Print Friendly and PDF

GUY DEBORD, GÖSTERİ TOPLUMU VE YORUMLAR KİTABINDAN



Şüphesiz kitabın çok fazla üretildiği ve aşırı yoğun dağıtıldığı mevcut şartlarda, hemen hemen bütün kitaplar başarıyı ya da genellikle başarı­sızlığı çıkışlarını takip eden birkaç hafta içinde yaşar. Güncel yayıncılığın külüstür takımı, aslında üzerinde bir kez konulacak, üstelik de ilk akla gelenin söyleneceği kitaplara yeterince uygun düşen aceleye getirilmiş keyfilik ve oldubitti politika­larını buna dayandırır. Bu ayrıcalık, bu kitap için söz konusu değildir ve benim kitabımı alelacele çevirmek tamamen boş bir çabadır; çünkü bu göreve yeniden başlayacak birileri her zaman olacak ve kötü çevirilerin pabucu iyi çeviriler tarafından dama atılacaktır.
Yakın zamanda her türlü düşünsel tartışmayı yeniden can­landıracağı söylenen kaim bir kitap kaleme alan bir Fransız ga­zeteci, birkaç ay sonra, uğradığı başarısızlığı kitabın düşünce açısından eksik olmasından ziyade okur eksikliğiyle açıklamıştı. Okumayan bir toplumda yaşadığımızı ve eğer Marx Kapital’i şimdi yayımlamış olsaydı, bir akşam, edebiyatla ilgili bir tele­vizyon programında amaçlarını açıkladıktan sonra ertesi gün artık hiç kimsenin bu eserden bahsetmeyeceğini söylemişti. Bu garip yanılgının kaynağı gayet bellidir. Gerçekten de günü­müzde birisi hakiki bir toplumsal eleştiri kitabı yayımladığında televizyona ya da benzeri başka tartışma ortamlarına çıkmaktan uzak duracaktır ve böylece on ya da yirmi yıl sonra hâlâ ondan bahsedilecektir. (sh:16-17)
“Çağımızın... tasviri nesneye, kopyayı aslına, temsili gerçekliğe, dış görünüşü öze tercih et­tiğinden kuşku yoktur... Çağımız için kutsal olan tek şey yanılsama, kutsal olmayan tek şey ise hakikattir. Dahası, hakikat azaldıkça ve ya­nılsama çoğaldıkça çağımızın gözünde kutsal olanın değeri artar, öyle ki bu çağ açısından yanılsamanın had safhası, kutsal olanın da had safhasıdır.
(Feuerbach, Hıristiyanlığın Özünün ikinci baskısına önsöz)
**
 Alman İdeolojisi"’nde, “Biz bir tek bilim tanırız, o da tarih bilimidir” denir. (sh:72)

**
“İnsanlar babalarından çok, yaşadıkları zamana benzerler.”
**
Yine Sardou şunları da yazar:
“Boş yere özneye bağlıdır; “boşuna nesneye bağlıdır; yararsızhiç kimsenin işine yaramaz demektir. Başarısız olununca boş yere çalışılmıştır, yani za­man ve emek kaybedilmiştir: İşin kusuru nedeniyle istenilen sonuçlara ulaşamadan çalışıldığında ise boşuna çalışılmıştır. Eğer ben bir işi tamam­lamayı başaramazsam boş yere çalışıyor, zamanımı ve emeğimi yararsız bir şekilde harcıyor olurum. Eğer yaptığım iş beklediğim sonuca ulaşmazsa, eğer amacıma ulaşamadıysam boşuna çalışmış, yani yararsız bir iş yapmış olurum...
Birisi yaptığı iş nedeniyle ödüllendirilmezse ya da bu iş kabul edilmezse onun boş yere çalıştığı da söylenir; çünkü bu durumda çalışan aslında çok güzel olabilecek olan çalışmasının değerini hiçbir şekilde kestiremeden zamanını ve emeğini harcamış demektir. (Paris, Şubat-Nisan 1988) (sh:238)
Alelade ürünün bü­yüleyici özelliği ancak toplumsal yaşamın merkezine bir an yerleştiğinde ortaya çıkar, tıpkı üretimin nihai amacının açığa çıkan gizemi gibi. Gösteride büyüleyici olan nesne, tüketicisinin ve bütün diğer tüketicilerin evine girer girmez bayağı­laşır. Doğal olarak üretimindeki sefaletten kaynaklanan temel zavallılığını çok geç açığa vurur. Fakat o ana kadar sistemin doğrulanmasını bir başka nesne üstlenmiştir bile; tanınmayı ta­lep etmektedir.
Tatmin aldatmacası, yer değiştirerek, ürünlerin ve genel üretim koşullarının değişimini izleyerek kendini ortaya koy­mak zorundadır. Kendi şaşmaz mükemmelliğini büyük bir yüzsüzlükle ileri sürmüş olan şey, hem yaygın hem temerküz etmiş gösteride yine de değişir; devam etmesi gereken sadece sistemdir: Modası geçmiş bir ürünün geçersizliğini ilan edenler tam da bunları dayatmış olanlardır. Reklamın her yeni yalanı aynı zamanda bir önceki yalanın ikrarıdır. Totaliter iktidarın gözden düşen her figürü, onu oybirliğiyle onaylamış olan ve yanılsamasız bir yalnızlar yığınından başka bir şey olmayan aldatıcı cemaati açığa çıkarır. (sh: 66-67)
Tektanrılı dinler, mit ile tarih arasındaki, halen üretime hükmeden döngüsel zaman ile halkların karşı karşıya geldiği ve yeniden birleştiği geri dönüşsüz zaman arasındaki bir uz­laşmaydı. Yahudilikten doğan dinler, demokratikleşmiş, her şeye açık; ama yanılsama içinde olan geri dönüşsüz zamanın soyut anlamda evrensel kabulüdür. Zaman tamamen tek bir nihai olaya doğru yönlendirilir: “Tanrı’nın krallığı pek ya­kında gerçekleşecektir.” Bu dinler, tarih zemininde ortaya çıkmış ve bu zemine yerleşmişlerdir. Ancak, hâlâ tarihle ra­dikal karşıtlık içinde dururlar. Yarı-tarihsel din, zaman için­de niteliksel bir başlangıç noktası oluşturur, (Hz.İsa’nın doğumu, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin hicreti) fakat geri dönüşsüz zaman -İslam’da fetih biçimini, Hıristiyanlığın Reform döneminde ise ser­maye artışı biçimini alabilen gerçek birikimi işin içine kata­rak— aslında tıpkı bir geriye sayış gibi dini düşüncede tersyüz edilmiştir: zaman sona ermeden hakiki öteki dünyaya ulaşma umudu, kıyamet beklentisi.
Sonsuzluk döngüsel zamandan doğmuş ve onu aşmıştır. Sonsuzluk, döngüsel zamanın öte­sidir. Sonsuzluk zamanın geri dönüşsüzlüğünü geçersiz kılan, döngüsel zamanın geri döndüğü ve kendini feshettiği, dakik bir katıksız unsur olarak geri dönüşsüz zamanın öbür tarafına yerleşerek, tarihi tarih içinde silen unsurdur. Bossuet de şunu söyleyecektir: “Ve geçip giden zaman sayesinde, geçmeyen sonsuzluğa dahil oluruz.” (sh:112-113)
Ortaçağın çöküşü sırasında toplumu istila eden geri dönüş­süz zaman, eski düzene bağlı bilinç tarafından bir ölüm takın­tısı biçiminde yaşanmıştır. Bu, bir dünyanın çözülüşünün, yani bir mit güvenliğinin tarihi hâlâ dengeleyebildiği son dünyanın çözülüşünün melankolisidir; bu melankoliye göre, her türlü dünyevi şey sadece kendi çürümesine doğru yol almaktadır. Avrupa’daki büyük köylü isyanları, aynı zamanda, köylülerin feodal vesayetlerini garanti altına almış olan ataerkil uykudan kendilerini şiddetli bir şekilde koparan tarihe cevap verme gi­rişimleriydi. Yahudi Mesihçiliğinden doğan Hıristiyan toplu­lukları çağın sorunlarına ve mutsuzluklarına Tanrı Krallığı’nın pek yakında gerçekleşmesini bekleyerek cevap verdiğinde ve eski topluma huzur bozucu ve yıkıcı bir unsur soktuğunda, yarı-tarihsel dinin kökeninde yatan şeyi yeniden canlandıran, yeryüzü cennetinin kurulacağına dair bu Mesihçi ütopyadır. Hıristiyanlık, imparatorluk içinde iktidarı paylaşma noktasına geldiğinde bu umuttan arta kalan şeyin basit bir batıl inanç­tan ibaret olduğunu ortaya çıkardı: Modern ideolojinin bütün takdirnamelerinin ilk örneği olan Augustinusçu sava göre sözü edilen krallık uzun süreden beri kurulu olan Kiliseden başka bir şey değildi. Mesihçi köylülüğün toplumsal isyanı, doğal olarak, öncelikle Kiliseyi ortadan kaldırma isteği olarak tanımlanır. Fakat Mesihçilik, mit alanında değil tarihsel dünyada yayılır. Modern devrimci beklentiler, Norman Cohn’un Milenyum Peşinde'de kanıtladığına inandığı gibi, dinsel Mesihçi tutkunun akıldışı devamı değildir. Tam tersine, Mesihçilik, dini dili son kez kullanan devrimci sınıf mücadelesidir, sadece tarihsel olan bilinçten hâlâ yoksun olmasına rağmen yine de modern bir dev­rimci eğilimdir. Mesihçiler kaybetmeye mahkûmdu, çünkü onlar devrimi kendi eylemleri olarak kabul edememişti. Tanrı iradesinden gelen harici bir işarete dayanarak hareket etmeyi beklemeleri, ayaklanmış köylülerin kendi dışlarından gelen li­derlerin peşinden gittiği bir pratiğin düşünceye dökülmesidir. Köylü sınıfı, toplumun işleyişi ve kendi mücadelesini sürdürme tarzıyla ilgili doğru bir bilince ulaşamaz; eyleminde ve bilincin­de bu birlik koşullarından mahrum olduğu için tasarısını ifade etmesi ve savaşlarını sürdürmesi dünyevi bir cennet hayaline göre gerçekleşir. (sh:114-115)
Şehircilik, sınıf iktidarını savunan kesintisiz görevin mo­dern icrasıdır: Kentsel üretim koşullarının tehlikeli bir şekilde bir araya getirdiği işçilerin en küçük parçalarına dek bölünmesi­nin sürdürülmesi. Bu bir araya gelme olasılığının her biçimine karşı yürütülmesi gereken sürekli mücadele en uygun zemini­ni şehircilikte bulur. Fransız Devrimi’nde edinilen deneyimlerden bu yana, bütün yerleşik iktidarların sokaktaki düzeni sağlama araçlarını artırma çabası, sonunda sokağın ortadan kal­dırılmasıyla doruk noktasına ulaşır. Lewis Mumford, The City in History de [Tarihte Kent] “artık tekdüze olan dünyayı” an­latırken “uzun mesafeye yönelik kitle iletişim araçlarıyla bir­likte, halkın tecridinde çok daha etkili bir denetim aracı ortaya çıkmıştır” diye belirtir. Ama şehirciliğin gerçekliğini oluşturan genel tecrit hareketi, planlanabilir üretim ve tüketim ihtiyaç­larına göre işçilerin denetimli bir şekilde yeniden sisteme da­hil edilmelerini de sağlamak zorundadır. Sisteme dahil olmak, tecrit edilmiş bireylerin birlikte tecrit edilmiş bireyler olarak ye­niden ele geçirilmelerini gerektirir: Fabrikalar ve kültür ev­leri, tatil köyleri ve “toplu konutlar” tecrit edilmiş bireyi aile yuvasına kadar izleyen bu sahte kolektiviteye hizmet etmek amacıyla özellikle düzenlenmiştir. Gösteri mesajı alıcılarının yaygın olarak kullanımı bireyin tecridinin egemen imajlarla, bütün güçlerini sadece bu tecritten alan imajlarla dolu olması­nı mümkün kılar.
Önceki her dönemde egemen sınıfların tatmin edilmesine adanmışken, ilk defa yeni bir mimari doğrudan doğruya yok­sullara yönelmiştir. Bu yeni konut örneğinin biçimsel sefilli­ği ve devasa yaygınlığı, onun hem amacından hem modern inşaat koşullarından kaynaklanan kitlesel karakterinden ileri gelir.
Toprağı, soyut bir şekilde tecrit toprağı olarak düzenle­yen otoriter karar hiç kuşku yok ki modern inşaat koşullarının özünde yer alır.
Bu açıdan geri kalmış ülkelerde sanayileşmenin başladığı her yerde, yerleştirilmesi düşünülen yeni toplumsal yaşam tarzına uygun uzam olarak, aynı mimari ortaya çıkar. Toplumun maddi gücünün gelişmesinde kaydedilen aşama ve bu güce bilinçli bir şekilde hâkim olma konusundaki gecikme, tıpkı termonükleer silahlanma ya da doğum kontrolü (kalıtımın manipüle edilme imkânı zaten elde edilmiştir) sorunlarındaki kadar açık bir şekilde şehircilikte de görülmektedir.
Şimdiki zaman, şehir ortamının daha şimdiden öz-yıkım zamanıdır. “Şehir artıklarının biçimsiz yığınlarıyla” (Lewis Mumford) kaplı kırsal kesimde görülen şehir patlaması doğ­rudan doğruya tüketimin buyrukları doğrultusunda düzenlen­miştir.
İlk meta bolluğu aşamasının pilot-malı olan otomobilin diktatörlüğü, eski şehir merkezlerini yerinden eden ve giderek genişleyen bir yayılmaya yol açan otoyolların hâkimiyetiyle çevreye damgasını vurmuştur.
Aynı zamanda, şehir dokusuna dair tamamlanmamış yeni düzenleme dönemleri, bir otopark platformu üzerindeki çıplak arazilerde kurulu dev süpermarket­ler olan “dağıtım fabrikaları” etrafında geçici olarak yoğunla­şır; bu çılgın TÜKETİM TAPINAKLARI, kısmi bir kalabalığın yeniden oluşmasına yol açtıklarından aşırı kalabalık ikincil merkezler haline gelir gelmez onları dışlayan merkezkaç hareket içinde uzaklaşırlar. Ama tüketimin teknik örgütlenmesi, ilk planda şehrin kendi kendini tüketmesine yol açmış olan genel çözül­menin örgütlenmesinden başka bir şey değildir.
Tümüyle kent-kır çatışması etrafında gelişen iktisadi tarih, her iki terimi de ortadan kaldıran bir başarıya ulaşmıştır. Toplu tarihsel gelişmenin günümüzde bağımsız ekonomi hareketinin sürdürülmesi adına felce uğraması, kent ve kırın yok olmaya başladığı dönemin olgusudur, kentle kırın farklılıkları aşılmamakta, her ikisi de aynı anda çökmektedir. Varolan şehir ger­çekliğinin aşılmasına katkıda bulunması gereken tarihsel de­vinimin başarısızlığa uğramasından kaynaklanan kent ve kırın karşılıklı yıpranması, en ileri sanayileşmiş bölgeleri kapsayan ayrışmış unsurlarının bu eklektik karışımında görülebilir.
Evrensel tarih kentlerde doğmuş ve kentin kır üzerindeki kesin zaferiyle birlikte olgunlaşmıştır. Marx’a göre burjuvazi­nin en önemli devrimci faziletlerinden biri, “kır”ı havası bile insanı özgürleştiren “kente boyun eğdirmesi” olgusudur. Ama eğer kentin tarihi özgürlüğün tarihi ise, aynı zamanda zorba­lığın ve hem kırı hem kenti denetleyen devlet yönetiminin de tarihidir. Kent sadece tarihsel özgürlüğün mücadele alanı olabilmiştir, özgürlüğe sahip olamamıştır. Kent, tarih ortamıdır; çünkü o, hem tarihsel girişimi mümkün kılan toplumsal iktida­rın yoğunlaşması hem geçmişin bilincidir. Kenti tasfiye etmeye yönelik mevcut eğilim, ekonominin tarihsel bilince boyun eğ­mesindeki ve kendisinden alınmış güçleri yeniden ele geçiren toplumun birleşmesindeki gecikmenin bir başka şekilde ifade edilmesinden ibarettir.
“Kır tam tersi bir olgu sergiler: tecrit ve ayrılık” (Alman ideolojisi).
Kentleri yok eden şehircilik, eski kır yaşantısına özgü doğal ilişkiler kadar doğrudan doğruya tarihsel kent tarafından sorgulanan dolaysız toplumsal ilişkilerin de kaybolduğu sahte bir kırı yeniden kurar.
Bu, günümüzün “düzenlenmiş toprağı”nda barınma ve gösterisel denetim koşullarının yeniden yarattığı yeni bir yapay köylülüktür: Köylülüğün bağımsız bir eyleme kalkışmasını ve yaratıcı bir tarihsel güç olarak ortaya çıkmasını her zaman engellemiş olan coğrafi dağınıklık ve dar kafalılık bugün yeniden üreticilerin özelliği haline gelmiştir; nasıl ki işlerin doğal ritmi tarım toplumunun eriminin ötesinde kalı­yorsa, bizzat kendilerinin ürettiği dünyanın devinimi de köy­lülerin erimlerinin ötesinde kalır. Ama “Doğu despotizminin sarsılmaz temeli olan ve dağılması bürokratik merkeziyetçiliğe yol açan bu köylülük, modern devlet bürokrasisinin gelişme koşullarının ürünü olarak yeniden ortaya çıktığında, duyarsızlığı artık tarihsel olarak üretilmek ve korunmak zorundaydı; doğal kayıtsızlığın yerini, hatanın örgütlü gösterisi almıştı. Teknolo­jik sahte-köylülüğün “yeni kentleri”, üzerine inşa edildikleri tarihsel zamandan kopuşlarını bulundukları alana açıkça kayde­derler; sloganları şu olabilir: “Bu noktada artık hiçbir şey olma­yacaktır ve asla hiçbir şey olmamıştır.” Kentlerde özgürleştirilmek zorunda olan tarih henüz özgürleştirilmediği içindir ki tarihin yokluğunda ortaya çıkan güçler, kendi özel alanlarını oluşturmaya başlar.
**
Bu alacakaranlıktaki dünyayı tehdit eden tarih, aynı zaman­da mekânı yaşanmış zamana boyun eğdirebilen güçtür. Prole­ter devrimi, beşeri coğrafyanın eleştirisidir, bu eleştiri dolayısıyla bireyler ve topluluklar, sadece emeklerine değil bütün tarihle­rine de sahip olmalarına elverişli yer ve olayları yaratmak zo­rundadır. Bu değişen oyun alanında ve özgürce seçilmiş oyun kurallarının farklılıklarında, yer özerkliği, toprağa zorunlu bir bağlanmayı yeniden devreye sokmadan ve böylelikle seyahatin ve bütün anlamı içinde saklı olan bir seyahat gibi anlaşılan ya­şamın gerçekliğini gündeme getirerek yeniden keşfedilebilir. (sh:131-136)
EKÜMENOPOLİS: UCU OLMAYAN ŞEHİR
Düşünceler gelişir. Kelimelerin anlamı gelişmeye katılır. Aşırmacılık zorunludur. İlerleme bunu gerektirir. Bir yazarın cümlesine sıkı sıkıya sarılınır, onun ifadelerinden yararlanılır, yanlış bir düşünce silinir ve yerine doğrusu konulur.
**
Çalıp değiştirme, alıntının, sırf bir alıntı haline geldiği için sürekli tahrif edilen teorik otoritenin karşıtıdır; bağlamından, deviniminden ve de topyekûn referans olarak döneminden ve bu referans içindeki —ister bilerek isterse yanlışlıkla olsun- ku­sursuz tercihten koparılmış bir bölümdür. Çalıp değiştirme, anti-ideolojinin akıcı dilidir. O, hiçbir şeyi kesin olarak ve kendi içinde güvenceye almaya kalkışamayacağını bilen iletişimde or­taya çıkar. Çalıp değiştirme, en yüksek aşamada, hiçbir eski ve eleştiri-üstü referansın onaylayamayacağı dildir. Buna karşılık, hem kendi içindeki hem uygulanabilir olgularla olan tutarlılığı, ortaya çıkardığı hakikatin eski çekirdeğini onaylayabilir. Çalıp değiştirme, nedenini, şimdiki eleştiri gibi, kendi hakikatinin dı­şında kalan bir şey üzerine oturtmamıştır.
**
İfade edilmiş teori alanının bütün sarsılmaz özerkliğini ya­lanlayarak, mevcut düzeni rahatsız eden ve bozan eylemi bu şiddet aracılığıyla buraya sokan, teorik formülasyonda kendini açıkça çalınıp değiştirilmiş olarak sunan şey, bize, teorik olanın bu varoluşunun kendi içinde bir hiç olduğunu ve ancak tarihsel eylem aracılığıyla ve kendisinin hakiki benzeri olan tarihsel dü­zeltmeyle tanınabileceğini hatırlatır. (sh:152-153)
Zaman zaman bilimin, günümüzde ekonomik kârlılığın da­yattığı zorunluluklara boyun eğdiği söylenir, aslında bu her za­man için doğruydu. Yeni olan, ekonominin insanlığa karşı açık savaş ilan etmesidir; bu sadece yaşam koşullarına değil, ayakta kalma koşullarına karşı da açılmış bir savaştır. Böylece bilim­sel düşünce, geçmişinin büyük bir bölümünde köleliğe karşı olmasına rağmen, kendisini gösteri hâkimiyetinin hizmetine adamayı tercih eder. Bu noktaya gelmeden önce bilim göreceli bir özerkliğe sahipti. Kendi payına düşen gerçekliği düşünmeyi bilirdi; bu nedenle de ekonomik kaynakların artmasında ge­niş katkıları olabilmişti. Her şeye kadir bir ekonomi çığrından çıktığında —gösteri çağı bundan başka bir şey değildir— hem yöntembilimsel açıdan hem “araştırmacıların” pratik çalışma ko­şulları açısından en son bilimsel özerklik kırıntıları da ortadan kalkmıştır. Artık bilimden dünyayı anlaması ya da herhangi bir şeyi iyileştirmesi beklenmemektedir. Bilimden beklenen tekşey, sadece olup biten her şeyi anında doğrulamasıdır. Gösteri hâkimiyeti, oldukça tahripkâr bir düşüncesizlikle sömürdüğü bu alanda da en az diğer alanlardaki kadar budalaca davranarak sadece kendisine bir sopa yapmak amacıyla bilimsel bilginin dev ağacını kesmiştir. Açıkça olanaksız bir doğrulamaya yö­nelik bu nihai toplumsal talebe boyun eğmek için çok fazla düşünmemek, gösteri dilinin kolaylıklarına iyice alışmak daha iyi olur. Bu utanç verici dönemde kötü yola düşürülmüş bilim en son uzmanlaşmasını çok iyi niyetli bir şekilde bu meslek alanında gerçekleştirmiştir.
Yalana dayalı doğrulamaların bilimi, doğal olarak burjuva toplumunda görülen ilk çöküş belirtileriyle, şu “beşeri” denilen sahte bilimlerin kanserli hücre gibi çoğalmasıyla birlikte ortaya çıkmıştır; yine de örneğin modern tıp bir ara kendini işe yarı­yormuş gibi gösterebilmişti ve çiçek ya da cüzam hastalığının çaresini bulanlar nükleer ışınlar ya da tarımsal gıda kimyası kar­şısında alçakça teslim olanlardan oldukça farklıydı. Doğal olarak bugünkü tıbbın hastalıklı çevre karşısında artık toplum sağlığını savunma hakkının olmadığı kolaylıkla görülebilir; çünkü bu, devlete ya da en azından ilaç sanayiine meydan okumak anla­mına gelir.
Mevcut bilimsel etkinliğin, düştüğü durumu kabul etme­si sadece sessiz kalma zorunluluğundan ileri gelmemektedir. Bu durum, sık ve dobra dobra yaptığı açıklamalardan da kay­naklanmaktadır. Kasım 1985’te Laennec Hastanesi profesörle­ri Even ve Andrieu, dört hasta üzerinde sekiz gün süren bir deneyden sonra belki de AIDS’e etkili bir çare bulduklarını açıklamışlardı. İki gün sonra hastalar ölünce, kendi araştırmaları o kadar ileri safhada olmayan, belki de kıskançlık duyan birçok doktor, hastaların durumu kötüleşmeden birkaç saat önce, pro­fesörlerin, yanıltıcı başarı belirtilerinden başka bir şey olmayan sonuçları yayımlamakta aceleci davrandıklarına dair şüphelerini dile getirdiler. Even ve Andrieu, “her şeye rağmen yanlış umut tamamen umutsuz olmaktan daha iyidir” diyerek kendilerini büyük bir soğukkanlılıkla savunmuşlardır. Tek başına bu açık­lamanın bile bilimsel ruhun tamamen reddedilmesi anlamına geldiğini anlayamayacak kadar büyük bir gaflet içindeydiler; bilimsel ruhun reddedilmesi şarlatanların ve büyücülerin he­nüz hastanelerin yönetimine getirilmediği dönemlerde tarihsel olarak bu tür insanların kâr hayallerini her zaman için destek­lemiştir.
Tıpkı toplumsal gösterinin, maddi olarak modernleşmiş ve zenginleşmiş bir sunuş altında aslında çok eski panayır şarlatan­larının —illüzyonistler, çığırtkanlar ve halkı gaza getirenler teknik­lerini yeniden canlandırmaktan başka bir şey yapmayan geri ka­lan kısmı gibi resmi bilim de bu hale gelmek zorunda kalınca, müneccimlerin ve mezheplerin, vakumlanmış ZEN ya da MORMON TEOLOJİSİnin de buna paralel olarak her yerde söz sahibi olmasına şaşırmamak gerekir. Yerleşik güçlere iyi hizmet ver­miş olan cehalet, yasadışı davranan becerikli şirketler tarafından da sürekli olarak sömürülmüştür.
Hangi dönem okuma yazma bilmemenin bu kadar yaygınlaştığı günümüzden daha elverişli olabilirdi ki?
Ancak bu gerçeklik de neticede bir başka büyücü­lük gösterisiyle yadsınmıştır. UNESCO, geri kalmış ülkelerde mücadele etme görevini üstlendiği okuma yazma bilmemeyle ilgili çok kesin bir bilimsel tanımı kuruluşundan itibaren be­nimsemişti. Aynı olay beklenmedik bir şekilde ama bu defa gelişmiş diye adlandırılan ülkelerde yeniden hortlayınca, -tıpkı savaş sırasında karşısında Grouchy’yi beklerken Blücher’i bulan kişinin yaptığı gibi uzmanlar ordusunu göreve çağırmak yeterli olmuştu ve bu uzmanlar “okuma yazma bilmeme” ye­rine dil sorunu ifadesini kullanarak derhal zafere ulaşmışlardı: Tıpkı esaslı bir ulusal davayı destekleme fırsatını zaman zaman yakalayan “sahte bir yurtsever gibi”. Anlamsız sözler uydur­manın akla yatkınlığını sağlam temeller üzerine kurmak için pedagoglar arasında sanki uzun zamandır kabul edilen bir ta­nımmış gibi hemen yeni bir tanım ortaya atılır; buna göre okur yazar olmayan kişi, bizim bildiğimiz asla okumayı öğrenmemiş kişiyken, bunun tersine, modern tabirle dil sorunları olan kişi, (pedagoji dalının daha yetenekli olan resmi teorisyenleri ve ta­rihçileri soğukkanlılıkla bu insanların eskisinden çok daha iyi düzeyde öğrendiklerini öne sürmüşlerdir), öğrendiği dili tesadü­fen hemen unutmuş olan kişidir. Bu şaşırtıcı açıklama, eğer, me­selenin özünü kasten göz ardı ederek, daha bilimsel dönemler­de herkesin aklına gelebilecek ilk sonucu -yani, açıklamadaki çöküşün pratikteki çöküşe aynı adımlarla eşlik ettiği, kokuşmuş düşüncede görülen son gelişmelerden önce hiçbir yerde asla gözlemlenmemiş ve hayal edilmemiş olan bu yeni fenomenin de açıklanması ve uğrunda mücadele edilmesi gerektiğinin ta­nınması- büyük bir ustalıkla atlamasaydı rahatlatıcı olmaktan ziyade rahatsız edici olabilirdi.
**
Yüz yıldan fazla bir zaman önce, A.-L. Sardou’nun Fransız­ca Eşanlamlı Kelimeler Sözlüğü şu kelimeler arasında ayırt edil­mesi gereken nüansları tanımlamıştı:
Aldatıcı, yanıltıcı, sahtekâr, baştan çıkarıcı, kurnaz, dalavereci; bu kelimelerin tamamı birleştirildiğinde bugün gösteri toplumunun portresini yaparken kullanılabilecek bir renk paleti meydana gelir. Kendilerini boz­gunculuğa adamış bütün grupların normal olarak karşılaşması beklenen tehlikelerin birbirinden çok farklı yan anlamlarını bu kadar açık bir şekilde göstermek, onun dönemini ve uzmanlık deneyimini aşmaktaydı; bu bozgunculuk, örneğin şu aşamaları izlemektedir: Yolunu şaşırmış, kışkırtılmış, nüfuz edilmiş, manipüle edilmiş, ele geçirilmiş, bozguna uğramış.
Aldatıcı, (Fransızca’da aldatıcı anlamına gelen fallacieux kelimesi Latince fallaciousustan gelmektedir) yanıltma ustası ya da yanıltmaya alışık, düzen­baz: Bu sıfatın tanımı yanıltıcı kelimesinin üstünlük derecesiyle eşittir. Yanıltan ya da herhangi bir şekilde hataya sürükleyen yanıltıcıdır: Yanılt­mak, suiistimal etmek, oyunla ve suiistimal etmek için en elverişli araçla yanıltmak niyetiyle bir hataya sürüklemek için yapılan şey aldatıcıdır.
Ya­nıltıcı cinsil ve muğlak bir kelimedir; bütün belirsiz işaret ve görünüş bi­çimleri yanıltıcıdır.
Aldatıcı, hilekârlığı, düzenbazlığı, üzerinde çalışılmış sahtekârlığı belirtir; karmaşık konuşmalar, protestolar ve akıl yürütmeler aldatıcıdır. Bu kelimenin sahtekâr; baştan çıkarıcı, kurnaz, dalavereci kelime­leriyle bir ilişkisi vardır, ama eşdeğer değillerdir.
Sahtekâr, tüm sahte gö­rünüş türlerini ya da suiistimal etmeye veya zarar vermeye yönelik tasarlanmış entrikaları belirtir; örneğin ikiyüzlülük, iftira vb. Baştan çıka­rıcı, birisini ele geçirmeyi, onu ustalıkla ve hissettirmeden yoldan çıkar­mayı ifade eder.
Kurnaz, sadece ustalıkla tuzaklar kurma ve tuzağa düşürme edimini belirtir.
Dalavereci ise birisini şaşırtmakla ve onu hataya düşürme kurnazlığıyla yetinir. Aldatıcı, bu tanımların çoğunu kapsar. (sh:197-201)
Sicilya mafyasının kullandığı ve tüm İtalya’da kabul gören bu formülün derin hakikati şu noktada yatar: “Eğer paran ve dostların varsa hukukla dalga geçersin.” Bütünleşmiş gösteri­de yasalar uyku halindedir; çünkü yeni üretim teknikleri için hazırlanmamışlardır ve ayrıca malların dağıtımı sırasında yeni tür anlaşmalar sayesinde bu yasalardan uzak durulmuştur. Ka­muoyunun ne düşündüğünün ya da neyi tercih ettiğinin artık hiçbir önemi kalmamıştır. Gösterinin kamuoyu araştırmaları, seçimler ve modernleşmeye yönelik yeniden yapılanmalarla gizlediği şey budur. Kazananlar kim olursa olsun kibar müşte­riler en kötü malı edineceklerdir: Çünkü bu tamamen onlar için üretilmiş olandır.
“Hukuk devleti” kavramı, modern ve sözde demokratik devletin genelde bu özelliklerinden vazgeçmesiyle birlikte yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır.
Bu ifadenin 1970 yı­lından kısa bir süre sonra ve tam anlamıyla öncelikle İtalya’da popülerlik kazanması kesinlikle tesadüfi değildir. Birçok alanda, yasalar adeta çeşitli boşluklar kalacak şekilde özenle hazırlanmıştır; tabii ki bu boşluklar, yararlanabilecek olanlar için geçerlidir. Bazı koşullarda -örneğin dünyadaki her türlü silah ticareti, özellikle de daha yüksek teknoloji ürünleri çevresinde- yasadışılık, kendisi sayesinde daha da kârlı hale gelen iktisadi işlemlere destek sağlayan bir güçten başka bir şey değildir. Günümüzde birçok iş ilişkisi kaçınılmaz olarak en azından bu yüzyıl kadar namussuzdur; bu durum eskiden, sadece namussuzluk yolunu seçmiş sınırlı sayıdaki insan arasında söz konusuydu.(sh: 222-223)
Gözetim, eğer her şeyin mutlak denetimi sırasında kendi ge­lişmesinden kaynaklanan zorluklarla karşılaşma aşamasına gelme­miş olsaydı, çok daha tehlikeli olabilirdi. Sayıları giderek artan bireyler hakkında toplanan bilgi yığını ile bu yığının tahlil edil­mesi için gereken zaman ve zekâ arasında ya da daha basit ola­rak söylemek gerekirse olası çıkarları arasında bir çelişki vardır. Malzemenin bolluğu her aşamada kısaltma yapılmasını zorunlu kılar: Bu sırada birçok bilgi kaybolur ve geriye kalanlar ise okunamayacak kadar fazladır. Gözetim ve manipülasyonun yönetimi birleşmemiştir. Aslında her yerde kârların bölüştürülmesi üzerine bir çıkar çatışması vardır; dolayısıyla da mevcut toplum içindeki şu ya da bu potansiyelin -aynı hamurdan gelmeleri nedeniyle hepsi aynı derecede saygın kabul edilen— diğer potansiyellerin aleyhine öncelikli olarak gelişmesi için bir mücadele vardır.
Bu mücadele aynı zamanda bir oyundur. Her istihbarat amiri kendi ajanlarını ve ilgi alanındaki hasımlarını gözünde büyütür. Çok sayıda uluslarüstü ittifakın yanı sıra, günümüzde her ülkenin hem devlet nezdinde hem devlet ötesinde sınırsız sayıda polisi ya da karşı-casusluk servisi ve gizli servisi vardır. Bunun yanı sıra gözetim, koruma ve istihbarat işleriyle ilgi­lenen çok sayıda özel şirket vardır. Çokuluslu büyük şirket­lerin de doğal olarak kendi özel servisleri vardır; aynı şekilde orta büyüklükte de olsalar, ulusal ve bazen de uluslararası dü­zeyde bağımsız politikalar izlemeyi sürdüren kamulaştırılmış şirketlerin de özel servisleri vardır. Her ikisi de aynı devlete ait olan ve üstelik dünya pazarında petrol fiyatlarını yüksek tutma konusundaki ortak çıkarları açısından diyalektik birlik içinde olan bir nükleer endüstri grubu ile bir petrol grubunun çatıştığı görülebilir. Özel bir sanayi dalındaki her güvenlik servisi, kendi bünyesine yönelik sabotajlarla mücadele eder ve gerektiğinde rakiplerine sabotaj düzenler: Denizaltı tünelleri­ne önemli yatırımlar yapan bir şirket, feribotların güvensizli­ğinden yana olur ve mali güçlükler içindeki gazeteleri, feri­botların güvensizliğiyle ilgili haberleri ilk fırsatta ve üzerinde çok fazla düşünmeden manşet yapmaları için maaşa bağlar; Sandoz’la rekabet eden bir şirket Ren Vadisi’ndeki yeraltı su­larına karşı kayıtsız kalır. Gizli olan gizlice gözetlenir. Öyle ki hikmeti hükümetin yönetimi etrafında kurnazca toplanmış bu organizmaların her biri, kendi özel anlam hegemonyası­nın peşindedir. Zira anlam, anlaşılabilir bir merkezle birlikte kaybolmuştur.
1968’e kadar başarıdan başarıya koşan ve sevildiğine inan­dırılmış olan modern toplum, bu tarihten itibaren bu sevdadan vazgeçmek zorunda kalmıştı; artık kendisinden korkulmasını tercih etmektedir. “O masum halinin artık geri gelmeyeceğini” gayet iyi bilir.
Böylece kurulu düzenden yana binlerce komplo, şebekele­rin ve meselelerin ya da gizli faaliyetlerin giderek üst üste gel­mesi ve bunların her türlü ekonomi, politika ve kültür dalma hızla entegrasyon süreciyle birlikte, birbirine karışır ve hemen hemen her yerde birbiriyle çarpışır. Toplumsal yaşamın her alanında, gözetim, dezenformasyon ve güvenlik faaliyetlerinin iç içe girme oranı sürekli bir artış gösterir. Komplo neredeyse alenen görülecek kadar yoğunlaştığında, komplonun her bir bölümü diğerini rahatsız etmeye ya da kaygılandırmaya başlar; çünkü bütün bu profesyonel komplocular tam olarak nedeni­ni bilmeksizin birbirlerini gözetlemeye ya da birbirlerini kesin olarak teşhis edemeden tesadüfen karşılaşmaya başlarlar.
Kim kimi gözetlemek ister?
Bu görünüşte kimin yararınadır?
Ya gerçekte?

Hakiki etkiler gizli kalır ve nihai hedeflerden güç­lükle şüphe duyulabilir ve bunlar hemen hemen asla anlaşıl­mazlar. Böylece aldatılmadığı ya da manipüle edilmediğinden kimse emin olamazken, manipüle eden de başarılı olup olma­dığını nadiren bilir. Aslında manipülasyonun başarılı tarafında yer almak, doğru stratejik perspektifin seçildiği anlamına gel­mez. Taktik başarılar böylece büyük güçleri tehlikeli yollara sürükleyebilir.
Görünüşte aynı hedefin peşinde olan aynı şebekede, bu şe­bekenin sadece bir parçasını oluşturanlar, diğer bölümlerin ve her şeyden önemlisi çekirdek kadronun bütün varsayımlarım ve sonuçlarını kaale almamak zorundadırlar. İncelenen herhan­gi bir konu hakkındaki tüm bilgilerin pekâlâ tamamen hayali ya da ciddi bir şekilde tahrif edilmiş ya da oldukça yanlış bir şekil­de yorumlanmış olabilme ihtimali -ki bu gayet iyi bilinen bir olgudur— soruşturmayı yürütenlerin hesaplarını önemli ölçüde karıştırır ve çürütür; çünkü birini mahkûm etmek için yeterli olan şey, onu tanımak ya da kullanmak gerektiğinde o kadar yeterli olmaz. Bilgi kaynakları rekabet içinde olduğundan tah­rifler de rekabet içindedir.
Ancak bu uygulama koşullarından yola çıkarak, toplumsal alanın tamamına yayıldığı ve bunun sonucunda personel ve araç-gereç sayısını artırdığı ölçüde, denetimin verimliliğinin azalması eğilimi göstermesinden söz edilebilir. Çünkü burada her araç bir amaç haline gelmenin peşindedir ve bunun için çaba gösterir.
Gözetim kendi kendini gözetler ve kendine karşı komplo düzenler.
Sonuç olarak, gözetimin bugünkü temel çelişkisi, olmayan bir varlığı yani, toplumsal düzeni bozmaya çalıştığı düşünülen varlığı gözetlemesi, içine sızması ve etkilemesidir. Ama bu varlığın işbaşında olduğu nerede görülmüştür? Çünkü, ko­şullar asla bu kadar devrimci olmamıştır ve durumun bu ka­dar ciddi olduğunu düşünen sadece hükümetlerdir. Yadsıma, kendi düşüncesinden o kadar başarılı bir şekilde yoksun bı­rakılmıştır ki uzun zamandan beri dağılmış bir haldedir. Bu nedenle, sadece muğlak ama hâlâ yeterince rahatsızlık veren bir tehdit olmayı sürdürmektedir ve neticede gözetim en göz­de etkinlik alanından mahrum bırakılmıştır. Bu gözetim ve müdahale gücü tamamen mevcut gerekliliklerle yönetilmek­tedir ki bu gereklilikler, bu tehditle peşinen mücadele etmek amacıyla bizzat tehdidin alanına yönelen anlaşma koşullarını belirler. Bu nedenle gözetimin, bu sefer teröristleri değil te­orileri etkilemek amacıyla, gözden düşmüş gösteri araçlarının dışında bilgilendireceği yadsımanın kutuplarını düzenlemede bir çıkarı olacaktır.
Tarihsel zaman konusunda büyük otorite olan Baltasar Graciân L’homme de cour da [Saray Adamı] son derece isabetli bir şekilde şunları söyler:
[İster eylem ister söylem olsun, her şey zamanla ölçülmelidir.
Bir şey yapı­labileceği sırada istenmelidir; zira ne mevsimler ne de zaman kimseyi bekler.]
Ama Ömer Hayyam daha az iyimserdi:
[Açık seçik ve meselsiz konuşmak gerekirse
-BizlerTanrı’nın elinde birer oyuncağız;
—Kulluk yarışında bizimle dalga geçilir, —
Sonra da teker teker hiçlik kutusuna geri döneriz.] (sh: 230-235)

Kaynak:
Guy DEBORD, Gösteri Toplumu ve Yorumlar, trc: Ayşen Ekmekçi & Okşan Taşkent, Ayrıntı Yay. 4.Baskı, 2012, İstanbul, Çeviride Kullanılan Metinler La Societe du Spectacle, Editions Gallimard, 1992; Commentaires sur la societe du Spectacle, 1988 Preface â la quatrieme edition İtalienne de “La Societe du Spectacle”, 1979 Editions Gallimard, 1992; Society of the spectacle, Çev. Kolektif, Black & Red, Detroit, 1977 Comments on the Society of the Spectacle, trc. Malcolm Imrie, Verso, 1990

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar