Print Friendly and PDF

EMMANUEL DE SWEDENBORG





Emanuel Swedenborg (doğum adı: Emanuel Swedberg; d. 8 Şubat 1688, Stockholm, İsveç – ö. 29 Mart 1772, Londra, İngiltere),
İsveçli bilim insanı, filozof, Hristiyan mistiği ve din bilimcisi. Mucit ve bilim insanı olarak çok verimli bir kariyer geçiren Swedenborg elli altı yaşında hayaller gördüğü spiritüel bir döneme girdi. Spiritüel bir uyanış yaşayan filozof, Tanrı tarafından Hristiyanlığı ıslah edecek göksel bir doktrin oluşturmak için görevlendirildiğini iddia etti. Tanrı'nın gözlerini açtığını, istediği gibi cennet ve cehennemi ziyaret edebileceğini; melekler, iblisler ve diğer ruhlarla konuşabileceğini öne sürdü. Hayatının geri kalan yirmi sekiz yılında 18 dinbilimsel eser yayımladı. Bunlar arasında en bilineni Cennet ve Cehennem'dir.

İsveç’te, Uppsala şehrinde, bazı yazarlara göre Ocak 1688’de, mezar taşına göreyse 1689’da doğdu. Babası Skara piskoposuydu. Swedenborg seksen beş yıl yaşadı, ölümü 29 Mart 1772’de Londra’da vaki oldu. “Ölüm” deyimini basit bir hâl değişikliğini ifade etmek için kullanıyorum. Tilmizlerine göre Swedenborg bu tarihten sonra Jarvis’te ve Paris’te görülmüş.
«Müsaade eder misiniz aziz dostum Wilfrid, dedi Mösyö Becker, sözünün kesilmemesi için eliyle bir hareket yaparak. Ben ne iddia ne inkâr etmeden sadece olayları anlatıyorum. Önce dinleyin, sonra bütün bunlar hakkında istediğinizi düşünebilirsiniz. Hüküm vermem, eleştirmem, öğretilerini tartışmam gerekirse, akılla onun arasındaki entelektüel tarafsızlığımı ortaya koymak için, size durumu haber vereceğim.
«Emmanuel Swedenborg’un hayatı iki devreye ayrılır. 1688’den 1745’e kadar Baron Emmanuel de Swedenborg toplum içinde en geniş bilgiye sahip, değer verilen, erdemleri için sevilen, her zaman kusursuz, sürekli olarak herkese yararlı bir kişi olarak gözüktü. İsveç’te bazı yüksek görevler ifa ederken, 1709’dan 1740’a kadar, mineraloji, fizik, matematik ve astronomi alanlarında, bilim âlemini aydınlatan birçok ciddi kitap yayımladı. Gemilerin girişine elverişli havuzlar inşa etme yöntemini icat etti, gelgitlerin yüksekliğinden dünyanın konumuna kadar en önemli sorunlar üstüne yazılar kaleme aldı. Hem kanallar için daha iyi geçiş havuzları yapma yolları, hem daha basit ve kolay maden çıkarma usulleri buldu. Sözün kısası, hiçbir bilimle uğraşmadı ki ona bir gelişim kazandırmasın.
«Gençliğinde İbrani, Yunan, Latin ve doğu dillerini tetkik ve tetebbu etti; bunları o kadar iyi öğrendi ki, birçok ünlü profesör sık sık ona danıştı; Tataristan’da Tanrı’nın Sözü kitabının [Kitab-ı Mukaddes], Sayılar'da (XXI, 14, 15, 27–30) Musa tarafından, ayrıca Josue, Jeremie ve Samuel tarafından söz konusu edilen, Jehovah’nın Savaşları ve Sözlemler adlı en eski kalıntılarını bulup teşhis etmeyi başardı. Jehovah’nın Savaşları Tekvin’den önceye ait bu kitabın tarihsel kısmı, Sözlemler ise vahiylere ilişkin kısmıymış. Hattâ Swedenborg Josue’nin bahsetmiş olduğu Jaschar ya da Doğrunun Kitabı’nın da Doğu Tataristan’da, “denklikler doktrini”yle birlikte mevcut olduğunu iddia etti.
«Söylendiğine göre bir Fransız, bir süre önce, Kitab-ı Mukaddes’in Avrupa’da bilinmeyen birkaç parçasını Bağdat’ta bulduğunu haber vererek, Swedenborg’un öngörülerini haklı çıkarmış. 1785’te hayvani manyetizma olayı konusunda çıkan ve hemen hemen bütün bilim adamlarının katıldığı Avrupa çapındaki tartışma esnasında, Monsenyör Marki de Thome, Fransa kralı tarafından manyetizmayı incelemek için atanan komiserlerin ağzından kaçmış bazı iddiaları ifşa ederek, Swedenborg’un hakkını teslimle anısını kutlamış oldu. Bu baylar, mıknatısın hiçbir teorisi olmadığını iddia ediyorlardı, oysa Swedenborg daha 1720’de bu konuyla meşgul olmuştu. Mösyö de Thome bu fırsattan yararlanarak, en ünlü kişilerin bile hazinelerini yağmalamak ve kendi çalışmalarına buradan yardım sağlamak için İsveçli bilim adamını mahkûm ettikleri nisyanın sebeplerini gösterdi. “En ünlülerden bazıları”, dedi Mösyö de Thome, “Buffon’un Theorie de la Terre’ini ima ederek, tavus kuşuna saygılarını sunmadan onun tüylerini takınmak zaafını gösteriyorlar.” Nihayet, Swedenborg’un ansiklopedik eserlerinden yaptığı muzaffer alıntılarla, bu büyük ileri ve açık görüşlü adamın, yavaş yürüyen insan bilimlerinin birkaç yüzyıl önünden gitmiş olduğunu kanıtladı: Gerçekten de buna kanaat getirmek için onun felsefî ve mineralojik eserlerini okumak kâfidir. Bir pasajda, organik doğanın bütün ürünlerinin çözünebilir olup sürecin sonunda iki saf ana maddeye varıldığını; su, hava ve ateşin element olmadıklarını söyleyerek modern kimyanın öncülüğünü yapar; bir başka pasajda, birkaç kelimeyle manyetizmanın sırlarına nüfuz ederek, bu konuda birinciliği Mesmer’den alır.
«İşte şurada, –dedi Bay Becker, sobayla pencere girintisi arasına yerleştirilmiş, üzerinde her boyda kitaplar bulunan uzun tahta rafı göstererek– on yedi farklı eser ki, sadece biri, 1734’te yayımladığı Felsefi ve Mineralojik Eserler’ı, in-folio boyutunda üç cilt tutuyor. Swedenborg’un pozitif bilgilerinin delili olan bu eserleri bana Séraphita’nın babası Séraphitus vermişti.
«1740’ta Swedenborg mutlak bir sessizliğe büründü ve oradan ancak dünyevi meşguliyetlerini bırakıp münhasıran manevi âlemi düşünmek için çıktı. Gökten ilk emirleri 1745’te aldı. Göreve çağrılışı şöyle gerçekleşmiş:
«Bir akşam Londra’da, iştahla yenen bir akşam yemeğinden sonra, odasına kalın bir sis yayılmış. Karanlık dağıldığında, insan suretine bürünmüş bir yaratık odanın bir köşesinden kalkarak korkunç bir sesle ona:
“O kadar yeme!” demiş. Swedenborg ondan sonra mutlak bir diyet uygulamış. Ertesi akşam aynı adam ışıklar saçarak gelmiş ve şöyle demiş:
“Tanrı tarafından gönderildim; seni, insanlara sözünün ve yaratılarının anlamım açıklamak için seçti. Yazman gereken şeyleri sana dikte ettireceğim.”
Görüntü ancak birkaç saniye sürmüş. Dediğine göre melek erguvani giysiliymiş.
«O gece, içindeki insanın gözleri üç farklı âlemde, gökte, ruhlar âleminde ve alt âlemde [cehennemde] olanları görecek şekilde açılmış; buralarda, kimileri çoktan beri kimileri yakınlarda hayata veda etmiş tanıdık kişilere rastlamış.
«O andan itibaren Swedenborg sürekli olarak ruhların hayatını yaşadı ve bu dünyada Tanrının Elçisi olarak kaldı. Misyonu inanmayanlarca itiraza uğradı, onun tutumuysa elbette insanlığın üstünde bir varlığa yakışan türdendi.
«Önce, servetine karşın kendisini ancak gerekli ihtiyaçlarıyla sınırlayarak hayırseverlik yolunda büyük meblağlar harcadı, özellikle birkaç önemli ticaret şehrinde iflas etmek üzere olan bazı büyük firmaları ayağa kaldırdı. Cömertliğine başvuranların hiçbiri, istediklerini elde etmeden yanından ayrılmadı.
«İnançsız bir İngiliz peşine düşmüş, onunla Paris’te görüşmüş ve evinde kapıların daima açık olduğunu anlatmış. Bir gün uşağı, efendisinin parasını hedef alacak bir hırsızlığın kendisini de töhmet altında bırakabileceğini düşünerek bu ihmalden şikâyet edince, Swedenborg gülümseyerek “İçin rahat olsun,” demiş, “Kuşkularını bağışlıyorum, çünkü kapıma göz kulak olan asıl bekçiyi görmüyorlar.” Gerçekten de, hangi ülkede oturursa otursun hiçbir zaman kapılarını kapamamış ve evinden hiçbir şey kaybolmamış.
«Stockholm’den altmış mil uzaklıktaki Gothenburg şehrindeyken, o sırada Stockholm’ü kül etmekte olan yangını postanın gelişinden üç gün önce, kendi evinin yanmadığını da belirterek, haber vermiş. Dediği doğru çıkmış.
«İsveç Kraliçesi’nin Berlin’de kardeşi krala anlattığına göre nedimelerinden birinden, kocasının ölmeden önce ödemiş olduğu bir borç istenmiş, ancak makbuzu bulamayan kadın Swedenborg’a başvurup, ölü kocasına ödemenin kanıtının nerede olabileceğini sormasını rica etmiş. Ertesi gün Swedenborg kadına makbuzun bulunduğu yeri göstermiş; fakat kadının arzusu üzerine ayrıca müteveffanın karısına gözükmesini de rica ettiğinden, kadın rüyasında kocasını ölmeden önce üstünde bulunan robdöşambrla görmüş; adam karısına makbuzu Swedenborg’un işaret ettiği yerde göstermiş, makbuz gerçekten orada saklıymış.
«Bir gün Londra’da Kaptan Dixon’un gemisine binerken, bir kadının çok erzak stoklanıp stoklanmadığını sorduğunu duymuş. “O kadar fazlası lüzumsuz,” demiş.
“Sekiz gün sonra saat ikide Stockholm Limanı’nda olacağız.” Öyle de olmuş.
«Swedenborg’un dünyevi şeylerle ilgili olarak istediği zaman girebildiği ve bütün yaklaşanları olağanüstü etkileriyle şaşırtan tecelli veya trans hâli, gökleri görme yetisinin basit bir uygulamasından ibaretti.
«Bu tecelliler arasında, güney dünyalarına, yaptığı yolculukları anlattıkları en ilginçleri sayılabilir; bunlarla ilgili yaptığı betimlemeler ayrıntılardaki naifliklerle insanı ister istemez şaşırtacaktır. Büyük bilimsel ağırlığı tartışılmaz olan, tasarlama, irade ve hayalgücünü benliğinde birleştiren bir insan, uyduracak olsaydı herhâlde daha iyisini uydururdu.
«Kaldı ki Doğuluların fantastik edebiyatı da bu şaşkınlık verici ve tohum hâlinde şiirle dolu eser hakkında fikir verebilecek hiçbir şey sunmaz, bir inanç eserini Arap fantezisinin eserleriyle karşılaştırmak mümkünse tabii...
«Swedenborg’un, ilk yolculuğunda kendisine kılavuzluk eden melek tarafından göğe kaldırılış öyküsü; Klopstock, Milton, Tasso ve Dante’nin destanlarını Tanrı’nın Dünya’yla Güneş arasına koyduğu mesafe kadar geçen bir yüceliktedir. Güney dünyaları hakkındaki eserinin girişini teşkil eden bu bölüm hiç yayımlanmamış olup, Swedenborg’un yüreğine en yakın bulduğu üç öğrencisine bıraktığı sözlü geleneklere dâhildir. Bay Silverichm’de yazılısı mevcuttur. Bay Séraphitus da birkaç kez bana bundan bahsetmek istemişti; fakat kuzeninin sözlerinin anısı hâlâ o kadar yakıcıydı ki, daha ilk kelimelerde duraklıyor, hiçbir şeyin çekip alamadığı bir hayal âlemine dalıyordu.
«Meleğin Swedenborg’a bu bedenlerin ıssız ve başıboş gezer durumda kalmak için yaratılmış olmadıklarını kanıtlarken kullandığı söylem, Baron’un bana dediğine göre, bütün insan bilimlerini ilahi bir mantık altında eziyor.
«Tanrı elçimize göre Jüpiterliler, “gölgeler” adını verdikleri bilimlerle uğraşmıyorlar; Merkürlüler fikirlerin onlara fazla maddi gelen sözlerle ifadesinden nefret ediyorlar, göze dayalı bir dilleri var; Satürnlüler kötü cinler tarafından sürekli olarak ayartılma tehlikesi içindeler; Aylılar altı yaşında çocuklar gibi küçücük, sesleri karınlarından çıkıyor ve yürümek yerine sürünüyorlar; Venüslüler devasa boylarda ama akılsızlar ve eşkıyalıkla geçiniyorlar, ancak bu gezegenin bir bölümünde iyilik sevgisiyle yaşayan yumuşak başlı bir ahali de var.
«Nihayet, bu kürelerde yaşayan halkların yaşayış tarzlarını ve varoluşlarının evrene göre genel anlamını o kadar dakik ve net terimlerle anlatıyor ve genel dünya sistemi içindeki görünen dolanımlarının etkileriyle o derece uyumlu açıklamalar yapıyor ki, belki günün birinde bilim adamları bu ışıklı pınarlarda susuzluklarını gidereceklerdir.
«“Benim çok sayıda güney ülkesine götürüldüğümden şüphe edilecek olursa, öbür hayattaki mesafeler hakkındaki gözlemlerim hatırlansın: Bunlar sadece insanın dış hâline göre mevcutturlar; oysa ben deruni olarak o ülkelerin meleksi ruhları gibi şekillendirilmiş olduğumdan, bütün bunları tanıyabildim.”
«Bu kasabada Swedenborg’un sevgili kuzeni Baron Séraphitus’u konuk etme şerefini borçlu olduğumuz koşullar, benim bu olağanüstü hayatın hiçbir olayına yabancı kalmamamı sağladı. Son günlerde bazı Avrupa gazetelerinde sahtekârlıkla suçlandı; bunlar şövalye Beylon’un bir mektubuna dayanarak şu olayı ileri sürdüler: Güya Swedenborg senatörler kanalıyla merhum İsveç Kraliçesi’nin, kardeşi Prusya Prensi’yle gizli yazışmasından haberdar olarak, gizli bilgileri o prensese sızdırmış, sonra da bunları doğaüstü yollardan elde ettiğine inanılmasına izin vermiş. Sözüne güvenilir bir adam, kraliyet muhafız kıtalarında yüzbaşı ve Kılıç Tarikatı Şövalyesi Charles-Leonhard de Stahlhammer, bu iftiraya bir mektupla karşılık verdi.»

– İsveç ve Prusya kraliyet hanedanlarına mensup bazı şahsiyetlerin paylaştıkları inanç, herhâlde Swedenborg’un, misyonu hakkında bu iki aile mensuplarına göstermiş olduğu tanıklıklara dayanmaktadır,
«Ancak, size onun maddi ve görünen hayatının bütün olaylarım anlatmayacağım, zira huyu ve tutumu bunların tam olarak bilinmesine karşıydı. Zenginleşmek veya üne kavuşmak istemeksizin, âdeta gizli saklı yaşıyordu. Hatta taraftar kazanma çabasına karşı duyduğu bir tür tiksinmeyle dikkati çekiyor, pek az kişiye açılıyor ve bu dış yetenekleri sadece inanç, bilgelik ve sevgileri apaçık ortada olanlara aktarıyordu. yanına yaklaşanların ruh hâllerini bir bakışta tahmin edebiliyor, gönül sözüyle dokunmak istediklerini gaibi gören bir “görücü”ye [voyant] çeviriyordu. Tilmizleri, 1745 yılından itibaren, onun beşeri saikle asla hiçbir şey yapmadığını gördüler.
«Tek bir kişi, Matthesius adında İsveçli bir rahip, onu delilikle itham etti. Olağanüstü bir tesadüfle, Swedenborg’un ve yazılarının düşmanı olan bu rahibin kendisi kısa bir süre sonra delirdi; birkaç yıl öncesine kadar, kralın bağladığı bir emekli maaşı sayesinde, Stockholm’de yaşıyordu.
«Swedenborg’un övgüsü, Maden Okulu Mütevelli Heyeti Üyesi Mösyö de Sandel tarafından, hayatının olayları konusunda titiz bir dikkat ve özenle hazırlandı ve 1786’da Stockholm’de Kraliyet Bilimler Akademisi’nde okundu.
«Nihayet, Londra’da lord–mayor tarafından alman bir tezkerede, o sırada en yüksek mertebeden İsveçli bir kilise şahsiyeti olan Mösyö Ferelius’un bakımındaki Swedenborg’un son hastalığı ve ölümü en küçük ayrıntılarıyla tutanağa geçirilmiştir. Olayda hazır bulunan kişiler Swedenborg’un, ölüm döşeğinde yazılarını yalanlamak şöyle dursun, doğruluklarını sürekli olarak vurguladığına tanıklık ediyorlar. Mösyö Ferelius’a şöyle demiş: “Yüz yıl sonra kiliseyi benim doktrinim idare edecek.”
«Ölümünü günü ve saatiyle gayet doğru olarak önceden tahmin etti. O gün, 29 Mart 1772 Pazar günü, saati sordu. “Saat beş,” dediler. “Demek artık bitti,” dedi, “Tanrı sizi takdis etsin!” On dakika sonra, gayet huzurlu bir şekilde, hafif bir iniltiyle son nefesini verdi.
«Diyeceğim; sadelik, tevazu, yalnızlık hayatının temel özellikleri oldu. Bir kitabını yazmayı bitirdiğinde bastırmak için gemiye atlayıp Londra’ya veya Hollanda’ya gidiyor, bir daha bundan bahsetmiyordu. Böylece art arda hepsini meleklerin diktesi altında yazdığını söylediği yirmi yedi farklı kitap yayımladı.
«Söyledikleri doğru olsun olmasın, pek az insan söyleyişinin alevlerine dayanabilecek kadar güçlüdür. İşte hepsi şurada...»
  1. Karı Koca Aşkının Mutlulukları, Cennet ve Cehennem, Kıyametin Açımlanması,
  2. Deruni Duyunun Serimlenmesi,
  3. İlahi Sevgi,
  4. Hakiki Hıristiyanlık;
  5. Tanrı’nın Büyüklük ve Sonsuzluğunu Paylaşanların Mutlak Güç,
  6. Mutlak Bilgi,
  7. Mutlak Varlığının Meleksi Bilgeliği.

«Kıyameti açıklaması şu sözlerle başlıyor,
“Buraya kendimden hiçbir şey koymadım, aynı melek vasıtasıyla Yuhanna’ya ‘Bu vahyin sözlerini mühürlemeyeceksin.’ (Vahiy, 22, 10) diyen Rabb’in iradesine göre konuştum.”
«Aziz dostum, dedi Rahip, Wilfrid’e bakarak. Kış geceleri, bu adamın en akla sığmaz harikaları böyle tam bir masumiyetle dile getirdiği o dehşetli eserleri okurken, sık sık bütün vücudumla tir tir titredim.
«Söz gelimi şöyle diyor: “Gökleri ve melekleri gördüm. Maneviyat insanı, kendi benzerini; dünyeviyat insanının kendi benzerini gördüğünden çok daha iyi görür. Göklerdeki ve göklerin altındaki harikaları tasvir ederken Rabb’in bana yap dediği şeyi yapmış oluyorum. Herkes bana inanıp inanmamakta serbesttir, nasıl olsa diğerlerini Tanrı’nın beni koyduğu yere koyamam; onları meleklerle konuşturmak, ya da anlama yetilerini buna uygun şekilde yeniden düzenleme mucizesini göstermek benim harcım değil; melekliğe yükseleceklerse bunun araçları yine kendileri olacaktır. Ben yirmi sekiz yıldır manevi âlemde meleklerle, dünyada da insanlarla birlikteyim; zira Rab bana ruh gözlerimi açmak lütfunda bulundu, tıpkı Paul’e, Danyal’a, Elisee’ye yapmış olduğu gibi.”
«Ancak, bazı kimseler vardır ki, uyurgezerliğin dış biçimleriyle içlerindeki insan arasında gerçekleştirdiği kesin ayrımın etkisi altında, manevi dünya hakkında birtakım görülere sahip olurlar. “Bu durumda,” diyor Swedenborg Meleksi Bilgelik (n° 257) kitabında, “insan semavi ışığa kadar yükselebilir, çünkü, cismani duyular iptal olduğundan, göğün etkisi engele takılmadan içerideki insana ulaşabilir.”
«Birçok kişi, Swedenborg’un gökten vahiyler aldığından şüphe etmemekle birlikte, yine de bütün yazılarına ilahi ilhamın aynı derecede nüfuz etmediğini düşünüyor. Başkaları ise, karanlık noktalarını kabul etmekle birlikte, Swedenborg’a kayıtsız şartsız katılmak gerektiğini savunuyor; zira dünyevi dilin yetersizliklerinin bu Tanrı elçisinin manevi görülerini gerektiği gibi dile getirmesine engel olduğuna inanıyorlar; bu görülerin karanlık noktaları da zaten inançla yeniden doğmuş olanların gözünde ortadan kalkıyor, zira en büyük tilmizinin mükemmel ifadesiyle, “ten dışsal bir doğuştur”.
«Şair ve yazarlar için, anlattığı harikalar dünyası uçsuz bucaksız; görücüler içinse, oradaki her şey saf gerçeklik... Yaptığı tasvirleri bazı Hristiyanlar “rezalet” diye karşıladı. Bazı eleştirmenler tapınaklarının semavi malzemesini, altından saraylarını, içinde meleklerin fink attığı görkemli villalarını gülünç buldular; başkaları esrarengiz ağaçlardan oluşan korularıyla, çiçeklerin konuştuğu, havanın beyaz olduğu, gizemli cevahir taşlarının –kızıl akik, lapis-lazuli, yakut, beril, çeşitli renklerde kuvartz ve silikatlar, urim ve thummim– canlı olduğu, semavi hakikatleri ifade ettiği, sorgulanabildiği ve renk değiştirme yoluyla sorulara yanıt verdiği (Gerçek Din, n° 219) bahçeleriyle alay etti; birçok ciddi düşünce adamı, renklerin büyüleyici konserler verdiği, sözlerin alev alev yandığı, “söz”ün çivi yazısıyla [cornicules] yazıldığı (Gerçek Din, n° 278) dünyalarını kabul edemiyor.
«Kuzey ülkelerinde bile kimi yazarlar onun Kudüs’ünün, en küçük kapkacağın bile dünyanın en nadir maddelerinden yapılmış olduğu evlerini dayayıp döşeyip donatan inci ve elmas odalara güldüler. “Ama,” diyor tilmizleri, “bütün bu değerli şeylerin bu dünyada çok seyrek ve dağınık olması öbür dünyada çok bol olmaması için yeter neden mi?
 Bu dünyada dünyevi bir tözden yapılmışlar, ama göklerde göksel görünüşler altında ve melek hâline aitler.”
«Kaldı ki Swedenborg bu konuda İsa Mesih’in şu yüce sözlerini tekrarladı: “Size dünyevi şeyler söylediğim hâlde beni anlamıyorsunuz; göklerin dilini kullansaydım nasıl anlardınız?
(Yuhanna, 3, 12)
«Ruh bu kitapların insanı kavrayıp yutan sayfalarında dolaşırken, bu dünyadaki her şey öyle küçük görünüyor ki... Bu adamın otuz yıl içinde manevi dünyanın hakikatleri üstüne, Latince yazılmış ve küçücük harflerle basılmış, en küçüğü beş yüz sayfa tutan, in-quarto [Açıldığında sekiz sayfa olacak şekilde basılıp katlanmış kâğıt,]   boyutunda yirmi beş cilt kitap yayımladığını düşününce, şaşkınlığa uğramamak imkânsız. Söylendiğine göre yirmi cildi de, İsveç Kralı’nın eski özel rahibi yeğeni M. Silverichm’e emanet, Londra’da bırakmış. Yirmi yaşından altmış yaşına kadar bir tür ansiklopedinin yayınıyla uğraşa uğraşa âdeta kendini tüketmiş olan bu adam, insanın güçlerinin zayıflamağa başladığı bir çağda böyle kitaplar yazabilmek için mutlaka doğaüstü yardımlar görmüş olmalıdır.
Bu yazılarda, hiçbiri bir diğeriyle çelişmeyen binlerce önerme mevcut. Her sayfada doğruluk, yöntem ve hazırcevaplık güneş gibi parlıyor ve hepsi de aynı olgudan, meleklerin varlığından türüyor.
«Tüm öğretisinin özeti olan Gerçek Din, ışığı göz kamaştıran bu eser, seksen üç yaşındayken tasarlandı ve yazıldı.
«Nihayet, aynı anda birkaç yerde bulunabilme ve her şeyi bilme yetenekleri ne eleştirenleri, hatta ne de düşmanları tarafından yalanlanabildi.
«Yine de, bu semavi ışık selinde susuzluğumu giderirken, Tanrı benim deruni gözlerimi açıvermedi, ve ben bu yazılan yeniden doğmuş olmayan bir adam gözüyle değerlendirdim. Bu yüzden sık sık, esinlenmiş Swedenborg’un, melekleri bazen yanlış anlamış olabileceğine hükmettim. “Görücü”lere bakılırsa hayranlıkla inanmam gereken bazı tecellilere güldüm. Ne meleklerin çivi yazılarını, ne altın miktarı az veya çok zayıf kemerlerini tasavvur edebildim. Örneğin, “Yalnız melekler de vardır.” cümlesi garip bir biçimde bana bayağı dokunmuştu; bu yalnızlığı düşünme yoluyla onların evlenmeleriyle bağdaştıramadım. Bakire Meryem’in gökte neden beyaz saten libaslar giyindiğini anlamadım. Dev ifritler Enakim’le Hephilim’in niçin durmadan Armageddon’un kıyamet meydanlarında Kerubi’lerle dövüştüğünü sorgulamaya cüret ettim. Şeytanların meleklerle nasıl tartıştıklarım hâlâ bilmiyorum. M. Baron Séraphitus karşılık olarak bu ayrıntıların dünyada insan suretinde kalan meleklerle ilgili olduğunu söylüyordu.
«İsveçli peygamberin tecellileri çok yerde grotesk figürlerle renkleniyor. Memorables (Anılasılar) adını verdiklerinden biri şu sözlerle başlıyor: “Ruhların toplanmış olduğunu gördüm; başlarında şapkaları vardı.” Bir başka Anılası’da gökten küçük bir kâğıt alıyor; üzerinde, dediğine göre, ilkel kavimlerin kullandığı, üstlerinde küçük halkacıklar taşıyan eğri çizgilerden oluşmuş harfler var. Göklerle iletişimini daha iyi tanıklamak üzere, bu kâğıdı İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi’ne teslim etmiş olmasını isterdim.
«Her neyse, belki yanılıyorumdur, belki de eserlerine serpilmiş bu maddi saçmalıkların manevi anlamları vardır. Aksi takdirde, savunduğu dinin gittikçe artan etki ve nüfuzunu nasıl açıklamalı?
 Kilisesi bugün, gerek çeşitli mezhep mensuplarının kitle hâlinde gelip katıldığı Amerika Birleşik Devletleri’nde, gerek sadece Manchester şehrinde yedi bin Swedenborg tilmizinin yaşadığı İngiltere’de, yedi yüz bin kişiyi aşan bir cemaate sahip.
«Gerek Almanya’da gerek Prusya ve Kuzey ülkelerinde, bilgileriyle olduğu kadar toplumdaki mevkileriyle de temayüz etmiş şahsiyetler, diğer Hristiyan öğretilerinden daha teselli edici buldukları Swedenborg’un inançlarını resmen ve açıkça benimsediler.
«Şimdi size, Swedenborg’un Kilisesi için geliştirdiği doktrinin en önemli noktalarını özet hâlinde açıklamak istiyorum; fakat hafızadan yapılacak bu hülasa ister istemez hatalı olacaktır. Bu nedenle, size ancak Séraphita’nın doğumuyla ilgili Arcana’dan (Gizemler) bahsetmeyi göze alabilirim.»
Burada Bay Becker bir süre durdu, söyleyeceklerini toparlamak için içine dönmüş gibi gözüktü, sonra şöyle devam etti:
– İnsanın ya üst ya da alt dünyalarda yaşadığını matematiksel olarak tespit ettikten sonra, Swedenborg, bu dünyada, melek olmak için semavi âleme çıkmak üzere hazırlanan varlıklara “meleksi ruhlar” adını veriyor. Ona göre, Tanrı melekleri özel olarak yaratmamıştır, daha önce dünyada insan olarak yaşamamış melek yoktur. Böylece, dünya göğün melek fideliği oluyor. Demek ki melekler kendiliklerinden melek değiller (Tanrı’nın Büyüklük ve Sonsuzluğunu Paylaşanların Mutlak Güç, Mutlak Bilgi ve Mutlak Varlığının Meleksi Bilgeliği, n° 57), Tanrı’yla, Tanrı’nın asla kaçınmadığı, reddetmediği samimi bir birleşimle meleğe dönüşüyorlar, çünkü Tanrı’nın özü asla negatif olmayıp sürekli olarak aktiftir.

Önce “kendi sevgisi”:Bu sevginin en yüce ifadesi, eserleri tapınmaya konu olan insan dehasıdır.
Ardından “dünya sevgisi” gelir. Bu; peygamberleri, dünyanın rehber ittihaz ettiği ve ilahi sıfatıyla selamladığı büyük adamları üretir.
Son olarak, insanları “meleksi ruhlar” yapan “gök sevgisi” gelir. Bu ruhlar âdeta insanlığın çiçekleridir; insanlık onlarda özetlenir, kendini onlarda özetlemeye çalışır. Bunların ya gök sevgisine ya da gök bilgeliğine sahip olmaları gerekir; fakat daima bilgelikten önce sevgidedirler. Böylece, insanın ilk dönüşümü “sevgi”dir. Bu birinci dereceye ulaşmak için, önceki varoluşlarının, kendisini “inanç” ve “dua” için yeniden doğuran “umut” ve “insanseverlik” aşamalarından geçmiş olmaları gerekir. Bu erdemlerin uygulanmasıyla elde edilmiş fikirler, “deruni varlık”ın dönüşümlerini altlarında saklayan her yeni zarf katmanına aktarılır; zira hiçbir şey ayrı tutulmaz, her şey gereklidir: İnsanseverliksiz umut, duasız inanç olmaz; bu karenin dört yüzü birbirlerini gerektirir. “Bir erdem eksik oldu mu,” diyor, “meleksi ruh kırık bir inci gibidir.” Demek ki varoluşlarının her biri, önceki hâlin semavi nimetlerinin sarıldığı bir çemberdir.
«Meleksi ruhların mutlak kusursuzluğu, görkemli sonuca varıncaya kadar art arda edinilen niteliklerin hiçbirinin kaybolmamasını sağlayan o esrarengiz tekâmülden gelir; zira her dönüşümde, farkına varılmayacak şekilde, tenden ve tene bağlı hatalardan arınmış olurlar.
«Sevgide yaşarken, insan bütün kötü tutkularından sıyrılmıştır; umut, insanseverlik, inanç ve dua, İşaya’nın deyimiyle, içini savurup elemiştir, bu “iç”, artık hiçbir dünyevi etkiyle kirlenmeyecektir. Aziz Luka’nın büyük sözü de bunu dile getirir: “Kendinize göklerde tükenmeyecek bir hazine oluşturun.” Ve de İsa Mesih’in sözü: “Bu dünyayı insanlara bırakın, o onlara ait; kendinizi arındırın ve babamın yanına gelin.”
Bilgelik, ruhun sevgi yoluyla eriştiği semavi şeylerin anlaşılmasıdır. Sevgi ruhu, tüm dünyevi tutkuların yenilişinin sonucu olarak kuvveti ele geçirmiştir, ve Tanrı’yı körü körüne sever; fakat bilgelik ruhu akla sahiptir ve niçin sevdiğini bilir. Birinin kanatları açılmıştır ve onu Tanrı’ya doğru uçururlar, öbürünün kanatları bilimin verdiği dehşet yüzünden kapalıdır: Tanrı’yı sadece bilir. Biri durmadan Tanrı’yı görmek ister ve ona doğru atılır; öbürü ise ona dokunur ve korkudan titrer.
«Bir sevgi ruhuyla bir bilgelik ruhu arasında meydana gelen birleşme, yaratığı ilahi duruma getirir ki, burada ruhu kadın, bedeni erkektir: Ruhun cisme üstün geldiği ve cismin hâlâ ilahi ruha karşı çırpındığı, insanın son ifadesidir bu; zira cisim, ten bilmez. Başkaldırır ve kabalığında kalmak ister. Bu sınanış, ancak göklerin görebildiği ve Mesih’in de Zeytin Dağı’nda yaşadığı duyulmadık acılar doğurur.
«Ölümden sonra, bu “arınmış ikili insan doğası”na birinci gök açılır. Bu nedenledir ki insanlar umutsuzluk içinde ölürken ruh mutluluk içinde ölür. Böylece, yeniden doğmamış varlıkların yeri “doğal”, meleksi ruhların yeri “manevi”, ve meleğin kabuğunu kırmadan önce bulunduğu yer “ilahi” olmak üzere, insanın göğe varış yolu var olmanın üç durağından oluşur.
«Swedenborg’un bir düşüncesi “doğal” ile “manevi” arasındaki farkı size mükemmel biçimde açıklayacaktır:
“İnsanlar için,” diyor, “doğal, manevinin içine girer; onlar dünyayı görülür biçimleri içinde düşünür ve duyularına özgü bir gerçeklik içinde algılarlar. Fakat meleksi ruh için manevi, doğalın içine girer. O, dünyayı biçimi içinde değil deruni ruhu içinde düşünür.”
«Örneğin, insanın bilimleri biçimlerin analizinden ibarettir. Dünyaya göre bilgin tamamen dışla uğraşır; bilgisi gibi “derun”u da ancak hakikati anlama yeteneğini korumasına yarar. Meleksi ruh bunun çok ötesine geçer: Onun bilgisi düşüncedir ki insan bilimi bunun sözünden ibarettir; dünyaların göklerle uyumlaşmasının aracı olan denklikleri öğrenmek suretiyle, şeylerin bilgisini “söz”den alır. “Tanrı’nın sözü” baştanbaşa saf denkliklerle yazılıdır; denkliklerin bilgisi olmadan anlaşılamayacak deruni veya manevi bir örtülü anlam taşır. “Denkliklerin deruni anlamında,” diyor Swedenborg {Semavi Doktrin, 6), “sayısız arcanumlar  [(Lat.): Gizem, sır. ] vardır.” Bu yüzden, peygamberlerin ilahi sözü derledikleri kitaplarla dalga geçenler, bu dünyada bir bilimden hiçbir şey bilmedikleri hâlde o bilimin hakikatleriyle alay edenlerle aynı cehaleti paylaşıyorlardı. Sözün göklerle arasındaki denklikleri bilmek, maddi dünyanın görülebilir ve tartılabilir şeyleriyle manevi dünyanın görülemez ve tartılamaz şeyleri arasındaki denklikleri bilmek, gökleri kavrayışımıza sığdırabilmek demektir.
«Çeşitli yaratıların bütün nesneleri, Tanrı’dan sadır olmaları hasebiyle, ister istemez gizli bir anlam içerirler. İşaya’nın muhteşem sözlerinin dediği gibi: “Dünya bir elbisedir (İşaya, 5–6).” Maddenin en küçük parçacıklarıyla gökler arasındaki bu esrarengiz bağ, Swedenborg’un “semavi arcanum” dediği şeyi teşkil eder. Bu nedenledir ki, doğal ile manevi arasındaki denkliklerin ya da “anlamlılıklar”ın açıklandığı ve Jacob Boehm’ün deyimiyle her şeyin imzasını verecek olan Semavi Arcanum’lar adlı kitabı on altı ciltten ve içindeki önermelerin sayısı da on üç binden az değildir.
«Tilmizlerinden biri şöyle diyor: “Tanrı’nın sonsuz iyiliğiyle Swedenborg’un edinmesine izin verdiği bu harika denklikler bilgisi, eserlerinin uyandırdığı ilginin de esrarlı kaynağıdır.” Bu yorumcuya göre, “Orada her şey gökten türer, her şey göğe çağırır. Peygamberin yazıları ulvi ve açıktır: Göklerden konuşur ve kendini yeryüzünde duyurur; bir cümlesinin üstüne bir cilt kitap yazılabilir.”
«Ve bu tilmiz binlercesinin arasından şu cümleyi zikrediyor: “Gökler melekûtu,” diyor Swedenborg (Semavi Arcanum’lar), “güdüler krallığıdır. Eylem gökte meydana gelir, oradan dünyaya ve basamak basamak dünyanın en küçük parçacıklarına geçer; dünyevi etkileri, semavi nedenlerine bağlı olduklarından, orada her şeyin dengi dengine ve anlamlı olmasını sağlar. İnsan, doğal ile manevi arasındaki birliğin aracıdır.”
«Demek ki meleksi ruhlar dünyanın her şeyini göğe bağlayan denklikleri esastan kavrar ve bunların döngülerini açığa vuran peygamber sözlerinin deruni anlamını bilirler. Örneğin, bu ruhlar için her şey “anlamlılıklarını içinde taşır. En küçük çiçek; bir düşünce, “büyük–bütün”ün birkaç çizgisine denk düşen ve ruhların sürekli sezgi konusu olan bir hayattır. Onlar için zina ve kutsal yazılar ile eski peygamberlerin bahsettiği, sözde yazarlar tarafından çoğu kez kırık dökük aktarılan diğer ahlaksız davranışlar, sefahat âlemleri, bu dünyada kendilerini maddi etkilenişlere bırakmakta inat eden ve böylelikle “gökten boşanmışlık”larına devam eden ruhların hâli anlamına gelir. Bulutlar, Tanrı’nın sarındığı dış katmanlar demektir. Meşale ve kandiller, kuddas ekmekleri, atlar ve atlılar, fahişeler, değerli taşlar, her şey, “yazı”da onlar için tatlı bir anlam taşır, dünyevi olayların geleceğini, gökle ilişkileri içinde, insanlara bildirir.
«Bu ruhların hepsi, insan biliminin daha sonra somut olarak da kanıtladığı, Aziz Yuhanna’nın Söyleyiş’lerinin doğruluğuna nüfuz edebilir. “Örneğin,” diyor Swedenborg, birkaç insan bilimine gebe olan şu cümle gibi: “Yeni bir gök ve yeni bir yeryüzü gördüm, çünkü önceki gökle önceki yeryüzü geçip gitmişlerdi (Vahiy, XXI, 1). Kralların, özgür insanların ve kölelerin etlerinin yendiği, ve güneşte ayakta duran bir meleğin insanları davet ettiği (Vahiy, XIX, 11–18) ziyafetleri bilirler. Güneşi giyinmiş kanatlı kadını ve daima silahlı olan adamı [Vahiy] tanırlar.”
«“Kıyametin atı,” diyor Swedenborg, “ölüme binek olmuş insan zekâsının görülebilir imgesidir. Çünkü bu zekâ, içinde kendi yok etme ilkesini de taşır.”
«Nihayet, cahillere fantastik gibi gelen suretler altında saklanan kavimleri de tanırlar.
«“Bir insan denkliklerin vahiyimsi nefesini kabule hazır olduğu zaman, bu nefes, içinde sözün ruhunu uyandırır; insan o zaman yaratılışların dönüşümlerden ibaret olduğunu anlar. O ruh, zekâsını da keskinleştirir ve kendisine ancak gökte giderilebilecek yakıcı bir hakikat susuzluğu verir. Deruniliğinin az veya çok mükemmel oluşuna göre, meleksi ruhların gücünü kavrar ve yeniden doğmamış insanın en az mükemmel hâli olan “arzu”nun kılavuzluğunda, kendisine ruhlar âlemini açan “umut”a doğru yürür; sonra göklerin anahtarını veren “dua” aşamasına varır.
«Sevgi veya bilgelikle gizlice yaşayan akıllar âlemine girmeye liyakat kesbetmeyi hangi yaratık istemez?
 Bu dünyada yaşamaktayken bu ruhlar saf kalırlar; diğer insanlar gibi ne görür, ne düşünür, ne de konuşurlar.
«İki tür algı vardır: Biri deruni, diğeri haricî. İnsan tamamen harici, meleksi ruh tamamen derunidir. Ruh, sayıların dibine nüfuz eder, onların tümüne sahiptir, anlamlılıklarını bilir. Hareket yetisi vardır ve ubiquite   [Aynı anda birden çok yerde bulunabilme durumu,] sayesinde her şeyle ortaklık kurar: “Bir melek,” İsveçli peygambere göre, “istediği zaman bir başka meleğe arz-ı mevcudiyet eder (Meleksi Bilgelik). Zira bedeninden ayrılma yetisi vardır, gökleri eski peygamberlerin –ve bizzat Swedenborg’un da– gördüğü gibi görür. “Bu hâldeyken,” diyor, (Gerçek Din, 136), “beden olduğu yerde kalmak üzere, insanın ruhu bir yerden bir yere taşınır; ben yirmi altı yıl bu durumda kaldım.” İncil’deki “Ruh beni alıp götürdü!” cümlesinin geçtiği bütün sözleri işte böyle anlamalıyız.
«“Doğanın sayısız kuvvetleri aslında bir olan eylemi için neyse, meleksi bilgelik de insan bilgeliği için odur. Her şey ruhta yeniden yaşar, devinir, var olur, zira ruh Tanrı’dadır. Aziz Paulus’un sözleri de bunu anlatır, “in Deo sumus, movemur, et vivimus”: Tanrı’dayız, onda eyliyoruz ve yaşıyoruz. Söz nasıl onun önüne hiçbir karanlık nokta koymazsa, dünya da iradesine hiçbir engel çıkarmaz. Yakında gelecek olan dâhiliği, Tanrı’nın sözle örtülü düşüncesini görmesine izin verir, tıpkı deruniliğiyle yaşadığı için dünyanın bütün şeylerinin altında saklı deruni anlamla iletişebildiği gibi.
«Bilim maddi âlemin, sevgi manevi âlemin dilidir. Bu yüzdendir ki insan açıklamaktan çok tasvir ederken, meleksi ruh görür ve anlar. Bilim insanı kedere boğar, sevgiyse meleği coşturur. Bilim arayıştadır, sevgiyse bulmuştur. İnsan doğayı onunla kendi ilişkisi içinde yargılar, meleksi ruh ise gökle ilişkisi içinde...
«Nihayet, her şey ruhlara bir şey söyler. Ruhlar, yaratılışların aralarındaki uyumun sırrına vakıftırlar. Seslerin, renklerin, bitkilerin ruhuyla anlaşırlar; minerali de sorgularlar ve mineral de onların düşüncelerine yanıt verir. Ruhlar için dünyanın bilgileri ve hazineleri nedir ki, onları her an görüşleriyle kavrayabilecek güçteyken ve insanların bu kadar çok uğraştığı dünyalar ruhlar için sadece Tanrı’ya doğru yükselmekte kullanacakları son basamak iken?
«Gök sevgisi ve gök bilgeliği onlarda etraflarını saran ve “seçilmişler”in görebildiği bir ateş çemberiyle kendisini gösterir. Masumiyetleri –ki çocukluk bunun dış biçimidir– çocukların sahip olmadığı şeylerin bilgisine sahiptir: Hem masum hem bilgindirler.
«“Ve,” diyor Swedenborg, “göklerin masumiyeti ruhlar üzerine öyle bir tesir yapar ki, bu tesire maruz kalanlar ondan hayatları boyunca sürecek bir mutluluk duygusu muhafaza ederler, tıpkı benim de hissettiğim gibi. Belki bunun küçücük bir parçasını algılamak bile insanın, göğe yükselmeyi ve böylece umut katına girmeyi isteyecek şekilde, kesin olarak değişmesi için yeterli olur.”

“Tanrı erkeğin hayatından güzellik ve zarafeti alıp kadına nakletmiştir. Erkek, hayatının bu güzelliğiyle, bu zarafetiyle tekrar birleşmediği zaman sert huylu, kederli ve insan-sevmez olur; birleştiğinde ise mutlu ve sevinçlidir, tamamlanmıştır.”
«Melekler her zaman güzelliğin en kusursuz derecesindedirler. Evlenmeleri harika düğünlerle kutlanır. Çocuk üretmeyen bu birleşmeye erkeğin getirdiği katkı anlama yetisi, kadının getirdiği ise iradedir: İkisi bu dünyada bir varlık, tek bir ten olurlar; sonra, semavi surete bürünüp göğe giderler.
«Bu dünyada, doğal hâlde, iki cinsiyetin hazza ve zevke olan eğilimi, yorgunluk ve tiksinme getiren bir “etki”dir; fakat semavi sureti içinde, aynı ruh olmuş olan çift kendi içinde sonu gelmeyen zevkler bulur.
«Swedenborg, Aziz Luka’nın dediğine göre, düğünü olmayan ve sadece manevi hazlar getiren bu ruh evlenmelerinden birini görmüş. Bir melek ona bir düğün göstermeyi önermiş ve kanatlarının üzerine alıp götürmüş [kanatlar maddi gerçek değil semboliktir]. Ona bayramlık elbisesini giydirmiş, Swedenborg kendini böyle ışıklar giyinmiş olarak görünce nedenini sormuş. “Böyle durumlarda,” demiş melek, “giysilerimiz alevlenir ve düğün kılığına dönüşür.” (Karı Koca Aşkının Mutlulukları, 19, 20, 21). O zaman, biri güneyden öbürü doğudan gelen iki meleği görmüş; güneyli melek, dizginleri şafağın renk ve parlaklığında iki kır at koşulu bir arabadaymış; fakat Swedenborg’un yanına gelince, ortada ne at kalmış ne araba. Erguvan giyinmiş doğulu melekle sümbül giyinmiş güneyli melek iki soluk gibi koşuşup kucaklaşmış ve bir olmuşlar:
Biri Sevgi Meleği, öbürü Bilgelik Meleği imiş. Swedenborg’un rehberi, bu iki meleğin yeryüzündeyken deruni bir dostlukla birbirine bağlı ve mekânda ayrı olmalarına rağmen ruhen her zaman bir olduklarım söylemiş. Yeryüzünde iyi evlenmelerin temelini teşkil eden karşılıklı rıza, gökte meleklerin alışılmış durumuymuş. Sevgi onların dünyasının ışığıymış. Meleklerin ebedî mutluluğu Tanrı’nın onlara bahşettiği, ondan duydukları sevinci yine ona geri verebilme yetisinden ileri gelir. Bu sonsuzluk mütekabiliyeti onların hayatlarını oluşturur. Gökte, kendi kendisini var eden Tanrı’nın özünü paylaşarak, onlar da sonsuz olurlar.
«Meleklerin yaşadığı göklerin genişliği o ölçülerdedir ki, insanda güneşten dünyaya gelen ışık kadar hızlı ve devamlı bir görme duyusu olsa ve sonsuza dek baksa bile, gözünün takılacağı bir ufuk çizgisi bulamaz.
«Gökteki mutlulukları yalnız ışık açıklar. “Bu,” diyor (Meleksi Bilgelik, 7, 15, 26, 27), “Tanrı’nın erdeminden çıkan bir tür buhar, onun aydınlığından sadır olan saf bir türümdür ki, onun yanında bizim en parlak aydınlığımız karanlık mesabesindedir.” Bu ışık her şeyi yapabilir, her şeyi yeniler ve emilip karartılamaz; meleği sarar ve kendiliğinden çoğaldığı hissedilen sonsuz zevk ve lezzetlerle, ulaştığını bir anlamda Tanrı’ya dokundurur. Bu ışık onu kabule hazır olmayan herkesi öldürür. Bu dünyada, hatta göklerde, hiç kimse Tanrı’yı gördükten sonra yaşayamaz. İşte bu yüzden şöyle denmiştir (Huruç, XIX, 12, 13, 21, 22, 23): “Musa'nın Tanrı’yla konuştuğu dağ, biri gelip dokunup da ölmesin diye, korunmaktaydı.” Yine aynı yerde (Huruç, XXXIV, 29–35): “Musa ikinci levhaları getirdiğinde yüzü o kadar parlıyordu ki, halkına hitap ederken ölüme sebep olmamak için yüzünü örtmek zorunda kaldı.”
«“İsa Mesih’in tecellisi de aynı şekilde bir gök habercisinin saçtığı ışığa, ve meleklerin sürekli olarak bunun içinde bulunmaktan duydukları anlatılmaz haz ve zevklere örnek teşkil eder. Aziz Matta şöyle diyor (XVII, 1–5): “Yüzü güneş gibi ışık saçtı, giysileri âdeta ışıktan yapılmışa döndü, ve tilmizlerini bir bulut örttü.”
«Nihayet, bir gezegende sadece Tanrı’ya itaati reddedenler kaldığı, Tanrı’nın sözü umursanmaz olduğu ve meleksi ruhlar dört bir yandan toplandıkları zaman Tanrı, evrenin sonsuzluğunda kendisi için çimlenmemiş bir tohum mesabesinde olan isyankâr dünyanın maddesini değiştirmek üzere bir “yok edici melek” gönderir.
«Yok edici melek, bir kuyrukluyıldızın üstünde o küreye yaklaşarak onu ekseni etrafında hızla döndürür; o zaman kıtalar deniz diplerine, en yüksek dağlar adalara dönüşür, ve daha önce denizlerin suyuyla kaplı topraklar da Tekvin’in kanunlarına göre bütün tazelikleriyle yeniden doğarlar; o zaman Tanrı’nın sözü, her yerinde dünyevi suyla semavi ateşin yaralarını taşıyan yeni bir dünyada eski gücünü tekrar kazanır.
«O zaman meleğin yukarıdan getirdiği ışık güneşi bile soldurur. O zaman, İşaya’nın dediği gibi (Vahiy, VII, 15–17): “insanlar kaya yarıklarına girecek, toza toprağa bulanacaklar; dağlara haykıracaklar: Üstümüze yıkılın! Denizlere haykıracaklar: Bizi alın götürün! Havaya haykıracaklar: Bizi Kuzu’nun gazabından koruyun!”
«Kuzu, bu dünyada değeri bilinmeyen ve baskıya uğrayan meleklerin büyük sembolik figürüdür. Bu yüzden Mesih şöyle demiştir: “Ne mutlu acı çekenlere! Ne mutlu safdillere! Ne mutlu sevenlere!” Tüm Swedenborg işte bu sözlerdedir: Acı çekmek, inanmak, sevmek. Tam manasıyla sevmek için acı çekmiş olmak ve inanmak lazım değil midir?
 Sevgi kuvveti doğurur, kuvvet de bilgeliği, oradan da aklı verir; zira “kuvvetle bilgelik”, “irade”yi de içinde taşır. Akıllı olmak anlamına gelmeyen “irfan sahibi olmak”, “istemek” ve “sebat edebilmek” meleksi ruhun üç özelliği değil midir?
«Eğer evrenin bir anlamı varsa, Tanrı’ya en layık olan odur. İsveç’e yaptığım bir seyahatte gördüğüm Mösyö Saint-Martin işte böyle diyordu.
«Fakat beyefendi, diye devam etti Rahip biraz durduktan sonra, ancak bir ışık nehriyle, bir alev sağanağıyla karşılaştırarak hakkında bir fikir verilebilecek bir eserin ötesinden berisinden alınmış böyle parçaların ne anlamı var?
 İnsan bunun içine daldı mı, korkunç bir akıntı onu alıp götürüyor.
«Beethoven’in armoni saraylarını binlerce notayla ya da mimarların muazzam katedrallerini binlerce taşla inşa ettikleri gibi, Swedenborg’un da semavi dünyaları âdeta elle tutulur kıldığı bu sayısız ayet külliyatına dalmak isteyene, Dante’nin şiiri ancak bir nokta gibi gelir. Orada, aklınızın da size her zaman destek olmadığı dipsiz uçurumlara yuvarlanırsınız. Evet, oradan sağ salim normal sosyal fikirlerimize geri dönebilmek için gerçekten güçlü bir akıl ve zekâya sahip olmak lâzımdır.
«Swedenborg’un, eski bir İsveç âdetine göre ve anısı kaybolmuş zamanlardan beri adı Latince “-us” takısı almış olan Baron de Seraphitz’e özel bir muhabbeti vardı. Baron da, içindeki “deruni insan” gözlerini açıvermiş ve kendisini göğün buyruklarına uygun olarak yaşamaya hazırlamış olan İsveçli peygamberin en inançlı tilmizi oldu. Kadınlar arasında bir meleksi ruh aradı; Swedenborg bir tecellide bunu ona buluverdi. Baron’un nişanlısı Londralı bir ayakkabıcının kızıydı. “Bu kızda,” diyordu Swedenborg, “önceki sınanmalar başarıyla geçilmiş olup, semavi hayat pırıl pırıl parlıyor.” Peygamberin dönüşümünden sonra, Baron Jarvis’e geldi ve dualar arasında onun göksel düğününü yaptı.
«Bana gelince, dostum, bir “görücü” olmayan ben, bu çiftin yalnız dünyevi eserlerinin farkına varabildim: Hayatı, erdemleriyle Roma Kilisesi’ne şan ve şeref vermiş olan erkek ve kadın azizlerinkine denk bir hayat oldu. İkisi birlikte köylülerin sefaletini hafiflettiler, hepsini biraz emek pahasına olsa da ihtiyaçlarını karşılayan birer servetin sahibi yaptılar. Yakınlarında yaşayanlar hiçbir zaman öfkeyle veya sabırsızlıkla davrandıklarını görmediler. Devamlı olarak hayırsever ve tatlı dilli, iyi huylu, nezaket ve gerçek iyilikle dolu oldular; evlilikleri de hep birlik hâlinde iki ruhun uyumlu beraberliği oldu. Sesleri yankıda ve düşünceleri sözde birlikte uçan iki yaban ördeği, belki bu birleşmenin, tam tamına olmasa da bir timsali olabilir. Burada herkes onlara, ancak bitkinin güneşe duyduğu sevgiyle kıyaslanabilir bir sevgi besliyordu. Kadın, tavır ve davranışlarında gösterişsiz ve sade, vücut hatları ve yüzüyle güzel, ve en yüce şahsiyetlerinkine benzer bir asaletteydi.
«Bu kadın 1783’te, yirmi altı yaşındayken bir çocuğa gebe kaldı. Bebeğin ana karnındaki gelişimi ağırbaşlı bir sevince vesile oldu. Karı koca, sanki böylece dünyaya veda etmekteydiler. Zira bana, büyük ihtimalle, çocukları kendi başına var olma yetisi verilip onların hakimim gerektiren ten elbisesinden çıktığı zaman dönüşeceklerini söylediler. Çocuk doğdu: Şu anda bizi meşgul eden Séraphita’ydı bu; daha ana rahmine düştüğü andan itibaren anasıyla babası geçmiştekine göre daha da münzevi bir hayat sürmüş, dualarıyla âdeta göğe yükselmeye çalışmışlardı. Bir umutları Swedenborg’u görmekti ve inanç bu umudu gerçekleştirdi. Séraphita’nın doğduğu gün Swedenborg, Jarvis’te tecelli etti ve çocuğun doğduğu odayı ışıkla doldurdu. Anlatıldığına göre, şöyle demiş: “Eser tamamlandı, gökler seviniyor!” Evdekiler garip seslerden oluşmuş bir melodi işitmişler. Dediklerine göre, dört cihetten birden esen rüzgârlarla geliyormuş. Swedenborg’un ruhu babayı evin dışına çıkarmış, fiyordun kenarına götürmüş ve orada bırakıp gitmiş. O sırada birkaç Jarvisli Séraphitus’a yaklaşınca, Kutsal Yazı’dan şu ulvi sözleri mırıldandığım işitmişler: “Dağların üstünde Rabb’in bize gönderdiği meleğin ayakları ne güzeldir!”
«Evimden çıkmış, çocuğu vaftiz etmek, adını koymak ve kanunların bana verdiği görevleri yerine getirmek üzere şatoya gidiyordum ki, yolda Baron’a rastladım: “Sizin göreviniz lüzumsuz,” dedi bana. “Çocuğumuz bu dünyada adsız olacak. Göğün ateşinde çevrilmiş olanı, dünya kilisesinin suyuyla vaftiz edemezsiniz. Bu çocuk çiçek kalacak, yaşlandığını görmeyeceksiniz, geçtiğini göreceksiniz; sizde varolmak var, ondaysa hayat; sizin dış duyularınız var, onda bunlar yok. O, serapa derunilik...”
«Bu sözler garip, doğaüstü bir sesle telaffuz edildi ve ben âdeta ışık terleyen yüzünün parlaklığından daha ziyade bu sesten etkilendim. Görünüşü, Kitab-ı Mukaddes’teki vahiyleri okurken, esinlenmişler hakkında tasavvur ettiğimiz fantastik suretleri somutlaştırıyordu. Fakat böyle etkilenmeler bizim dağlarımızın arasında pek nadir değildir; burada süreğen karların anormal beyazlığı bünyelerimizde böyle şaşırtıcı durumlar meydana getirir.
– Swedenborg geldi, az önce ondan ayrıldım, göğün havasım teneffüs ettim, dedi.
– Size nasıl bir kılıkta gözüktü, diye sordum.
– Fani görünüşü içinde, 1771’de Londra’da, Cold-Bath-Field semtinde, Richard Shearsmith’in evinde son kez gördüğümdeki gibi giyinmiş olarak. Üstünde kıvırcık yünlü kumaştan yanar dönerli, çelik düğmeli takım elbisesi, kapalı yeleği, beyaz kravatı, ve pudralı lüleleri iki yana sarkan aynı muhteşem peruğu vardı. Peruğun toparladığı saçları, her yerinde güç ve sükûnet okunan büyük dört köşe simasıyla uyumlu geniş ve ışıklı alnını meydana çıkarıyordu. Geniş deliklerinden ateş saçan o burnu tanıdım; daima gülümsemiş olan, ve benim mutluluğumla dolu şu sözlerin çıktığı o dudakları tekrar gördüm: “Yakında görüşmek üzere!” Ve semavi sevginin ışıltılarım hissettim.
«Baron’un yüzünde parlayan inanmışlık tartışmaya girişmemi önlüyordu ve kendisini sessizce dinliyordum. Sesinde benim de içimi ısıtan bulaşıcı bir sıcaklık vardı; başkasının hiddetinin bizim sinirlerimizi de germesi gibi, fanatizmi yüreğimi çarptırıyordu. Sessizce peşinden gittim, evine geldik, ve orada adsız çocuğu gördüm; esrarengiz bir şekilde kendisini saran annesinin göğsünde yatıyordu. Geldiğimi duydu ve başını bana doğru kaldırdı. Gözleri normal bir çocuğun gözleri değildi; aldığım izlenimi ifade etmek istersem, şöyle demeliyim: O gözler daha o anda görüyor ve düşünüyorlardı.
«Kaderi önceden yazılmış bu yaratığın çocukluğu, bizim iklimimiz için olağanüstü durum ve şartlar içinde geçti. Dokuz yıl boyunca kışlarımız alışılmıştan daha ılık geçti, yazlarımız daha uzun sürdü. Bu olay bilim adamları arasında tartışmalara sebep oldu. Fakat onların açıklamaları akademisyenlere yeterli göründüyse de, bunları Baron’a söylediğim zaman sadece gülümsedi.
**
Swedenborg’un kitaplarında anlatılanlardan
“Ruhlar mevcutsa bir şeyler yapmaları da gerekir,”
**
«Bronz asa herkesindir. Ne Musa, ne Yakub, ne Zerdüşt, ne Paulus, ne Pythagoras, ne Swedenborg, Tanrı’nın ne en meçhul elçileri ne de en ünlü peygamberleri sizin olabileceğiniz şeyden üstün değildiler. İşin aslı; milletlerin, inanca sahip oldukları bazı özel anlar vardır, o kadar.
«Maddi bilim insan çabalarının hedefi olacak olsaydı, insanları bir araya toplayan büyük ocaklar olan toplumlar, her defasında ilahi el tarafından böyle dağıtılırlar mıydı?
 Medeniyet, türümüzün hedefi olsaydı, akıl ve zekâ söner miydi?
 Yoksa sırf bireysel bir şey olarak mı kalırdı?
 Tarihte büyük olan bütün milletlerin büyüklüğü, istisnalar üzerine kuruludur; istisna ortadan kalktı mı, güç de ölmüştür.
«Hedef bilim olsaydı görücüler, peygamberler, elçiler, bilgiye “inanç”ı temel yapmak yerine, bizzat bilimle uğraşmaya kalkmazlar mıydı?
 Kalplerinize seslenmek yerine beyninizin kapısını vurmazlar mıydı?
 Hepsi insanları Tanrı’ya doğru itmek için geldi. Hepsi, size göklere gitmek için gerekli basit sözleri söyleyerek, kutsal yolu ilan etti. Hepsi sevgi ve inançla tutuşmuş yanıyor; insan topluluklarının üstünde uçan, onları saran, canlandıran ve ayağa kaldıran o sözden esinleniyor ve onu hiçbir insani çıkar uğruna kullanmıyordu. Büyük dâhileriniz; şair, kral ve bilginleriniz şehirleriyle birlikte göçüp gittiler, çöl onlara kumdan kefenlerini giydirdi; oysa sözünü ettiğim hâlâ kutlu sayılan bu iyi çobanlar felaketlerden sonra hep hayatta kaldılar.
«Sizinle hiçbir noktada anlaşamayız. Aramızda derin uçurumlar var: Siz karanlıklar yakasındasınız, bense gerçek ışığın içinde yaşıyorum. İstediğiniz bu söz müydü, bilmem; ama onu sevinçle söylüyorum, zira sizi değiştirebilir. Öyleyse şunu bilin: Bir madde bilimleri vardır, bir de mana bilimleri. Sizin cisimler gördüğünüz yerde ben doğurucu bir hareketle birbirlerine yönelen kuvvetler görüyorum. Benim için cisimlerin karakteri, ilk-özlerinin göstergesi ve özelliklerinin işaretidir. Bu ilk–özler, sizin gözünüzden kaçan ve bazı merkezlere bağlı yakınlıklar doğurur. Canlılığın dağıtılmış olduğu çeşitli türler karşılıklı denklik içinde olan sürekli kaynaklardır. Her biri kendi özel ürününü üretir.
«İnsan hem sonuç hem sebeptir; beslenir, ama besler de. Tanrı’ya “yaratıcı” diyerek onu küçültüyorsunuz. O, zannettiğiniz gibi ne bitkileri, ne hayvanları, ne yıldızları ayrı ayrı yaratmıştır; zaten işini birkaç ayrı yoldan görebilir miydi?
**
«Swedenborg’un da dediği gibi, dünya bir insandır! Halihazırdaki bilimleriniz, yani sizi kendi gözünüzde büyük yapan şey, görücülerin içinde yüzdükleri ışıkların yanında pek zavallı kalır. Bırakın, bırakın beni sorgulamayı, dillerimiz çok farklı! Ruhunuzda bir inanç şimşeği çaktırmak, sizi harmaniyemin bir eteğiyle örterek duanın güzel iklimlerine çekmek amacıyla bir an için sizin dilinizi kullandım. Size doğru alçalmak Tanrı’ya uygun düşer mi?
Kaynak: Honore de Balzac, Séraphita, Fransızca Aslından Çeviren: İsmet Birkan, Jaguar Kitap, 2013, İstanbul
**


Bir şeyler okurken merak ettiğim bir noktadan bambaşka noktalara erişmek, eriştirilmek çok güzel bir deneyim. Bunlardan birini sizlerle paylaşmak isterim.
Başlangıç noktam, Abdülhakim Murad’ın (Timothy Winter) Etkileşim Yayınları arasında çıkan İslam ve Hıristiyanlık: Politik-Teoloji Denemeleriisimli kitabıydı. Kitapta bir yerde şunu diyordu Murad: “19. yüzyıla girerken, ‘Pelagianist-Platoncu’ duruş ('bu gelenek, İslam’ın temel meseleleri karşısında oldukça ılımlıdır' diyor Murad) (İngiltere’de) William Blake ile devam etti. Blake ilhamını; Arthuryen mirastan, Cambridgeli Platonculardan, Jacop Boehme’nin İngiliz yorumcularından ve Swedenborg’un eleştirel okumalarından alıyordu.”
Bu kısmı okuyup durdum. Swedenborg… Tanıdık geldi kulağıma. Hafızamı tazelemek için kendisiyle ilgili yazılanlara bir göz attım. Özet olarak şunlardan bahsedebilirim: Emanuel Swedenborg, 1688-1772 yılları arasında yaşamış İsveçli (tanıdık gelmesi normalmiş demek) bir bilim adamı, filozof, teolog ve mistik. 1741’de rüyalar ve rü’yetler (visions) tecrübe etmeye başlayıp manevi bir döneme giriyor. Tanrı tarafından Hırıstiyanlığı reforme etme amacıyla desteklendiğine inanıyor ve bu amaçla birçok eser kaleme alıyor.
Swedenborg’un, onu Murad’ın kitabındaki alıntıya konu yapan görüşlerini merak ediyorum sonra. Neler düşünüyordu ki Murad ondan ‘eleştirel okumalar’ yapan, İslam’a ılımlı dediği bir duruşa sahip Blake’e ilham veren biri olarak bahsediyordu? Bu soru üzerine tarama yaparken ilginç bir kitap çıktı karşıma: Meşhur Fransız şarkiyatçı Henry Corbin’in Swedenborg and Esoteric Islam (Swedenborg ve Batınî İslam) isimli eseri. Evet, Swedenborg’un adı İslam ile yan yana yazılmıştı. Demek ki sorduğum sorunun cevabına yaklaşıyordum. Kitabın Türkçesinin olmadığını fark edip başladım okumaya.

Kaynak: http://www.dunyabizim.com/Manset/19343/swedenborg-ile-batidan-doguya-bir-yolculuk.html

Corbin’in kitabına önsöz yazan Leonard FoxSuzuki’den şöyle bir alıntı yapıyor: “Swedenborg, Batılıların Buda’sıdır. Okunulması ve takip edilmesi gereken de odur!” Oldukça iddialı bir tanım bu. Bakalım neden böyle imiş!
Corbin, Batılı anlamdaki ütopya kavramı ile Farsça bir tabir olan Nâ-kocâ-âbâd (hiçbir yer) arasındaki farka temas ederek başlıyor kitabına. Bu farkı ortaya koyabilmek adına bazı temel kavramlara dikkat çekiyor sonra: Bir yanda harici, görünür ve zahir olan; diğer yanda dahili, görünmez ve batınî olan vardır. Buna göre, maddi gerçekliği içeren, çevreleyen ve sarmalayan, manevi olandır. Bu sebeple manevi gerçeklik bir yerde değildir; ‘hiçbir yer’dedir.
Ütopyadan farklılaşan ‘hiçbir yer’ kavramının Batılı teozofi geleneğindeki tam formülasyonunun Swedenborg’da bulunabileceğini iddia ediyor Corbin ve ekliyor: “Büyük İsveçli vizyoner Swedenborg’un sözlerinin Sühreverdiİbn Arabi ya da Sadi Şirazi’nin sözleriyle uyumu karşısında kişi ancak çarpılabilir.”
Corbin, yukarıda yapılan girişe binaen, Swedenborg ile Şia arasındaki yakınlığı incelemeye geçiyor, ki kitabının asıl amacı da budur.
Swedenborg hermenötiğinin detayına dair Corbin iki kavram zikrediyor: Tekabüliyetler (correspondences) ve tasvirler(representations).
Bunlarla ne kastedildiğini Corbin’in şu örneği iyi açıklamaktadır: Bir yüzün özellikleri onun tekabüliyetlerini oluştururken ondaki görünüşler tasvirlerdir. Swedenborg’un bu kavramlarla anlatmak istediği ise şudur: Her bir insanın ‘iç kişi’si (internal person) onun manevi dünyası iken dışsal varlığı doğal dünyasıdır ve doğal dünyada hiçbir şey yoktur ki manevi dünyadaki bir şeyi tasvir etmesin ya da manevi dünyada bir tekabüliyeti olmasın.
Manevi dünyanın detayına inilecek olursa, Swedenborg’un artan içsellik ve saflığa göre sıralanmış üç cennet tanımına ulaşılır: Aşağı, orta ve yüksek cennet. Tıpkı üç cennet gibi İlahi Kelam yani İncil’de de üç algı tanımlar Swedenborg: Doğal, manevi ve göksel algı. Buna göre kişi, içinde kendi cennet ve cehennemini taşır. Manevi ve doğal dünya arası tekabüliyet ve tasvir ilişkisine binaen olsa gerektir bu. Nitekim bir sonraki ibare bunu doğrular niteliktedir: Dünya ve Cennetin ışığı olmak üzere iki ışık mevcuttur ve ilkinde var olan her şey ikincisinde var olanın tasviridir. Üstelik yalnızca ışık değildir çift olan. Isı da çifttir. Böylece, her bir doğal prensibe karşılık (ister psikolojik ister kozmolojik olsun) bir manevi prensip vardır. Bu noktada Corbin, Şii hermenötik ile ilinti kurar, çünkü onda da zahir ve batının eş zamanlılığı vardır.

Swedenborg’a göre tarih, ‘içsel kişi’nin sürekli bir düşüşünü resmeder. Başlangıç, Antiquissima Ecclesiaolarak adlandırılan çok eski dönemdir ki bunda cennet ve insan bir ahenk içindedir. Bu sebeple, insanların gözleriyle gördükleri her şey cennete ait şeylerle aynıydı. Bu dönem Altın Çağ idi. Fakat gittikçe cennet ile iletişim zayıfladı. Öyle bir noktaya gelindi ki insan Tufan’ın manevi yıkımından geçmek zorunda kaldı. Bu seviyede artık dünyadaki zahiri nesneler dışında bir algı söz konusu olamadı. Cennetten gelen akış, tekabüliyet ve tasvirler yoluylaydı ancak. Bu ikinci dönemAntiqua Ecclesia’dır ve Gümüş Çağ’a denk gelmektedir. Bu tekabüliyetler ve tasvirler, sihrin içinde dejenere olduğundaysa üçüncü döneme yani Ecclesia’ya geçilmiştir. Sihrin içinde dejenere olma hali bana hemen Hz. Musa ve Firavun kıssasını hatırlatıyor ki Swedenborg bunu doğrular şekilde bu Bronz Çağı yapılandıranların İsrailoğullarıolduğunu dile getiriyor. Dördüncü dönem ise Ecclesia christiana’dır. Bunda cennete ait şeylerin bilgisi İlahi Kelam’dan yani İncil’den ileri gelmektedir. Demir Çağı’dır bu. Her bir dönem, Son Yargılama ile son bulur. Corbin’e göre Swedenborg’un “Yargılama” görüşü, Şiîlikte bir peygamberî çevrimin bitip diğerine geçişi simgeleyen kıyamet görüşü ile uyuşmaktadır.
İnsanoğlunun manevi yenilenmesi ise 6 döneme ayrılır Swedenborg düşünce sisteminde. Tamamlanma yedinci dönemdedir çünkü saf sevginin hükümdarlığı ile göksel (celestial) hale gelinir. Burada durup 7 rakamının tasavvuftaki önemini hatırlatmak isterim zira tasavvufta da 7 nefs ve ruh katmanından bahsedilmektedir.
Buraya kadar olan açıklamalar üzere Adem ile ilgili anlatıya geçilmektedir. Manevi kişinin konumu onun içsel durumu yani bahçesi, cenneti iken göksel kişi, içsel halinin ta kendisidir. Bu bahçenin ağaçları, sevgi ve zekanın (iyi ve kötüye dair zeka) tüm olası algılarıdır. Buna göre Swedenborg şunu iddia eder: İmanın gizlerini araştırma isteği, duyu ve bilimler aracılığıyla giderilmek istendiğinde Antiquissima Ecclesianeslinin düşüşü hasıl olmuştur. Yasaklı ağaç ya da yasaklı bilgi, ‘duyu üstünü rasyonel bir şekilde duyusal olanda asimile etme isteği'dir. Hz. Adem kıssasına dair ilginç bir yorumlama şekli bu. Buna göre Adem ve eşi, ağacın hakikatini ona dokunarak, ondan tadarak yani duyumsayarak elde etmek istemişlerdi. Swedenborg, insanınAntiquissima Ecclesia/Homo yani soyut haldeki kişilikten düşüşünü, insan proprium’u denen şeye bağlılığı ile açıklamaktadır. Swedenborg’un proprium kavramı nefs tabirini çağrıştırmıyor mu sizce de?
Adem anlatısına bağlı olarak Swedenborg’un değindiği bir diğer husus da Havva’nın Adem’in kaburga kemiğinden yaratılması meselesidir. Swedenborg’a göre erkeğin kaburga kemiklerinden biri Tanrı tarafından kadın haline getirilmiştir. Burada kaburga kemiği, göğüs kafesi ve kalbi çevreleyen kemik sisteminin elemanıdır ve proprium’u temsil eder. Buna göre kadın, erkeğin proprium’udur, özüdür (self). Kendi kelimelerimle anlatacak olursam, erkeğin kendini kendisinde bulduğudur.
Nuh, Antiqua Ecclesia’dır. Bu dönemde artık direkt algı değil fakat bilinç ve bilgi vardı, der Swedenborg. Bu sebepledir ki kişiler artık sadece içsel kişi ile eğitilemezdi, dışsal kişilikten geçilmeliydi. Buradaki gemi, hayatın sahip olduğu ve onda sahip olunmaya değer her şeyi içine alanı sembolize eder. Geminin üzerinde salındığı su, zeka ve bilgi ile ilgili olan şeylerin sembolüdür. Fakat aynı zamanda bilgi eksikliği, yanlışlama ve yalanı da kapsar. Yani zıddı ile kaimdir. Hemen akla Kur’ân'da suyun hem olumlu hem olumsuz örneklerle kullanılması geliyor. (Nuh kavminin helakinde olumsuz bir örnek iken olumlu bir örnek için bkz. Enfal, 11).
Bu noktadan itibaren Şiiliğe dair bilgi vermeye geçer Corbin. 12 İmam Şiîliği İmamet, 7 İmam Şiîliği ise İsmailiye olarak adlandırılmaktadır. Ona göre, İslam düşüncesinde peygamberliğe dair felsefe Şiîliğe çok şey borçludur. Şiîlik'te peygamberlik ve imamlık (ya da velayet) çiftli bir kozmik harekete denk gelmektedir: Başlangıç (mebde) ve dönülecek yer (meâd), kaynak (genesis) ve dönüş, düşüş ve yükseliş hareketleri... Bu ikili hareket bir yanda tenzil yani vahyin inişine, öte yanda ise tevil yani vahyi asıl amacına geri döndürmeye karşılık gelir.
Manevi alemlere dair dörtlü bir derecelendirmede bulunur Şiîlik. Corbin, bunlardan ilk üçünün, Swedenborg’un tarif ettiği Cennetin 3 derecesine tekabül ettiğini iddia eder. İlaveten, Swedenborg’un bütün görünür ve görünmez âlemleri kucaklayan Eccleisa’dan bahsettiği yerde İsmailiye düşünürleri davetten bahsetmektedir, der. Sözlük anlamıyla bu kelime, “davet”, “çağrı” demektir ve Cennet’te başlayan bir çağrıdır. Cennetteki ahitleşmeyi çağrıştırmaktadır bu.
Şiîlikteki Adem değerlendirmesine gelinecek olursa, öncelikle 3 tür Adem birbirine karıştırılmamalıdır: Yeryüzündeki ilk Adem, peygamberlik döngüsünü başlatan Adem ve ruhani Adem. Kur’ân’da geçen 6 devirde/dönemde yaratılmaya dair “6 gün” ibaresi Şiîlikte, her biri bir peygamberin adıyla anılan 6 zaman döngüsüne işaret eder: Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed. 7. gün, İmam’ın yeniden ortaya çıkacağı vakittir. Swedenborg’da ise 7. gün, insanın göksel olarak tahakkuk edeceği zamandır.
İnsanın 12 kaburga kemiği, Adem’i çevreleyen ve ona yardım eden melekleri temsil eder. Hıristiyanlıktaki 12 havariyi çağrıştırmaktadır bu. İblis bunlardan biriydi fakat bâtının zahire bağlanabilirliğini reddetti; Adem’i batından ve sembollerin algısından mahrum etti. Havva, İblis’in yerine Adem’e verilendir. Adem bâtına dair tüm bildiklerini Havva’ya irsal eder, onda tersyüz eder. Havva onun eşi ve Hocasıdır. İmam Adem’in hocası... Yani bâtın dişildir. Zahiri olanı, hukuku belirtmekle yükümlü peygamber erili, bâtın ve manevi duyu ile beslenmiş İmam ise dişili temsil eder. İsmailiye’ye göre ağaç, yeniden ortaya çıkan son İmam’ı temsil eder ki döngüyü tamamlayacak olan da odur.
Nuh’a gelince... Onun misyonu, insanları zahire davet idi. Su, bilgi ve onunla ilgili her şeyin sembolüdür. Gemi yapımı davettir. Buna göre, Kur’ân'daki “Gemi, içindekilerle dağlar gibi dalgalar üstünde akıp gidiyordu.” (11:42) ayeti, batınî öğretilerle desteklenmiş İmam’ın bilgi denizinde mistik bir gemi gibi yüzdüğü ve davete icabet edenlerin de ona eşlik ettiği şeklinde yorumlanır.
Tüm bu karşılaştırmaların ardından Corbin şu tespitlerle sona erdirir eserini: Şiilik Kristoloji’yi idrak etme hususunda tamamen rahattır. Fakat bu zamana değin Kristoloji benzer bir rahatlıkta olamamıştır. Teslis inancını kabul etmeyen Swedenborg teolojisi ise buna yatkındır.
Bu yazıda Swedenborg ve İslam, özellikle de Şiîlik arasında karşılaştırma yapan Corbin’in kitabından bahsettik. Gönül ister ki Swedenborg’u kendisinden okuyalım ve İslamiyet’e dair görüşlerini kendimiz tetkik edelim. Fakat, yaşadığı dönem bizden bir hayli uzak olan Swedenborg’un eserlerine ulaşmak kolay değil. İnşallah bir vakit buna da imkanımız olur.

Zeynep Hafsa Aström yazdı
http://www.dunyabizim.com/Manset/19343/swedenborg-ile-batidan-doguya-bir-yolculuk.html

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar