EMMANUEL DE SWEDENBORG
Emanuel
Swedenborg (doğum adı: Emanuel Swedberg; d. 8 Şubat 1688, Stockholm, İsveç – ö.
29 Mart 1772, Londra, İngiltere),
İsveçli bilim
insanı, filozof, Hristiyan mistiği ve din bilimcisi. Mucit ve bilim insanı
olarak çok verimli bir kariyer geçiren Swedenborg elli altı yaşında hayaller
gördüğü spiritüel bir döneme girdi. Spiritüel bir uyanış yaşayan filozof, Tanrı
tarafından Hristiyanlığı ıslah edecek göksel bir doktrin oluşturmak için
görevlendirildiğini iddia etti. Tanrı'nın gözlerini açtığını, istediği gibi
cennet ve cehennemi ziyaret edebileceğini; melekler, iblisler ve diğer ruhlarla
konuşabileceğini öne sürdü. Hayatının geri kalan yirmi sekiz yılında 18
dinbilimsel eser yayımladı. Bunlar arasında en bilineni Cennet ve
Cehennem'dir.
İsveç’te,
Uppsala şehrinde, bazı yazarlara göre Ocak 1688’de, mezar taşına göreyse
1689’da doğdu. Babası Skara piskoposuydu. Swedenborg seksen beş yıl yaşadı,
ölümü 29 Mart 1772’de Londra’da vaki oldu. “Ölüm” deyimini basit bir hâl
değişikliğini ifade etmek için kullanıyorum. Tilmizlerine göre Swedenborg bu
tarihten sonra Jarvis’te ve Paris’te görülmüş.
«Müsaade eder
misiniz aziz dostum Wilfrid, dedi Mösyö Becker, sözünün kesilmemesi için eliyle
bir hareket yaparak. Ben ne iddia ne inkâr etmeden sadece olayları anlatıyorum.
Önce dinleyin, sonra bütün bunlar hakkında istediğinizi düşünebilirsiniz. Hüküm
vermem, eleştirmem, öğretilerini tartışmam gerekirse, akılla onun arasındaki
entelektüel tarafsızlığımı ortaya koymak için, size durumu haber vereceğim.
«Emmanuel Swedenborg’un hayatı iki devreye ayrılır. 1688’den
1745’e kadar Baron Emmanuel de Swedenborg toplum içinde en geniş bilgiye sahip,
değer verilen, erdemleri için sevilen, her zaman kusursuz, sürekli olarak
herkese yararlı bir kişi olarak gözüktü. İsveç’te bazı yüksek görevler ifa
ederken, 1709’dan 1740’a kadar, mineraloji, fizik, matematik ve astronomi alanlarında,
bilim âlemini aydınlatan birçok ciddi kitap yayımladı. Gemilerin girişine
elverişli havuzlar inşa etme yöntemini icat etti, gelgitlerin yüksekliğinden
dünyanın konumuna kadar en önemli sorunlar üstüne yazılar kaleme aldı. Hem
kanallar için daha iyi geçiş havuzları yapma yolları, hem daha basit ve kolay
maden çıkarma usulleri buldu. Sözün kısası, hiçbir bilimle uğraşmadı ki ona bir
gelişim kazandırmasın.
«Gençliğinde
İbrani, Yunan, Latin ve doğu dillerini tetkik ve tetebbu etti; bunları o kadar
iyi öğrendi ki, birçok ünlü profesör sık sık ona danıştı; Tataristan’da
Tanrı’nın Sözü kitabının [Kitab-ı Mukaddes], Sayılar'da (XXI, 14, 15, 27–30)
Musa tarafından, ayrıca Josue, Jeremie ve Samuel tarafından söz konusu edilen,
Jehovah’nın Savaşları ve Sözlemler adlı en eski kalıntılarını bulup teşhis
etmeyi başardı. Jehovah’nın Savaşları Tekvin’den önceye ait bu kitabın tarihsel
kısmı, Sözlemler ise vahiylere ilişkin kısmıymış. Hattâ Swedenborg Josue’nin
bahsetmiş olduğu Jaschar ya da Doğrunun Kitabı’nın da Doğu Tataristan’da, “denklikler
doktrini”yle birlikte mevcut olduğunu iddia etti.
«Söylendiğine
göre bir Fransız, bir süre önce, Kitab-ı Mukaddes’in Avrupa’da bilinmeyen
birkaç parçasını Bağdat’ta bulduğunu haber vererek, Swedenborg’un öngörülerini
haklı çıkarmış. 1785’te hayvani manyetizma olayı konusunda çıkan ve hemen hemen
bütün bilim adamlarının katıldığı Avrupa çapındaki tartışma esnasında,
Monsenyör Marki de Thome, Fransa kralı tarafından manyetizmayı incelemek için
atanan komiserlerin ağzından kaçmış bazı iddiaları ifşa ederek, Swedenborg’un
hakkını teslimle anısını kutlamış oldu. Bu baylar, mıknatısın hiçbir teorisi
olmadığını iddia ediyorlardı, oysa Swedenborg daha 1720’de bu konuyla meşgul
olmuştu. Mösyö de Thome bu fırsattan yararlanarak, en ünlü kişilerin bile
hazinelerini yağmalamak ve kendi çalışmalarına buradan yardım sağlamak için
İsveçli bilim adamını mahkûm ettikleri nisyanın sebeplerini gösterdi. “En
ünlülerden bazıları”, dedi Mösyö de Thome, “Buffon’un Theorie de la
Terre’ini ima ederek, tavus kuşuna saygılarını sunmadan onun tüylerini takınmak
zaafını gösteriyorlar.” Nihayet, Swedenborg’un ansiklopedik eserlerinden
yaptığı muzaffer alıntılarla, bu büyük ileri ve açık görüşlü adamın, yavaş
yürüyen insan bilimlerinin birkaç yüzyıl önünden gitmiş olduğunu kanıtladı:
Gerçekten de buna kanaat getirmek için onun felsefî ve mineralojik eserlerini
okumak kâfidir. Bir pasajda, organik doğanın bütün ürünlerinin çözünebilir olup
sürecin sonunda iki saf ana maddeye varıldığını; su, hava ve ateşin element
olmadıklarını söyleyerek modern kimyanın öncülüğünü yapar; bir başka pasajda,
birkaç kelimeyle manyetizmanın sırlarına nüfuz ederek, bu konuda birinciliği
Mesmer’den alır.
«İşte şurada,
–dedi Bay Becker, sobayla pencere girintisi arasına yerleştirilmiş, üzerinde
her boyda kitaplar bulunan uzun tahta rafı göstererek– on yedi farklı eser ki,
sadece biri, 1734’te yayımladığı Felsefi ve Mineralojik Eserler’ı, in-folio
boyutunda üç cilt tutuyor. Swedenborg’un pozitif bilgilerinin delili olan bu
eserleri bana Séraphita’nın babası Séraphitus vermişti.
«1740’ta
Swedenborg mutlak bir sessizliğe büründü ve oradan ancak dünyevi
meşguliyetlerini bırakıp münhasıran manevi âlemi düşünmek için çıktı. Gökten
ilk emirleri 1745’te aldı. Göreve çağrılışı şöyle gerçekleşmiş:
«Bir akşam
Londra’da, iştahla yenen bir akşam yemeğinden sonra, odasına kalın bir sis
yayılmış. Karanlık dağıldığında, insan suretine bürünmüş bir yaratık odanın bir
köşesinden kalkarak korkunç bir sesle ona:
“O kadar yeme!” demiş.
Swedenborg ondan sonra mutlak bir diyet uygulamış. Ertesi akşam aynı adam
ışıklar saçarak gelmiş ve şöyle demiş:
“Tanrı tarafından gönderildim; seni, insanlara sözünün
ve yaratılarının anlamım açıklamak için seçti. Yazman gereken şeyleri sana
dikte ettireceğim.”
Görüntü ancak birkaç
saniye sürmüş. Dediğine göre melek erguvani giysiliymiş.
«O gece,
içindeki insanın gözleri üç farklı âlemde, gökte, ruhlar âleminde ve alt âlemde
[cehennemde] olanları görecek şekilde açılmış; buralarda, kimileri çoktan beri
kimileri yakınlarda hayata veda etmiş tanıdık kişilere rastlamış.
«O andan
itibaren Swedenborg sürekli olarak ruhların hayatını yaşadı ve bu dünyada
Tanrının Elçisi olarak kaldı. Misyonu inanmayanlarca itiraza uğradı, onun
tutumuysa elbette insanlığın üstünde bir varlığa yakışan türdendi.
«Önce,
servetine karşın kendisini ancak gerekli ihtiyaçlarıyla sınırlayarak
hayırseverlik yolunda büyük meblağlar harcadı, özellikle birkaç önemli ticaret
şehrinde iflas etmek üzere olan bazı büyük firmaları ayağa kaldırdı.
Cömertliğine başvuranların hiçbiri, istediklerini elde etmeden yanından
ayrılmadı.
«İnançsız bir
İngiliz peşine düşmüş, onunla Paris’te görüşmüş ve evinde kapıların daima açık
olduğunu anlatmış. Bir gün uşağı, efendisinin parasını hedef alacak bir
hırsızlığın kendisini de töhmet altında bırakabileceğini düşünerek bu ihmalden
şikâyet edince, Swedenborg gülümseyerek “İçin rahat olsun,” demiş, “Kuşkularını
bağışlıyorum, çünkü kapıma göz kulak olan asıl bekçiyi görmüyorlar.”
Gerçekten de, hangi ülkede oturursa otursun hiçbir zaman kapılarını kapamamış
ve evinden hiçbir şey kaybolmamış.
«Stockholm’den
altmış mil uzaklıktaki Gothenburg şehrindeyken, o sırada Stockholm’ü kül
etmekte olan yangını postanın gelişinden üç gün önce, kendi evinin yanmadığını
da belirterek, haber vermiş. Dediği doğru çıkmış.
«İsveç
Kraliçesi’nin Berlin’de kardeşi krala anlattığına göre nedimelerinden birinden,
kocasının ölmeden önce ödemiş olduğu bir borç istenmiş, ancak makbuzu bulamayan
kadın Swedenborg’a başvurup, ölü kocasına ödemenin kanıtının nerede olabileceğini
sormasını rica etmiş. Ertesi gün Swedenborg kadına makbuzun bulunduğu yeri
göstermiş; fakat kadının arzusu üzerine ayrıca müteveffanın karısına
gözükmesini de rica ettiğinden, kadın rüyasında kocasını ölmeden önce üstünde
bulunan robdöşambrla görmüş; adam karısına makbuzu Swedenborg’un işaret ettiği
yerde göstermiş, makbuz gerçekten orada saklıymış.
«Bir gün
Londra’da Kaptan Dixon’un gemisine binerken, bir kadının çok erzak stoklanıp
stoklanmadığını sorduğunu duymuş. “O kadar fazlası lüzumsuz,” demiş.
“Sekiz gün
sonra saat ikide Stockholm Limanı’nda olacağız.” Öyle de olmuş.
«Swedenborg’un
dünyevi şeylerle ilgili olarak istediği zaman girebildiği ve bütün yaklaşanları
olağanüstü etkileriyle şaşırtan tecelli veya trans hâli, gökleri görme
yetisinin basit bir uygulamasından ibaretti.
«Bu tecelliler
arasında, güney dünyalarına, yaptığı yolculukları anlattıkları en ilginçleri
sayılabilir; bunlarla ilgili yaptığı betimlemeler ayrıntılardaki naifliklerle
insanı ister istemez şaşırtacaktır. Büyük bilimsel ağırlığı tartışılmaz olan,
tasarlama, irade ve hayalgücünü benliğinde birleştiren bir insan, uyduracak
olsaydı herhâlde daha iyisini uydururdu.
«Kaldı ki
Doğuluların fantastik edebiyatı da bu şaşkınlık verici ve tohum hâlinde şiirle
dolu eser hakkında fikir verebilecek hiçbir şey sunmaz, bir inanç eserini Arap
fantezisinin eserleriyle karşılaştırmak mümkünse tabii...
«Swedenborg’un,
ilk yolculuğunda kendisine kılavuzluk eden melek tarafından göğe kaldırılış
öyküsü; Klopstock, Milton, Tasso ve Dante’nin destanlarını Tanrı’nın Dünya’yla
Güneş arasına koyduğu mesafe kadar geçen bir yüceliktedir. Güney dünyaları
hakkındaki eserinin girişini teşkil eden bu bölüm hiç yayımlanmamış olup,
Swedenborg’un yüreğine en yakın bulduğu üç öğrencisine bıraktığı sözlü geleneklere
dâhildir. Bay Silverichm’de yazılısı mevcuttur. Bay Séraphitus da birkaç kez
bana bundan bahsetmek istemişti; fakat kuzeninin sözlerinin anısı hâlâ o kadar
yakıcıydı ki, daha ilk kelimelerde duraklıyor, hiçbir şeyin çekip alamadığı bir
hayal âlemine dalıyordu.
«Meleğin
Swedenborg’a bu bedenlerin ıssız ve başıboş gezer durumda kalmak için
yaratılmış olmadıklarını kanıtlarken kullandığı söylem, Baron’un bana dediğine
göre, bütün insan bilimlerini ilahi bir mantık altında eziyor.
«Tanrı elçimize göre Jüpiterliler, “gölgeler” adını
verdikleri bilimlerle uğraşmıyorlar; Merkürlüler
fikirlerin onlara fazla maddi gelen sözlerle ifadesinden nefret ediyorlar, göze
dayalı bir dilleri var; Satürnlüler kötü cinler tarafından sürekli olarak
ayartılma tehlikesi içindeler; Aylılar altı yaşında çocuklar gibi küçücük,
sesleri karınlarından çıkıyor ve yürümek yerine sürünüyorlar; Venüslüler devasa
boylarda ama akılsızlar ve eşkıyalıkla geçiniyorlar, ancak bu gezegenin bir
bölümünde iyilik sevgisiyle yaşayan yumuşak başlı bir ahali de var.
«Nihayet, bu
kürelerde yaşayan halkların yaşayış tarzlarını ve varoluşlarının evrene göre
genel anlamını o kadar dakik ve net terimlerle anlatıyor ve genel dünya sistemi
içindeki görünen dolanımlarının etkileriyle o derece uyumlu açıklamalar yapıyor
ki, belki günün birinde bilim adamları bu ışıklı pınarlarda susuzluklarını
gidereceklerdir.
«“Benim çok
sayıda güney ülkesine götürüldüğümden şüphe edilecek olursa, öbür hayattaki
mesafeler hakkındaki gözlemlerim hatırlansın: Bunlar sadece insanın dış hâline
göre mevcutturlar; oysa ben deruni olarak o ülkelerin meleksi ruhları gibi
şekillendirilmiş olduğumdan, bütün bunları tanıyabildim.”
«Bu kasabada
Swedenborg’un sevgili kuzeni Baron Séraphitus’u konuk etme şerefini borçlu
olduğumuz koşullar, benim bu olağanüstü hayatın hiçbir olayına yabancı
kalmamamı sağladı. Son günlerde bazı Avrupa gazetelerinde sahtekârlıkla
suçlandı; bunlar şövalye Beylon’un bir mektubuna dayanarak şu olayı ileri
sürdüler: Güya Swedenborg senatörler kanalıyla merhum İsveç Kraliçesi’nin,
kardeşi Prusya Prensi’yle gizli yazışmasından haberdar olarak, gizli bilgileri
o prensese sızdırmış, sonra da bunları doğaüstü yollardan elde ettiğine
inanılmasına izin vermiş. Sözüne güvenilir bir adam, kraliyet muhafız
kıtalarında yüzbaşı ve Kılıç Tarikatı Şövalyesi Charles-Leonhard de
Stahlhammer, bu iftiraya bir mektupla karşılık verdi.»
– İsveç ve
Prusya kraliyet hanedanlarına mensup bazı şahsiyetlerin paylaştıkları inanç,
herhâlde Swedenborg’un, misyonu hakkında bu iki aile mensuplarına göstermiş
olduğu tanıklıklara dayanmaktadır,
«Ancak, size
onun maddi ve görünen hayatının bütün olaylarım anlatmayacağım, zira huyu ve
tutumu bunların tam olarak bilinmesine karşıydı. Zenginleşmek veya üne kavuşmak
istemeksizin, âdeta gizli saklı yaşıyordu. Hatta taraftar kazanma çabasına
karşı duyduğu bir tür tiksinmeyle dikkati çekiyor, pek az kişiye açılıyor ve bu
dış yetenekleri sadece inanç, bilgelik ve sevgileri apaçık ortada olanlara
aktarıyordu. yanına yaklaşanların ruh hâllerini bir bakışta tahmin edebiliyor,
gönül sözüyle dokunmak istediklerini gaibi gören bir “görücü”ye [voyant]
çeviriyordu. Tilmizleri, 1745 yılından itibaren, onun beşeri saikle asla hiçbir
şey yapmadığını gördüler.
«Tek bir kişi,
Matthesius adında İsveçli bir rahip, onu delilikle itham etti. Olağanüstü bir
tesadüfle, Swedenborg’un ve yazılarının düşmanı olan bu rahibin kendisi kısa
bir süre sonra delirdi; birkaç yıl öncesine kadar, kralın bağladığı bir emekli
maaşı sayesinde, Stockholm’de yaşıyordu.
«Swedenborg’un
övgüsü, Maden Okulu Mütevelli Heyeti Üyesi Mösyö de Sandel tarafından,
hayatının olayları konusunda titiz bir dikkat ve özenle hazırlandı ve 1786’da
Stockholm’de Kraliyet Bilimler Akademisi’nde okundu.
«Nihayet,
Londra’da lord–mayor tarafından alman bir tezkerede, o sırada en yüksek
mertebeden İsveçli bir kilise şahsiyeti olan Mösyö Ferelius’un bakımındaki
Swedenborg’un son hastalığı ve ölümü en küçük ayrıntılarıyla tutanağa
geçirilmiştir. Olayda hazır bulunan kişiler Swedenborg’un, ölüm döşeğinde
yazılarını yalanlamak şöyle dursun, doğruluklarını sürekli olarak vurguladığına
tanıklık ediyorlar. Mösyö Ferelius’a şöyle demiş: “Yüz yıl sonra kiliseyi benim doktrinim
idare edecek.”
«Ölümünü günü
ve saatiyle gayet doğru olarak önceden tahmin etti. O gün, 29 Mart 1772 Pazar
günü, saati sordu. “Saat beş,” dediler. “Demek artık bitti,” dedi, “Tanrı sizi
takdis etsin!” On dakika sonra, gayet huzurlu bir şekilde, hafif bir iniltiyle
son nefesini verdi.
«Diyeceğim;
sadelik, tevazu, yalnızlık hayatının temel özellikleri oldu. Bir kitabını
yazmayı bitirdiğinde bastırmak için gemiye atlayıp Londra’ya veya Hollanda’ya
gidiyor, bir daha bundan bahsetmiyordu. Böylece art arda hepsini meleklerin
diktesi altında yazdığını söylediği yirmi yedi farklı kitap yayımladı.
«Söyledikleri
doğru olsun olmasın, pek az insan söyleyişinin alevlerine dayanabilecek kadar
güçlüdür. İşte hepsi şurada...»
- Karı Koca
Aşkının Mutlulukları, Cennet ve Cehennem, Kıyametin Açımlanması,
- Deruni
Duyunun Serimlenmesi,
- İlahi
Sevgi,
- Hakiki
Hıristiyanlık;
- Tanrı’nın
Büyüklük ve Sonsuzluğunu Paylaşanların Mutlak Güç,
- Mutlak
Bilgi,
- Mutlak
Varlığının Meleksi Bilgeliği.
«Kıyameti
açıklaması şu sözlerle başlıyor,
“Buraya
kendimden hiçbir şey koymadım, aynı melek vasıtasıyla Yuhanna’ya ‘Bu vahyin
sözlerini mühürlemeyeceksin.’ (Vahiy, 22, 10) diyen Rabb’in iradesine göre
konuştum.”
«Aziz dostum,
dedi Rahip, Wilfrid’e bakarak. Kış geceleri, bu adamın en akla sığmaz
harikaları böyle tam bir masumiyetle dile getirdiği o dehşetli eserleri
okurken, sık sık bütün vücudumla tir tir titredim.
«Söz
gelimi şöyle diyor: “Gökleri ve melekleri gördüm. Maneviyat insanı, kendi
benzerini; dünyeviyat insanının kendi benzerini gördüğünden çok daha iyi görür.
Göklerdeki ve göklerin altındaki harikaları tasvir ederken Rabb’in bana yap
dediği şeyi yapmış oluyorum. Herkes bana inanıp inanmamakta serbesttir, nasıl
olsa diğerlerini Tanrı’nın beni koyduğu yere koyamam; onları meleklerle
konuşturmak, ya da anlama yetilerini buna uygun şekilde yeniden düzenleme
mucizesini göstermek benim harcım değil; melekliğe yükseleceklerse bunun
araçları yine kendileri olacaktır. Ben yirmi sekiz yıldır manevi âlemde
meleklerle, dünyada da insanlarla birlikteyim; zira Rab bana ruh gözlerimi
açmak lütfunda bulundu, tıpkı Paul’e, Danyal’a, Elisee’ye yapmış olduğu gibi.”
«Ancak, bazı
kimseler vardır ki, uyurgezerliğin dış biçimleriyle içlerindeki insan arasında
gerçekleştirdiği kesin ayrımın etkisi altında, manevi dünya hakkında birtakım
görülere sahip olurlar. “Bu durumda,” diyor Swedenborg Meleksi Bilgelik (n°
257) kitabında, “insan semavi ışığa kadar yükselebilir, çünkü, cismani
duyular iptal olduğundan, göğün etkisi engele takılmadan içerideki insana
ulaşabilir.”
«Birçok kişi,
Swedenborg’un gökten vahiyler aldığından şüphe etmemekle birlikte, yine de
bütün yazılarına ilahi ilhamın aynı derecede nüfuz etmediğini düşünüyor.
Başkaları ise, karanlık noktalarını kabul etmekle birlikte, Swedenborg’a
kayıtsız şartsız katılmak gerektiğini savunuyor; zira dünyevi dilin
yetersizliklerinin bu Tanrı elçisinin manevi görülerini gerektiği gibi dile
getirmesine engel olduğuna inanıyorlar; bu görülerin karanlık noktaları da
zaten inançla yeniden doğmuş olanların gözünde ortadan kalkıyor, zira en büyük
tilmizinin mükemmel ifadesiyle, “ten dışsal bir doğuştur”.
«Şair ve
yazarlar için, anlattığı harikalar dünyası uçsuz bucaksız; görücüler içinse,
oradaki her şey saf gerçeklik... Yaptığı tasvirleri bazı Hristiyanlar “rezalet”
diye karşıladı. Bazı eleştirmenler tapınaklarının semavi malzemesini, altından
saraylarını, içinde meleklerin fink attığı görkemli villalarını gülünç
buldular; başkaları esrarengiz ağaçlardan oluşan korularıyla, çiçeklerin
konuştuğu, havanın beyaz olduğu, gizemli cevahir taşlarının –kızıl akik,
lapis-lazuli, yakut, beril, çeşitli renklerde kuvartz ve silikatlar, urim ve
thummim– canlı olduğu, semavi hakikatleri ifade ettiği, sorgulanabildiği ve
renk değiştirme yoluyla sorulara yanıt verdiği (Gerçek Din, n° 219)
bahçeleriyle alay etti; birçok ciddi düşünce adamı, renklerin büyüleyici
konserler verdiği, sözlerin alev alev yandığı, “söz”ün çivi yazısıyla
[cornicules] yazıldığı (Gerçek Din, n° 278) dünyalarını kabul edemiyor.
«Kuzey
ülkelerinde bile kimi yazarlar onun Kudüs’ünün, en küçük kapkacağın bile dünyanın
en nadir maddelerinden yapılmış olduğu evlerini dayayıp döşeyip donatan inci ve
elmas odalara güldüler. “Ama,” diyor tilmizleri, “bütün bu değerli şeylerin bu
dünyada çok seyrek ve dağınık olması öbür dünyada çok bol olmaması için yeter
neden mi?
Bu dünyada dünyevi bir tözden yapılmışlar, ama
göklerde göksel görünüşler altında ve melek hâline aitler.”
«Kaldı ki Swedenborg bu konuda İsa Mesih’in şu yüce
sözlerini tekrarladı: “Size dünyevi şeyler söylediğim hâlde beni
anlamıyorsunuz; göklerin dilini kullansaydım nasıl anlardınız?
” (Yuhanna, 3,
12)
«Ruh bu
kitapların insanı kavrayıp yutan sayfalarında dolaşırken, bu dünyadaki her şey
öyle küçük görünüyor ki... Bu adamın otuz yıl içinde manevi dünyanın
hakikatleri üstüne, Latince yazılmış ve küçücük harflerle basılmış, en küçüğü
beş yüz sayfa tutan, in-quarto [Açıldığında sekiz sayfa olacak şekilde basılıp
katlanmış kâğıt,] boyutunda yirmi beş cilt kitap yayımladığını
düşününce, şaşkınlığa uğramamak imkânsız. Söylendiğine göre yirmi cildi de,
İsveç Kralı’nın eski özel rahibi yeğeni M. Silverichm’e emanet, Londra’da
bırakmış. Yirmi yaşından altmış yaşına kadar bir tür ansiklopedinin yayınıyla
uğraşa uğraşa âdeta kendini tüketmiş olan bu adam, insanın güçlerinin
zayıflamağa başladığı bir çağda böyle kitaplar yazabilmek için mutlaka doğaüstü
yardımlar görmüş olmalıdır.
Bu yazılarda,
hiçbiri bir diğeriyle çelişmeyen binlerce önerme mevcut. Her sayfada doğruluk,
yöntem ve hazırcevaplık güneş gibi parlıyor ve hepsi de aynı olgudan,
meleklerin varlığından türüyor.
«Tüm
öğretisinin özeti olan Gerçek Din, ışığı göz kamaştıran bu eser, seksen üç
yaşındayken tasarlandı ve yazıldı.
«Nihayet, aynı
anda birkaç yerde bulunabilme ve her şeyi bilme yetenekleri ne eleştirenleri,
hatta ne de düşmanları tarafından yalanlanabildi.
«Yine de, bu
semavi ışık selinde susuzluğumu giderirken, Tanrı benim deruni gözlerimi
açıvermedi, ve ben bu yazılan yeniden doğmuş olmayan bir adam gözüyle
değerlendirdim. Bu yüzden sık sık, esinlenmiş Swedenborg’un, melekleri bazen
yanlış anlamış olabileceğine hükmettim. “Görücü”lere bakılırsa hayranlıkla
inanmam gereken bazı tecellilere güldüm. Ne meleklerin çivi yazılarını, ne
altın miktarı az veya çok zayıf kemerlerini tasavvur edebildim. Örneğin, “Yalnız
melekler de vardır.” cümlesi garip bir biçimde bana bayağı dokunmuştu; bu
yalnızlığı düşünme yoluyla onların evlenmeleriyle bağdaştıramadım. Bakire
Meryem’in gökte neden beyaz saten libaslar giyindiğini anlamadım. Dev ifritler
Enakim’le Hephilim’in niçin durmadan Armageddon’un kıyamet meydanlarında
Kerubi’lerle dövüştüğünü sorgulamaya cüret ettim. Şeytanların meleklerle nasıl
tartıştıklarım hâlâ bilmiyorum. M. Baron Séraphitus karşılık olarak bu
ayrıntıların dünyada insan suretinde kalan meleklerle ilgili olduğunu
söylüyordu.
«İsveçli
peygamberin tecellileri çok yerde grotesk figürlerle renkleniyor. Memorables
(Anılasılar) adını verdiklerinden biri şu sözlerle başlıyor: “Ruhların
toplanmış olduğunu gördüm; başlarında şapkaları vardı.” Bir başka
Anılası’da gökten küçük bir kâğıt alıyor; üzerinde, dediğine göre, ilkel
kavimlerin kullandığı, üstlerinde küçük halkacıklar taşıyan eğri çizgilerden
oluşmuş harfler var. Göklerle iletişimini daha iyi tanıklamak üzere, bu kâğıdı
İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi’ne teslim etmiş olmasını isterdim.
«Her neyse,
belki yanılıyorumdur, belki de eserlerine serpilmiş bu maddi saçmalıkların
manevi anlamları vardır. Aksi takdirde, savunduğu dinin gittikçe artan etki ve
nüfuzunu nasıl açıklamalı?
Kilisesi bugün, gerek çeşitli mezhep
mensuplarının kitle hâlinde gelip katıldığı Amerika Birleşik Devletleri’nde,
gerek sadece Manchester şehrinde yedi bin Swedenborg tilmizinin yaşadığı
İngiltere’de, yedi yüz bin kişiyi aşan bir cemaate sahip.
«Gerek
Almanya’da gerek Prusya ve Kuzey ülkelerinde, bilgileriyle olduğu kadar
toplumdaki mevkileriyle de temayüz etmiş şahsiyetler, diğer Hristiyan
öğretilerinden daha teselli edici buldukları Swedenborg’un inançlarını resmen
ve açıkça benimsediler.
«Şimdi size,
Swedenborg’un Kilisesi için geliştirdiği doktrinin en önemli noktalarını özet
hâlinde açıklamak istiyorum; fakat hafızadan yapılacak bu hülasa ister istemez
hatalı olacaktır. Bu nedenle, size ancak Séraphita’nın doğumuyla ilgili
Arcana’dan (Gizemler) bahsetmeyi göze alabilirim.»
Burada Bay
Becker bir süre durdu, söyleyeceklerini toparlamak için içine dönmüş gibi
gözüktü, sonra şöyle devam etti:
– İnsanın ya üst ya da alt dünyalarda yaşadığını
matematiksel olarak tespit ettikten sonra, Swedenborg, bu dünyada, melek olmak
için semavi âleme çıkmak üzere hazırlanan varlıklara “meleksi ruhlar”
adını veriyor. Ona göre, Tanrı melekleri özel olarak yaratmamıştır, daha
önce dünyada insan olarak yaşamamış melek yoktur. Böylece, dünya göğün
melek fideliği oluyor. Demek ki melekler kendiliklerinden melek değiller
(Tanrı’nın Büyüklük ve Sonsuzluğunu Paylaşanların Mutlak Güç, Mutlak Bilgi ve
Mutlak Varlığının Meleksi Bilgeliği, n° 57), Tanrı’yla, Tanrı’nın asla
kaçınmadığı, reddetmediği samimi bir birleşimle meleğe dönüşüyorlar, çünkü
Tanrı’nın özü asla negatif olmayıp sürekli olarak aktiftir.
Önce “kendi sevgisi”:Bu sevginin en yüce ifadesi, eserleri tapınmaya konu
olan insan dehasıdır.
Ardından “dünya sevgisi” gelir. Bu;
peygamberleri, dünyanın rehber ittihaz ettiği ve ilahi sıfatıyla selamladığı
büyük adamları üretir.
Son olarak, insanları “meleksi ruhlar” yapan “gök
sevgisi” gelir. Bu ruhlar âdeta insanlığın çiçekleridir; insanlık onlarda özetlenir,
kendini onlarda özetlemeye çalışır. Bunların ya gök sevgisine ya da gök
bilgeliğine sahip olmaları gerekir; fakat daima bilgelikten önce sevgidedirler.
Böylece, insanın ilk dönüşümü “sevgi”dir. Bu birinci dereceye ulaşmak için,
önceki varoluşlarının, kendisini “inanç” ve “dua” için yeniden doğuran “umut”
ve “insanseverlik” aşamalarından geçmiş olmaları gerekir. Bu erdemlerin
uygulanmasıyla elde edilmiş fikirler, “deruni varlık”ın dönüşümlerini
altlarında saklayan her yeni zarf katmanına aktarılır; zira hiçbir şey ayrı
tutulmaz, her şey gereklidir: İnsanseverliksiz umut, duasız inanç olmaz; bu
karenin dört yüzü birbirlerini gerektirir. “Bir erdem eksik oldu mu,” diyor, “meleksi ruh kırık bir inci gibidir.” Demek ki
varoluşlarının her biri, önceki hâlin semavi nimetlerinin sarıldığı bir
çemberdir.
«Meleksi
ruhların mutlak kusursuzluğu, görkemli sonuca varıncaya kadar art arda edinilen
niteliklerin hiçbirinin kaybolmamasını sağlayan o esrarengiz tekâmülden gelir;
zira her dönüşümde, farkına varılmayacak şekilde, tenden ve tene bağlı
hatalardan arınmış olurlar.
«Sevgide yaşarken, insan bütün kötü tutkularından
sıyrılmıştır; umut, insanseverlik, inanç ve dua, İşaya’nın deyimiyle, içini
savurup elemiştir, bu “iç”, artık hiçbir dünyevi etkiyle kirlenmeyecektir. Aziz
Luka’nın büyük sözü de bunu dile getirir: “Kendinize göklerde tükenmeyecek
bir hazine oluşturun.” Ve de İsa Mesih’in sözü: “Bu dünyayı insanlara
bırakın, o onlara ait; kendinizi arındırın ve babamın yanına gelin.”
Bilgelik, ruhun sevgi yoluyla eriştiği semavi şeylerin
anlaşılmasıdır. Sevgi ruhu, tüm dünyevi tutkuların yenilişinin sonucu olarak
kuvveti ele geçirmiştir, ve Tanrı’yı körü körüne sever; fakat bilgelik ruhu
akla sahiptir ve niçin sevdiğini bilir. Birinin kanatları açılmıştır ve onu
Tanrı’ya doğru uçururlar, öbürünün kanatları bilimin verdiği dehşet yüzünden
kapalıdır: Tanrı’yı sadece bilir. Biri durmadan Tanrı’yı görmek ister ve ona
doğru atılır; öbürü ise ona dokunur ve korkudan titrer.
«Bir sevgi ruhuyla bir bilgelik ruhu arasında meydana
gelen birleşme, yaratığı ilahi duruma getirir ki, burada ruhu kadın, bedeni
erkektir: Ruhun cisme üstün geldiği ve cismin hâlâ ilahi ruha karşı çırpındığı,
insanın son ifadesidir bu; zira cisim, ten bilmez. Başkaldırır ve kabalığında
kalmak ister. Bu sınanış, ancak göklerin görebildiği ve Mesih’in de Zeytin
Dağı’nda yaşadığı duyulmadık acılar doğurur.
«Ölümden sonra, bu “arınmış ikili insan doğası”na
birinci gök açılır. Bu nedenledir ki insanlar umutsuzluk içinde ölürken ruh
mutluluk içinde ölür. Böylece, yeniden doğmamış varlıkların yeri “doğal”,
meleksi ruhların yeri “manevi”, ve meleğin kabuğunu kırmadan önce bulunduğu yer
“ilahi” olmak üzere, insanın göğe varış yolu var olmanın üç durağından oluşur.
«Swedenborg’un bir düşüncesi “doğal” ile “manevi”
arasındaki farkı size mükemmel biçimde açıklayacaktır:
“İnsanlar için,” diyor, “doğal, manevinin içine girer;
onlar dünyayı görülür biçimleri içinde düşünür ve duyularına özgü bir gerçeklik
içinde algılarlar. Fakat meleksi ruh için manevi, doğalın içine girer. O,
dünyayı biçimi içinde değil deruni ruhu içinde düşünür.”
«Örneğin, insanın bilimleri biçimlerin analizinden
ibarettir. Dünyaya göre bilgin tamamen dışla uğraşır; bilgisi gibi “derun”u da
ancak hakikati anlama yeteneğini korumasına yarar. Meleksi ruh bunun çok
ötesine geçer: Onun bilgisi düşüncedir ki insan bilimi bunun sözünden
ibarettir; dünyaların göklerle uyumlaşmasının aracı olan denklikleri öğrenmek
suretiyle, şeylerin bilgisini “söz”den alır. “Tanrı’nın sözü” baştanbaşa saf
denkliklerle yazılıdır; denkliklerin bilgisi olmadan anlaşılamayacak deruni
veya manevi bir örtülü anlam taşır. “Denkliklerin deruni anlamında,”
diyor Swedenborg {Semavi Doktrin, 6), “sayısız arcanumlar [(Lat.): Gizem, sır. ] vardır.” Bu yüzden,
peygamberlerin ilahi sözü derledikleri kitaplarla dalga geçenler, bu dünyada
bir bilimden hiçbir şey bilmedikleri hâlde o bilimin hakikatleriyle alay
edenlerle aynı cehaleti paylaşıyorlardı. Sözün göklerle arasındaki
denklikleri bilmek, maddi dünyanın görülebilir ve tartılabilir şeyleriyle
manevi dünyanın görülemez ve tartılamaz şeyleri arasındaki denklikleri bilmek,
gökleri kavrayışımıza sığdırabilmek demektir.
«Çeşitli yaratıların bütün nesneleri, Tanrı’dan sadır
olmaları hasebiyle, ister istemez gizli bir anlam içerirler. İşaya’nın muhteşem
sözlerinin dediği gibi: “Dünya bir elbisedir (İşaya, 5–6).” Maddenin en
küçük parçacıklarıyla gökler arasındaki bu esrarengiz bağ, Swedenborg’un
“semavi arcanum” dediği şeyi teşkil eder. Bu nedenledir ki, doğal ile manevi
arasındaki denkliklerin ya da “anlamlılıklar”ın açıklandığı ve Jacob Boehm’ün
deyimiyle her şeyin imzasını verecek olan Semavi Arcanum’lar adlı kitabı on
altı ciltten ve içindeki önermelerin sayısı da on üç binden az değildir.
«Tilmizlerinden biri şöyle diyor: “Tanrı’nın sonsuz
iyiliğiyle Swedenborg’un edinmesine izin verdiği bu harika denklikler bilgisi,
eserlerinin uyandırdığı ilginin de esrarlı kaynağıdır.” Bu yorumcuya göre,
“Orada her şey gökten türer, her şey göğe çağırır. Peygamberin yazıları ulvi ve
açıktır: Göklerden konuşur ve kendini yeryüzünde duyurur; bir cümlesinin
üstüne bir cilt kitap yazılabilir.”
«Ve bu tilmiz binlercesinin arasından şu cümleyi
zikrediyor: “Gökler melekûtu,” diyor Swedenborg (Semavi Arcanum’lar),
“güdüler krallığıdır. Eylem gökte meydana gelir, oradan dünyaya ve basamak
basamak dünyanın en küçük parçacıklarına geçer; dünyevi etkileri, semavi
nedenlerine bağlı olduklarından, orada her şeyin dengi dengine ve anlamlı
olmasını sağlar. İnsan, doğal ile manevi arasındaki birliğin aracıdır.”
«Demek ki meleksi ruhlar dünyanın her şeyini göğe
bağlayan denklikleri esastan kavrar ve bunların döngülerini açığa vuran
peygamber sözlerinin deruni anlamını bilirler. Örneğin, bu ruhlar için her şey
“anlamlılıklarını içinde taşır. En küçük çiçek; bir düşünce, “büyük–bütün”ün
birkaç çizgisine denk düşen ve ruhların sürekli sezgi konusu olan bir hayattır.
Onlar için zina ve kutsal yazılar ile eski peygamberlerin bahsettiği, sözde
yazarlar tarafından çoğu kez kırık dökük aktarılan diğer ahlaksız davranışlar,
sefahat âlemleri, bu dünyada kendilerini maddi etkilenişlere bırakmakta inat
eden ve böylelikle “gökten boşanmışlık”larına devam eden ruhların hâli
anlamına gelir. Bulutlar, Tanrı’nın sarındığı dış katmanlar demektir. Meşale ve
kandiller, kuddas ekmekleri, atlar ve atlılar, fahişeler, değerli taşlar, her
şey, “yazı”da onlar için tatlı bir anlam taşır, dünyevi olayların geleceğini,
gökle ilişkileri içinde, insanlara bildirir.
«Bu ruhların hepsi, insan biliminin daha sonra somut
olarak da kanıtladığı, Aziz Yuhanna’nın Söyleyiş’lerinin doğruluğuna nüfuz
edebilir. “Örneğin,” diyor Swedenborg, birkaç insan bilimine gebe olan şu cümle
gibi: “Yeni bir gök ve yeni bir yeryüzü gördüm, çünkü önceki gökle önceki
yeryüzü geçip gitmişlerdi (Vahiy, XXI, 1). Kralların, özgür insanların ve
kölelerin etlerinin yendiği, ve güneşte ayakta duran bir meleğin insanları
davet ettiği (Vahiy, XIX, 11–18) ziyafetleri bilirler. Güneşi giyinmiş kanatlı
kadını ve daima silahlı olan adamı [Vahiy] tanırlar.”
«“Kıyametin atı,” diyor Swedenborg, “ölüme binek olmuş insan zekâsının görülebilir
imgesidir. Çünkü bu zekâ, içinde kendi yok etme ilkesini de taşır.”
«Nihayet, cahillere fantastik gibi gelen suretler
altında saklanan kavimleri de tanırlar.
«“Bir insan denkliklerin vahiyimsi nefesini kabule
hazır olduğu zaman, bu nefes, içinde sözün ruhunu uyandırır; insan o zaman
yaratılışların dönüşümlerden ibaret olduğunu anlar. O ruh, zekâsını da
keskinleştirir ve kendisine ancak gökte giderilebilecek yakıcı bir hakikat
susuzluğu verir. Deruniliğinin az veya çok mükemmel oluşuna göre, meleksi
ruhların gücünü kavrar ve yeniden doğmamış insanın en az mükemmel hâli olan “arzu”nun
kılavuzluğunda, kendisine ruhlar âlemini açan “umut”a doğru yürür; sonra
göklerin anahtarını veren “dua” aşamasına varır.
«Sevgi veya bilgelikle gizlice yaşayan akıllar âlemine
girmeye liyakat kesbetmeyi hangi yaratık istemez?
Bu dünyada
yaşamaktayken bu ruhlar saf kalırlar; diğer insanlar gibi ne görür, ne düşünür,
ne de konuşurlar.
«İki tür algı vardır: Biri deruni, diğeri haricî. İnsan tamamen harici,
meleksi ruh tamamen derunidir. Ruh, sayıların dibine nüfuz eder, onların tümüne
sahiptir, anlamlılıklarını bilir. Hareket yetisi vardır ve ubiquite [Aynı anda birden çok yerde bulunabilme
durumu,] sayesinde her şeyle ortaklık
kurar: “Bir melek,” İsveçli peygambere göre, “istediği zaman bir başka
meleğe arz-ı mevcudiyet eder (Meleksi Bilgelik). Zira bedeninden ayrılma
yetisi vardır, gökleri eski peygamberlerin –ve bizzat Swedenborg’un da– gördüğü
gibi görür. “Bu hâldeyken,” diyor, (Gerçek Din, 136), “beden olduğu yerde
kalmak üzere, insanın ruhu bir yerden bir yere taşınır; ben yirmi altı yıl bu
durumda kaldım.” İncil’deki “Ruh beni alıp götürdü!” cümlesinin geçtiği
bütün sözleri işte böyle anlamalıyız.
«“Doğanın sayısız kuvvetleri aslında bir olan eylemi
için neyse, meleksi bilgelik de insan bilgeliği için odur. Her şey ruhta
yeniden yaşar, devinir, var olur, zira ruh Tanrı’dadır. Aziz Paulus’un sözleri
de bunu anlatır, “in Deo sumus, movemur, et vivimus”: Tanrı’dayız, onda
eyliyoruz ve yaşıyoruz. Söz nasıl onun önüne hiçbir karanlık nokta koymazsa,
dünya da iradesine hiçbir engel çıkarmaz. Yakında gelecek olan dâhiliği,
Tanrı’nın sözle örtülü düşüncesini görmesine izin verir, tıpkı deruniliğiyle
yaşadığı için dünyanın bütün şeylerinin altında saklı deruni anlamla
iletişebildiği gibi.
«Bilim maddi âlemin, sevgi manevi âlemin dilidir. Bu
yüzdendir ki insan açıklamaktan çok tasvir ederken, meleksi ruh görür ve anlar.
Bilim insanı kedere boğar, sevgiyse meleği coşturur. Bilim arayıştadır,
sevgiyse bulmuştur. İnsan doğayı onunla kendi ilişkisi içinde yargılar, meleksi
ruh ise gökle ilişkisi içinde...
«Nihayet, her şey ruhlara bir şey söyler. Ruhlar,
yaratılışların aralarındaki uyumun sırrına vakıftırlar. Seslerin, renklerin, bitkilerin ruhuyla anlaşırlar;
minerali de sorgularlar ve mineral de onların düşüncelerine yanıt verir. Ruhlar
için dünyanın bilgileri ve hazineleri nedir ki, onları her an görüşleriyle
kavrayabilecek güçteyken ve insanların bu kadar çok uğraştığı dünyalar ruhlar
için sadece Tanrı’ya doğru yükselmekte kullanacakları son basamak iken?
«Gök sevgisi ve gök bilgeliği onlarda etraflarını
saran ve “seçilmişler”in görebildiği bir ateş çemberiyle kendisini gösterir.
Masumiyetleri –ki çocukluk bunun dış biçimidir– çocukların sahip olmadığı
şeylerin bilgisine sahiptir: Hem masum hem bilgindirler.
«“Ve,” diyor Swedenborg, “göklerin masumiyeti ruhlar
üzerine öyle bir tesir yapar ki, bu tesire maruz kalanlar ondan hayatları
boyunca sürecek bir mutluluk duygusu muhafaza ederler, tıpkı benim de
hissettiğim gibi. Belki bunun küçücük bir parçasını algılamak bile insanın,
göğe yükselmeyi ve böylece umut katına girmeyi isteyecek şekilde, kesin olarak
değişmesi için yeterli olur.”
“Tanrı erkeğin hayatından güzellik ve zarafeti alıp
kadına nakletmiştir. Erkek, hayatının bu güzelliğiyle, bu zarafetiyle tekrar
birleşmediği zaman sert huylu, kederli ve insan-sevmez olur; birleştiğinde ise
mutlu ve sevinçlidir, tamamlanmıştır.”
«Melekler her zaman güzelliğin en kusursuz
derecesindedirler. Evlenmeleri harika düğünlerle kutlanır. Çocuk üretmeyen bu
birleşmeye erkeğin getirdiği katkı anlama yetisi, kadının getirdiği ise
iradedir: İkisi bu dünyada bir varlık, tek bir ten olurlar; sonra, semavi
surete bürünüp göğe giderler.
«Bu dünyada, doğal hâlde, iki cinsiyetin hazza ve
zevke olan eğilimi, yorgunluk ve tiksinme getiren bir “etki”dir; fakat semavi
sureti içinde, aynı ruh olmuş olan çift kendi içinde sonu gelmeyen zevkler
bulur.
«Swedenborg, Aziz Luka’nın dediğine göre, düğünü
olmayan ve sadece manevi hazlar getiren bu ruh evlenmelerinden birini görmüş.
Bir melek ona bir düğün göstermeyi önermiş ve kanatlarının üzerine alıp
götürmüş [kanatlar maddi gerçek değil semboliktir]. Ona bayramlık elbisesini
giydirmiş, Swedenborg kendini böyle ışıklar giyinmiş olarak görünce nedenini
sormuş. “Böyle durumlarda,” demiş melek, “giysilerimiz alevlenir ve düğün
kılığına dönüşür.” (Karı Koca Aşkının Mutlulukları, 19, 20, 21). O zaman,
biri güneyden öbürü doğudan gelen iki meleği görmüş; güneyli melek, dizginleri
şafağın renk ve parlaklığında iki kır at koşulu bir arabadaymış; fakat
Swedenborg’un yanına gelince, ortada ne at kalmış ne araba. Erguvan giyinmiş
doğulu melekle sümbül giyinmiş güneyli melek iki soluk gibi koşuşup kucaklaşmış
ve bir olmuşlar:
Biri Sevgi Meleği, öbürü Bilgelik
Meleği imiş. Swedenborg’un rehberi, bu iki meleğin yeryüzündeyken
deruni bir dostlukla birbirine bağlı ve mekânda ayrı olmalarına rağmen ruhen
her zaman bir olduklarım söylemiş. Yeryüzünde iyi evlenmelerin temelini teşkil
eden karşılıklı rıza, gökte meleklerin alışılmış durumuymuş. Sevgi onların
dünyasının ışığıymış. Meleklerin ebedî mutluluğu Tanrı’nın onlara bahşettiği,
ondan duydukları sevinci yine ona geri verebilme yetisinden ileri gelir. Bu
sonsuzluk mütekabiliyeti onların hayatlarını oluşturur. Gökte, kendi kendisini
var eden Tanrı’nın özünü paylaşarak, onlar da sonsuz olurlar.
«Meleklerin yaşadığı göklerin genişliği o ölçülerdedir
ki, insanda güneşten dünyaya gelen ışık kadar hızlı ve devamlı bir görme duyusu
olsa ve sonsuza dek baksa bile, gözünün takılacağı bir ufuk çizgisi bulamaz.
«Gökteki mutlulukları yalnız ışık açıklar. “Bu,” diyor
(Meleksi Bilgelik, 7, 15, 26, 27), “Tanrı’nın erdeminden çıkan bir tür buhar,
onun aydınlığından sadır olan saf bir türümdür ki, onun yanında bizim en parlak
aydınlığımız karanlık mesabesindedir.” Bu ışık her şeyi yapabilir, her şeyi
yeniler ve emilip karartılamaz; meleği sarar ve kendiliğinden çoğaldığı
hissedilen sonsuz zevk ve lezzetlerle, ulaştığını bir anlamda Tanrı’ya
dokundurur. Bu ışık onu kabule hazır olmayan herkesi öldürür. Bu dünyada, hatta
göklerde, hiç kimse Tanrı’yı gördükten sonra yaşayamaz. İşte bu yüzden şöyle
denmiştir (Huruç, XIX, 12, 13, 21, 22, 23): “Musa'nın Tanrı’yla konuştuğu
dağ, biri gelip dokunup da ölmesin diye, korunmaktaydı.” Yine aynı yerde
(Huruç, XXXIV, 29–35): “Musa ikinci levhaları getirdiğinde yüzü o kadar
parlıyordu ki, halkına hitap ederken ölüme sebep olmamak için yüzünü örtmek
zorunda kaldı.”
«“İsa Mesih’in tecellisi de aynı şekilde bir gök
habercisinin saçtığı ışığa, ve meleklerin sürekli olarak bunun içinde
bulunmaktan duydukları anlatılmaz haz ve zevklere örnek teşkil eder. Aziz Matta
şöyle diyor (XVII, 1–5): “Yüzü güneş gibi ışık saçtı, giysileri âdeta
ışıktan yapılmışa döndü, ve tilmizlerini bir bulut örttü.”
«Nihayet, bir gezegende sadece Tanrı’ya itaati
reddedenler kaldığı, Tanrı’nın sözü umursanmaz olduğu ve meleksi ruhlar dört
bir yandan toplandıkları zaman Tanrı, evrenin sonsuzluğunda kendisi için
çimlenmemiş bir tohum mesabesinde olan isyankâr dünyanın maddesini değiştirmek
üzere bir “yok edici melek” gönderir.
«Yok edici melek, bir kuyrukluyıldızın üstünde o
küreye yaklaşarak onu ekseni etrafında hızla döndürür; o zaman kıtalar deniz
diplerine, en yüksek dağlar adalara dönüşür, ve daha önce denizlerin suyuyla
kaplı topraklar da Tekvin’in kanunlarına göre bütün tazelikleriyle yeniden
doğarlar; o zaman Tanrı’nın sözü, her yerinde dünyevi suyla semavi ateşin
yaralarını taşıyan yeni bir dünyada eski gücünü tekrar kazanır.
«O zaman meleğin yukarıdan getirdiği ışık güneşi bile
soldurur. O zaman, İşaya’nın dediği gibi (Vahiy, VII, 15–17): “insanlar kaya
yarıklarına girecek, toza toprağa bulanacaklar; dağlara haykıracaklar:
Üstümüze yıkılın! Denizlere haykıracaklar: Bizi alın götürün! Havaya
haykıracaklar: Bizi Kuzu’nun gazabından koruyun!”
«Kuzu, bu dünyada değeri bilinmeyen ve baskıya uğrayan
meleklerin büyük sembolik figürüdür. Bu yüzden Mesih şöyle demiştir: “Ne
mutlu acı çekenlere! Ne mutlu safdillere! Ne mutlu sevenlere!” Tüm
Swedenborg işte bu sözlerdedir: Acı çekmek, inanmak, sevmek. Tam manasıyla
sevmek için acı çekmiş olmak ve inanmak lazım değil midir?
Sevgi kuvveti
doğurur, kuvvet de bilgeliği, oradan da aklı verir; zira “kuvvetle bilgelik”,
“irade”yi de içinde taşır. Akıllı olmak anlamına gelmeyen “irfan sahibi olmak”,
“istemek” ve “sebat edebilmek” meleksi ruhun üç özelliği değil midir?
«Eğer evrenin bir anlamı varsa, Tanrı’ya en layık olan
odur. İsveç’e yaptığım bir seyahatte gördüğüm Mösyö Saint-Martin işte böyle
diyordu.
«Fakat beyefendi, diye devam etti Rahip biraz
durduktan sonra, ancak bir ışık nehriyle, bir alev sağanağıyla karşılaştırarak
hakkında bir fikir verilebilecek bir eserin ötesinden berisinden alınmış böyle
parçaların ne anlamı var?
İnsan bunun
içine daldı mı, korkunç bir akıntı onu alıp götürüyor.
«Beethoven’in armoni saraylarını binlerce notayla ya
da mimarların muazzam katedrallerini binlerce taşla inşa ettikleri gibi,
Swedenborg’un da semavi dünyaları âdeta elle tutulur kıldığı bu sayısız ayet
külliyatına dalmak isteyene, Dante’nin şiiri ancak bir nokta gibi gelir. Orada,
aklınızın da size her zaman destek olmadığı dipsiz uçurumlara yuvarlanırsınız. Evet,
oradan sağ salim normal sosyal fikirlerimize geri dönebilmek için gerçekten
güçlü bir akıl ve zekâya sahip olmak lâzımdır.
«Swedenborg’un, eski bir İsveç âdetine göre ve anısı
kaybolmuş zamanlardan beri adı Latince “-us” takısı almış olan Baron de Seraphitz’e
özel bir muhabbeti vardı. Baron da, içindeki “deruni insan” gözlerini açıvermiş
ve kendisini göğün buyruklarına uygun olarak yaşamaya hazırlamış olan İsveçli
peygamberin en inançlı tilmizi oldu. Kadınlar arasında bir meleksi ruh
aradı; Swedenborg bir tecellide bunu ona buluverdi. Baron’un nişanlısı
Londralı bir ayakkabıcının kızıydı. “Bu kızda,” diyordu Swedenborg, “önceki sınanmalar başarıyla geçilmiş olup, semavi hayat
pırıl pırıl parlıyor.” Peygamberin
dönüşümünden sonra, Baron Jarvis’e geldi ve dualar arasında onun göksel
düğününü yaptı.
«Bana gelince, dostum, bir “görücü” olmayan ben, bu
çiftin yalnız dünyevi eserlerinin farkına varabildim: Hayatı, erdemleriyle Roma
Kilisesi’ne şan ve şeref vermiş olan erkek ve kadın azizlerinkine denk bir hayat
oldu. İkisi birlikte köylülerin sefaletini hafiflettiler, hepsini biraz emek
pahasına olsa da ihtiyaçlarını karşılayan birer servetin sahibi yaptılar.
Yakınlarında yaşayanlar hiçbir zaman öfkeyle veya sabırsızlıkla davrandıklarını
görmediler. Devamlı olarak hayırsever ve tatlı dilli, iyi huylu, nezaket ve
gerçek iyilikle dolu oldular; evlilikleri de hep birlik hâlinde iki ruhun
uyumlu beraberliği oldu. Sesleri yankıda ve düşünceleri sözde birlikte uçan iki
yaban ördeği, belki bu birleşmenin, tam tamına olmasa da bir timsali olabilir.
Burada herkes onlara, ancak bitkinin güneşe duyduğu sevgiyle kıyaslanabilir bir
sevgi besliyordu. Kadın, tavır ve davranışlarında gösterişsiz ve sade, vücut
hatları ve yüzüyle güzel, ve en yüce şahsiyetlerinkine benzer bir asaletteydi.
«Bu kadın 1783’te, yirmi altı yaşındayken bir çocuğa
gebe kaldı. Bebeğin ana karnındaki gelişimi ağırbaşlı bir sevince vesile oldu.
Karı koca, sanki böylece dünyaya veda etmekteydiler. Zira bana, büyük
ihtimalle, çocukları kendi başına var olma yetisi verilip onların hakimim
gerektiren ten elbisesinden çıktığı zaman dönüşeceklerini söylediler. Çocuk doğdu: Şu anda bizi meşgul eden Séraphita’ydı bu; daha
ana rahmine düştüğü andan itibaren anasıyla babası geçmiştekine göre daha da
münzevi bir hayat sürmüş, dualarıyla âdeta göğe yükselmeye çalışmışlardı. Bir
umutları Swedenborg’u görmekti ve inanç bu umudu gerçekleştirdi. Séraphita’nın
doğduğu gün Swedenborg, Jarvis’te tecelli etti ve çocuğun doğduğu odayı ışıkla
doldurdu. Anlatıldığına göre, şöyle demiş: “Eser tamamlandı, gökler
seviniyor!” Evdekiler garip seslerden oluşmuş bir melodi işitmişler.
Dediklerine göre, dört cihetten birden esen rüzgârlarla geliyormuş.
Swedenborg’un ruhu babayı evin dışına çıkarmış, fiyordun kenarına götürmüş ve
orada bırakıp gitmiş. O sırada birkaç Jarvisli Séraphitus’a yaklaşınca, Kutsal
Yazı’dan şu ulvi sözleri mırıldandığım işitmişler: “Dağların üstünde Rabb’in
bize gönderdiği meleğin ayakları ne güzeldir!”
«Evimden çıkmış, çocuğu vaftiz etmek, adını koymak ve
kanunların bana verdiği görevleri yerine getirmek üzere şatoya gidiyordum ki,
yolda Baron’a rastladım: “Sizin göreviniz lüzumsuz,” dedi bana. “Çocuğumuz bu dünyada adsız olacak. Göğün ateşinde
çevrilmiş olanı, dünya kilisesinin suyuyla vaftiz edemezsiniz. Bu çocuk çiçek
kalacak, yaşlandığını görmeyeceksiniz, geçtiğini göreceksiniz; sizde varolmak
var, ondaysa hayat; sizin dış duyularınız var, onda bunlar yok. O, serapa
derunilik...”
«Bu sözler garip, doğaüstü bir sesle telaffuz edildi
ve ben âdeta ışık terleyen yüzünün parlaklığından daha ziyade bu sesten
etkilendim. Görünüşü, Kitab-ı Mukaddes’teki vahiyleri okurken, esinlenmişler
hakkında tasavvur ettiğimiz fantastik suretleri somutlaştırıyordu. Fakat böyle
etkilenmeler bizim dağlarımızın arasında pek nadir değildir; burada süreğen
karların anormal beyazlığı bünyelerimizde böyle şaşırtıcı durumlar meydana
getirir.
– Swedenborg
geldi, az önce ondan ayrıldım, göğün havasım teneffüs ettim, dedi.
– Size nasıl
bir kılıkta gözüktü, diye sordum.
– Fani görünüşü
içinde, 1771’de Londra’da, Cold-Bath-Field semtinde, Richard Shearsmith’in
evinde son kez gördüğümdeki gibi giyinmiş olarak. Üstünde kıvırcık yünlü
kumaştan yanar dönerli, çelik düğmeli takım elbisesi, kapalı yeleği, beyaz
kravatı, ve pudralı lüleleri iki yana sarkan aynı muhteşem peruğu vardı.
Peruğun toparladığı saçları, her yerinde güç ve sükûnet okunan büyük dört köşe
simasıyla uyumlu geniş ve ışıklı alnını meydana çıkarıyordu. Geniş
deliklerinden ateş saçan o burnu tanıdım; daima gülümsemiş olan, ve benim
mutluluğumla dolu şu sözlerin çıktığı o dudakları tekrar gördüm: “Yakında
görüşmek üzere!” Ve semavi sevginin ışıltılarım hissettim.
«Baron’un
yüzünde parlayan inanmışlık tartışmaya girişmemi önlüyordu ve kendisini
sessizce dinliyordum. Sesinde benim de içimi ısıtan bulaşıcı bir sıcaklık
vardı; başkasının hiddetinin bizim sinirlerimizi de germesi gibi, fanatizmi
yüreğimi çarptırıyordu. Sessizce peşinden gittim, evine geldik, ve orada adsız
çocuğu gördüm; esrarengiz bir şekilde kendisini saran annesinin göğsünde yatıyordu.
Geldiğimi duydu ve başını bana doğru kaldırdı. Gözleri normal bir çocuğun
gözleri değildi; aldığım izlenimi ifade etmek istersem, şöyle demeliyim: O
gözler daha o anda görüyor ve düşünüyorlardı.
«Kaderi önceden
yazılmış bu yaratığın çocukluğu, bizim iklimimiz için olağanüstü durum ve
şartlar içinde geçti. Dokuz yıl boyunca kışlarımız alışılmıştan daha ılık
geçti, yazlarımız daha uzun sürdü. Bu olay bilim adamları arasında tartışmalara
sebep oldu. Fakat onların açıklamaları akademisyenlere yeterli göründüyse de,
bunları Baron’a söylediğim zaman sadece gülümsedi.
**
Swedenborg’un
kitaplarında anlatılanlardan
“Ruhlar
mevcutsa bir şeyler yapmaları da gerekir,”
**
«Bronz
asa herkesindir. Ne Musa, ne Yakub, ne Zerdüşt, ne Paulus, ne Pythagoras, ne
Swedenborg, Tanrı’nın ne en meçhul elçileri ne de en ünlü peygamberleri sizin
olabileceğiniz şeyden üstün değildiler. İşin aslı; milletlerin, inanca sahip
oldukları bazı özel anlar vardır, o kadar.
«Maddi
bilim insan çabalarının hedefi olacak olsaydı, insanları bir araya toplayan
büyük ocaklar olan toplumlar, her defasında ilahi el tarafından böyle
dağıtılırlar mıydı?
Medeniyet, türümüzün hedefi olsaydı, akıl ve
zekâ söner miydi?
Yoksa sırf bireysel bir şey olarak mı kalırdı?
Tarihte büyük olan bütün milletlerin
büyüklüğü, istisnalar üzerine kuruludur; istisna ortadan kalktı mı, güç de
ölmüştür.
«Hedef
bilim olsaydı görücüler, peygamberler, elçiler, bilgiye “inanç”ı temel yapmak
yerine, bizzat bilimle uğraşmaya kalkmazlar mıydı?
Kalplerinize seslenmek yerine beyninizin
kapısını vurmazlar mıydı?
Hepsi insanları Tanrı’ya doğru itmek için
geldi. Hepsi, size göklere gitmek için gerekli basit sözleri söyleyerek, kutsal
yolu ilan etti. Hepsi sevgi ve inançla tutuşmuş yanıyor; insan topluluklarının
üstünde uçan, onları saran, canlandıran ve ayağa kaldıran o sözden esinleniyor
ve onu hiçbir insani çıkar uğruna kullanmıyordu. Büyük dâhileriniz; şair,
kral ve bilginleriniz şehirleriyle birlikte göçüp gittiler, çöl onlara kumdan
kefenlerini giydirdi; oysa sözünü ettiğim hâlâ kutlu sayılan bu iyi çobanlar
felaketlerden sonra hep hayatta kaldılar.
«Sizinle
hiçbir noktada anlaşamayız. Aramızda derin uçurumlar var: Siz karanlıklar
yakasındasınız, bense gerçek ışığın içinde yaşıyorum. İstediğiniz bu söz müydü,
bilmem; ama onu sevinçle söylüyorum, zira sizi değiştirebilir. Öyleyse şunu
bilin: Bir madde bilimleri vardır, bir de mana bilimleri. Sizin cisimler
gördüğünüz yerde ben doğurucu bir hareketle birbirlerine yönelen kuvvetler
görüyorum. Benim için cisimlerin karakteri, ilk-özlerinin göstergesi ve
özelliklerinin işaretidir. Bu ilk–özler, sizin gözünüzden kaçan ve bazı
merkezlere bağlı yakınlıklar doğurur. Canlılığın dağıtılmış olduğu çeşitli
türler karşılıklı denklik içinde olan sürekli kaynaklardır. Her biri kendi özel
ürününü üretir.
«İnsan
hem sonuç hem sebeptir; beslenir, ama besler de. Tanrı’ya “yaratıcı” diyerek
onu küçültüyorsunuz. O, zannettiğiniz gibi ne bitkileri, ne hayvanları, ne
yıldızları ayrı ayrı yaratmıştır; zaten işini birkaç ayrı yoldan görebilir
miydi?
**
«Swedenborg’un
da dediği gibi, dünya bir insandır! Halihazırdaki bilimleriniz, yani sizi
kendi gözünüzde büyük yapan şey, görücülerin içinde yüzdükleri ışıkların
yanında pek zavallı kalır. Bırakın, bırakın beni sorgulamayı, dillerimiz çok
farklı! Ruhunuzda bir inanç şimşeği çaktırmak, sizi harmaniyemin bir eteğiyle
örterek duanın güzel iklimlerine çekmek amacıyla bir an için sizin dilinizi
kullandım. Size doğru alçalmak Tanrı’ya uygun düşer mi?
Kaynak:
Honore de Balzac, Séraphita, Fransızca Aslından Çeviren: İsmet Birkan,
Jaguar Kitap, 2013, İstanbul
**
Bir şeyler okurken merak ettiğim bir
noktadan bambaşka noktalara erişmek, eriştirilmek çok güzel bir deneyim.
Bunlardan birini sizlerle paylaşmak isterim.
Başlangıç noktam, Abdülhakim Murad’ın
(Timothy Winter) Etkileşim Yayınları arasında çıkan İslam ve
Hıristiyanlık: Politik-Teoloji Denemeleriisimli kitabıydı. Kitapta bir yerde şunu
diyordu Murad: “19. yüzyıla girerken, ‘Pelagianist-Platoncu’ duruş ('bu
gelenek, İslam’ın temel meseleleri karşısında oldukça ılımlıdır' diyor Murad)
(İngiltere’de) William Blake ile devam etti. Blake ilhamını;
Arthuryen mirastan, Cambridgeli Platonculardan, Jacop Boehme’nin İngiliz
yorumcularından ve Swedenborg’un eleştirel okumalarından alıyordu.”
Bu kısmı okuyup durdum. Swedenborg…
Tanıdık geldi kulağıma. Hafızamı tazelemek için kendisiyle ilgili yazılanlara bir
göz attım. Özet olarak şunlardan bahsedebilirim: Emanuel Swedenborg,
1688-1772 yılları arasında yaşamış İsveçli (tanıdık gelmesi normalmiş demek)
bir bilim adamı, filozof, teolog ve mistik. 1741’de rüyalar ve rü’yetler
(visions) tecrübe etmeye başlayıp manevi bir döneme giriyor. Tanrı tarafından
Hırıstiyanlığı reforme etme amacıyla desteklendiğine inanıyor ve bu amaçla
birçok eser kaleme alıyor.
Swedenborg’un, onu Murad’ın kitabındaki
alıntıya konu yapan görüşlerini merak ediyorum sonra. Neler düşünüyordu ki
Murad ondan ‘eleştirel okumalar’ yapan, İslam’a ılımlı dediği bir duruşa sahip
Blake’e ilham veren biri olarak bahsediyordu? Bu soru üzerine tarama yaparken
ilginç bir kitap çıktı karşıma: Meşhur Fransız şarkiyatçı Henry Corbin’in Swedenborg
and Esoteric Islam (Swedenborg ve Batınî İslam) isimli eseri.
Evet, Swedenborg’un adı İslam ile yan yana yazılmıştı. Demek ki sorduğum
sorunun cevabına yaklaşıyordum. Kitabın Türkçesinin olmadığını fark edip
başladım okumaya.
Kaynak: http://www.dunyabizim.com/Manset/19343/swedenborg-ile-batidan-doguya-bir-yolculuk.html
Corbin’in kitabına önsöz yazan Leonard
Fox, Suzuki’den şöyle bir alıntı yapıyor: “Swedenborg,
Batılıların Buda’sıdır. Okunulması ve takip edilmesi gereken de odur!” Oldukça
iddialı bir tanım bu. Bakalım neden böyle imiş!
Corbin, Batılı anlamdaki ütopya kavramı
ile Farsça bir tabir olan Nâ-kocâ-âbâd (hiçbir yer) arasındaki
farka temas ederek başlıyor kitabına. Bu farkı ortaya koyabilmek adına bazı
temel kavramlara dikkat çekiyor sonra: Bir yanda harici, görünür ve zahir olan;
diğer yanda dahili, görünmez ve batınî olan vardır. Buna göre, maddi gerçekliği
içeren, çevreleyen ve sarmalayan, manevi olandır. Bu sebeple manevi gerçeklik
bir yerde değildir; ‘hiçbir yer’dedir.
Ütopyadan farklılaşan ‘hiçbir yer’
kavramının Batılı teozofi geleneğindeki tam formülasyonunun Swedenborg’da
bulunabileceğini iddia ediyor Corbin ve ekliyor: “Büyük İsveçli vizyoner
Swedenborg’un sözlerinin Sühreverdi, İbn Arabi ya
da Sadi Şirazi’nin sözleriyle uyumu karşısında kişi ancak
çarpılabilir.”
Corbin, yukarıda yapılan girişe binaen,
Swedenborg ile Şia arasındaki yakınlığı incelemeye geçiyor, ki kitabının asıl
amacı da budur.
Swedenborg hermenötiğinin detayına dair
Corbin iki kavram zikrediyor: Tekabüliyetler (correspondences)
ve tasvirler(representations).
Bunlarla ne kastedildiğini Corbin’in şu
örneği iyi açıklamaktadır: Bir yüzün özellikleri onun tekabüliyetlerini oluştururken
ondaki görünüşler tasvirlerdir. Swedenborg’un bu kavramlarla anlatmak istediği
ise şudur: Her bir insanın ‘iç kişi’si (internal person) onun manevi
dünyası iken dışsal varlığı doğal dünyasıdır ve doğal dünyada hiçbir şey yoktur
ki manevi dünyadaki bir şeyi tasvir etmesin ya da manevi dünyada bir
tekabüliyeti olmasın.
Manevi dünyanın detayına inilecek olursa,
Swedenborg’un artan içsellik ve saflığa göre sıralanmış üç cennet tanımına
ulaşılır: Aşağı, orta ve
yüksek cennet. Tıpkı üç cennet gibi İlahi Kelam yani İncil’de de üç
algı tanımlar Swedenborg: Doğal, manevi ve göksel algı. Buna göre
kişi, içinde kendi cennet ve cehennemini taşır. Manevi ve doğal dünya arası
tekabüliyet ve tasvir ilişkisine binaen olsa gerektir bu. Nitekim bir sonraki
ibare bunu doğrular niteliktedir: Dünya ve Cennetin ışığı olmak üzere iki ışık
mevcuttur ve ilkinde var olan her şey ikincisinde var olanın tasviridir.
Üstelik yalnızca ışık değildir çift olan. Isı da çifttir. Böylece, her bir
doğal prensibe karşılık (ister psikolojik ister kozmolojik olsun) bir manevi
prensip vardır. Bu noktada Corbin, Şii hermenötik ile ilinti
kurar, çünkü onda da zahir ve batının eş zamanlılığı vardır.
Swedenborg’a göre tarih, ‘içsel kişi’nin
sürekli bir düşüşünü resmeder. Başlangıç, Antiquissima Ecclesiaolarak
adlandırılan çok eski dönemdir ki bunda cennet ve insan bir ahenk içindedir. Bu
sebeple, insanların gözleriyle gördükleri her şey cennete ait şeylerle aynıydı.
Bu dönem Altın Çağ idi. Fakat gittikçe cennet ile iletişim
zayıfladı. Öyle bir noktaya gelindi ki insan Tufan’ın manevi
yıkımından geçmek zorunda kaldı. Bu seviyede artık dünyadaki zahiri nesneler
dışında bir algı söz konusu olamadı. Cennetten gelen akış, tekabüliyet ve
tasvirler yoluylaydı ancak. Bu ikinci dönemAntiqua Ecclesia’dır
ve Gümüş Çağ’a denk gelmektedir. Bu tekabüliyetler ve tasvirler,
sihrin içinde dejenere olduğundaysa üçüncü döneme yani Ecclesia’ya
geçilmiştir. Sihrin içinde dejenere olma hali bana hemen Hz. Musa ve Firavun kıssasını
hatırlatıyor ki Swedenborg bunu doğrular şekilde bu Bronz Çağı
yapılandıranların İsrailoğullarıolduğunu dile getiriyor. Dördüncü
dönem ise Ecclesia christiana’dır. Bunda cennete ait
şeylerin bilgisi İlahi Kelam’dan yani İncil’den ileri gelmektedir. Demir
Çağı’dır bu. Her bir dönem, Son Yargılama ile son bulur.
Corbin’e göre Swedenborg’un “Yargılama” görüşü, Şiîlikte bir peygamberî
çevrimin bitip diğerine geçişi simgeleyen kıyamet görüşü ile uyuşmaktadır.
Buraya kadar olan açıklamalar üzere Adem ile
ilgili anlatıya geçilmektedir. Manevi kişinin konumu onun içsel durumu yani
bahçesi, cenneti iken göksel kişi, içsel halinin ta kendisidir. Bu bahçenin
ağaçları, sevgi ve zekanın (iyi ve kötüye dair zeka) tüm olası algılarıdır.
Buna göre Swedenborg şunu iddia eder: İmanın gizlerini araştırma isteği, duyu
ve bilimler aracılığıyla giderilmek istendiğinde Antiquissima Ecclesianeslinin
düşüşü hasıl olmuştur. Yasaklı ağaç ya da yasaklı bilgi, ‘duyu üstünü rasyonel
bir şekilde duyusal olanda asimile etme isteği'dir. Hz. Adem kıssasına dair
ilginç bir yorumlama şekli bu. Buna göre Adem ve eşi, ağacın hakikatini ona
dokunarak, ondan tadarak yani duyumsayarak elde etmek istemişlerdi. Swedenborg,
insanınAntiquissima Ecclesia/Homo yani soyut haldeki kişilikten
düşüşünü, insan proprium’u denen şeye bağlılığı ile
açıklamaktadır. Swedenborg’un proprium kavramı nefs tabirini
çağrıştırmıyor mu sizce de?
Adem anlatısına bağlı olarak Swedenborg’un
değindiği bir diğer husus da Havva’nın Adem’in kaburga kemiğinden
yaratılması meselesidir. Swedenborg’a göre erkeğin kaburga kemiklerinden biri
Tanrı tarafından kadın haline getirilmiştir. Burada kaburga kemiği, göğüs
kafesi ve kalbi çevreleyen kemik sisteminin elemanıdır ve proprium’u
temsil eder. Buna göre kadın, erkeğin proprium’udur, özüdür (self).
Kendi kelimelerimle anlatacak olursam, erkeğin kendini kendisinde bulduğudur.
Nuh, Antiqua Ecclesia’dır. Bu
dönemde artık direkt algı değil fakat bilinç ve bilgi vardı, der Swedenborg. Bu
sebepledir ki kişiler artık sadece içsel kişi ile eğitilemezdi, dışsal
kişilikten geçilmeliydi. Buradaki gemi, hayatın sahip olduğu ve onda sahip
olunmaya değer her şeyi içine alanı sembolize eder. Geminin üzerinde salındığı
su, zeka ve bilgi ile ilgili olan şeylerin sembolüdür. Fakat aynı zamanda bilgi
eksikliği, yanlışlama ve yalanı da kapsar. Yani zıddı ile kaimdir. Hemen akla
Kur’ân'da suyun hem olumlu hem olumsuz örneklerle kullanılması geliyor. (Nuh
kavminin helakinde olumsuz bir örnek iken olumlu bir örnek için bkz. Enfal,
11).
Bu noktadan itibaren Şiiliğe dair bilgi
vermeye geçer Corbin. 12 İmam Şiîliği İmamet, 7 İmam Şiîliği
ise İsmailiye olarak adlandırılmaktadır. Ona göre, İslam
düşüncesinde peygamberliğe dair felsefe Şiîliğe çok şey borçludur. Şiîlik'te
peygamberlik ve imamlık (ya da velayet) çiftli bir kozmik harekete denk
gelmektedir: Başlangıç (mebde) ve dönülecek yer (meâd), kaynak
(genesis) ve dönüş, düşüş ve yükseliş hareketleri... Bu ikili hareket bir
yanda tenzil yani vahyin inişine, öte yanda ise tevil yani vahyi asıl amacına
geri döndürmeye karşılık gelir.
Manevi alemlere dair dörtlü bir
derecelendirmede bulunur Şiîlik. Corbin, bunlardan ilk üçünün, Swedenborg’un
tarif ettiği Cennetin 3 derecesine tekabül ettiğini iddia eder. İlaveten, Swedenborg’un
bütün görünür ve görünmez âlemleri kucaklayan Eccleisa’dan
bahsettiği yerde İsmailiye düşünürleri davetten bahsetmektedir, der. Sözlük
anlamıyla bu kelime, “davet”, “çağrı” demektir ve Cennet’te başlayan bir
çağrıdır. Cennetteki ahitleşmeyi çağrıştırmaktadır bu.
Şiîlikteki Adem değerlendirmesine
gelinecek olursa, öncelikle 3 tür Adem birbirine
karıştırılmamalıdır: Yeryüzündeki ilk Adem, peygamberlik döngüsünü başlatan
Adem ve ruhani Adem. Kur’ân’da geçen 6 devirde/dönemde yaratılmaya dair “6 gün”
ibaresi Şiîlikte, her biri bir peygamberin adıyla anılan 6 zaman döngüsüne
işaret eder: Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed. 7. gün,
İmam’ın yeniden ortaya çıkacağı vakittir. Swedenborg’da ise 7. gün, insanın
göksel olarak tahakkuk edeceği zamandır.
İnsanın
12 kaburga kemiği, Adem’i çevreleyen ve ona yardım eden melekleri temsil eder.
Hıristiyanlıktaki 12 havariyi çağrıştırmaktadır bu. İblis bunlardan biriydi fakat bâtının
zahire bağlanabilirliğini reddetti; Adem’i batından ve sembollerin algısından
mahrum etti. Havva,
İblis’in yerine Adem’e verilendir. Adem bâtına dair tüm bildiklerini Havva’ya
irsal eder, onda tersyüz eder. Havva onun eşi ve Hocasıdır. İmam Adem’in
hocası... Yani bâtın dişildir. Zahiri olanı, hukuku belirtmekle yükümlü
peygamber erili, bâtın ve manevi duyu ile beslenmiş İmam ise dişili temsil
eder. İsmailiye’ye göre ağaç, yeniden ortaya çıkan son İmam’ı temsil eder ki
döngüyü tamamlayacak olan da odur.
Nuh’a
gelince... Onun misyonu, insanları zahire davet idi. Su, bilgi ve onunla
ilgili her şeyin sembolüdür. Gemi yapımı davettir. Buna göre, Kur’ân'daki
“Gemi, içindekilerle dağlar gibi dalgalar üstünde akıp gidiyordu.” (11:42)
ayeti, batınî öğretilerle desteklenmiş İmam’ın bilgi denizinde mistik bir gemi
gibi yüzdüğü ve davete icabet edenlerin de ona eşlik ettiği şeklinde
yorumlanır.
Tüm bu karşılaştırmaların ardından Corbin
şu tespitlerle sona erdirir eserini: Şiilik Kristoloji’yi idrak
etme hususunda tamamen rahattır. Fakat bu zamana değin Kristoloji benzer bir
rahatlıkta olamamıştır. Teslis inancını kabul etmeyen Swedenborg teolojisi ise
buna yatkındır.
Bu yazıda Swedenborg ve İslam, özellikle
de Şiîlik arasında karşılaştırma yapan Corbin’in kitabından bahsettik. Gönül
ister ki Swedenborg’u kendisinden okuyalım ve İslamiyet’e dair görüşlerini
kendimiz tetkik edelim. Fakat, yaşadığı dönem bizden bir hayli uzak olan
Swedenborg’un eserlerine ulaşmak kolay değil. İnşallah bir vakit buna da
imkanımız olur.
Zeynep Hafsa
Aström yazdı
http://www.dunyabizim.com/Manset/19343/swedenborg-ile-batidan-doguya-bir-yolculuk.html
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar