Print Friendly and PDF

ERENLER ve TASAVVUF

Bunlarada Bakarsınız



Ahmet KABAKLI
Bugün aklımdan geçen şu idi:
Tasavvuf, gerçi, İslâm’da, ilimde, tarikatta ve âlemde belli idi. Ama özü ne idi?
Özü belli ise şu değişik sözler, hattâ uyuşmazlıklar nereden çıkıyordu?
Din belli, ilim belli... Velâkin tasavvuf da o kadar belli ve açık seçik miydi?
Yoksa, “pir”inin “şeyh” inin şahsiyetine, tarikatına göre bir şekil mi almakta idi?
Öyle olmalıydı ki, bu kadar çok tarikat bulunuyordu.
Bunu düşünürken bir ses, bana:
Bu çeşitlilik ve ihtilâfı, gerçek mutasavvıfların şahsiyet ve heveslerinde değil de, âlemleri Yaradan’ın, sonsuz Tecelli (belirme, görünmelerinde aramanız lâzım, dedi. Kısa yoldan Ermişler Meclisi’ne koşmamı salık verdi. Hayâl kanatlarına binerek Ermişler Mescidi’nin eşiğine vardım. O günkü sohbetin başı, ünlü eseri “Mantıku’t-Tayr”da, kuşları, hak dilince konuşturan Feridüddin Attâr idi. Kulak verdim: Tecelli’yi, “Simurg’u (Anka) timsali ile şöyle anlatıyordu:
“Simurgun şaşılacak ilk işi şudur:
Bir gece yarısı, Çin ülkesinde göründü. O ülkeye kanadından bir tüy düştü. Bütün şehirler birbirine girdi. Herkes, o tüyden başka bir nakış, bir resim elde etti. O nakışlardan birini gören bir çeşit iş tuttu.
Kanadının tüyündeki nakış görünmeseydi âlemde bu kavga, bu gürültü olmazdı. Bütün bu eserler, onun parlaklığından meydana geldi. Bütün bu âşıklar, kanadının bir tek tüyündeki nakıştan zuhur etti. Vasfının ne başı bellidir, ne sonu...
Meclis'te bulunan ve darıltılan yazmış olan Fahreddin Irâkî de, Attâr’ın söylediklerine sanki devanı eder gibi:
“Sevgili her aynada , her lahza başka bir yüz gösterir ve her zaman başka bir surette görünür... Allah 'ın cemâli (güzelliği) yüzbinlerce çehreye mâlik olunca. her zerreye, cemâlinden, başka (değişik) bir yüz göstermektedir.”
Başını önüne eğmiş ve bunalmış hâl içinde görünen, Türkmen külahlı Kaygusuz Abdal, birden söze başlayarak, o iki mürşidin Arapça-Farsça ve derinleme sözlerini sade Türkçe mısralar hâlinde diziverdi:
Bu dünyanın misâli, muazzam şâr'â benzer
Burda bizim ömrümüz, bir tez hazara benzer
Bu şar'ın hayalleri, türlü türlü hâlleri
 Aldatmış gafilleri, câzu ayyâra benzer,
Bu şâr'da hayal çoktur, haddi hesabı yoktur
Bu hayâle aldanan otlar davara benzer.
Tasavvuftaki çeşitliliğin, “tecellimdeki sonsuzluğa hayranlıkta ve çokluk içinde Tek’i arayıp bulmaktaki usul fazlalıklarında olduğunu böylece anlamıştım. Öyle ise... Bekledim... Ermişler, Tasavvufu, kısa kısa tarif etsin, anlatsınlar da, onları zihnime nakşedeyim, dedim.
Meclis, bugün kalabalık, rahmetli Mahir İz hocamızın “Tasavvuf” ve sayın Yaşar Nuri Özrürk’ün: “Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnete Göre Tasavvuf” kitaplarında görülen meşhur sofilerin çoğu, o sohbete ilişmişler. Nitekim Aksaray’daki “Oğlanlar Tekkesi”nin şeyhi İbrahim Efendi 25 beyitlik “Tasavvuf” manzumesini okudu ki, aklımda kalanlar şunlardır:
Bidayette tasavvuf sofi bîcân olmağa derler
Nihayette gönül tahtına sultan olmağa derler
Tasavvuf kalb evinden masiva-llahı gidermektir
Tasavvuf Hakk’ın esrarında hayran olmağa derler
Tasavvuf her nefeste şarka ve garba erişmektir
Tasavvuf bu kamu halka nigâhbân olmağa derler
Tasavvuf cümle zerrât-ı cihanda Hakkı görmektir
Tasavvuf âlem-i akla Süleyman olmağa derler
Tasavvuf, ilm-i Hakk’a sinesini mahzen etmektir
Tasavvuf sofi bir katreyken umman olmağa derler
Tasavvuf on sekiz bin âlemle dopdolu olmaktır
Tasavvuf cümle âlem cismine cân olmağa derler.
Meclis’te bulunan daha eski eşsizler ise, kıldan ince, kılıçtan keskin ve kalemden kısa tasavvuf tarifleri ile sohbeti şenlendirdiler. Cüneydî Bağdâdî’nin şu tarifiyle, akıllar başlan terkeder gibi oldu:
Tasavvuf, Allah’a muamelenin sâflığından ibarettir. Allah’ın, seni senden gidererek, kendisiyle diri kılmasıdır.
Bu tarif Yunus Emre’de şiirli yankılarla alevden sözler kesildi:
Beni, bende demen, bende değilem
Bir ben vardır bende benden içeri
Şiblî, Yunus’un önüne açtığı bu kuyudan başı dönmüş gibi:
Tasavvuf, Allah’ın dışındaki mevcutları görmeğe tenezzül etmemektir. Allah ile ülfettir ve nefsi kontrol altında tutarak, ruhun getirdiği ilhamlara açık olmaktır,
dedi.
Şamlı Ebû Amr, Şiblî’yi başı ile onayladıktan sonra: Tasavvuf, mevcutlardaki eksikliği görebilmek... Ve noksanlıktan arınmış olan Allah’ı müşahede edebilmek için, eksik olan her şeyden yüz çevirmektir diye ilâve etti.
Derken Şeyh Sadeddin-i Mahmud-ı Şebüsterî, biraz da sert bir çıkışla ve Allah’ı anlatmanın imkânsızlığını vurgulayan şu mısraları} la “tarif” furyasına son verdi:
Allah hakkında az çok söz söyleyenler, hep kendi görüşlerini anlatmışlardır. Tanrı’nın zâtı ise, tariften de münezzehtir (arınmıştır), nitelikten de. O, söylenen sözlerin hepsinden yücedir.
Şimdi sohbet edenlerin gözleri Mevlâna oğlu Sultan Veled’de idi. O ise sohbeti, bir rüya tabiriyle bağladı:
Dün gece, bir ihtiyar, rüyamda bana:
Allah, bir “Hadis-i Kudsî”de, “Eğer ben bir kulu seversem, onun gözü, kulağı, dili olurum” buyuruyor. Bunun mânâsı şudur:
Sh:17-20
Kaynak: Ermişlerin Sohbeti- Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyat Vakfı Yayınları, 1- Baskı 2016, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar