FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN YİRMİ ALTINCI KISMI
Rahman
ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
ELLİ
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
İşaret ilmi yakınlaştırma ve uzaklaştırmadır Onun şendeki
seyri ise aslına döndürmek ve istinattır
Onu araştır,
çünkü Allah Teâlâ onu başkalaştırdı İftira ve ilhadın bulunduğu kimse için.
İlâh’m kendisine şöyle dediği kimse
için masumluk uyarısıdır ‘OH’ O da doğru tanık iken ayağa doğruldu.
(Hakkın Yüzünü Şeylerde Görmemek)
Allah
Teâlâ bizi ve seni kendisinden
bir ruh ile desteklesin, bilmelisin ki: Allah Teâlâ yolunun ehline göre, işaret
uzaklığı veya başkasının bulunuşunu dile getirir. Mehâsinü’l-Mecâlis’te bir şeyh şöyle der: ‘İşaret,
uzaklıkta bağırmak ve hastalığının varlığını açığa vurmaktır.’ Burada,
işaretin, hastalığın gerçekleştiğini açıkladığını kastetmektedir. Çünkü illet,
hastalık demektir. Bu durum ‘veya başkasının bulunuşunu’ ifademizdir. Yazar,
burada illeti sebep veya akılcıların terimleştirdikleri illet (neden) anlamında
kullanmaz.
İlletin
hastalık olması şöyle açıklanabilir: İşaret eden kimseden işaret ettiği
şeydeki Hakkın yüzü gizlenmiştir. Şeylerde Hakkın yüzünün gizlendiği kimseden,
iddia meydana gelebilir. İddia ise, hastalığın ta kendisidir. Muhakkiklere
göre, varlıkta Allah Teâlâ’dan başkasının olmadığı sabittir. Biz var olsak
bile, varlığımız O’na bağlıdır. Varlığı başkasına bağlı olan ise yok
hükmündedir. İşaret, bazen sabit olur ve hükmü ortaya çıkar. Bu durumda kime
işaret edildiğinin açıklanması gereldr.
(Şekilci Bilginler ve Sûfîler)
Allah
Teâlâ, âlemi yarattığında insanı da tarz tarz yarattı. Aramızda bilgin-cahil,
insaflı-inatçı, ezen-ezilen, hükmeden-hükmedilen, zorlayanzorlanan,
başkan-başkanlık edilen, emreden-emredilen, hükümdartebaa, hasetçi-haset edilen
kimseler vardır. Allah Teâlâ, kendi ehline karşı şekilci alimlerden daha katı
ve şiddetli kimseleri ise yaratmadı. Allah Teâlâ ehli kendisini kulluğa adamış
ve vehbî bilgi yolundan O’nu bilen insanlardır. Allah Teâlâ onlara yaratıkları
hakkındaki sırlarını bahşettiği gibi kitabının anlamlarını ve hitabının
işarederini de açıklar. Bu bağlamda Allah Teâlâ ehli karşısında şekilci
âlimlerin durumu, peygamberlere karşı firavunların durumuna benzer.
Varlıkta
durum kadim ilmin takdir ettiği üzere böyle gerçekleşince, arkadaşlarımız
işaretlere (diline) yöneldi. Onların bu tavrı, kendisine iftira eden
sapkınlardan dolayı işaret diline yönelen Hz. Meryem’in durumuna benzer.
Binaenaleyh onların Yüce Allah Teâlâ’nın kitabını -ki o kitaba ne önünden ne
ardından anlamsızlık giremezizahları, bir takım işaretlerden ibarettir.
Bununla birlikte bu işaretler, gerçek ve faydalı anlamların yorumudur. Onlar
bu yorumları Kur’an’ın kendi dillerinde indiği dilcilerin bilgilerine ve genel
anlayışa sunsalar bile bütün bu anlamlar, kendilerine döner. Allah Teâlâ, bu
yöntemle onlar için Kur'an-ı Kerim’in iki yönünü birleştirmiştir. Nitekim Allah
Teâlâ şöyle buyurur: cOnlara ayetlerimizi, nefislerinde ve ufuklarda göstereceğiz^
Başka bir ifadeyle ‘ufuklara ve nefislerine’ indirilmiş ayederi onlara
gösterecektir.
Nazil
olan her ayetin iki yönü vardır: Birincisi, (ariflerin) içlerinde gördükleri
yön iken diğerini kendi dışlarında görürler. Şekilci bilginler olan fakihleri
konuya ısındırmak için, içlerinde gördükleri şeye (tefsir yerine) işaret
derler. (Fakihlerin) kötülüklerinden ve bu konuda kendilerini küfürle itham
etmelerinden çekinerek tefsir demezler. Bu durum, fakihlerin Allah Teâlâ’nın
hitabının boyutlarını bilmeyişlerinden kaynaklanır. Arifler, bu konuda hidayet
kanıtlarına uymuşlardır. Çünkü Allah Teâlâ, ehli olan ariflerin kitabı
hakkındaki yorumlarını nassla ifade edebilirdi, fakat bunu yapmadı. Bunun
yerine, genelin diliyle nazil olmuş ilahi kelimelerin içine özel anlamların
bilgilerini soktu. O anlamları ise, kendisiyle onları rızıklandırdığı anlayış
gözünü açtığında bazı kulları anlayabilir.
Şekilci
bilginler insafla hareket etseydi, geçerli saydıkları zahiri gözle bir ayeti
incelediklerinde benzer bir durumu tecrübe ettiklerini anlayacaklardı. Böylece
aynı ayeti anlamada bile derece derece olduklarını görürler. Bazı bilginler bir
ayetin anlamını yorumlamada diğer bilginden üstün olmuş, bilgisi az olan kişi
ayet hakkında geniş yorum sahibinin üstünlüğünü kabul etmiştir. Hepsi de aynı
yoldadır. Söz konusu bilginler kendi içlerinde bir ayetin yorumu hakkında böyle
bir derecelenme bulunduğunu gözlerler. Buna rağmen Allah Teâlâ ehli
anlayışlarını zorlayan bir yorum getirdiğinde, onlara tepki gösterirler. Çünkü
şekilci bilginler, içlerinden Allah Teâlâ ehlinin bilginler olmadıklarına
inanır. Onlara göre bilgi, sadece genelde bilinen öğrenme yoluyla gerçekleşebilir.
Haklıdırlar! Gerçekten de arkadaşlarımız (şekilci bilginlerin tepki gösterdiği)
bilgileri öğrenme yoluyla elde etmiş değildir. Onların bilgisi, rabbani ve
Rahman kaynaklı bir öğretimden meydana gelir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı bir spermden yarattı. Oku, Rabbin
cömerttir. O kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.’430
Şunları söyleyen de Allah Teâlâ’dır: ‘Sizi annelerinizin karnından bir şey bilmiyor iken çıkardı.’431
Başka bir ayette ise ‘İnsanı yarattı, ona beyanı öğretti’432
buyurur. Öyleyse Hakk, insanın öğretmenidir.
Allah
Teâlâ ehlinin peygamberlerin vârisleri olduğundan kuşku duymuyoruz. Allah
Teâlâ peygamberi hakkmda şöyle der: ‘Bilmediği şeyi sana öğretmiştir.’433
Hz. İsa hakkmda ise şöyle demiştir: ‘Sana kitabı, hikmeti ve Incil’i öğretiyoruz.’434
Musa’nın arkadaşı Hızır hakkında ise şöyle demiştir: ‘Ona katımızdan bir bilgi öğrettik.’435
Dolayısıyla şekilci âlimler, ‘bilgi, öğrenmeyle mümkün olabilir’ derken
halelidir. Fakat Allah Teâlâ, peygamber veya resul olmayana öğretmez şeldindeki
kanaatlerinde ise yanılmışlardır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hikmeti dilediğine verir.’436
Hikmet, bilgi demektir. Burada ayet, genel olsun diye, belirsizlik ifade eden men (dilediği kimseye) edatmı
zikretmiştir. Şekilci âlimler ise, dünyayı ahirete tercih ettikleri için, yaratılış yönünü Hakk yönüne tercih etmiş,
bilgiyi kitaplardan ve kendileri gibi insanların ağızlarından almayı
alışkanlık yapmış, kendi zanlarınca bildikleri ve sayesinde sıradan insanlardan
ayrıldıkları şeyler nedeniyle kendilerini Allah Teâlâ ehli saymışlardır. Bu
durum ise, onları Allah Teâlâ’nın öğretim işini sırlarında üstlendiği
kullarının olduğunu bilmekten perdelemiştir. Allah Teâlâ, kitaplarına
indirdiği ve peygamberlerinin diliyle aktardığı şeylerin bilgisini onlara
öğretir. Bu bilgi, ne mümin ne de mümin olmayanın bilgisinin yeddnliğinde kuşku
duymadığı gerçek bilen ve Öğretenden gelen doğru bilgidir.
Çünkü
‘Allah Teâlâ tikelleri bilmez’ diyen kimseler Allah Teâlâ’nın onları bilmediğini
kastetmemiştir. Onlar, bununla Allah Teâlâ’nın herhangi bir şeye dair
bilgisinin yenilenmeyeceğini, bilakis tikelleri, tümelleri bilmesinde içkin
olarak bildiğini kastetmişlerdir. Böylece onlar, mümin olmadıkları halde, Allah
Teâlâ’nın bilgisini kabul etmiş ve bu konuda ifade biçiminde yanılmış olsalar
bile, Hakkı tenzih etmek istemişlerdir.
Binaenaleyh
Allah Teâlâ, inayetiyle bazı kullarının öğretimini ilham ve onlara anlatma
tarzıyla üslenmiştir. ‘Nefse günah ve takvasını ilham etmiştir*37
ayeti ‘nefse ve onu düzenleyene yemin olsun'™
ayetinin ardından gelir. Böylece Allah Teâlâ, nefse, kötüyü takva duygusundan
ayırt etmeyi göstermiştir. Bunu ise, günahtan uzaklaşıp takvayı yerine getirsin
diye nefse bir ilham olarak bildirmiştir. Kitaplar peygamberlere Allah Teâlâ
katından indirildiği gibi (kitabı) anlamak da bazı müminlerin kalplerine Allah
Teâlâ katından indirilmiştir. Peygamberler Allah Teâlâ hakkında kendilerine
söylenmemiş şeyi söylememiş, söylediklerini kendilerinden ve düşüncelerinden
ortaya çıkarmamış, o konuda çaba göstermemiş, bilakis getirdiklerini Allah
Teâlâ katından getirmişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Hikmet sahibi ve övülenin indirmesi.’439
Başka bir ayette ise, şöyle demiştir: ‘Batıl ona önünden ve arkasından gelemez.’440
Hakkında
konuşulan asıl insanın düşünce ve yeteneğinden değil Allah Teâlâ katından
olduğuna ve şekilci âlimler de bunu bildiğine göre, bu asla inanmış Allah Teâlâ
ehlinin onu açıklama ve Allah Teâlâ’nın indirdiği şeyi anlamada şekilci
âlimlerden daha öncelildi olması gereldr. Bu durumda, onun açıklaması da aslı
gibi Allah Teâlâ ehlinin kalplerine Allah Teâlâ katından indirilmiş olur.
Nitekim Ali b. Ebû Talib bu anlamda şöyle demiş: ‘Bu (kendi yorum yeteneğinden
söz ederken) sadece Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına Kur’an hakkında verdiği
anlayıştır.’ Böylece Kuran’ı anlamayı Allah Teâlâ’nın bir ihsanı saymış, bu
ihsanı ‘ Allah Teâlâ’dan anlamak’ diye dile getirmiştir. O halde Allah Teâlâ
ehli, Kur’an’ı başkalarından daha iyi anlar.
Allah
Teâlâ ehli, Allah Teâlâ’nın dünya hayatındaki iktidarı şekilci-zâhir bilginlere
verdiğini ve fetvalar maharetiyle insanlarda hükümran olma gücünü onlara
tanıdığını, onları ‘dünya hayatının zahirini bilen ve
ahiretten gafil olanlar’441
kısmına kattığını görmüştür. Söz konusu insanlar Allah Teâlâ ehlini inkâr
ederken ‘iyi işler yaptıklarım zannetmişlerdir.’442
Bunun üzerine Allah Teâlâ ehli onları kendi halleriyle baş başa bırakmıştır.
Çünkü onlar, nereden konuştuklarını biliyordu ve hakikatleri işaretler diye isimlendirerek onlardan canlarım
korumuşlardır. Çünkü şekilci âlimler, işaretleri inkâr etmez. Kıyamet günü geldiğinde
ise, hepsi hakkındaki durum şairin şu mısraındalci gibi olacaktır:
Tozlar çöktüğünde göreceksin At mıdır,
eşek midir altındaki.
Allah
Teâlâ ehli muhakkik de, (Allah Teâlâ’nın kitabını anlamada) ehliyet sahibi
olduğunu iddia eden kimseden kıyamet günü ayrılır. Bir şair şöyle der:
Gözyaşları parmaklara dökülünce
Ağlayan, ağlar gibi yapandan ayrışır.
Şekilci
âlimler, Ali b. Ebû Talib’in söylediği şu ifade karşısında nerededir: ‘Fatiha
suresi haldcında konuşsaydım, yetmiş deve yüklerdim.’ Acaba bu durum, Allah Teâlâ’nın
Kur’an haldcında vermiş olduğu anlayıştan kaynaklanmaz mı? Fakih ismi, şeklî
bilgi sahibinden daha çok bu gruba yaraşır. Allah Teâlâ onlarm haldcında şöyle
der: ‘Dinde fakih olmanız için ve geriye
döndüklerinde kavimlerini uyarmak
için.’443
Allah Teâlâ onları dini anlama ve uyarmada peygamberlerin yerine koymuştur.
Fakih, basirede Allah Teâlâ’ya davet eden kimse demektir. Nitekim Allah
Teâlâ’nın peygamberi de şekilci âlimlerin hüküm verdiği gibi zannı galip değil
basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet eder. Verdiği fetvada ve Allah Teâlâ’ya
davet ederken söylediği şeyde Allah Teâlâ’dan bir basiret üzere olan kimseden -Ki
o Rabbinden bir delil üzeredirAllah Teâlâ’nın dininde zannı galibiyle fetva
veren arasında ne kadar fark vardır!
Şekilci
âlimin bir özelliği de, kendisini savunurken ‘Rabbim bana anlattı’ diyeni tanımayışıdır.
Şekilci bilgin kendisini ondan daha üstün ve bilgili görür. Allah Teâlâ
ehlinden biri, ‘Allah Teâlâ bu ayetteki bu hüküm ile muradını sırrıma
koymuştur’ veya ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i vakıada gördüm,
kendisinden rivayet edilen bu haberin doğruluğunu ve onun nezdindeki hükmünü
bana bildirdi’ dediğini duyduğunda, bilgi sahibi olanın kendisi olduğunu iddia
eder.
Ebû
Yezid el-Bestami bu hususta ve onun doğruluğu hakkında şekilci âlimlere hitap
ederken şöyle der: ‘Siz bilginizi ölülerden aldınız, biz ise, ölümsüz diriden
aldık. Bizim gibiler, ‘kalbim rabbimden bana aktardı’ der. Siz ise ‘Bana
falanca, falancadan aktardı’ dersiniz. O nerededir diye sorulduğunda, öldü
derler. Aktardığı kimse nerededir? O da öldü.’
Şeyh
Ebû Medyen’e ‘falanca falandan, o da falandan aktarmıştır’ denildiğinde şöyle
derdi: ‘Kurutulmuş et yemek istemiyoruz. Gidin, taze et getirin.’ Böylece
arkadaşlarının himmetierini yükseltirdi. ‘Bu falancanın sözüdür. Sen ne
söylüyorsun? Allah Teâlâ sana ledün ilminin ihsanlarından neyi tahsis
etti?’ Yani, Rabbinizden aktarınız ve ‘falan, falan’ demeyi bırakınız. Çünkü
bu kimseler, onu taze et olarak yemiştir. İlmi veren ise, ölmemiştir ve insana
şah damarından daha yakındır.
İlahi
feyiz ve müjdelerin kapısı kapanmamıştır. Bunlar (mübeşşirat, sahih rüyalar)
peygamberliğin parçasıdır. Yol berrak, kapı açık, amel meşrudur. Allah Teâlâ
kendisine koşan lamseyi karşılamak için daha hızlı koşar. ‘Üç kişi yoktur ki, dördüncüsü O olmasın: ‘Allah Teâlâ, her nerede
iseler, daima onlarla beraberdir.,444 Allah
Teâlâ sana bu kadar yalcınken sen de buna inandığını ve bunu bildiğini iddia
ediyorken, O’ndan bilgi almayı ve O’nunla konuşmayı bırakıp niçin başkasından
alırsın? Rabbinden alsaydın sen, Rabbin ile sözleşmeni yenilemiş olurdun.
(Hâlbuki başkasından bilgi almayı yeğlediğinde) Yağmur bile senden daha üstün
olur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kendisine isabet etsin diye
yağdığında göğsünü ve başını yağmura açardı. Bunun nedeni kendisine
sorulduğunda şöyle derdi: ‘O rabbimin katından yeni gelmektedir.’
Arkadaşlarımızın
Allah Teâlâ’nın kitabının yorumundaki ifadelerine başka bir lafzı değil de
şekilci âlimlerin aşina olmadığı işaret adını vermeleri, Hakkın öğretimiyle gerçekleşmiştir.
Şöyle Ki: İşaret, işaret edilen yönünden değil, işaret edenin kastıyla
gerçekleşir. Arkadaşlarımıza işaret derken neyi kastettiklerini
sorduğunda, onu soruyu soran şekilci âlimin nezdinde ‘iyiye yorma’ yerine
koyarlar. Buna şöyle örnek verebiliriz. İnsan gönlünü sıkan bir durumda bulunabilir:
İşi hakkında düşünür, ardından insanlardan yardım ister, en sonunda adı Ferçc (sıkıntıyı gideren) olan birini
çağırır ve şöyle der: ‘Ey Ferec!’ Bunun üzerine, o adı taşıyan şahıs gönlü
daralmış kişiyi duyar, onu müjdeler ve şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın izniyle
gönlünü açacak kimse geldi.’ Burada kastettiği, adamın içinde bulunduğu
sıkıntıdır. Böylece o kişinin gönlü açılır.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, Kâbe’yi ziyaretini engelleyen müşrilderle, anlaşma
yaparken böyle davranmıştı. Müşriklerden Süheyl adında biri elçi olarak gelince, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘İş kolay olacak (Sehüle’l-emr).’
Böylecc elçinin adını hayra yormuştur. Gerçekten de iş, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in tefeül
yaptığı gibi gerçekleşti: Anlaşma, Süheyl’in vasıtasıyla oldu. Onun babası bu
ismi kendisine verdiğinde, böyle bir şeyi amaçlamamış, sadece oğlunun
başkasından ayırt edileceği özel bir isim olarak vermişti. Bununla birlikte
baba, oğlunun ismini ancak hayır için güzelleştirmek istemiştir.
Allah
Teâlâ ehli Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in işareti dikkate aldığını
görünce, kendi aralarında onu kullanmış, bunun yanı sıra işaretin anlamını,
yerini, vaktini açıklamış, onu kendi aralarında veya içlerinde kendi
cinslerinden olmayanlarla oturduklarında veya nefislerinde bir iş meydana
geldiğinde kullanmışlardır. Allah Teâlâ ehli, kendilerinden olmayanların
bilmediği terimler geliştirmiş, başkalarının onları tanımadığı bir yolda
yürümüşlerdir. Nitekim Araplar, birbirlerini anlamak için ifadelerinde
benzetme ve istiareler kullanmıştır. Kendi topluluklarıyla baş başa
kaldıklarında ise, açık ifadeyle gerçeği dile getirmiş, kendilerinden olmayan
bir kimse yanlarına geldiğinde, terimleştirdikleri lafızlarla konuşmuşlardır.
Böylece yabancı, onların ne hakkında konuştuklarını ve ne söylediklerini anlayamaz.
Bu
tasavvuf yolundaki en tuhaf ve sadece yola özgü hususlardan biri şudur:
Mantıkçılar, dilbilimciler, geometriciler, aritmetikçiler, matematikçiler,
kelamcılar ve filozoflar gibi bilgi taşıyan her grubun kendilerine özgü
terimleri vardır. Onların arasına katılan kimse, üstadın veya uzmanın
eğitimiyle o terminolojiyi öğrenebilir ki, bu zorunludur. Tasavvuf yolu
ehlinde durum bundan farklıdır ve kendi terimleri hakkında herhangi bir bilgisi
olmayan dürüst bir mürid aralarına katıldığında onun doğruluğunu böyle
bilirler.
Allah
Teâlâ onun anlayış gözünü açıp zevkinin başlangıcında onların terimleri
hakkında bilmediği şeyleri Rabbinden alır. Mürid, Allah Teâlâ ehlinden bir grubun
belirli lafızları terimleştirdilderini bilmiyordun Fakat onlarla oturunca,
onlardan öğrenenlerden başkalarının bilmediği terimler ile konuşmaya
başladıklarında, bu dürüst mürid, sanki terimleri koyan kendisiymiş gibi
onların söylediği her şeyi anlar. Bu terimlerle konuşmada onlara katılır ve
kendisi hakkında bu durumu yadırgamaz, bilakis bunları zorunlu ve kendisinden
uzaklaştıramadığı bir bilgiyle bildiğini görür. Sanki bunu her zaman biliyordu
ve bu bilgiyi de nasıl elde ettiğinin farkında da değildir. Bu gruptan
başkalarının arasına giren kimse ise, ancak bir öğretmen sayesinde o özel
terminolojiyi anlayabilir.
İşte,
sûfîlere göre işaretin anlamı budur. Onlar, işareti ancak yabancının huzurunda
veya telif ve eserlerinde kullanırlar.
‘Allah
Teâlâ, hakla söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ELLİ
BEŞİNCİ BÖLÜM
Şeytan Kaynaklı Düşüncelerin Bilinmesi
Allah
Teâlâ bize öğretmiş olsaydı Onda bulunan hikmetleri .
işin
yükseldiğini görürdün - .
Fikir ve
himmet alanından.
İncelirdi artık izhar edemezdi
Cevamiü’l-kelim onu sana.
Düşünceler,
beşincisi olmayan dört kısımdır: Rabbani düşünce, melekî düşünce, nefsî düşünce
ve şeytani düşünce. Burada bir beşinci tür yoktur. Düşüncelerin bilinmesi
meselesini, bu ve başka bazı kitaplarımızda zikretmiştik. Bu bölümde ise,
özellikle şeytani düşünceden söz edeceğiz.
Bilmelisin
ki: Şeytanlar iki kısma ayrılır: Manevi ve maddi kısım. Maddi kısım da, iki
kısma ayrılır. İnsanlardan olan şeytanlar ve cinlerden olan şeytanlar. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘İnsan ve cin şeytanları birbirlerine
süslü sözler fısıldar. Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları iftiraları
ile baş başa bırak.’445
Böylece Allah Teâlâ, şeytanları Allah Teâlâ’ya iftira edenlerden saymıştır.
Bu
iki sınıfın arasında ise insanda manevi bir şeytan meydana gelmiştir. Şöyle
ki: Cin ve insan şeytanlarından herhangi biri insanın kalbine kendisini Allah
Teâlâ’dan uzaklaştıracak bir şey düşürür. Bu meyanda şeytan bazen özel bir şey
atar -ki o belirli özel bir konudur-, bazen ise, genel bir şey atar ve bırakır.
Genel bir şey düşürürse, o şey için kişide insanın ve cinlerin düşünemeyeceği
şeylere bir yol açar. Nefs, o yolda derin anlayış kazanır ve bu kuşkulardan bir
takım şeyler ortaya çıkarır. Onları söylediğinde ise, saptırıcı İblis
kendisinden öğrenir.
Başlangıçta
insan veya cin olan şeytanın kendisine attığı bu genel yolda açılmış yönler manevi şeytanlar diye isimlendirilir. Çünkü insan ve
cin şeytanlarından her biri onu bilemezler ve onu tam bir kasıtla
amaçlamamışlardır. Onlar, öncelikle (bir takım kuşkulara yol açacak) bu kapının
o kişiye açılmasını ister. Çünkü onlar, bu kişinin onu inceleme zekâsında ve
gücünde olduğunu biliyordu. Bu kapıdan girip araştırma yaptığında ise
reddetmesi mümkün olmayan yok edici anlamlar kişiye görünür. Bunun nedeni ille
asildir. Çünkü bu kişi, (şeytanın kendisine verdiği ille düşünceyi) onu sahih
bir asıl edinmiş, ona dayanmıştır. Dolayısıyla, aslı elinden kaçırıncaya kadar
sürekli o asıl üzerinde kafa yormayı sürdürür. En sonunda o aslın dışına
çıkar. İşte bidat ve ar: sularına uyanlar, böyle hareket eder. Çünkü şeytanlar
onlara kuşku duyr ıadıkları bir asıl verir, sonra onlara -anlamadıkları
içinkarıştırmalar bulaşır, böylece sapıtırlar. Bu durum, asalet yönüyle şeytana
nispet edilir. Sapıtan insanlar bu meselelerde şeytanın kendilerinin öğrencisi
olduklarım bilselerdi, ondan uzak dururlardı.
Bu
durumun en çok görüldüğü kimseler Şia, özellikle de İmamiyye mezhebidir. Cin
şeytanları, ilk önce onlara Ehl-i beyt’i sevmek ve bütün sevgiyi onlara tahsis
etmek için gelir (içlerine girer). Onlar, bunu Allah Teâlâ’ya en yüce yalcınlık
sayar. Onlar, Ehl-i beyt sevgisüıden iki yola sapmıştır: Bir grup sahabeye
nefret duymuş ve Ehl-i Beyti öne geçirmedikleri için onlara sövme aşırılığına
varmış, Ehl-i beytin bu dünyevi görevlere daha layık olduklarını
zannetmişlerdir. Başka bir grup ise, sahabeye sövgü saygısızlığına Ehl-i
Beyt’in mertebelerini ve insanlara halife olmadaki öncülülderini nassa
bağlamadıkları için Allah Teâlâ’nın peygamberine, Cebrail’e ve Allah Teâlâ’ya
saygısızlığı da eldemiştir. Nitekim içlerinden biri şöyle iddia etmiştir:
‘Emin’i
gönderen emin değildi (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i gönderen güvenilir
değildi.).’
Bütün
bu sapmalar, sahih bir ilkeden kaynaklanmıştır Ki, o da Ehl-i Beyt’i sevmektir.
Bu sevgi, onların düşüncelerinde bir bozukluk meydana getirmiş, böylece sapmış
ve saptırmışlardır. Dindeki taşkınlığın onları neye sevk ettiğine balcınız!
Onları sınırdan çıkarmış ve işleri zıddına dönmüştür. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Ey kitap ehli! Dininizde taşkınlığa
gitmeyin, birbirinizin arzularına uymayın.’l46
Bir
gruba ise şeytanlar, kuşku duyulmayan sahih bir ilke vermiştir. Bu sahih ilke,
söz gelimi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘iyi bir âdet başlatana
onun ücreti ve o âdeti yerine getirenlerin ücreti verilir’ buyurmasıdır. Şeytanlar,
bu hadise (doğru ilke) göre davranmayı kendilerine sevdirdikten sonra, onları
terk etmiştir. Böylece bazı insanlar, kendisini yerine getirenlerin
sevaplarını elde etmek isteğiyle iyiliğe olan düşkünlüğü nedeniyle, derinden
üzerinde kafa yormaya koyulur bir hayır âdeti geliştir. Kendisine nispet
ettiğinde kabul edilmeyeceğinden endişe ettiği güzel bir âdet meydana
getirdiğinde, onun kabul edilmesi için Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den
hadis uydurmuştur. Bu davranışını da ‘kim iyi bir âdet başlatırsa’ hadisinin
hükmüne girdiği şeklinde yorumlamaya çalışır. Böylece Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem hakkında yalan söylemeyi ve söylemediği ve ağzından çıkmayan
bir şeyi ona söyletmeyi caiz saymış, bunun bir iyilik olduğunu kabul etmiştir.
Çünkü ilkeler, kendisini teyit etmektedir.
Melek,
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘bana kasıtlı olarak yalan isnat eden
kişi, cehennemdeki yerine hazırlansın’ ya da ‘bana iftira eden, herhangi birine
iftira etmiş gibi değildir. Bana iftira eden, cehennemdeki yerine hazırlansın’
buyurmuş olduğunu kendisine hatırlatınca, bütün bu rivayetleri şeytanın
düşüncesine soktuğu fikirlerle tevil eder ve şöyle der: ‘Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in hadisinde geçen durum, sapkınlığa çağırmayla ilgilidir. Ben
ise, sadece bir hayır âdeti ortaya koydum.’ Böyle bir insan, iyi bir âdet
meydana getirmesi bakımından zorunlu olarak ödüllendirilirken Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e iftira ettiği ve söylemediği bir şeyi ondan
aktardığı için ise cezalandırılacaktır.
Halvete
giren ve riyazet yapanlarda bu durum gözlenir. Böyle bir insan, Allah Teâlâ
kulluk kapılarından birini kendisine açmadan önce, başkanlık hevesine kapılır
ve Allah Teâlâ’ya iftira etme cüretinde bulunur. Allah Teâlâ ona öyle bir kapı
açsaydı, dürüstlüğe bağlanır ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
karşısında birinci kişinin yaptığı gibi yapmazdı. Böylece ortaya koyduğu âdeti Allah
Teâlâ’ya nispet eder ve bu davranışını da ‘Allah Teâlâ’dan başka fail yoktur’
ve ‘kullarını konuşturan Allah Teâlâ’dır’ diye tevile kalkar. Böylece, o andan
itibaren davranışlarında zorunluluğu kabul eden bir Eş’arî’ye dönüşür ve şöyle
der: ‘Bütün bunlar hayırdır, ben sadece bu güzel sünneti desteklemek istedim
ye onu desteklerken de Allah Teâlâ’ya isnat ettiğim şeyden daha güçlüsünü
görmedim. Gerçekte bu âdet, Allah Teâlâ’nın bir fiilidir. Allah Teâlâ, onu
benim dilimde icra etmiştir.’
Bütün
bunları, hiç kimseye söylemeden sadece içinden geçirir. İnsanlar ile baş başa
iken ise, bu âdetin Allah Teâlâ’nın velilerine böyle geldiği gibi kendisine de Allah
Teâlâ katından geldiğini iddia eder. Melek, kendisine ‘Allah Teâlâ’ya yalan yere iftira edenden ve vahiy .gelmediği halde bana
vahyediliyor diyenden daha zalim kim vardır’ (o kişi) ben de Allah Teâlâ’nın
indirdiği gibi indireceğim der’447
ayetini hatırlattığında, içinden bunu tevil eder ve şöyle der: “Bu ayet bana
hitap etmiyor. Ayet, fiili kendilerine nispet eden iddia sahipleriyle
ilgilidir.’ Çünkü Allah Teâlâ ‘iftira eden’ demiş, (iftira) eylemini ifade
edene nispet etmiştir. Ben ise bütün fiillerin bana değil, Allah Teâlâ’ya ait
olduğunu söylüyorum. Onları benim dilim vasıtasıyla söyleyen Allah Teâlâ’dır.
Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem namaz hakkmda şöyle der: ‘Allah
Teâlâ kulunun diliyle, ‘Allah Teâlâ kendisine hamd edeni işitti’ diye buyurur.
Burada da durum aynıdır. Ayrıca Allah Teâlâ, ‘bana vahyedilmiş’ diyerek sözü o
kimseye nispet etmiştir. ‘Bana’ sözü de böyledir. Ben kimim ki, bana diyeyim. Söyleyen olduğu gibi duyan
da sadece Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ o kişi hakkmda şöyle buyurmaktadır: ‘Allah
Teâlâ’nın indirdiğinin benzerini indireceğim.’ Ben ise, böyle bir şey
söylemem. Bilakis, vahiy indirmek Allah Teâlâ’ya aittir.”
Bu
kişi, bütün bu meseleler hakkından düşündüğünde, Allah Teâlâ’ya yalan yere
iftira eder, kötü ameli kendisine güzel gösterilir ve onu iyi amel diye görür.
İşte bu, bu iki grup için doğru bir ilkedir. Şeytan onu bu iki gruba aktarmış,
onlarda bırakmış, bu konuda içten bir düşünceyle derinden düşünmeye
koyulmuştur.
İnsan,
düşünceleri haldcında iç görü (basiret) ve ayrım gücüne sahip değil ise, iyi
bile olsa, şeytanın verdiği düşünceyle meleğin ve nefsin verdiğini ayırt
edemez. Bunları doğru bir şekilde ayırt etmez ise asla kurtuluşa eremez. Çünkü
şeytan, her gruba o gruba baskın Hakk göre gelir. Bu meyanda, şeytanın Salih
insanlardaki gayesi, kendisinden (bilgi ve düşüncelerini) almada şeytanı
tanımamalarını sağlamaktır. Bu durumda Salih insanlar, bilgiyi şeytandan
aldıklarını bilmeyip onu Allah Teâlâ’ya nispet eder ve hangi yoldan kendilerine
ulaştığını bilemez. Adeta şeytan, onların bu bilgisizlikleriyle tatmin olur ve
onlarm otoritesinin altında bulunduğunu anlar. Şeytan (görünen) işlerde salih
insanı aldatmayı sürdürür. Böylece kendisine aktardığı düşünceleri onaylatmayı
ve onların Allah Teâlâ katından olduğunu kabul ettirmeyi başarır. Bunun üzerine,
yılanın derisinden soyutlanması gibi salih kişiyi dininden çekip alır. Yılandan
çıkarılan derinin yılana benzediğini düşünebilir misin? Burada da durum
aynıdır.
İblis
Hz. İsa’ya görünüşte yaşlı bir şahıs suretinde gelmiş. Çünkü şeytanın
peygamberlerin içine girme imkanı yoktur. Dolayısıyla peygamberlerin bütün
düşünceleri, ya rabbani ya melekî ya da nefsidir ve şeytanın onların
kalplerinde etkisi yoktur. Allah Teâlâ’nın ilminde lcorunmuşluğu takdir edilmiş
veliler ise, şeytanın kendilerine ulaşmasında değil, sadece düşünce aktarışında
peygamberler gibi korunmuştur. O halde, inayete mazhar olmuş veli, şeytanın
aktardığı düşünce hakkında Allah Teâlâ’dan bir belirtiye sahiptir. (Veli ve
peygamber arasında korunmuşluktalci bu ayrıma dönersek) Bunun nedeni, velinin
yasa koyucu olmayışıdır. Peygamberler ise yasa koyar ve bu nedenle iç
dünyaları korunur.
(Yaşlı
bir surette İsa’ya gelen) İblis, şöyle demiş: ‘Ey İsa! ‘Allah Teâlâ’dan başka
ilâh yoktur’ de.’ İblis, bu konudaki emrine itaat edeceğinden memnun olmuşken
Hz. İsa şöyle demiş: ‘Sen söyledin diye söylemiyorum: ‘Allah Teâlâ’dan başka
ilâh yoktur.’ İblis, üzüntü içinde geri dönmüş.
Buradan,
bir şeyi bilmek ile ona inanmak arasındaki farla ve mutluluğun inanmada
bulunduğunu anlarsın. İnanmak, bildiğin şeyi söylemendir. Senin söylemiş
olduğun şey ise, ille peygamberinin -Ki o Musa’dırikinci peygamberin hakkında
-ki o da Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’dirsöylediği sözdür, yoksa
bildiğin için ya da birinci sözden dolayı değil. Bunu yaparsan, iman sahibi
olduğuna tanıklık edilir ve mutluluk sana ulaşır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’e kendi ilk peygamberinin sözü nedeniyle değil de Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin sözü nedeniyle iman ettiğini söylersen, ikiyüzlü
olursun. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey iman edenler.5448
Burada Allah Teâlâ Ehl-i kitabı kasteder ve Ehl-i Kitab (Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem hakkında) söylediklerini peygamberleri İsa veya Musa’nın
emriyle söyleyen ya da önceki kitaplardan birine inanmış kimselerdir. Bu
nedenle Allah Teâlâ onlara ‘Ey iman edenler’ demiş, ardından ‘peygamberlerime
inanın ve ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh yoktur’ deyin diye buyurdu. Başka bir
ifadeyle kendi bilginizden veya önceki peygamberinize inandığınız için değil, Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem söylediği için ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh
yoktur’ deyiniz, iki imanı birleştiriniz ki, iki sevap elde edesiniz.
Şeytan,
bu kadarıyla insanı şaşırtmakla tatmin olur. Böylece insan, Allah Teâlâ
katından olan şey ile melek, nefs ve şeytan yolundan gelen arasındaki farkı
bilemez. Allah Teâlâ, sayesinde düşüncelerinin mertebelerini öğrenebileceğin
bir alameti senin için yaratır. Bu meyanda, itaader hakkında bile olsa şeytanî
düşünceleri öğrenmeni temin edecek alamet, onların tek bir işte sabit olmayışı
ve belirli bir konuda bir düşünceden başka bir düşünceye hızla değişmesidir.
Çünkü şeytan hırslıdır ve o, ateşin alevinden yaratılmıştır. Ateşin alevi
hızla hareket eder. Başka bir ifadeyle, İblis’in yaratılış özelliği tek bir
halde kalmamaktır. Dolayısıyla İblis aslının hükmüne bağlıdır. İnsan ise,
topraktan yaratılmış olduğu için, sabit kalma özelliğindedir. Toprağın
özelliği, soğukluk ve kuruluktur. Bu nedenle insan, işinde sabit ve
yerleşiktir. Aynı şekilde, melek veya şeytan kendilerini hareket ettirmediği
sürece, nefs kaynaklı düşünceler de sabittir.
Şeytanî
düşüncelerin temel konusu, yapmak veya yapmamak olarak, haramdır. Bunu yapmak
veya yapmamak olarak çirkin görülmüş davranışlar takip eder. Birincisi, sıradan
insanlarda, ildncisi sıradan insanların abitlerindedir. Bazen şeytanî düşünce,
Allah Teâlâ yoluna girmiş kimselerden başlangıç düzeyinde bulunanlar için
mubahla, bazen Allah Teâlâ ehlinin orta derecelerindekiler için -ki onlar sema’
ehlidirmendubla ilgili olabilir. O şeytan, her grubu o gruba baskın hal
yönünden şaşırtır. Çünkü şeytan, tuzak ve aldatma noktalarım pekiyi bilir.
Şeytan
ariflere farz ibadetierle gelir, Allah Teâlâ karşısında herhangi bir emri
yapmaya niyetleninceye kadar kendileriyle kalır. Bir ibadete niyetlenmek,
gerçekte, arifin Allah Teâlâ karşısındaki yeni bir taahhüdüdür. Şeytan ariften
bu ibadeti yapma hususunda bir güvence alıp arif onu yapmaya niyetlenince
geride artık sadece onu yapmak kalır. Bu kez şeytan, dinen ilkinden daha üstün
başka bir ibadeti arife gösterir. Arif de, vaktini zayi edeceğini düşünerek,
ilkini terk eder, İkinciye başlar. İblis ise, söz verdikten sonra, Allah
Teâlâ’ya verilen sözü bozdurduğu için sevinir. Arifin ise, bundan haberi bile
yoktur. İşin başında, bu fiilin şeytandan olduğunu bilseydi, onu nasıl
reddedeceğini ve alacağını bilirdi. Nitekim Hz. İsa ve peygamberlerin vârisleri
olan Allah Teâlâ ehlinden metanet sahipleri böyle yapmıştır. Onlar, güzel
olmasına rağmen, bu fiili şeytan kaynaldı düşüncelerden sayar. -
Aynı
şekilde şeytan, Ehl-i Kitap’tan olan münafığa da böyle gelir ve ona şöyle der:
‘Senin peygamberinin bu adamı (Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i ve
onun peygamberliğini) müjdelediğini bilmiyor musun? Bu adamın, senin
peygamberinin sözünü ettiği kimse olduğunu biliyorsun. Peygamberlik ise, onu
ve senüı peygamberini birleştirir. O zaman Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’e kendisi söylediği için değil, senin peygamberin bunu söylediği içm ‘Allah
Teâlâ’nın peygamberisin’ de. Aralarında bir fark yoktur. Bunun üzerine münafık
‘sen Allah Teâlâ’nın peygamberisin’449
der. Allah Teâlâ ise, onları yalanlamış ve şöyle buyurmuştur: ‘Münafıklar
gelip -senin Allah Teâlâ’nın peygamberi olduğuna tanıklık ederizder.’ Onların
böyle söylemesi, şeytanın onlara aktardığı düşünceden kaynaklanır. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Kuşkusuz Allah Teâlâ, senin O’nun
peygamberi olduğunu bilir. Allah Teâlâ, münafıkların yalana olduğuna tanıklık
eder.’450 Yani Allah Teâlâ ‘Sen Allah Teâlâ’nın
peygamberisin’ sözünü kendi sözlerine göre değil, senin sözün nedeniyle söylediklerini
belirtirken onları yalanlar. Kur’an Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
peygamberliğini (onların söylediği anlamda) kastetmiş olsaydı, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in peygamberliğini reddetmiş olurdu.
Böylece,
kendisinden sakınasın diye, şeytanın insanların nefislerine nasıl ve nereden
girdiğini açıkladım. Şeytanın verdiği düşünceyi öğrenmeni sağlayacak bir
alameti sana vermesini Allah Teâlâ’dan dile! Allah Teâlâ, sana genelde şeriat
ölçütünü vermiş, farzlarını, mendublarını, mubahlarını, haramlarını ve
mekruhunu ayırt etmiş, bu konuyu kitabında ve peygamberinin dilinde hükme
bağlamıştır.
Bir
haram ya da mekruhu işlemekle ilgili bir düşünce aklına geldiğinde, kuşkusuz
bir şekilde bu düşüncenin şeytandan olduğunu bilmelisin; mubahı işlemek
hakkında geldiğinde ise, kuşkusuz bir şekilde onun nefisten geldiğini
bilmelisin. Şeytan haram veya mekruhla ilgili bir düşünce getirdiğinde, ister
onu yapmak haram ister yapmamak farzı terk şeklinde olsun, ondan uzak dur.
Mubahta ise serbestsin. Daha çok kazanç istersen, mubahtan uzak dur, farz veya
mendub fiillerle ilgilen. Mubah davranışları işlerken onun mubah olduğunu
bilerek işle. Unutma ki Şâri, o davranışı sana mubah kılmasaydı, onu
yapamazdın. Bu durumda, mubah olması yönünden değil, sadece Allah Teâlâ
katından bir hüküm olduğuna inanman yönünden, mubah eyleminde bile ödüllendirilirsin.
Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ölümünden sonra hüküm değişmez.
Hüküm, şeriatın aynıdır ve hiç kuşkusuz bu kapı kapanmıştır. O halde mubah,
mubahtır, hiçbir zaman farz veya haram olmayacağı gibi bütün hükümler böyledir.
Bir
farz hakkında sana bir düşünce geldiğinde ise, tereddütsüz bir şekilde ona
yönel, çünkü hiç kuşkusuz o düşünce melektendir. Bir mendup hakkında bir
düşünce gelirse, ille düşünceyi aklında tut ve onda karar kıl. Çünkü böyle bir
düşünce bazen İblis’ten olabilir. Daha üstün ve değerli başka bir mendup
nedeniyle onu terk etmene dair bir düşünce aklına gelirse, sakın ilkini
bırakma ve onda sebatkâr ol. İkinciyi de aklında tut ve birinciyi mutlaka yap.
Birinciyi tamamladığında İkinciye başla ve onu da yap. Böyle yaptığında, şeytan
amacı gerçekleşmediği için hüsrana uğramış bir şekilde geri döner. Bu ilaç
sayesinde şeytanın hastalığını kendinden giderirsin ve Hz. Ömer’in davranışını
takip eden ldmse (Ömeriyyü’l-makam) olursun. Kendisine böyle davranırsan, şeytan
bir vadide karşına çıksa, mutlaka yolunu değiştirir.
Dikkatini
çektiğim konuyu aklında tut. Çünkü Allah Teâlâ iyiliklere koşanları övmüştür.
Bu bölüm için bu kadarı yeterlidir.
‘Allah
Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ELLİ
ALTINCI BÖLÜM
Tümevarımın, Doğru ve Yanlışının Bilinmesi
Tümevarımın anlamlarda bir tanımı
vardır Adamlardan güçlü kişi ona bağlanır. .
. Onun bir
hükmü vardır ve sana bilgi vermez Onun sureti gölgeler mesabesindedir
Delillerin çatışması onda gerçekleşir
Misalin şahsı karşısında göz nerededir?
Zanların karşılıklı inişi ve onlardan
Aşağılara inişi sana verir
Tümevarımla
kesin bir hüküm verme
Ceylan
gözleri birbirinin aynı değil -
Tümevarımla bilgiler ortaya çıksa bile
İncelmeyle cılızlık aynı hükme sahip değildir.
İmam
Müslim, es-Sahih’te Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğu kutsi bir hadis aktarır: ‘Melekler şefaat eder, peygamberler şefaat eder, müminler şefaat eder,
geride ise, merhametlilerin en merhametlisi kalır:45'
Böylece Allah Teâlâ, kendisini merhametlilerin en merhametlisi
diye isimlendirmiştir. Bir ayette, ‘ben bağışlayanların en hayırlısıyım,4S2
buyurur. Sahih bir kutsî hadiste ise şöyle buyurur: ‘Ben kulumun bana olan
zannı üzereyim. Kulum benim hakkımda iyi zanda bulunsun.’
Varlığı
tümevarımsal olarak incelediğimizde, asıl iyiliklerden sadece güzel huyların
çıktığını gördük. Örnek olarak, iyilik yapana iyilik yapmak, kötülük yapanı
bağışlamak, hatayı affetmek^ haksızlığı gidermek, mazereti kabul etmek, hata
yapanı hoş görmek gibi güzel huylan verebiliriz. Bunları inceledik ve yanlış
olmadığını gördük.
Nitekim
Arap şair şöyle der:
‘iyilikler
damarlarda akar’.
Allah
Teâlâ güzel ahlâk sahibi olmaya yaratıklarından daha layıktır. Burada
tümevarımın doğruluğu metafizik bahislerde geçer. Yanlış tümevarım ise
inançlarda kullanılamaz. Çünkü inançların dayanağı, açık kanıtlardır. Şöyle
ki: Kendisinden fiil çıkan her şeyi tümevarım olarak araştırsaydık, bütün fiil
sahiplerinin cisim olduğunu görürdük. Ardından (bu yargımıza göre) şöyle bir
hüküm vermemiz gerekirdi: Alem Hakkın sanatı ve fiilidir. Sanatkârları
araştırdık ve cisim sahibi olmayan herhangi bir sanatkâr bulamadık. O zaman
(âlemin yapıcısı) Hakk da cisimdir (yargısına ulaşmış olurduk).
Allah
Teâlâ, böyle bir şeyden münezzeh ve yücedir.
Sonradan
yaratılmışlar hakkındaki kanıdan da araştırdık: Özü gereği bilgili kimse
bulamadık. Kanıt, her şeyin zatına ilave nitelik nedeniyle bilen olabileceğini
verir Ki, söz konusu nitelik bilmek diye isimlendirilir. Bu niteliğin
bulunduğu kimsedeki hükmü, o şahsın bilen olmasını sağlamaktır. Hakkın bilen olduğunu öğrendik. Dolayısıyla O’nun
bir bilgisi olmalı ve bu bilgi (tümevarımımıza göre) zatına ilave bir şey
olmalıdır.
Gerçek
böyle değildir. Allah Teâlâ bilen, diri, güç yetiren, kahreden ve haberdar
olandır. Bütün bunlar ise, zatına ilave (nitelikler) değil, kendisinden
kaynaklanır. Çünkü bu nitelikler zatına ilave bir şeyden kaynaklansa ve zatın
yetkinliği de bunlara bağlı olsaydı, Allah Teâlâ’nın yetkinliği zatına ilave
bir şey olur, bu ilave şey var olmadığı sürece eksiklikle nitelenirdi. Bu
durum, tümevarımdan kaynaklanır ve bu tavır, kelamcıların Allah Teâlâ’nın
şifadan hakkında ‘sıfadar ne O’dur ne O değildir’ demeye sevk eden amildir. Bu
konuda yüce mertebeye yaraşmayan bir çeşit tümevarım vardır.
Bu
ilave nitelikleri benimseyenler (onun yanlışlığını) fark edince, onu ifade
etmede başka bir yol takip etmiş ve şöyle demişlerdir: ‘Biz onu tümevarım
yöntemiyle öğrenmedik, sadece delil, kendisinde bilginin bulunduğu kimsenin
bilen olabileceğini vermiştir. Bu durumda bilginin bilenin zatına ilave bir
şey olması gerekir. Çünkü o, manaların niteliklerindendir. Zatın kalması
yanında onun ortadan kalkması düşünülebilir. Delil, bunu verdiğinde, görünen
ve görünmeyende, başka bir ifadeyle Hakk ve yaratılmışta onu uyguladık.’
Bu
yaklaşım, onların kaçışı ve doğruluktan sapmalarıdır. Ardından, bu görüşü,
kendilerinden aktardığımız şu ifadeleriyle desteklemişlerdir: ‘Allah Teâlâ’nın
sıfatları ne O’dur ne O’ndan başkadır.’ Böylece, başkalarının imkansız gördüğü
bir tanımla iki başkayı tanımlamışlardır. Onlara, ‘sıfatlar (zat üzerine)
ilave midir’ diye sorsan, ilave olduklarını itiraf ederler. İşte bu,
tümevarımın ta kendisidir. Bu nedenle şöyle dedik: Allah Teâlâ’yı bilmede
tümevarım uygun bir yöntem değildir ve tümevarım gerçekte bilgi ifade etmez.
Biz onu sadece din ve örfe göre -akıl halamından da değilgüzel ahlâktan kabul
ettik. Çünkü akıl, Allah Teâlâ’nın ‘dilediğini yapan’ olduğunu ve herhangi bir
yaratılmışın O’nunla kıyaslanmadığı gibi kimsenin de Allah Teâlâ ile
kıyaslanamayacağını ifade eder. Dinî kanıtlar ise, Allah Teâlâ’nın kullarına
iyilikle ve Allah Teâlâ hakkındaki zanlarına göre davranacağını bizim
nezdimizde ortaya koyan hususları getirmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlara Allah Teâlâ’dan beklemedikleri şeyler görünmüştür.’4S3
Yani, Şâri’nin ortaya koyduğu gerekler nedeniyle, her iki yerde de beklemedikleri
şeyler onlara görünür.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, uyuduğu veya unuttuğu için namaz vaktini kaçıran
kişinin uyandığında ve hatırladığında namaz kılmasını söylemiştir. Acaba namazı
her gün o vakitte mi kılar? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e bu soru sorulmuş,
o ise şöyle yanıt vermiştir: ‘Allah Teâlâ size faizi yasaklamışken sizden faiz
almaz.’ Böylece Allah Teâlâ’nın övdüğü herhangi bir güzel ahlâkla önce
kendisinin kullarına muamele ettiğine dikkat çekmiştir. Allah Teâlâ, kötü bir
huyu kınamış ise, ilahi mertebe böyle bir huydan daha da uzaktır. İşte böyle
bir sanatta (ahlâk) bu şerî kanıtlar ile tümevarım caiz olabilir. Bunun
dışındaki alanlarda ise caiz olmaz.
Böylece
muameleler
alanında tümevarımın doğrusuyla yanlışını açıkladım. Tecellilerdeld tümevarıma
gelince; (öncelikle belirtmeliyiz Ki, yapım ürünü anlamındaki) sinaî maddenin
-hepsini değilsadece bazı suretleri kabul ettiğini gördük. Ahşap, sandalye,
minber, taht, kapı suretini kabul edebilirken gömlek, örtü veya şalvar suretini
kabul etmez. Hâlbuki kumaş, bu ikinci suretleri kabul ederken o da bıçak veya
kılıç suretini kabul etmez. Suyun bulunduğu kapların ve girdiği renklilerin
suretini aldığını ve renkli kapların da mavi, beyaz ve kızıl renkte
nitelendiğini gördük. Cüneyd’e marifet ve ariften sorulduğunda şöyle cevap
vermiş: ‘Suyun rengi kabının rengidir.’
Bütün
unsurlar âlemini ve felekleri tümevarımla inceledik: Her unsurun ve feleğin
belirli suretleri kabul ettiğini, bazılarının ise diğerlerinden daha çok kabul
ettiğini gördük. Her şeyin maddesini inceledik, onun bütün şekil ve cisimlerin suretlerini
kabul ettiğini gördük. İşleri (durumları) inceledik, latifleştiklerinde pek çok
sureti kabul ettiklerini gördük. Ruhları inceledik, onların sûreterde
şekillenmede bütün zikrettiklerimizden daha kabiliyetli olduklarını gördük.
Sonra, hayali inceledik, onun sureti olan her şeyi kabul edip sureti olmayanı
ise biçimlendirdiğini gördük. Böylece hayal, sûreterde çeşitlenmede ruhlardan
daha genişti.
Ardından
gayb âlemine tecellilere geldik. Oradaki durumun zikrettiklerimizden daha
geniş olduğunu gördük. Gaybın bunu isimler yaptığını gördük. Her isim,
tecellilerde sonsuz suretleri kabul eder. Hakkın ise bütün bunların ardında
bulunduğunu anladık: ‘Gözler O’nu idrak edemez, O gözleri idrak eder. O, latiftir
ve her şeyden haberdardır.'4*4
Ayet, idrak edilemeyişi anlatırken el-Latif ismini getirmiştir. Çünkü letafet,
duyuyu idrakten perdeler. Böylece latiflik, akledilir, fakat görünmez. Allah
Teâlâ, idrak edilemez olduğu niteliğinde el-Latif ve el-Habîr diye isimlendirilmiştir.
Bunun anlamı, Allah Teâlâ’nın yaratıkların kendisini idrak edemeyeceği kadar latif olduğudur. Bununla beraber, ortada
kendisine dayanılan bir şeyin bulunduğu da bilinir ve akledilir.
Kur’an-ı
Kerim söz konusu ayette el-Habîr ismini fail (sıfat-ı müşebbehe, sürekli haberdar
olan) kalıbında getirmiştir. Bu kalıp, dilde meful anlamına da gelebilir. Buna
örnek olarak katil
kelimesinin öldürülen ve cerîh kelimesinin de yaralanmış anlamına gelmesini
verebiliriz. Burada kastedilen ve en uygun yorum, bu meful anlamıdır. Bazen kalıp,
fail anlamına da gelebilir. Buna örnek olarak, alîm kelimesinin bilen anlamına gelmesini verebiliriz. Bazen
fail anlamında da kullanılmış olabilir, fakat o uzak bir ihtimaldir ve ayetin
bağlamı bunu göstermez. Çünkü ayetin bağlamı, kalp gözünün değil, gözlerin
idrakiyle ilgilidir. Çünkü Allah Teâlâ, bizi kendisini bilmeye ulaşmaya teşvik
etmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığını bil.’
Kanıtları incelemeden Allah Teâlâ bilinmez. Dolayısıyla kanıdan incelemek, bu
konudaki gücün bize verdiği ölçüde onu bilmeye sevk eder. Bu nedenle, burada
el-Habîr kelimesini meful
anlamında tercih ettik. Yani, gözler kendisini idrak edemese bile, bilinen ve
akledilen demektir. Bu bölümde tümevarımla ilgili bu kadar açıklama yeter.
Tümevarımın
bu mertebede bilgi ifade etmeyişinin nedeni, belirli suretleri kabul ettiğini
söylediğimiz her aslın (kabul ettiği) suretlerde sayısız mertebelerin
tekrarlanmasının mümkün, hatta bunun gerçekleşmiş olmasıdır -ki gerçekleşmiştir.
Bu durum, Cebrail’in defalarca Dıhyetü’l-Kelbî suretinde geldiği şeldinde rivayetierde
yer almıştır. Allah Teâlâ tek bir şahsa iki kez aynı şekilde tecelli etmez veya
iki şahsa tek bir surette görünmez. Buradan tümevarımın bilgi ifade etmediğini
anladık. Çünkü tecelli mertebesi, tekrar kabul etmez. Tecelli, tekrar olmayış
yönünden tümevarım hükmünün dışına çıkmış, suretlerde halden Hakk girme
yönünden ise ona eldenmiştir. Suretlerde halden Hakk girme konusu (Allah Teâlâ
kıyamet günü farklı suretlere girer anlamındaki bir hadise atıf), İmam
Müslim’in iman
kitabında şefaat
hadisinde yer alır. Öyleyse hiçbir konuda tümevarıma güvenilmez: Ne hallerde,
ne makamlarda, ne menzillerde ne de tecellilerde tümevarıma güvenilebilir.
‘Allah
Teâlâ, hakkı söyler, doğru yola ulaştırır.’
ELLİ
YEDİNCİ BÖLÜM
İlham Bilgisini Çıkarımda Bulunma Türlerinden Biri Yoluyla Elde Etmenin Bilinmesi.
Nefsin Bilinmesi.
Vereninin
hoşnut olmayacağı bir yerde bulduğun
Bir ilham ile sakın hüküm vermeyesin.
Örnek
şeriatını tashih edilmiş olarak say.
Çünkü o
kazananın devşirdiği bir üründür.
Onun için
hem günah hem de iyilik vardır.
Yollarını
yüceltir ve mezheplerini alçaltır
Ondan sakın, onun her grupta
Bir hükmü vardır ki, kazançları bizde
bilinmediğinde
İlhamdan onun suretini talep
etmeyesin.
Çünkü İblis’in vesveseleri sana eşlik
eder
Şeklinde ve suretinin tertibinde -
Ayrışsa bile, anlam ona benzer.
(Nefs İyilik ve Allah Teâlâ Korkusunu
Kabul Eden Bir Yerdir)
Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Nefse ve onu düzenleyene, ona iyilik ve kötülüğünü ilham edene yemin
olsun ki:455 Başka bir ayette ise, ‘şunlara ve şunlara rabbinin ihsanından yardım ederiz. Rabbinin ıhsam
kısıtlı değildir’456 buyrulur.
Allah Teâlâ, nefsi, kendisine ilham edilen günah ve takvayı kabul eden bir
mahal yapmış, nefs de günahı ve takva duygusunu ayırt ederek günahtan sakınır
(sakınabılme özelliğinde iken), takva duygusunun ise yolunu tutar. Öte yandan
şunu ifade eder: Allah Teâlâ kendisine ilham ettiği şeyle nefsin günah ve takva
duygusunda bir çaba ve kazanımı olmaktan soyutlamıştır. Nefs, sadece dince
ister günah ister takva olsun, fiilin ortaya çıkması için bir mahaldir. O
halde nefs, bu iki hüküm arasındaki orta berzahtır.
Allah
Teâlâ, insanın nefsine mubah düşüncesini nispet etmemiş ve ilhamını
da ona vermemiştir. Bunun nedeni, mubah fikrinin nefs için zatî bir düşünce
olmasıdır. Binaenaleyh bizzat nefsin yaratılışıyla, mubahın varlığı da ortaya
çıkar. Dolayısıyla mubah, nefsin ancak kendisiyle düşünülebileceği nefsî
özelliklerden biridir. Mubah, yani mubah düşüncesi, gerçekte insanın gülmesi
gibi, (nefse özgü) özel bir niteliktir. Mubah, kurucu özelliklerden (fasl)
biri olmasa bile, insan için betimleyicigereldi bir tanımdır. Çünkü nefsin
özelliği, (kendisinden) zararı uzaklaştırmak ve yararı çekmektir. Bu ise,
şeriat hükümleri içinde özellikle mubah kısmında bulunabilir. Çünkü mubah,
yapılması ve yapılmaması eşit, bu nedenle de, karşılığında ödül veya dinen
sorumluluğun bulunmadığı davranıştır. Bu durum, tesviye etmek, düzenlemek kelimesinden gelen
ve ‘onu düzenledi’ ayetinde belirtilen durumdur. Mubah, bir şeydeki itidal
halidir. ‘Seni tesviye etti ve itidal verdi.’457
Allah Teâlâ böyle yapmakla insana ihsanda bulunmuştur. Şeriatın hükümlerinin
kısımlarında, itidali gerektiren ve itidali veren mubahtan başka bir kısım
yoktur. O halde nefs, özü gereği ve özelliği nedeniyle mubahı talep eder ve bu
nedenle Allah Teâlâ, nefsi mubahın kendisine ilham edilmesiyle nitelememiştir.
Allah
Teâlâ, nefse günah ve takvayı kimin ilham ettiğini zikretmemiş, faili
gizlemiştir. Anlaşıldığı kadarıyla, gizli zamir ‘onu düzenledi’ ayetindeki
zamire döner ki, o da, Allah Teâlâ’dır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
‘meleğin insanda bir tesiri bulunduğu gibi şeytanın da bir tesiri vardır’ -ki
meleğin tesiri itaat, yani takva, şeytanınla ise günah, yani fücurdurhadisini
dikkate alan kimseye göre ise, ‘ona ilham etti’ ifadesindeki zamir takva söz
konusu olduğunda meleğe, günahta ise şeytana döner. Allah Teâlâ, aralarındaki
ilişkinin uzaklığı nedeniyle, o ikisini tek bir zamirde toplamamıştır. Her şey,
Allah Teâlâ’nın kaza ve kaderine bağlıdır.
Bu
noktada, ‘Takvayı ilham eden Allah Teâlâ, günahı ilham eden ise şeytandır’
denilemez. Çünkü böyle söylemek, iki düşünceden birinin diğerine baskınlığı
nedeniyle, bilgisizlik ve edepsizlik taşır. Günah, takvadan daha baskındır.
Böyle söylemenin edepsizlik olmasının başka bir nedeni ise, ayette şöyle
buyrulmuş olmasıdır: ‘Sana isabet eden her iyilik Allah
Teâlâ’dan, her kötülük de ne/sindendir,’458
Bu ayette Allah Teâlâ ismi açıktır. Ayette geçen günah ise, dinen günah olan
şey değildir, böyle olsaydı, fücur olurdu. Ayette kastedilen, insanın
maksadına uygun olmayan ve onu üzen şeylerdir. Bu ise, görünüşte onların, yani
kâfirlerin ifadesidir. Çünkü onlar, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi
uğursuz sayıyordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ, peygamberine şöyle demeyi emretti:
‘Her şey Allah Teâlâ katındandır. Bu kavme ne oluyor ki, sözü anlayamıyorlar?’
Yani, içlerinde gerçekleşen olayları anlayamıyorlar. Allah Teâlâ, onların
şöyle, söylediğini kendilerinden aktarır: ‘Onlara bir iyilik ulaşırsa, bu Allah Teâlâ’dandır derler; bir kötülük,
yani kendilerini üzen bir şey ulaşırsa, bu senin katındandır derler. Sen ise,
(iyiliğiyle, kötülüğüyle) hepsinin Allah Teâlâ katından olduğunu söyle.’459
Bu durum, ‘uğursuzluğunuz Allah Teâlâ
katındandır’460 ifadesinde belirtilir.
‘Ona ilham etti’ ayetinde fail gizlidir. Ayetteki
zamirde takvayı ilham eden Allah Teâlâ, günahı ilham eden ise şeytan
sayılırsa, bu durumda tek bir zamir, Allah Teâlâ’yı ve şeytanı birleştirmiş
olur. Bu ise, Allah Teâlâ karşısında saygısızlığın son sınırıdır. Ayette, ‘ve takvasını’461
diye atıf Vav’ının (‘ve’ bağlacının) getirilmesi ne güzel olmuştur! Böylece,
böyle bir ihtimal olsa bile, el-Melikü’l-Kuddûs, rahmetinden kovulmuş olanla
aynı zamirde bir araya gelmekten münezzeh ve müteal olmuştur.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, kendisi böyle bir şey söylemediği halde, bir hatibin
Allah Teâlâ’yı ve peygamberini tek bir zamirde bir araya getirip ‘o ikisine
isyan eden’ dediğini duyunca, ‘ne kötü hatipsin sen!’ demişti;. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, hatip Allah Teâlâ ve peygamberini tek bir zamirde
birleştirdiğinde söylediği sözü Allah Teâlâ’nın vahyiyle söylemiştir.
Dolayısıyla ‘Peygambere itaat eden, Allah Teâlâ’ya
itaat etmiştir’462
ve ‘Peygamber kendi arzusundan konuşmaz’463
buyrulur. Biz de, bize emredilmemiş veya yasaklanmamış işlerde edebe uymak
zorundayız. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ‘ne kötü hatipsin sen’ derken edebe
uymuştur. Aynı şekilde, günahı ilham etmenin Allah Teâlâ’ya nispet edilmesi de
yakışık olmaz.
Bu
ayrıntılı tahlilin ardından, ‘nefse günahı ilham etti’ ifadesindeki zamirin
şeytan, bağlaçla gelen takvanın ilham edilişindeki zamirin ise meleğe raci
olması geride kalmıştır. Dolayısıyla bir yaratılmışın karşısına başka bir
yaratılmışın konulması, bir yaratılmışın Yaratan karşısına konulmasından daha
uygundur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘ne kötü hatipsin sen!’
ifadesinde Allah Teâlâ’nın basiretini nurlandırdığı kimse için yeterli uyarı
vardır.
Allah
Teâlâ, nefsinin rütbesini ve onun özü gereği kötülüğü emreden biri olmadığını
bildirmiştir. Nefse kötülük, şeytanın günahı ilham etmesini kabul etmesi ve bu
konudaki meşru hükmü bilmeyişi balonundan nispet edilebilir. Buna örnek
olarak, sahibine dinde yasaklanmış olduğunu bilmediği bir işi yapmasını veya
kendi nezdinde mubahlığı hakkında bir kuşku bulunan şeyi işlemesini emreden
nefsi verebiliriz. Bu durumda, o şeyin haram olduğunu kabul eden kimse nefsin
kötülük emreden olduğunu ileri sürer. Örnek olarak, onu haram ve helal sayan
kimseler arasında nebîzin (ekşi hurma suyu) içilmesini veya iki şarttan yoksun
‘rebibe’ nikâhını verebiliriz. Bu gibi şeyler, şeriatta çoktur. Bu iki durum
hakkındaki her iki yorum da (haram veya helal saymak), içtihattan oldukları
sürece, geçerli ve onaylanmış hükümdür. Bununla birlikte müçtehitlerden biri,
Şâri’nin o meselede kendisiyle hüküm verdiği ya da bir hüküm vermiş olsaydı
kendisiyle hüküm vereceği kanıtı hatalı bulmuştur (gerçek ve yeterli bir kanıt
saymamıştır). Yine de, ‘her iki müçtehit ödüllendirilir.’ Bazen bir meselede
müçtehiderden biri isabet etmiş olabileceği gibi her ikisi de yanılmış
olabilir. Çünkü o meseledeki hüküm, din bakımından sınırlı değildir.
Allah Teâlâ, ‘ne/s, hiç kuşkusuz, kötülüğü emredendir’464 buyurur. Bu ifade, Allah Teâlâ’nın nefs
hakkındaki bir yargısı değildir, burada Allah Teâlâ, Mısır hükümdarının eşinin
hükümdarın meclisinde söylediği sözü aktarmıştır. Acaba kadın bu nitelemede
isabet etmiş midir etmemiş midir? Bu konu, hakkında susulmuş başka bir
değerlendirmedir. Bilakis nefse ait olan şey, şeytanın emrettiği şeyi kabul
ettiğinde nefislerini kınayıcı olmaktır. O halde nefsin kötülüğü emredici
olduğunun bildirilmesi, Allah Teâlâ’nın nefs hakkındaki bir yargısı veya
Yusufun sözü değildir. Bu nedenle, ayetin açık hükmünden dolayı, (nefsin
kötülüğü emrettiğini kanıtlarken) bu ayete dayanmak geçersizdir. Bir kanıta
kuşku karışırsa, artık ondan kanıt getirme imkanı ortadan kalkar.
Bu konuyla ilgili olan ‘şunlara ve şunlara rabbinin ihsanından yardım ederiz’465 ayetine gelince, bu ayet, işin
kendiliğinde bulunduğu hal ile doğru bir hakikati açıklar. Bu hal, Allah
Teâlâ’dan başka güç ve kuvvet sahibi olmadığıdır. ‘Rabbinin ihsanı kesilmeyecektir’466 ayeti ise, engellenmeyecektir demektir.
Bunun anlamı şudur: Allah Teâlâ, sürekli verir, mahal ise, yatkınlığı
(istidadı) ölçüsünde kabul eder. Nitekim şöyle deriz: Güneş, ışınlarını
varlıkların üzerine yayar ve ışınlarını yayarken kimseye cimrilik yapmaz.
Mahal ise, o ışığı yatkınlığı ölçüsünde kabul eder.
Her mahal, eseri güneşe izafe eder ve
kendi yatkınlığından habersiz kalır. Buna göre üşüyen kişi, güneşin
sıcaklığından keyif alırken hararetli kişi acı duyar. (Sıcaklığın nedeni olan)
ışık ise, zatı bakımından tektir. İki şahıstan her biri, bir diğerinin
nimetlendiği şeyden acı duyar. Bir tek ışık olsaydı, tek bir sonuca yol açar ve
kendisinde bilkuvve bulunan şeyi verirdi. Işığın karşısında bulunan mahallin
(yatkınlığının) ışığın sonucunun ortaya çıkışında etkisi vardır ve olmalıdır.
Çünkü sonuç, ancak iki öncülden meydana gelebilir. Böylece elbisenin
beyazlamasını sağlayan çamaşırcı kararır. Güneş elbisenin yatkınlığına
beyazlamayı verirken yıkayanın yüzüne (veya çamaşır suyuna) siyahlığı verir.
Başka bir örnek ise, kendiliğinde tek bir şey olsa bile üflemenin kandili
söndürmesi ve ocaktaki ateşi tutuşturmasıdır.
(Başka bir örnek) Allah Teâlâ’nın ayeti
kulaklara tek bir şey olarak gelir. Onu duyanlardan biri ayetten tek bir şey
anlarken, başka biri, ayetten o şeyi değil, başka bir şeyi anlar, başka biri
ise ayetten pek çok şey anlar. Bu nedenle, ayeti inceleyenlerin her biri,
anlayış yeteneklerinin farklılığı nedeniyle ayetten kanıt getirir. İlâhi
tecellilerde de durum böyledir. Tecelli eden, kendiliğinde birdir. Tecelliler,
daha doğrusu onların suretleri ise, tecelligâhın yatkınlıklarına göre
farklılaşır. İlahi ihsanlarda da durum aynıdır.
Bunu anladığında Allah Teâlâ’nın ihsanının
engellenmeyeceğini de öğrenmişsin demektir. Şu var ki (bu ihsandan mahrum
kalmışsan), yatkınlığının kabul edemeyeceği şeyin sana verilmesini istiyorsun
demektir. Aldım yatkınlığa vermeden, istediğin konuda mahrum bırakmayı Allah
Teâlâ’ya nispet edersin. Bazen şahıs, istemeye yatkındır, fakat verildiğinde
-mahrumiyet bir yanaistediği şeyi kabule yadcın değildir. ‘Allah Teâlâ her şeye
kadirdir’ dersin ve bu sözünde de haklısın. Fakat âlemdeki ilahi hikmetin
tertibini ve şeylerin hakikatlerinin verilerinden habersizsin. Her şey, Allah
Teâlâ katındandır. Allah Teâlâ’nın mahrum bırakması vermek, vermesi mahrum
bırakmaktır. Fakat geride şunu öğrenmen kalmıştır: Niçin ve nereden?
Böylece, nefsi ve nefsin ya zatından veya
kendisine ilham ettilderi işlerde melek veya şeytandan kabul ettiği işlerden
kendisine hâkim olan özelliğe göre, organları hareket ettirdiğini bildirdim.
İlhamı bilmek, Allah Teâlâ’nın, nefsine yerleştirdiğin şeyi ilham ettiğini
bilinendir. Fakat geriye, Allah Teâlâ’nın onu kimin vasıtasıyla ilham ettiğine
ve bu ilhamın sana hangi yoldan geldiğine bakman kalmıştır: İlham melek
yolundan mı, şeytan yolundan mı gelmiştir? Din tarafından belirlenmiş bir emir
ve yasalda ilgili olan şey, ilham değil, ledünni bilgidir. O halde itaatin
bilgisi ilham ile gerçekleşirken, itaatin sonuçlarını bilmek ise ledünni
bilgidir.
Ledünni bilgi ile ilham arasında fark
vardır. İlham, geçici ve arızîdir, gider ve başkası gelir. Ledünni bilgi ise
sürekli sabittir ve gitmez. Onun bir kısmı, ahlâk ve yaratılışın aslında
bulunur. Buna örnek olarak, hayvanların ve küçük çocukların bazı yarar ve
zararları bilmelerini verebiliriz. Böyle bir şey ilham değil, zorunlu bilgidir.
‘Rabbin karıncaya vahyetmiştir’467 ayetinde Allah Teâlâ, kendisini üzerinde
yarattığı yaratılışının aslındaki ilhamı kasteder. İlham, kula daha önce
bilmediği şeylerin ilham edilmesidir. Ledünni bilgi ise, yaratılışın aslında
bulunmayan ve amellerin meydana getirdiği bilgidir. Allah Teâlâ, bazı kullarına
salih amel işlemeyi nasip eder. Kul salih ameli işlediğinde, Allah Teâlâ bu
amelden kulun daha önce bilmediği bir bilgiyi kendi katından (ledün) onun adma
meydana getirir.
Ledünni bilginin belirli bir maddede
olması gerekmez. İlham ise her zaman maddelerde olmalıdır. Ledünni bilgi
mutlaka isabet eder. İlham ise bazen doğru, bazen yanlış olabilir. Doğru olan
kısmı, ilham bilgisi diye isimlendirilirken yanlış olan ise,
ilham bilgisi olarak değil, sadece ilham diye
isimlendirilir.
‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
ELLİ SEKİZİNCİ BÖLÜM
Çıkarımda Bulunan İlham Ehlinin
Sırlarının Bilinmesi. Kalbe Yayılan İlâhi İlmin Bilinmesi. Onun Düşünce ve
Türlerinin Bilinmesi.
İlham ile
sana bir bilgi verirse Onu araştır, onunla mutlu
olursun
Anlamları farklı olan bir arı gibi
Yaptığı evlerinde güçlü olan.
O temiz bir
şeyi ilka eder
Sen ise
onun durumuna sürekli tanıksın
Ağaçlarda,
kokuda ve direklerde.
Onun
fiilinin korunaklı bir köşkü vardır.
Yükselmek için hiçbir yol seni aciz
bırakamaz Sen, efendi, örnek alınan ve uyulansın.
Zorla ve dileyerek kast şendendir
Menzillerinde de yönelişler sana aittir
Araştır ve tek bir bilgi olarak yönel.
Senin gibi: Sen biricik yaratılmışsın.
(Akıl ve Nakil Bakımından Allah Teâlâ’yı
Bilmek)
Allah Teâlâ kendisinden bir ruh ile seni
desteklesin, bilmelisin ki: Allah Teâlâ bize ulûhiyetindeki birliğini bilmeyi
emretmiştir. Nefisler, fikirleriyle araştırmış ve aklı kanıtlarla Hakkın
varlığına -hatta Hakkın varlığı aldın zorunlu kanıtıyla bilinirkanıt getirmiş
iken, bu emri de duymuşlardır. Ardından, kendilerini yaratan bu varlığın
(mevcud) birliğine kanıt getirmişlerdir. Buna göre, varlığı kendisinden dolayı
zorunlu olanın birden başka olması imkansızdır. Sonra kendisinden dolayı
varlığı zorunlu’nun sahip olması gerekli nispeder hakkında kanıt
getirmişlerdir. Söz konusu nispeüer, meydana gelen mümkünlerin kendileriyle
ortaya çıktığı şeylerdir. Sonra, peygamberliğin imkanına delil bulmuşlardır.
Peygamber gelmiş ve Allah Teâlâ’nın bize gelen peygamberi olduğunu doğrulayan
kanıdar ortaya koymuştur. Böylece onun Allah Teâlâ’nın peygamberi olduğunu
aldî kanıdar ile öğrendik ve bu konuda kuşku duymadık. Aklî kanıt, peygamberin Allah
Teâlâ’ya nispet ettiği şeylerde doğru söylediğini de ortaya koyduğu gibi Allah
Teâlâ’dan bildirdiği şeylerde aklın imkansız gördüğü ve reddettiği bir takım
şeyleri bildirdiğini de görmüştür. Bu gibi durumlar karşısında akıl çekingen
kalmış, kendi bilgisini eleştirmiş, kendisine nispet ettiği işlerde bu ilahi
bildirim onun kanıtına zarar vermiştir, haber vereni ise, yalanlayamamıştır.
Şâri’nin akıl sahibine söylediği şeylerden
biri de, ‘Rabbini bil’ emridir. Akıllı ldşi, kendisine dayanılan asıl olan
rabbini bilmezse, peygamberi tasdik edemez. Dolayısıyla peygamberin kendisiyle
rabbini bilmesini istediği bilgi, kanıtın ona verdiği bilgiden başka bir bilgi
olmalıdır. Peygamberin ondan istediği bilgi, Allah Teâlâ’yı bilmede Allah
Teâlâ’dan elde etmeye çalışüğı bilgidir. Söz konusu bilgi vasıtasıyla Allah
Teâlâ’nın kendisine nispet ettiği ve kendisini onlar ile nitelediği bu
durumları basiret üzere kabul edebilir. Akıl ise, kendi kanıtıyla söz konusu
durumları imkansız görmüştü. Böylece peygamberi onaylamak sayesinde aldın ardında
ve düşüncesinin verdiği hükmün ötesinde başka bir şey olduğunu anlar. Bvı şey, Allah
Teâlâ’yı bilmede aklî kanıüarın veremediği, bilakis genel olarak imkansız
gördüğü şeyleri verir.
insan, aklın gücünün ötesinde bulunduğunu
bildiği bu kuvvet sayesinde rabbini bilirse, acaba aklın imkansız gördüğü bu
konuda onun vereceği bir hüküm var mıdır, yok mudur? Onun imkansız olduğuna
dair kendisinde bir hüküm kalmaz ise, bu durumda bilgisinde hatanın meydana
geldiği yönü incelemesi gerekir. Allah Teâlâ hakkında bu hükmün imkansızlığına
delil saydığı şeyin gerçekte delil olmadığını da öğrenmesi gerekir.
Aklın gücünün ardında bulunan söz konusu
şey nedir? Çünkü akıl, bazen yanılırken bazen doğruyu bulur. Allah Teâlâ’nın
kendisine nispet edip kendisini nitelediği ve peygamberlerin ve keşif sahibinin
aidinin tereddütsüzce kabul ettiği bir niteliğin doğruluğunu akıl kesin olarak
öğrenir ve tespit eder. Bununla beraber akıl, böyle bir niteliği Allah Teâlâ
hakkında düşünmenin -kabul yeteneği bakımından değildüşünce gücü halamından
imkansız sayar. O zaman (Allah Teâlâ hakkmda o niteliğin kabul edildiği)
makamın aklın düşünce gücünün ardında olduğu bilinir.
Bizi en fazla şaşırtan durumlardan biri,
insanın kendi fikir ve teorik düşüncesini taklit etmesidir. (Halbuki) Fikir
insanın kendisi gibi bir yaratılmış ve Allah Teâlâ’nın onda yarattığı
güçlerinden biridir. Allah Teâlâ bu kuvveti akla hizmetçi yapmıştır, akıl ise,
bu gücün verisinde onu taklit eder. Hâlbuki onun kendi mertebesini aşamadığını
ve gerçekte hafıza, musavvire, tahayyül gücü gibi bir gücünün bulunmadığını
bildiği gibi dokunma tatma, koklama, duyma ve görmeden ibaret olan güçlere de
sahip olmadığını bilir. Bütün bu eksiklere rağmen akıl, rabbini bilmede o gücü
taklit eder de kitabında ve peygamberinin diliyle kendisi hakkında bildirdiği
şeylerde rabbini taklit etmez. İşte bu, âlemde meydana gelmiş en tuhaf
yanlışlıklardan biridir.
(Rabbini bilmede) Fikir gücünden hareket
eden herkes, hiç kuşkusuz, bu hatayı işler. Allah Teâlâ’nın basiretini
nurlandırıp her şeye yaratılışını verdiğini bilen kimse ise bu yanlışlığın
dışındadır. Allah Teâlâ kulağa yaratılışım vermiş, dolayısıyla kulak, kendi
idrakini aşamaz. Aklı kulağa (duymaya) muhtaç yapmıştır. Bu meyanda akıl,
seslerin bilgisini, harfleri noktalamayı, lafızları değiştirmeyi ve dillerin
farklılığını kulaktan öğrenebilir. Bu sayede akıl, kuş sesiyle rüzgârların
esintisini, kapının gıcırtısını, suyun fokurdamasını, insanın çığlığını,
kuzuların melemesini, köpeklerin havlamasını, ineklerin bağırmasını, develerin
böğürtüsünü vb. sesleri ayırt eder. Akıl, kulak kendisine ulaştırmadığı sürece,
bunlardan algılayacak herhangi bir güce sahip değildir.
Aynı şey görme gücü için de geçerlidir. Allah
Teâlâ, görülen şeyleri kendisine ulaştırmada aklı göze muhtaç etmiştir.
Dolayısıyla, göz bunları alda ihsan etmediği sürece, insan yeşili, sarıyı,
maviyi, beyazı, siyahı ve bunların arasındaki tonları bilemez. Duyuyla bilinen
bütün güçlerde durum böyledir. Hayal de bu duyulara muhtaçtır, dolayısıyla
hayal, ancak bu gücün kendisine verdiği şeyleri hayal edebilir. Hafıza gücü
ise, bu güçlerden meydana gelen şeyi hayalde tutmaz ise, onlardan hiçbir şey
hayal gücünde kalmaz. O halde, hayal duyulara ve hafıza gücüne muhtaçtır.
Hafıza gücü ile hayal arasına giren bir takım durumlar hayal gücüne ilişebilir.
Bu durumda hayal, hafıza gücüne ilişen zayıflık nedeniyle, bir engel bulunduğu
için pek çok şeyi kaçırır. Bu durumda hayal, hatırlama gücüne muhtaç olmuştur.
Hatırlama gücü, kendisinden gizlenen şeyleri ona hatırlatır. O halde,
hatırlama gücü bu konuda hafıza gücüne yardımcıdır.
Müfekkire gücü ise, hayale geldiğinde
musavvire gücüne muhtaçtır. Bunun nedeni, kendisiyle hayalin zabt ettiği
şeylerden herhangi bir konuda ya da kendisinde duyulurlara veya zorunlulara
dayandığı kesin kanıt hakkında bir delilin formunu oluşturmadaki muhtaçlıktır.
Söz konusu şeyler, yaratılışta toplanmış şeylerdir. Düşünce bu delili tasavvur
ettiğinde, akıl onu kendisinden alır ve kendisi ile delilli hakkında hüküm
verir. Her gücün kimi engelleri ve karıştırmaları vardır ve bu nedenle
karıştırmaları sabit doğrudan ayrıştırmaya muhtaçtır.
Ey kardeşim! Aldın ne kadar muhtaç
olduğuna bakınız! Akıl, zikrettiklerimizden herhangi birisini bu güçler
vasıtasıyla ve onlarda olmaksızın bilemez. Akıl, bu durumlardan birisini bu
yollar olmaksızın elde edemez. Allah Teâlâ ona herhangi bir şeyi bildirir,
böylece onu kabul etmede kuşkulu davranır ve düşünce onu reddediyor der. Bu
akıl, Rabbinin kıymetini ne kadar az biliyor! Düşüncesini taklit edip Rabbini
nasıl eleştiriyor!
Kendisi bakımından akılda herhangi bir
şeyin bulunmadığını öğrendik. Aklın elde ettiği bilgiler, kabul özelliğine sahip
olmasından kaynaklanır. Akıl, bu mesabede olduğuna göre, kendi katından
bildirdiği konularda rabbinin bildirdiği şeyi kabul etmesi kendi düşüncesini
kabul etmesinden üstündür. Akıl, filerinin hayalini, hayalinin ise duyularını
taklit ettiğini öğrenmiştir. Bu taklide rağmen akıl, bu hafıza ve hatırla
ma gücü kendisine yardım etmediği sürece,
sahip olmadığı şeyleri tutma gücünde değildir.
Kuvveder yaratılışlarını ve hakikatlerinin
verdiği şeyi aşamaz. Kendi zatı bakımından akıl da, üzerinde yaratılmış olduğu
zorunluların dışında, bir bilgiye sahip olmadığını bilir. Bu bilgilere rağmen
akıl, ona şunu söyleyenin sözünü kabul etmez: ‘Senin ardında bir güç vardır ki
o güç, sana müfekkire gücünün verdiğinin aksini verir.
Melekler, peygamberler ve veliler gibi Allah Teâlâ ehli o kuvvete ulaşmış,
indirilmiş kitaplar onu dile getirmiştir. Sen de, bu ilahi haberleri o
kuvvetten kabul et. Çünkü Hakla taklit etmek, daha uygundur. Sayılarının fazla
olmasına rağmen peygamberlerin ve velilerin akıllarının onu kabul ettiğini, ona
inandığını ve onu doğruladığını gördün. O akıllar, kendisini bilmede Rablerini
taklit etmenin kendi düşüncelerini taklit etmekten daha üstün olduğunu
görmüştür. Peki, o gücü inkâr eden ey akıllı! Niçin onu getirenden kendisini
kabul etmiyorsun? Özellikle akıllar, şöyle der: ‘Bu güç, Allah Teâlâ’ya,
peygamberlerine ve kitaplarına inanma mahallindedir.’.
Allah Teâlâ’ya inananların akılları,
teorik kanıtlar ile kendisini (varlığını) öğrendikten sonra, Allah Teâlâ’nın
kendilerinden O’nu bilmesini istediğini görünce, bu noktada düşünce yönünden
ulaşılamayan Allah Teâlâ’ya dair başka bir bilgi olduğunu anlamıştır. Bunun
üzerine riyazetler yapmışlar, halvedere girmişler, mücahedeler, ilişkileri
kesmek, yalnız kalmak, mahalli (idrak) boşaltarak ve kalbi fikir kirlerinden
-çünkü fikirler, var olanlara ilişirarındırıp Allah Teâlâ ile oturarak o
bilgiyi elde etmeye çalışmışlardır. Onlar, bu yöntemi peygamber ve resullerden
almıştır. Ayrıca, Hakkın kullarına indiğini ve onlara ilgi gösterdiğini
duymuşlar ve Allah Teâlâ’ya giden yolun Allah Teâlâ yönünden özellikle iman
ehli olmak üzere düşünce yolundan daha yakın olduğunu öğrenmişlerdir. Onlar Allah
Teâlâ’nın, ‘bana koşarak gelene ben daha hızla giderim’ dediğini, müminin
kalbinin Allah Teâlâ’nın celal ve büyüklüğünü sığdırdığını duymuşlardır.
Bunun üzerine akıl, bütünüyle Allah
Teâlâ’ya yönelmiş, bu güçlerden almış olduğu her şeyden uzaklaşmıştır. Bu
yönelişte Allah Teâlâ, nurundan ilahi bir bilgiyi ona serpmiş, müşahede ve
tecelli yolundan hiçbir varlığın O’nu ne kabul ne ret edebileceğini
bildirmiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘kuşkusuz burada’ -müşahede yönünden Allah
Teâlâ’yı bilmeye işaret etmektedir-
‘kalbi olan kimse için öğüt vardır’
buyurur. Bundan başka bir şey de dememiştir.
Kalp, sürekli halden Hakk girmesi
özelliğiyle bilinir. Dolayısıyla kalp, tek bir halde sabit kalmaz. İlahi
tecelliler de böyledir. Tecellileri kalbiyle müşahede etmeyen, onları inkâr
eder. Çünkü akıl ve diğer güçler sınırlandırır. Kalp ise böyle değildir, çünkü
o sınırlandırmaz. Kalp, her anda hızla başkalaşır. Şâri’ şöyle buyurur: ‘Kalp,
Rahman’ın iki parmağı arasındadır, onu dilediği gibi başkalaştırır.’ O halde
kalp, tecellilerin başkalaşmasıyla değişir. Akıl ise böyle değildir. O halde
kalp, aldın ötesindeki güçtür. Hakk, bu ayette kalp ile aklı kastetmiş olsaydı,
‘kalbi, olan kimse’ demezdi. Çünkü her insanın aklı vardır, lâkin her insana bu
ayette kalp diye isimlendirilen ve aklın tavrının
ötesinde bulunan bu güç verilmemiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ, ‘kalbi olan
kimse için’ demiştir.
Kalpteki kalıptan kalıba girme, ilahi suretlerdeki
halden Hakk girmenin benzeridir. Dolayısıyla Hakkı Haktan bilmek, akılla
değil, kalp ile gerçekleşir. Sonra akıl, (başka bilgileri) fikir gücünden kabul
ettiği gibi, bu bilgiyi de kalpten kabul eder. Şu halde, Allah Teâlâ’yı ancak
senin nezdinde bulunan şeyin kalıptan kalıba girmesi sığdırabilir. Bunun anlamı
şudur: Sen bilgiyi ona bağlayıp, bilginde de herhangi bir durumu zapt edersin. Allah
Teâlâ’ya dair olan bilginde aklında tutuğun en üstün şey, O’nun zapt
edilemeyeceğini, sınırlanmayacağını, hiçbir şeye benzemeyeceğini ve hiçbir
şeyin O’na benzemeyeceğini öğrenmendir. Şu halde O, zapt edilemez. Çünkü zapt
edilenden farklıdır. Böylece zapt edilemeyen (Hakk), akılda (bu özelliğiyle)
tutulmuştur. Bunun bir benzeri, ‘idrake ulaşamamaktan acizlik, idraktir’
sözüdür. Hakla sadece kalp sığdırabilir.
Bunun anlamı, bir şeyi kabul edip
etmemekle ilgili Allah Teâlâ hakkında herhangi bir hüküm vermemektir. Çünkü
Hakkın zatı ve mahiyeti, âlemde meçhuldür. Allah Teâlâ, Kitap ve Sünnette iki
zıt hükmü kabul edici olduğunu bildirmiştir. Bir yerde teşbih, bir yerde ise
tenzih yapmıştır. Allah Teâlâ, ‘O’nun benzeri gibi yoktur5468 ayetinde tenzih
yapmış, ‘duyan ve görendir1469 ayetinde ise
teşbih yapmıştır. Böylece teşbih düşünceleri parçalanmış, tenzih düşünceleri
ise dağılmıştır. Çünkü tenzih yapan kişi, gerçekte O’nu kendi tenzihiyle sınırlamış,
O’ndan tenzihi çekip almıştır. Hakk ise, iki grubun hükmünü dile getirmeyi
birleştirmededir. Dolayı-
sıyla Allah Teâlâ, teşbihten uzaklaşan bir
tenzih ile tenzih edilmeyeceği gibi kendisini tenzihten çıkaran bir teşbih ile
de tenzih edilmez. O halde, ne tenzih et, mutlaklıktan münezzehliği nedeniyle,
ne de sınırla! Allah Teâlâ (sınırlanmadan) uzaklaşırsa, bu kez, mutlaklığında
sınırlanır. Mutlaklığında sınırlanırsa, bu kez de ‘O’ olmaz. Hakk, kendisini
sınırladığı celal sıfatlarıyla sınırlanan olduğu gibi nefsini isimlendirdiği
yetkinlik isimleriyle de mutlak olandır. O,
birdir, Haktır, açıktır, gizlidir, O’ndan başka ilâh yoktur, O, yüce ve
azimdir. .
VASIL
(Sidre, Amellerin Kendisine Vardığı Beşinci Mertebedir)
Çıkarımda bulunan ilham ehlinin sırlarına gelince, bu sırlar, Sidre-i münteha’yı aşamazlar. Çünkü Âdemoğullarının
amelleri oraya varır. Her işin sonu, başladığı yerde biter. Bu meseleyi
bilmeyen bir arif, ‘Kürsü, İki ayağın konulduğu yerdir’ derse, ona şöyle de:
‘Bu, yaratma ve emir âlemidir. Teldif, Sidre’den bölünmüştür ve dört mertebe
kat eder. Sidre, varlığın beşinci mertebesidir. Böylece şerî hüküm Kalem’den
Levha’ya, oradan Arş’a oradan Kürsü’ye iner.
Buna göre vacip, Kalem’den; mendup,
Lcvha’datı; haram, Arş’tan; mekruh, Kürsü’den; mubah ise Sidre’den meydana
gelmiştir. Mubah, nefsin payıdır. Mutluluk âleminin nefisleri de, Sidre’de sona
erer. Bedbahtların nefisleri ise o ağacın Zakkum olan köklerine varır.
Biz bütün bu meseleleri et-Tenezzülâtü’l-Mûsıliyye kitabının Pazartesi Günü bölümünde
açıkladık.
Hükümlerin bölünüşü Sidre’den ortaya
çıktığına göre, bu hükümlerden (vacip, mendup, mekruh, haram, mubah) herhangi
birinden yoksun olmayan ameller yükseldiğinde yine kendisinden ortaya çıktıkları
bu yerde sona ermeleri kaçınılmazdır. Çünkü amellerin Sidre’den meydana geldiği
bilinmez. Sonra kalem’den ibaret olan Alcıl’dan farz amellere dönülc bir bakış gerçekleşir.
Akıl, amellerde gördüğü şeye göre onlara yardım eder. Levha’dan ise, mendub
amellere bir bakış gerçekleşir ve gördüğü şeye göre onlara yardım eder.
Arş’tan haramlara dönük bir bakış gerçekleşir. Arş, Rahman’ın istiva ettiği
yerdir ve dolayısıyla onlara ancak rahmet gözüyle bakar ve bu nedenle haram
amellerin sahiplerinin son durağı, rahmet olur. Kürsü’den mekruh amellere
dönük bir bakış olur. Kürsü de mekruh amellere kendilerinde gördüğü şeye göre
bakar. Kürsü Arş’ın ihatası altındadır ve Arş daha önce belirttiğimiz gibi
Rahman’ın istiva ettiği yer, Kürsü ise, iki ayağın konulduğu yerdir. Bu nedenle
mekruh amelleri yapanlara dönük bağışlama ve af, hızla gerçekleşir. Bu meyanda
mekruhları yapmayanlar ödüllendirilirken yapanlar cezalandırılmaz.
(Cehennemde Ebedi Kalma Meselesi)
İyilerin kitabı, illiyyîn’dedir (yüce
mertebe, cennet). Büyük ve küçük günah işleyen asiler de ona girer.
Günahkârların kitabı ise, siccîn’dedir (zindan, ateş). Orada Sidre’nin kölderi
bulunur ki bu kökler zakkum ağacıdır. Orada günahkârların amelleri, aşağıların
aşağısına ulaşır. Rahman, rahmanlık Arş’ında zikrettiğimiz bakışla kendilerine
merhamet ederse onlar için bulundukları yerde bir nimet yaratır. ‘Böylece onlar ne ölür ne de diri kalır.’470 Onlar, ateş ‘nimeti’ içinde sürekli ve
ebedi kalıcıdır. Bu dıirum, uykusunda gördüğü mutlulukla sevinen kimsenin
durumuna benzer. Söz konusu kimse yatağında hasta, yoksul, moralsiz bile olsa,
rüyasında kendisini güç, mal ve mevki sahibi olarak görebilir.
Uykusunda gördüğü ve keyiflendiği rüya
nedeniyle uyuyan insana baktığında ‘nimet içindedir’ dersin ve doğru söylemiş
olursun; hasta, umutsuz, yoksul ve yaralarıyla sert yatağında bulunurken ona
baktığında ise azap içinde olduğunu söylersin. İşte cehennemlikler de
böyledir. Orada ne ölür ne de diri kalırlar ve hiçbir zaman uykularından uyanmazlar.
Allah Teâlâ’nın kendisiyle cehennemliklere ve benzerlerine edeceği rahmet
budur. Söz gelimi hararedenmiş biri cehennemlik olmakla, zemherir ile donan
biri de sıcağa atılmakla nimetlenir. Bazen onların azabı, azabın gerçekleştiği
vehmiyle sınırlı kalır. Bütün bunlar, .‘onlardan azap uzaklaştırılmaz’ ayetinden sonradır. Bu ise, ilahi gazabı
geçen rahmetin kendilerine ulaşmazdan önce kendilerine azap edilmesi ve
günahları nedeniyle cezalandırılma dönemleridir.
Cennetlikler, bu halde iken
cehennemliklerin durumuna muttali olup onların ateşteki yerlerini, Allah Teâlâ’nın
kendilerine orada hazırladıklarını ve bulundukları kötü manzarayı görünce
şöyle derler: ‘Onlar azap çekmektedir.’ Çirkin diye
isimlendirilen bu yaratılıştaki ilahi-manevi güzellik onlara açılıp
cehennemliklerin uykularında bulundukları hah görünce ve mizaçlarının
hallerini öğrenince, cehennemliklerin nimet içinde olduklarını söylerler.
O halde, dilediği her şeye kadir olan Allah
Teâlâ münezzehtir. Aziz ve hakim olandan başka halcim yoktur. Böylece, ‘orada ne ölürler ne de diri kalırlar’ ayetini anladın. Ayrıca Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in, ‘cehennem ehli cehennemde kalıcıdır. Onlar
orada ne ölür ne de dirilir’ anlamındaki hadisini de anlamışsındır.
‘Allah Teâlâ, hakla söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
ELLİ DOKUZUNCU BÖLÜM
Mevcut ve Mukadder Zamanın
Bilinmesi
Hâsılını
öğrenirsen, kuşkusuz zaman Gerçektir. O, vehimlerle
bilinir
Doğa gibi
tesirdedir onun gücü,
Zamanın ve
doğanın dış varlığı ise yoktur
Şeyler
onunla belirlenir. Onun ise
Kendisinde
hükümranlığı olacak bir dış varlığı yoktur
Akıl, suretini idrak etmekten acizdir
Bu nedenle şöyle der: Dehr mevhumdur
Nezihlik olmasaydı, İlâh onunla
isimlendirmezdi Varlığım; kalpte büyüklüğü vardır
İnsaf edersen, zamanın aslı ezeldendir
Onun hükmü de ezelidir ve o hükmedilendir
Tıpkı boşluk gibi. Ucu olmayan bir
uzam
Cisim olmayan bir şeyde. Kendisinde
cisimleşme bulunma vehmiyle.
(Hakkın İlk Oluşu ve Varlığı, âlemin İlk
Oluşu ve Varlığı)
Öncelikle bilmelisin ki: Allah Teâlâ,
İliç’tir (el-Evvel). O’ndan önce hiçbir şeyin ilk sayılması mümkün olmadığı
gibi O’nunla var olan veya var olmayan herhangi bir şeyin ille olması da mümkün
değildir. Allah Teâlâ ille oluşta tektir. Başka hiçbir şey, kendisi nedeniyle
zorunlu varlık değildir. Şu halde Allah Teâlâ, özü gereği genel anlamda
âlemlerden müstağnidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir.’471 Hem aklı hem de şerî delil bunu ifade
eder. Alem’in varlığı ise, ya kendisi nedeniyle Allah Teâlâ’dandır ya da
kendisi olmayan ilave bir durum nedeniyle Allah Teâlâ’dandır. Çünkü söz konusu
durum O’nun kendisi olsaydı, ilave olmazdı; kendisi için olsaydı, kendiliğinde
bileşik olur ve bu ilave şeyin önceliği olurdu. Hâlbuki Allah Teâlâ ile beraber
veya O’ndan önce hiçbir şeyin önceliğinin olmadığını varsaymıştık.
Hakkın kendisi olmadığına göre, bu ilave
durum, ya bir varlıktır veya değildir. Varlık olmaması imkansızdır. Çünkü
varlık olmayanın var olmamakla nitelenmiş bir şeyde, âlemde var etme eserinin
olması mümkün değildir. Dolayısıyla o ikisinden biri, yaratma tesirinde diğerine
göre öncelikli değildir. Çünkü her ikisi de, varlık olmamaktır. Varlık
olmayanın eseri de yoktur, çünkü o yokluktur.
Bu ilave durumun varlık olması da
imkansızdır. Çünkü bu durumda o, ya kendisi nedeniyle vardır veya var
değildir. Onun varlığının kendisi nedeniyle olması imkansızdır. Çünkü delil,
özü gereği varlığı zorunlu İki şeyin bulunmasını imkânsızlaştırır. Geride,
sadece âlemin varlığının başkasından olması kalmıştır. Alemin mümkün oluşunun
anlamı, varlığının başkasına bağlı olmasıdır.
Alemin varlığı herhangi bir nispet
nedeniyle Allah Teâlâ’dan olsaydı, o nispet olmadığında âlem var olmazdı. Bu
nispet, irade veya meşiyet veya mümkünün varlığının talep ettiği bilgi diye isimlendirilir. Bu durumda Hakk, hiç kuşkusuz, bir şeyi
ancak o nispet vasıtasıyla yapar. Güç yetirmenin anlamı da budur. Böyle bir şey
Allah Teâlâ hakkmda imkansızdır. Çünkü Allah Teâlâ, mutlak anlamda müstağnidir.
Dolayısıyla Allah Teâlâ, buyurduğu gibi,câlemlerden müstağnidir.’
Şöyle bir iddia ortaya atılabilir: ‘Nispet
ile kastedilen şey, O’nun zatının aynıdır.’ Bu iddiaya şöyle yanıt veririz: Bir
şey, kendisine muhtaç olmaz, çünkü o, kendisi nedeniyle zengindir. Bu durumda
tek bir şey, zengin olduğu yönden yoksun olurdu ki, bütün bu durumlar, o şeyin
kendisinden kaynaklanırdı. Dolayısıyla böyle bir şey imkansızdır. (Alemm Allah
Teâlâ’dan var olmasını sağlayan ve Hakkın kendisi olmayan) ilave durumu
reddetmiş olduk. Böylece âlemin varlığı mevcut oluşu yönünden kendisi nedeniyle
zorunlu varlığa bağlı olmuş ve mümkünün hakikati de, varlığı zorunlu olanın var
etme etkisinin mahalli olmuştur. İş, ancak böyle düşünülebilir.
Allah Teâlâ’nın dilemesi, iradesi, bilgisi
ve kudreti O’nun zatıdır. Allah Teâlâ, zatında bir çokluğun bulunmasından
münezzeh ve mütealdir. Bilakis Allah Teâlâ, mutlak birlik sahibidir. O, birdir, tektir, Allah Teâlâ’dır,
es-Samed’dir, doğurmamıştır -böylece öncül olmamıştır-, doğrulmamıştır
-dolayısıyla netice olmamıştır-, O’nun dengi yoktur. Aksi halde, âlemin varlığı
iki öncülden meydana gelen bir netice olurdu ki söz konusu iki öncül, Hakk ve
(kendisine) denk olan şey olurdu. Allah Teâlâ böyle bir şeyden münezzehtir! Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e Rabbinin özelliği sorulduğunda, Allah Teâlâ,
kitabında kendisini böyle nitelemiştir. Bunun üzerine ihlâs suresi (ortak ve benzerden
ayrıştıran) inmiş, başkasıyla ortaklıktan tenzih edilmiştir. Allah Teâlâ, bu
nitelik ve özelliklerden münezzehtir. Bu surede ret veya ispat edilen her şey,
bazı insanlar tarafından Allah Teâlâ hakkında ifade edilmiş düşüncelerdir.
Muhtaç olduğumuz kimsenin sahip olması
gereken özellikleri açıkladıktan sonra, bölüme başlık yaptığımız konuyu izaha
başlıyoruz.
Bilmelisin ki: Ezelin Allah Teâlâ’ya
nispet edilmesi, zamanın bize nispeti gibidir. Ezel nispeti, dış varlığı (ayn) olmayan olumsuz
bir nitelemedir. Dolayısıyla bu hakikatten varlık meydana gelmez. Zaman
mümküne, varolmayan, varlığı sanal bir nispettir. Çünkü varsayılan her şey hakkında
ne zaman (meta) edatıyla soru sorulabilir ve o zamanı
sormaktır. Dolayısıyla, zamanın var olan bir şey değil, sanal bir şey olması
gerekir. Bu nedenle Hakk, ‘Allah Teâlâ her şeyi bilen idi’472 ve ‘önceden ve sonradan iş Allah Teâlâ’ya aittir’473 ayetlerinde zamanı kendisine nispet
etmiştir. Hadiste ise, ‘âlemi yaratmadan önce rabbimiz neredeydi’ diye soran
birinin sorusunu onaylama vardır. Zaman kendiliğinde var olan (vücûdî) bir
durum olsaydı, Hakkın sınırlanmadan tenzihi geçerli olmazdı. Çünkü zaman, onu
sınırlardı. Böylece bu kalıpların altında var olan bir durumun bulunmadığını
öğrendik.
(Zaman: Anlamı ve Gösterdiği Şey)
Sonra şöyle deriz: Zaman lafzının aıılamı
ve gösterdiği şey hakkında insanlar görüş ayrılığına düşmüştür. Bu bağlamda
filozoflar zamanı farklı bir takım durumlar karşılığında kullanmış, büyüle
kısmı da zamanı ‘feleklerin hareketlerinin kat ettiği mevhum bir süre’ diye
düşünmüştür. Kelamcılar ise, zamanı başka bir şeyin karşılığında kullanmıştır.
Söz" konusu durum, hakkında ‘ne zaman’ diye sorulan bir şeyin başka bir
şeye bitiştirilmesidir. Araplar, zaman kelimesini kullanır ve (onunla) gece ve
gündüzü kastederler. Bu konuda ele almak istediğimiz husus budur.
Gece ve gündüz, günü ayırır. Buna göre
güneşin doğumundan batımına kadar olan süre gündüz, güneşin
batımından doğumuna kadar olan süre ise, gece diye
isimlendirilir. Ayrıştırılan bu varlık ise, gün diye
isimlendirilir. Günü de büyüle hareketin varlığı ortaya çıkarmıştır. Dış
varlıkta ise, sadece hareketlinin varlığı vardır ve o zamanla aynı değildir.
Bunun neticesi ise, zamanın gerçekliği olmayan mevhum bir durum olmasına döner.
Bu durum sabit olunca-açılelığa kavuşunca
şunu deriz: Takdir edilmiş akledilir gün, var olan zaman denilen şeydir.
Haftalar, aylar, seneler ve asırlar onun vasıtasıyla ortaya çıkar. Bu zaman, günler diye
isimlendirilir ve gece ve gündüzün böldüğü bu en küçük gün birimiyle ölçülür.
Buna göre takdir edilmiş zaman, diğer büyük günlerin kendisi ile hesaplandığı
bu en küçük güne ilave edilmiş şeydir. Böylece, ‘miktarı sizin saydıklarınızdan bin sene olan bir günde’474 başka bir ayette ise, ‘miktarı elli bin sene olan bir günde’475 denilir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem,
Deccal’in günleri hakkında şöyle buyurmuştur: ‘Onun bir günü, bir sene, bir
günü bir ay, bir günü bir hafta, diğer günleri ise, sizin günleriniz gibidir.’
Böyle olmasının nedeni, belanın gücüdür. Hz. Aişe’nin aktardığı hadis
görünürdeki sorunu tamamıyla ortadan kaldırır. Hz. Aişe, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’e, ‘böyle bir günde namaz nasıl kılınabilir?’ diye sorunca, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle cevap vermiş: ‘Namaz için gün hesaplanır.’
Feleklerin hareketlerinde iş böyle kalmasaydı, bu ilim ehlinin suretini yaptığı
saatlerle onu hesaplamak mümkün olmazdı. O saaderle, güneş ortaya çıkmadığı
için buludu günlerde vakideri öğrenirler.
Deccal’in ilk çıktığı dönemde, buludar
çoğalır ve ard arda gelir. Böylece gündüz ve gece eşit Hakk gelir. Bu durum,
âhir zamanda gerçekleşen garip işlerden biridir. Bu yoğun bulut, bizim ile
olduldarı hal üzere gök ve (felelderin) harekeüeri arasına girer. Hareketler,
astronomiyi ve yıldızların yörüngelerini bilenler tarafından yapılmış pratik
araçlarla hesaplanır. Onlar, bu araçlarla geceyi ve gündüzü ve namazların
saatierini kuşkusuz-kusursuz bir şekilde hesaplarlar..
Bir sene gibi olan bu gün, tek bir gün
gibi olsaydı, namazları hesaplamamız gerekmezdi. Çünkü bu durumda güneşin
batmasını bekleriz. Güneş, tepe noktadan batmaya yönelmezden önce farz olan
öğle namazını kılmayız. Güneş tepe noktada durmaya devam etse ve bu süre yirmi
bin sene sürseydi, Allah Teâlâ bize başka bir şey teklif etmezdi. Şâri’ ibadeti
takdire bağlayınca, feleklerin hareketlerinin bulundukları hal üzere bozulmadan
kaldığını öğrendik.
Böylece zamanın mahiyetini ve varlığın ve
takdirin ona nispetinin anlamını sana açıklamış olduk. Buna göre, günler çoktur,
bir kısmı büyüle ve bir kısmı da küçüktür. Onların en küçüğü, jerd zamandır. ‘Allah
Teâlâ her gün bir iştedir’ bu zamanda gerçekleşir. Böylece jerd zaman, (ayet tarafından)
gün diye isimlendirilmiştir. Çünkü şe’n onda gerçekleşir.
Bu durumda o, zamanların en küçüğü ve en dakîkidir. En büyüğünün ise, nihai
anlamda bir tanımı yoktur. Bu ikisinin arasında orta günler vardır. Bu orta
zamanların ilki, örfte bilinen gündür. Onu saader ayırır. Saaderi dereceler,
dereceleri dakikalar ayırır. Bazı insanlara göre, böylece sonsuza kadar gider.
Çünkü onlar (bölünmenin sonsuza kadar gittiğini kabul edenler), dakikaları
ikincil bölümlere ayırır. Onlara sayının hükmü eklendiğinde, onların hükmü de
sayı gibi olur. Sayı sonsuzdur, o halde zamanın ayrıntılandırılması da
sonsuzdur.
Bazı insanlar ise, sonluluğu benimsemiş ve
zamanı, sayılan olarak görmüştür. Onlar, zamanın mevcut bir varlığı olduğunu
kabul edenlerdir. Varlığa gelen her şey, hiç kuşkusuz sonludur. Bu konuda farklı
görüş ileri sürenler ise şöyle der: ‘Sayılan, sayılan olması bakımından varlığa
girmemiş, dolayısıyla sonluluk ile nitelenmemiştir. Çünkü sayı sonluluk ile
nitelenmez.’ Böylece, cevher-i ferdi inkâr eden ve cismin akılda sonsuza dek
bölündüğünü kabul edenler böyle düşünür. Bu konu, akılcılar arasında görüş
ayrılığı bulunan bir meseledir ve bu görüş ayrılığı, karşı tarafın görüşünü
anlamamak ve lafızların anlamını araştırmamaktan kaynaklanır.
Sahih bir hadiste, Allah Teâlâ’nın
isimlerinden birinin ed-Dehr olduğu bildirilmiştir. Dehr’in anlamı malumdur. Allah
Teâlâ izin verirse, onu bu kitapta zikredeceğiz.
‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
Yirmi altıncı kısım sona ermiştir, onu
yirmi yedinci kısım takip edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar