınlanan “El Libro de Arena” (Kum Kitabı) (K28); 1980 (ülkemizde 1999) yılında yayınlanan “Siete Noches” (Yedi Gece) (K29).
Bu eserlerden, “Sonsuzluğun Tarihi”nde, zaman ve sonsuzluk kavramları çok iyi işlenmiştir. “Düş Kaplanları”nda, bir leoparın beneklerinden başlanarak evrenin tüm yasaları birer birer anlatılmıştır. “Yolları Çatallanan Bahçe”deki temel kavram, “zaman yolculuğu” ve “parelel evrenler”dir. Şimdi bu eserin bazı bölümlerini Borges’in anlatımı ile sunuyoruz:
“… O cümle dikkatimi çekmişti: “Yolları Çatallanan Bahçe’mi çeşitli geleceklere (hepsine değil) bırakıyorum”. Daha ilk bakışta anladım. Yolları Çatallanan Bahçe, o karmakarışık romandı. “Çeşitli geleceklere (hepsine değil) sözü, çattallanmanın mekanda değil, zamanda olduğunu düşündürüyordu. Eseri iyice okuyunca bu kuramım doğrulandı. Bütün kurgusal eserlerde, kişi, birden fazla seçenekle karşılaştığında, bir tekini seçer ve ötekilerden vazgeçer. Tsui Pen’in kurgusal eserinde ise, yazar, ayni anda hepsini birden seçiyordu. Yazar, böylelikle, kendileri de çoğalıp çatallanan çok sayıda gelecek, çok sayıda da zaman yaratıyordu. Romandaki çelişkilerin açıklaması da bu işte. Diyelim ki, Fang diye birinin bildiği bir sır var; bir yabancı çalıyor kapısını; Fang bu adamı öldürebilir; bu adam Fang’ı öldürebilir; ikisi de kaçıp kurtulabilirler; ikisi de ölebilir vs. Tsui Pen’in eserinde akla gelebilecek bütün çözümler içerilmiş; her biri de başka çatallanmalar için birer çıkış noktası. Bazen bu labirentin yolları kavuşur; örneğin siz bu eve geldiniz; muhtemelen geçmişlerden birinde düşmanımsınız, bir başkasında dostum… Yolları Çatallanan Bahçe, konusu zaman olan uçsuz bucaksız bir bilmece. Yolları Çatallanan Bahçe, Tsiu Pen’in algıladığı biçimiyle, evrenin belki tamam olmayan, ama doğru bir görünümüdür. Newton’la Schopenhauer’in tersine, atanız mutlak bir zamana inanmıyordu. Sonsuz zaman dizilerine, gittikçe büyüyen, baş döndürücü bir hızla birbirlerine kavuşup ayrılan parelel zamanların oluşturduğu bir ağa inanıyordu. Yüzyıllar boyu birbirine yaklaşan, çatallanan, sekteye uğrayan, ya da birbirlerinden habersiz zamanlardan örülen bu ağ, bütün olasılıkları kucaklamaktadır. Biz bu zamanların bir çoğunda var olmayız; ben olmam; ötekilerde ben var olurum, siz olmazsınız; başkalarında ne siz, ne de ben var olmayız. Talihin yüzüme gülüp de sizi karşıma çıkardığı şu içinde bulunduğumuz zamanda evime geldiniz; bir başkasında, bahçeden geçerken cesedimi buldunuz; yine bir başka birinde, aynı sözleri söylüyorum ama, ben bir aldatmaca, bir hayaletim. “Her birinde” dedim, sesimin titremesine engel olamayarak, “Size teşekkür borçluyum ve Tsui Pen’in bahçesini eksiksiz bir biçimde kurduğunuz için size büyük saygı duyuyorum”. “Hepsine değil” diye mırıldandı gülümseyerek. “Zaman, sayısız geleceğe doğru hiç durmamacasına çatallanıyor. Bunlardan birinde ben de sizin düşmanınızım”. Sözünü ettiğim kıpırdaşma bir kere daha geçti içimden. Evi çevreleyen ıslak bahçe sonsuz sayıda insanla dolup taşıyordu sanki. Bu kişiler Albert’le bendik; başka zaman boyutlarında aldığımız türlü biçimlerde gizli ve etkileyici idik. Gözlerimi kaldırdım; o zar inceliğindeki karabasan çözülüp yok oldu…”     
Din ile bilimi birleştirip, hem bir İslam alimi ve hem de (Cantor ve Hilbert ile birlikte) Dünya’nın sayılı üç sonsuz ötesi matematikçisinden biri olan Jorge Luis Borges’in çalışmaları, F. Merrel’in, “Unthinking Thinking: Jorge Luis Borges, Mathematics and New Physics” (Düşünülmeyen Düşünce: Jorge Luis Borges, Matematiği ve Yeni Fizik) adlı yayınında (K92) ayrıntılı olarak ele alınmıştır.
“İç içe girmiş binlerce nedenin sonsuz, aralıksız akışına kader” diyen Borges, aynı zamanda çok iyi bir karadelik uzmanıdır. Ayrıca, Kur’an, Tevrat ve İncil üzerinde yaptığı uzun araştırmalarla Zig-Zag Öğretisi’ne büyük yararlar sağlamıştır. Bir taraftan, Zig-Zag mensupları arasında, KMA olarak, teori dağıtımında koordinatörlük görevini  yerine getirirken, diğer taraftan, seçme bilim adamlarına, “İslam’a Çağrı” mesajlarını zamanında ve yerli yerinde göndererek İslamiyet’e yeni üyeler kazandırmakta çok başarılı olmuştur. “C. M. Allein” adını, İspanyolca “Carlos Miguel Allende” olarak da kullanan Borges, 1986 yılındaki ölümüne kadar bu ismi, Kozyrev’den sonra en uzun süreli kullanan kişidir.
Cenevre’de (Geneva’da) hayata gözlerini kapayan Borges’in naaşı, Aiberg’in israrla belirttiği gibi: “Vasiyeti üzerine, İstanbul’daki Aşiyan Kabristanı’nın “Bülbül Tepesi”mevkiine (Tevfik Fikret’in kabrinin bulunduğu bölüme) sessizce defnedilmiştir”.
Bu konuda Aiberg ile yaptığımız görüşmeyi ve “Jorge Luis Borges Center for Studies and Documentation”den (Jorge Luis Borges Çalışma ve Dokümantasyon Merkezi’nden) aldığımız yanıtı (E1) daha önce yayınlamıştık.


[1] Fehm: anlamak; anlayış, zihnen kavrayış.
[2] Kân: f. Bir şeyin menbaı.   Kuyu. Kaynak.   Mâden ocağı.   Bir keyfiyetin. (niteliğin) bol olarak bulunduğu kimse.
[3] Veş: Gibi (mânâsına teşbih edatı.) Mah-veş Ay gibi.
[4] Mağz: öz, iç.
[5] Ârî: Pâk, pislikten uzak.   Hür.
[6] Ruz u şeb: Gece ve gündüz.
[7] Mihman: f. Misafir
[8] Fehm: anlamak; anlayış, zihnen kavrayış.
[9] Terahhum: Merhamet etme, acıma. Şefkatte bulunma, esirgeyip besleme.
[10] Verd: (Vürd - Vird) Gül

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar